Home » Edebiyat » MASKELER VE YÜZLEŞME

MASKELER VE YÜZLEŞME

           Eski çağlardan günümüze kadar uzanan maske kullanımını, iletişim sürecine dâhil olan egemen bir öge olarak tanımlamak mümkündür. Bu bağlamda maske, hem mesajı niyet ve amaç kapsamında pekiştirip güçlendiren, hem de genel anlamda iletişim sürecini farklı bir zaman ve mekân boyutuna taşıyarak, hedef kitlede, anlaşılmaktan çok, duygusal çağrışımlar oluşmasına hizmet eden bir işleve sahip olmuştur. Aslında hedef kitlenin kaynağı tanımlamasını zorlaştırmak veya olduğundan daha farklı bir şekilde anlaşılmasını sağlamak amacıyla kullanılan maskenin iletişimsel işlevi, ezber bozucu niteliktedir. Bu yönüyle maske, mesajın anlaşılmasını zorlaştıran bir gürültü veya parazit unsuru olmaktan çok daha öte bir anlam taşımaktadır. Maske, tüm iletişim sürecine egemen olarak kaynağa hükmeden ve buna bağlı olarak mesajı farklılaştıran veya hedef kitlede duygusal çağrışımlar yaratarak anlaşılmaktan çok, duyguları harekete geçirerek anlamı belirsizleştiren bir işleve sahiptir. (İletişim Sürecinde amaç ve Niyeti Farklılaştıran Egemen bir öge olarak Maske-Zeynep DEMİRCİOĞLU)

          Yukardaki tanım aslında maske kullanma ihtiyacını, mesaj verme ve farklı olma gayreti üzerinden anlatıyor. Elbette insanların benliklerini ve kişiliklerini dış dünyaya yansıtırken nasıl davranmaları gerektiği konusunda insanları, bir standarda tabi tutamayacağımızı belirtmekle başlayalım. Çünkü, bazı canlılarda olduğu gibi, genetik eğilimleri içerisine almakla birlikte, sosyal yaşam ve çevresel faktörlerin de (insan davranışları, gelenekler, kurallar gibi) kişiliğin belirginleşmesinde çok etkili olduğunu görmekteyiz. İnsan, yaşama ilk adım attığında bu yabancı dünyaya karşı kalem değmemiş bir sayfa gibi tarafsız ve yargısız doğmaktadır. Ancak benliğini, kişiliğini kazanmak için oluşturması gereken davranış modelleri olmalıdır. Bunlar; giyiminden, nelere tepki verip neyle mutlu olacağına dair bir kanaate ulaşması gibi tanımlanabilir. Bunları, yaşadığı toplumun değerlerini içselleştirerek ve dış dünyayı gözlemleyerek yapabileceğini, çok geçmeden anlayacaktır.

         ‘’İnsanların yaşadıkları sosyal deneyimler; çoğunlukla yetiştiği toplum, sınıf, cinsiyet ve etnik kimliği tarafından şekillenmektedir. Kimlik, insanın ‘‘ben kimim’’ sorusuna verdiği cevaptır. Kimlik teorisyenlerine göre kimlik, tekil bir kavram değildir. Çünkü kimlik, kısmi sürekliliğe sahip ve çok yönlüdür. Kimlik inşası, bireyin içinde bulunduğu ortam ve sosyal hayattaki rol ve davranışlar tarafından şekillenir. Sosyal yapı içindeki konum ve bununla bağlantılı olan davranış ve roller sadece “ben kimim” değil, aynı zamanda “kim olmalıyım” beklentisi ile yani bireyin, diğer insanların kendisini hangi sosyal konumda görmesiyle alakalıdır.’’ (Acun, 2011:68) Anladığımız kadarıyla bu temiz sayfaları ne ile dolduracağımıza biz karar verirken, birçok etken bizi bağlıyor. Bir yönüyle de zaman ve oluşan şartlar; aslında, insanların yetkinliğini, kültürel dinamiklerini, bilişsel becerilerini büyük oranda etkiliyor. Burada önemli bir soruya da cevap vermiş olabiliriz, atalarımızdan devraldığımız değerler motamot uygulanabilir olmayabilir, Geçerliliğini kaybetmiş olabilir. Bunu hissettiği şartlarda toplum ve bireyler, yeni modeller ile tanışmaya açık olmalıdırlar. Çocukluğundan itibaren kişinin yaşadığı deneyimler; kişinin kendisine dair algısını şekillendirmekle birlikte, o kişiyi belli bir sınıfa ya da gruba ait hissettirir. Zamanla değişiklik göstermeye yatkın da olsa, kişinin yaşadığı sosyal deneyimler, onun kimliğini tanımlayan maskeler halini alır.

          Jung’un persona (kişilik) kavramını, bireyin dış dünyaya karşı göstermiş olduğu davranış şekli olarak tanımlamak mümkündür. Jung, Personayı(kişiyi) şu şekilde tanımlamaktadır: “Persona, işlevsel bir komplekstir; uyum ya da gereklilik, uygunluk için oluşmuştur”. Personanın işlevsel özelliği sadece nesne ile yani dış dünya ile ilgili olmasıdır. Persona, bir toplumda insanın nasıl olması gerektiği konusunda bir uzlaşma konusudur. (Jung, 2006:40) Elbette kişiliğin oluşumunda genetik yatkınlıklar belirleyici olmaktadır. Bununla birlikte, kişiliği belirleyen dış dünyaya karşı nasıl görünmesi gerektiğine karar veren insan; bu şartlardan, büyük oranda etkilenmektedir. Aslında Personun ilk anlamı “maske” demektir. Sonradan “kişi” ifadesi olarak karşılık bulsa da bu, tesadüf olamaz; yani, maske bir yerde kültürel yatkınlıklar da göz önüne alındığında kişilik kavramının ilk oluşumunda belirleyici bir yer edinmiştir.

          Kişide görünen iyi ile davranışlarına yansıyan ‘’iyi’’ kavramı zamanla değişebilir. İnsan, doğumundan sonra dürtüsel olarak hareket etmeye başlar. Gerçeklerle karşılaştığında, egosu; sonra ebeveyn yasaları ile süper egosu gelişir. Toplumsal olaylar karşısında id ego-süper ego sistemini ne ölçüde dengeleyebildiği kendi ile ilgilidir. Çünkü kibar insanın içinden, dürtüsel olarak hemen elde etme ve yapma isteği yüzünden bir canavar çıkabilmektedir. Bu durumu belirleyen birçok faktör vardır ama genelde eğitim, bunda büyük rol oynar. İnsanın içinde bulunan ve bastırmak zorunda kaldığı haset, açgözlülük ve kıskançlık duyguları yüzünden, hiç ummadığınız bir kişiden hiç ummadığınız bir anda bir darbe gelebilir, tabiri caizse sırtınızdan vurulabilirsiniz. Güvendiğiniz ve kendisinden emin olduğunuz birine onda olmayan bir şeyi emanet ettiğinizde, o şeyin, onun tarafından sahip olma dürtüsü ile alıkonulmasına şahit olabilirsiniz bazen. Ya da yan yana çalıştığınız ‘’iş’’ arkadaşınızın içindeki aşağılık kompleksini bastırmak için ve de en iyi ve en güçlü olma arzusu yüzünden sizin “ayağınızı kaydırarak” sizi işin dışında ittiğini ve kendisinin şirketin başına geçtiğini görebilirsiniz. Bu; toplumsal ahlakı, kişinin ne kadar içselleştirdiği ile ilgidir. Kişinin kendisinde oluşması gereken ahlak, ebeveynin sunduğu ahlak yasası ve toplumun sunduğu ahlak yasası ile ne kadar örtüşürse ve bu toplumun ya da ebeveynin sunuşunun şeklini zorlamaya dayanmadan içselleştirmiş olursa o kadar kuvvetli olur. Aksi halde zorla dayatılan bir ahlak unsuru, eninde sonunda kişide iç bunalıma sebep olur ya da kişiyi ilk fırsatta dürtüsel davranışa iter. Dürtülerimiz ile hareket eder, ihtiyaçlarımıza göre şekil alırız. Tıpkı diğer canlılar gibi. İşte, diğerler canlılardan bizi ayırt eden şey ahlak yapımızdır. Eğer öyle olmasaydı diğer canlılar gibi birbirimizi yer, başkalarının yaşam hakkını kolaylıkla gasp ederdik.

Buraya kadar yazılanlardan şunu söylemek mümkün: Maskeler kişiliği belirlerken ve yaşamı anlamlandırma süreçlerinde zaman zaman insanları olmadıkları bir şeye dönüşme arzularını karşılamaktadır, bunu yaparken insanlar aslında maskeledikleri şeyi tanımakta ama öyle olmamayı seçmektedirler. İlk çağlarda hayvan avcılarının masum yüzlerini gizlemek için taktığı gerçek manada maskeler, şimdilerde balolarda görülürken, soyut anlamda neredeyse her insanın gerekli gördüğünde kullanmayı istediği veya zorunlu kaldığı birer ihtiyaç olmuş durumdadır. Özellikle katlanmak istemediğimiz insanlarla çalışmak zorunda kaldığımızda büründüğünüz kayıtsızlık davranışları, mutlu görünmeye çalışma, kaygı gidermek için sevmediğimiz insana benzemeye başlama eğilimi gibi maskeler örnek verilebilir. Asıl olan, maskeyi kullanmaya gerek kalmadan karakter kazanabilmektir, İnsanların karakterlerini kazanma sürecinde öğrendikleri rol model davranışları sağlam şekilde içselleştirmeleri gerekmektedir. Bunu sağladıklarında davranışlarının daha uyumlu ve istikrarlı olması mümkündür. Özellikle bu aşamada yaşanan sorunlar başka yüzleri kullanmaya yöneltirken, insanlar bir tür taklit ya da zorunluluk olarak maskeler kullanmaya başlamaktadırlar. Bizim bu aşamada bilmemiz gereken en önemli şey ise; hangi döneminde yahut yaşta olursa olsun insanları bir şeyleri yapmaya mahkûm etmemek, özgürlüklerini ellerinden almamak gerektiğidir. Her insan ceberutların onu değiştirmesine maruz kalmadığı bir ortamda yaşamayı hak etmektedir. Maske takmak, insanların kendilerinin manipüle etmede çok etkili bir eylemdir. Yapılan gözlemler; insanların, niyetlerini gizlemeyen yani bunu özellikle maskeleme gayretine girişmeyenlere oranla, ahlaki davranmamasına rağmen bunun doğru olmadığını itiraf edenlere daha güvenle baktıklarını göstermiştir. Aslında iki kişiden biri arzularını ya da yapmayı istediklerini saklarken; diğeri, bunu yapmasına rağmen kötü olduğunu kabul etmektedir. Bir yerde bu itirafı maske olarak kullandığını gördüğümüz denek, maske kullanan insanların itibarlı olabildiklerini ve hedefledikleri şeyleri gerçekleştirmek konusunda üzerlerindeki şüpheleri dağıtmakta başarılı olduklarını göstermektedir.

           İnsanları maske kullanmaya özendiren; yani, özündeki olanı değil de başka yüzleri kullanmaya iten sebeplerden birisinin de sosyal baskılar ve çeşitli ahlak kuralları olduğunu görmekteyiz. Daha çocukluk dönemlerinde başlayan bu tür yönlendirmeler insanı, kabul görmek, onaylanmak, sevdikleriyle uyumlu bir ortam oluşturabilmek için ikiyüzlü olmaya itmektedir. Örneğin; aile üyeleri, bir komşuları hakkında ileri geri konuşuyor ama bir araya geldiklerinde hoş beş muhabbet iyi gidiyor, çocuk bunu fark ettiğinde ‘’Anne! Hani siz Mehmet amca hakkında “aptalın teki” diyorsunuz?” dediğinde, o muhabbetli ortamın alacağı hali bir düşünün! Çocuk, farkında olmadan ebeveynlerin maskesini düşürmüş ve anne babasının utanma duygularını harekete geçirerek, onların bu davranışlarının yanlışlığını öğretmiştir. Kendisine değer vermediğini fark ettiği bir büyüğünün, beğenmediği bir davranışı, diğer aile üyelerinin huzuru bozulmasın diye içine atan bir çocuk, içinde yaşadığı ikilemden kurtulmak için farklı bir tutum takınmak zorunda kalacağından, bunu içselleştirmeye çalışırken kendi gibi olmamayı öğrenecektir. Daha fazla çoğaltabileceğimiz bu örnekler sosyal uyum ve bireysel ilişkilerin doğru görünmesi adına yanlış kurulan olgulara, insan iradesini kurban verdiğimiz gerçeği ile karşılaşmamıza neden olmaktadır.

           Aslında maskeler içselleştirilemeyen davranış kalıpları oluşturduğundan, bir süre sonra konuşulanlarla yapılanlar arasında uyumsuzluklara sebep olmaya başlayacaktır. Bu tavır ve davranışlar insanların ilişkilerinde birbirlerine güvenini zedelediğinden, toplumsal barışa olumsuz etkileri kaçınılmaz olmaktadır. Bu gibi durumları en yaygın olarak sosyal medya kullanan insanlar yaşamaktadırlar, göz göze gelmeden klavye üzerinden farklı amaçları gerçekleştirme maksadıyla hesaplar oluşturmakta ve birebir iletişime geçmeden insanların davranışlarını ve duygularını yönlendirmeyi rahatlıkla başarabilmektedirler. Modern toplumlarda bireylerin en etkili maskelerini bu platformlarda sıkça uyguladıklarını gördüğümüz sayısız örnekler oluşmaktadır. Elbette yeni araçlar ve yeni yöntemler bir süre sonra farkındalıkların oluşması ile etkisini kaybetmektedir ancak özellikle dolandırıcılık olaylarında hileli yönlendirme ve kandırmacaların kendisini güncel gelişmelerin ışığında yenilemesi, sahtekârların insan davranışlarının çok yönlü etkileşimini kullanmak konusunda yaratıcı hikâyelerinin bitmek bilmediğini bize göstermektedir.

           İnsanları ikiyüzlülüğe iten riyakârlığın yaşamın içerisinde, yaşama ait olduğunu görmeliyiz ancak bu durumun kabullenilmesi insan doğasına uygun değildir. Güven içerisinde, sosyal barışın sağlandığı, sürdürülebilir bir olguya dönüştürülmelidir. İlişkilerde bunun ne kadar gerekli olduğunun da altını çizerek belirtmeliyim. Bu aşamada gözlemsel olan aynı zamanda da öznel fikirlerden oluşan bir bakış açısı geliştirmek gerektiğini düşünüyorum. Yaşama adım atan her bireyin kalıtımsal olarak taşıdığı birçok güdüleri olduğu muhakkak. Bunlarla birlikte kişiliğini oluştururken, çevresel faktörleri gözlemleyerek davranış kalıpları kurulması durumunu temiz bir sayfaya yazmak gibi düşünmemiz gerektiğini söylemek mümkün. Böyle bir durumda her insan algılarını etkileyen olumlu veya olumsuz şartları bilinç süzgecinden geçirmektedir, imkânları ve becerileri el verdiğince kendi benliğini korumaya ve bu çerçevede bir varlık algısı oluşturmaya eğilimli olan birey, aslında zoraki veyahut tercihen özünde olana yabancılaşmayı ya da maskelemeyi düşünmektedir. Tercihen yahut zorlama ile bile olsa ikiyüzlülük her toplumda bireylerin hoş karşılamayacakları bir eylem olmasına rağmen çokça kullanılan bir malzeme olmayı da sürdürmektedir. Mutlaka ikiyüzlü ve maskeler kullanan insanların olduğu sosyal yapının insanın, fıtratına (doğası, özü) uygun olarak yapılandırılması gerektiğini düşünüyorum, bunun kadar önemli olan diğer konu ise eğitimli, sosyal barışı önceleyen bireylere sahip bir yapı inşa edebilmektir. Böylelikle insaniyete ve yaratılışın özüne uygun davranması sağlanmış olacaktır. Ancak uluslar, bu şartları oluşturmak konusunda çalışmalarının önünde ciddi sosyal sorunlarla karşılaşmaktadırlar. Dini algılar, mezhebi farklılıkların oluşturduğu düşmanlık psikolojisi, eğitime yönelik oluşturulan kadroların yetersizliği ve maddi imkânların yetersizliği gibi sebepler nitelikli bireyler yetiştirmemizi zorlaştıran sorunları beraberinde getirmektedir. Böyle durumlarda güvenlik toplumu olmayı öncelememiz kaçınılmaz olmakta. Toplumda çatışma çıkaran, tarihten devralınan mirasları gerekirse tamamen gündemden çıkarmak da mutlaka çalışmalarımız arasında olmalıdır. Ancak bu aşamada reddi miras değil iyi bir sosyolojik analizden geçirdiğimiz konuları bireylerin algılarını bozmayacak halde düzelterek bunu başarmaya çalışmak gereklidir.         

Seyfettin ÜLGER

Daktilo Dergisi, Kış 2019 Sayısı, Mersin