Home » Dünya Gündemi » ULUSLARARASI İLİŞKİLER TEORİLERİ : Yasin YAYLAR

ULUSLARARASI İLİŞKİLER TEORİLERİ : Yasin YAYLAR

Giriş
Teori tanım itibariyle herhangi bir olayı veya görüngüyü açıklamak için kullanılan düşünce sistemidir. Uluslararası İlişkiler disiplininde teoriden kasıt, uluslararası ilişkileri sistematik bir çerçevede ele almayı sağlayan düşünce sistemleridir. Uluslararası İlişkiler disiplini rüştünü ispat etmek için özgün teoriler geliştirmiştir. Dünya çapında uluslararası ilişkiler bölümleri incelendiğinde diğer kaynaklarda olduğu gibi, teoriler konusunda da ABD ve İngiltere’nin ağırlığı dikkat çekmektedir. Diğer ülkeler ise bu kaynakları temel alarak kaynak geliştirmişlerdir. Bu durum ortak bir dilin gelişmesi açısından avantaj olsa da yeni düşüncelerin ortaya çıkmasını engellemiştir. Uluslararası ilişkilerde teori ile pratik arasındaki ilişki, müteahhit ve mühendis arasındaki ilişkiye benzetilebilir. Müteahhit işin pratiğini bilse de teknik konularda mühendise ihtiyaç duyar. Aynen bunun gibi, teori öğrenilmeden de uluslararası ilişkiler uzmanı olunmaz. Aydın ve Yazgan’ın çalışmasına göre Türkiye’de yapılan çalışmaların % 43 realizm, % 28’i liberalizm, %22 inşacılık temellidir. Bu durum akademisyenlerin, geri kalan teoriler hakkında yeterli bir donanıma sahip olmadığını göstermektedir. Bunun başlıca nedenleri:
• Mülkiye kaynaklı, pratiğe yönelik eğitim sistemi
• Diğer bölümlerin de Mülkiyeyi temel alması
• Ampirik çalışmaların daha kolay ve getirisi olması
• Türkiye’de soyut düşüncenin zayıf olması
• Kaynakları İngilizcesinden okuyamama
• Tarihçi, güvenlikçi, bürokrat kökenlilerin akademisyen olması
• Kaynak sıkıntısı olarak sayılabilir.
1. Bölüm- Uluslararası İlişkilerde Teori Kavramı ve Temel Teorik Tartışmalar
Uluslararası İlişkiler disiplininin temel konusunun modern devlet olarak kabul edilmesine rağmen, modern devletin ne zaman ortaya çıktığı hala tartışma konusudur. 1648 Vestfalya, başlangıç olarak öne sürülse de, Teschke gibi düşünürler bunun sadece bir mit olduğunu, bu dönemde hala geleneksel imparatorluk yapılanmalarının söz konusu olduğunu iddia eder. Genel kabul, Uluslararası İlişkiler disiplininin 1. Dünya Savaşı sonrası yaşanan yıkımın yeniden yaşanmaması için yapılan çalışmalar sonucunda ortaya çıktığıdır. Bu dönemde Aberywyth Üniversitesinde kurulan kürsü, Uluslararası İlişkiler disiplininin başlangıcı olarak alınır. Ne var ki ABD, bu öncülüğü kabul etmez.
Uluslararası İlişkiler disiplininde günümüzde yaşanan teori zenginliği akla “Uluslararası İlişkiler teorisinin sonu mu geliyor?” sorusunu getirmektedir. Teoriler önümüzde duran karmaşık dünyayı bizim için anlaşılır hale getirir. Bize dünya ile ilgili basitleştirilmiş ve radikal bilgiler sunar. Radikal kelimesi burada kök manasındadır. Yani aslında bize olay ve olguların köklerine ulaşmamızı sağlar. Burada ilk dikkat edilmesi gereken teorinin oluşumudur. Meta teori olarak adlandırılan teorinin teorisini irdeleyen kavram sayesinde teorilerin nasıl ve neden kurulduğu ortaya çıkar. Teorinin oluşturulmasında önem arz eden üç temel kavram ontoloji, epistemoloji, metodolojidir. Ontoloji teorinin varlık sebebini oluşturmaktadır. Epistemoloji bilgi teorisidir. Çalışılan konuda hangi bilginin doğru olduğunu inceler. Metodoloji kavramı ile dile getirilen, bu bilgiyi nasıl elde ettiğimizdir.
Pozitivist düşünce, bilimsel yöntemlerle erişilen bilginin geçerli olduğunu iddia ederek aslında diğer bilgiler değersizleştirmiştir. Wight’ın belirttiği gibi pozitivizm, Uluslararası İlişkiler disiplinini makul tartışmalara kapayarak önemli konuların tartışılmasına engel olmuştur. Pozitivist anlayışı geliştirmek isteyen neo-pozitivist düşünürler, pozitivizmin kriterlerinin niceliksel çalışmalarda da kullanılabileceğini göstermek üzere kalitatif bir metodoloji kullanmaktır.
Pozitivizmin geleneksel düşüncelerle çatışması toplumu oluşturan insanları inorganik madde olarak kabul etmesinden kaynaklanmaktadır. Oysa özelde insan, genelde toplum, düzensizlikler içerir. Gözlemlenebilse de deney yapılamaz. Üzerinden zaman geçen olaylar üzerinde ise artık gözlem de yapılamaz. Bu durum çıkarsama yapmayı zorlaştırır. Teoriler açıklayıcı, oluşturucu ve eleştirel olmak üzere üçe ayrılır. Açıklayıcı teoriler var olan olgu ya da olayları inceler. Oluşturucu teoriler ise Cox’un ifadesiyle bir görüş üretir. Öte yandan eleştirel teoriler, verili durumu ve kabulleri reddeder.
Uluslararası İlişkiler disiplininde dört temel tartışmadan söz edilebilir. Beşinci tartışma yeni ortaya çıkmaya başlayan eleştirel realizm tartışmasıdır. Beşinci tartışma, Newton’cu paradigmanın rölativite ve kuantum fiziğinin, lineer düzenliliklerin eleştirilmesini ve her şeyin önceden kestirilebileceği görüşünü eleştirir. İlk tartışma iki dünya savaşı arasında çıkan realizm-idealizm tartışmasıdır. Savaşa çözüm arayan idealizme ve realizm bunun kaçınılmaz olduğunu iddia ederek karşı çıkmıştır. Carr, daha ileri giderek idealistleri ütopyacılar olarak isimlendirmiştir. İdeal olana kavuşmanın zannedildiği gibi kolay bir hedef olmadığını devletlerin güvenlik kaygılarıyla açıklamıştır. 2. Dünya Savaşı, idealizmin yerini realizmin almasına neden olmuştur.
İkinci tartışma 1950-60 yıllarında çıkan davranışsalcılık-gelenekselcilik tartışmasıdır. Özellikle ABD’de ortaya çıkan davranışsalcı yaklaşım pozitivizm temelli sayısal verilere önem veren çalışımları amaçlamıştır. Kaplan ve Singer gibi düşünürler bu sayede uluslararası ilişkilerde düzenlilikler ve yasalar bulunabileceğini ileri sürmüştür. Gelenekselciler ise karmaşık bir yapıya sahip olan sosyal hayata bu kuralların uygulanamayacağını iddia etmiştir. Üçüncü tartışma paradigmalar arası tartışma olarak da geçer. 1970’li yıllarda Thomas Khun’un yazdığı kitap üzerine başlayan tartışma seksenli yılların sonuna kadar sürmüştür. Khun, kitabında bilimsel bilginin pozitivistlerin zannettiği gibi lineer ilerlemediğini, bir devrim-bir rahatlama şeklinde yol aldığını iler sürmüştür. Öne sürülen bir paradigmanın epistemik cemaat tarafından kabul görmesi halinde, diğerinin terk edildiğini ve devrimin gerçekleştiğini belirtir. Pozitivistlerin yanlışlanan görüşü yok saymasını ise reddeder. İşin ilginç yanı tartışamaya neden olan bu görüşün sosyal bilimlere uygulanamayacağını ileri sürer. Dördüncü tartışma pozitivizm – post-pozitivizm tartışmasıdır. 1980 sonrası ortaya çıkan tartışma, sadece bilimsel bilgiler geçerli olduğu iddiasını eleştiren post-pozitivizm öncülüğünde gelişmiştir. Max Weber’in dile getirdiği sosyal bilimlerin açıklama değil, anlama yoluyla irdelenmesi gerektiği görüşü dile getirilmiştir. Bu dönemdeki tüm teorileri genel olarak eleştirel teori denilmiştir. Aralarında önemli farklar bulunsa da bu teoriler, pozitivizme karşı olma noktasında birleşmişlerdir.
Kompleksite teorisi yeni yaygınlaşan bir teori olarak ortaya çıkmaktadır. Toplumsal sistemlerin karmaşık yapıları olduğunu ve tek yönlü lineer bir nedensellikle bunun ele alınamayacağını iler sürer. Parçaların ve birimlerin karşılıklı olarak birbirlerini etkilediğini öne sürer.
Türkiye’de Uluslararası İlişkilerin temel çalışmaları, bölge çalışmalarıdır. Ampirik betimlemeye ağırlık veren ve olaylar üzerinden değerlendirmeye varan çalışmalardır. Bu durum teorik bir katkı sağlamazken, konuların bir merkezde yoğunlaşmasına neden olmaktadır.
Teori tercihi kişisel donanımla alakalı olsa da nihayetinde siyasal ve normatif bir tercihtir. Disiplinin ilk yıllarında hangi teorinin benimseneceği kolay bir soruydu: realizm ya da liberalizm. Ancak artık disiplinin tek sorunu savaş ve barış değil. Her teorinin belli bir şeyi incelediğini iddia etmek doğru olmaz. Ya da istediğimiz an istediğimiz bir teoriyi seçmek de. Her teori, incelenecek sorunu farklı tanımlar ve farklı çözümler üretir.
2. Bölüm- İdealizm
İdealizm, iki savaş arası dönemde benzer bir mezalimin yeniden yaşanmaması için uluslararası ilişkilerin barışçı bir yöntemlerle düzenlenmesi gerektiğini savunmuştur. Esasında realizmden önce ortaya çıkmış ve uluslararası ilişkiler kavramının doğuşuna neden olmuştur. İdealistler savaşın sona ermesi ve uluslararası ilişkilerin gelişmesi için şunları önermişledir: uluslararası sistemin temelde savaş, diplomasi ve hukuk vardır. Bunlardan savaş ortadan kaldırılıp, diğer ikisi geliştirilmelidir. Bunun için en temelde silahsızlanmanın sağlanması gerekmektedir. Angell’a göre silahlar savaşların ortaya çıkmasını tetiklemektedir. Çatışan tarafların birbiriyle görüşebilecekleri ve sorunlarını çözebilecekleri bir konferans ortamı olmalıdır. Bunu uluslararası örgütler sağlayabilir. Bu kurumlar ayrıca uluslararası hukukun da yaygınlaşmasına hizmet edecektir. Bunlardan başka uluslararası ticaretin gelişmesi de karşılıklı bağımlılığı artıracağı için savaşları arzulanmaz hale getirecektir.
Realizm mevcut durumu tanımlarken, idealizm ideal olanı- olması gerekeni- tanımlar. Bu yüzden pek çok kez ütopyacılık ya da hayalperestlik olarak da tanımlanmıştır. İdealizm iyimser/ optimist iken, realizm karamsar/ pesimisttir. Liberalizm kelimesi de olumlu manada idealizm yerine kullanılan kelimelerden biridir. Ancak idealizmin hem işlevsel hem de teorik olarak ortaya çıkmasını sağlayan Başkan Wilson’dur. Wilson’culuk olarak da adlandırılan bu görüş, 1. Dünya Savaşı sonrası Wilson’un öne sürdüğü Wilson İlkeleri temelinde gelişmiştir. Bu ilkeler, barışın kalıcılığının sağlanması, self determinasyon, açık deniz, açık diploması ve Milletler Cemiyetinin de temelini oluşturan uluslararası örgütlerin kurulması gibi pek çoğu döneminde ilk kez dile getirilen teklifler içermektedir. Tabi bunları sağlayacak devletlerin demokrasi olması da kaçınılmazdır. Nitekim idealizm temelli demokratik barış teorisi de demokrasilerin birbirleriyle savaşmayacağını savlar. Ayrıca makul olmadığı için savaşları kamuoyu tasvip etmez. Arkasında kamuoyu gücüyle ayakta duran demokratik yönetimler ise halka rağmen iş yapamazlar.
Wilson ilkelerinin arzulanan etkiyi gösterememesi ise en başta doğduğu ülkede destek görememesinden kaynaklanır. Demokratik Wilson’un Milletler Cemiyeti üyeliği için kongre onayını alamaması, ilkelere vurulan ilk darbe olmuştur. Ayrıca kongre bu ilkelerin uygulanmasına da yetki vermemiştir. ABD’nin yeniden yalnızcılık politikasına dönmesi tüm bu idealizm hayallerini söndürmüştür.
İdealizm tabiri yerine sıkça kullanılan liberalizm tabiri, aslında idealizmden büyük farklılıklar içerir. İdealizm asıl aktör olarak devleti kabul eder ve devlet üzerinden bir uluslararası düzen tasarlar. Liberalizm ise birey temellidir. Devlet dahi bireyden sonra gelir. Öte yandan idealizm bir uluslararası ilişkiler teorisidir. Liberalizm ise siyaset teorisidir.
Wilson’u en çok eleştirenlerden biri olan Carr’a göre entelektüel ve bürokrat arasında fark vardır. Entelektüel teorik ve ütopik düşünürken, bürokrat ampirik düşünme eğilimindedir. Carr’a göre entelektüelin tipik bir örneği olan Woodrow Wilson, taleplerini genel ve basit ilkelere dayandırmıştır. Entelektüeller; self-determinasyon, serbest ticaret ve ortak güvenlik gibi genel kabul gören ilkeleri mutlak standartlar olarak telakki eder ve bir politikanın iyi veya kötü olduğuna bu ilkelere uyma veya onlardan sapma derecesine göre karar verirler. Pratik ve gerçek birbirine uymaz.
Her ne kadar 2. Dünya Savaşının patlak vermesi idealizmin realizme yenilgisi olarak görülse de durum aslında öyle değildir. Soğuk Savaşın en kasvetli yıllarında bile hala idealizmin temelleri üzerine yapılandırılmış örgütler bulmak mümkündür. Örnekse BM ve ona bağlı işlev gören uluslararası örgütlerdir. Avrupa’da görülen AB örneği ise birbirleri ile sürekli savaş halinde olan ülkelerin savaşı gündemlerinden çıkararak ortak pazar kurmaları örneği vardır. Bunlardan başka BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, NPT gibi silahsızlanma antlaşmaları, deniz hukuku sözleşmeleri idealist düşüncenin başarı hanesine artı olarak yazılabilir.
Weber idealizmin prensiplerini şöyle sıralar:
• İnsan doğası iyidir ve yardımseverdir,
• İlerleme mümkündür,
• Kötülüğün sebebi insanlar değil, kötü şartlardır,
• Uluslararası anarşi önlenebilir,
• Uluslararası ilişkilerde ortak hareket gerekir,
• Uluslararası kurumlar, uluslararası düzene katkı sağlar,
• Küresel değişim ve işbirliği mümkündür.
İdealizmin insan doğasına verdiği önem, Aydınlanma çağı ve hümanizm düşüncesine dayanır. Buna göre insan iyidir, değilse de eğitilebilir. Burada asıl soru evrensel iyi nedir? Öte yandan devletlerin işbirliğine gitmesi savaşları önler ve refahı getirir. Refaha kavuşan toplumlar ise bir daha savaşı arzulamaz. İdealizm de realizm gibi uluslararası sistemin anarşik olduğunu kabul eder. Ama bu anarşinin önlenebileceğini, bunun da uluslararası örgütler ve işbirliği ile sağlanabileceğini düşünür.
İdealizm, amaçlarını gerçekleştirmek için bazı araçlardan faydalanır. Bunlar, iyi insan yetiştirmek için eğitim, demokrasi ve kamuoyu; uluslararası sorunları çözmek için uluslararası örgütler ve hukuk, uluslararası güvenliği sağlamak için de müşterek güvenlik sistemleridir. Tüm bunlar sonuçta küresel bir toplumun ortaya çıkmasını sağlayacaktır.
Türkiye’de idealizmin durumu gözlenecek olursa, en başta Atatürk’ün dile getirmiş olduğu “yurtta sulh, cihanda sulh ilkesi” bunun en güzel örneğini teşkil eder. Sonraki dönemlere bakıldığında da Türkiye’nin NATO ve BM gibi uluslararası örgütlere üyeliği ve uluslararası topluma entegre olmayı kendine bir devlet politikası haline getirmesi barışçıl bir yol izlediğini göstermektedir. 1974 Kıbrıs Müdahalesi haricinde tek başına her hangi çatışmaya girmemiş olması da artı bir göstergedir. 1963 yılından beri AB üyeliği için mücadele etmesi ve uluslararası kamuoyunun tepkilerine darbe dönemlerinde dahi dikkat etmesi ise cabası. Davutoğlu’nun dışişleri bakanlığı döneminde savunulan sıfır sorun politikası, günümüze kadar bu anlayışın sürdürülmesinin en önemli örneğidir. İzlenen aktif dış politika, diplomasiye verilen önemi gösterirken; İsrail ve Filistin, İran ve Batı arasındaki arabuluculuk rolleri de bunu destekler nitelikte davranışlardır. Özal’ın Suriye ve Irak’ı kapsayan Barış Suyu Projesi ise gerçekleştirilememiş idealizm temelli bir hamledir. Öte yandan Körfez Savaşına katılmış olması ve Suriye’ye askeri müdahaleyi savunması, bazen savaş kartını da oynayabildiğini göstermiştir.
3. Liberalizm ve Uluslararası İlişkiler
Bir önceki bölümde idealizm ve realizm arasındaki temel farklara dikkat çekilmişti. Bu bölümde münferit olarak liberalizm ve doğuşu, etkisi ve örnek olaya uygulaması ele alınacaktır. Bireysel özgürlüklere önem veren ve devleti arka planda tutan liberalizme en büyük eleştiri Carr’dan gelmiştir. Entelektüeller topluma liderlik ettiklerini zannederler. Entelektüelin antitezi olan bürokrat ise “genel durumlar yoktur, özgül durumlar vardır” mantığıyla hareket eder. Bürokratik düşünceye göre tecrübe, bilimden önce gelir; ortak güvenlik, dünya düzeni, genel silahsızlanma vb. projeler tecrübeden kopuk, salt teorinin ürünüdürler. Bu projeler genel ilkeye göre değil, her vakanın kendi özelliklerine göre değerlendirilmelidir. Entelektüel ve bürokrat arasındaki tezat, sol-sağ antitezinde de kendisini gösterir. Entelektüel sola meylederken, bürokrat sağa meyleder. Ancak sol partiler ve siyasetçiler, siyasî makam elde ederek gerçeklikle temas ettiklerinde doktriner ütopyacılıktan vazgeçip sağa doğru kayma eğilimindedirler. Ütopyacı, siyasetten bağımsız olduğunu iddia ettiği bir ahlakî standart oluşturur ve siyaseti bu standarda uydurmaya çalışır. Gerçekçiye göre ise evrensel ahlak mümkün değildir ve siyaset dışında bir ahlakî norm aramanın sonu mutlaka hüsrandır.
Liberalizmin devleti ikinci planda ele alması, devlet olgusunun ortaya çıkışını da tartışmaya açmıştır. Hobbes’un önerdiği şekliyle devlet, insanın insanın kurdu olduğu anarşik düzene çözüm çabasıdır. Ne var ki Nozick, bu durumun anarşiye çözüm olmadığını, yeni anarşilerin türemesine eden olduğunu ileri sürmektedir. Hobbes aslında bize anarşiler içinde daha az kötü olanı seçtirmiştir. Buna göre realistlerin ileri sürdüğü gibi devlet öncesi durum bir doğa durumu mudur, yoksa asıl şimdi mi çatışma daha çoktur? Oppenheimer’in fetih teorisine göre ise savaş gücü yüksek toplumlar, fetih yoluyla ele geçirdikleri tarım toplumlarını kendilerine itaate zorlamışlardır. Bu durum savunma için bu toplulukların da devletleşmesine ve çatışmaların körüklenmesine neden olmuştur. Yani anarşi devletleri, devletlerden anarşiyi doğurmuştur. Ponting’e göre tarımsal verimliliğin artması sonucu ortaya çıkan artık ürünün nasıl pay edileceği sorunu gündeme gelmiştir. Üretken olmayan asker ve din adamı gibi grupların buradan pay alma gayretleri bürokratik bir sınıfın ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Locke, Hobbes gibi devletin varlığını önemser. Ancak devletin varlık amacı güvenlik değil, bireylerin özgürlüğüdür. Buna göre her ne halde olursa olsun bireylerin ve sahip oldukları maddi manevi değerlerin dokunulmazlığı vardır. Kant Daimi Barış adlı eserinde özel mülkiyete önem verir. Bunun için devletlerin hukuk üzere olması gerekir. Bu ise ancak anayasal cumhuriyet ile sağlanabilir. Kant’a göre anayasal cumhuriyetler despotik yönetimlerden daha barışçıldır. Yeniden seçilmek isteyen yönetimler, halka rağmen savaş açamazlar. Despotik yönetimlerde ise bu durum söz konusu değildir.
Liberalizme çok büyük katkısı bulunan bir diğer düşünür ise Adam Smith’tir. Smith, iş bölümü teorisine göre herkesin her şeyi yapamayacağını, bunun da işbirliğini gerektirdiğini ileri sürmüştür. Bu aslında bir avantajdır. Şeylerin daha iyi ve kolay üretilmesini sağlar. Aynı mantıktan hareketle David Ricardo, karşılaştırmalı üstünlük teorisini geliştirmiştir. Buna göre devletler de insanlar gibi her şeyi kendileri üretemezler. Her devlet hammadde ve yetilerine göre en iyi ve ucuza ürettiğini üretmelidir. Bu durum kaçınılmaz olarak uluslararası ticaretin gelişimini, dolayısıyla çatışmaların azalmasını sağlayacaktır.
Sosyal bilimlerde en büyük değişimlerden birini davranışsalcılık akımı sağlamıştır. Bilimsel yöntemlerin önem atfeden yaklaşım, ABD’de ortaya çıkmasının Mc Carthy dönemine denk gelmesi bir rastlantı değildir. Bu baskı döneminde sosyal bilimlerde çalışma yapan bilim adamları, siyasi baskıdan korunmak için davranışsalcılık yaklaşımı sayesinde bilimsel bir zırha bürünmek istemişlerdir. Davranışsalcılığa göre insan davranışları keşfedilmeyi beklemektedir. Ancak bunun için ampirik yöntemler kullanılmalıdır. Araştırma sürecinde özne ve nesne birbiriden ayrı tutulmalıdır.
Bueno ve Mesquita’nın seçmen teorisi, liberalizm destekli bir önermedir. Buna göre otokratik yönetimler, seçimle başa gelmedikleri için seçmen kaygısı çekmezler. Kararları dar bir kadroyu ikna sonucu alabildikleri için, bu dar kadroya devlet imtiyazları sunarak tavlama yoluna giderler. Bu durum daha kolay savaş kararı almalarına neden olur. Öte yandan, demokratik yönetimler halk tarafından seçildikleri için, onları tavlamak adına devlet kaynaklarını kullanmaları imkânsızıdır. Ancak herkesi mutlu edecek hareketlerde bulunmak zorundadırlar. Karar almada da halka rağmen davranamazlar.
Robert Keohane 1990’da yaptığı çalışmada dört farklı liberalizmden bahsetmiştir. İlki cumhuriyetçi liberalizm, Kant’ın önerdiği demokratik yönetim biçimidir. Doyle ayrıca demokratik barış teorisi ile demokrasilerin demokrasilerle savaşmadığını iddia etmiştir. Ticari liberalizmde ise uluslararası ticaretin, uluslararası barışa katkı yaptığı görüşü vardır. Karşılıklı bağımlılık olarak da adlandırılan teoride ticarete sekteye uğratacağı için devletler, iş yaptıkları devletlerle savaşmak istemezler. Haas’ın spillover tabiri işbirliğinin, yeni işbirliklerine yol açacağını savunur. Düzenleyici realizm, uluslararası sistemin uluslararası örgütler ve rejimler sayesinde barışçıl bir şekilde işleyeceğini öne sürer. Son olarak sosyolojik liberalizm, artan eğitim seviyesi ve yaygınlaşan teknoloji sayesinde değerlerin yaygınlaştığı ve insanların sınırları ötesindeki insanlarla da birliktelik kurabildiği günümüzde, devletlerin önemi giderek azalmaktadır. İnsanların da devletlerine olan bağlılıkları aynı şekilde azalmaktadır.
Liberalizme örnek vermek gerekirse, Türkiye’nin Avrupa Birliğine üyelik süreci gösterilebilir. Soğuk Savaş ürünü gibi gözükse de, AB artık Soğuk Savaşın sona erdiği bu dönemde talep edilir olmaması gerekirdi. Oysa hem güvenlik, hem insan hakları açısından Türkiye hala AB üyeliği peşinde koşmaktadır. Özellikle ordunun siyasete egemen olduğu dönemde siyasilerin bu arzusu daha şiddetli olmuştur. Aynen AKP hükümetinde görüldüğü gibi. Ancak hükümetin orduya galebe edip, yönetimi tamamıyla ele geçirdikten sonra bu arzusunun söndüğü söylenebilir.
4. Bölüm- Realizm
Realist teori geleneği, insanlık tarihi boyunca zaman ve mekân farkı gözetmeksizin, gerçekleşen tüm politik, ekonomik ve askeri olay ve olgulara karşın insanlığın mütemadiyen karşı karşıya kaldığı meseleleri ele almaktadır. Tek bir realizmden bahsedilemez. Başta analiz seviyesi olmak üzere pek çok noktada birbirlerinden farklılaşan üç tip realizmden bahsedilebilir. Bunlar klasik realizm, yapısal realizm (neo-realizm) ve neo-klasik realizmdir. Her ne kadar bu üç realizm muhtelif açılardan birebirinden ayrılsalar da ortak 5 temel soruları vardır:
1. Uluslararası ilişkilerin tabiatı nedir? Kaynak olarak ister insan doğası isterse sistemin yapısı ele alınsın, uluslararası ilişkilerin tabiatında mücadele ve rekabet vardır.
2. Uluslararası ilişkilerin cereyan ettiği ortamın özellikleri nelerdir? Sistemde egemen bir devlet yoktur. Yani anarşiktir.
3. Uluslararası ilişkilerin temel aktörü kimdir? Her ne kadar sistemi etkileyen başka aktörler olsa da temel aktör devlettir.
4. Temel aktörün öncelikli amacı nedir? Devlet için öncelikli amaç, anarşik olan ortamda hayatta kalmaktır.
5. Amaca ulaşmadaki temel araç nedir? Devletin öncelikli amacına ulaşmadaki aracı güçtür.
Üç realizmden ilki olan klasik realizm, insan tabiatı ve davranışlarına odaklanır. Uluslararası ilişkileri belirleyen en önemli etmenin insan doğası, niyetleri ve kararları olduğunu savunur. Ulusal politika ve uluslararası politikayı birbirlerinden ayrı değil, birbirlerini etkileyen yapılar olarak ele alır. En önemli düşünürleri Thucydides, Makyavelli, Hobbes, Clausewitz ve Morgenthau gelir.
Thucydides, Atina ve Sparta arsındaki Peleponez savaşını anlattığı eserinde, savaşa neden olan faktörün Atina’nı güçlenmesi ve Sparta’nın bunu bir tehdit olarak kabul etmesinde yattığını yazar. Ta o yıllarda daha sonra güç dengesi, tehdit ve caydırıcılık olarak açıklanacak olan kavramların ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Makyavelli’yi Uluslararası İlişkiler disiplinin realist kuramcıları sıklıkla referans gösteririler. Her ne kadar eserinde erdemden bahsetse de Makyavelli için esas olan yöneticinin egemenliğini korumasıdır. Bunun için de iyi bir prens olmak adına saydığı erdemler bazen askıya alınabilir. Erdem (virtue) gibi Hıristiyanlığa ait dini terimler kullanması onun dini referans aldığını göstermez. Nitekim dini ya da ahlaki bağlardan ari, salt gücün elde edilmesini amaçlar. Diğer bir ifadeyle egemen olmak için her şey mubahtır. Tam da realist kuramcıların vurguladığı gibi egemenliği sağlamanın temel dinamiği güçtür.
İnsanı akılcı kabul eden Hobbes, güvenlikli ve refah bir ortamda yaşamak için insanların karşılıklı olarak bir sözleşme yaptıklarını ve kendilerinden büyük bir yapıya kendilerini yönetme hakkını verdiklerini belittir. İnsanlar için korkulacak ortak güç olarak ise egemen devleti gösterir. Bunu da başyapıtına isim olarak verdiği Leviathan olarak adlandırır.
İdealizme en büyük eleştirilerden birini getiren Carr’a göre idealizm, güç siyasetinin şartlarını ihmal eden bir ütopyacıdır. Ve bu nedenle barışı tesis etmekte başarısız olmuştur.
Morgenthau’ya göre realizmin altı temel ilkesinden çıkarılabilecekler: Uluslararası politika denen geniş alanda siyasal realizme yolunu bulmakta yardım eden en önemli şey “güç” terimi ile ifade edilen çıkar tanımıdır. Uluslararası politikayı kavrayıp anlamaya çalışan akıl ile anlaşılması gereken gerçekler arasındaki bağlantıyı bu kavram sağlamaktadır. Realizm en temel kavramı olan güç şeklinde tanımlanan çıkar kavramını hiç değişmeyen ve sabit bir anlam içinde hapsetme niyetinde değildir. Çıkar fikri gerçekten de politikanın özüdür ve zaman ve yere bağlı değildir; onlardan etkilenmez. Evrensel ahlak kuralları muğlâk kaldığı için göz önünde bulundurulmaz. Şartlar ve zaman daha önemlidir. Devletin bekası, her ahlak kuralında üstündür. Bu yüzden iyilik, eylemlerin amaçlarına göre değil, sonuçlarına göre değerlendirilir. Evrensel ahlak değerleri müstakil milletlerin ahlak değerlerinden farklıdır.
Yapısal realizm ise, uluslararası ilişkileri etkileyen en önemli şeyin uluslararası sistemin yapısı olduğu üzerinden hareketle devletlerin ilişkilerini inceler. Davranışsalcılık döneminde ortaya çıkan neo-neo tartışmasının eseridir. Bilimselliğine getirilen eleştirilere, davranışsalcı metotlar uygulanarak realizmin yeniden yorumlanmasıdır. Önemli düşünürleri arasında kenneth Waltz ve Stephan Mearsheimer sayılabilir.
Neo-klasik realizm öte yandan, devletlerin anarşik istemdeki belirli davranış kalıplarını, devlet ve devlet adamı seviyesindeki etkenlerle açıklar. Bu haliyle sistemik bir Uluslararası ilişkiler teorisi değil, genel bir dış politika teorisidir. Önemli düşünürleri arasında Ferid Zekeriya sayılabilir.
Realizmin bu kadar etkili olması, önemli sorulara cevap vermesinden ziyade, önemli soruları sormasından kaynaklanır. Etki gücü şuradan da anlaşılır: Her teori o veya bu şekilde realizme dokunur. Bir anlamda diğer teoriler, realizme yazılmış reddiyeler ve şerhlerdir. Realist teorinin sistemin anarşikliğine dair yaptığı vurgu, hem idealizmde, hem İngiliz Okulunda, hem de inşacılıkta kendine yer bulur.
Realizmin önemli bazı kavramlar arasında ofansif realizm gelir. Mearsheimer’ın ortaya attığı revizyonist ve agresif tutumlu saldırgan realizm iken defansif realizm, Walt’un ortaya attığı ittifak ve dengeleme gibi politikaların kullanıldığı savunmacı realizm anlamına gelir. Self-help ise anarşik olan uluslararası sistemde devletlerin kendi başlarının çaresine bakmaları gerektiği görüşüdür. John Herz’in dile getirdiği güvenlik ikilemi (security dilemma), bir devletin savunma amaçlı attığı adımların diğer devlet tarafından saldırgan algılanması ve onun da silahlanması sonucu bir kısır döngüye girilmesidir.
5. Bölüm- Uluslararası Siyaset Teorisi
Uluslararası Siyaset Teorisi, gerçekliğin ne olduğundan ziyade ne olması gerektiği konusuna odaklanır. Normatif teori olarak da adlandırılan Uluslararası Siyaset Teorisinin pozitif araştırma yöntemleriyle yapılamayacağına inanır. Uluslararası Siyaset Teorisi çalışmalarının Uluslararası İlişkiler disiplininde geri planda kalmış olmasının en önemli nedenlerinden biri, Martin Wight’in iddia ettiği uluslararası bir teorinin olmamasından kaynaklanır. Filozoflar, devletin varlığıyla ilgilenirken, devletlerarası ilişkilerle ilgilenmemişlerdir.
Uluslararası siyaset teorisine getirilen eleştiriler temelde devlet ve devletlerarası ayrımı algısına dayanmaktadır. Buna göre siyasi teorik tartışmalar, ancak bir toplum söz konusu olduğunda yapılabilir. Toplum ise devlet içi bir düzlemde söz konusu olabilir. Uluslararası sistemde bir toplumdan söz edilemez; dolayısıyla doğruluk, eşitlik, adalet gibi normatif değerlerden de bahsedilemez. Öte yandan değerler evrensel değildir. Bu nedenle bir değerin her yerde var olması gerektiğini savunmak makul değildir. Nitekim uluslararası siyaset teorisinin liberalizmden ayrıldığı nokta da burasıdır. Liberalizme göre esas olan bireyler ve onların sahip olduğu/olması gerektiği değerlerdir. Ve ulvileştirilen bu değerlerin zorla da olsa topluma yerleştirilmesi gerekir. Bu anlayışta din ve kültür farklılıkları göz ardı edilir. Eleştiriler özetle: İnanlar arasında geçerli olan değerlerin, devletlerarasında da geçerli olduğunu iddia etmek yersizdir.
Normatif olması açısından bakıldığında bütün uluslararası ilişkiler teorilerinin normatif olduğu söylenebilir. Sonuçta her biri mevcut durumu tarif ettikten sonra, kendi önerdiği olması gereken durumu betimler. Fakat uluslararası siyaset teorisi çalışanlar fazladan devletlerarası düzenin, devlet içi düzen kadar kurallara tabi olabileceğini düşünür. İçerisi ve dışarısı için farklı kurallar ve değerler benimsemek ne ahlaki ne de gerçekçidir. Benzer şekilde bütün eleştirel ve post-pozitivist teoriler içerisi-dışarısı ayrımına karşı çıkarlar. Suni olan bu yapılandırmanın zamanla ehlileştirilebileceğine inanırlar. Eleştirel teorilerin benimsediği gücün meşru olanı tanımladığı görüşü uluslararası siyaset teorisinde de geçerlidir. Mevcut sistemin şu anki halini alması ve devam ediyor olması bundan çıkarı olan aktörlerin onayını almış olmasından kaynaklanmaktadır.
Ulus devlet mantığına karşı çıkan uluslararası siyaset teorisi, ulus kavramının diğerlerini ötekileştirdiğini ileri sürer. Buna göre aynı ulus kimliği altında birleşen kimseler, geri kalanları kendilerinden farklı konumlandırırlar. En iyi ihtimalle, kendi ülkesel devletleri haricindekilerin insan hakları ihlallerine göz yumabilirler. Ya da öncelikli olarak kendi uluslarının çıkarlarını ön plana alabilirler. Doğru ve yanlışı da etik kriterler çerçevesinde değil, ulus ya da öteki üzerinden değerlendirirler.
Demokrasi kavramı açısından ulus devlet mantığı bunun ancak bir ülkesel alan içinde uygulanabileceğini, diğer devletlere bunu kanıksatmanın mümkün olmadığını düşünürler. Ne var ki küreselleşme süreci, ulus devlet algısını da aşındırma yoluna gitmiştir. Oysa artık insanlar kendi ulusları haricindeki insanlarla da ortak duygu ve düşünce paylaşabilir hale gelmişlerdir.
Yukarıda sayılan ulus devlet mantığına karşı uluslararası siyaset teorisi, kendi ulusundan başka kimseleri de birey olarak görür ve aynı hakları haiz olduğunu kabul eder. Uluslararası toplumun düzenini sağlamak, kendi devleti içindeki düzenin sağlanması kadar önemlidir. Uluslararası siyaset teorisi, insan haklarının korunmasında en iyi sistemin demokrasi olduğunu ileri sürer. Bu konuda demokrasilerin birbirleriyle savaşmadığı tezini nazara verir. Eğer savaşacaksa da bu bazı kurallara ve moral değerlere bağlı olarak gerçekleşir. Adil savaş kavramı burada gündeme gelir. Buna göre meşru müdafaa ya da BM Güvenlik Konseyi çerçevesinde uygulanan kararlar istisna teşkil eder. Koruma sorumluluğu anlayışını burada belirtmek gerekir. Pek çok Batılı devletin artık kabul ettiği bu mantığa göre, devletlerin egemenliği vardır ancak bu aynı zamanda sorumluluk getirir: halkını korumak. Halkını koruyamayan devlet, egemenlik hakkını da kaybeder ve uluslararası toplumun müdahalesi kaçınılmaz olur.
Ak parti hükümetinin başta olduğu bu son on yıllık dönemde, Türk dış politikasının realist anlayıştan normatif bir anlayışa evrildiği görülmektedir. Hükümet artık ulusun çıkarlarından önce, mağdur halkların hak ihlallerini dile getirmektedir. Özellikle Filistin sorununda ve Suriye’de bu durum gözlenmektedir. Suriye’den akın eden mültecilere tüm ülkeler ulusal çıkarları gereği kapıları kapatırken, Türkiye bunlara kucak açmaktadır.
6. Bölüm- İngiliz Okulu
İngiliz Okulu, uluslararası ilişkiler alanında egemen bir konumda bulunan ve Amerikan sosyal bilimi olarak da adlandırılan uluslararası ilişkiler teorilerine alternatif olarak doğmuştur. Daha ötesi kimi İngiliz Okulu düşünürleri disiplinin doğuş yerinin İngiltere olduğunu iddia eder. Ne var ki, disiplini meşhur eden 1950’lili yıllarda gelişen davranışsalcılık yaklaşımı olmuştur. İngiliz Okulu, bu yaklaşıma da karşı çıkar. Bir sosyal bilim olan Uluslararası İlişkilerin sayılarla ifade edilemeyeceğini savunur. Bu şekilde yapılan bir araştırmanın çok karmaşık bir yapısı olan bir konuyu sığlaştıracağını ileri sürer. Bunun yerine tarihçi-yorumcu bir yaklaşım savunur. Zıtlıklara vurgu yapan davranışsalcılığın yerine via media kavramıyla bir ara yol önerir. Normatif bir yanı da olan ekolün etiğe yaptığı vurgu dikkat çekicidir. İngiliz Okulu, devletleri realizmin aldığı gibi sistemin tek ve değişmez aktörü olarak görmez. Toplumsal açıdan dikey, coğrafi açıdan yatay bir perspektifle değerlendirir. Özetle İngiliz Okulu, Amerikan menşeli yaklaşımlara Avrupalı bir alternatif sunar.
Metodoloji olarak davranışsalcı gelenekteki araştırma nesnesini gözlem ve deney yoluyla incelemez. İnceleyen ve incelen arasına katı bir ayrım da koymaz. İnceleyen insan, incelenen toplumun bir parçası iken katılımcı gözlemci konumuna gelmiş olur. Amerikan nomotetik yaklaşımının aksine İngiliz ideografik yaklaşımı savunur: tarih ve vakaların benzersizliği. Farklı uluslararası yapıları incelemek için tek bir yöntem yetersiz kalacağı için yöntemsel çoğulculuk algısı geliştirmiştir.
İngiliz Okulunda en dikkat çeken konu üç gelenek tartışmasıdır. Martin Wight’ın dile getirdiği kümelemeye göre üç temel felsefi yaklaşım vardır: realizm, rasyonalizm ve devrimcilik. Hobbes ve Makyavel’e dayanan realizm devleti merkeze alarak güç ve çıkara vurgu yapar. Rasyonalizm, Grotius’un hukuka ve bununla sağlanan düzene önem verir. Devrimcilik ise bireyi temel alan bir dünya toplumu tasavvur eder. İngiliz Okulu, bunların içinde rasyonalizme sarılır. Realizm düzenin devletlerin gücü ile sağlanacağını düşündüğü yerde, Kant’ın devrimciliği toplumların kendi kaderlerini tayinine önem verir. Rasyonalizm ise hukuk ve karşılıklı egemenliğe saygıya önem verir. Realizme göre vatandaşların refahı liderlerin göreviyken, devrimcilikte ise bireylerin sınırları aşan şekilde sorumluklarına dikkat çeker. Rasyonalizm devletlerin uluslararası hukuk çerçevesindeki sorumluluğuna dikkat çeker.
İngiliz Okulunun bu kavramsallaştırması, uluslararası sistem, uluslararası toplum ve dünya toplumu tanımlarını ortaya çıkarır. Uluslararası sistem, realizmin tanımıyla anarşik olan toplumu simgeler. Uluslararası toplum Bull’un ifadesiyle devletlerin ilişkilerini belli kurallar çerçevesinde yürüttükleri toplumdur. Dünya toplumu ise uluslararası toplum gibi ortak çıkar ve değerlere vurgu yapar ancak bunu devlet yerine bireye verir.
Bull’un dile getirdiği işbirliği kavramı, devletlerin yalnız siyasi ve askeri konularda değil, ekonomik ve sosyal konularda da işbirliğine gidebileceği anlamındadır. Bu, bazı kurallara tabidir. Bunlar: diplomasi, güç dengesi, uluslararası hukuk, savaş ve büyük güçlerin uyumudur.
İngiliz Okulunda en temel ayrışma çoğulculuk ve dayanışmacılık arasında görülür. Çoğulcular uluslararası toplumu katı denebilecek bir devlet merkezciliğiyle tanımlarlar. Egemenlik kavramına en büyük önemi verirler. Buna göre insani müdahaleye karşıdırlar. Adaletten önce düzene önem verirler. Öte yandan dayanışmacılar, birey haklarına önem verirler. Devletlerin en temel görevi bireyin haklarını gözetmektir. Uluslararası hukuk pozitif değil, doğal hukuk anlayışına dayanmalıdır.
İngiliz Okuluna getirilen en büyük eleştiri, sınırlarının muğlâk oluşudur. Kimi konuların bazı diğer teorilerle kesişmesi, özgünlüğüne gölge düşürmektedir. Hobson ise her ne kadar insancıllıktan ve eşitlikten söz etse de İngiliz Okulunun da Ortodoks bir yaklaşım olduğunu iddia eder. O da diğerleri gibi batı merkezcidir. Sistemin bir aktörü olmak için de batı değerlerini kabul etmek gereklidir.
Örnek üzerinde incelenecek olursa, Viyana Kongresi sonucu tesis edilen Avrupa Uyumu bunun en güzel örneğidir. Egemenliğe saygı ve uluslararası hukuku tesis sonrası Avrupa’da bir uluslararası toplum doğmuştur. Bu ise beraberinde barışı getirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu bu dönemde Kavalalı’ya karşı Rusya ile; Rusya’ya karşı İngiltere ve Fransa ile ittifaka girerek, diplomasiyi işetmiştir. Habsburg İmparatorunu padişaha denk kabul ederek, egemen eşitliği kabul etmiştir. Boğazlar konusunda uluslararası konferans isteyerek dengeye oynamıştır. Tüm bunlar aslında Avrupa’da kurulan bu uluslararası topluma entegre olma çabalarıdır. Nitekim Kırım Savaşı ardından imzalanan Paris Antlaşması ile bu durum teyit edilmiştir.
7. Bölüm- Marksist Yaklaşımlar
Karl Marks ve onun etkilediği düşünürlerin entelektüel ve ideolojik perspektifindeki feminist, eleştirel, post-yapısalcı ve radikal yaklaşımların tamamı Marksist yaklaşımlar olarak ele alınır. Tarihçi Hobsbawnn’a göre üç farklı devrim dalgası vardır. İlki İngiltere’de başlayan endüstri devrimi, ikincisi Fransa’dan yayılan ulusçuluk, üçüncüsü ise Orta Avrupa’da başlayan hümanizm-sekülerizm akımıdır. Sonuncu dalga ile birlikte gelen Marksizm olmuştur.
Marksizm’in Uluslararası İlişkiler disiplinine görece geç girmesi, ulus kavramına karşı çıkışıyla alakalıdır. Marksizm, ulustan öte tüm dünyadaki işçi ve ezilenleri bir araya getirme derdindedir. Bu haliyle sınır ve ulus mantığına karşı çıkar. Hem realizmin hem de liberalizm merkeze yerleştirdiği devlet, Marksizm için sadece bir sömürü aracıdır. Yine onların savaş, güç ve çıkar gibi yüksek politika konuları yanında Marksizm, alçak politika konuları olarak kabul edilen birey hakları ve kimlik konularıyla disipline giriş yapmıştır. Bu dönem, Bretton-Woods sisteminin çöktüğü, Amerikan hegemonyasının sarsıldığı ve işçi-öğrenci ayaklanmalarının yaşandığı 1970 sonrasına denk gelir.
Marks, Engels’in öne sürdüğü tarihsel materyalizm kavramını geliştiren kişi olmuştur. Buna göre tarihsel materyalizm, üretim ve üretim ürünlerinin değişimi, her toplumsal düzenin temelini oluşturur. Zenginliklerin dağılımı, sınıfların oluşumuna neden olurken, toplumun da yapısını şekillendirir. Tarihi anlamak için işte bu üretim ilişkilerinin analizi gerekmektedir. Marks’a göre toplumsal gelişim ve üretim süreçleri arasında mutlak bir ilişki vardır. Gelir, statü ve yapılan işler, sınıfların ortaya çıkmasının nedeni değil, sonucudur. Asıl sorun gelir dağılımındaki eşitsizliklerden kaynaklanmaktadır. Sosyal çatışmaya neden olan bu durumun önlenmesi için artı değerin, eşit şekilde paylaştırılması gerekmektedir.
Marksizm’de geçen artı değer, sömürülen değerdir. Buna göre emekçinin günün belli bir saatini ailesi için çalışır. Fakat günün kalan kısmındaki emeği ise kapitale gider. İşte bu emeğin sömürüsüdür. Kapitalizmde işçinin eline geçen ücret ile bir ürünü üretirken harcadığı emek arasındaki farktır artı değer.
Marksizm’in ütopik yanlarından biri, “komünist toplumda bulunan tüm üretim araçlarına sahip olan tüm işçiler bir gün din, kültür ve ahlak kavramlarından sıyrılarak özgürlüğüne kavuşacak ve nihayet kendi varlıklarına kavuşacaklar” tezidir. Sosyal devrim olarak adlandırılan bu durum neo-Marksizm’de kabul görmemiştir.
Liberalizmin öne sürdüğü modernleşme kuramına göre, geri kalmış devletler, ancak gelişmiş devletlerin geçtiği izleri takip ederek gelişmiş devlet olabilirler. Bunu için karşılaştırmalı üstünlüğe sahip oldukları ürünleri üretmeli ve serbest piyasa kurallarını uygulamalıdırlar. Marksizm temelli bağımlılık ekolü ise bu duruma karşı çıkar. Onlara göre gelişmiş ülkelerin bu tezi önermelerinin sebebi, zenginliklerini gelişmemiş ülkelere borçlu olmalarından kaynaklanır. Ayrıca önerdikleri bu sistemi uygulamaları halinde, gelişmemiş ülkeler sürekli tarımsal ve hayvansal üretimde kalacak ve diğer teknoloji gerektiren ürünlerde gelişmiş ülkelere bağımlı kalacaklardır.
Dünya sistemi analizi başta Galtung tarafından çevre ve merkez ülkeler olarak formüle edilen, ardından Wallerstein tarafından buna yarı çevre ülke kavramının da eklenmesiyle zenginleştirilen Marksist düşünce ekolüdür. Bu ekole göre, sermaye sahibi ülkeler merkezi oluştururken, fakir olanlar çevre ülkeleri oluşturur. Bu ülkeler arasında bir sömürü düzeni vardır. Merkez ülkeler, çevre ülkeleri hem emek hem de hammadde bakımından sömürür. Bu nedenle çevre ülkeler hep fakir kalırken, merkez ülkeler sürekli zenginleşir. Yarı çevre kavramıyla kastedilen ise Türkiye gibi gelişmekte olan fakat yine de kendi ar-ge ve yeterli sermayesi olmayan ülkelerdir. Bu ülkeler, hem sömürülen hem de sömüren konumundadır.
Embedded liberalizm kavramıyla anlatılmak istenen, devlet müdahalesine rağmen görünmez bir şekilde işleyen serbest piyasa ekonomisidir. Büyük Buhran sonrası halkın alım gücünün düşmesi önlenmek istenmiş, Keynes’in yöntemleri uygulanmıştır. Keynes, uzun vadede piyasanın dengeleneceği görüşünü savunana klasik liberalizme karşı çıkmış, “uzun vadede hepimiz ölüyüz” demiştir. Buna göre devletler kısa vadede devlet faizleri yükselterek piyasayı daraltmalı, durgun dönemlerde düşürmelidir.
Marksizm’e getirilen eleştirilerin başında milliyetçiliğe yeterince önem vermemesi gelir. Zira Marksizm, toplumu milliyetler değil, sınıflar üzerinden değerlendirir. Öte yanda, SSCB’nin dağılması Marksizm’in başarısızlığı olarak kabul edilmiş, ortaya yeni ve başarılı bir ikinci örnek ise çıkmamıştır.
Türkiye’nin AB üyeliği Marksizm çerçevesinden değerlendirilecek olursa, 1963’teki ilk başvurundan itibaren artıyor gözüken ticari ilişkiler ne anlama gelmektedir? Artan ticari ilişkiler aslında bu durumun Türkiye aleyhine olduğunu göstermektedir. AB, Türkiye’nin ithalatının yarısını karşılarken; Türkiye, AB ile ticarette sürekli açık vermektedir. Bu da bir bağımlılık oluşturmaktadır. Öte yandan Türkiye, AB’den aldığı malları Ortadoğu ve Avrasya pazarına sürerek gelir elde etmektedir. Bu ise Türkiye’yi yarı çevre ülke durumuna getirmektedir.
8. Bölüm- Eleştirel Teori
Eleştirel teori kavramının sosyal bilimlere girişi Max Horkheimer’in 1937’de yayınladığı “Geleneksel ve Eleştirel teori” adlı makalesine dayanır. Frankfurt Okulu düşünürleri Erich Fromm gibi düşünürlerin de desteklediği bu akımda, sosyal bilimlerde verili kabul edilen pek çok şeyin eleştirisi vardır. 1980 sonrası dönemde, Soğuk Savaşın biteceğini öngöremeyen realizm ve idealizm gibi akımların yerini eleştirel teori tutmuştur. Eleştirel teori, iktidar kavramıyla sadece siyasi eltileri değil, toplumu yönlendiren tüm kesimleri ifade eder. Bunlar entelektüellerden, eğitimcilere kadar geniş bir yelpazeyi içerir. Buna göre iktidarın sunduğu bilginin ne kadar yansız olabileceğini tartışır.
Eleştirel teorinin önde gelen düşünürlerinden olan Gramsci, öne sürdüğü hegemonya kavramı ile iktidar-toplum ilişkisini açıklamaya çalışmıştır. Hegemonya, her ne kadar zor içerse de aynı zamanda rızayı da içinde barındırır. Zor araçlarının oluşturulduğu yer siyasi toplum iken, rıza araçlarının oluşturulduğu yer sivil toplumdur. Siyasi toplum devleti ve Weber’in ifadesiyle onun şiddet kullanma meşruiyetini sağlayan ordu, polis ve mahkemeler gibi araçlarını içerir. Sivil toplum ise başta eğitim kurumları olmak üzere sendikalar gibi sanki sivilmiş gibi gözüken fakat yine de toplumu şekillendiren araçları içerir. Bu haliyle eleştirel teorinin en başta eleştirisi devlete karşıdır. Devlet sadece zor kullanan araçlarıyla bir baskı unsuru değil, okul ve mahkeme gibi kurumları kullanarak aynı zamanda bir eğitimci konumdadır.
Devlet = Sivil toplum + Siyasi toplum
Ya da diğer ifadesiyle devlet eşittir zor ile pekiştirilmiş hegemonyadır. Hegemonyanın zora ihtiyaç duymasını önlemek için entelektüellere büyük görev düşer. Gramsci, bunlara organik entelektüel der. Yani iktidarın borazanlığını yapan aydınlar! Küresel entelektüel ise bunun tam zıddıdır.
Gramsci, tarihsel blok kavramıyla ise toplumda belli dönemlerde etkin olan elit grupları ifade etmektedir. Örnekse Türkiye’de ordu. Tarihsel blok kavramının tarihselliği, ne kadar güçlü olursa olsun nihayet bulmasında gizlidir.
Bir diğer önemli düşünürü Robert Cox’tur. Cox’a göre her teori birisi ya da bir şey içindir. Teoriler iki amaca hizmet ederler: sorun çözmek ya da eleştirmek. Cox, realizm, liberalizm hatta inşacılık gibi teorileri problem çözücü teoriler sınıfına alırken, toplumsal ve siyasal ilişkileri olduğu gibi kabul etmeyen teorileri ise eleştirel teori olarak kabul eder. Gramsci’yi gün yüzüne çıkaran Cox, onun hegemonya kavramını, hegemonik dünya düzeninin dayandığı maddi imkânlar üzerinden değerlendirir. Bunlar: hem üretici hem de yıkıcı potansiyellere sahip teknolojik ve örgütsel kabiliyet, bunların doğal kaynaklara sahip olmak, sanayi tesisleri ve askeri ekipman ile bunları yönetebilecek refah düzeyi.
Geleneksel teoriler uluslararası ilişkileri devlet üzerinden ve onun maddi kapasiteleri üzerinden değerlendirirken, eleştirel teori sosyal kuvvetlere ve farklı aktörlere odaklanır. Gücü verili kabul etmek yerine bunu oluşturan sosyal süreçleri de göz önünde bulundurur. Ayrıca var olan uluslararası yapıyı ve onun niteliğini evrensellik yerine tarihsellik içinde algılayarak, onun değişmezliği iddiasını reddeder. Eleştirel teori, Marksist teorinin içine düştüğü bazı yanlışları da düzeltme iddiasındadır. Buna göre Marksizm’in dar varsayımlı sınıf ve üretim ilişkileri anlayışı yerine, Habermas’ın iletişimsel eylem ve söylem etiği gibi kavramlarımdan faydalanarak kültür, toplumsal öğrenme süreçleri ve özgürleşme gibi yeni alanlara açılır.
NATO örneği eleştirel teori üzerinden irdelenecek olursa, Amerikan hegemonyasının etkin olduğu dönemde Türkiye, hem NATO hem de Bretton Woods sistemi ürünleri olan IMF ve DB gibi örgütlere de üye olarak Batılı kimliğini pekiştirme çalışmıştır. Her ne kadar realist mantıkla güvenlik amaçlı bir hamle gibi görünse de, Türkiye Amerikan hegemonyasına mahkûm olmuştur. Johnson Mektubu ve Amerikan ambargosu gibi çatışmalar, tarihsel yapının değişmekte olduğunu, bu durumun beraberinde maddi imkânlar ve kültürel dinamiklerde köklü değişiklikler olduğunu acı bir tecrübeyle öğrenmiştir.
9. Bölüm- Sosyal İnşacılık
Sosyal İnşacılık, toplumsal gerçekliğin sosyal olarak inşa edildiğini ve bir toplumsal gerçeklik olarak uluslararası ilişkilerin de bir sosyal inşa olduğunu iddia eder. Sosyal İnşacılık, 1980’li yıllarda kurulmaya başlanmış ve 1990’da dördüncü büyük tartışmaya sebep olacak kadar etkin bir hale gelmiştir.
Nicholas Onuf, Friedrich Kratochwil, Emanuel Adler ve Peter Joachim Katzenstein gibi teorisyenler klasik inşacılar olarak görülürken Nietzshe, Foucault ve Derrida’nın izinden giden Richard Ashley, David Campbell, James Der Derian ve Rob B.J. Walker gibi entelektüeller post-modernist Konstrüktivizmin temsilcileri olarak değerlendirilmektedir. Bir de bu iki grup arasında kalan Alexander Wendt gibi isimler vardır ki bunların görüşleri bilimsel realizmin felsefî doktrinine yakındır.
Maddi dünyanın bilişsel yapılarla anlamlandırıldığını düşünen inşacılar, uluslararası politikanın da sosyal olarak inşa edildiğini savunurlar. Bu bakımdan, uluslararası ilişkileri bir çeşit sosyal ilişkiler yumağı olarak görmektedirler. İnşacı düşünceye göre insan, çevresi ile ilişki ve etkileşim halinde olan sosyal bir varlıktır. Bu süreç, sosyal bir “yapı” (structure) içerisinde bir takım kurallara bağlı olarak ”yapan”lar (agent) ve “kurum”lar aracılığıyla gerçekleşir. Wendt yapıları sosyal olgular olarak görürken Onuf, bu kavramın İnşacı literatürden çıkarılması gerektiğini düşünmektedir. Onuf’un yapı kavramı yerine “sosyal düzenlemeler” kavramını kullandığı anlaşılmaktadır.
İnsanlar tarafından oluşturulan yapıların kültürel niteliğini ön plana çıkaran inşacılar, uluslararası yapının da maddi yeterlilikten değil, sosyal ilişkilerden oluştuğunu iddia ederler. İnşacı yaklaşım için dünya politikasında rol oynayan fikir ve kimliklerin nasıl oluşturulduğu, nasıl bir evrim geçirdikleri ve devlet davranışlarını anlamada bunların ne derece etkili oldukları önemlidir. İnşacılar bu bağlamda “söylem” kavramına vurgu yapmaktadırlar. İnsanlar ihtiyaçlarını göstermek ve gidermek için dili kullanırlar ancak burada önemli olan toplumdaki “hegemonik söylem” ile bir doğrular rejiminin dayatılıyor olmasıdır. Onuf söylemin önemini, “konuşmak, yapmaktır” şeklinde özetlemektedir. Örneğin bir çatışmayı etnik temizlik olarak nitelemek, bu çatışmaya insani müdahalenin yolunu açmaktır aynı zamanda.
İnşacı yaklaşımda devlet, rasyonalist teorilerdeki gibi bir veri olarak ele alınmaz ve devletlerin tek gayesinin hayatta kalmak olduğu düşünülmez. Ayrıca, devletlerin çıkar ve kimliklerinin belirli tarihsel süreçlerce şekillendirildiği kabul edilir. Yine hâkim teorilerin aksine İnşacı mantıkta uluslararası sistem dâhil, hiçbir “yapı”, sabit ve değişmez nitelikte değildir. Yapıda değişimi mümkün kılacak şey ise bu doğrultudaki beklentilerdir.
İnşacılar, uluslararası sistemde devletlerin üzerinde ve onlara egemen olacak herhangi bir kurumun bulunmadığını kabul ederler. Ancak bu durumu anlatmak için kullanılan anarşi kavramı, aslında amillerin ilişkilerini yürütme biçiminden kaynaklanan, onların doğrudan sorumlu olmadığı bir kural durumunu ifade etmektedir. Eğer anarşi amillerin niyetleri ile ilgili olmayan böyle bir kural durumu ise, uluslararası ilişkiler de gerçekte anarşik değildir. Zira anarşi de bir kural durumudur ve herhangi bir kuralın olmaması anarşi değil, kaostur. Kaldı ki anarşi, “devletlerin yaptığı/ inşa ettiği bir şeydir”.
İnşacıların egemenlik kavramını ele alışları da hâkim teorilerden farklıdır. Her şeyden önce egemenlik, özneler-arası bir kavramdır. Yani egemenlik, diğerinin belli bir alandaki siyasî otoritesini sürdürme hakkının karşılıklı olarak tanınması ilkesine dayanır ve dolayısıyla diğerleri olmadan herhangi bir anlam ifade etmez. Bu açıdan egemenlik bir kurumdur ve bu kurum, anarşi tehlikesini azaltıcı bir işlev görür. Aynı şekilde güvenlik kavramının da süjeler-arası anlamlandırma ile ilişkili olduğunu öne süren inşacılar, sosyal mantığın bir gereği olarak güvenliğin savunmaya, tehdit dengesine ve saldırılara ya da bu türden herhangi bir nesnel ve maddi unsura indirgenemeyeceği düşünürler. Güvende olma veya olmama durumu bir ilişkinin niteliği olup, bu ilişkinin taraflarının kimliklerindeki istikrarı veya değişimi yansıtır. Daha da önemlisi, güvenlik, korunması gereken çıkarlarla ilgili bir kavramdır.
İnşacı yaklaşımlar, devletlerarasında işbirliğine dayalı kolektif kimliklerin oluşabileceğini düşünürler. Söz konusu kolektif kimlik oluşumu, ötekine karşı olumlu bir kimliklendirme ile mümkündür. Devletler bu yolla kolektif kimlikler edinerek, içinde “biz” olarak hareket edebilecekleri kurumlar oluşturabilirler.
Genel manada bakıldığında Türk dış politikasını belirleyen ana unsur kimliktir. Dış politikada yapısal kırılmalar, gelenek ve süreklilik kimlik çerçevesinde ele alındığında anlam kazanır. Soğuk Savaş boyunca etkili olan realist yaklaşım yerini kimlik ve kültür ağarlıklı bir anlayışa bırakmıştır. Özellikle AKP dış iktidarıyla birlikte Ortadoğu’ya olan ilgi artmış ve bölge halklarının hamisi olunduğu düşüncesi bölgesel güç özgüveniyle perçinlenmiştir.
10. Bölüm- Post-yapısalcılık
Post-yapısalcılık, Uluslararası İlişkiler disiplinine girişi 1980’li yıllara dayanır. Post-yapısalcılık dünya politikasının sadece doğası ve işleyişini değil, aynı zamanda egemenlik, dış politika, devlet, güvenlik gibi kavramların nasıl oluştuğuyla da ilgilenir. Richard Ashley’in yayınladığı “Neo-realizmin sefaleti” adlı makalesi, akımın dönüm noktasını oluşturur. Her ne kadar post-modernizm ve Post-yapısalcılık aynı anlamda kullanılsa da Uluslararası İlişkilerde daha çok Post-yapısalcılık tabiri kullanılır.
Devlet kavramını irdeleyen Post-yapısalcılık, bazı devletlerin bazı devletleri sürekli hedef almasını aslında kendi egemenliğini pekiştirme kaygısı olarak ele alır. Önce öteki ardından düşman olarak tanımlanan diğer devlete karşı içte birlik amaçlanır. Özellikle istikrarsız devletlerin bu yöntemi sıkça kullandığı gözlenir. Post-yapısalcılık işte bunu gerçekleştirirken bazı stratejiler kullanır. Bunlar, bilgi-iktidar, söylem, soy bilim, yapı-söküm ve çift okuma kavramları üzerinden ele alınabilir.
Bilgi-iktidar kavramı ile anlatılmak istenen, aslında bilginin de iktidarın da özerk olmadığıdır. Bu anlayışta iktidar toplumu yönlendirmede bilgiyi manipüle eder. Bilgi de iktidar olmadan var olamaz. Oysa olması gereken tarafsız ve evrensel bilgidir. Foucoult’ya göre bilgiden iktidara, iktidardan da bilgiye ulaşılabilir.
Post-yapısalcılıkta söylem, belli bir zaman diliminde geçerli olan, kendisine yönelik kayda değer itirazların olmadığı, olanların da marjinalleştirildiği ortamdır. Amaç, işlemlere meşruiyet kazanmak iken, muhalif sesleri de sıradışılaştırmaktır.
Soy bilimde olayların tarihi bir düzenlilik içinde gelişmediği, bilginin ardında aslında bir iktidarın gizli olduğu anlayışı vardır. İşin özünün anlamak için de bunun ortaya çıkarılması gerekmektedir. Ancak bu yapıldığı takdirde söylem ve nesne arasındaki ilişki ortaya çıkacaktır.
Yapı-söküm, sağlam ve değişmez kabul edilen söylemlerin ve algıların hem inşası hem de yıkımı sayesinde altında yatan gerçekliğe ulaşma çabasıdır. Kavramlara karşı karşıt kavramlar öne sürülerek, gerçeğe ulaşmak amaçlanır.
Çifte okuma işleminde ilk okumada metnin ne anlatmaya çalıştığı metnin bütünlüğü ortaya çıkarılarak anlaşılmaya çalışılır. İkinci okumada ise ezber bozan okuma yapılır. Bu okumada söylemin içindeki iç çelişkiler ve bunun nasıl örtüldüğü ortaya çıkarılır.
Post-yapısalcılıkta dış politika (foreign policy) kelimesi dahi bir ötekileştirme çabasıdır. Burada yer alan yabancı kelimesi ile aslında biz ve öteki algısı yaratılmaya çalışılır. Bu da bu kelimenin dahi yapay olduğunun göstergesidir. Benzer mantıkla Kopenhag okulunun kavramı olan güvenlikleştirmeyi de ele alan Post-yapısalcılık, bu kavramın da amacının toplumu yönlendirme, bir algı oluşturma ve yapılacak işe meşruiyet kazandırma çabası olduğunu ileri sürer. Bilindiği gibi, güvenlikleştirme kavramı ile anlatılmak istenen bir sorunun önce halka tehdit olarak kabul ettirilmesi sonra tedbirinin alınmasıdır.
Hiper-gerçeklik kavramı, günümüzde en etkili ikna araçlarından biri olan medyanın nasıl da dış politikada kullanıldığını anlatmaya yarar. Buna göre medya sadece gerçeği göstermez aynı zamanda kendi gerçeğini de üretir. Somali’de “düşman” tarafından yerlerde sürüklenen Amerikan askerinin görüntüsü, Somali’ye yapılan “insani müdahaleyi” halkın nezdinde meşrulaştırmıştır. Öte yandan Irak Savaşı sırasında başlarına çuval geçirilen Türk askeri görüntüleri, Türk halkını bir anda ABD’ye düşman hale getirmiştir.
11. Bölüm- Post-kolonyal Teori
Post-kolonyalizm, kolonileşme sonrası anlamına gelir. Kolonileşme sonrası özgürlüklerini kazanan uluslar ve hala onlarla bağını sürdüren kolonyallar arasındaki ilişkiyi ele alır. Koloni kelimesi Türkçe’ye her ne kadar sömürge olarak çevrilse de aslında sömürüden çok daha fazlası söz konusudur. Sömüren, sömürüleni yönetimi altına alarak maddi yönlerden istismar ederken; kolonyalizm de kolonyal, istismardan başka karşıdakini aşağı görerek onu aynı zamanda kültürel olarak asimile etme yoluna gider. Özünde Post-kolonyalizm, kendini diğerinden üstün gören bir kültürün, diğer kültürle etkileşimini sürdürmesidir.
Kolonyalizm, egemenlik kavramı üzerinden değerlendirildiğinde bir kişi veya grubun kendi sınırları dışındaki bir topluluğu davranışlarını şekillendirme çabası olarak görülebilir. Henry Schwarz’a göre Post-kolonyalizm, 1947 yılında Güney Asya toplumlarının özgürlüklerini kazanmasıyla başlamıştır. 1955 yılında toplanan Bandung Konferansı ise eski koloni devletlerin artık bundan kurtulmak istediklerini resmen dile getirdikleri yer olmuştur. Üretim araçlarının hızla mükemmelleştirilmesi ve ulaşım araçlarının gelişmesi sayesinde burjuvazi kültürü en barbar toplumlara bile sirayet etmiştir. Hatta İngiliz burjuvasının Hindistan’ın yerli kumaş üreticilerini yok ederek, kendi burjuva karakterini buraya adapte etmesi bunun en güzel örneğidir.
Marks ve Engels, Kolonyalizmin ekonomik boyutuna dikkat çekmişlerdir. Onları Post-kolonyal düşünürlerden ayıran ise budur: Kolonyalizmin kimlik ve madun boyutundan ziyade sadece ekonomik boyutuyla ele almış olmaları. Lenin’in Emperyalizm adlı eserinde dile getirdiği emperyalizmin kapitalizmin son durağı olduğu görüşü de bu ekonomik mantığa dayanır. Sömüren, eksik tüketim nedeniyle ürettiğini satmak zorunda kalacaktır. Bazen zorla satmak zorunda olsa bile. Öte yandan Avrupalı devlet adamları için sömürü Avrupa’nın hakkı ve görevidir. Daha gelişkin araçlara sahip oldukları için daha çok hammaddeye ulaşmaları hakları iken, daha medeni oldukları için bu uygarlığı taşımaları da görevleridir.
Post-kolonyalizmin önemli düşünürlerinden Franz Fannon, kara derili adamın kendini beyaza kanıtlama iddiasından vazgeçmesi gerektiğini söyler. Çünkü bu dahi beyaza karşı alt olduğunun kabulüdür. Siyah adam, siyah gibi davranmaktan çekinmemelidir. Bir diğer önemli düşünür Edward Said ise, Batının önce Doğuyu tanımladığını, ardından ötekileştirdiğini ardından da küçümsediğini iddia etmektedir. Doğuyu tanımlaması aslında kendini tanımlamasıdır. Doğu ne ise Batı onun zıddıdır. Oryantalist mantıkta doğulu tembel, barbar, az gelişmiş ve kadın düşkünüdür. Bunu kabul ettirdikten sonra artık doğulu topluma medeniyet götürmek ya da onun elinden iyi yönetemediği toprağı almak meşrulaştırılır.
Spivak’ın Hindistan örneğinde vermiş olduğu gibi, sati geleneği nedeniyle kocası öldükten sonra kendisini öldürmek zorunda kalan kadını, medeni batılı kurtarır. Oysa pek çok ölümün sati geleneğiyle alakası dahi olmadığı sonradan anlaşılmıştır.
Homi Bhabba’ya göre Post-kolonyalizm, hibridite, taklit ve karasızlık kavramları üzerinden açıklanabilir. Hibridite kavramında, kolonyal ve koloni arasından üçüncü bir alan oluşturulur. Bu şekilde aslında ikisi arasında keskin ayrımların bulunmadığı gösterilmeye çalışılır. Taklit kavramında, kolonyal iyi ve doğru olandır; bu yüzden koloni de böyle olmalıdır. Ne var ki bu daha sonra bir çelişkiye neden olur. Kolonyal özgür adamken, koloni neden özgür değildir? Burada Batının istediği neredeyse aynı kimliğini kanıksatmaktır. Bu durum koloni üzerinde bir kararsızlık hali yaratır. Ne tam Batı olabilirken ne de kendi kimliğini koruyabilir.
Post-kolonyalizm, diğer teorileri Avrupa merkezli olmakla suçlar. En başta İngiliz ekolünü, uluslararası sistemin kökenini Avrupa’da görmekle eleştirir. İngiliz ekolü, Batıyı demokratik kurumlara sahip ve gelişmiş bir toplumken, Doğuyu bunu alması beklenen olarak görür. Neo-realizmde de benzer bir durum söz konusudur. Ona göre uluslararası ilişkiler güç ve güçler dengesi üzerinden işlenirken, güçsüz üçüncü dünya ülkeleri yok sayılır. Batı karşıtı silahlı hareketler terör olarak gösterilerken, onlara yapılan müdahaleler meşrulaştırılır. Hegemonik istikrar teorisinde de aynı mantık vardır: Amerika için iyi olan, tüm dünya için iyidir. Eğer zayıfları yöneten ve yönlendiren bir devlet (ABD) varsa, sistem daha istikrarlıdır. Hobson, Batının az gelişmişlere yardımının hiçbir şekilde realizm mantığına sığdırılamayacağını belirmektedir. Rakip devletlerin güçlenmesi neden istensin ki? Said, Marks’ı eleştirirken, Marks’ın da sistemi Batı temelli ele aldığını ve ekonomik kalkınma üzerinden değerlendirdiğini belirtir. Wallerstein dahi bu mantıkla Batı ve Doğu kıyaslaması üzerinden bir analiz yaparak, Batıyı yüceltmektedir. Post-kolonyalizme göre doğrusu Doğuyu nesneleştirmeden ele almak olmalıdır.
Lerna Yanık, hibridite kavramı üzerinden Türkiye’yi değerlendirir. Buna göre Türkiye hem batılı hem de doğulu olduğu vurgusuyla AB kapılarını aşındırmaktadır. Bu sayede iki kültür arasında köprü vazifesi göreceği iddiasındadır. Batı ise kimlik olarak bunu kabul etmezken, çıkarları nedeniyle dâhil etme arasında çelişki yaşamaktadır. Bahar Rumelili, bu durumu Avrupa’nın özcü yaklaşımına bağlamaktadır.
12. Bölüm- Feminizm
Feminizme göre klasik uluslararası ilişkiler teorileri Batı ve erkek merkezlidir. Özneyi ve özellikle de cinsiyet eksenli değerlendirildiğinde kadını göz ardı eden bir anlayışı vardır. Feminist teori işte bu geleneği sorgular ve kadının daha görünür hale gelmesini amaçlar. Feminist uluslararası ilişkilerin temel analiz nesnesi olan devletten ve uluslararası kurumlardan, bireysel katılıma, toplumsal cinsiyete ve öznel olana yönelmektedir. Buradaki toplumsal cinsiyet olarak kastedilen biyolojik cinsiyetten ziyade, toplum tarafından belletilen cinsiyet kimliğine tekabül eder. Buna göre cinsiyeti belirleyen faktörler, toplumun beklentileridir. Çağdaş feminist teori, kimi neyi, ne zaman ve nasıl tanımlayarak karakterize ettiği sorusu ile uğraşır. Uluslararası ilişkileri teorilerinin ne zaman ve nasıl maskülen ve Batı merkezli hale geldiğini sorgular.
19. yüzyılda başlayan feminist hareketler, akımda birinci dalga olarak adlandırılır. Bu dönemden 1960’lı yıllara kalan olan dönemde kadınlar oy kullanma hakkı, çalışma ve eğitim hakkı gibi temel hakları kazanmıştır. 1960 ve 1980 arası ikinci dalgada anayasa karşısında eşit birey olma hakkı kazanmıştır. 1980 sonrası üçüncü dalgada ise eşitlikten öte sosyal bilimler ve toplumsal düşünüşte egemen olan maskülen düşünceye karşı mücadele başlamıştır.
Feminist düşüncenin eleştirisi en başta devlet kavramı üzerinden başlar. Buna göre Türkçe’de olduğu gibi pek çok dilde vatan ana iken, devlet ise onu koruyan babadır. Bu algı en başta kadının zayıflığı ve güçlü olan erkek tarafından korunması gerektiği algısına dayanır. Cinsiyet rollerinin bu şekilde içselleştirilmesiyle kadın pasif hale getirilir ve itaat etmesi sağlanır. Aslında erkek bu güvenliği sağlamaz; eğer sağlasa kadının ona ihtiyacı sona erer.
Feminist düşüncenin önde gelen düşünürlerinden Tickner’e göre uluslararası ilişkiler açısından modern devlet sistemi hiç çocuğun doğmadığı ve hiç kimsenin ölmediği devletlerden oluşan bir yapıdır. Bu nedenle devlet içindeki aktörler göz ardı edilir.
Modern çağda kadınların daha görünür hale gelmeleri bile feministlere göre bir istismar unsurudur. Nitekim Amerikan ordusunda artan kadın personel sayısı, esasında Irak ve Afganistan gibi erkek egemen bölgelerde kadınlara ulaşmanın ve karşı-isyan stratejisinin ürünüdür. Yine Taliban rejimine yapılan müdahalede kadınların zorla burka giymeye zorlanması ve hayatta görünür olmalarının yasaklanması sebep gösterilmiş ve hedef şaşırtılmıştır. Feminist teorinin en önemli görevi işte bu cinsiyet istismarlarının gözler önüne sermektir.
Feminizmde tek bir feminist düşünceden bahsedilemez. Temel argümanları aynı iken farklı teorik savunulara sahip alt kolları bulunmaktadır. Bunlara örnek olarak liberal feminizm, eleştirel feminizm, inşacı feminizm, post-yapısal feminizm ve post-kolonyal feminizm olarak sayılabilir.
Türk dış politikası kapsamında değerlendirildiğinde feminist teori hala zayıf kalmaktadır. Daha önceden de belirtildiği üzere realizm ağırlıklı Türk dış politikası, AKP dönemiyle birlikte yerini normatif ve insan ve değer merkezli politikaya bırakmıştır. Suriye halkına yapılan yardımlarda özellikle kadınlara ve çocuklara dikkat çekilmesi, zayıflar ve korunması gerekenler algısını uyandırmaktadır. Bu politika, bölgeye yapılan müdahaleyi kamuoyu nezdinde meşru hale getirmektedir. Ne var ki insan odaklı söylemine rağmen, mevcut Türk dış politikası naif bir liberalizmle üstü örtük bir realizm arasında yer alan maskülen bir politika olmaya devam etmektedir.
13. Bölüm- Yeşil Teori
Çevre sorunları geleneksel uluslararası ilişkiler yaklaşımında temel sorunlardan biri olarak algılanmamıştır. 1980’ler sonrası etkin hale gelmeye başlayan eleştirel teorilerle birlikte bu durum değişmeye başlamıştır. Neo-liberal kuramsalcılar tarafından ele alınan low politics konular arasında kendisine yer bulan yeşil teori, bu dönemden sonra görünür hale gelmiştir. Özünde realizmde yer alan high plitics- low poltics ayrımına bir eleştiriyken, ilerleyen yıllarda çevre konularına daha fazla dikkat çekilmesine yaramıştır. Yeşil teori, gücün merkezileştirilmesini eleştirir. Küresel düzlemde yerelciliği desteklerken, tek tip kimlik oluşturulmasına karşı çıkar. Post-yapısalcılıktan farklı olarak modernite fikrine sıkı sıkıya bağlıdır.
Çevre sorunlarına uluslararası kaygının artması 1972’de BM dâhilinde bir çevre örgütünün (UNEP) kurulmasına ve farkındalığın artmasına dayanır. 1997 yılında imzaya açılan Kyoto Protokolü ile sera gazı salınımının düşürülmesi ve denetlenmesine yönelik önemli yaptırımlar gündeme gelmiştir. ABD ve Kanada’nın imzalamadığı bu çevre antlaşması 2005 yılında Türkiye tarafından imzalanmıştır. Ne var ki Türkiye, imzalama nedeni olarak AB müktesebatına uyum ve modern devlet olma sorumluluğu anlayışını ileri sürerek esasında ekolojik kaygılardan ziyade ulusal çıkar kaygısında olduğunu hissettirmiştir.
Ana akım teorilerin çevreye yaklaşımları, yeşil teori tarafından bazı nedenlerle eleştirilmektedir. Realizme göre alçak politika konusu olan çevre sorunları, devleti tehdit etmediği sürece göz ardı edilebilir. Liberalizm ise çevre sorunlarını ekonomik performansa ve insan refahına vereceği zararlar üzerinden değerlendirdiği için eleştirilmiştir. Bunun haricinde bu sorunlara çözüm olarak rejimlere ve uluslararası örgütlere görev düştüğünü ileri sürmüştür. Oysa yeşil teorisyenler insan merkezli çevre anlayışı yerine, doğa merkezli çevre yaklaşımı mantığına sahiptirler. Buna göre insan-hayvan, insan-doğa ayrımı yapılmaz; bunun yerine ekolojik sistem bir bütün olarak ele alınır.
14. Bölüm- Özgün Teori İnşası
Özgün teori inşası temelde uluslararası ilişkiler disiplinin batı eksenli olduğu bu nedenle de tüm dünyaya genellenemeyeceği varsayımına dayanır. Buna göre mevcut bilimsel altyapı sadece batılı ve güçlü devletlerarasındaki ilişkileri ele alır bir durumdadır. Öte yandan tartışmaya konu olan teorileri evrenselleştirme iddiası, bazı düşünürlerin yerele özgü yaklaşımlar geliştirmesiyle farklı bir boyuta taşınmıştır. Bunların bazıları ana akım teorilerin özgün yorumlarıyken, bazıları da tamamen özgün olma çabasındadırlar.
Ana akım teorilere yöneltilen ilk eleştiri güvenlik çalışmalarından gelmiştir. 1945 sonrası ABD’nin küresel liderlik konumuna yükselmesi ve Sovyetlerin meydan okumasıyla realizmin etkinlik alanını geliştirmesi ve disipline ABD’nin hâkim konuma gelmesinden kaynaklanır. Batı dışı ülkelerin göz ardı edilmesine en önemli örnek Ofuho’dan gelmektedir. Ona göre 1990’larda Afrika’da Büyük Göller Bölgesinde gerçekleşen savaş, Avrupa’da gerçekleşmiş olsaydı üçüncü dünya savaşı olarak kabul edilir ve hakkında teoriler geliştirilirdi.
Batı dışı ülkelerde teori geliştirmenin zayıflığı bazı nedenlere dayanmaktadır. Bunlardan biri post-pozitivist düşüncenin sadece belli bir akademik camia tarafından anlaşılmasıdır. Gerçek dünya ile bağının zayıf olmasıysa pratik kullanımına engel olmaktadır. Diğer yandan bu ülkelerdeki uzmanların yerel muhabir olarak kabul edilmesi ve daha ötesinde seslerine kulak verilmemsi ikinci nedendir. Kurumsal yapı, maddi imkânlar, eğitim ve dil sorunları bu zayıflığa katkıda bulunan diğer nedenlerdir.
Teori inşa etmede en önemli basamak kavram geliştirmedir. Teoriler, tümdengelim metoduyla geliştirilebileceği gibi, tümevarım metoduna da sahip olabilir. Tümdengelimde genelin özellikleri örneklenirken, tümevarımda bir örnekleme bakarak toplam hakkında genellemeler yapılır. Sosyal bilimlerde araştırmalar nitel ya da nicel olabilmektedir. Şema ve haritalar gibi nicel yöntemleri kullanan araştırmalar daha çok dikkat çekerek teorinin gelişmesine katkı sağlayabilmektedir. Ayrıca dikkat çekici mottolar kullanılması da benzer bir duruma sebep olmaktadır. Örnekse: billard ball model of international system.
Yerel teori geliştirme çabaları Rusya, Çin, Hindistan ve Japonya’da görülmektedir. Bunlar ana akım teorilerin yöresel motiflerle süslenmesi olabildiği gibi, tamamen özgün çabalar da olabilmektedir. Bunlar Çin’de Sun Tzu’yu işe dâhil ederken, Hindistan’da Kautilya’yı dâhil etmek gibi durumları içermektedir. Latin Amerika’da geliştirilen Bağımlılık teorisi ise bunlar içinde özgünlük açısından en başarılısıdır.
Türkiye’de yeni yeni gelişen uluslararası ilişkiler disiplini için teorik çalışmalar hala bölge çalışmalarından sonra gelmektedir. Yine de Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabı, açıklayıcı olmaktan ziyade yönlendirici bir teorik çalışma olarak kabul edilebilir. Bundan başka Özey’in Merkezi Türk Hâkimiyeti teorisi de jeopolitik teoriler arasında yer alabilecek bir çalışmadır.

Editör: Ramazan GÖZEN