Felsefenin 20. yüzyıldaki gelişim seyrini izleyebilmek, onun başka çağlardaki gelişimini takip edebilmekle kıyaslandığında, alabildiğine zor ve zahmetli bir iş olarak karşımıza çıkar. Bunun da en önemli nedeni, bütün çağların en uzunu olan 20. yüzyılda çınar sayısının, yani felsefeye katkı yapmış olan filozof sayısının hiç olmadığı kadar çok, hatta ormanı veya ana akımları görmeyi imkânsızlaştıracak ölçüde fazla olmasıdır. Artık belleklerin bir parçası haline gelmeye başlayan 20. yüzyılın, ilk üç çeyreğini bir tarafa bıraksak bile, sadece son çeyreğinde, çağ ile neredeyse özdeşleşmiş pek çok filozof toprak olmuştur. Bunun için sadece Rudolf Carnap’ın (ö. 1970), Martin Heidegger’in (ö. 1976), Jean-Paul Sartre’ın (ö. 1980), Michel Foucault’nun (ö. 1984), Simone de Beauvoir’ın (ö.1986), Emmanuel Levinas’ın (ö. 1995), Gilles Deleuze’ün (ö. 1995), Thomas Kuhn’un (ö. 1996), William von Orman Quine’ın (ö. 2000), Hans Georg Gadamer’in (ö. 2002), John Rawls’ın (ö. 2002), Robert Nozick’in (ö. 2002), Donald Davidson’un (ö. 2003), Jacques Derrida’nın (ö. 2004), Peter Strawson’un (ö. 2006), Jean Baudrillard’ın (ö. 2007) ve Richard Rorty’nin (ö. 2007) isimlerini saymak yeterli olabilir.
20. yüzyılı bütün çağlardan çok daha uzun bir çağ haline getiren şey, yalnızca filozofların ve filozofları bir araya getiren okulların sayısı değildir. Fakat esas, felsefenin hiçbir zaman boşlukta gelişmediği dikkate alınacak olursa, bu filozofların düşüncelerine vücut veren sosyal ve politik koşulların farklılığı, çeşitliliği ve yoğunluğudur. 20. yüzyıl büyük dünya savaşlarıyla, komünist, faşist ve totaliter devletlerin doğuşu ve yıkılışıylarıyla, sayılamayacak kadar çok bölgesel savaşla, nükleer silahlara ek olarak başkaca kitle imha silahlarının icadıyla, soykırımlarla, sömürgeciliğe karşı verilen kurtuluş savaşlarıyla, küreselleşmeyle, teknolojinin olağanüstü büyük gelişimiyle ve nihayet büyük kitlelerin kentlerde gerçekleştirdiği eşi benzeri görülmemiş istilayla karakterize olur. Bu bağlamda, hızlı bilimsel ve teknolojik ilerlemelerin 20. yüzyılda daha önce tahayyül edilmesi dahi mümkün olmayan politik felaket ve alabildiğine dramatik olaylarla birleşmesi, hemen herkes tarafından kabul edilen bir olgudur.
20. yüzyıl felsefesi, bütün bunların dışında, yine tasnifi ve ana akımları ortaya çıkarmayı zorlaştıracak şekilde, klasik felsefelerin veya felsefenin klasik dallarının dışında kalan yeni felsefelerin zuhuruyla oluşur. Buna göre, matematiksel mantığın, meta-etiğin, dil felsefesinin, psikoloji felsefesinin, toplumsal cinsiyet felsefesinin, çevre felsefesinin ve hatta bilim felsefesinin hemen hemen tamamen 20. yüzyıl felsefeleri olduğu söylenebilir. İşte bu durum, 20. yüzyıl felsefesinin mutlak bir uzmanlaşmayla karakterize olduğu anlamına gelir. Son büyük felsefe sistemlerinin 19. yüzyılda kaldığı dikkate alınırsa, 20. yüzyılda filozofların, sistem inşa etme gayreti içine girmekten ziyade, felsefenin münferit alanlarında özgün ve eleştirel düşünceler geliştirdikleri ve felsefeyi, söz konusu uzmanlaşma eğilimlerine paralel olarak, birtakım “dönüş”lerle ifade ettikleri söylenebilir. Sözgelimi bu bağlamda yüzyılın en etkili “dönüş” hareketi olarak “dile dönüş”ten söz etmekte fayda olabilir. Gerçekten de 20. yüzyılda Heidegger’den Gadamer’e, Austin’den Wittgenstein’a, Lévi-Strauss’tan Ricæur ve Derrida’ya pek çok filozof, analitik felsefeden hermeneutik ve gündelik dil felsefesine, yapısalcılıktan postmodernizme pek çok akım dile başvurmuş, dili temel almış, söylemi ve dilsel temsili bilgi ve hakikat arayışında felsefenin ulaşabileceği en yüksek nokta diye tanımlamıştır. Yine, hemen bütün bu filozof ve akımlara göre, dilin dışında hiçbir olgu, belli bir dil kalıbına giren veya münferit bir dilsel tasvirde ifade edilen dışında hiçbir gerçeklik yoktur. Dile dönüş hareketinin doruk noktasını temsil eden Wittgenstein’a göre, dünyayı ve hayatı anlamak için neyin geçerli ve anlamlı olduğuyla ilgili ölçütlere sahip bulunan dil oyunları veya kültürel yaşam biçimleri çokluğunun varoluşunu kabul etmek zorunluluğu bulunmaktadır.
Yine 20. yüzyıl felsefesinin önemli bir başka özelliğinin de
profesyonelleşme olduğu, onun önemli ölçüde profesyonelleşmeyle
belirdiği, bu çağın felsefesini şekillendiren filozofların hemen
tamamının üniversitelerde maaşlı felsefe profesörleri olarak görev
yaptıkları kabul edilir. Felsefede profesyonelleşme eğilimi, aslında 18.
yüzyılda, Aydınlanmayla başlamıştı. Buna rağmen, 19. yüzyıl
filozoflarının önemli bir bölümü üniversite dışında kalmıştı. Bu dönemde
sadece idealistlerin büyük Alman üniversitelerinde kürsü sahibi
oldukları yerde, Comte, Mill, Marx, Kierkegaard ve Schopenhauer kurumsal
bağları olmayan bağımsız filozoflar olarak ortaya çıkmışlardı. Oysa 20.
yüzyılda felsefe tamamen kurumsal olarak icra edilen, üniversitelerde
ve araştırma enstitülerinde yürütülen bir faaliyet haline gelir. Felsefe
aynı zamanda kongrelerde, ulusal ve uluslararası felsefe cemiyetleri ve
yüksek düzeyde uzmanlaşmış dergilerde hayata geçirilen bir etkinlik ya
da disiplin olup çıkarken, muhtemelen George Santayana ve Jean-Paul
Sartre istisnasıyla tüm filozoflar üniversitelerde çalışan
akademisyenler olarak boy gösterir. Filozofların giderek daha teknik
hale gelen bir terminolojiyle, belki varoluşçuluk bir istisna olarak
bırakılacak olursa, geniş kitleler için değil de neredeyse birbirleri
için yazdıkları bu yüzyılda, büyük ölçüde özel ihtisas konularıyla
meşgul oldukları söylenebilir.
Felsefede bütün bir 20. yüzyıl boyunca yaşanan bu profesyonelleşme
sürecinin önemli bir özelliği de kadınların filozofların akademisine
katılımı olmuştur. Birinci Dünya Savaşı sırasında, üniversite
sıralarını, erkeklerin askere gidişleriyle birlikte daha çok doldurmaya
başlayan kadınlar, önce büyük filozoflara asistanlık yapmışlar, fakat
bununla da kalmayıp, en azından bazı örneklerde önemli filozoflar olup
çıkmışlardır. Almanya’da Husserl ve Heidegger’in öğrencisi olmuş Hedwig
Conrad Martius, Edith Stein ve Hannah Arendt, Fransa’da Simone de
Beauvoir’ın açtığı yoldan giden Julia Kristeva, Hélène Cixous, Luce
Irigaray, Sarah Kofman, Michèle le Doeuff, İngiltere’de Wittgenstein’a
asistanlık yapmış olan Elisabeth Anscombe ve onu takip eden Philippa
Foot, Onora O’Neill ve nihayet Amerika Birleşik Devletleri’nde Judith
Butler ve Martha Nussbaum yüzyılın çığır açıcı kadın filozofları
olmuşlardır. Zaman zaman felsefenin klasik konularıyla da meşgul olmuş
olan bu kadın filozofların çığır açıcı filozoflar olarak görülmelerinin
en önemli nedeni, onların feminizm adı verilen ve erkek egemen bir
karaktere sahip olduğuna inandıkları bütün bir felsefe geleneğine meydan
okuyan yeni bir felsefe geleneğini başlatmış olmalarıdır.
20. yüzyıl felsefesindeki söz konusu profesyonelleşme sürecinin, ayrıca ve esas itibariyle coğrafi ve politik mütalaalarla da zenginleşen entelektüel rekabeti artırdığı, felsefe okulları arasındaki bölünmeleri radikalleştirdiği ve nihayet felsefenin ne olduğuyla ne olması gerektiğine ilişkin tanımları yakıcı bir ihtilaf konusu haline getirdiği rahatlıkla ileri sürülebilir. Felsefenin kendi doğası ve yöntemiyle ilgili olarak daha önce hiç olmadığı kadar özbilince kavuştuğu bu dönemde, bir yandan felsefenin sonunun geldiğine işaret edilirken, bir yandan felsefe adeta işe sıfırdan başlıyormuşçasına, felsefe yapmanın yeni yöntemleri önerilmiştir. Bergson tarafından sezgi metodu, analitik felsefe geleneği tarafından önerilen mantıksal veya kavramsal analiz yöntemi, Husserl tarafından önerilen fenomenolojik metot, Dilthey ve Gadamer tarafından geliştirilen hermeneutik, Foucault tarafından geliştirilip öne sürülen jeneolojik yöntem ve Derrida’nın ortaya koyduğu dekonstrüksiyon, 20. yüzyıl düşüncesinin öne çıkan yöntemleri olarak bir çırpıda sayılabilir.
Çağdaş Metafizikçiler : Bergson ve Whitehead
Bilimin en yüksek seviyelerinden birine ulaştığı, başarı üstüne başarı kazandığı bir sırada, yani 20. yüzyılın hemen başlarında iki adam bilimsel düşünme tarzının temele aldığı kabulleri sorgulama durumuna gelmiştir. Bu adamlar, Kant’ın kritisizminden sonra, adeta şaha kalkan ve 19. yüzyıl düşüncesinin en azından bir kanadına veya önemli bir bölümüne damgasını vuran metafizik ilgiyi temsil eden iki cesur metafizikçi, iki büyük spekülatif filozof olarak Henri Bergson ve Alfred North Whitehead’dir.
Aslında insana doğa üzerinde denetim kurma imkânı veren ve en azından bu
yönüyle başarılı bir teşebbüse karşılık gelen bilimi ve bilimsel
yöntemi hiçbir şekilde reddetmeyen bu iki filozofu en fazla meşgul eden
şey, felsefi bir soru olmuştur. Evrim kuramı, rölativite fiziği benzeri
yepyeni bilimsel teorilerin ortaya çıktığı bir sırada, sorulan söz
konusu felsefi soru da elbette gerçekliğin veya var olan şeylerin
doğasının bilimin öngördüğü veya varsaydığı gibi olup olmadığı
sorusudur. Newton mekaniğine çok büyük ölçüde bağlı kalan, onu temele
alarak düşünmeye devam eden insanların çağı olarak 19. yüzyılda, hatta
20. yüzyılın başlarında, bilimin temel kabulü, doğanın mekânda bir yer
işgal eden maddi nesnelerden meydana geldiği düşüncesinden oluşmaktaydı.
Maddeyi var olan her şeyin kendisinden çıktığı indirgenemez temel ya da
malzeme olarak gören bu anlayışın doğanın davranışıyla içindekileri
açıklama modeli de yaklaşık iki yüzyıldan beri egemen olan mekanik
modeldi. Doğanın içindeki her şeyi büyük bir mekanizmanın parçaları
olarak gören bu model, doğadaki her varlığın davranışının, maddi
nesnelerin mekân içinde şaşmaz birtakım doğa yasalarına göre hareket
etmesi nedeniyle, tam bir matematiksel kesinlik ve dakiklikle
açıklanabileceğini varsaymaktaydı. İnsan varlığını da düzenli işleyen
kozmik makinenin bir parçası olarak gören bu anlayış, doğallıkla insanın
elinden özgürlüğünü, sorumlu bir ahlaki fail olma statüsünü almaktaydı.
Bergson ve Whitehead modern bilim paradigmasının düşüncede yol açtığı
bütün bu kabulleri sorgulamakla, onlardan her birinin ciddi problemlere
yol açtığını ifade etmekle kalmadı; işte bu çerçeve içinde doğanın
mekânda yer kaplayan maddi cisimlerden oluşup oluşmadığı, atıl maddeden
nasıl olup da yeni varlık düzeylerinin çıkabildiği, zekânın şeylerin
mekanik düzenlenişini mantıksal ve matematiksel akılyürütme
yöntemleriyle kavramaya muktedir olup olmadığı, somut hayat deneyiminin
cansız doğa yoluyla açıklanıp açıklanamayacağı sorularına tatmin edici
yanıtlar getirmeye çalıştılar.
Bilimin mekanik doğa görüşünü benimsemeyi her geçen gün biraz daha zorlaştıran yeni kavram ve teorilerle ortaya çıktığı bir dönemde, Bergson ve Whitehead, Newton mekaniğine dayalı düşünce biçimleri ve felsefelerin tutarsızlığını ve açmazlığını göstererek, yeni teorilerle uyumlu bir metafizik geliştirmeye çalıştılar. Şu farkla ki, Bergson’un mekanizm-vitalizm ikiliğinde vitalizmi ve doğallıkla evrim kuramını temele aldığı yerde, yeni fiziğe dayanan Whitehead doğallıkla, statik bir varlık görüşüne karşı dinamik bir varlık anlayışı veya bir süreç felsefesi benimsedi.
Buna göre, bilime tümden meydan okumayan, onu hiçbir şekilde reddetmeyen bu iki metafizikçi sadece bilimci bir bakış açısının bilimsel düşünme tarzının yegâne kuşatıcı bilgi türü, biricik kuşatıcı bilme tarzı olduğu kabulünü reddettiler. Bilimi zenginleştirmeyi, en azından sağlam bir metafizikle tamamlayıp temellendirmeyi amaçlayan Bergson ve Whitehead gerçekten de bilimin sınırlarını gösterme, bilimin metafiziğin hangi değerli vukuflarıyla zenginleştirilebileceğini gözler önüne serme çabası içinde oldular.
Darwin’in Mirası
19. yüzyıl, insanlık tarihinde hızlı değişimlerin yaşandığı bir zaman dilimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Tren yollarından, gazetelere; üretimin fabrikalarda yapılmaya başlamasından sosyalist fikirlerin ortaya çıkmasına; Euklidesçi olmayan geometrilerin keşfinden modern mantığın kuruluşuna; enerjinin korunum yasalarının ifade edilmesinden elektromanyetizma kuramının geliştirilmesine; sömürgeciliğin yayılmasından tüm Amerikan kıtasının “beyaz adam” tarafından işgal edilmesine kadar sayısız olay, bu yüzyılda vuku bulmuştur. Bilimin ilerlemesi hissedilir hale gelmiş, bu ilerlemelerin insanlığın önünde yeni ufuklar açması, felsefecileri de derinden etkilemiştir.
19. yüzyılda yaşanan bilimsel gelişmeler arasında Batı Felsefesi’ni derindenetkileyen en önemli kuramlardan birisi,hiç şüphesiz Darwin’in geliştirdiği evrim kuramıdır. Bazıları,Darwin’in bu kuramını Newton’un mekanik kuramı ile karşılaştırmakta ve Newton’un madde ve kuvvetler hakkında geliştirdiği fikirlere benzer biçimde, Darwin’in canlıların değişimini ve çeşitlenmesini açıkladığını iddia etmektedirler.
Darwin’in geliştirdiği kurama göre genlerde meydana gelen rastlantısal değişimler, bireylere çevreye uyum süreçlerinde farklı avantajlar sağlamakta, bunun sonucunda da doğal bir seçilim sürecinde çevreye en iyi uyum gösteren hayatta kalmaktadır. Bu suretle, bireyler sahip oldukları genetik özellikleri sonraki nesillere aktarmaktadırlar. Bu aktarım süreci de uzun bir zaman dilimi içerisinde türlerin değişimini ve çeşitlenmesini temin etmektedir. Bu kuramın hem felsefî hem de bilimsel tartışmalar bakımından farklı ve köktenci sonuçları olmuştur. Örneğin, İngiliz düşünür Herbert Spencer (1820-1903) , bu düşünce biçimini tarihe ve toplumlara uygulamış ve toplumsal Darwincilik adı verilen bir görüş geliştirmiştir. Psikoloji alanında Amerikalı psikolog ve felsefeci William James (1842-1910) , işlevselcilik olarak adlandırılan yeni bir kuram geliştirmiştir.
İşlevselcilik Darwin’in evrim kuramının etkisinde gelişmiş bir psikoloji kuramıdır. Zihinsel süreçleri ve davranışları organizmanın çevresiyle uyum süreci içerisinde ele almayı ön plana çıkarır. Uzun vadede kalıcı bir psikoloji yaklaşımı olamasa da davranışçılığın gelişmesinde belirleyici etkisi olmuştur.
Charles Sanders Peirce Kimdir ? Yaşamı ve Felsefesi
Peirce, Harvard’lı bir matematikçinin oğludur. Genç yaşlarından itibaren bilimsel ve teknik konularda eğitim almıştır. Kendisinin sık sık bir laboratuvarda büyütüldüğünü söylediği anlatılır. Uzun yıllar boyunca yeryüzünün ölçümlenmesine ilişkin mühendislik uygulamaları konusunda çalışan United States Coast and Geodetic Survey’de çalışmıştır. Genel olarak, hassas ölçümleme konusu ile ilgilenmiş, sarkaçlar kuramına bazı katkılarda bulunmuştur. 1886’da mantıksal işlemlerin elektrik devreleri tarafından gerçekleştirilebileceğini iddia etmiş ve bu itibarla modern bilgisayarların işleyişini öngörmüştür.
Peirce, erken yaşlardan itibaren felsefeye ilgi duyar. Kant ve Hegel’in metinleri üzerinde çalışır. İlgisi özellikle mantık ve olasılık kuramı üzerinde yoğunlaşır. 19. yüzyıla gelene kadar genel olarak Aristoteles’in mantık kuramı geçerliliğini korumuştur. Aristoteles mantığının aşılması ve mantığın günümüzdeki biçimiyle geliştirilmesi 19. yüzyılın ikinci yarısında yapılan çalışmalar sayesinde mümkün olabilmiştir. Öte yandan, bu konuda Peirce’in geliştirdiği orijinal görüşlerin etkisi de tartışma götürmez. Frege, özellikle tümdengelimsel mantığın bugün ayrılmaz bir parçası olan niceleme mantığını geliştirmiştir. Tümdengelimsel mantık üzerinde, Peirce’ın da çalışmaları bulunmaktadır.
Öte yandan, Peirce’ın ilgi alanı bununla sınırlı kalmamış, bilimlerin gelişimi açısından son derece önemi olan tümevarım mantığı konusunda da özgün çalışmalar yapmıştır. Bunların yanı sıra, olgulardan başlayan ve bu olgulardan hareketle,söz konusu olguları en iyi biçimde açıklayan varsayımı ortaya koymaya çalışan, abdüktif çıkarım konusu ile de özellikle ilgilenmiştir. Günümüzde bu çıkarım biçimi, akıl yürütme ile en iyi açıklamaya ulaşma olarak da anılmaktadır. Bilime ve mantığa olan bu ilgisinin yanı sıra Peirce, metafiziksel bir dizge geliştirme çabasından da uzak durmamıştır. Darwinci evrim kuramının bazı yaklaşımlarını Hegel’in düşünce sistemine benzer, mutlak bir idealizm ile birleştirmeye çalışmıştır. Peirce, gerçekliğin özü itibariyle zihinsel bir içeriği olduğunu ve aklî bir amaca doğru devindiğini savunmuştur.
Ancak Peirce’ı günümüzde de tartışmaya değer kılan bu metafiziksel yaklaşımları değildir; kendisinin pragmatizm olarak adlandırdığı bir düşünce biçimidir. “Pragma” amel ya da fiil (edim) anlamlarına gelen Yunanca bir sözcüktür. Peirce, bu sözcüğü düşünsel olanla (kavramlar, kanılar, kuramlar vb.) kılgısal / pratik olan (edimler, eylemler vb.) arasındaki sıkı bağları ön plana çıkarmak üzere kullanmaktadır. Peirce, pragmatizim yerine bazen pratikçilik ya da eleştirel sağduyuculuk terimlerini de kullanmıştır. Bir sonraki alt bölümde John Dewey’in görüşlerini incelerken, Dewey’ın kullandığı araçsalcılık teriminin pragmatizm ile çok yakın bağları olduğunu göreceğiz. Dewey, kullandığımız kavramların araçsal bir işleve sahip olduklarını vurgulamak üzere bu terimi kullan maktadır. Bu itibarla Deweyde tıpkı Peirce gibi edimsel olanla düşünsel olan arasındaki bağları ön plana çıkarmaktadır. Zaman içerisinde pragmatizm, Peirce’ın kastettiğinden çok farklı anlamlarda kullanılmaya başlanmıştır. Bunun üzerine Peirce, kendi görüşlerini adlandırmak üzere pragmatisizm sözcüğünü ortaya atmış ve “çalmayı düşünenlerden emin olacak kadar çirkin” bir sözcük olduğunu söylemiştir.
John Dewey ve Darwin’in Etkisi
Dewey, Vermont’ta Amerikan İç Savaşı’nın başlamasından hemen önce dünyaya gelmiştir. Doğduğu yıl, Charles Darwin’in başyapıtı Türlerin Kökeni’ni yayımladığı yıldır. İlginç bir biçimde evrim kuramı, Dewey’in felsefî düşüncesine rengini vermiştir. Dewey, tüm yapıtlarında evrim kuramının sonuçlarını ortaya koymaya çalışmıştır.1909 yılında Dewey, “The Influence of Darwinisim on Philosophy” başlıklı bir ders verir. Bu derste, Darwin’in Türlerin Kökeni adlı eserinin doğa bilimleri üzerindeki etkilerindense felsefe üzerindeki etkilerini ön plana çıkarır. “Tür” ve “köken” terimlerinin eserin adında bir araya getirilmesinin başlı başına “düşünsel bir devrim” olduğunu öne sürer.
Bu devrimin mahiyetini anlayabilmek için, Antik Yunan düşüncesinde ortaya konulan varlık anlayışı hakkında birkaç söz söylememiz gerekir. Antik Yunan düşüncesine rengini veren ve Batı Felsefesi’nin iki önemli figürü, Platon ve Aristoteles üzerinde derin etkisi olan Parmenides, varlığı zamanın şartlarına tâbî olmayanla, bu itibarla da kalıcı olanla özdeşleştirmiştir. Varlık, özü itibariyle düşünseldir ve duyusal olanın geçiciliğine ve değişkenliğine karşıt olarak kalıcıdır. Bu düşünüş tarzı, belli farklılıklarla Platon’un idea ve Aristoteles’in form (Yun. eidos) anlayışlarında etkisini sürdürür. Form, bir şeyi kendisi kılan, o şeye birliğini veren ilke olarak tanımlanır. Ortaçağda skolastik düşünce, Aristoteles’in eidos terimini tür (İng. species) sözcüğü ile karşılar. Doğada karşımıza çıkan tüm şeyler, bireyselleşmelerini ait oldukları türe borçludurlar ve söz konusu bu türler, Antik Yunan düşüncesini takip eden bir biçimde sabittirler. Varlığın kalıcı, sabit ve düşünsel olanla özdeşleştirilmesi, gerek epistemoloji gerekse etik alanında felsefenin mahiyetini belirler. Bilmek, en nihayetinde sabit ve değişmez formları bilmek demektir. ahlâk ise kalıcı ve değişmez olana katılmak ya da ona benzemek üzerinden bir anlam ifade eder. Platon’da en yüksek form, iyi formudur. Bilgiyi ve ahlâkı bu form olanaklı kılar. Aristoteles’in evrenindeki Tanrı “kendi kendini düşünen düşünce” olarak tanımlanır ve tüm değişimden azadedir. Tüm diğer varlıklar, onun bulunduğu eksiksizlik durumuna öykünerek hareket halinde kalırlar. Kendisi değişmeyen ve tamamen fiilî olan Tanrı, tüm doğal tözlerin kendisi hareket etmeyen hareket ettiricisidir. Bu tarihsel arka planı dikkate alan Dewey, Darwin’in eserinin bu çerçeveyi kökten biçimde değiştirdiğini öne sürer. Bu durumda felsefenin mahiyeti de kökten biçimde değişmelidir. Yeni felsefe, mutlak kökenler ya da mutlak gayeler peşinde koşmamalıdır. Bu dünyada karşımıza çıkan somut sorunlara ilişkin somut çözümleri olanaklı kılan bir yönteme yönelmelidir. Dewey, bu yöntem değişikliğinin bir anda olmayacağını düşünmektedir. Çünkü tıpkı Peirce gibi Dewey de sahip olduğumuz kavramların, soyut mantıksal formlar ya da kategorilerle sınırlı kalmayıp birtakım alışkınlıklar, yatkınlıklar ve tavırları içerdiğini düşünür (“The Influence of Darwinisim on Philosophy”,s.14). Ancak, eski yaklaşımların değişmesi de kaçınılmazdır. Dewey’in bu değişim süreci hakkındaki yaklaşımı, evrim kuramını düşünsel değişim alanına uygulaması bakımından oldukça ilginçtir. Eski yaklaşımlar bir anda değişmezler. Çünkü onlar belli alışkanlıklara ve yatkınlıklara dayanırlar. Ancak hayatiyetlerini yitirirler, ilgi alanları değişir ve zamanla tıpkı buharlaşır gibi ortadan kalkarlar. Yeni sorular ve sorunlara bağlı yeni yaklaşımlar onların yerini alır.
Dewey’in bu yaklaşımı, 20. yüzyıldaki bilimsel kuramların değişim süreci hakkında yürütülen tartışmaları öncelemektedir. Bu tartışmanın bir tarafı, bilimsel kuramların değişiminin ve gelişiminin mantıksal bir açıklaması olduğunu, bunun teorik bir düzlemde ortaya konulabileceğini savunurken; diğer taraf, söz konusu değişimin ihtiyaçlara ve bilim cemaatinin değerlerine bağlı olarak gerçekleştiğini savunmaktadır. Görüldüğü gibi Dewey ,bu tartışmada ikinci tarafın yanında yer alan bir görüş öne sürmektedir.
Dewey’in felsefenin mahiyetine ilişkin bu görüşleri bir yandan epistemolojinin bir yandan da değerler kuramının doğallaştırılmasını içermektedir. Doğallaştırma ile burada, doğanın ve doğanın içerisinde bulunduğu evrimsel değişimin bir parçası haline getirmek kastedilmektedir.
Kant’ın Yargıları Sınıflandırması
Öncelikle belirtmemiz gereken nokta, Kant’ın kendi dizgesi içerisinde önermelerin değil, yargıların sınıflandırılmasından söz ettiğidir. Kant’a göre yargı, düşünme yetisinin bir edimidir. Dil felsefesinin gelişim süreci içerisinde Kant’ın yargılara ilişkin sınıflandırması, önermelere uygulanmıştır. Bazıları, önerme ile haber tümcelerini kast ederken; bazıları, farklı biçimlerde ya da farklı dillerde ifade edilen nesnel içeriğin kendisine, önerme adını vermiştir. Bu düzey farklılıkları, yapılan tartışmaları okurken gözden kaçırılmamalıdır.
Hatırlanacağı üzere Hume, bilgimizin sınıflandırılmasından söz ederken fikirlerin bağıntılarına dayalı doğrular (İng. relations of ideas) ile olguları ifade eden doğrular (İng. matters of fact) arasında bir ayrım yapmıştır. Tüm anlamlı önermeleri ya da yargıları, bu ikili sınıflandırmanın kuşattığını, bunun dışında kalan herhangi bir ifadenin ise anlamsız olduğunu öne sürmüştür. Kant, kendi sınıflandırmasını iki farklı boyutta gerçekleştirmiştir. Birinci boyut, bilgibilimle; ikinci boyut ise anlambilimle ilgili olarak görülebilir. Birinci boyuta göre, bir yargının doğruluğuna karar verebilmek için ampirik deneyime ihtiyaç yoksa bu yargı, a priori; eğer ihtiyaç varsa, a posteriori olarak adlandırılır. İkinci boyuta göre ise yargıda, özne konumunda olan kavram içerisinde yüklem konumunda olan kavram içeriliyorsa söz konusu yargı, analitik; içerilmiyorsa, sentetik olarak adlandırılır. Kant, bu ikili sınıflandırmadan hareketle dört farklı yargı türü belirlemiştir. Öte yandan, analitik ve a posteriori yargılar bulunmamaktadır. Geriye analitik a priori, sentetik a posteriori ve sentetik a priori yargılar kalmaktadır. Hume’un fikirlerin bağıntılarına dayalı doğruları, Kant’a göre analitik a priori yargılarca karşılanmaktadır. Bunlar, genel mantıksal yargılardır. Hume’un olguları ifade eden doğruları ise sentetik a posteriori yargılara karşılık gelmektedir. Ampirik içeriği olan tüm yargılar ise sentetik a posteriori yargılardır.
Kant’ın analitik a priori yargılara “Tüm cisimler uzamlıdır” yargısını örnek vermektedir. Cisim kavramını düşündüğümüzde, kısmî bir kavram olarak uzamlılığıda düşünürüz. Bu nedenle, “cisim” kavramı içerisinde düşünülen “uzamlılık” kavramı, bu yargıda “cisim”e atfedilmektedir. Bu itibarla da bu yargı, analitiktir. Analitik olan bir yargının doğrulanması için, deneyime başvurmamıza ihtiyaç yoktur.
Dolayısıyla, bilgibilimsel açıdan bu yargı, a priori’dir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Kant’a göre herhangi bir yargının analitik ve a priori olabilmesi, adı üstünde bir yargı olabilmesine, yani bir yargı edimi ile kavranılmasına bağlıdır. Anlambilimi esas alan bir felsefe anlayışının gelişmesi, Kant’ın anlambiliminin dayandığı bu edimlerin eleştirilmesini gerektirmiştir.
Analitik felsefenin merkezînde yer aldığı biçimiyle anlambilim, psikolojist yaklaşımların bir eleştirisine dayanmaktadır. Psikolojist yaklaşımlar, öznel psikolojik edimlerden bağımsız nesnel içeriklerin bulunmadığını savunur. Ancak burada psikolojik olanı günümüzdeki çağdaş psikoloji bilimi ile ilgili olarak değil, metafiziksel bir bağlamda ele almak daha doğru olacaktır. Psikolojik edimlerden burada kasıt, Kant’ın da kendi felsefesinde sıkça gönderme yaptığı biçimiyle, deneyimi kuran ruha ait (düşünme, duyumlama, imgelem gibi) yetilerin edimleridir. Bu anlamıyla psikolojik yargı edimlerinin eleşitirildiği süreci, aşağıda bir Okuma Parçası ile sunmaya çalışıyoruz. Bu bölümde ise özellikle, Kant’ın sentetik a priori yargı anlayışının eleştirisine odaklanacağız.
Kant’ın transandantal felsefesi dâhilinde ilginç ve yeni olan, sentetik ve a priori yargılardır. Kant’a göre analitik yargılar, sahip olduğumuz bir kavramda içerilen bilgiyi açıklayıcı bir özelliktedir. Sentetik yargılar ise bilgimizi genişletir. Sentetik a priori yargılar, hem bilgimizi genişletmekte hem de duyu deneyimine ihtiyaç göstermeksizin doğru olabilmektedir.
Kant’a göre, öncelikle matematiğin yargıları sentetik ve a priori’dir. Sentetik a posteriori yargıların doğru olabilmesi için, özne ve yüklem konumundaki kavramları birbirine bağlayan üçüncü bir şeye, deneyimde mevcut bir nesneye ihtiyaç vardır. Sentetik a priori yargılar söz konusu olduğunda ise bu üçüncü şey, uzay ve zamanın saf görüsüne dayanarak inşa edilen a priori nesnelerdir. Söz konusu inşa, a priori bir zemine dayandığı için, matematiğin sentetik yargıları, a priori olarak doğrudur. Kant’a göre, geometrinin (o dönemde sadece Euklides geometrisi keşfedilmiş bulunduğu için Euklides geometrisinin) aksiyomları, bu itibarla sentetik ve a priori’dir. Sentetik ve a priori olmaları itibariyle de evrensel zorunluluğa ve nesnel geçerliliğe sahiptir.
Kant’ın bu kuramının genel kabul gördüğü 19. yüzyılın ilk yarısında, bu kuramı sarsacak bir gelişme yaşanır. Euklidesçi olmayan geometriler keşfedilir.
Gottlob Frege Kimdir? Mantık ve Aritmetiğin Temelleri
Frege, çalışmalarının odağını, mantığa ve bununla bağlantılı olarak felsefeye kaydırmış bir matematikçidir. Bazıları, kendisini analitik felsefenin kurucusu olarak kabul eder. Yaşadığı süre içerisinde yaptığı çalışmalar, dar bir çevre dışında tanınmamıştır. Matematiğin temelleri ve mantık üzerine yaptığı çalışmalar, Giuseppe Peano (18581932) ve Bertrand Russell (1872-1970) tarafından gelecek nesillere aktarılmıştır. Wittgenstein, Tractatus’ta Frege’nin çalışmalarından övgüyle söz etmiştir. Öte yandan, Frege’nin en önemli çalışmalarından biri olan Grundlagen der Arithmetik, ancak 1950’de İngilizce’ye çevrilmiştir. Frege’nin çalışmalarına olan ilgi 1960’larda artmış, 1970’lerden sonra ise Frege’nin bazı çalışmaları, analitik felsefe çalışan bir öğrencinin standart okuma metinleri arasına girmiştir.
Frege, 1848 yılında MecklenburgSchwerin’de (bugün Almanya’ya bağlı Mecklenburg Vorpommern Federe Devleti’nde) yer alan Wismar’da doğdu. Babası, bir kız lisesinin kurucusu ve yöneticisiydi. Babasının ölümünden sonra annesi aynı işi sürdürdü. Çocukluktan itibaren dille ve mantıkla ilgili konularla karşılaşma fırsatı buldu. Bunun önemli nedenlerinden birisi, babasının 9 -13 yaş arasındaki çocuklar için Alman dili üzerine yazdığı bir ders kitabıydı. Bu kitabın giriş bölümü, dilin mantığı ile ilgiliydi. Frege 1869’da Jena Üniversitesi’nde öğrenime başladı. İlk dört dönemde, özellikle fizik ve matematikle ilgili yaklaşık 20 kadar derse devam etti. Aldığı dersler arasında felsefe dersleri de vardı. 1871’den itibaren Frege, çalışmalarına Göttingen’de devam etme kararı aldı. 1873 yılında Ernst Schering’in yanında doktora çalışmasını tamamladı. Doktora tezi Über eine geometrische Darstellung der imaginären Gebilde in der Ebene (Düzlemde İmajiner Biçimlerin Geometrik Temsili) başlığını taşıyordu. Bu çalışmasında Frege, projektif geometrideki bir problemi çözmeye çalışıyordu. Problem, sonsuz mesafedeki noktaların temsil edilebilmesi ile ilgiliydi. Frege, doktora derecesini aldıktan sonra matematik dersleri vermeye başladı. Matematik alanında 1879’da doçent ve 1896’da profesör oldu. Frege 1887 yılında Margarete Katharina Sophia Anna Lieseberg ile evlendi. Akademik çalışmalarını 1918’e değin sürdürdü. 1925’te Bad Kleinen’de öldü. Frege, 1874’ten 1918’e kadar süren akademik çalışmalarının büyük bir bölümünü tek bir amaca hasretmiştir. Aritmetiği mantığa indirgeyerek sağlam bir temele oturtmak. 1879 yılında yayımladığı Begriffsschrift (Kavram Yazısı) adlı eserinden 1906 yılında Russell’ın kendisine gönderdiği ve kurduğu sistemin bir paradoks içerdiğini gösteren mektuba kadar, neredeyse tamamen bu amaç için çaba sarf etmiştir. Şimdi Frege’nin neyi amaçladığını ve bunun nasıl olup da kendisini analitik felsefenin kurucusu haline getirdiğini anlamaya çalışalım.
Frege’nin, aritmetiği mantıksal olana indirgeme projesi, hem
sayıların tek tek tanımlanmasını hem de sayıların sırasının
yakalanmasını içermektedir. Frege, 1884 tarihli aritmetiğin temelleri
üzerine yazdığı eserinde (Die Grundlagen der Arithmetik, eine
logischmatematische Untersuchung über den Begriff der Zahl) ve 1893 yı
lında ilk ve tek cildini yayımladığı aritmetiğin temel yasaları hakkında
yazdığı eserinde de (Die Grundgeseztze der Arithmetik) tek tek
sayıların, saf mantıktan nasıl türetilebileceğini ortaya koymaya
çalışmıştır. Ancak, sayıların tek tek tanımlanması çabasına öncelikli
bir biçimde 1879 tarihli eserinde (Begriffsschrift) bir dizideki sıra
kavramının mantıksal sonuç kavramına indirgenebileceğini göstermeye
çalışmıştır. Frege’nin bu eseriyle geliştirmeye başladığı ideografi
fikri, biçimsel mantığın gelişiminde de bir dönüm noktası olmuştur.
Begriffsschrift, fonksiyonlar ve değişkenlerin biçimsel bir dil
içerisinde temsil edilebilmesini sağlıyordu. Frege, matematiğin mantığa
dayandığını ve mantığın içerisinden geliştiğini göstermeye çalışıyordu.
Bunun gösterilebilmesi için mantığın o günkü halinden çok ileriye
götürülmesi icap ediyordu. Ne Aristoteles’in kıyas kuramı ne Stoacı
önermeler mantığı önermelerin ve çıkarımların temsil edilebilmesi için
yeterliydi. Örneğin, Euklides geometrisinin çıkarımları, klasik mantık
içerisinde ele alınamıyordu. Klasik mantık, mantık değişmezleri ile
ilgili bir ilerleme sağlamış olsa da özellikle “tüm” ve “bazı” gibi
ifadeleri içeren önermelerin ele alınışı, yeterince ayrıntılı değildi.
Frege’nin geliştirdiği niceleme mantığı, tüm bu sorunları kökünden
halletmiş ve modern mantığın gelişiminde yeni bir başlangıç olmuştur.
Frege’nin geliştirdiği mantık içerisinde en karmaşık matematiksel
ifadeler temsil edilebilmiş, ispatlar kendi ifade ettiği anlamda görüsel
herhangi bir unsurun sızmasına izin vermeyen bir biçimde mantıksal
araçlarla ele alınabilmiştir. Frege, Begriffsschrift adlı eserindeki
amacını, önsözde şu şekilde ifade etmiştir:
“…doğrulanmayı gerektiren tüm doğruları sadece mantık vasıtasıyla
bir ispatı verilebilenler ve deneyimin olguları ile desteklenmek
durumunda olanlar olmak üzere ikiye ayırıyoruz. Ancak, bir önermenin ilk
türde olabilmesi, şüphesiz ki söz konusu önermenin duyuların eşliği
olmaksızın insan zihninde beliremeyeceği gerçeği ile uyumludur.
Dolayısıyla, psikolojik kaynağın ne olduğundan ziyade en iyi ispat
yöntemi, bu sınıflandırmanın temelinde yer almaktadır. Şimdi ben,
aritmetiğin yargılarının bu türlerin hangisine ait olduğu sorusunu ele
almak istersem, öncelikle, aritmetikte yalnızca, tüm tikelleri aşan
düşünce yasalarının desteğiyle, yani yalnızca çıkarımlar yoluyla ne
kadar ilerleyebileceğimi kesinleştirmek durumundayım demektir. Benim ilk
adımım, bir dizideki sıra kavramını mantıksal sonuç kavramına indirgeme
ve buradan da sayı kavramına ulaşma çabası olacaktır. Görüsel olan
herhangi bir şeyin gözden kaçarak buraya sızmasını önlemek için, çıkarım
zincirlerinin boşluksuz olması için her türlü gayreti göstermek
durumundaydım. Bu gereksinime mümkün olan en sıkı biçimde uyma çabasını
gösterirken dilin yetersizliğini bir engel olarak karşımda buldum…
Dile ait söz konusu eksiklik beni bu ideografi fikrine itti…”
Bu alıntıdan anlaşıldığı üzere Frege, çıkarımların temsil edilmesinde tamamen mantıksal bir dizge oluşturmayı hedeflemektedir. Bu dizge içine görüsel olan hiçbir unsurun sızmasına izin vermeyecektir. Frege’nin daha geniş bağlamdaki amacı ise aritmetiğin mantığın bir alt dalı olduğunu göstermektir. Aritmetiğin doğru önermeleri, birer mantık teoremi olarak ve mantıksal bir dizgenin olanakları içerisinde ispatlanabilir. Frege’nin başardığı değişimi anlayabilmek için kendisinin kavram, nesne ve niceleyiciler ile ilgili geliştirdiği bakış açısının ayrıntılarına girmemiz gerekmektedir. Öncelikle sayı ifade eden bir önermeyi dikkate alalım. Frege’nin bu tür önermelerle ilgili yaptığı ilk tespit, bu önermelerin “kavramlarla ilgili” bir şey söylediğidir. Bir nesnenin herhangi bir sayal sayı kadar olduğunu söylemek, esasen belli bir kavramın altına düşen belli bir sayıda nesne olduğunu söylemektir. Bir başka deyişle, bu tür önermeleri “n tane F vardır” biçimindedir. Dolayısıyla, sayısal önermelerin çözümlenmesi, kavramların mantık içerisinde nasıl ele alınabileceğini açıklamamızı gerektirir. Frege bu noktada, fonksiyonlardan yararlanır. Bir örnek olmak üzere, toplama fonksiyonunu ele alalım. Toplama fonksiyonu sıralı üçlülerden oluşur. Sıralı üçlünün ilk iki sırasındaki sayılar, fonksiyonun tanım kümesini, üçüncü sıradaki sayı ise değer kümesini teşkil eder. Örneğin 1, 3, 4 sıralı üçlüsü, toplama fonksiyonunun bir özellemesidir. Çünkü “1 + 3 = 4” önermesi doğru bir önermedir. Şimdi toplama fonksiyonu ile oluşturduğumuz basit bir denklemi ele alalım: x + 3 = 4. Bu denklem, bir önerme ifade etmez. Belli bir doğruluk değeri yoktur. Günümüzde mantıkta bu tür ifadelere, önermelerden farklarını belirtmek için açık önerme adını veriyoruz. Söz konusu açık önerme, bir değişken (“x”) içermektedir. Bu değişken, doğal sayılar kümesinden değerler alıyor olsun. Örneğin “1” sayısı bu denklemi sağlar. “1”in söz konusu denklemi sağlaması demek, “x” yerine 1 koyduğumuzda doğru bir önerme elde ederiz demektir. Böyle bir açık önermeye gerçeklenebilir bir önerme diyoruz.
Frege, kavramları tıpkı yukarıda ifade ettiğimiz denklemdeki gibi
açık önermeler cinsinden ele almakta ve onlara “tamamlanmamış simgeler”
adını vermektedir. Bir bakıma kavramlar, kendilerini sağlayan nesneler
tarafından doldurulacak boşluk veya (ya da ikili ve daha çoklu
bağıntılar söz konusu olduğunda) boşluklar içerirler. Örneğin “dünyanın
uydusu” kavramını “x dünyanın uydusudur” biçiminde bir açık önermeyle
ifade edebiliriz. Söz konusu açık önermeyi, dünyanın uydusu olduğu için
“ay” sağlamaktadır. Açık önermeleri kapalı hale getirmenin bir yolu,
görüldüğü gibi, bir nesneyi (daha doğrusu nesneye işaret eden bir
terimi), söz konusu değişkenin yerine koymaktı r. Ancak tek yol bu
değildir. Frege’nin devrim niteliğindeki buluşu şu şekilde ifade
edilebilir: Niceleme, açık önermeleri kapalı hale getirme, yani açık
önermeleri doğruluk değeri taşıyan önermelere dönüştürme işlemidir. Yine
“dünyanın uydusu” kavramını ele alalım. Fx: x dünyanın uydusudur olarak
tanımlansın.
(I) Tüm x’ler için Fx’tir.
(II) Bazı x’ler için Fx’tir.
Yukarıdaki önerme biçimlerinden (I), tümel bir önerme biçimi olup tümel bir niceleyici (tüm) içermektedir. (II) önermesi ise tikel bir önerme biçimi olup tikel bir niceleyici (bazı) içermektedir. Her iki önerme de söz konusu değişken “x”in değer aldığı alana bağlı olarak belli bir doğruluk değeri taşımaktadır. Örneğin, tüm şeyleri değer alanı olarak belirlersek (I) yanlış, (II) ise doğru olacaktır.
Aynı önerme “Gxy: x, y’nin uydusudur” yüklemini kullanarak ve dünya
yerine bir sabit terim koyarak da ifade edilebilir. “a” sabit bir terim
olarak dünyanın yerine geçsin:
(III) Tüm x’ler için Gxa’dır.
(IV) Bazı x’ler için Gxa’dır.
Görüldüğü gibi, niceleyici içeren tüm önermeler içerdikleri birli, ikili, n’li bağıntılar uygun önerme eklemlerini de tanımlayarak biçimsel mantık içerisinde temsil edilebilir hale gelmiştir. Niceleyicilerin bu şekilde ele alınmasının bir diğer avantajı da klasik mantıkta mümkün olmayan bir biçimde sayısal ifadelerin temsil edilebilmesidir. Örneğin, “Dünyanın bir ve yalnız bir uydusu vardır.” ifadesini, mantığımıza özdeşlik simgesini (“=”) katarak kolayca ifade edebiliriz: En az bir x vardır ki Gxa’dır ve eğer herhangi bir y için Gya ise x=y’dir.
Benzer biçimde tüm diğer sayısal ifadeler, “tam olarak iki”, “en az iki”, “en fazla bir”, “en az iki” vb. herhangi bir muğlaklığa yol açmaksızın Frege’nin geliştirdiği mantık içerisinde temsil edilebilir. Frege, geliştirdiği niceleme mantığı içerisinde karmaşık matematiksel önermeleri ve bu önermeleri içeren mantıksal çıkarımları temsil edebilme olanağına sahip olmuştur. Dolayısıyla sıra, tek tek sayıların tanımlanmasına gelmiştir. Projesinin bu kısmına giriş olarak Frege, 1884 yılında Die Grundlagen der Aritmetik’i (Aritmetiğin Temelleri) yayımlar. Bu kitap, ilki gibi teknik notasyonları içermez. Birçok felsefe tarihçisine göre Grundlagen yazılış biçimi, kanıtlamaların sunuluşu vb. itibariyle felsefe tarihinde yazılmış en başarılı analitik metinlerden birisidir. Frege, öncelikle aritmetiksel önermelerin statüsü ve sayal sayının mahiyetine ilişkin mevcut kuramları eleştirel bir biçimde ele alır. Bunların her birinin neden kabul edilemez olduğunu ayrıntılı kanıtlamalar vererek gösterir. Ta ki kendi önerdiğinin haricinde aritmetiğin ve sayal sayının açıklanmasında geçerli başka bir kuram kalmayıncaya kadar. Daha sonra bir süre, ilk iki kitabında öne sürdüğü kavram ve nesne anlayı şını netleştirmek üzere çalışır. Bu çalışmalarının sonuçlarını 1891 yılında verdiği Funktion und Begriff (Fonksiyon ve Kavram) başlıklı derste sunar. Aritmetiğin temellerine ilişkin yaklaşımının artık olgunlaştığına ikna olduğundan, söz konusu temellerin biçimsel bir sunumunu yapmaya karar verir ve Grundgesetze der Aritmetik’in (Aritmetiğin Temel Yasaları) ilk cildini 1893 yılında yayımlar. Grundgesetze biçimsel ve teknik bir metindir. Felsefî tartışmalar ve temellendirmeler yoktur. Birinci kısımda, sadece kullandığı biçimsel dilin anlambilimine ilişkin bir sunum bulunmaktadır. İkinci kısım ise ayrıntılı türetimleri içerir. Sonlu sayal sayılar olarak doğal sayıların inşası gerçekleştirilir. Grundgesetze’nin ikinci cildi, on yıl sonra 1903’te yayımlanır. İkinci kısmın sonu, ikinci ciltte sunulur. Üçüncü kısımda gerçel sayıların inşasına ilişkin tartışmalar başlar. Bu tartışmalar, Grundlagen’de sayal sayılara ilişkin tartışmanın bir benzeridir. Bu kez gerçel sayılara ilişkin farklı kuramlar eleştiriye tâbî tutulur. Fakat ikinci cildin sonunda tamamlanmaz. Bir üçüncü cilt ise hiçbir zaman yayımlanmamıştır. Sonuçta Frege, sayal sayıyı nasıl ele almakta ve nasıl tanımlamaktadır? Bunu anlayabilmek için öncelikle birinci düzey ve ikinci düzey biçimsel mantık arasındaki ayrıma dikkat etmemiz gerekir. Birinci düzey niceleme mantığında, niceleyiciler değişkenleri nicelerler. Bir başka deyişle, “tüm x’ler için” ya da “bazı x’ler için” biçimindeki ifadelerden başka niceleyiciler birinci düzey mantıkta yer almaz. İkinci düzey niceleme mantığında ise yüklemlerin de nicelenebildiğini görürüz. Bir bakıma ikinci düzey mantık, sadece yüklemlerin kaplamlarındaki nesneler hakkında değil bizatihi yüklemlerin kendileri hakkında konuşabildiğimiz bir mantıktır. Frege sayal sayıları ikinci düzey yüklemler mantığında tanımlamaktadır. Biraz önce “Belli bir yüklemi sağlayan bir ve yalnız bir nesne vardır.” önermesinin biçimini ifade etmiştik. Şimdi bu önerme biçimini sağlayan yüklemleri dikkate alalım. Bu yüklemlerin kaplamlarında sadece bir birey bulunmaktadır. Frege’ye göre Bir sayısı, ikinci derece yüklemler mantığında, birinci derece yüklemler mantığındaki söz konusu ifadeyi sağlayan tüm yüklemlerin kavramıdır. Bir bakıma Bir sayısının kendisi kaplamında bir birey bulunan yüklemlerin kümesidir. Sıfır sayısı kaplamında hiçbir birey bulunmayan (bu itibarla da çelişik olan) yüklemlerin kavramıdır. Benzer biçimde, diğer tüm sayılar da ikinci derece yüklemler mantığında artık tanımlanabilmektedir.
Dilsel Felsefeye Sapış ve Modern Mantık
Dilin, felsefenin odağına yerleştiği bu süreç, özellikle Kant’tan başlayarak aynı zamanda dilin ne kadar yanıltıcı olabileceğini de öğrendiğimiz süreçtir. Kant, özellikle birinci eleştirisinin diyalektik bölümünde, yüzyıllardır felsefecilerin üzerinde söz söylemekten çekinmedikleri pek çok konunun nasıl olup da aklın sınırlarını aştığını, bir başka deyişle metafizik yaparken kullandığımız dilin ne kadar yanılsamalı olabileceğini göstermiştir. Frege’nin çalışmaları, sayılarla ilgili kullandığımız dilin, sayıları dil dışı bir varlıkmış gibi ele almamıza yol açtığını, oysa dilin mantığını yeterince çözümlediğimizde sayılara ilişkin doğru önermelerin nasıl olup da dil içerisinde ele alınabileceğini öğretmiştir. Ayrıca, Russell Paradoksu, sözel ifadelerle kümelerin tanımlanmasının çelişkilere yol açabileceğini, dolayısıyla, dilin kullanımında bazı sınırlamaların getirilmesinin gerekli olduğunu ortaya koymuştur. Kısacası, dil bizi yanıltabilir. Dolayısıyla felsefenin birincil ilgi alanı dilin işleyişinin anlaşılması, hata ve yanılsamalardan kendimizi koruyacak biçimde kullanımının sınırlandırılmasıdır. Neyin var olduğu ya da olmadığı, neyi bilip neyi bilmeyeceğimiz gibi sorulardan önce, neyi ne ölçüde ifade edebileceğimiz sorusu felsefenin aslî konusu haline gelmiştir. Felsefedeki bu odak kayması “dilsel felsefeye sapış” (İng. “turn to lingusitic philosophy” veya “lingusitic turn”) olarak da adlandırılmaktadır. Modern mantık gerek önermeleri ve önerme eklemlerini, gerekse önermelerin içyapılarını, oldukça net bir biçimde simgeleştirebilmemizi ve bu sayede, önermeler arasındaki anlam bilimsel ilişkileri sorunsuz bir surette çözümleyebilmemizi sağlar. Bir bakıma, modern mantıkta oluşturulan biçimsel dizgeler, Gottfried Leibniz’in (1646-1716) bir zamanlar hayalini kurduğu evrensel dilin, characteristica universalis’in birer örneğidir.
20. yüzyıl, söz konusu dil felsefesinin iki ayrı safhasına, iki ayrı yapılış biçimine arka arkaya tanıklık etmiştir. Bu safhalardan ilkinde dilin, Frege sonrasında gelişmeye başlayan mantığa dayalı olarak çözümlenmesi, anlamlı olan ve olmayan arasındaki ayrımın bu çözümlemelere dayanarak yapılması ön plana çıkmıştır Bu ilk safhada da birisi mantıksal atomculuk bir diğeri ise mantıksal pozitivizm olarak adlandırılabilecek iki yaklaşımı birbirinden ayırt etmemiz gerekmektedir. İkinci safha ise felsefeciler, ideal biçimsel bir dil olarak mantığı esas almaktansa gündelik yaşamda kullandığımız biçimiyle dilin kendisine yönelmişlerdir. Mantıksal atomculuk söz konusu olduğunda, Moore ve Russell’ın; mantıksal pozitivizm söz konusu olduğunda Schlick, Carnap ve Ayer’ın; gündelik dilin felsefesi söz konusu olduğunda ise Ryle ve Austin’in görüşlerini bu çalışmamızda tanıtmaya çalışacağız. Öte yandan her iki safhada da kendi görüşleriyle öne çıkan ve tüm bu felsefeciler üzerinde büyük etkisi bulunan bir felsefeci olarak, Wittgenstein’ın görüşlerine özel bir yer ayıracağız. Analitik felsefenin, özellikle de yukarıda ifade ettiğimiz ilk safhasının mahiyetini hakkıyla anlayabilmemiz, modern mantığın gelişimi ve gücü hakkında bir fikir sahibi olmamızı gerektirir. Modern mantıkta önermeler, biçimsel bir dil içerisinde temsil edilir. Biçimsel dil, sadece işaret dizilerinden oluşur. Biçimsel bir dizge, söz konusu bu biçimsel dile işaret dizileri arasındaki dönüştürme kurallarının eklenmesi ile elde edilir. Söz konusu işaretlerin ve işaret dizilerinin, neye işaret ettikleri ya da ne anlama geldikleri dikkate alınmaz. Bu itibarla gündelik dilden kaynaklanan muğlaklıklar, vurgu ya da tonlamaya bağlı belirsizlikler, hemen tamamen aşılmış olur. Analitik felsefenin kuruluşunda ve gelişiminde büyük katkısı bulunan Bertrand Russell, Alfred North Whitehead ile birlikte 1910-1913 yılları arasında kaleme aldığı Principia Mathematica adlı eserinde, modern mantığın o ana kadar ulaştığı sonuçları başarıyla ifade etmiştir. Bu ölçüde gelişmiş ve temsil gücü yüksek bir mantığın felsefenin önünde yeni ufuklar açmış olması da gayet beklenebilir bir sonuçtur. Burada sunulan yaklaşım içerisinde, gündelik dilin barındırdığı muğlaklıklar ve belirsizlikler eleştirilmektedir. Bu sorunlardan arınmış mantıksal bakımdan mükemmel bir dilin peşine düşülmelidir. Ancak konu, sadece böylesi mükemmel bir dilin kurulması değildir. Belki de gündelik dil, barındırdığı sorunlar nedeniyle biz farkında olmadan karşımıza birtakım felsefî sorunlar çıkarmaktadır. Dilin kendisinden bu sorunları ayıkladığımızda, belki de bu felsefî sorunlardan kurtulmamız da mümkün olacaktır.
George Edward Moore Kimdir? Yaşamı ve Sağ Duyuya Dayalı Felsefe
George Edward Moore, 1873 yılında bir doktorun oğlu olarak Londra’nın banliyösünde doğdu. Dullwich College’da ve 1892’den itibaren Cambridge’de Trinity College’da öğrenim gördü. 1898’de Tirinity College’da akademi üyesi (İng.fellow) ünvanı aldı. Cambridge’deki ilk yılının sonunda, kendisinden iki sınıf ileride bulunan Bertrand Russell ile tanıştı. Russell, kendisini felsefe okuması için teşvik etti. Moore, 1925-1939 yılları arasında, Cambridge Üniversitesi’nde zihin felsefesi ve mantık profesörü olarak akademik çalışmalarını sürdürdü. Moore, sağduyuya dayalı felsefe anlayışının önde gelen savunucusudur. Ahlâk felsefesi alanında doğalcılık karşıtı anlayışı savunmuştur. Kendi adıyla anılan bir paradoksu ortaya koymuştur. Yaşadığı dönemde, felsefe camiasında oldukça etkili olmuştur. Mind dergisinin editörlüğünü üstlenmiştir. 1918 ve 1919 yıllarında Aristotelian Society’nin başkanlığını üstlenmiştir. 1958 yılında hayata veda etmiştir. Gottlob Frege, Bertrand Russell ve Ludwig Wittgenstein ile birlikte, adı analitik felsefe geleneğinin kurucuları arasında yer alır. İngiliz felsefesinde idealist yaklaşımların etkisinin ortadan kaldırılması sürecinde, son derece etkili ve belirleyici olmuştur. Çok açık ve konuları kuşatan bir yazı dili geliştirmiştir. Genel olarak felsefenin, bilimlerle karşılaştırıldığında yeterince ilerlemeci olmadığından yakınmıştır. Ahlâk felsefesi üzerine görüşlerini ifade ettiği Principia Ethica başlıklı kitabı ile “The Refutation of Idealism”, “A Defence of Common Sense” ve “A Proof of the External World” başlıklı makaleleri en etkili eserleri sayılmaktadır.
Moore, “sağduyuya dayalı” önermeler olarak adlandırdığı bir grup önermeyi ayırt eder. Bunları iki grupta ele alır. İlk grupta yer alan önermelere örnek olarak şunları verebiliriz: Moore, bir insan bedenine sahiptir. Bedeni belli bir zaman önce doğmuş ve o zamandan bu zamana kesintisiz olarak yerkürenin üzerinde varlığını sürdürmüştür. Zaman içerisinde değişimlere uğramıştır. Diğer birtakım üçboyutlu, hacme ve biçime sahip nesnelerle farklı zamanlarda, belli mesafelerde birlikte var olmuştur. Bu önermeler, yaşayan başka insan bedenleri için de söylenebilir. Dünya, benim bedenimim var olmasından çok uzun zaman öncesinden beri vardır. Üzerinde, pek çok insan bedeni yaşamış ve ölmüştür. Bedenim farklı türlerde deneyimlere (çevremdeki nesneler ve diğer bedenlerle ilgili algılara) sahip olmuştur. Farklı bedenlere sahip insanlar da bu tür deneyimlere sahip olmuştur. Moore, ayrıca bu önermelere şu ikinci önermeyi (ya da önerme grubunu da ekler): Diğer insanlar da Moore’un kendisi ve çevresi ile ilgili bildiği önermeleri, kendi deneyimleri dahilinde bilirler. İşte bu iki grupta yer alan önermeler bir araya getirildiğinde “sağduyuya dayalı dünya görüşünü” oluşturur. Moore bu önermeleri (burada sözcük sözcük çevirmediğimiz biçimde) ayrıntılı olarak ifade eder. Bunların arasına Tanrı’yla, evrenin oluşumuyla ilgili birtakım önermeleri, ne kadar çok insan bunlara inanıyorsa inansın, katmaz. Moore’a göre ben bu önermelere sadece inanmakla kalmam, belli bir kesinlikle doğru olduklarını da bilirim. Söz konusu önermeleri reddetmek, bir çelişki içermez. Bu itibarla da bu önermeler, bir zorunluluk içermez. Ancak Moore’a göre, bu tür sağduyuya dayalı önermeler, felsefeye başlamak için varsayılan önermelerdir. Bunun anlamı, hiçbir felsefecinin bunları inkâr etmediği değildir. Nitekim felsefe tarihinde, bu önermeleri reddeden felsefeciler de olmuştur. Ancak Moore’a göre, bu önermeleri reddetmeleri o felsefecilerin kendi görüşlerini kabul edilmez kılar. Örneğin, söz konusu bu önermeler hakkında kuşkucu bir yaklaşım sergileyen, bu konuda kitaplar veya makaleler yazan bir felsefeci, bu söylediklerini diğer insanların okuması ve eleştirmesi için söylemektedir. Başkalarının doğru kabul ettiği bazı önermelerin olduğunu ancak, bunlardan şüphe duyduklarını ifade etmektedirler. Bu durumda, aslında, kuşkucu yaklaşımlarının reddettiği bazı düşünceleri, baştan kabul etmeksizin bu yaptıklarını yapamazlar. Kuşkucu yaklaşımı savunan bir felsefeci, bizim felsefe öncesi birtakım bilgilerimizi sorgulamakta ve eğer kendisine yeterli delili sunamazsak, bu bildiğimizi iddia ettiklerimizi aslında bilmediğimiz bize söylemek için hazır beklemektedir. Moore’un bu noktadaki bakış açısı, bir seçimle karşı karşıya olduğumuzdur. Felsefe öncesi sağduyuya dayalı kanaatlerimizle felsefî kuşkuculuğun bir ilkesi arasında, hangisine daha fazla güven duyacağımız konusunda bir seçimdir bu. Moore’un bu konudaki tavrı ise açıktır. Sağduyuya dayalı kanaatlerimize güvenimiz, asla bir felsefî ilkeye olan güvenimizle kıyaslanamaz. Çünkü felsefecilerin sağduyuya dayalı bilgilerimize önceliği olan ve daha güvenilir bir bilgi türüne sahip olduklarını düşünmek için geçerli bir sebebimiz yoktur. Moore, neden bu nokta üzerinde bu kadar durmaktadır? Moore’un mücadele ettiği ve karşı çıktığı felsefe geleneği, söz konusu sağduyuya dayalı önermeleri sorgulayan bir tür idealist felsefedir. Moore’un, Cambridge’te öğrenim gördüğü dönemde hakîm olan felsefe anlayışı budur. En azından Moore’un bu felsefe geleneğini anlayış biçimi böyledir. Felsefe, bu tür önermeleri sorgulayarak işe başlamamalıdır. Felsefe, söz konusu önermeleri nasıl olup da bildiğimizi açıklamalıdır. Bunu yapabilmenin ilk aşaması ise bu tür önermeleri bildiğimizi iddia ettiğimizde, bildiğimizin aslında ne olduğunu ortaya koymaktır. Moore, bu noktadan hareketle felsefî çözümleme yöntemini iki konuya, etiğe (ahlâk felsefesine) ve dış dünyanın bilinmesine yönlendirmiştir