KUR SAVAŞLARI Bölüm I
BİR SONRAKİ KÜRESEL KRİZİN OLUŞUMU
JAMES RICKARDS
ÖNSÖZ
15 Ağustos 1971’de ABD Başkanı Nixon yeni Ekonomik Politikasını açıkladı. Hükümet fiyat denetimleri gerçekleştirecek, ithalata fahiş vergiler koyacak ayrıca doların altına çevrilmesini yasaklayacaktı! Açıklamasına göre, süregelen kur savaşı ABD dolarına inancı zedelemiş ve bu tedbirler zorunluluk haline gelmişti.
Bugün yeni bir kur savaşının içindeyiz ve sonuçları Nixon’un karşılaştıklarından çok daha kötü olacak. Nedeni ise, küreselleşmenin, türevlerin ve kaldıraç kullanımın artması, finansal panik ve bulaşıcılığın kontrol altında tutulamamasıdır. Ardı ardına patlayan hisse senedi, tahvil ve emtia krizleri sonucunda doların çöküşünü ve buna bağlı olarak dolara bağlı piyasaların çöküşünü izleyebiliriz. Bu gelişmeler, bir başka Başkanı (muhtemelen Obama) zecri tedbirler almaya yöneltecek, altın standardına geri dönüş bile söz konusu olabilecektir. Ama bu kez mevcut olan sabit altın miktarıyla şişkin para arzını desteklemek için altının fiyatı muhtemelen çok daha yüksek olacaktır. Daha önce altına yatırım yapmış olanların kazançları çok yüksek oranda ”beklenmeyen kazanç” vergisine tabi olacak, altınlarını New York’ta depolayan bazı devletlerin altınlarına da Yeni Dolar Politikasının hizmetinde kullanılmak üzere – yeni fiyattan düzenlenmiş bir makbuz karşılığında- el konulabilecektir.
Altına geri dönüşten kaçınılması halinde, IMF aracılığı ile SDR adlı yeni bir küresel para birimi söz konusu olabilir. Bunlar abartılı spekülasyonlar değil. Daha önce yaşandı ve koşullar zaten hazır olduğundan tekrar yaşanabilir.
Bugün FED, başkan Ben Bernanke’nin rehberliğinde finans tarihinin en büyük kumarına girişmiştir. Ekonomik çöküşle mücadele etmek için kısa vadeli faiz oranlarını tedricen sıfıra kadar indirdi, olmadı uzun vadeli oranları da düşürmek suretiyle finansal gevşemeye yöneldi böylece bir anlamda büyümeyi teşvik etmek için para basmış oldu. Bunun hiperenflasyona dönüşmesi gibi bir tehlike var. Varlık fiyatlarında kendisini gösterip hisse senedi, emtia arsa ve diğer maddi varlıklarda balonlara yol açabilir. 2000’de teknoloji hisselerinde, 2007’de konutta bunlar yaşandı. FED, istenmeyen bu akıbeti önlemek için daha yüksek faiz oranları ve sıkı para politikaları gibi silahlara sahip olduğunu söylüyor ama bu araçlar daha önce hiç bu koşullarda ve böylesi geniş ölçekte denenmedi. FED’in alabileceğini belirtiği bu önlemlerin, öncelikle kaçınmaya çalıştığı türden bir bunalıma doğrudan yol açması da olası.
FED’in dolar basması, parasal gevşemeyi seçmesi, dünyaya kur savaşı açması anlamına geliyor. Para basmak, ABD borçlarının yabancı alacaklılara daha ucuz dolarla ödenmesi için devalüe edilmesi demektir. Başka? Ucuz dolar yüzünden pahalılaşan emtia fiyatlarıyla başka ülkelere enflasyon ihraç etmek demektir. Başta Çin olmak üzere başka ülkelerin ABD’ne ihraç ettikleri ürünlerin, Amerikalı tüketiciler için pahalılaşmasına yol açar. Dünyanın en büyük tüketicisi, pahalılık yüzünden tüketimini kısınca ihracatçı ülkelerde işsizlik sorunları baş gösterir. Yabancı ülkeler, ABD’nin neden olduğu enflasyonla, sübvansiyonlar, gümrük vergileri ve sermaye denetimleri aracılığıyla savaşmaya başladı bile, kur savaşı hızla genişliyor.
Neticede olanlar bir kaynak kapma mücadelesidir ve şiddete dönüşmesi sürpriz olmaz. Karşılıklı olarak yapılan finansal manipülasyonların muazzam ölçeği ve karmaşıklığı yüzünden doların daha da zayıflayarak çökmesi demek, Amerikan ulusal güvenliğinin onunla birlikte çökmesi demek olacaktır.
Dövizle ilgili sorunları geleneksel olarak Hazine’ye bırakmış olan üst düzey ordu ve istihbarat görevlileri, artık Amerika’nın benzersiz üstünlüğünün yalnızca doların aynı ölçüdeki üstünlüğü ile sürdürülebileceğini anlamış durumdalar. Bu kitabın amacı, okuyucuya yeni bir kur savaşının bugünün dünyasında niçin diğer tüm mücadelelerin sonucunu belirleyen tek ve en anlamlı mücadele olduğunu anlatmaktır.
I. KISIM: SAVAŞ OYUNLARI
1. Bölüm: Savaş Öncesi
Baltimore ile Washington DC arasındaki eski tarım arazilerinin 1600 dönümü üzerinde kurulu Uygulamalı Fizik Laboratuvarı (UFL), Savaş Bakanlığı ve NASA için proje, ileri silah ve uzay sistemleri geliştirmiş bir Savaş Analiz kurumudur. Burada savaş oyunları ve simülasyonları gerçekleştirilir, elde edilen sonuçlara göre karar vericileri yönlendirici strateji ve politika önerileri hazırlanır.
2009 yılının başında, ordu, istihbarat ve akademik çevrelerden 60 uzman, Pentagon sponsorluğundaki bir savaş oyunu için olağanüstü önlemlerle korunan bu mekâna gelmişti, bunlardan biri de bendim. Bu savaş oyunu o tarihe kadar ordu tarafından gerçekleştirilen diğer tüm oyunlardan farklı olacaktı. Bu oyunda, kara, deniz, hava kuvvetleri kullanılmayacak, silaha başvurulmayacaktı. Düşmanı alt etmek için izin verilen silahlar sadece finansaldı: döviz, hisse senedi, tahvil ve türevleri… Pentagon gemi ve uçak yerine para ve sermaye piyasalarını kullanarak küresel bir finans savaşı başlatmak üzereydi. 21. yüzyılın başında, ABD’nin en ileri teknolojiye sahip konvansiyonel savaş gücü ile başa çıkması oldukça imkânsız olan güçler, konvansiyonel olmayan savaşlardaki yeteneklerini giderek geliştirmişlerdi. Pentagon için fiili bir finans savaşının nasıl gelişebileceğini, hangi derslerin alınabileceğini görmek anlayışıyla ilk defa böyle bir girişimde bulunmasının zamanı çoktan gelmişti.
Hazırlık aşamasında, profesyonel yaşantının merkezi olan Wall Street uzmanları, deneyimlerinden ordu mensuplarını yararlandırmak amacıyla birçok toplantı ve konferans tertipledi. Ben de “Ulusal Varlık Fonları (Soverign Wealth Funds SWF)” başlıklı bir sunum yaptım. Bakın nelere değindim:
Ulusal Varlık Fonları devletlerin rezerv fazlalarını yatırmak için kurduğu muazzam büyüklükteki yatırım havuzlarıdır.
Rezervler esas olarak devletlerin doğal kaynaklarını (Norveç, Arap Ülkeleri, Rusya vb.) veya mamul mallarını (Çin, Tayvan vb.) ihraç ederek kazandıkları, çoğunluğu dolar cinsinden kuvvetli para birimlerinden oluşur.
Bu tanımlamadan hangi büyük rezervlerin hangi devletlere ait olduğu anlaşılmıştır. Geleneksel olarak bu rezervler, ilgili ülkelerin merkez bankaları tarafından, fazlasıyla muhafazakâr bir tarzda yönetilir (ABD Hazine Bonosu gibi düşük riskli ve dolayısıyla getirisi az likit enstrümanlar).
Daha fazla getiri elde edecek yatırımlar yapmak (hisse senedi, emtia, özel sermaye, gayrimenkul, hedge fonları vs.), merkez bankası bürokratlarının yeteneklerini aşan bir iştir.
Bu yüzden, son derce donanımlı uzmanların yönetiminde Ulusal Varlık Fonları kuruldu ve ilgili hükümetlerin desteğiyle merkez bankalarından muazzam ödenekler ayrılarak bu fonlara dünyanın her yerinde çeşitlendirilmiş portföyler oluşturma yetkisi verildi.
Bu fonlar, 2007’de başlayan bunalımın ilk kısmı sırasında kurtarma paketlerinin başlıca kaynağı idi. Citigroup, Merill Lynch, UBS ve Morgan Stanley’i desteklemek için 58 milyar doların üzerinde yatırım yaptılar. 2008’deki panik sırasında bu yatırımların büyük kısmı yok oldu. ABD hükümeti kurtarmalara devam etmek için vergi mükelleflerinin parasıyla devreye girmek zorunda kaldı. Ulusal Fonlar bu ilk yatırımlarında büyük servet kaybına uğradılar, yine de hisse pozisyonları ve onlarla gelen etki kalıcı oldu.
Ulusal Varlık Fonlarının, kurdukları paravan şirketler vasıtasıyla bazı karanlık ve spekülatif işlere bulaştıkları ise herkesin bildiği sırlardandı.
Sunumum bu fonların olumsuz yanlarına odaklıydı. Dolaysıyla bunların, teknoloji çalmak, yeni projeleri sabote etmek, petrol-uranyum-bakır-altın gibi stratejik emtia piyasalarını karıştıran işler yapmak, rekabeti engellemek, ihalelere fesat karıştırmak, içeriye ajan sokmak, finans piyasalarını manipüle etmek, olumsuz nüfuz kullanmak gibi faaliyetlerde de bulunabileceklerine dikkat çektim. Tabi bir saptama olarak değil, bir olasılık olarak…. En tehlikeli olasılığın da, kapitalist sistemin işleyişini olanaksızlaştırmak için Batı’daki sermaye piyasalarına yönelik topyekûn bir saldırı tehdidi olduğunu söyledim. Amacım, gelecekteki finansal saldırılarını önlemek ve bunlarla savaşmak için söz konusu faaliyetlerin yakından izlenmesi gerektiği hususunu öne çıkarmaktı. Biliyordum ki salondaki dinleyicilerim arasında bulunan asker ve casusların bu konulardaki bilgileri, benim balistik füzeleri ateşleme sırası konusundaki bilgilerimden fazla değildi!
Uzun hazırlık döneminden sonra sıra, oyunu oynayacak takımları oluşturmaya ve oyunun tasarımına geldi. Oyunun, sermaye piyasalarının karmaşık dinamiklerine bağlı olarak devletleri temsil eden takımlar açısından en umulmadık hamleleri ve sonuçları içermesi gerekliydi. Her biri konularının gerçek uzmanlarından oluşan beş takım savaşacaktı; Rusya Hücresi, ABD Hücresi, Pasifik Ülkeleri Hücresi, Çin Hücresi ve Gri Hücre (“diğer herkes”den oluşan grup). Belirlenen senaryo üzerinden oyunun oynanması konusunda Obama yönetiminin de izni sağlandı ve tarih olarak 17-18 Mart 2009 günleri belirlendi. Oyunun zaman temeli yakın gelecekteki 2012 yılı olacaktı.
2. Bölüm: Finans Savaşı
Mümkün olduğunca geleneksellikten kaçınılmasını, belden aşağı vuruşların bolca yapılmasını, ABD’ye finansal bir Pearl Harbor yaşatacak hamlelerin gerçekleştirilmesini istiyordum. Bunu, ekonomik gidişattan ve finansal bir saldırıya karşı savunmasız olmamızdan kaygı duyan bir Amerikalı olarak istiyordum çünkü gerçek dünyada ciddi bir yenilgi yaşanmadan önce oyun ortamında bu yenilginin yaşanması, Savunma Bakanlığı ile istihbarat camiasının gözünün açılması anlamında en iyi yol gibi görünüyordu.
Takımların (ben Çin takımındaydım) birbirlerini köşeye sıkıştırmak için canla başla çalıştığı bu savaş oyununda bakın neler yaşandı:
ABD’nin, dolara dayalı ticaret sisteminde ipleri elinde tutmak için üstün pozisyonunu sürekli istismar etmesinden usanan Rusya, Japonya ile giriştiği uzun vadeli bir ticaret anlaşması müzakeresinde, bundan böyle gerçekleştireceği doğal kaynak ihracatının karşılığında ödemenin altını esas alan yeni bir para birimiyle yapılması önerisini öne sürdü. Dolar devre dışı bırakılacaktı. Mamul madde ihracatçısı Çin de açılan bu cepheye davet edildi. Çin’in yeni para sistemine dayanak teşkil edecek altın havuzunda pay sahibi olabilmesi için dolarlarını satıp altın alması gerekecekti, tereddütlüydü çünkü altın fiyatı çok artmıştı ve bu hamlenin başında tepkisizliği seçti. Ancak sonrasında yüksek fiyatın cazibesine kapılarak döviz portföyünü Euro ile çeşitlendirmek adına altınlarını Rusya’ya sattı. Rusya da, bu alış verişin sonunda büyük miktarda altın stokuna sahip hale geldiğini dünyaya duyurdu (Tesadüfe bakınız ki, bu oyunu oynadığımız günün ertesinde gazeteler, Putin’in doların devreden çıkarılması için altın da dâhil, maddi mallarla desteklenen bir alternatif rezerv para birimi arayışı içinde olduğunu yazdı).
Bu arada, K. Kore’deki bir ekonomik çöküşle bağlantılı jeopolitik ve insani sorunlar senaryoya eklendi. Ardından Tayvan’da bağımsızlık yanlısı bir adayın seçilmesi ve bunun Çin’le yarattığı gerilimler gündeme girdi.
Bu olayların yarattığı ekonomik ve finansal sorunlar karşısında Amerikan takımındaki akademisyenler, düşünce kuruluşları üyeleri ve piyasa deneyiminden yoksun subayların yetersizliği giderek belirgin hale geliyordu.
Gri Hücre farklı bir hamle yaparak temposu düşmeye başlayan oyuna yeni bir boyut kattı; Japonya sahil Güvenliği, K. Kore tarafından mükemmele yakın ustalıkla basılmış sahte yüz dolarlık banknotlardan oluşan büyük bir sevkiyatı ele geçirmişti. Bunun öncesinin de olduğu ortaya çıkmış, İsviçre bankalarının dolandırıldığı anlaşılmış, yurt dışında tutulan ve çoğunluğu yüz dolarlık banknotların oluşturduğu servetlerin sahipleri titremeye başlamıştı. Neticede ABD parasının değerine koyu gölgeler düştü ve piyasalarda itibari değerinin altındaki fiyatlardan işlem görmeye başladı.
Bu vaka çalışması sonucunda ABD, ciddi biçimde ulusal güç kaybına uğradı. Bunun nedeni, kısmen Rusya’nın dolara yönelik saldırısıydı. Ama aynı zamanda da Doğu Asya, bir Çin-Japon bloğu etrafında birleşmiş, bu birleşme bölgenin tümünü içine alacak şekilde genişlemiş ve Birleşik Devletleri dışlayarak dış ticaret ve sermaye akımları konusunda temel kararları veremeyecek duruma düşürecek bir koalisyon oluşmuştu. Çin en az şeyi yaparak en çok puan alan ülke olurken, Rusya ve Doğu Asya bir miktar para kazandı.
Oyun bir bakıma amacına ulaşmış ve ordu, olası ekonomik felaketler konusunda yeni bir anlayış kazanmıştı.
Mart 2009’da henüz hiç kimse “kur savaşı” tabirini kullanmıyordu ama bu savaş başlamıştı bile. FED’in Kasım 2008’de, amaçlarından biri de döviz piyasalarında doları zayıflatmak olan niceliksel gevşeme programı bunun kanıtıydı. Bu tedbirlerin, batmaması gerekecek kadar büyümüş şirketlerin kurtarılması bakımından olsun, ABD’nin ihracatına destek bakımından olsun anlayışla karşılanması mümkündü. Ancak işin zor yanı, Çin, Rusya S. Arabistan gibi ihracatçıların kendi çıkarlarını fiyat yükselterek veya ABD doları cinsinden menkul kıymetlerden kaçarak korumaya çalışmaları halinde bunun ardından ne olacağını kestirmekti. Gerçek savaş o zaman hareketlenecekti. Oynanan savaş oyununun Pentagon açısından içerdiği derslerden biri, dolar topyekûn çökse de Birleşik Devletlerin son çare olarak başvuracağı muazzam miktarda altın rezerviyle neler yapabileceğini öğrenmesiydi. Bu stokların neredeyse tamamının banka kasaları yerine askeri üslerde bulundurulması ise ulusal servetle ulusal güvenliğin bağlantısını ifade ediyordu.
II. KISIM: KUR SAVAŞLARI
3. Bölüm: Altın Bir Çağ Üzerine Düşünceler
Bir ülkenin rekabetçi devalüasyonlar aracılığı ile diğerine karşı yürüttüğü kur savaşı uluslararası ekonomideki en yıkıcı ve en korkulan yaklaşımlardan biridir. Komşunun yoksullaştırılması anlamını taşır. ABD’nin, altınla bağlantısını kopartarak doları zayıflatma girişimleri nedeniyle petrolün dolar bazındaki fiyatının dört katına çıktığı 70’li yılları unutmayalım. Kur savaşından olumlu bir sonuç çıktığı görülmemiştir.
Uluslararası bir olgu olmakla birlikte, kur savaşlarını, yetersiz iç büyüme tahrik eder. Böylece işsizlik yükselir, bankacılık sektörü zayıflar, kamu finansmanı bozulur sonuçta devalüe edilen para birimi aracılığı ile büyüme motorunun ihracatla hareketlendirme yoluna girilir. Başlangıçta cazip görülen bu yol, ihraç ettiği ürünlerdeki ithal girdilerin fiyatını artıracağından parasını ucuzlatan (devalüasyon yapan) ülkeleri zarara uğratabilir. Daha kötüsü, uluslararası ekonomiyi, kısasa kısas rekabetçi devalüasyonlar sarmalına sokabilir. Euro’nun 1,40 dolardan 1,10 dolara düşürüldüğünü düşünelim. Böylece kendisine şık bir Alman arabası edinme fırsatı doğan Amerikalı tüketici memnun olacaktır ama yerli otomobil sektörünü ayakta tutmaya çalışan ABD hükümeti hiç memnun olmayacak ve karşı tedbirler alarak Euro’yu tekrar yukarıya itmeye çalışacaktır. Dolar satıp Euro alarak döviz piyasalarına doğrudan müdahale etmek, faizleri düşürmek (doların cazibesini azaltmak için) veya para basmak gibi önlemler doların değerini düşürür. Kısacası ABD gibi güçlü bir rakip kendi devalüasyonun yapmaya karar verirse bunu yapmaya muktedirdir ve sonuçları herkesi etkiler ama hiçbir tarafa kalıcı bir yarar sağlamaz. Yetmezse daha pervasız önlemler de alabilir; örneğin telafi edici gümrük vergileri, ambargolar, dış ticaret serbestisine konulabilecek gizli veya açık engeller vs. Böylesi korumacı tedbirler, inovasyonun motoru rekabetçiliğe de zarar verir. Bu yolun sonu küresel durgunluğa çıkar ve herkes zarar görür.
Yakın geçmişte Çin ve Japonya arasında çarpıcı bir kur savaşı yaşandı. Eylül 2010’da Çin’e ait bir trol teknesi, Japonya’nın da hak iddia ettiği sularda bir sahil koruma devriye teknesine çarptı. Japonlar trol kaptanını tutukladı. Çin olayı protesto edip derhal iade ve özür talep etti. İstediği gerçekleşmeyince de, Japonya’ya yaptığı tüm nadir maden ihracatını durdurdu. Bu madenler elektronik malzeme ve hibrid otomobillerin imalatında, diğer ileri ve çevre dostu teknoloji uygulamalarında can alıcı bir girdiydi ve piyasası neredeyse bütünüyle Çin tarafından kontrol ediliyordu. Japon imalatçıları felce uğradı. Bunun üzerine Japonya, uluslararası piyasalarda yen’in değerini aniden düşürerek karşı saldırıya geçti. Çin malları Japonya’da pahalılaştı, yerini Endonezya ve Vietnam gibi daha düşük maliyetli üreticilerin malları aldı. Bu çekişmenin, araya giren küçük oyuncular dışında kimseye bir faydası olmadığı birkaç hafta içinde anlaşıldı. Japonya formalite icabı bir özür mektubu verdi, kaptanı iade etti. Çin de nadir madde akışını kaldığı yerden devam ettirdi. Yen güçlenmeye başladı. Daha kötü bir sonuçtan şimdilik kaçınılmıştı ama dersler alınmış, kılıçlar bilenmişti.
Yirminci yüzyıla iki büyük kur savaşı damga vurmuştur. Birincisi, yakından ilişkili olduğu Büyük Bunalımı içeren süre boyunca, 1921 ile 1936 yılları arasında cereyan etmiştir. İkincisi ise 1967 ve 1987 yılları arasında yaşandı ve neyse ki bir askeri çatışmaya dönüşmeden Plaza (1985) ve Louvre (1987) anlaşmalarıyla sonlandırıldı. Anlayışımızı derinleştirmek amacıyla şimdi biraz tarihe bakalım.
Klasik Altın Standardı – 1870 ile 1914 Dönemi
Altın, M.Ö altıncı yüzyılın Lidya’sından (Türkiye) başlayarak uluslararası para birimi olma işleviyle hizmet etmiştir. Altın standardı, gerçek altın sikkelerin kullanımından, çeşitli miktarlardaki altın ile desteklenen kâğıt para kullanımına kadar her şeyi içerebilir. Tarihsel olarak altının kâğıt parayı destekleme oranı % 20 ile % 100 arasında değişmiştir.
1870 ile 1914 yılları arasındaki altın standardı, yirminci yüzyıldaki halefleri gibi uluslararası bir konferansta tasarlanmamış, çok uluslu bir teşkilat tarafından yukarıdan aşağıya dayatılmamıştı. Standardı uygulayan ülkeler topluluğu, daha çok, gönüllülük temelinde katılımda bulunulan bir kulüp görünümündeydi. Büyük ülkelerin tümü değilse de çoğunluğundan oluşan üyeler, yazılı bir kural kitabı olmamasına rağmen oyunun iyi bilinen kurallarına uygun davranıyordu. Bu dönemde enflasyon neredeyse hiç olmadı, döviz kurları istikrarlıydı, özel sektörün uluslararası para sistemine duyduğu güven yüksekti, işsizlik oldukça düşüktü ve nihayet piyasalarda öngörülebilirlik vardı.
Klâsik altın standardının cazibesi basitliğinden kaynaklanıyordu (bu süreç boyunca ABD’nin bir merkez bankası yoktu). Kulübe katılan bir ülke, yalnızca kâğıt parasının belirli bir altın miktarı değerinde olduğunu açıklıyor ve sonra bir diğer üyeden herhangi bir miktarda altını bu para birimi karşılığında alıp satabiliyordu. Böylece çeşitli para birimleri altın üzerinden birbirlerine bağlanmış oluyordu. Klâsik altın standardı 1914 ile 1918 yılları arasındaki 1. Dünya Savaşı öncesinde bir refah döneminin somut örneği oldu. Ancak 1920’li yıllarda görülen, savaş öncesi altın fiyatını kullanma çabaları büyük bir borç yığını oluşturdu. Altın değişim standardını deflasyonist bir yıkıcı güce dönüştüren politik gaflar da buna eklenince başarısızlık kaçınılmaz hale geldi. Dünya 1914’den bu yana uluslararası finansta saf bir altın standardı işleyişini bir daha görmemiştir.
Federal Reserve’in Kuruluşu – 1907 – 1913 Yılları Arası
ABD’de bir Merkez Bankası kurulmasının habercileri 1906 yılında yaşanan büyük San Francisco depremi ile sonrasında oluşan büyük kayıplar ve 1907 yılında yaşanan finansal panik olaylarıydı. Knickerbocker Trust’ın (New York merkezli, dönemin en büyük ABD bankalarından biri) batması, borsanın çöküşüne, bankaya hücum olaylarına ve büyük ölçekli bir likidite krizine yol açmış, bir bütün olarak finans sisteminin istikrarını tehdit etmişti. J.P Morgan öncülüğünde organize edilen özel bir finansal kurtarma operasyonu sayesinde kriz yatıştırıldı ama böyle durumlarda son başvuru mercii olarak sınırsız kredi verebilecek bir merkez bankasının gerekliliği ortaya çıktı ki bu fikre o güne kadar soğuk bakılıyordu. Aralık 1913’de kabul edilip Kasım 1914’de yürürlüğe giren yasaya göre, yeni kuruluşun adı Merkez Bankası değil, Federal Reserve olacaktı. Sistem tek bir kuruluştan ibaret olmayacak, üyeleri bankerler tarafından değil, Başkan tarafından seçilen ve Senato tarafından onaylanan Yönetim Kurulu’nun yönetimindeki bölgesel rezerv bankalarından oluşacaktı. Sistem demokratik gibi gözükse de ABD finans merkezinin New York olması nedeniyle, açık piyasa işlemleriyle yürütülen fiili para politikasına New York Federal Reserve Bank hükmedecekti. Bu bankayı da politikacılar tarafından değil, büyük New York bankalarından oluşan hissedarlarca seçilen bir Yönetim Kurulu ve Başkan yönetecekti. Durumun özeti, “FED içinde FED” idi. Bu yönetim biçimi 1930’larda değiştirildi ve merkezi yetki Washington DC’deki Federal Reserve Başkanlar Kurulu’na verildi. Sistem günümüze kadar geldi, tabi içindeki New York Federal Reserve ve Morgan’ın ağırlığı hep hissedildi.
I. Dünya Savaşı ve Versailles Anlaşması – 1914 – 1919 Yılları Arası
İngiltere ve Fransa, Paris Barış Konferansını, savaşın malî faturasını mağlup Almanya ve Avusturya’nın üzerine yıkma fırsatı olarak gördüler. Fransa’nın gözü, dünyadaki en büyük dördüncü stok olan Alman altınlarındaydı. Almanya’ya dayatılan ağır şartlar, bu ülkenin finansal tazminatları ödeme yeteneğini fena halde azaltıyordu. ABD’nin görüşü, tazminatın Almanya’nın ödeme gücü ile orantılı olması gerektiği yönündeydi. Öte yandan, İngiltere ve Fransa, Rusya’ya muazzam miktarlarda borç vermiş ve Rus Devriminden sonra bu borçlar temerrüde uğramıştı. Başı borçlarla dertte olan yalnızca Rusya değildi. Ruslardan alacaklı olan Fransa ve İngiltere ile İtalya da, ABD’ye olan borçlarını ödeyemiyordu. Tüm kredi ve dış ticaret mekanizmaları donmuştu. Bu donukluğu gidermenin yolu, ya malî gücü her ülkeden daha yüksek olan ABD’nin yeni krediler vererek büyümeyi desteklemesi, ya da tüm borçların affedilmesi ve oyuna yeniden başlanması biçiminde belirginleşmeye başlamıştı.
İlerleyen pazarlık sürecinde, İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği güçlü konumdakiler, başta Almanya olmak üzere zayıf konumda olanları cezaî tazminat ödemeye razı etti. Sıra tazminatın miktarını saptamaya gelince, işin ne denli karmaşık olduğu ortaya çıktı. Sonunda Versailles Anlaşmasında kesin bir tazminat miktarı belirlenemedi. Bunun hem teknik, hem siyasi olarak olanaksız olduğu anlaşıldı. Konu uzman heyetlere havale edildi. Tazminatlar sonraki on beş yıl boyunca uluslararası finans sistemine ayak bağı olacaktı. 1921 yılına gelindiğinde ortam ilk modern kur savaşı için hazırdı.
4. Bölüm: 1. Kur Savaşı (1921-1936)
Birinci dünya savaşı öncesinde çoğu büyük ekonomi, banknotların altınla sabit bir ilişki içinde olduğu gerçek bir altın standardına sahipti. Bu yüzden hem kâğıt hem de altın paralar birbirlerine serbestçe dönüştürülebiliyor, birlikte dolaşımda bulunuyordu. Savaşın başlamasıyla çatışmaları finanse etmek için para basma ihtiyacı ağır basınca altın standartları bir kenara itildi. 1921-1936 dönemi 1. Kur Savaşını bu ön bilgiyi hafızalarda tutarak değerlendirmeliyiz.
1936 yılında sonuçsuz biçimde sona eren 1. Kur Savaşının ilk hamlesini Almanya yaptı. Enflasyon yoluyla parasının değerini düşürerek rekabet gücünün artırılması plânlanmıştı ama savaş tazminatlarının yüküyle zayıflayan ekonomi yüzünden enflasyon kontrol dışına çıktı, hiper boyutlara ulaştı. 1925 yılında Fransa Frank’ı devalüe ederek İngiltere ve ABD’ye karşı ihracat üstünlüğü elde etti. İngiltere durumla başa çıkabilmek için çareyi 1931 yılında altın standardından ayrılmakta buldu ve 1925’de Fransa’ya kaptırdığı üstünlüğü yeniden ele geçirdi. 1933’de bir benzerini ABD yaptı, parasının değerini altına karşı devalüe ederek İngiltere’ye karşı üstünlük kazanma hamlesini gerçekleştirdi. Sıra tekrar İngiltere ve Fransa’ya gelmişti. Onlar da paralarını yeniden devalüe ettiler. Fransa 1936 yılında altın standardından ayrıldı. Arka akaya yapılan devalüasyonlar ve düşülen temerrütler nedeniyle dünyanın en büyük ekonomileri dibe vurdu, dış ticarette muazzam aksamalar meydana geldi, üretim kayıpları ve servet kayıpları yaşandı. Bu hikâye günümüz için bir uyarıdır. Şimdi 1922 yılına geri dönelim.
Savaş sırasında büyük ekonomik kargaşa yaşanmıştı. Weimar hiperenflasyonunun kontrolden çıktığı yıl olan 1922 ilkbaharında büyük sanayi ülkeleri, ekonomilerini düşülen berbat durumdan çıkarmak için Cenevre’de toplanmaya karar verdiler. Gündemin başında, savaş öncesinden beri ilk kez değerlendirilecek bir konu vardı: Altın standardına geri dönüş! Görüşmeler sonunda ortaya, klâsik altın standardından önemli farklılıkları olan yeni bir altın değişim standardı çıktı. Katılan ülkeler, merkez bankası rezervlerinin yalnızca altınla değil, diğer ülkelerin para birimleriyle de tutulabileceğini kabul ettiler; “altın değişim standardı” ifadesindeki “değişim” sözcüğü belirli döviz bakiyelerinin rezerv amacıyla altın gibi muamele göreceğini ifade ediyordu. Bu değişiklik, altın standardının yükünü ABD gibi büyük altın stokları olan ülkelere yüklemişti. ABD, doların altın cinsinden değerini ons başına 20,67 dolar oranında tutmakla yükümlüyken, diğer ülkeler rezerv olarak altını temsilen dolar da tutabilecekti. Yapılan değişiklikler sonucu kâğıt para “altın kadar değerli” olmayı sürdürecek ama altın serbestçe tedavül edemeyecek, merkez bankası kasalarına girerek gözden kaybolacaktı.
Değiştirilmiş altın standardına dönülmesine rağmen kur savaşları devam etti, üstelik hız kazandı. Yeni altın sistemindeki kusurlar, neredeyse sistem benimsenir benimsenmez ortaya çıkmaya başladı. Bunlardan en açık olanı ihracat fazlası veren ülkelerin biriktirdiği büyük miktarlardaki dövizden kaynaklanan istikrarsızlıktı, bunu açık veren ülkelerin beklenmedik altın talepleri izledi. Altın yönetimi konusunda merkez bankaları arasında, özellikle emisyon arzı ve faiz politikalarının uygulanışı konularında yaşanan koordinasyonsuzluk da “oyunun kurallarına” göre oynanmasının önünde engel teşkil ediyordu. Sistem yumuşak ve tedrici ayarlamalar yerine hızla paniğe dönüşebilecek sert ve istikrar bozucu sallantılara açıktı. Bir önemli kusur da, yeni standardın dayanağı olarak altının dolara sabitlendiği fiyatla ilgiliydi. Savaşın yarattığı finansman ihtiyacı para basımını azdırmış, altı arzı, banknot arzının çok altında kalmıştı. Dahası, var olan altın, artan biçimde ABD’ne akmış, Avrupa’da görece daha az altın kalmıştı. Piyasalar istikrarsızlaştıkça, yabancı alacaklılar ellerindeki banknotları altına dönüştürüp başta ABD olmak üzere güvenli limanlara götürüyordu. Sterlinin değerlenmesi sonucu ihracatı iyice azalan İngiltere’de açıklar büyüdükçe bankalara hücum baş gösterdi. Bankaları batma tehlikesiyle karşılaşan ülke 1931’de altın standardına veda etti.
ABD ise 1929 yılına kadar dünyanın kreditörü durumundaydı ve yeni endüstriler geliştirerek istikrarlı bir dönem yaşadı. Ne var ki ülkede tekelleşme yoğundu ve ekonominin %50’den fazlası, 200 kadar holding tarafından kontrol ediliyordu. Bu da tek bir holdingin bile iflasının ekonomiyi sarsmaya yetebileceğini gösteriyordu. Bankacılık yasalarının ve diğer mevzuatın yetersizliği, piyasaları spekülasyonlara karşı çok korumasız bırakıyordu. 1929 yılına kadar risk iştahıyla sürekli yükselen borsa üst üste binen birçok nedenden dolayı 3 Ekim tarihinde sert bir düşüş yaşadı. Arkasından panik geldi ve Büyük Bunalıma girilmiş oldu.
Başta Sterlin olmak üzere diğer para birimlerinin 1931’de dolar karşısında değer kaybetmesi küresel deflasyon ve bunalımın yükünü doğrudan ABD’ye yükledi. 1932, Büyük Bunalımın ABD’yi en çok vurduğu yıl oldu. İşsizlik %20’lere yükseldi, yatırım, üretim durma noktasına geldi, bankalara hücum sonucu birçok banka battı. Başkan Roosevelt kısa bir süre için bankaları tatil etmek zorunda kaldı. Bu arada güven arttırıcı tedbirler alındı, görece sağlam bankalar yeniden açıldı, çürükler devre dışı kaldı. Bankacılık krizi nispeten hafiflemiş olsa da kapıda bir başka tehlike bekliyordu. O da, döviz kuru kanalıyla dünyanın her yerinden ABD’ye ithal edilen deflasyon sorunuydu. 1. Kur Savaşı artık Beyaz Saray’ın eşiğine gelmişti. Altından ayrılarak devalüasyona giden ülkeler, bu yolla ucuzlatılmış mallarını ABD’nin burnuna dayayınca, ABD de rekabet gücünü koruyabilmek için maliyetlerini düşürmenin yollarını aramaya başladı. Bu arayış, önce işçi ücretlerinde indirim ardında işçi çıkarmalara dönüştü. Sonuçta Roosevelt diğer kâğıt paralara karşı devalüasyonlara gitmek yerine nihai para olan altına karşı devalüasyona gitmeye karar verdi. Sorun şuradaydı; altının fiyatını ons başına 20,67 dolardan, söz gelimi 30 dolara yükseltse, bu bir anda altın stokçularına haksız zenginleşme kapılarını açacaktı. O ise bu kazancın hazineye kalmasını istiyordu. Başkan, özel ellerdeki altını 20,67 dolardan satın alarak altın üretimini, dolaşımını, ihracatını kamulaştırmak anlamına gelecek tedbirleri yürürlüğe soktu. Ellerindeki altını FED’e teslim etmeyenlere çok ağır cezalar getirdi. Böylece ABD’nin altın stokları önemli miktarda arttı. Bundan sonra serbest piyasadan daha fazla altın alarak altın fiyatlarını yavaş yavaş yükseltti, böylece doları devalüe etmiş oldu. Geçen süre içinde alınan bir dizi tedbir ve dünya ekonomisinde ağırlığı olan ülkelerin deflasyondan kurtulmak için para birimlerinin altın karşısında daha kalıcı biçimde ucuzlaştırıp sabitlemesi fikri genel kabul görmeye başladı. Bu çerçevede uluslararası işlemlerde kullanılacak yeni altın fiyatı ons başına 35 dolar olarak belirlendi. Paritelerin korunacağına dair güvenceler işe yaradı ve devalüasyon dalgaları duruldu, kısmi bir istikrar dönemine kavuşuldu. Ancak gerekenin çok azının, gerekenden çok geç yapılması başka jeopolitik gelişmelere yol açmıştı.
Bir örnek: Versailles savaş tazminatları ve Weimar hiperenflasyonunun neden olduğu yıkım Almanya’da Nazi partisinin yükselişine ve 1933 başında iktidara gelmesine yol açtı. Japonya’da ise askeri bir klik hükümeti ele geçirmiş, Doğu Asya’da bir dizi işgallere ve fethe başlamıştı. 1942’ye gelindiğinde dünyanın büyük kısmı II. Dünya Savaşının içindeydi. 1. Dünya Savaşından kalan borçlar ve tazminatlar yüzünden yapılan devalüasyonlar, bunlara bağlı mücadeleler unutulmuştu.
Süreç içerisinde yaşanan ekonomik dengesizliklerin, altın standardı yüzünden meydana geldiğini savunan çok sayıda iktisatçı bulunuyor. Ancak sorunun bizzat altından mı yoksa altının fiyatından mı kaynaklandığını sorgulamak gerekmiyor mu? Değerinin altındaki para birimlerinin, yanlış yönlendirilmiş faiz oranı politikalarının, sistemin çökmesinde ne denli etkili olduğunu hiç mi soruşturmayacağız? En azından geriye dönüp baktığımızda 1925’te ons başına 50 dolara denk gelecek daha gerçekçi bir altın fiyatının, daha az deflasyonist olacağını söylemek mümkündür. Bunu asla tam olarak bilemeyeceğiz ama 1936’dan sonra olanlar bir kur savaşının devamı değil, tarihin en kanlı gerçek savaşıydı.
5. Bölüm: II. Kur Savaşı (1967-1987)
İkinci Dünya Savaşı hız keserken ABD ve İngiltere öncülüğündeki büyük güçler yeni bir dünya parası düzeni arayışına girdiler. Bu doğrultuda Temmuz 1944’de düzenlenen Bretton Woods Konferansında, para sistemini şekillendirecek bir dizi kural ve kurum oluşturuldu (1944’de kurulup 1947’de faaliyete geçen IMF bunlardan biriydi). 1944’den 1973 yılına kadar yaşanan Bretton Woods sürecinde, parasal istikrar, düşük enflasyon, düşük işsizlik ve yüksek büyüme yaşandı, gerçek gelirler arttı.
Para sisteminin esası, ons başına 35 dolar hesabıyla altının serbestçe dolara dönüştürülebilmesi olanağı idi. Diğer para birimleri ise ABD doları karşısında belirtilen sabit kurlarla dolaylı biçimde altına bağlanıyordu. Dış ticaret açığına düşen belirli ülkelere IMF tarafından kısa vadeli kredi ve devalüasyon izni verilebilecekti. Konferans her ne kadar uluslararası nitelik taşısa da kuralların Washington tarafından dikte edildiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
II. Kur Savaşının çıkışını, Vietnam savaşının ABD ekonomisine yüklediği yüksek maliyetler ile ilişkilendirebiliriz. Başlangıçta ABD’nin gücü hem silaha (Vietnam Savaşı) hem tereyağına (yoksullukla mücadeleyi de içeren “Büyük Toplum” sosyal projeleri) yetecekmiş gibi görünüyordu ama öyle olmadı. Ülkenin bütçe ve dış ticaret açıkları, buna bağlı olarak enflasyonu aldı başını gitti, dolar çöküyordu.
Bu arada, dolar kadar değilse bile yine de önemli bir rezerv parası olan Sterlin’de de istikrarsızlıklar oluşmaya başlamıştı. İngiltere dışındaki ülkelerde tutulan Sterlin rezervleri yükselmiş, ülkenin merkez bankasında bu rezervleri dengeleyecek dolar ve altın miktarı konusunda sıkıntı baş göstermişti. Sterlin sahiplerinin paraları karşılığında topluca altın veya dolar talep etmeleri halinde ülkede bir bankaya hücum paniği yaşanabilirdi. İngiltere’de enflasyon ve işsizlik yükselişteydi ve Sterlin satış baskısı altındaydı. Çaresiz dolara karşı % 14,3’lük bir devalüasyona gidildi (Kasım 1967). İngiltere bile devalüasyon yapabiliyorsa diğerleri de yapabilirdi, en sağlamı altındı. İyi ama herkes parasının değeri düşmeden altına dönmek isterse altının fiyatı nasıl 35 dolarda tutulacaktı, altın stokları talebi karşılamaya yetecek miydi? Artan altın talebini karşılayacak maden sahibi ülkelerin başında Güney Afrika ve SSCB geliyordu. Özgür dünya ise,berbat bir ırkçı rejime sahip Güney Afrika’yı ve komünist SSCB’yi zenginleştirme fikrinden çok rahatsız oluyordu.
Dolara dayalı sisteme kafa tutan Fransa, önce NATO’dan, bir yıl sonra Haziran 1967’de altın havuzundan çekildiğini dünyaya duyurdu. Bu da denizaşırı ülkelerdeki dolar hamillerinden gelen altın taleplerini yaygınlaştırdı. Mart 1968’e gelindiğinde havuzdan saatte 30 ton altın çıkışı başlamıştı, Londra Altın Havuzu çöküyordu.
Bu karışık ortamda, altın arzının, hızla yükselen dünya ticaret hacmini destekleyemeyecek kadar az olduğunu savunan da vardı, sorunun altın miktarında değil fiyatında olduğunu savunan da. Altının ons’u 35 dolardan 100 dolara yükseltilse belki sorun çözülecekti. “Altın yetersizliği” meselesi 1969 yılında IMF’nin gündemine girdi ve SDR (Özel Çekme Hakkı) adı verilen yeni bir uluslararası para biçimi yaratıldı. SDR, ödemeler dengesi açıklarını tıpkı altın veya döviz rezervleriyle aynı şekilde dengeleyecek bir varlığı temsil ediyordu, bu nedenle “kâğıt altın” unvanını aldı.
Yukarıda değinilen nedenlerle 1967 ile 1971 arasındaki dönem uluslararası para ilişkilerinde bir kargaşa ve belirsizlik dönemiydi. Bunun üstüne bir de dünyanın önde gelen ekonomilerindeki öğrenci ayaklanmaları, işçi protestoları, savaş karşıtı gösteriler, cinsel devrim, Prag Baharı, Kültür Devrimi, termonükleer savaş korkusu, hızlı teknolojik gelişmeler gibi alışık olunmadık sosyolojik, psikolojik olgular eklendi. Dünya kıpır kıpır oynayan bir zemindeydi.
Aynı dönemlerde ABD de dış ticaret açıkları ve parasal gevşekliğin yarattığı sorunlarla boğuşmaktaydı. 15 Ağustos 1971’de Başkan Nixon ücret ve fiyat kontrolleri, ithalata % 10 ek vergi ve altın penceresinin kapanışını içeren Yeni Ekonomik Politikasını ilân etti, 1944 Bretton Woods altın standardı çöpe gitmişti! Yeni Ekonomi Politikası, doların altına karşı devalüe edilmesi anlamını taşıyordu. % 10’luk ek gümrük vergisi ise düpedüz GATT kurallarına aykırıydı ve misilleme getirebilirdi. ABD, ödemeler dengesi düzeldiğinde ek verginin kaldırılacağını söylemekle yetindi. Ticari ortaklar, ABD’ye yaptıkları ihracatın zorlaşacak olması, bunun da kendi ülkelerinde işten çıkarmalara yol açacağı endişelerine rağmen fazla ses çıkaramadılar.
Süreç içeresinde yürütülen müzakereler neticesinde dolar altına karşı %9 ve önemli para birimlerine karşı %3 ile %8 arasında devalüe edildi. Altının da hesaba katılmasıyla diğer paralar dolar karşısında toplam %11 ile %17 arasında değer kazanmış oldu. Diğer ülkeler yeni pariteleri +/- % 2,25’lik bir bant içinde tutmayı, ABD’de %10’luk ek vergiyi kaldırmayı kabul etti.
Bu değişikliklerin ABD’nin ithalatını azaltmasına, ihracatını yükseltmesine faydası olacağı bekleniyordu ama beklenti kısa süre sonra yok oldu, ülke kendini kötü bir durgunluğun içinde buldu. İngiltere’de yeni bir devalüasyon yaşandı, görece daha güvenli paralar olan Alman Markına ve İsviçre Frank’ına hücum başladı. Önemli para birimlerinin tümünü dalgalı kur sistemine geçirmek dışında yol kalmamıştı. IMF nihayet 1973’de Bretton Woods sisteminin çöktüğünü açıklayarak altının uluslararası finanstaki rolünü resmen sona erdirdi ve para birimi değerlerini hükümetlerin ve piyasaların istediği düzeyde birbirleri karşısında dalgalanmaya bıraktı. Bir para dönemi bitmiş şimdi bir yenisi başlamıştı ama kur savaşı henüz sona ermemişti.
Kral Doların Geri Dönüşü
ABD, Nixon kararlarından beklenen canlanma yerine 1973-1981 yılları arasında üç durgunluk geçirdi. 1977-1981 yılları arasında doların toplam alım gücünde %50’lik bir düşüş oldu. 1973-1975 durgunluğu sırasında petrol fiyatları dörde katlandı, 1979’da ise bu yükselmiş düzey, bir daha ikiye katlandı. Altının 1971’deki 40,80 dolarlık yıllık ortalama ons düzeyi 1980’de bir ara 850 dolara yükseldi, yıl ortalaması 612,50 olarak gerçekleşti.
Çoğu kişiye göre dünya çıldırmıştı. ABD’de ortaya çıkan yüksek enflasyon, durgun büyümenin benzeri görülmemiş bileşimini ifade eden “stagflasyon” sözcüğü bu vesileyle sözlüğümüze eklenmiş oldu. Dolara olan güven kaybının telafisi için yeni bir liderlik ve şok tedbirler gerekiyordu. Reagan dönemindeki FED Başkanı P. Volcker 1981’de federal fonların faiz oranını %11,2’den %20’ye çıkardı. Şok işe yaradı. 1980’de %12,5 olan enflasyon 1986’da %1,1’e kadar geriledi, altının onsu da 317,26 dolar düzeyine düştü. Dolar geri gelmişti.
ABD ekonomisinin canlandırılması tedbirleri arasında Reagan döneminin düşük vergi uygulamaları da vardır, bu sayede güçlü bir büyüme dönemine girildi. Kuvvetlenen dolar sayesinde ucuzlayan Alman otomobilleri ve Japon elektronik eşyaları piyasayı istila edince Amerikan sanayicilerinden koruma feryatları, doların devalüe edilmesi gereğine ilişkin sesler yükseldi. Ama artık terk edilecek herhangi bir sabit kur veya altın paritesi olmadığına göre devalüasyon nasıl yapılacaktı? Merkez bankaları bir araya gelerek bir plân hazırladılar. 1985 Plaza Anlaşması olarak bilinen bu plân çerçevesinde dolara, 1985-1988 döneminde Fransız Frank’ına karşı %40’ın üzerinde, Japon Yenine karşı %50, ve Alman Markı karşısında %20 değer kaybettirildi. Sonuç hayal kırıklığı idi. işsizlik ve enflasyon arttı. Anlaşılan devalüasyonlar ve kur savaşları vaat edilen büyümeyi ve iş olanaklarını yaratmıyor ama kesin olarak enflasyon yaratıyordu.
6. Bölüm: III. Kur Savaşı (2010 – )
Üçüncü kur savaşının süper güçleri dolar, euro ve yuandır. Japon Yen’i, İsviçre Frank’ı ve Sterlin gibi diğer para birimlerini yok saymıyoruz ama küresel GSYH’nin neredeyse %60’ına ulaşan birleşik GSYH’leri ile ABD, AB ve Çin ekonomilerinin paraları diğer birimleri çevrede bırakıyor.
Bu dönemde kur savaşları küresel olarak yaşanıyor; bankalar, traderler, politikacılar, otomatik sistemler, tüm büyük finans merkezlerinde aynı anda 24 saat boyunca savaş veriyor, ekonomilerin ve etkilenen vatandaşların kaderi muallâkta kalıyor. Günümüzde kur savaşları, para birimini ulusal olarak ihraç edenlerle sınırlı değil. Devrede, IMF, Dünya Bankası, Uluslararası Ödemeler Bankası ve Birleşmiş Milletler ’in yanı sıra hedge fonları, küresel şirketler ve süper zenginlerin özel ofisleri gibi oyuncular da var. Bu özel kuruluşların, spekülatör, hedge erbabı ya da manipülatör olarak para birimleri üzerinde onları ihraç edenler kadar etkisi var. Bugünlerde, politikacılara dolaylı baskı yapabilecek trilyonlarca doları olan hedge fonları ile birlikte yaşıyoruz.
Üçüncü kur savaşının birincisi gibi trajik biçimde mi sona ereceğini, yoksa ikincisi gibi yumuşak iniş yapacak şekilde mi yönetileceğini bilmiyoruz. Bildiğimiz şu ki, ulusal ekonomilerin para basımının ve türevler aracılığı ile kaldıraç kullanımının 1980’lerden sonra gösterdiği hızlı büyüme nedeniyle bu savaş küresel ve muazzam ölçekte olacak. Bugün risk para birimlerinin birbirleri karşısında devalüe edilmesinde ya da altın fiyatının artmasından ibaret değil. Bugün bizzat para sisteminin güven kaybı nedeniyle çökmesi ve güçlü varlıklara kitlesel kaçış riski ile de karşı karşıyayız. Şimdi bu savaşın cephelerine bakalım;
Pasifik Cephesi
Bu cephede dolar ve yuan bulunur. Çin’in kabuğundan çıkıp bir ihracat devi haline gelmesinden önce bu ülkede öncelik, alt yapının geliştirilmesi maksadıyla ucuz ithalat odaklıydı. Sonra ihracata yöneliş oldu. Çin 1983 – 1994 döneminde ihracatını yükseltebilmek için arka arkaya yaptığı devalüasyonlarla parasının değerini dolar karşısında 2,8 yuandan 8,7 yuana kadar indirdi. Durumun yarattığı haksız rekabet ortamı, ABD hazinesinin Çin’i bir para manipülatörü olarak damgalamasına neden oldu. 1997’ye gelindiğinde yuan’ın değeri 8,28 dolara sabitlendi ve bu kur 2004’e kadar neredeyse hiç değişmedi. Çinli yöneticiler, ekonomik nedenlerle sosyal karışıklıklar çıkmasını engellemenin yolunun halk yığınlarına iş olanağı yaratılmasından geçtiğini öğrenmişlerdi (Tiananmen anıları ve yüz yılı aşan kaosun tarihsel hatıraları…) Bu da ancak ihracatla mümkündü, kur çıpası da bu amaca hizmet eden bir araçtı.
Uzun yıllar gergin geçen ABD-Çin ikili ticaret ve yatırım ilişkileri 2002’de bir üst seviyeye taşındı. Aradaki buzları eriten olay 11 Eylül saldırılarından sonra ABD öncülüğünde teröre karşı açılan küresel savaşa Çin’in güçlü destek vermesi oldu. Bu arada Çin kendi deflasyonunu kısmen de düzenli ve ucuz iş gücü arzı aracılığıyla dünyaya ihraç ediyor, FED başkanı Greenspan ise 2000’de patlayan teknoloji balonunun üzerine gelen 2001 durgunluğunu aşabilmek için düşük faiz uygulamalarını ısrarla sürdürüyordu. Bu düşük oranlar risksiz devlet tahvilleri ve bonolarının sağladığından daha yüksek getirilere ihtiyaç duyan kurumsal yatırımcıları getiri arttırma arayışına itti. 2002’den 2007’ye kadar sürecek büyük gayrimenkul balonu yoldaydı.
Greenspan’ın halefi Bernanke’de (Milton Friedman’dan esinle) deflasyondan kaçınmak için helikopterden yeni basılmış para atma fikrini destekleyecek yapıda bir başkandı. Deflasyon korkusu ABD’de 2002-2011 dönemine hâkim oldu. Onlara göre deflasyon bir düşman, Çin ise insana saygısızlık derecesinde düşük ücretler uygulayan, iş güvenliğiyle çevre kirliliğini umursamamasından kaynaklanan düşük üretim maliyetleri nedeniyle düşmanı besleyen bir manipülatör idi.
ABD, Çin ile yaptığı ticarette 1997 yılında 50 milyar dolar açık verirken bu açık 2006 yılında 234 milyar dolara fırladı. ABD açık verdikçe dolar basıyor, Çin ise ülkesine giren dolarları mas etmek için (kur çıpasını sabit tutmak maksadıyla) Yuan basıyordu. Görünüşte Çin, para politikalarını, taşeron olarak FED’e devretmişti. Öte yandan Çin elde ettiği dolarlarla sürekli ABD devlet tahvili alıyordu (2011 yılı itibariyle tahmini 950 milyar dolarlık bir birikimden bahsediyoruz) ve bunların düşük getirisinden memnun değildi. İki ülke trilyon dolarlık bir sarmala kilitlenmişti. Bu sarmal, kur savaşları kontrolden çıktığında iki tarafça da infilâk ettirilebilecek parasal bir barut fıçısından başka bir değildi.
ABD, Çin’e karşı verdiği dış ticaret açığının daha da yükselmemesi ve Çin Halk Bankasının (Merkez Bankası) dolar cinsinden muazzam miktarlarda varlık biriktirmesini yavaşlatmak için çok çaba harcadı. Bunun sonucunda, 1997 yılından beri dolar karşısında 8,28 civarında sabit kalan yuan, 2005-2011 arasında 6,40 düzeyine inerek Amerika’nın istediği gibi dolara karşı %17 oranında değerlenmiş oldu. Şüphesiz bu revalüasyon süreci pürüzsüz olmadı ama bir biçimde oldu. Fakat, tahviller sorunu olduğu gibi duruyor. Çin günün birinde tüm ABD tahvillerinin aynı anda geri ödenmesini talep ederse ABD altın stokları bir anda sıfırlanabilir, Çin gururla 9.000 ton altının üzerine oturabilir! Şimdi Çin savaş gemilerinin bu altın kargosunu Şanghay’a götürmek üzere New York limanına yanaştığını tasavvur edip (teorik olsa da bu olasılık mevcut) böyle bir sahnenin gerçek olabileceği üzerine biraz düşünelim… ABD halkının tehlikeden ne kadar haberdar olduğu da ayrı konu.
Bir de şu var; 1950’de ABD’nin 20.000 tonun üzerinde altın rezervi vardı. 1971’de Nixon altın penceresini kapattığında stok 9.000 tona kadar düşmüştü. Çin o tarihlerde ihracat konusunda bugünkü kadar yükselmiş olmadığı için ABD’nin 11.000 ton altını ihracat gücü yüksek ve ülkenin büyük dış ticaret açıkları verdiği Japonya ve Almanya gibi ülkelere gitti. ABD’nin çok borçlu bir ülke olması ciddi bir sorundur ama bu ülkenin para basma, borç alma ve olanaklarının üzerinde harcama yapma yeteneği konusunda hiçbir etkili denetimin olmayışı, dolara fazlasıyla dayalı dünya finans sistemi açısından daha da düşündürücü bir sorundur. Bu borçlanma ve harcama cümbüşü, Greenspan ve Bernanke dönemlerinde aşırı düşük faiz oranlarıyla teşvik görmeye devam etti. Çin ve ABD, dizginlerinden böylesine boşalmış bir ortamda III. Kur savaşına atıldılar.
Çin’in ihracat makinesi olması kendi başına bir amaç değil amaca yönelik bir araçtır. Gerçek amaç insanlarını iş sahibi yapabilmektir. Bu amaç da ABD’deki işsizliğin nedenlerinden biri olarak ortada durmaktadır. İktisatçılar istatistiksel olarak konuşmayı sevse de biz insanî olarak belirtelim; ABD’de işsizlikten etkilenen kişilerin sayısı 2009 itibariyle 25 milyondur. Gevşek para politikaları ve bunun sonucunda ortaya çıkan kredi kartıyla harcama coşkusu, yükselen konut fiyatları, artan hisse senedi fiyatları ve tüm talep sahiplerine verilen teminatsız konut kredileri bu insanî trajediyi bir süreliğine maskeledi. Bu sürdürülemez durumun müziği 2007 yılında aniden kesildi ve ABD 2008 paniğine sürüklendi. İşlerin bu noktalara gelmesinde, ABD’deki işsizliğin önemli nedenlerinden biri olan Çin’in kur politikaları da sorumluydu ve ABD’li politikacılar bunu yüksek sesle dile getirmeye başladılar. Ne var ki, orta yerde tahviller sorunu varken ABD’nin Çin ile girişeceği bir çatışmadan kazanacakları, kaybedebileceklerinden çok fazla gözükmüyordu. Üstelik Çin İran’ın en büyük petrol alıcısı idi ve nükleer silahlar konusundaki pürüzleri ABD lehinde veya aleyhinde etkileyebilecek konumdaydı. Çin ayrıca dünyanın en kapalı rejimi olan Kuzey Kore ile de çok yakın ekonomik ilişkiler içindeydi bu konuda da ABD çıkarları etkilenebilirdi. Kısacası, ulusal politikaların jeopolitik ve finansal yönleri, ayrılmaları mümkün olamayacak şekilde birbirinin içine geçmiş vaziyetteydi. 2011 baharına gelindiğinde kur savaşında Pasifik’teki ABD-Çin cephesi, belirtilen risklerin gölgesinde tehlikeli bir sessizlik yaşıyordu.
Atlantik Cephesi
Dolar ile Euro arasındaki bu cephe çatışma yerine daha çok karşılıklı bağımlılık olarak anlaşılabilir. Bunun nedeni, tarafların bankacılık sistemlerinin dünyadaki diğer karşılıklı finansal ilişkilere göre çok daha yüksek ve geniş ölçüde bir entegrasyon içinde oluşudur. Dolar ve Euro, aynı yöne giden bir geminin iki yolcusudur. Yolculuk sırasında gemi içindeki yerleri, kendi iradeleriyle kâh öne çıkıp, kâh arkaya düşebilir ama bu değişikliklerin boyutu, geminin boyundan uzun olamaz. ABD’nin esas ilgi alanı Euro’yu aşırı güçlendirmeye çalışmaktan (AB’nin ABD’ye ihracatları zorlaşsın diye) çok bütünüyle dağılmasını önlemektir. Çünkü Euro, 2. Dünya Savaşı sonrasında başlayan ve barışı korumayı amaçlayan bir Avrupa projesinin mucizevi bir para yaratım ürünüdür ve yaşamalıdır. Ayrıca, Avrupa ABD için muazzam bir ihracat pazarıdır. Güçlü bir Euro, Avrupalıların Amerikan makinalarına, uçaklarına, tıbbi ürünlerine, yazılımlarına, tarım ürünlerine ve çeşitli hizmetlerine yönelik iştahını açık tutar. Çöküşü, iki küresel çıktı devinin arasındaki ticaretin çökmesi anlamına gelecektir.
Euro’nun desteklenmesinde Çin’in de çıkarı vardır çünkü Avrupa, Çin’in büyük bir müşterisidir. Ayrıca Euro, Çin’in rezervlerini dolar dışındaki bir para ile tutabilmesi için iyi bir alternatiftir. Almanya, ABD ve Çin’in Euro’ya verdiği desteği memnuniyetle karşılamaktadır. Bir ihracat devi olarak Almanya’nın zayıf Euro’yu (ihracatını daha da arttırabilmek için) tercih etmesi beklenebilirdi, tıpkı ABD’nin zayıf Dolar’ı, Çin’in zayıf Yuan’ı tercih edeceği gibi. Bu durum kur savaşlarında kendi lehine bir unsur olabilirdi ama Almanya yalnızca AB dışına değil, AB içine de büyük miktarlarda ihracat yapıyordu ve sattığının karşılığını zayıf bir para birimi ile almak işine gelmiyordu.
2011 yılına gelindiğinde Euro 17 üye ülke tarafından kullanılıyordu. Bu ülkelerin arasında Yunanistan ve İspanya gibi hep savurgan olan ve borçlarını ödeyemez hale gelmiş zayıf halkalar da vardı ve uyumu bozuyordu. 2010 yılında Avrupa, devlet borçları krizine girdi. Yunanistan gibi ülkeler, gerçek durumlarını gizleyen bilançolar ve duruma bilerek ya da bilmeyerek göz yuman ehliyetsiz derecelendirme kuruluşları sayesinde Maastrich Anlaşması sınırlarını fazlasıyla aşan düzeylerde borçlandılar. Yatırımcılar, Almanya devlet tahvilleri gibi sağlam enstrümanlarından sadece biraz daha yüksek faiz veren Yunanistan, Portekiz, İspanya, İrlanda gibi ülkelerin tahvillerini havada kaptılar. Sorun çıkmayacağını, devlet borçlarının batmasına izin verilmeyeceğine inanıyorlardı. Avrupa bankaları kasalarını yalnızca riskli ülkelerin Euro tahvilleri ile değil, sahtekâr Wall Street bezirgânlarının yapılandırdığı, Fannie Mae, Lehman Brothers ve benzerlerinin şık ambalajlara büründürdüğü paçavradan teminatlı borç senetleriyle de doldurmuştu. Saadet zinciri bozulunca (2010) Avrupa bankacılık sistemi borçlarını ödeyemez hale gelmişti.
Almanya ve Fransa gibi en büyük alacaklı devletler, çevrelerindeki Yunanistan, İrlanda ve Portekiz gibi ülkelerin devlet borçlarını desteklemek için hızla toplandılar ve kurtarma operasyonları başladı. ABD’de, Çin’de önemli ihracat pazarlarına zarar gelmemesi için krizin çözülmesine katkı koydular. Avrupa devlet borcu krizinden esas olarak Almanya yararlandı. Euro’nun varlığını sürdürmesi Almanya’ya Avrupa içinde egemen bir konum kazandırdı, bu arada Euro’nun uluslararası plânda biraz zayıflamış olması dünyanın geri kalan kısımlarında pazar payını genişletmesine yaradı.
ABD, Çin ve Almanya’nın çıkarları aynı yönü gösterdiğinden şimdilik Euro yaşamaya devam etmektedir. Bankaların çürük varlıklarla dolu olması, çevre ülkelerin sürdürülemez maliye politikaları uygulamaları, Yunanistan ve Portekiz gibi ülkelerin vatandaşlarına kemerlerini bellerini kopartacak kadar sıktırtsa da o zavallıların problemleri bir başka zamana ertelenebilirdi, şu an için merkez önemliydi…
Avrasya Cephesi
Euro/Dolar ilişkisi karşılıklı bağımlılık ise, Euro/Yuan ilişkisi yalnızca bağımlılık ilişkisidir. Avrupa, ABD’nin önünde Çin’in en büyük ticari ortağıdır. Yunanistan, İrlanda gibi zayıf halkaların Euro’dan kopması Çin’in ihracatına büyük zarar verecektir. Çin’in kriz sırasında Avrupa devlet tahvilleri almaya koşarak kurtarma gayretlerine destek vermesi bundandır ve bu durumdan bir kayba uğraması olanaksızdır. Ayrıca ABD ile cephedeki mücadelesi sırasında Avrasya kanadının güvenliğini sağlamaktadır. ABD’nin de Euro’nun yaşamasında çıkarları olduğundan yukarıda bahsetmiştik. Bu kadar çok amaç birliği Euro’nun mevcut krizi atlatabileceği ve öngörülebilir bir gelecek boyunca sağlamlığını koruyacağı anlamına geliyor. Euro/Yuan cephesine şimdilik sessizlik hâkim.
Küresel Çatışmalar
Kur savaşında yukarıda sayılan üç ana cephenin dışında dünyada muhtelif başka cepheler, yan cepheler ve çatışmalar var. İkinci çemberde Brezilya başı çekiyor. 1994 yılına kadar Real-Dolar kurundaki çıpa korundu. Bu tarihten sonra Brezilya devalüasyona giderek 1995-1997 yılları arasında parasının değerini plânlı olarak %30 kadar düşürdü. Ülkede zaman zaman ödemeler dengesi krizleri yaşandı, IMF’nin devreye girmesi gerekti. Brezilya’nın şansı 2003-2010 yılları arasında Lula da Silva döneminde döndü. Bu dönemde ülkenin doğal kaynak ihracat kapasitesi muazzam ölçüde genişledi, teknoloji ve imalat tabanında önemli ilerlemeler kaydedildi. Örneğin, Embraer uçakları dünya standartlarına çıktı ve Brezilya dünyanın en büyük üçüncü uçak üreticisi haline geldi. Ülke, özellikle 2008 paniğinin ardından, ABD ve Avrupa pazarlarında getirilerin dibe vurmasıyla, yüksek getiri peşindeki küresel sermaye akışları (sıcak para) için bir cazibe merkezi haline geldi. Parası da buna paralel ölçüde, %40’lar civarında değerlendi. Tabi ülkenin rekabet şansını azaltan bu durum nedeniyle ihracat sektörü ciddi biçimde sancılandı. ABD ile yaptığı ikili ticaret 15 milyar Dolar fazla verirken 6 milyar Dolar açık vermeye başlayınca ülkenin maliye bakanı küresel bir kur savaşının başladığını ilân etti (2010). Brezilya aşırı değerlenmiş parası yüzünden Çin montaj ve tekstil sektörü karşısında da geriledi. Ülkenin, Real’in değer kazanmasını sınırlama çabaları enflasyona yol açtı. FED muazzam miktarda para bastığından Brezilya Dolar karşısında Real’i sabit tutma amacıyla kendisi de para basıyor,böylece ABD’den enflasyon ithal etmiş oluyordu (Çin’de de aynı olay yaşanmaktaydı). Ülkenin şartları sıcak parayı mıknatıs gibi çekiyordu. Brezilya kapısının önüne gelen tüm dolarları satın alarak çıpayı korumayı başaramadı. Yüksek kur ve enflasyon arasında sıkışmıştı. Sıcak para girişini kontrol etmenin zamanı gelmişti. Sermaye denetimleri, yabancı yatırımcılara vergi uygulamaları ve sair önlemler devreye girdi. Çapraz ateş altındaki tek ülke Brezilya değildi. Sıcak para akışı, Hindistan, Endonezya, Güney Kore, Malezya, Singapur, Güney Afrika, Tayvan ve Tayland’ı da rahatsız ediyordu. FED’in gevşek para politikaları sonucunda dünyanın her yerinde daha yüksek getiri peşinde koşarak dolaşan Dolar seli, bu ülkelerin para birimlerinin aşırı değerlenmesine yol açıyor, ihracat için rekabet güçlerini olumsuz yönde etkiliyordu. Ülkeler, sıcak para üzerindeki denetimleri giderek arttırdılar. Paralarının değerini düşük tutarak ihracat rekabetçiliklerini ayakta tutmaya çabalayan ülkelerin hiç biri, rezerv para özelliği arz eden bir para birimine sahip değildi. Bu onları, piyasalara doğrudan müdahale ederek yapılabilen kur savaşları sürecinde, Dolar, Yuan ve Euro karşısında zafiyete uğratıyordu.
Bu ülkeler ve genelde dış ticareti olan ülkelerin tümü, 3. Kur Savaşının neden olduğu sıkıntıları gidermek için yetersiz kalan IMF’ye takviye olarak çok taraflı bir koruma ihtiyacı içindeler. Kur savaşlarının dünyaya onarılması olanaksız zararlar vermesinin engellemesi konusunda rehberlik etmesi ve yeni kuralların getirilmesi için gözler giderek G20’ye çevrilmektedir.
7. Bölüm: G20 Çözümü
G20 olarak bilinen yirmili grup gerçek bir dünya yönetimin yokluğunda küresel sorunları çözümleme ihtiyacından doğan, olağanüstü ve çok güçlü bir organizasyondur. Bir zamanlar dünyanın en büyük 7 ekonomisine sahip ülkelere atıfla G7 olarak anılmaktaydı. Bu grup şimdilerde, kimi doğal kaynaklarının büyüklüğü (Rusya, S. Arabistan gibi), kimi jeopolitik konumları nedeniyle, kimi coğrafi dengeler gözetilerek (Türkiye, G. Afrika, Arjantin) toplam 20 ülkeden oluşmakta. AB bir ülke olmamakla birlikte, merkez bankası dünyanın rezerv paralarından birini ihraç ettiği için davet edilmiştir. İspanya, Hollanda ve Norveç gibi ekonomik ağırlığı olan bazı ülkeler resmen dışarıda bırakılmış olmakla birlikte ekonomik önemleri nedeniyle zaman zaman toplantılara davet edilirler. Bu bakımdan “G20 ve Dostları”, topluluk için daha uygun bir adlandırma olabilir.
Başkanların, başbakanların ve kralların katıldığı periyodik olarak yapılan zirve toplantıları önemlidir. Bu toplantılarda uluslararası para sistemi, küresel finans sorunları ve kur savaşlarını frenleme ihtiyacı tartışılır. Bu yönüyle G20, çıkmakta olan kur savaşlarının çözüme kavuşturulması konusunun ana forumudur. Bu forumu tüm katılımcılar kendilerine özgü nedenlerle severler; görece küçük ülkeler bu forumda seslerini duyurabilir, ikili görüşmelerden hoşlanmayan Çin, G20’nin kalabalık ortamında müzakere etmeyi tercih eder, ABD de tek taraflı bir tutum içinde olmayıp herkesle işbirliği halinde olduğu algısını pompalar.
Eylül 2008’de Lehman Brothers ile AIG’nin batması ve ardından gelen panik, tarihteki en büyük finansal felaketlerden biriydi. O tarihte ekonomik koordinasyonun esas forumu G7 idi ama Çin G7’nin içinde değildi. Oysa panik sürecinde Çin’in, dünyanın en büyük yatırımcılarından biri olduğu ve bu özelliği ile kurtarma sermayesinin potansiyel kaynağı olabilme rolü yadsınamıyordu.
1999 başından beri yalnızca bir maliye bakanları toplantısı olan G20, çıkan sorunların cesametine paralel biçimde 2008 yılı Kasım ayından itibaren Başkan Bush’un girişimiyle en güçlü liderlerin bir araya geldiği bir zirveye dönüştü. G20’nin küresel piyasalara çeki düzen verme platformu olduğu söylenebilirse de esas itibariyle Dolar/Yuan çekişmelerine ve bu iki para biriminin sahibi olan ülkelerin ekonomilerine odaklı olduğunu belirtmek yanlış olmayacaktır. Söz konusu iki ekonominin küresel ekonomi içindeki payı ve bunların diğer ekonomiler üzerindeki etkisi düşünüldüğünde durumun yadırganacak bir yanı da yoktur.
Şimdi Çin ve ABD ekonomilerine GSYİH penceresinden bir göz atalım. 2011 başında ABD’de GSYİH yaklaşık 14,9 trilyon dolara çıktı. Bileşenlerine ayrıldığında bunun %71’nin tüketim, %12’sinin yatırım, %20’sinin devlet harcamaları ve eksi %3’ünün net ihracat olduğunu görüyoruz. Çin’e bakıldığında ise başlıca kalemler itibariyle durum neredeyse bunun tam tersidir: tüketim %38, yatırımlar %48, net ihracat %3,6. Görüntü açık; ABD tüketime, Çin yatırıma yaslanarak büyüyebiliyor. Yapılması gerekenler de belli: Çin’in tüketimini arttırıp (daha fazla Hollywood filmleri, ABD malı yazılım, vb. ithal etmesi), ihracatını düşürmesi, ABD’nin de bunu tam tersini yapması, yani ithal tüketimini azaltması ve Çin’e yapılacak ek ihracatla iş olanakları yaratması. Bu işler tek başına döviz kurları ile oynanarak yapılamazdı.
ABD ekonomisinin toparlanmasında tüketim daima önemli unsur olmuştur. Düşük faiz oranları, gevşek para politikaları, kolay konut kredisi koşulları, yükselen borsanın yarattığı refah etkisi ve kredi kartları ile harcama çılgınlığının bileşimi, daima ekonomiyi durgunluktan çıkarıp hareketlenme getirmeye yetmiştir. Ancak bu standart formül ile kat edilebilecek yolun sonuna gelinmiştir. Tüketici aşırı kaldıraç kullanmış, konutun net değeri buharlaşmış (tüketicinin konut kredileri için aldığı borç, evin piyasa değerini aşmış), tüketim yavaşlayınca yatırımlar durmuş, yüksek işsizlik, borç yükü sıkıntıları ve halkta gelecek kaygısı baş göstermiştir. Durumun sürdürülemez hale geldiği ve ekonominin canlanması için kalan tek yolun “ihracat” olduğu artık belirginleşmiştir.
Böyle bir ortamda Obama yönetimi Ocak 2010’da, ABD’nin ihracatını beş yıl içinde ikiye katlamayı amaçlayan “Ulusal İhracat Girişimi”ni ilan etti. Doların zayıflamasını gerektiren bu hedef, gerçekleşebilir bir hedef miydi ve gerçekleşmesi halinde ABD’nin ticari ortaklarına ve dünyanın diğer yerlerindeki hassas büyüme dengelerine maliyeti ne olurdu temalı tartışmalar başlarken ABD ekonomi politikası paldır küldür kur savaşlarına toslamış oldu.
ABD’nin ihracatını arttırabilmesi için dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin’in tüketimini arttırması gerektiği tamam da, sosyal güvenlik ağlarının zayıf olduğu bu ülkede insanları tasarruf geleneklerinden vaz geçirip tüketime zorlamak kolay iş değildi. Halkına iş alanı yaratmayı temel öncelik alan bir ülke, parasını değerlendirmeye, böylece ihracatını azaltarak kendi ayağına kurşun sıkmaya nasıl ikna edilecekti? Bu sorular havada asılıyken hayat şöyle devam ediyordu; ABD’de Niceliksel Gevşeme (tercümesi: FED’in para basması) devam ediyor, bu paranın çoğu dış ticaret fazlası veya ABD’dekinden daha yüksek kârlar arayan sıcak para akışı olarak Çin’e girmenin yolunu buluyor, Çin Halk Bankası bu dolarları satın almak için habire para basıyor, bu da ülkede enflasyonun yükselmesine neden oluyordu. Çin ABD’den enflasyon ithal eder olmuştu. ABD mutluydu çünkü artan enflasyon Çin’de maliyetleri yükseltiyor, rekabet gücünün azalmasına yol açıyordu. Sonuç, ABD’nin Çin’den yaptığı ithalatın azalmasıydı ve ABD kur savaşının ilk raundunu kazanmış gibi gözüküyordu. ABD’nin Niceliksel Gevşekliği, Çin’de yarattığı sonuçların benzerleri kısa sürede G. Kore, Brezilya, Endonezya, Tayland, Vietnam ve diğer yerlerde kendini göstermeye başladı.
Homurdanmaya başlayan bu ülkelere FED Başkanı Bernanke’nin cevabı ise şu oldu: “Paranızın değerini arttırmazsanız, kendinizden başka kimseyi suçlayamazsınız!”. FED’in para basma ayrıcalığını kötüye kullanmasının bu işlerde hiç rolü yoktu…
Bu yaklaşım, söz konusu ülkelerde ve dünya genelinde tüketicinin kullandığı, buğdayından petrolüne her türlü emtianın fiyatını yükseltiyordu. Arap dünyasında 2011 yılı başında Tunus’ta başlayıp hızla yayılan kargaşanın nedenlerinden birinin demokrasi yoksunluğu olduğu açık. Ama çok önemli bir diğeri de yükselen gıda ve enerji fiyatları ve buna bağlı olarak düşen hayat standartları idi. Bu ülkelerde enflasyon fırladı, turizm gelirleri düştü, yapılması kaçınılmaz hale gelen sübvansiyonlar nedeniyle bütçe dengeleri alt üst oldu. ABD’nin dünyayı dolarla doldurma stratejisi tüm dünyaya zarar veriyordu.
2010’da yapılan G20 toplantısında ABD, dış ticaret fazlası belli bir oranı aşan ülkelerin paralarını revalüe etmelerini zorunlu kılan bir ölçü önerdi. Hedef Çin’di ama Almanya’da bu fikirden hoşlanmadı (çünkü GSYH’nin yüzdesi olarak ifade edildiğinde. Almanya’nın fazlası neredeyse Çin’inki kadar büyüktü). Öneri çöpe gitti. Yerine “gösterge niteliğinde esaslar” geldi. Polislik işini IMF yapacaktı. Ama IMF yönetimi ağırlıklı olarak K. Amerika, Japonya ve Batı Avrupa’dan oluşan eski üç taraflı modele dayalıydı ve nüfuzu Çin, Hindistan, Brezilya ve Endonezya gibi gelişmekte olan güçlü pazarlarda hoş karşılanmıyordu. Kriz kapıya dayanmıştı.
Mart 2011’de Japonya’da meydana gelen 9 şiddetindeki deprem ve ardından gelen nükleer felaket krizi tetikledi, yıkım çok büyüktü. Japon yatırımcılar, yeniden inşa çalışmalarını finanse etmek için rezervdeki dolarlarını satıp içeride kullanmak üzere Yen satın almaya başladı. Bu talep Yen’i değerlendirdi, dolar karşısında ani ve rekor bir yükseliş yapmasına neden oldu. Bu ABD için uygundu ama Japonya’nın istediğinin tam tersiydi. Ülke bir felaketle karşı karşıyaydı ve ekonomisini rayına oturtmak için ihracatını yükseltmesi gerekiyordu. Bunun için de Yen’in değerli değil ucuz olması elzemdi. Bu noktada dayanışma duygusu her nasılsa öne çıktı ve ABD, Japonya ve Avrupa Merkez Bankasının oluşturduğu büyük üçlü devreye girdi. Yöntem, Dolar, Euro, İsviçre Frank’ı ve diğer dövizlerin büyük miktarlarda satın alınmasıyla Yen’in değerinin ciddi biçimde düşürülmesi şeklinde belirlendi. Bu yöntem başarılı oldu. Böylece, yaşanan felaket nedeniyle Japonya’nın zayıf Yen ihtiyacı, ABD’nin zayıf Dolar plânının önüne geçmiş oldu. Bu gelişmeler, paralarını ucuzlatmak isteyen Çin, ABD ve Avrupa kervanına ister istemez Japonya’yı da katmış oldu. Herkes parasını aynı oranda ucuzlaştıramazdı. G20’nin çözüm arayışı sürüyor…