Home » Z_Ders Notları » Uluslar_arası_İlişkiler » 4.Dönem » Siyasi Düşünceler Tarihi

Siyasi Düşünceler Tarihi

SİYASİ DÜŞÜNCELER TARİHİ
Antik Yunan: Yurttaş ve İktidar
Antik Yunan, Polis ve Siyaset
Batı siyasal düşüncesinin tarihinin başlangıç noktası olarak kabul edilen Antik Yunan uygarlığı, birbirinden özerk kent devletleri ya da polis’lerden oluşmaktadır. Tarihte ilk çıktığında “tepedeki kent” olarak nitelenen polis’ler, tapınma merkezlerinin bulunduğu yerdi. Bu yerlere akropolis denirdi.

İÖ VIII. yüzyılda ticaretin ortaya çıkmasıyla ve toprakların ortak maldan özel ellere geçmesiyle aristokrasi doğmuştur. Aristokrasi; birkaç soyun oluşturduğu bir toplulukta belirli bir soyun diğer soylara göre üstün kabul edilmesi ile yönetme hakkının bu soya verilmesi yönetimidir.

Polis’lerin temelinde eşitsizlik vardır. Topluluk arası savaşlar yüzünden ortaya çıkan köleler bunun en açık göstergesiydi. Fakat daha sonra borçlara karşılık teminat olarak kendilerini ya da aile fertlerini göstermesiyle borç köleliği yaygınlaşmıştır. Bu köleliğin tanığı İÖ 700’lerde yaşadığı sanılan, küçük bir mülk sahibi, yoksul bir Yunan şairi olan Hesiodos’tur.

İlk polis’ler az gelişmiş ve küçük köylerden oluşmuş tarım yerleşim yerleriydi. Bu polis’lerde yurttaşlar, siyasal kararların alınmasında ve uygulanmasında doğrudan yer aldığı, siyasal haklara sahip yurttaşların arasında kura ile belirlendiği doğrudan demokrasi ile yönetiliyordu. Polis’te köleler, Yunan asıllı metoikos’lar (yabancılar) ve kadınlar yurttaş haklarına sahip değildi. Her bir polis’in kendine özgü siyasal varlık olmanın dışında, özgün bir askeri, dini ve mimari bütünlüğe de sahiptir.

Polis’in yurttaşları dört ana sınıfa ayrılmıştır: Eupatrides (iyi doğmuşlar, soylular), Geomeres (küçük çiftçiler), Demiurgos (zanaatkarlar) ve Thetes (emekçiler, en yoksullar).

Atina’da İÖ VII. yüzyılda krallığın tamamen bitmesine rağmen, insanlar thesmoi’ye göre, yani tanrısal kökenli, sözlü ve geleneksel yasalara göre yönetilmekteydi. Ancak Atina geliştikçe, soyluların elinde kaldığı bu yasalar yetersiz kalınca İÖ 630 yılına doğru Atinalı Kylon tiran olma girişiminde bulunup soyluların iktidarını devirdi. Tiran, Yunanlılar’a göre, iktidarı mevcut yasal düzenlemelere aykırı bir biçimde ele geçirmiş kimselere denir. Tiranların öldürülmesi genellikle olumlu karşılanır. İÖ 621’de Drakon yasalarının hazırlanmasıyla, thesmoi yerini nomoi’ye, yani yazılı ve değişime açık yasalara bırakmaktadır.
Atina’da krallığın yıkılmasıyla, yurttaşların siyasal hak kullanımı çeşitli kurumlara geçmiştir: hayatları boyunca bu kurumun üyesi olurlar.

Soyluların tekelinde olup, suçlu bulunan kişileri gerektiğinde yurttaşlıktan atma hakkına sahiptir.
• Bule (dörtyüzler meclisi): Soyluların tekelinde olan ve yasa önerilerini taslak haline getiren kurumdur.
• Heliaia (halk mahkemeleri): Otuz yaşını dolduran her yurttaşa açıktır ve kura ile bir yıllığına görevlendirilir.

İÖ 560’ta iktidar olan Peisistratos soylulara ağır bir darbe vurur. Fakat İÖ 527’deki ölümünden sonra soylular yeniden iktidarı ele geçirerek oligarşik rejimi, yani azınlığın yönetimini yeniden kurarlar. Kleisthenes yurttaşları, deme (yer, mahal) bağlarına göre yeniden örgütler. İÖ 449 yılından sonra Atina’da iki güç arasında mücadele başlar. Bir yanda toprak sahipleri, diğer yanda ise ticaret ve denizcilikle uğraşan kesimlerle emekçiler vardır. Bunların oluşturduğu demokratlar isonomia (yasalar önünde eşitlik) ve isegoria’yı (doğrudan siyasal hakkı) talep etmektedir. Bu mücadele sonucu Perikles iktidar olur.

Perikles dönemi Atina için altın çağdır. Bu dönemde gerçekleşen reformlarla tüm yurttaşlar siyasal haklara kavuşmuştur. Alt sınıflara kapalı olan devlet görevleri herkese açılmış ve kura ile seçilmenin önünü açmıştır. Ekklesia’da toplanan halkın devlet memurlarını yargılama yetkisi verilmiştir. İÖ 355 yılında Makedonyalıların etkisi başladığı Yunan yarımadasında bütün polis’ler III. Aleksandros’a bağlandı. İÖ 146’da Roma hakimiyetiyle Atina ve Sparta özerk kent ilan edildi; diğer polis’ler ise doğrudan bağımlı kentler haline geldi. İÖ 86’da ayaklanma sonucu polis’ler yıkıldı ve Yunan yarımadası eyalet haline getirildi.

Başlangıçta yurttaşlığın temel koşulu, belirli bir soya (genos’a) ait olabilmekti. Ancak deme bağları önem kazandıkça, daha çok özgür olma şartı öne çıkmıştır. Yunan’da özgürlük efendisizlik demekti, bu yüzden köleler insan sayılmazdı. Ayrıca metoikos’lar çalışan sınıflardı ve zorunluluk alanına aittiler. Kadınlar ise kocalarına bağımlı olduklarından metoikos’lar gibi zorunluluk alanına aitti. Bu alana oikos (hane) alanı denir. Oikos ve nomoi kelimelerinden ortaya çıkan “Oikonomoi” (Ekonomi) kelimesi; hanenin yasaları, ev yönetimi, malların servetin yönetimi anlamına gelir. Oikos alanı Yunanlılar için insanın maddi ihtiyaçlarının karşılandığı alandır.

Polis’in siyaset merkezinde demos (halk) vardır. Demokrasi kelimesi demos (halk) ve kratia (iktidar) kelimelerinin birleşmesiyle oluşturulmuş ve halkın iktidarı anlamına gelmektedir. Fakat polis’te halk sadece yurttaşları kapsamaktadır.

Atina’da demokrasinin düşmanları şunlardır:
• Yaşlı Oligark: O’na göre demokrasi, halka eşitlik verdiğinden dolayı soyca üstün olanlara göre daha çok güç kazanmasına yol açar.
• Ksenophon: O’na göre demokrasi, halk despotluğudur.
Demokrasiyi savunanlar ise şunlardır:
• Herodotos: O’nun için halkın idaresi, yasalar önünde eşitliktir. Ayrıca alınan her karar kamuya dayanır.
• Perikles: O’na göre demokrasi, tüm yurttaşlara dayanır. Devlet işlerinde herkesin olabileceği yer soydan dolayı değil, yüksek yetenekle kazandığı üne göredir.

Polis’te Siyasal Düşüncenin Öncüleri
İlk Yunan düşünürleri İyonya’da ortaya çıkmıştır. İyonya’nın Ephesos şehrinden olan Herakleitos, demokrasi düşmanı ve siyasal düşünürdür. Ona göre, yapılacak en doğru şey bilge bir insanın iradesine itaat etmektir. Doğa felsefesinin doruk noktası ve materyalist düşünür olan Demokritos’a göre ise devlet ve yasalar doğal değildir. Ayrıca meritokrasiyi (liyakata dayalı yönetimi) savunmuştur.

Sofist kelimesi; bilge, belirli bir alanda uzmanlık bilgisine sahip kişi anlamına gelir. Güzel söz söylemek polis’te hem çok önemli hem de siyasal anlamda çok işlevseldir. Sofistler, güzel söz söylemeyi öğretiyorlardı. Ancak Platon ve Aristolotes gibi düşünürler, Sofist düşünürleri aşağılarlar. Aristoteles ve ondan sonra gelen düşünürler, kendilerini Sofist düşünürlerden ayırmak için, kendilerine philosophos olarak tanımlarlar. Philosophia, sophia (bilgi) ve philia (sevgi) kelimelerin birleşmesiyle oluşmuştur. Filozof ise bilgiyi seven anlamına gelir.

Sofistlere karşı olan tepkilerin iki sebebi vardır: Zengin demiurgoi’nin Sofistler tarafından eğitilmesi ve Sofistlerin büyük bir kısmı metoikos’lardan oluşmasıdır. Sofistler iki döneme ayrılırlar:

• Birinci kuşak Sofistler: Birinci kuşak Sofistler düşüncenin merkezine insanı koymuşlar ve daha çok polis’le ilgilenmişlerdir. Siyaset sanatının tanrılar tarafından gönderildiğini ileri sürerler. Protagoras’a göre, kimse yurttaş olmadığı için siyasi haktan yoksun bırakılamaz. Ayrıca ona göre polis, bir tür sözleşmeyle kurulmuş yapay bir varlıktır. Dönemin diğer Sofisti Hippias’a göre ise, insanlar doğal yasa tarafından akrabadır. Bundan dolayı Sofistler tarihin ilk hümanistler olarak değerlendirilir. Hümanizm insancılık anlamına gelmektedir.
• İkinci kuşak Sofistler: İkinci kuşak Sofistler, birinci kuşağın tersine eşitliğe karşı gelirler. Antiphon’a göre insanların doğal olarak kardeş olmalarının nedeni yasalardır, yani yasa kısıtlayıcı, doğa ise özgürlüktür. Ona göre yasalar, özgürlüklerini gerçekleştirmek isteyen güçlü insanların önünde engeldir ve güçsüzlerin işine yaramaktadır.

En önemli Sofistlerden biri olan Sokrates, düşüncenin merkezine insanı ve toplumu koyar. Ancak diğerlerinden farklı olarak kendisinin bilgiye sahip olduğunu ve bilgi öğretebileceğini savunmaz.

Sokrates halkın içine karışıp, Atina demokrasisinin halkın yönetiminde değil de, halkın demagog’lar tarafından yönetildiğini söyler. Yunanca’da demos (halk) ve agogos (öncülük etmek) kelimelerinden oluşan Demagoji, insanlara duymak istedikleri şeyleri yalan ve abartılı şekilde söyleyip kandırmak anlamına gelir. Bunu yapan kişiye de demagog denir.

Sokrates’e göre yasalar, insanlara sadece iyilik sağlar ve yönetim şekli ne olursa olsun polis’i kutsal ve en büyük iyilik olarak görmüştür. En önemlisi yönetenlerin erdemli oluşudur, bilgisiz insanların elinde yok olmamalıdır.

Platon: İyi Yurttaş, İyi Devlet
Siyaset felsefesinin kurucusu ve en önemli isimlerinden biri olan Platon’a göre iyi insan varlığı, iyi bir siyasal örgütlenmeyle olabilmektedir. O yüzden Platon düşüncenin merkezine polis’i koymuştur. Bu durumda önemli olan şey polis’in bilgisidir ve onu bilecek kişi de filozoftur.

Platon Atina’da Akademia adında bir okul kurmuştur. İÖ
387 yılında, kentin dışında yer alan ve eski savaş kahramanlarından birinin adını taşıyan Heros Akademos bahçesinde kurulan bu okul, İS 529’da Doğu Roma İmparatoru I. Justinianus tarafından kapatılmıştır.

İnsan ruhu üç ayrı bölümden oluşur ve her insanda birisi daha baskındır. Bu bölümler maddi istek (iştahsal bölüm), soylu istek (yürekli bölüm) ve bilgelik isteği (ussal bölüm)dir.

Platon’a göre polis, farklı sınıfların toplamına eşit değildir ve devlet bu farklı sınıfları birleştirir. Bu bakımdan Platon, organizmacı toplum görüşünün ilk isimlerindendir.

Platon devlet ile yönetim biçimleri arasında fark gözetmeksizin, devleti sınıflandırmıştır. Patriarşi, yazılı yasalara gerek duyulmadığı, gelenekler ve ataların sözü dışında hiç bir şeyin olmadığı yönetim şeklidir. Nüfus artışıyla birlikte patriarşi ortadan kalkar ve monarşi (aristokrasi) ortaya çıkar. Platon’a göre monarşi, tek bir kişinin tüm topluluğun ortak çıkarlarını koruyan bir yönetim şeklidir. Bu yönetimle yazılı yasalara geçilir. Topluluğun tek bir aile şefi tarafından yönetilmesine monarşi, birkaç aile şefinin birleşip yönetilmesine aristokrasi denir. Monark ya da aristokratların şöhret kazanma isteklerinden dolayı askerlere iktidar olma şansı verilir. Timokrasi adı verilen bu yönetim şeklinde, askerler sadece kendi gruplarına önem verir ve onları zenginleştirir. Oligarşi, zenginlerin dahil olduğu ve yoksulların tamamen dışlandığı azınlık yönetimidir. Platon’a göre en kötü yönetim oligarşidir, çünkü oligarklar zenginleştikçe yoksullar fakirleşir. Zenginlerle yoksullar arasındaki fark açıldıkça sınıf mücadelesi başlar ve yoksullar oligarşiyi yıkıp demokrasiyi kurar.

Platon’un sınıflandırdığı devletin bozulmasında birbiriyle bağlantılı dört etken bulunur: toplumdaki iç birliğin bozulması, iş bölümü ilkesine uyulmaması, toplumsal çatışmalar ya da sınıf mücadelesi, ahlaksal çözülmeyle birlikte yönetici kesimlerin kendi iç birliklerinin ortadan kalkması.

Platon’a göre ideal devlet üç sosyal sınıftan oluşur. Erdemi ölçülülük olan üreticiler, devletin maddi ihtiyaçlarının karşılarlar. Devletin varlığını koruyan koruyucuların erdemi yiğitliktir. Erdemi bilgelik olan yöneticiler filozoflardan oluşmaktadır. Bu sınıfların, yaptıkları işlerin dışına çıkmamaları için dördüncü erdem olan adalet erdemi, ideal devlette ortaya çıkar. Platon’a göre, ideal devlet hem toplumsal değişime kapatılmalı hem de devletin içindeki değişim durdurulmalıdır. Toplumdan kaynaklanabilecek toplumsal dinamikleri ön gören Platon zenginliğe ve yoksulluğa yer vermemiştir. Ayrıca toplumsal değişimi durdurmak için nüfusu sabitlemeyi savunmuştur.

Filozofun başa geçmesinin en temel nedeni, akla dayalı, tutkulara kapılmayan toplumun bir bütün olarak mutluluğuna önem veren bir devletin ortaya çıkmasıdır. Toplum yeni rejime hazır değilse filozofun ilk görevi bir tabula rasa, yani temizlenmiş ve yeni şeylere hazır bir levha oluşturmaktır.

Filozof, ideal devleti kurmak için yasalar çıkarır ve bu yasalar üç temel işlevi yerine getirecektir:

• Her yurttaşı üstleneceği işleve göre sınıflandırmak.
• Her sınıfı kendi içinde ve sınıfları kendi aralarında birleştirmek.
• Böylece toplumu mutluluğa götürmek. Filozofun yönetimi gibi, bu yasalar da meşruluğunu doğrudan hukuk ve yasanın bilgisinden alır.

İdeal devlet toplumdaki hiyerarşinin, iş bölümünün ve soyların bozulmasıyla yıkılacaktır. İşbölümü bozuldukça koruyucular akla önem vermeyip savaşçılığı önemseyeceklerdir. Böylece ideal devlet onuru önemseyen timokrasiye bırakacaktır.

Platon’un ideal devlet modelinin meritokrasi ya da philokrasi olduğundan dolayı dünyada kurulamaz, çünkü bu model sadece tanrılara layıktır. Önemli olan ideal devleti kurmak değil, gerçek devletleri ideal devlet bilgisine yaklaştırmaktır. Bu ikinci en iyi yönetim biçimi Yasalar’dır. Bu modelde filozof-kralın yerini yasalar almıştır ve yasa aklı temsil eder. İyi bir yasa, değişime ve bozulmaya karşı katı bir özellik taşımalıdır. Fakat aynı zamanda dünyadaki değişimlere de ayak uydurmalıdır.

İkinci en iyi yönetim biçiminde Platon özel mülkiyet ve aile kurumlarına izin verir. Ancak kimin kiminle evleneceğini devlet karar verir, çünkü soyların bozulmaması çok önemlidir. Özel mülkiyet ise polis’in ortak malı olarak görülmelidir. Bu yönetim biçiminde ayrıca nüfus ve toprak arasında doğrudan bir ilişki vardır ve nüfus artışı olursa nüfus ihraç edilir, nüfus düşerse ithalat yoluyla eksikler tamamlanır.

Platon ikinci en iyi devletindeki yurttaşları zenginliklerine göre dört sınıfa ayırır. Siyasal hakkı daha çok zengin sınıflara vermesine rağmen Platon sınıfı ne olursa olsun, herkesi aynı iş bölümü sürecinden geçirir.

Yasa hakimiyetini sağlamak için Platon dengeli bir yönetim öngörmüştür ve karma anayasa modeli ortaya çıkar. Bu modelin siyasal kurumları Yasa Koruyucular Kurulu, Halk Meclisi ve 360’lar Konseyi’dir. Bu kurulun üstünde de onları denetleyen Denetçiler Kurulu bulunmaktadır. Ancak daha sonra Platon, filozof ve din adamlarının bulunduğu yeni bir kurum oluşturur ve bu kuruma Gece Konseyi adını verir. Gece Konseyi, bir kurum olarak filozof-kralın yerini alır ve bu konsey doğrudan anayasa düzeni konusunda karar alma yetkisine sahiptir.

Aristoteles: Devlet, En Yüksek İyi
Aristoteles’i Platon’dan ayıran en önemli fark, akıl yürütmenin yanı sıra olgulara önem vermesi ve gözleme başvurmasıdır. İÖ 335’te Lykeion adında bir felsefe okulu kurmuştur. Lykeion’da dersler öğrencilerle birlikte dolaşarak verildiği için, bu okula Peripatos (gezinen) okulu da denir. Aristoteles’e göre siyaseti anlamak için öncelikle toplum ve toplumu oluşturan insan anlaşılmalıdır. Toplumun amacı telosu, yani insanın içindeki mutluluğu ve yetkinliği sağlamaktır.

Aristoteles’e göre en küçük topluluk ailedir. İnsanların sadece günlük gereksinimlerini karşılamak için aileler birleşmek zorunda kalır ve köyler oluşur. Köylerin birleşmesiyle polis oluşturulur. Aristoloteles’e göre devletin özü insanların içindedir. İnsan sadece yurttaş olursa tam anlamıyla insandır. Aristoteles insanı zoon- politikon (siyasal-toplumsal bir hayvan) olarak tanımlamıştır. Topluluğunun mutluluğunu ve iyiliğini amaçlayan devlet için adalet çok önemlidir. Adaletin düzgün yürütülmesi için adil yasalara ihtiyaç duyulur. Eğer yasalar kötüyse adalet zarar görür.

Aristoteles’e göre üç ayrı eşitsizlikçi ilişki aileyi ayakta tutar.

• Baba-çocuk ilişkisi: Çocukların düşünme yeteneği gelişmediği için babanın otoritesi altındadırlar.
• Karı-koca ilişkisi: Aristoteles kadının çok akıllı olmadığını ve erkeğe boyun eğmesi gerektiğini savunur.
• Efendi-köle ilişkisi: Aristoteles’e göre kölelerin düşünme yetisi olmamasından dolayı en iyisi efendilerine itaat etmeleridir. Ayrıca yurttaşlar köleler sayesinde aşağılayıcı işlerle uğraşmaktan kurtulmakta ve boş zamanlarından dolayı siyasete zaman bulmaktadırlar.

Aristoteles herkesin yurttaş olmasına karşı çıkar, çünkü herkes yurttaş olursa devletin içindeki adalet bozulur. Bu yüzden bedeniyle çalışanlar, zanaat ve ticaretle uğraşan insanların, yurttaşın gerektirdiği bilgi ve beceriye sahip olmadıklarından dolayı yurttaşlığa kabul edilmemelidir. Ayrıca siyasetle ilgilenen kişi ile ticaretle uğraşan kişi eşit sayılamaz.

Aristoteles yönetim biçimini belirleyen iki etken üzerinde durmuştur:

• Çevresel, ekonomik ve psikolojik koşullar
• İklim koşulları veya coğrafya: Aristoteles’e göre soğuk ülkede yaşayan Avrupalılar yürekli ama beceri ve akıl bakımından geridirler. Bu yüzden iyi ve sürekli bir yönetim kuramazlar. Sıcak ülkelerde yaşayan Asyalılar zeki ve yaratıcıdırlar ama yürekli ve iradeli olmadıklarından dolayı hep köle olarak yaşarlar. Ilıman iklimde oturan Yunanlılar ise hem zeki, hem yürekli olduklarından iyi ve doğru anayasalara sahiptirler ve hep özgür yaşarlar.

Aristoteles yönetimleri sınıflandırmak için iki ana ilkeye başvurur: ortak iyiliği amaçlayan yasa ve yönetimi elinde olan kişi sayısı. Bu durumda üç iyi, üç de kötü toplam altı yönetim biçimi ortaya çıkar.

• Ortak iyiliği amaçlayan bir kişinin yönetimi olan monarşi ve bir kişinin çıkarını gözeten, başka bir kişinin yönetimi olan tiranlık.
• Ortak iyiliği amaçlayan azınlığın yönetimi aristokrasi ve zenginlerin çıkarlarını gözeten azınlığın yönetimi olan oligarşi.
• Ortak iyiliği amaçlayan çoğunluğun yönetimi olan politeia ve sadece yoksulların çıkarlarını gözeten çoğunluğun yönetimi olan demokrasi.

Aristoteles, krallığın her zaman ılımlı olmasını ister, yoksa yönetim tiranlığa dönüşür. Tiranlık en kötü rejimdir. En erdemli yönetim şekli ise aristokrasidir. Bu yönetim biçiminde her şey servet sahiplerinin elinde toplanır ve geliri olmayanların hiçbir hakkı olmaz.

Silah taşıma hakkı olan herkesin yurttaş olarak kabul edilerek yönetimde yer alan çoğunluğun yönetimi anlamına gelen Politeia, karma bir siyasal yönetim biçimidir. Aşırı zengin ve aşırı yoksulların ortasıdır, yani orta sınıf iktidarın asıl gücüdür. Aristoteles’e göre orta sınıf, değişimi en az isteyen sınıftır, çünkü kaybedecek şeyleri vardır. Politeia ile Aristoteles’in ideal devleti arasındaki temel fark, Politeia’da iyi insan ve iyi yurttaşın aynı kişi olması gerekmediğidir. Yurttaş bazı olumsuzluklar taşısa da yurttaştır ve siyasal hakkı vardır. İdeal devlette ise iyi yurttaş ve iyi insan aynı kişidir.

Aristoteles’in Devrimler Kuramı’nda geçen statis sözcüğü gerilim, bir şiddet patlamasının kaçınılmaz olacağı kadar büyüyünce ortaya çıkan bir durum anlamına gelir. Aristoteles’e göre devrimlerin nedenleri şunlardır:

• İnsan ya da topluluklar, çıkar, saygınlık ve onur bakımından başkalarına göre kendilerini eksik hissetmeleri,
• İktidarı elinde bulunanların mevcut iktidarlarını daha da artırmaya kalkması,
• Mevcut anayasanın yaşamını sürdürememesi,
• Bir devlette zenginler ve yoksunlar birbirlerine denk ise ve bu iki sınıfın çatışmasını yumuşatacak bir orta sınıfın bulunmaması veya güçlü olmaması,
• Güçlü sınıfın kendi içlerinde mücadele etmesi,
• Anayasa’nın dışarıdan müdahalelerle değiştirilmesidir.

Aristoteles’in devrimlere karşı alınabilecek önlemleri şunlardır: Eşitliğin sağlanması için hem sayısal hem de orantılı eşitliği devreye sokmak, iktidarı çoğunluğa vermek ya da onları iktidara ortak etmek, orantısız büyümeyi önlemek, orta sınıfa ağırlık vermek ve yasaların çiğnenmesini engellemek.

III. Aleksandros’un polis’i yıkmasıyla Yunan dünyası Helenistik Çağ’a girmiştir. Yunan kültürünün Asya kültürüyle kaynaşarak yeni kültürel biçimler oluşturması sonucunda ortaya çıkan kültüre Helen, buna uygun olarak gelişen düşünce biçimine Helenistik denir. Bu çağda polis’ler, siyasal açıdan olmasa da kültürel etkilerini sürdürmektedirler.

Polis’in yıkılmasıyla iki temel gereksinim doğmuştur. Epikoscu okulun cevap verdiği bireylerin yeni bir ahlak, davranış ve mutluluk gereksinimi; Stoa okulunun cevap verdiği yeni bir insan ve kardeşlik gereksinimidir.

Epikuroscu okulun kurucusu olan Epikuros, atomize bir toplum anlayışına dayanır. Herkes kendi hakkını korumak için başkalarının hakkını kabul etmelidir. Epikuros kişinin bilge olduğu için toplumdan uzak durduğunu ve uzak durduğu sürece de bilgeleştiğini belirtir. Epikuros, siyasal yaşamın insanlara bir şey katmayacağını, tam tersine birçok soruna yol açacağını ve iktidar mücadelesi yüzünden insanın diğerlerinden kötülük göreceğini öngörür. Epikuros insanları ikiye ayırır:
1) Bilge olanlar ve buna uygun yaşayanlar, 2) Bilge olmayanlar, kendi yapay arzularının, korkularının esiri olanlar.

Stoa okulunun kurucusu olan Zenon’la birlikte Kleanthes ve Khrysippos’dur. Stoacılar tanrısal bir aklı ve yasayı doğaya bağlarlar. Evrende (kozmosda) hiçbir şey akla aykırı bir şekilde gerçekleşemez, yani her şey bir zorunluluğa bağlıdır. İnsanlar aklını kullananlar ve kullanmayanlar olarak ikiye ayrılsalar da insanların hepsinin tek bir dünya devletinin (kosmopolis) yurttaşları (kosmopolites) dır. Zenon’a göre, dünya üzerinde yaşayan insanların farklı yasalarla ve farklı devletler altında yaşaması doğru değildir. Tek bir kozmos olduğuna göre, insanların tümü yurttaş sayılmalı ve ortak bir yasa altında birleşerek yaşamalıdır. Bu düşünceye de kosmopolitizm denir.

İKTIDARIN EVRENSELLIĞINDEN PARÇALANMIŞ İKTIDARA: ROMA VE ORTA ÇAĞ
Roma Dünyasında Siyasal Düşünce

Roma, imparatorluğa bir kent devleti olarak başlayan, siyasal düşünceye hukuk anlayışıyla katkıda bulunan ve kent devletinden imparatorluk geçişi içinde siyasal düşüncenin gelişimini anlamak bakımından önemli bir örnektir.

İmparatorluğa adını veren Roma kentinde krallık İÖ 50’da yıkıldıktan sonra, soyluların hâkimiyetinde ve krallık mirasının üzerinde yükselen cumhuriyet rejimi kurulmuştur.

Roma Krallığı kabileler konfederasyonu biçimindeydi. Yurttaşlık hakkına sahip olan üç temel kabile, her kabilede farklı genler bulunmaktaydı, bir de bu haklardan mahkum köleler bulunmaktaydı. Roma’da krallık seçim konusuydu, ve kral, ülkeyi iki meclis ile birlikte yönetirdi. Bu meclislerden birisi kralı da seçen ve yasamayı üstlenen meclis iken, diğeri danışma meclisiydi. Yavaş yavaş soy temelli örgütlenmeden mülkiyet temelli örgütlenmeye geçilmiştir. Krallığın yıkılarak cumhuriyetin kurulmasıyla yeni yönetim halka aitmiş gibi görünse bile baskın olan şey, yeni rejimin karakterinin de soyluluk tarafından biçimlendirilmiş oluşuydu. İÖ II. yüzyılın ortalarına ulaşıldığında Roma artık bir kent devleti olmaktan çıkmıştır. İspanya’dan Batı Anadolu topraklarına kadar uzanan fiilî olarak bir imparatorluk hâline gelmiştir. Bu imparatorluğun temel felsefesi ise savaşmak, yönetmek ve para kazanmaktan ibaretti ki buna da Roma gerçekçiliği adı verilir.

Polybios (İÖ 200-120) Roma’ya savaş esiri olarak götürülmüş Yunanlı bir düşünürdür. Ancak kısa zamanda Roma’nın büyük gücü karşısında Roma’ya hayran kalmış ve bu başarıyı açıklama iddiasıyla İstoriai (Tarihler) adlı yapıtını kaleme almıştır. Devletlerin başarı ya da başarısızlığının, nasıl yönetildiklerine, yani anayasalarına bağlı olduğunu kabul etmiştir. Polybios’un görmediği bir nokta Roma düzenini tehdit eden şeyler yalnızca alt sınıflardan kaynaklanmamaktadır. Bizatihi yönetici sınıfların dinmek bilmez zenginleşme ve iktidar arzuları bu tehditlerin başında yer alır.

Roma’da atlılar sınıfı düzeni tehdit ederken bir yandan da köleleştirilen savaş esirlerinin ayaklanmaları da Roma’yı zor durumda bırakıyordu. Bunlardan en bilineni İÖ 73’te Trakyalı bir gladyatör olan Spartacus’un önderliğinde gerçekleşen ayaklanmadır. Bu çerçevede Roma’yı sürekli istikrarsızlaştıran sorunların başında giderek keskinleşen sınıf mücadelelerinin geldiği açıktır. Bütün bu gelişmelerin en temel sonuçlarından biri Roma siyasal sisteminin giderek askerileşmesi ve cumhuriyetin kurumlarının bozulmasıdır. Bunun tipik örneklerinden ilki aristokrasi yanlısı Sulla yönetimiydi. Sulla İÖ 81’de kendini süresiz olarak diktatör seçtirmeyi başardı. İÖ 70 yılında öldüğünde, arkasında artık monarşi düşüncesine yatkın hâle gelmiş bir Roma bırakmıştı ve dolayısıyla devamı geldi. İÖ 27’de Octavianus’un Augustus adını almasıyla artık Roma siyasal düzeni kesin olarak bir imparatorluğa dönüşmüştü.

Marcus Tullius Cicero (İÖ 106-43) varlıklı atlılar sınıfının mensubu olarak aktif bir siyasetçi ve iyi hatip olmanın yanı sıra, Roma düşüncesinin en önemli isimlerinden biridir. Soyluların ve varsılların desteğiyle önce konsüllük, ardından senatörlük yapmıştır. Birinci Triumvirlik döneminde Selanik’e sürgüne gönderilmiştir. Bu çalkantılı dönemde yanlış siyasal tercihler yapmışsa da İÖ 57’de Sezar Roma’ya dönmesine yine de izin vermiştir. Ama Sezar’ın öldürülmesinin ardından yine bir yanlış yapıp bu cinayeti destekleyince, patlayan iç savaşta Sezar yandaşları zafer kazanınca, Marcus Antonius’un adamlarınca yakalanmış ve başı kesilerek Roma’ya getirilmiş, halka teşhir edilmiştir Cicero’ya göre, toplum insanın içgüdüsünden kaynaklanmaktadır. Ancak içgüdüsel olarak toplumsal bir varlık olan insanlar, bir sonraki aşamada halk hâline gelirler, yani siyasal topluma dönüşürler. Halkın ya da kamunun, bir araya gelmiş yığınlardan temel bir farkı vardır. Cicero’ya göre halk, ortak bir yarar ile uyum hâlinde olan ve hukuksal bağlarla birbirine bağlanmış büyük sayıdaki insan topluluğudur

Augustus İÖ 27’den itibaren Roma’yı bir imparatorluğa dönüştürmüştü. Augustus’un en büyük başarılarından biri orduyu tümüyle kontrolü altına alması ve askerî bir hazinenin oluşturulmasıyla ordunun doğrudan kendisine bağlanıp sık sık siyasal alana müdahale etmesinin önüne geçilmesidir. Böylece Roma topraklarında iki yüz yıl sürecek bir barış ve istikrar dönemi başlar. Bu döneme Roma Barışı (Pax Romana) denir.

Yurttaşlığın kapsamının genişlemesi

Sınıf farklılıkları ve bu doğrultuda doğan yeni kesimler Roma’yı sürekli istikrarsızlaştırmış, siyasal kurumların yıpranmasına ve cumhuriyeti krize sürüklemesine neden olmuştur.

Cumhuriyetten imparatorluğa uzanan kriz döneminin temel sonuçlarından birisi de Roma siyasal sisteminin giderek askerileşmesi ve cumhuriyetin kurumlarının bozulmasıdır.

Augustus’un Roma’yı imparatorluğa dönüştürmesiyle cumhuriyet sona ermiştir.

Hristiyanlık Tarih Sahnesinde

Roma İmparatorluğunun varlığı Hristiyanlığın evrensel bir din haline gelmesinde en büyük etkendir. Bu din başlangıçta yeni bir Yahudilik biçimi olarak sahneye çıkmıştır; bu nedenle de kavimsel özellikler göstermektedir. Ama Yahudilerin bu dinsel anlayışa karşı şiddetle kaşlı çıkmaları üzerine, yeni inanç Yahudiler dışındaki topluluklara açılmak zorunda kalmış ve bu nedenle kendisini Yahudilikten ayırarak farklı kaynaklardan beslenmiştir. Her yeni din gibi Hristiyanlık da başlangıçta çeşitli baskılarla, aşağılamalarla karşılaşır. Constantinus’un Roma tahtına geçmesiyle, Hristiyanlığın başlangıçta ki zor dönemleri de tamamlanmış olur. Milano Fermanı’nı yayınlayan Constantinus Hristiyanlığı özgürleştirir ve yedi tepe üzerine, kliseler kenti Constantinopolis olarak inşa edilir. I. Theodosius ise 392’de, yeni dini devlet dini yapar ve eski dinleri şiddetle bastırmaya girişir.

Başlangıçta Hristiyanlık, imparatorluk düzenine karışmamayı seçmiştir. Pavlus ile beraber Hristiyanlık Roma’nın siyasal ve toplumsal düzenine dahil olmuş ve bu düzenin getirdiği eşitsizliklere dinsel bir yer hazırlayarak Roma’nın hizmetine girmiştir.

Pavlus: Yahudilerin önde gelen isimlerinden biri olan Pavlus’un o dönemde ki adı Saul’dur. Hristiyanlığı seçtikten sonra inancın yaygınlaşması ve kurumsallaşarak bir şeriat oluşturulması için önemli çalışmalar yapmıştır. Öldürülünceye kadar bu faaliyetlerini sürdürmüştür.

Ortaya çıkan her yeni din gibi, Hristiyanlığın ortaya çıkışında da her koşul altında bir kılıca gereksinimi vardır. Ama aynı kılıç Kilise için de tehdit olabileceğinden, ortada Kilise ile devlet işlerinin nasıl düzenleneceği sorununu beraberinde getirmiştir.

Bu soruna Patristik düşüncenin en büyük ismi kabul edilen Augustinus iki ayrı devlet kurgusuyla yanıt vermeyi denemiştir.

Patristik düşünce: Pavlus’un ardından, Hristiyan öğretisini Antik felsefenin kavramıyla biçimlendirerek sistemli bir dünya görüşü ortaya koymak amacıyla kilisenin o dönemdeki ileri gelenlerinin, daha sonra Roma Kilisesi tarafından aziz sayılmış olanların düşünsel girişimlerinin tümüne verilen addır.

İktidarın Parçalanması: Orta Çağın Doğuşu

Yeni bir çağ olan Orta Çağın başlangıcı, Batı Roma İmparatorluğunun yıkılışıyla kabul edilir.

Orta Çağı belirleyen temel özellikleri iktisadi ve kültürel düzeyde ele alabiliriz.

• İktisadi düzeyde feodalite
• Siyasal düzeyde merkezî iktidarın yokluğu ya da yerel iktidarın öne çıkması
• Kültürel düzeyde Hristiyanlığın kurumsallaşması

Doğu Roma İmparatorluğu, Batı Roma’nın yıkılışıyla birlikte kendisini Batı Roma’nın varisi ilan eder. Özerkliğini Constantinopolis’e karşı savunmak zorunluluğuyla karşı karşıya kalan Roma Kilisesi çözüm arayışlarına yönelmiştir. Kilisenin yeni arayışlara yönelmesinin nedeni, Doğu Roma İmparatoru’nun hem kutsal otoriteyi, hem dünyevi iktidarı kendi kişiliğinde, imparatorluk makamında temsil etme savından kaynaklanmaktadır. Gelasius ise tam da buna karşı çıkıyor ve iki ayrı iktidarın varlığını işaret ediyor; auctoritas ve potestas ayrımı üzerinden Kilise’nin devlet karşısında özerkliğini savunuyordu.

Feodaliteyi niteleyen en önemli şeylerin başında gerek soya gerek tabakalara dayalı yükümlülükler sisteminin katı bir biçimde uygulanması gelirken, bir diğer unsur küçük iktidarlar topluluğunun varlığıdır; özellikle devletin güvenlik ihtiyacını karşılayamaması küçük iktidarları “büyütmüştür,” yani yaygınlaştırmıştır. Bu bakımdan feodalite, iktidarın yokluğu değil, “çokluğudur”. Roma İmparatorluğu’nun yıkılışında önemli bir rol üstlenen Cermen krallıkları ve merkezî bir güç olan Roma Kilisesi, Batı Roma’nın yıkılışıyla, “Yeni Avrupa”yı şekillendiren iki önemli etkendir.

Feodal döneme rengini kazandıran feodal üretim tarzının temelini manoryal örgütlenme adı verilen, özel bir tür köy örgütlenmesi oluşturur. Bu özel örgütlenmenin en tepesinde manor lordu ya da senyör denilen feodal bir bey yer alır. Toprağı terk etmesi hukuken kesinlikle yasak olan köylüler ya da serflerin, gerek kendilerine tahsis edilmiş olan küçük ölçekli topraklarından elde ettikleri ürünün büyük bir bölümü ve gerekse manor topraklarının belirli bir kısmındaki (demesne, efendi toprağı) karşılıksız emeklerinin (angarya) ürünleri hep bu beye gider. Kilise feodal dönemde, Batı Avrupa’nın en önemli kurumu ve en büyük toprak sahibiydi. Ancak Kilise’nin dünyevi iktidar üzerindeki üstünlük iddiası asıl, 1073’te Papa VII. Gregorius ile somutlaşmaya başlar.

Devlet Karşısında Kilise

Dünyevi iktidarla dinsel iktidar arasındaki farklılığı ortadan kaldırma çabası içinde olan Kilise, plenitudo potestatis savını ileri sürmektedir. Kilise hem dünyevi işleri idare etme, hem de dinsel alanı çekip çevirme hakkı yani plenitudo potestatis savının somut içeriği olan İki Kılıç Kuramı’nı talep etmeye başlar.

Plenitudo Potestatis: Dinsel iktidarın, dünyevi iktidardan üstün olduğu kabulünden hareketle dinsel iktidarın sahibi olarak Kilise’nin de dünyevi iktidar sahiplerinden üstün olduğu, bu nedenle dünyevi iktidarın da Kilise’ye ait olması gerektiği savı. Bu bakımdan Kilise, artık acuctoritas’la yetinmemekte, potestas’ı da istemektedir.

İki Kılıç Kuramı’nda her iki kılıç (dünyevi ve dinsel iktidar) biri kral tarafından kullanılıyor olsa da Kilise’ye aittir.

Dünyevi ve ruhani iktidarın kaynağının hiç kuşkusuz Tanrı olduğunu ve iki kılıcı da Kilise’ye verdiğini savunan Salisburyli John, Tanrı’nın dolayısıyla Kilise’nin emirlerine aykırı davranan prensin/kralın yasa dışına çıkmış olacağını ve tiran haline geldiğini bu nedenle öldürülebileceğini savunur.

İki iktidarın (dünyevi ve dinsel) arasındaki çatışmayı gören Aquinumlu Thomas bir çözüm üretmeye çalışmıştır. Aquinumlu Thomas göre Kilise, hem temel dogmalarını hem siyasetle ilişkisini daha ılımlı bir biçimde çözümlemeli ve ılımlı bir üstünlük kurmalıdır. Devleti bağlayan topluluğun ortak çıkarlarıdır. Kilise ve devletin amaçları birbirinden farklıdır ama birbirleriyle uyumlu olmalıdırlar. Thomas’a göre yasa, insana bir şeyi yapmasını ya da yapmamasını buyurur. Bunu buyuran yasa ise öncelikle aklidir. Thomas yasanın akli niteliğinden söz ederken ölçü olarak ortak iyi ya da toplumsal yararı gözetmektedir. Thomas için başlıca dört tür yasa vardır. Bunlardan ilki, sonsuz yasadır (lex aeterna), ikincisi doğal yasa (lex naturalis), üçüncüsü insani yasa (lex humana) ve nihayet sonuncusu tanrısal yasadır (lex divina). Ayrıca Thomas’ın insanı farklı kategoriler hâlinde, (insan, yurttaş, Hıristiyan gibi) ele alması önemli bir yeniliktir ve insanın yurttaş olarak kavranması, toplumsal ve siyasal kararlar içinde kendi kişisel varlığını aşabilen bir varlık olarak onanmasının da yolunu açmıştır.

SORGULANAN DINSEL İKTIDAR VE PRENS
Krallıklar ve Kilise Arasında İktidar Savaşları

XII. yüzyılın ortalarından itibaren siyasi alanda güç kazanan krallar kendi bürokrasilerini oluşturarak herkesin doğrudan krala bağlı olması hedefiyle güçlerini artırmaya çalıştılar. Bunu yaparken de feodal hukuku kullanarak büyük senyörlerin güçlerini azaltmak için küçük senyörleri kendilerine bağladılar. Fakat Kilise’nin gücü buna engel oluyordu. Kralın hakimiyetinin kabul görmesi için papalık otoritesinden uzaklaşılması gerekiyordu. Papalar Hristiyan halklar üzerindeki manevi otoritenin yanı sıra ekonomik ve siyasal güç üzerinde de söz sahibiydi ve en güçlü silahları aforozdu. Siyasal gücün dini otoriteden bağımsızlaşması aslında Roma Kilisesi’ne karşı verilen mücadeleye bağlıydı. Bu sebeple papalığın güçlerini yadsımaya ve güç toplamaya çalışan krallar otoritelerini pekiştirmek için papalıkla çatışma içine girip yüksek din adamlarını kendileri atamak ve onları vergilendirmek istediler. Aforoz edilmelerine rağmen krallar sahip oldukları siyasal ve askeri güçle aforozları etkisiz kıldılar.

Bu aşamada ruhani iktidar ile dünyevi iktidar arasındaki üstünlük iddialarını açıklamak faydalı olacaktır. Dünyevi olanın ruhani amaca hizmet ettiğini söyleyen papalık savunucuları savlarında hem ruhani hem dünyevi gücün Tanrı tarafından kiliseye dolayısıyla da Papa’ya verildiğini bu sebeple de dünyevi gücün ruhani iktidara muhtaç olduğunu savundular. Dünyevi olanın kendi amaç ve doğası olduğunu söyleyen krallık yanlıları ise savlarında Roma hukukundan faydalanarak kamusal alan ve kamusal gücün tek elde yani kralda olması gerektiğini, dünyevi gücün Tanrı tarafından krala verildiği dolayısıyla da kralın siyasal iktidarının herhangi bir otoritenin denetiminde olamayacağını, devletin kiliseden önce de var olması sebebiyle papa ve kralın yetki alanlarının birbirinden ayrı olduğunu savundular.

Krallık İktidarının Bağımsızlığı ve Üstünlüğü

Krallık iktidarının bağımsızlığı dünyevi iktidar ile ruhani iktidar arasındaki “karşılıklı bağımsızlık” ilkesine dayanır. Siyasal bir figür olan Dante Alighieri evrensel monarşiyi yani imparatorluğu dünyevi düzen için gerekli bulur ve imparatorluk otoritesinin doğrudan Tanrı’dan geldiğini söyler. İnsanların temel ihtiyacı olan mutluluğa ulaşmaları barışın sağlanmasıyla mümkün olabilir. Toplum düzeninin sağlanabilmesi için ihtiyaç duyulan güç ise devlettir. Bunun doğal bir zorunluluk olması sebebiyle de devlet üzerinde kilisenin bir rolü yoktur. Gücünü Tanrı’dan alan imparator dünyevi alanda, papa ise ruhani alanda liderdir. Amaçları bakımından kilise ve devleti birbirinden farklı bulan Dante barış ve düzenin sağlanabilmesi için iki iktidarın da birbirlerinin alanlarına karışmamaları gerektiğini vurgular.

Dinsel ve dünyevi iktidar mutlak iktidar değildir fakat kendi sınırları içinde birbirleriyle ilişki içindedirler. Dünyevi iktidarın ve dinsel iktidarın sınırlarının belirlenmesi iktidarı yönetenlerin görevi kötüye kullanmalarına engel olacağı gibi iki iktidarın birbirlerine karşı olan sorumluluklarının anlaşılması için de son derece önemlidir. Dünyevi iktidarın sınırlı olması için merkezine halkın yerleştirilmesi gereklidir. Böylece iktidarını kötüye kullananlar halka karşı sorumlu hale gelerek halk tarafından tahttan indirilebilir. Bu da imparatorların halk hak ve özgürlüklerini koruma yükümlülüğü olduğu anlamına gelmektedir. Dinsel iktidarın sınırları ise papanın gücünün sınırlanması ile mümkündür. Bu da kiliseyi salt din adamı olarak değil tüm Hristiyanların toplamı olarak kabul etmekle mümkün olabilir.

Zaman içinde dinsel iktidarların Hristiyan dünyası üzerinde elde ettiği erk ve dünyevi iktidarların egemenlik yolunda sahip olmayı başardığı erk iki iktidar arasındaki birbirlerinin alanına saygı duydukları gizli ateşkesin sona ermesine sebep oldu. Bu baskınlık yarışı içinde Padovalı Marsilius gücün krallık iktidarının elinde olması gerektiğinin altını çizdi. Krallık iktidarının üstün olması gerektiği görüşünün kaynağında toplum düzeninde devrim ve iç karışıklıklara Papalığın yol açtığı düşüncesi vardır. Siyasal iktidar toplumun bir gereği olarak toplumun kendinden ortaya çıkmıştır. Gücünü Tanrı ya da onun temsilcisinden değil toplumdan almaktadır dolayısıyla Papalık siyasal iktidar üzerinde hak iddia edemeyeceği gibi kilisenin toplumun bir parçası olması sebebiyle de siyasal iktidarın aslında Kilise üzerinde söz hakkına sahip olduğu düşüncesi ortaya çıkmış olur. Marsilius Kilise ile devleti birbirinden ayırmaz, onları kaynaştırır.

Yasalar ve krallık iktidarının merkezine halk yerleştirildiğinde haklıyı ve haksızı birbirinden ayırmak için olumlu ve olumsuz yaptırımları içinde barındıran yasalar halk tarafından, halkın temsilcisi olmaları için siyasal temsil mekanizmasına verilmiştir. Halkın seçimi ile iktidara gelen prens görevini kötüye kullandığında meşruluğunu yitirip iktidarını kaybetmekle karşı karşıya kalır. Gerçek anlamda yasalara yani zorlayıcı güce sahip olmayan kilise ise siyasal bir varlık değildir. Papazlık dinsel işlemleri yerine getiren insani kökenli bir görev olması sebebiyle siyasal iktidarın yetki alanında bulunur.

Yeni Avrupa’ya Doğru: Rönesans ve Reform

XIV.yüzyılın ikinci yarısından itibaren temeli insan merkezciliği olan Rönesans ve XV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dindeki yenilenme hareketi olan Reform din ve siyasete yeni bir görünüm kazandırmıştır. Reform, XVI. yüzyılda, Avrupa Katolik dünyasının parçalanmasıyla Hristiyanlığın üçüncü büyük ana akımı olan Protestanlığın (diğer ana akım Ortodoksluktur) doğuşuyla sonuçlanan dinsel değişimi ve bu değişimi mümkün kılan dinsel, toplumsal hareketleri ifade eder. Rönesans ise yine kökleri daha geriye gitmekle birlikte, etkilerini özellikle XV. ve XVI. yüzyıllarda gösteren, Eski Yunan ve Roma kültürünün yeniden canlandırılması ve hümanist dünya görüşüyle karakterize olan kültürel hareketi içermektedir. Papalığın sömürü politikası, lüks tutkusu ve kendi içinde yaşadığı çatışmaların tepki çekmesiyle makama duyulan saygı azalmaya başladı. Papalık iktidarını yok etme amacındaki bazı dinsel reformcular dünyevi iktidarın güçlenmesine yardımcı oldular. Güç peşindeki krallar Evrensel kiliseye bağlı olmak yerine kiliseyi kendi sınırlarında denetlemek istediler. Kilisenin devlet işlerine karışamayacağı ama gerektiğinde kralın kiliseye müdahale edebileceği görüşünü benimseyen dinsel ve siyasal öğreti olan Gallikanizm sayesinde ulusal kiliseler belirmeye başladı.

Rönesans ve Reform tahmin edilenin aksine siyasal ve kültürel parçalanmaya sebep olurken yeni ulusal oluşumların da zeminini hazırlamış oldu. Reform ve Rönesans’ın merkezi olan kentler yeni sınıfların, talep ve beklentilerin, siyasal mücadelelerin beşiği ve genç burjuvazinin de siyaset meydanıydı.

Reformun öncülerinde Martin Luther Katolik Kilisesi’ni devre dışı bırakarak insanın yalnızca Tanrı’ya hesap vereceğini ve bunun için de ihtiyacı olan tek şeyin kutsal söz yani İncil olduğunu söylüyordu. Dünyevi iktidara tam bağlılık ve itaat edilmesi gerektiğinin de altını çizen Luther görüşleri nedeniyle aforoz edildi ve rahip giysilerini çıkararak saklanmak zorunda kaldı.

Luther’in Roma Kilisesi’nden özgürleşmek görüşünden etkilenen “Köylü Ayaklanmaları” sömürüden özgürleşmek hedefinden yola çıkmıştı ve ayaklanmaların gücü köylülerden geliyordu. Thomas Münzer köylü ayaklanmalarını toplumsal bir özgürlük arayışı olarak gördü. Kılıcın gücü topluluğun malıdır diyerek prensleri Katolik Kilisesine itaat etmemeleri yönünde uyardı. Ne istediğini bilen köylüler karşı karşıya oldukları gücü hesaplamakta başarısız oldular ve köylü ayaklanmaları böylece bastırıldı.

Luther’in kutsal kitaba tam bir teslimiyet ile yaşanması, bunun dışındaki çalışma, eylem ve dünyevi etkinliklerin gereksiz olduğu görüşüne karşı çıkan Jean Calvin yalnız Tanrı’nın her şeyi bileceğini fakat Tanrı’nın iradesi altındaki bir inananın çalışması ve başarılı bir hayat sürmesinin Tanrı’ya karşı bir sorumluluk olduğunu savunmaktaydı. Calvinci düşüncede çalışma sayesinde elde edilen kazançların israf edilmemesi aksine kazancı çoğaltmak için tekrar kullanılması gerektiği fikri kapitalizm ile paralellik gösteriyordu. Kilisenin dinsel rolü öğretiyi yeniden anlamlandırmaktı yani kilisenin rolü dünyeviydi. İnananların yanlışa sapmalarını önlemek için denetlenmeye dolayısıyla da ruhani otorite olarak kiliseye ihtiyaçları vardı.

Machiavelli: Siyasete Yeni Bir Yaklaşım

Rönesans döneminin siyasal düşünürü olan Niccolo Machiavelli’ye göre salt bir eylemler bütünü olan siyasetin amacı olması gerekeni planlamak değil olanı inceleyip açıklayabilmektir. Siyasal yaşamın olgularının yani siyasal iktidar sorunsalının incelenmesiyle bu mümkün olabilir. İktidarın ne olduğu, iktidarın türleri, iktidarın kazanılması, korunması ve kaybedilme nedenleri ile ilgili olan siyasal olgulara siyaset bilimi tarafından cevaplar verilmeye çalışılmıştır. Siyasal başarının siyasetin özünü kavrayıp evrensel fikirlere ulaşmakla mümkün olacağını, bunun da tarih bilgisine sahip olmakla başarılacağını söyleyen Machiavelli’nin siyasal yaklaşımları bazı yorumcular tarafından “devrim” olarak nitelendirilmiştir.

Machiavelli insanın özünde kötülük olduğunu, bunun da içgüdülerden kaynaklandığını düşünür ve insan ilişkileri içinde kötülüğü açıklamaya çalışır. İnsan doğası gereği her şeyi arzu edip elde etmeye çalışır. Sahip olduklarından tatmin olmayan insan için elde edilmesi arzulanan en üstün şey iktidardır. İnsanın doğasında kötü oluşu iktidar mücadelesi içinde birbirlerine engel teşkil etmelerinden kaynaklanır. Siyasal yaşamda gözlemlenen kimi olumsuz tutumlar aslında insanların kötü olmalarından değil rekabet duygusundan kaynaklanmaktadır.

İktidarın başarısını ve sürekliliğini sağlamak için siyasal öznenin doğru araçları seçmesi son derece önemlidir. Doğru araçların seçilmesinde fortuna (şans) ve virtu’nun (erdem) önemine dikkat çeken Machiavelli fortuna’yı kadercilik olarak algılamak yerine virtu sayesinde fortuna ile baş edilebileceğini söyler. Koşullara göre seçimler yapılmasının iktidarın elde edilmesi ve korunmasında son derece önemli olduğunun altını çizer.

Machiavelli’nin siyaset anlayışında, yapılan bazı seçimler sonucu savaşın kaçınılmaz oluşu savaş ve siyaset arasında özde son derece doğal bir bağ olduğu şeklinde yorumlanır. Machiavelli siyaseti dinden ayırmaz ve dini toplumsal- siyasal bir araç olarak değerlendirirken dinin devlet yönetimi altında olması gerektiğine vurgu yapar. Dinin devlet gücü altında ona hizmet ederek güçlenmesini yararlı, devlete rakip olarak güçlenip dünyevi işlerle ilgilenmeye çalışmasını sakıncalı bulur. Bir devletin sağlam temeller üzerine oturabilmesi için iyi silahlara, iyi yasalara ve iyi dine ihtiyacı vardır.

Cumhuriyet’in erken kuramcılarından olan Machiavelli mevcut rejimlerin (monarşi, aristokrasi, demokrasi) yozlaşmaya açık olduğu, bu sebeple karma yönetimin üstün olduğu görüşüne ulaşmıştır. Cumhuriyet ile özgür yönetim kavramını eşanlamlı olarak kullanır. Karma yönetimde özgürlük kavramı dışsal özgürlük ve içsel özgürlük olarak iki başlıkta tanımlanır. Dışsal özgürlük diğer devletlere karşı bağımsızlık ve içsel özgürlük halkın özgürlüğü yani yönetim gücünün halktan kaynaklanması anlamlarını taşır. Machiavelli monarşi ile cumhuriyeti bir bütünün parçaları olarak değerlendirir ve bir devletin kuruluşta monarşiye, sürdürülürken de cumhuriyete ihtiyacı olduğu görüşünü savunur.

Machiavelli’nin Makyavelizmi siyasal bir gerçekçilik olarak karşımıza çıkar. Güç ve şiddet hiçbir ahlaki değer taşımaz çünkü söz konusu vatanı korumak olduğunda kullanılan araçların ne olduğundan çok amacın yüceliği önem kazanır ve bu noktada ahlak ile siyaset birbirinden ayrılır.

16. YÜZYIL DEVLET DÜŞÜNCESI
Ütopyacı Düşünce: Yeni Bir Siyaset Arayışı
Batı Avrupa’da XVI. yüzyılda kendilerini sınırlayan din, gelenekler ve feodal hukuku aşarak; sınırsız hükümdarlara dönüşmeye çalışmışlardır. Bu da beraberinde ütopyacı tepkiyi doğurmuştur. Ütopyacı düşünüş; iyi bir siyasal düzenin ya da toplumun mümkün olduğunu, bunun için de en önemli aracın insan aklı olduğunu savunan düşünceler gurubudur. Ütopyacı düşüncenin başta gelen ismi Thomas More’dır. More, aynı zamanda klasik ütopyacıların da öncü ismidir. Adları, yaygınlıkla Thomas More ile birlikte anılan Tommaso Campanella (1568-1639) ve Francis Bacon (1561-1626) klasik ütopyacıların diğer büyük isimleridir.

Ütopyanın temelde gözettiği şey, insanların mutluluğudur. Mutluluğa giden yol toplumsal eşitlikten geçmektedir. Siyasal düşünce tarihi içinde ütopya teriminin ifade ettiği şey, hiçbir yerde olmayan, gerçekleşmesi arzulanan toplumsal-siyasal düzendir. Ütopya bireysel değil toplumsal nitelik taşır. Bugün ütopya sözcüğü, daha çok gerçekleşmesi olanaksız, hayalî ama yine de istenir, ülküsel olan şeyleri nitelemek için kullanılan bir addır. Oysa siyasal düşünce içinde bu terim, hayalî oluşu ya da gerçekleşip gerçekleşemeyeceği bir yana, üreticisi tarafından ortaya konulan ideal bir siyasal toplumu nitelemektedir.

Kendi yaşadığı dönemin İngiltere’sini ağır bir biçimde eleştiren More, iki ana bölümden oluşan kitabının ilk bölümünde diyalog yöntemini kullanarak hakim siyasal düzeni şiddetle eleştirir. İkinci bölümde ise More’un kendi kurduğu dünya anlatılır. More’dan daha önce Platon’nun ideal bir siyasal toplumun nasıl olması gerektiğini anlattığı Devlet adlı yapıtı, ütopyanın öncüsü sayılabilir.

Rönesans döneminde ortaya çıkan hümanizm ütopyaları beslediği gibi, Reform hareketi de ütopyalar için önemli bir kaynaktır. Ütopyalar Orta Çağ’daki egemen dinsel dünya görüşünün insan zihnini tekeline almasının sona ermesiyle ortaya çıkmıştır. More’da din ve siyaset birbirinden tamamen ayrılmıştır.

Ütopya’da kimse toprakların sahibi değildir. Özel mülkiyet yoktur. Bir yandan eşitlik vurgusu yapılır fakat aynı anda geleneksel iş bölümü temel alınır. Mutfak, yemek, çocuk işleri doğrudan kadına bırakılır. Bazı işlerin, özellikle kirli, sağlıksız, insanı ruhen, bedenen ve ahlaken düşkünleştirileceği düşünülen işler kölelere verilir. Paralı askerliğin öngörülmesi, herkesin bulunduğu mevkiyi koruması gibi gereklilikler de eşitsizliğin işaretleridir.

Ütopyalılar doğaya tapınır. Din değiştirmenin önünde bir engel yoktur. Ancak bu özgürlük ateizmi kapsamaz. Yurttaşların en büyük korkusu dinsizlik cezasına çarptırılmaktır.

Ütopyada kadınlar on sekiz, erkekler yirmi iki yaşından önce evlenemez ve bir kez evlendi mi evlilik ya ölümle biter ya da yöneticiler kurulunun izniyle.

Ütopyada gelecek diye bir şey yoktur. Çünkü değişime yol açabilecek tüm etkenler kontrol altına alınmıştır. Siyasal yönetim bakımından ütopya, yetenek ve bilgelik üzerine dayanan seçkinci bir anlayışa sahiptir. Baş yöneticiler zorbalığa, adaletsizliğe başvurmadığı sürece iş başında kalır. Eğitim küçük yaşta başlatılır bütün doğa ve beşeri bilimlerin yanı sıra, beden eğitimi, savaş sanatı, tarım başta olmak üzere dokumacılık, hayvancılık gibi zanaatlara yönelik olarak gün boyu devam eder. Güvenlik kuvveti ya da suçluların cezalandırıldığı mahkemeler, cezaevleri yoktur. Çok erken yaşlardan itibaren başlayan ve sürekli devam eden eğitim süreci insan doğasını şekillendirmekte ve onu suç işleyemez olarak inşa etmektedir.

Gönüllü Kulluk ve Etienne De La Boetie
La Boetie iktidar ilişkileri olarak siyasetin kötülükten başka bir şey olmadığını söylemekte, bu kötülüğe maruz kalanların bu kötülüğü arzuladıklarını ve sürdürdüklerini savunmaktadır. Ona göre siyasal iktidarın olduğu yerde mutluluktan söz etmek olanaksızdır. Çünkü özgürlük siyasal iktidar tarafından ortadan kaldırılmaktadır. Monarşiden, aristokrasiden hatta demokrasiden söz edilmesi, insanlığın özgürlük kaybı ya da mutsuzluğu bakımından hiçbir şeyi değiştirmez. La Boetie’nin yaklaşımının ütopyacı düşünceden farkı; biçimi ne olursa olsun, bir toplum siyasal iktidarı içerdikçe, o toplumun insanlar için en iyi, en ideal, özgürlük ve mutluluğu güvemce altına alınmış bir toplum olduğu ileri sürülemez. Anarşizm: Yunanca an arkhos sözcüğünden türetilen ve yönetimsiz anlamına gelen terime bağlanan düşünceler grubu. Genel olarak devletin kötülüğünden hareketle, insanların devlet olmadan daha eşitlikçi, adil ve mutlu bir düzen içinde yaşayacağını kabul eden, bu nedenle devleti ele geçirmek gibi hedefleri önemsemeyen yaklaşımların tümü. Tarih içinde, yaygınlıkla olumsuz anlamda kullanılmıştır. Bu terimi olumlu anlamda ilk kez kullanan ve siyasal bir yaklaşımın adı hâline getiren Fransız düşünür Pierre J. Proudhon (1809-1865)’dur.

La Boetie “Söylev” adlı yapıtında; tiran egemenden, tiranlık da kurumsallaşmış merkezi siyasal iktidardan başka bir şey değildir. Tiranı bir heykele, onu ayakta tutan kurumsal yapı olarak devleti ise onun kaidesine benzetir. Büyük tiranlığı mümkün kılan küçük tiranlıklardır. Küçük tiranlıkların sürmesi için o büyük tiranlığa gereksinimleri vardır ve bu ölçüde gönüllü olarak büyük tiranın kölesi olurlar. La Boetie’nin temel sorusu şudur: Hükmedilen halk niçin ve nasıl boyun eğerek onaylayana, yani gönüllü kullar toplumuna dönüşür? Gelen yanıt çok manidardır: Halk özgürlüğünü ve daha önemlisi özgürlük istencini yitirdiği için alçaklaşır. Gönüllü kulluğun birinci nedeni başta görenekler olmak üzere eğitimdir. Hüküm sahibi olan kendi isteklerini, hüküm altında tuttuklarının istemesini sağlamak zorundadır. Tiran, eğitimi tümüyle kontrol altında tutmaya çalışır.

Siyasal iktidar ilk olarak halkı güçsüzleştirir. Halk tiyatrolara, maceralara, oyunlara, eğlencelere, çeşitli uyuşturuculara yönlendirilir ve bunlara bağımlı olması istenir. Böylece halk, özgürlüğünü yitirdiğini fark edemeyecek şekilde bunlarla oyalanır. İktidarın başvurduğu ikinci yöntem, halkı çok düşünürmüş gibi ona arada sırada maddi çıkar sağlamasıdır. Üçüncüsü, bilginin ve kültürün iktidar tarafından denetlenmesidir. En önemlisi, devletin dine başvurmasıdır. Cehaletin ve hurafelerin yayılması için elinden geleni yapar. Siyasal iktidar bu araçlar sayesinde kendisini halka bir Tanrı gibi sunar.

Monarkomaklar: Krallık “İyi”, Tiranlık “Kötü”
Monarkomaklar feodal değerleri ve kurumları yeniden canlandırmayı savunmuş, artık ölmeye yazgılı olduğu apaçık belli olan soyluluğu diriltmenin ötesinde, bu sınıfı siyasal olarak yeniden işlevsel kılmaya çalışmıştır. Monarkomaklar kral ile krallığı birbirinden ayırıyor, krallığa değil, tiranlaştığını savundukları krala karşı çıkıyorlardı. Bu noktada temel referans çerçevelerini elbette “doğru din” olarak kabul ettikleri Protestanlık ve biricik dayanaklarını ise feodal hiyerarşinin en tepesindeki soylular oluşturuyordu.

Monarkomak yazarlardan ilki François Hotman’ın amacı artık geride kalmış olan ataların anayasasını canlandırmaktır. Ona göre; krallar soyluları ve halkın oluşturduğu katmanların seçimiyle iş başına gelirdi. Kralı olabildiğince sınırlamaya çalışan Hotman, birçok hakkı kralın elinden almaya uğraşır. Kral devlet görevlilerini işten atamaz, devlet topraklarını satamaz, ülkenin para değeriyle oynayamaz vb.

Bir diğer Monarkomak, Théodore de Béze’ye göre; kralın tiran sayılmasının ölçüsü, De Béze’nin sahip olduğu dinsel anlayışa sahip olmamasındandır. Bütün Katolik krallar sapkın sayılarak tiran ilan edilebileceklerdir. İkinci bir sınır olarak da halkı işaret eder. Siyasal iktidar özünde halka aittir. Kralın tahta geçişi ancak halkın açık ya da örtülü onayıyla olabildiğine göre, kral bu onaya bağlıdır ve bunun gereğini yerine getirmelidir.

Tiranlık sorunuyla ilgili bir diğer yazar, George Buchanan hümanist bir yaklaşıma sahiptir. Buchanan’a göre; insanlar toplumsal yaşamdaki adaletsizliklerden kurtulmak için anlaşarak iktidarı yaratırlar ve yönetimi kendi içlerindeki en erdemliye teslim ederler. Kral halk tarafından, halk için yaratılmıştır. Yasa kraldan üstündür, halk ise ikisinden de üstündür. Halkla arasındaki sözleşmeyi çiğneyen ve keyfi yönetim süren kişi tiranlaşmış demektir. Hotman ve De Béze’den farklı olarak Buchanan ara yöneticiler ya da soyluları işaret etmez. Doğrudan halkın direneceğini belirtir.

Son Monarkomak isim gerçek kimliği bilinmeyen Stephanus Junius Brutus’dur. Ona göre prens iktidarını Tanrı’dan almıştır. Tanrı, kral ve halk arasında bir sözleşme vardır. Halk ve kral, birlikte tanrısal buyruklara uyacaklarına dair bir yükümlülük altındadır. Kral temel yasalara da uymak zorundadır.

Jean Bodin ve Egemenlik
Jean Bodin siyasal düşünce tarihine egemenlik kavramını armağan etmiştir. Bodin, monarşiyi felsefi-hukuksal temeller üzerine oturtmuş ve ona din dışı bir anlam kazandırmıştır. Prens iktidarını egemenlikle donatan Bodin olmuştur. Dinsel hoşgörüyü savunan Bodin, bu kargaşa ortamından ancak egemenliğin tek kişinin elinde olduğu mutlak monarşi sayesinde çıkılabileceği kanısındaydı.

Bodin, yapıtının ilk tümcesini devletin tanımına ayırır: “Devlet, birçok ailenin ve bu ailelere ortak olan şeylerin egemen erk tarafından doğrulukla yönetilmesidir.” Bodin

için doğruluk ya da doğru yönetim, devleti karakterize eden temel unsurların başında gelir. Devletin temeli güç ve şiddettir. Ancak devleti güç ve şiddetten( eşkıyalık, korsanlık vb.) ayıran şey doğruluktur. Bu özellik devlet yönetimini doğruluğu, adaleti içermesidir. Bodin, kilise ve devlet arasındaki bağı keser. Yurttaşlar, kendi aralarında toplumsal statü ya da ekonomik güç bakımından farklılaşsalar da egemene olan bağımlılık ilişkileri bakımından aynı konum içindedirler. Devlet tanımında karşılaştığımız ortak şeylerin yönetimine gelince, bu unsur devletin kamusallık vasfına ilişkindir.

Bodin egemenliği “yurttaşlar üzerindeki en yüksek, en mutlak ve en sürekli güç” olarak nitelendirir. Bodin’e göre egemenlik mutlak, sürekli, bir, bölünmez ve devredilemezdir.

Bodin’in egemenlik kuramının tutarlılığı daha sonra çeşitli sınırlamaların getirilmesiyle belli ölçüde zedelenir. Bodin egemen varlığın bir tiran olarak görülmesini istemez. Ayrıca burjuvazinin haklarını, kral karşısında güvence altına almak ister.

Bir devletin tam bir devlet olup olmaması, egemenin kişiliğiyle bağlantılıdır. Prensin kendisini egemenliğin kötü etkilerinden korumasının tek yolu, tanrısal yasalara uygun davranmasıdır. Bu noktada meşruluk konusunun sorunlu bir hale geldiği söylenebilir. Devlet meşruluğunu Tanrı’dan değil kendinden alır ya da daha doğrusu, devlet doğrudan doğruya meşruluktur.

Fakat daha sonra, egemenliğin kullanımı aşaması söz konusu olduğunda, yalnızca tanrısal yasalara uyan kral ile onun kişiliğinde somutlaşan devletin meşru olduğu anlayışı gündeme gelir. Tanrı, siyasal otoritenin meşruluk kaynağı haline getirilmiş olur. Böylece, Tanrı’ya karşı sorumlu olan prens, artık meşruluğunu devletten aldığı egemenlikte değil, Tanrı’da bulmaktadır. Devlet iktidarının kullanımı bakımından Tanrı ile ilişkilendirilmesi sayesinde, hem prensin bu yeryüzünde Tanrı gibi mutlak ve sınırsız bir güce sahip olduğu vurgulanmakta hem de uyrukların tıpkı Tanrı’ya itaat edercesine prense mutlak bir şekilde boyun eğmelerinin altı çizilmektedir. Yoksa Bodin’in bu düzlemde Tanrı’yı işin içine sokarak, Kilise’ye ya da papaya prens karşısında bir üstünlük tanımak gibi bir niyeti yoktur.

Bodin’in ortaya attığı egemenlik kuramı, feodal çağın kalıntılarına ya da feodal içerikli yönetim arayışlarına karşı, mutlak monarşiye getirilmiş önemli bir dayanaktır. Egemenlik kavramı modern devleti açıklamada öylesine önemli bir düşünsel kategori haline gelecektir ki Bodin’den sonra devleti ele almaya kalkışan hemen hiçbir düşünür bu kavramı kullanmamazlık edemeyecektir. Ancak Bodin, egemenin kişiliğine vurgu yaptığından egemenlikle egemen arasındaki ayrımı tam anlamıyla keskinleştirememiş, nedenleri ne olursa olsun egemenliği aşkın bir güçten (Tanrı’dan) tümüyle soyutlayamamış ve egemenliği olmasa da egemeni sınırlardan kurtaramamış, ayrıca egemenliğin kökenine yeterince açıklık kazandıramayıp onu rasyonalite ile donatamamıştır.

17. YÜZYIL İNGILIZ DEVRIMLERI: MODERN DEVLETIN BIÇIMLENIŞI
Thomas Hobbes: Ölümlü Tanrı
Thomas Hobbes, (1588-1679)siyasal iktidarı başka hiçbir yazarın yapamadığı ölçüde büyük bir güçle temellendirmiş ve mutlak iktidarın zorunluluğunu tutarlı bir biçimde ortaya koyup savunmuştur. Hobbes’un kuramında beliren mutlak iktidar, gerçekte modern devletin takendisidir.

1640 Devrimi olarak bilinen ancak dokuz yıl boyunca bir iç savaş şeklinde süren olayların kökeni, 1603’te Stuart Hanedanı’nın İngiltere tahtına çıkmasına kadar geriye götürülebilir. Bu hanedanın ilk iki kralı olan I. James ile I. Charles, “kralların kutsal hakkı” kuramını benimsemişlerdi, dolayısıyla mutlak monarşiye eğilim gösteriyorlardı. Kralların yönetme hakkının Tanrı’dan geldiği, bu nedenle kralların bu yeryüzünde hiç kimseye karşı sorumlu olmayıp sadece Tanrı’ya hesap verdiklerini savunan kuramdır. Bu tutumları, ticaret burjuvazisinin önderliğinde giderek genişleyen bir muhalefetin oluşmasına yol açtı. 1640 yılına gelindiğinde, I. Charles, İngiliz-İskoç Savaşı’nın yol açtığı mali sorunlara çözüm bulmak amacıyla parlamentoyu göreve çağırmak zorunda kaldı; böylece devrim ateşini yakacak kıvılcım da çakılmış oldu.

Parlamento’nun burjuva temsilcileri kraldan çeşitli isteklerde bulundular.

a) Hükûmetin baskıcı yönetim anlayışını terk etmesi
b) Kralın sürekli bir ordusunun olmaması
c) Ağır ve haksız vergilerin kaldırılması
d) Kralın ticaret ile sanayinin gelişmesini engelleyen düzenlemelerine son verilmesi
e) Krala bağlı Anglikan Kilisesi’nin üstünlüğünün kaldırılıp dinsel özgürlüğün sağlanması.

I. Charles, bu talepleri geri çevirmekle kalmadı, hatta tümüyle uzlaşmaz bir tutum takındı. Bunun üzerine 1642’de, kral ile Parlamento arasında savaş patlak verdi. İç savaş, 1648’de kraliyet ordusunun yenilgisiyle son buldu ve Kral I. Charles esir alındı.

Devrimci ticaret burjuvazisi kendi çıkarları ile çiftçilerin, küçük köylülerin, zanaatkârların ve kalfaların çıkarlarını özdeşleştirerek bir sınıflar ittifakı kurmayı başardı.

Savaşın başlangıcında hiç kimse, I. Charles’ı devirmek, hele hele krallığa son vermek gibi bir düşünceye sahip değildi. Fakat 1640 Devrimi’nde de olayların zorlamasıyla başlangıçta öngörülemeyen çok daha aşırı bir noktaya gelindi. I. Charles Parlamento tarafından yargılanıp suçlu bulundu ve 30 Ocak 1649’da kafası kesilerek idam edildi. Kralın idamının ardından İngiltere’de Commonwealth adı altında Cumhuriyet kuruldu ama aslında söz konusu olan Oliver Cromwell’in başında bulunduğu bir diktatörlüktü. Cromwell’in ölümünden sonra, 1660’ta krallık geri geldi.

Thomas Hobbes, De Cive (Yurttaş Üzerine) ve Leviathan adlı yapıtlarıyla kendisinden önce hiçbir düşünürün başaramadığı bir işi gerçekleştirip siyaset bilimini (ya da kendi deyişiyle siyaset felsefesini) kurduğunu ileri sürer.

Ona göre siyaset felsefesinin amacı, toplumda savaşa ve barışa yol açan nedenleri saptayarak kalıcı bir düzen ve barış ortamının kurulmasına katkıda bulunmaktır. Hobbes, devletin ne olduğunun ve nasıl işlediğinin anlaşılabilmesi için “ayrıştırıcı-birleştirici” yöntemin kullanılması gerektiğini belirtir. Devlet parçalarına ayrıştırılmalı, bu parçaların eylemleri ile kendi aralarındaki ilişkiler incelenmeli, sonra da parçaların birleştirilmesiyle devlet yeniden kurulmalıdır.

Devletin parçaları, insanlardır. İlk önce insan doğasının, ardından insanlar arasındaki ilişkileri sergilemek amacıyla da doğa durumunun ne olduğunu ortaya koymakla işe başlar.

Hobbes’a göre insan, her zaman hazza, yaşamını iyi bir şekilde sürdürmesini sağlayan şeylere doğru yönelen, buna karşılık elemden, acıdan, yaşamına zararlı olan şeylerden kaçınan bencil bir yaratıktır.

İnsanın konuşmak ve geleceği düşünmek olan iki özelliği vardır. İnsan, sözcükleri keyfî ve iradi bir biçimde oluşturarak konuşmayı yaratır. Konuşma sayesinde de aklını geliştirir, neden-sonuç ve sonuç-neden ilişkileri kurmaya varacak denli akıl yürütme becerisi elde eder. Aynı şekilde geleceği düşünmek de aklın kullanılmasını gerektirir. Bu iki özellik, ilk aşamada birbirleriyle çatışmaya, ikinci aşamada ise birbirleriyle anlaşıp barışı sağlayacak siyasal toplumu kurmaya yöneltecek bir işleve sahiptir.

Hobbes, betimlediği doğa durumunun mantıksal bir varsayım, bilimsel bir kurgu olduğunun altını çizer. Ancak yine de ona belli bir tarihsellik, bir gerçeklik de atfeder. Doğa durumu, insanları düzene sokup barışı gerçekleştirecek merkezî bir iktidarın, bir egemenin olmadığı bir ortamdaki insanların yaşam koşullarının kapkara bir tablo şeklinde sergilenmesidir. Hobbes’a göre insanlar, mutlak bir yalnızlık içinde, diğerlerinden bütünüyle kopuk bir şekilde yaşamazlar; aralarında ilişkiler vardır. Doğa durumu, Hobbes’un homo homini lupus (insan insanın kurdudur) şeklinde kısaca formüle ettiği bir savaş durumudur

Savaş durumunu doğuran nedenler zinciri şöyle sıralanabilir:

• İnsanlar doğa durumunda eşittirler. Doğal eşitlik, insanların birbirlerini öldürebilme eşitliğidir.
• Doğal eşitlik, haz peşinde koşup aynı şeylere arzu duyan insanların birbirleriyle sürekli bir rekabet dolayısıyla bir düşmanlık içinde bulunmalarıdır.
• Her insan kendi düşüncelerinin doğru olduğunu kabul eder ve üstünlüğünü kabul ettirebilmek, saygınlık ve onur kazanabilmek için diğerlerine savaş açmaktan kaçınmaz. Eşitliğin ve rekabetin sonucu karşılıklı bir güvensizliktir.

17. YÜZYIL İNGILIZ DEVRIMLERI: MODERN DEVLETIN BIÇIMLENIŞI
İnsanların eşitliğinden ve Hobbes’un üç temel neden dediği “rekabet, güvensizlik ve onur” yüzünden savaşın hüküm sürdüğü doğa durumu, çeşitli özellikleri içinde barındırır.
• Doğa durumu, uygarlığı ve toplumu içermez.
Yazıdan sanata ve ticaretten bilime kadar uygarlığa özgü her şeyden yoksundur.
• Doğa durumunda ahlaki değerler ve hukuk kuralları bulunmaz.
• Doğa durumunda mülkiyet bulunmaz.
• Doğa durumundaki tek hak, doğal haktır.
Hobbes’a göre, doğal olan bedensel ve zihinsel güçler ile yapay güçlerin toplamı bir insanın erki, kudreti anlamına gelir.
• Doğa durumu erk artırımına yol açar. İlişkilerde tek belirleyici güç, erk olunca, rasyonel hesap yapan insanlar tek çıkar yolun erklerini artırmak olduğu sonucuna varırlar. Çünkü her insan için yaşam güvenliğinin şimdi ve gelecekte sağlanması, birer tehdit unsuru olarak görülen diğerlerinin boyunduruk altına alınmasına, hatta yok edilmesine bağlıdır. Bu da daha fazla gücün olmasını gerektirir. Ama eldeki erki korumak için de daha fazla erke sahip olunmalıdır

İnsanları birleştirerek ortak bir siyasal iktidara boyun eğmeye götüren neden, ölüm yani başkaları tarafından öldürülme korkusudur. Herkes akılları sayesinde barış koşullarının ne olduğunu gösteren doğal yasalara ulaşırlar. Hobbes’a göre “doğal yasa, akılla bulunan ve insanın kendi yaşamı için zararlıya da yaşamını koruma yollarını engelleyici olanı yasaklayan bir genel kuraldır.”

Hobbes’un Leviathan’da “başkalarının sana ne yapmalarını istiyorsan, sen de onlara onu yap” cümlesiyle özetlenebileceğini söylediği doğal yasaların ikincisi, insanların anlaşarak siyasal toplumu yaratmaları olduğunu açıkça dile getirir.

Sözleşme, aralarında eşitlik bulunan ya da birbirlerini eşit olarak gören insanlar arasında yapılır. Böylece Hobbes, devleti “doğal eşitlik” ilkesi üzerine kurarak, klasik siyaset felsefesini baş aşağı eder. Toplum sözleşmesi Leviathan’da şöyle tanımlanmaktadır: “Bu [sözleşme]oydaşmadan ya da uzlaşmadan fazla bir şeydir; herkes herkese, senin de hakkını ona bırakman ve onu bütün eylemlerinde benim yaptığım gibi yetkili kılman koşuluyla, kendimi yönetme hakkımı bu adama ya da bu kurula bırakıyorum ve onu yetkili kılıyorum, demişcesine, herkesin herkesle bir ve aynı kişide gerçekten birleşmesidir.
Egemeni yaratan sözleşmenin teorik düzeyde çeşitli özellikleri ve sonuçları vardır:

• Toplum sözleşmesi, tarihsel bir gerçekliğe sahip değildir. Doğa durumu gibi bir kurgudur

• Sözleşme, devletin uyrukları (ya da yurttaşları) olacak bireyler arasında oybirliğiyle gerçekleştirilir.
• Bireyler, sözleşme esnasında doğal haklarından yani güç kullanma haklarından vazgeçerler ve ayrıca yaratılan egemene itaat etme sözü verirler.
• Sözleşmeyle birlikte eşitlik ortadan kalkar. Diğer insanlardan çok üstün olan egemenin, onlara, eşitlikten beslenen” rekabet, güvensizlik, onur” nedenleri dolayısıyla kötü, düşmanca davranması söz konusu olamaz.
• Hobbes’un toplum sözleşmesi, iki zamanlı ya da iki aşamalı bir sözleşmedir. Birinci aşamada, bireyler tarafından devlet yaratılır. İkinci aşamada ise yine bireyler bu kez oyçokluğu ile kimin ya da kimlerin egemen olacağına karar verirler azınlıkta kalanlar bu sözleşmeyi kabul etmek zorundadırlar.
• Sözleşmenin ikinci aşamasında devletin biçimi belirlenmektedir. Hobbes’a göre devlet, monarşi, aristokrasi ve demokrasi olan üç biçimden birini alabilir. Ancak Hobbes kişisel olarak monarşiyi tercih eder.
• Devlet, varlığını salt gücüne dayanarak sürdürmez. Halk egemenin içindedir.
• Toplum sözleşmesi sürekli yinelenir. Yurttaşlar egemeni her eyleminde temsilcileri olarak yetkilendirdikçe sözleşme sürekli bir biçimde yeniden yapılıyor demektir.
• Sözleşmeden doğan devlet, egemenlikle bezenmiştir.

Egemenlik devlete içkindir, devletin özünü oluşturur. Auctoritas ile potestas’ın tek bir merkezde toplanması olan egemenliğin dört önemli özelliği vardır:

• Egemenlik bağımsızdır, birdir, mutlaktır ve ondan daha üstün bir erk yoktur. Hiçbir yükümlülük altında olmayan egemen, tüm siyasal iktidarı, tüm kamusal gücü elinde toplamıştır ve ülkede onu sınırlayabilecek bir başka güç yoktur. İnsanların kendi yarattıkları mutlak siyasal iktidarı sınırlamaya kalkışmaları anlamsızdır. Çünkü bu sınırlama işlemi birden fazla iktidar odağının ortaya çıkmasına yol açar ki bu doğa durumuna yani savaş ortamına geri dönmeleri demektir.
• Egemen erk süreklidir. Egemen olan doğal kişi ya da kişilerin ölmesiyle egemenlik yok olmaz.
• Egemen erk bölünmezdir. Devlet erkinin farklı güçlere dağıtılmasının reddedilmesidir.
• Egemen yasama gücüne sahiptir ve yaptığı yasalarla bağımlı değildir. Egemen, yasaları yapıp yasalarla yönetir. Dolayısıyla hukuk, egemenin aklından, iradesinden kaynaklanır. Beğenmediği yasaları yürürlükten kaldırmak, yerlerine yenilerini yapmak hakkına sahiptir.
Hobbes’a göre pozitif yasaların çeşitli özellikleri bulunmaktadır:
• Yasa, egemenin iradesinden kaynaklanan pozitif yasa ise de doğal yasaya aykırı olamaz; barışı, güvenliği amaç edinir.
• Sadece pozitif yasa zorlayıcı güçle donanmıştır; uyrukları eylemden önce bedensel olarak uymaya zorlar.
• Haksız, adaletsiz yasa diye bir şey söz konusu olamaz.
• Yasanın yurttaşların bilgisine sunulması, yani ilan edilmesi gerekir.
• Yasa geriye işleyemez.
• Yasa açık ve gerekli olmalıdır.

Egemenin haklarının başında, yaptığı yasaların iyi bir biçimde uygulanmasını sağlamak (yani yürütme gücü) ve bu yasalarla ya da olaylarla ilgili olarak ortaya çıkabilecek bütün anlaşmazlıkları dinleyip karara bağlamak (yani yargı gücü) gelir. Savaşa ve barışa egemen karar verir. Ayrıca egemen, para basmak, vergi toplamak gibi kamu maliyesine ilişkin haklarla da donanmıştır. Toplumda soyluluk gibi paye ve unvanların dağıtılması yine egemenin tekelindedir. Hobbes, egemene fikirleri denetleme, düşünceler üzerinde bir çeşit sansür uygulama hakkı tanır.

Egemen bireysel düşüncelere karışmaz. Egemenin bir diğer yetkisi mülkiyeti tanımlayıp belirlemektir. Son olarak Hobbes, dinsel alanı, ülkedeki kilise’yi egemene bağımlı kılar. “Devlet içinde devlet olamaz” görüşünü benimseyip biri ruhani diğeri dünyevi olan iki ayrı alanın ve iktidarın bulunmadığı sonucuna ulaşır. Papalığın egemene bağlı kilise üzerinde hiçbir yetkisi yoktur. Ülkedeki din adamları egemenin memurlarıdır ve dinsel konularda son sözü söyleme hakkı egemendedir.

Egemenin görevleri tek bir cümlede özetlenebilir: “Halkın esenliği enyüce yasadır.” Aslında bu, egemenin temel görevidir ve devletin yaratılış amacını ifade etmektedir. Egemenin bir diğer görevi, halkı eğitmesidir.

Ayrıca egemen yoksullukla savaşmalı, halkın refahını artırmalıdır. Bu amaçla devlet yeni iş alanları açmalıdır.

Çalışamayacak durumda olan yurttaşları ise bir tür “işsizlik sigortası”na bağlamalıdır. Bunların dışında, mülkiyeti korumalı ve aşırı, haksız kazançlar ile tekelleşmelere izin vermemelidir.

Egemenlik hakkını korumak da egemenin görevlerinden biridir. Egemen devleti yaratan sözleşmeyi bozamaz, çünkü sözleşmenin taraflarından biri değildir. Egemenlik mutlak olduğundan erkini bölemez ya da devredemez.

Hobbes, genel olarak özgürlüğü hareketin karşısında bir dış engelin bulunmaması olarak tanımlar. Sözleşmeyle devletin kurulmasının ardından bireyler uyruk hâline gelirler. Egemen bireylerin önünde çok önemli bir engeldir.

Birey yasalara itaat ederek yasaların kendine tanıdığı eylemleri başka insanlar tarafından engellenmeden özgürce yapabilmektedir. Bireyin devlet ile olan özgürlük ilişkisi hep aynıdır: Yasalara mutlak itaat etmelidir.

Birey, sözleşmenin amacına aykırı gördüğü egemenin buyruklarını yerine getirmemekte özgürdür. . Ancak, bir tür “kişisel direnme hakkı” anlamına gelen bu özgürlüğün pratik olarak bir yararı yoktur. Çünkü egemen, yaşamını korumak amacıyla kendisine karşı koyan uyruğunu kolayca öldürebilir.

Son özgürlük, yasaların suskun kaldığı alana ilişkindir. Devlet, bireylerin özel yaşamlarına ya da kamusal alan dışında kalan sivil topluma karışmamakta, bunu düzenlemeye kalkışmamaktadır.

Hobbes’un kuramıyla ortaya koyduğu devlet “demokratik meşruluk”la donanmıştır. Ayrıca toplum sözleşmesi, devlete “rasyonel meşruluk” da kazandırır. Devletin sadece oluşum düzleminde meşru olarak görülmesi yeterli değildir; ayrıca işleyiş düzleminde de meşru olarak kabul edilip ona sürekli itaat edilmesi gerekir. İşte devlet, kuruluşunun amacı doğrultusunda görevlerini yerine getirerek bu meşruluğunu da sağlamaktadır.

Modern devlet, siyasal iktidarı kişisel olmaktan çıkarıp kurumsal ve merkezî bir şekilde örgütleyen, meşruluğunu kendi içinde bulan ve yurttaşlarının kendisine gönüllü olarak itaat etmesini sağlayan egemenlikle bezenmiş üstün bir erktir.

John Locke: Siyasal Liberalizm
John Locke bir devrim dönemi düşünürüdür. Devrimden sonra İngiltere’de kurulan siyasal yapıyı teorik olarak doğrulamayı amaçlamıştır.
1688 Devrimi’nin çok ciddi sonuçları olmuştur:

• Dinsel alan: Çatışmalara son veren istikrarlı bir dönem içine girildi. Anglikan Kilisesi’nin siyasal iktidar üstündeki gücü tümüyle kırıldı ve dinsel hoşgörü ile özgürlük taleplerini karşılamaya yönelik adımlar atıldı. Böylece laiklik ve sekülerlik zihniyetinin toplumda yer etmesi için gerekli olan zemin oluşmaya başladı.
• Ekonomik alan: Özel mülkiyet ve her türlü iktisadi girişim devletin keyfî müdahalelerinden kurtarıldı. Finans dünyası bir canlılık içine girdi, bankanın kredileri sayesinde ticaret ile sanayiye önemli kaynak aktarımı oldu. Ayrıca yine bu kredilerle büyük bir kraliyet donanması kuruldu. Teknolojik gelişmeler ve buluşlar devlet tarafından teşvik edildi. Böylece Sanayi Devrimi’ne kapı açıldı.
• Siyasal alan: Parlamento, 1689’da “Haklar Yasası”nı kabul etti. Kralın yasaları yürürlükten kaldırma yetkisi elinden alındı, Parlamento’nun izni olmadan vergi ve asker toplaması engellendi, yargısız tutukluluk hâline son verildi ve başta ifade özgürlüğü olmak üzere bireysel haklar tanındı. İngiltere anayasal monarşi haline geldi.
1640 Devrimi’nin son yıllarında ortaya çıkan ve iktidarı ele geçiren Cromwell tarafından bastırılan iki siyasal hareketten ilki olan Düzleyicilerin önderleri John Lilburne ile Richard Overton’ dur. Düzleyicilerin savunduğu görüşler şöyle özetlenebilir:

• Halk her bakımdan özgür olmalıdır.
• Gelenekler nedeniyle var olan tüm toplumsal farklılıklar yok edilmelidir. Hukuki eşitlik sağlanmalıdır.
• Bireylerin doğuştan sahip olduğu devredilmez haklar, özellikle mülkiyet hakkı güvence altına alınmalıdır.
• Siyasal haklar mülkten bağımsız olmalıdır. Genel oy ilkesi benimsenmeli ya da en azından çok küçük bir mülkiyet seçme ve seçilme hakkının kıstası olarak saptanmalıdır.
• Halkın temsilcilerinden oluşan Avam Kamarası üstün bir konuma getirilmelidir. Ancak kişi hak ve özgürlükleri, bir anayasal sistem sayesinde Parlamento’ya karşı da korunmalıdır. Eğer bu haklar çiğnenirse halkın direnme hakkı olmalıdır.
• Toplumsal ve siyasal yaşam Kilise’nin kurallarından bağımsız kılınmalı ve dinsel hoşgörü ortamı sağlanmalıdır.

Kazıcıların en önemli önderi Gerrard Winstanley’dir. Bu hareketin ileri sürdüğü düşünceleri şöyle sıralamak mümkündür:

• Doğal yasalar, insanlara yaşam araçları üzerinde ortak haklar tanır. Dolayısıyla özel mülkiyet, doğal yasalara aykırıdır.
• Özel mülkiyet, insanların büyük çoğunluğunu yoksulluğa, köleliğe mahkûm eder ve düşmanlık ile savaşı körükler.
• Özel mülkiyet, ticaret ve para sistemi kaldırılmalı; böylece insanın insanı sömürmesinin önlenmesiyle özgürlük sağlanmalıdır.
• Herkesin seçme ve seçilme hakkı olmalıdır.
• Kilise, kamusal bir eğitim kurumuna dönüştürülmelidir.
• Bu adil düzene, şiddete başvurmadan insanlar ikna edilerek geçilmelidir.

Locke devletin doğru anlaşılması ve kaynağından türetilmesi için insanların doğada ne durumda olduklarına bakılması gerektiğini belirtir. Locke’un doğa durumunu ilişkilendirdiği kavramlarının ne anlama geldiğini açıklamak gerekir.

Akılcılık: İnsanlar akla sahiptir.

Doğal yasa ve doğal haklar: Doğa durumunda, tüm zamanlar ve yerler için geçerli olan evrensel ilkeler vardır. Bu ilkeler doğal yasadır. Akılla kavranan doğal yasa, insanların doğuştan sahip olduğu temel doğal hakların bulunduğunu ortaya koyar. Bunlar, “yaşam, özgürlükler ve mallara” sahip olma haklarıdır.

Eşitlik: Doğa durumundaki eşitlik, her insanın eşit bir biçimde akla sahip olması ve doğal haklarından yararlanması demektir. Herkesin eşit olarak yargılama ve cezalandırma hakkı bulunmaktadır.

Özgürlük: İnsanın özgürlüğü, bir başkasının iradesine ve otoritesine bağımlı olmaması demektir. Ancak bu özgürlük, “başıboşluk” anlamına gelmez.

Barıştan Savaşa: Doğa durumunda insanlar eşit ve özgür bir biçimde yaşadıklarından, barış hüküm sürmektedir.

Locke, sözleşmeyle belirlenen siyasal yönetimin demokrasi, oligarşi ya da monarşi biçimlerini alabileceğini kabul eder. Devlet farklı yönetim biçimleri şeklinde örgütlenebilirse de Locke’un tercihi, bir tür karma yönetim modelidir. Bu yönetim modelini açıklamasına, devlette üç gücün bulunduğunu dile getirerek başlar. Bu üç güç; yasama gücü, yürütme gücü ve federatif güçtür. Locke’un “uygar yönetim” olarak da dile getirdiği siyasal yönetim modelinde iki temel güç farklı ellerde bulunur. Yasama ile yürütme güçlerinin farklı kişilere bırakılmasının iki temel nedeni vardır. Birinci neden, süreklilik konusundaki farklılıktır. “Siyasal neden” denebilecek ikinci neden, yönetimin mutlak bir nitelik almasını engellemeye yönelik asıl nedendir

Bu iki gücün birbirinden bağımsız olması sayesinde ise yasaları yapanlar ile uygulayanların birbirlerini dengeleyip denetledikleri bir sistem kurulmuş olur.

Locke asıl tehlikenin yürütmeden geldiğini vurgulayıp kralın tiranlaşması durumuna ağırlık verir. Ona göre, rızaya dayalı olarak yetkilendirilmiş bir kralın tiran sayılabilmesi için belli durumların ortaya çıkmış olması gerekir. Bu durumlar şöyle sıralanabilir:

• Kralın bireylerin doğal haklarını çiğnemesi.
• Kralın kamusal iyiliği, ortak yararı gözetmemesi.
• Kralın Parlamento’yu ortadan kaldırması.
• Kralın Parlamento’nun yaptığı pozitif yasaları hiçe sayması.
• Kralın iktidarını kişisel isteklerine, tutkularına alet edip keyfi bir şekilde kullanması.
• Kralın görevini ihmal etmesi ya da yerine getirmemesi yüzünden yasaların uygulanamaması.

Halk bu durumlarda egemenliğini geri alıp direnme hakkını kullanır, bir bakıma bir devrim yapar ve kralı tahtından devirir. Direnme hakkının kullanılabilmesi için de bir koşulun yerine gelmesi gerekir. Kralın yukarıda sayılan bu haksız, tiranca davranışlarının birkaç kişiye yönelik değil, halkın tümüne ya da büyük çoğunluğuna yönelik olmasıdır. Ayrıca çoğunluğun böyle olduğunu düşünüp bu yönde bir yargıda bulunması da gereklidir.

Kralın haksız olmadığını ileri sürüp halkın yargıçlığını kabul etmemesi durumunda başvurulacak tek yer Tanrı’dır. Bunun anlamı, ikisinin arasındaki anlaşmazlığın bir iç savaşla çözüleceğidir. Locke’un kuramı, savaş durumuna devletin kurulmasıyla son verildiğini ama devletin varlığının savaş olasılığını ortadan kaldırmadığını, hatta her an devlet durumundan savaş durumuna geri dönülebileceğini kabul etmiş olmaktadır.

Locke, toplum ve devlete karşı bireyin önceliğini savunarak ve siyasal iktidarın karşısına bireysel hak ve özgürlükleri dikerek siyasal liberalizmin üzerinde yükseleceği düşünsel temeli ortaya koyar.

Locke, özellikle ifade özgürlüğünün önemine dikkati çeker. Locke, devletin farklı inançlara hoşgörü gösterdiği, din ile devlet işlerinin biri birinden kesin bir biçimde ayrıldığı bir düzenin sözcülüğünü üstlenir. Dinsizlere de aynı hoşgörünün gösterilmesi gerektiğini belirtir. Düşünsel ve dinsel alandaki bu çoğulculuk siyasal alanda da geçerlidir.

Karşımızda, kuruluş biçimiyle kendisine yüklenen görevleriyle ve işleyiş mekanizmasıyla sınırları çizilmiş liberal bir modern devlet vardır. Ancak bu devletin tam anlamıyla demokratik bir özellik taşıdığı sonucuna da varılmamalıdır.

AYDINLANMA VE AKLIN İKTIDARI
Aydınlanmanın Öncülerinden Biri: Spinoza
XVII. yüzyılın önemli düşünürlerinden biri olan Hollandalı Baruch (Benedictus) Spinoza (1632-1677) eleştirel ve sorgulayıcı düşünceden, fikirlerin özgürce ifade edilmesinden yana bir tutum takınır. Her kişinin inancını serbestçe seçmesini ve yaşamasını, yani dinsel çoğulculuğu ve hoşgörüyü benimser. Düşünce özgürlüğünü, dinsel hurafelere, dogmalara ve bağnazlığa karşı savunur.

İnsan Doğası ve Özgürlük

Panteist bir yaklaşımı benimseyerek Tanrı ile doğayı özdeşleştirdiği için dinsiz, hatta ateist (Tanrı tanımaz) olmakla suçlanmış olan Spinoza, erdemi, dolayısıyla mutluluğu dinsel anlamından tümüyle soyutlar. Spinoza, Hobbes’u anımsatan bir şekilde, insanın doğal olarak dolayısıyla zorunlu olarak kendi varlığını korumaya ve sürdürmeye yöneldiğini bu nedenle her insanın, varlığına zararlı olan ve üzüntü veren şeylerden uzak durup yararlı, faydalı olan ve sevinç yaratan şeylere ulaşmaya çalıştığını belirtir.

Doğa Durumu ve Sözleşme

İnsanın kendini koruması ve kendine yararlı olan şeyi isteyip elde etmesi bir haktır. Bunu sağlamanın yolu, bir toplum sözleşmesiyle devletin kurulmasıdır. Spinoza, sözleşme düşüncesinin yanında, insanların kurgusal bir doğa durumunda olduğu gibi tek başlarına varlıklarını sürdürmelerinin olanaksız olduğunu belirtip siyasal bir toplumda yaşamalarının doğal zorunluluk tarafından koşullandığını vurgular.

Özgürlükçü Siyasal Toplum

Spinoza, ilk önce devleti her şeyin üzerine yerleştirip egemenliğin mutlak olduğunu ve büyük bir kudrete sahip bulunduğunu belirtir. Egemen güç ya da devlet, toplumun (ya da toplumun çoğunluğunun) ta kendisidir. Devlet, kendi varlığını tehlikeye atmamak için, insanların doğal olarak sahip oldukları hak ve özgürlüklerine dokunamaz, onları kendilerine zararlı olacak şeyler yapmaya zorlayamaz ve çoğunluğun iradesine ters düşemez. Yurttaşların birleşik iradesi olarak da tanımlanan devlet, ortak çıkar doğrultusunda herkes için neyin iyi neyin kötü olduğunu belirler, Mülkiyet de ancak devlette var olur. Spinoza’ya göre yurttaşların özgürlüğünü en iyi gerçekleştiren, daha doğrusu siyasal planda özgürlük adını almayı hak eden yönetim biçimi demokrasidir.

Bireysel Özgürlükler ve Sınırları

Spinoza’ya, göre her yurttaşın aklını kullanma, hiçbir sınır olmadan düşünme ve görüşlerini ifade etme özgürlüğüne bir doğal hak olarak sahip olmasıdır. Ancak bu özgürlüğü kullanma koşulsuz değildir; bu koşul, Spinoza tarafından “konuşma ve öğretmeyle yetinilmesi” olarak açıklanır. Teoloji (ya da inanç) ile felsefe (ya da akıl) arasında hiçbir ilişkinin bulunmadığını savunan Spinoza’ya göre boş inançlarla, önyargılarla, hurafelerle, mucizelerle beslenen, bağnazlık içine düşmüş ve akıllarını kullanamayacak hâle gelmiş kitlelerin, körü körüne boyun eğdirilmesi ya da en irrasyonel eylemlere yönlendirilmesi çok kolaydır. Oysa gerçek din, insanın iç dünyasına ait bir inançtır; yalnızca kişinin vicdanını ilgilendirir. Ne teologlar ne de kilise, inanan kişi ile tanrı arasına giremez, devlet de buna karışamaz.

Aydınlanmanın Anlamı
Spinoza ile Locke’un savundukları görüşleriyle haber verdikleri Aydınlanma düşüncesi, Aydınlanma Çağı olarak nitelendirilir. Bu yüzyıl, Avrupa burjuvazisinin, bir yanda İngiltere’de Avam Kamarası aracılığıyla iktidardan pay aldığı, öte yanda başta Fransa olmak üzere diğer ülkelerde Eski Rejim olarak adlandırılan geleneksel düzeni değiştirmek ya da hiç olmazsa yeniden düzenlemek (reforme etmek) amacı güttüğü bir çağdır. Bununla birlikte, farklı ülkelerde farklı Aydınlanma felsefeleri ortaya çıkmıştır. Aydınlanma filozofları, çelişkiden kaçınmadıklarından başka, bir sistem kurma anlayışına genellikle rağbet etmemişlerdir. Bu nedenle Aydınlanma düşüncesi, (birkaç istisna dışında) bir sistem kuran kuramsal (teorik) kitaplarla değil, deneme, roman, hikaye, tiyatro eseri gibi edebî yapıtlarla ve tarihsel ya da ansiklopedik çalışmalarla dile getirilmiştir.

Aydınlanmada Akıl ve Eğitim
Akla Duyulan Güven

Aydınlanma filozofları, insan aklını Tanrısal aklın bir uzantısı olmaktan kurtarırlar ve ona “insanın etkin, eleştirel ve değiştirici yetisi” anlamını yüklerler. Fikir, düşünebilen bütün insanlar, bütün uluslar, bütün dönemler ve bütün kültürler için aklın tek ve bir olduğudur. Böylece doğru ve yanlışın biricik ölçütü olan akıl, insanı olgular ile nesnelerin ötesindeki evrensel ilkelere, gerçeklere ulaştırabilecek bir yeti olarak kabul edilir.

İlerleme İnancı

Genelde bütün filozofların paylaştığı ilerleme düşüncesi, doğrudan doğruya akılla, felsefeyle bağlantılıdır. Bu ilerleme anlayışını, sadece içinde yaşadıkları XVIII. yüzyıl ortamıyla ilişkilendirip geleceğe yönelik bir açılımda bulunmak amacıyla kullanırlar.

Eğitim Fetişizmi

Aklını kullanabilmesi için insanın doğru bilgilerle donanmış olması gerekir; bunu sağlayacak olan ise eğitimdir. Filozofların hemen hepsi, bir eğitim fetişizmine kapılmışlardır. Filozoflar eğitimin değeri konusunda hemfikirdirler. Ancak, “kim eğitilmelidir?” ya da “halkın ya da aşağı sınıfın eğitilmesi gerekli midir?” sorusunu yanıtlamaları söz konusu olduğunda görüşleri arasında tam bir tutarlılık olduğunu söylemek çok güçtür. Bu tutum, filozofların, yapıtlarını cahil kitleler için değil, fakat küçük bir aydınlar grubu ya da en azından aydınlanmaya yetenekli “saygın insanlar” azınlığı için yazdıklarını, çeşitli vesilelerle dile getirmiş olmalarında açıkça görülmektedir.

Aydınlanmanın Toplumsal Hedefleri
Filozoflar, aklın ilerlemesiyle birlikte insanlığın özüne uygun daha uygar, daha ahlaklı ve daha mutlu bir yaşama kavuşacağı inancına sahiptirler. Ancak bu hedefe varabilmek için, aklı körelten dinsel dogmalarla mücadele edilmesi ve dinsel alanın yeniden düzenlenmesi gerekmektedir.

Mutluluk ya da Ahlaklı Toplum

Aydınlanmacılar, yüzyıllardır hüküm süren mutsuzluğun geleneksel değerler ile kurumların beslediği yanlışlardan, yanılgılardan ve yanılsamalardan kaynaklandığını belirtirler. Bu bakımdan bireysel mutluluk, aklın ilerlemesi sayesinde kişinin kendisini rasyonel kılmasıyla dahası gündelik yaşam koşullarının iyileşmesiyle özdeşleştirilir. Aydınlanma düşüncesi, mutluluğu ahlaki bir çerçeve içine oturtur: Gerek iyi bir insan olma (kişisel ahlak ya da aktöre) gerek insanların birbirlerine iyi davranması (toplumsal ahlak ya da töre), hem bireysel hem de toplumsal bakımdan mutluluğu yakalamanın önkoşulları olarak belirlenir. Göreceli ahlak anlayışına göre insan doğarken iyi ile kötü, haklı ile haksız kavramlarını beraberinde getirmemiştir, dolayısıyla (dinsel ya da laik) değişmez evrensel ahlak ilkeleri yoktur. Bir başka deyişle, kişinin mutluluğu başkalarına bağlı olduğundan, diğer insanlara iyilikle yaklaşıp genelin mutluluğunu gözetmesi, yani kendini ahlaklı, erdemli kılması, kendi yararınadır.

Doğal Hukuk ve Barış

Evrensel ahlak ilkelerinin varlığının kabul edilmesi, doğal hukuk öğretisine kapıyı açıp doğal yasalar ile doğal (insani) haklar anlayışını gündeme getirir.

Özgürlük

Filozoflara göre bireyin-yurttaşın mutlu olabilmek için yaşamının, güvenliğinin, emeğinin ürünlerinin (mülkiyetinin) ne ölçüde korunup korunmadığı sorundur. Bu bakımdan özgürlük düşüncesi, Locke’da dile getirilen insan hakları düşüncesiyle bağlantılıdır, hatta bu bakımdan özgürlüğün kendisi, en önemli doğal haklardan birisidir. Düşünce ve ifade özgürlüğünü bu özgürlüğü yadsıyan kişilere ve onların bu amaçla ileri sürdükleri gerekçelere karşı mücadele etmek ve bu mücadelede siyasal iktidarı bu özgürlüğün gerekliliğine inandırmaktır.

Eşitlik

Aydınlanma düşüncesi, genellikle, eşitliği bir doğal hak olarak kabul edip insanların doğal eşitliği düşüncesini doğal eşitliğin özgürlük ile ilişkilendirilmesi, her insanın kendi bedeni üzerinde eşit hakka sahip olması, dolayısıyla bir başkasına bağımlı olmaması, yani bir başkasının mülkiyeti (kölesi) konumunda bulunmaması anlamına geldiğini savunur.

Din ve Toplum

Aydınlanma felsefesine genellikle yüklenen en önemli özellik, dine yönelik kuşkucu ve eleştirel bir tutum takınmış olmasıdır. Dine ilişkin felsefi görüşlerinde farklılıklar sergileyen filozoflar, Kilise’ye ve din adamlarına karşı açılan mücadelede bir araya gelirler. Böyle bir anlayıştan hareket eden Aydınlanmacılar, toplumsal ilişkileri, özellikle gündelik yaşamı dinden soyutlamak anlamında sekülerliği savunmalarının ötesinde, din ile devlet işlerinin kesin çizgilerle birbirinden ayrılması anlamında laikliği değil, fakat dinsel alanın mutlak bir biçimde siyasal iktidara tabi kılınması anlamında dünyeviliği ön plana çıkarırlar.

Aydınlanmanın Siyasal Önerileri
Filozoflar, Aydınlanmacılar içinde bulundukları siyasal yapıyı adalet ilkelerini çiğneyen haklar ile özgürlükleri ayaklar altına alan ve yasaları hiçe sayan keyfi bir iktidar olarak algılar. Aydınlanmış bir toplumun kurulabilmesi, ancak var olan siyasal yapının değiştirilmesi ya da düzeltilmesiyle mümkündür. Bu hedef doğrultusunda yapılması gereken ilk iş, siyasal otoritenin geleneksel ilkelerinin gözden geçirilmesidir.

Reformcu Yaklaşım ve Reformlar

Aydınlanmacılar göre, kötü kurumlar, kurallar, yasalar acımasızca eleştirilmeli, bunların değiştirilmesi talep edilmeli, ama toplumu kuralsızlığa, şiddet ortamına götürecek bir yasa dışılık örneği verilmemelidir. Değişim konusunda halkı devre dışı bırakıp yukarıdan gerçekleştirilecek reformlara bel bağlayan filozoflar, ağırlıklı bir biçimde hukuk alanına eğilirler. Yasalar önünde eşitliğin kurulmasından işkencenin, hatta ölüm cezasının kaldırılmasına dek, birçok hukuksal düzeltimin gerekliliğinin altı çizilir. Ayrıca hukuk alanının dışında, vergilerden memuriyet koşullarına, tarımdan ticarete kadar çok değişik alanlarda çeşitli reform önerileri getirilir. Sorun, tüm bu reform önerilerini kimin uygulayabileceğidir.

Aydın Despotizmi

Aydın despotizmi anlayışını, bir öğreti olarak ortaya koyan ilk düşünürler, dönemin iktisatçıları olan Fizyokratlardır. “Mutlak bir güçle donanmış bulunan ve Aydınlanmanın ilkelerini benimseyip uygulayan monarşik bir siyasal iktidar olarak kısaca tanımlanabilecek aydın despotizmi anlayışı, Fizyokratlarla aynı ortamı paylaşan birçok filozof tarafından da benimsenir.

Liberal Siyasal Düzen

Aydınlanmacılar, aydın mertebesine yükselttikleri monarklara övgüler düzdükleri dönemlerde bile, ilkesel bir yaklaşımla despotizmi eleştirip siyasal liberalizm olarak nitelendirilebilecek çeşitli görüşlerin sözcülüğünü yapmayı sürdürmüşlerdir. Bu noktada temel bir sorun ortaya çıkmaktadır: Böyle bir siyasal yapının ya da devletin yaratılıp sürdürülmesi için hangi düzenlemelere gereksinim vardır?

Yasaların Egemenliği/İktidarın Sınırlanması/Güçler Ayrımı /Siyasal Temsil ve Katılım

Demek ki Aydınlanma, değişime bir çağrıdır. Aklını başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanma cesaretini gösteren ve evrensel akıl ilkeleri doğrultusunda davranan halkların kendi kaderlerini kendilerinin çizebileceklerine ve mutlu bir düzen kurabileceklerine olan bir inançtır. Bu bakımdan Aydınlanmanın (filozolarının kişisel elitisit reformist görüşlerine rağmen) ulus devlet düşüncesinin oluşmasına ve bu düşünceyi hayata geçiren Fransız Devrimi’ne önemli bir katkıda bulunmuş olduğu söylenebilir.

SIYASAL DENGEDEN HALKIN EGEMENLIĞINE
Montesquieu: Siyasal Denge
Asıl adı Charles Louis de Secondat, Baron de la Brede et de Montesquieu ( 1689-1755) hukuk öğrenimi görmüş ve Bordeaux Parlamentosu’nda başkanlık görevi üstlenmiş bir aristokrattır. Parlamentolar, birkaç büyük kentte bulunan yüksek yargı organlarına verilen addır ve kralın çıkardığı fermanları ve yasaları yargısal açıdan denetlemeye varan yetkilere sahiptirler. Rousseau kitaplarını kaleme alırken Fransa’nın sorunlarına çözüm aramış ve kendi sınıfının çıkarlarını gözetmiştir.

XVIII.yüzyılda Fransa’ya damgasını vurmuş siyasal yapılanma 1715-1774 yılları arasında tahtta bulunan XV. Louis’nin mutlak monarşi yönetimidir. Mutlak monarşi devletin kralın kişisel sorumsuz otoritesi altında merkezi bir biçimde yapılanması demektir. Yüzyılın sonlarına gelindiğinde mutlak monarşi doruk noktasına ulaşmıştır. Mutlak monarşiyi oluşturma çabası siyasal ve toplumsal çehreyi önemli ölçüde değiştirdi. Kral hiç kimseye hesap vermek zorunda değildi. İlk eleştiriler aristokrat düşünürlerden geldi. En önemli aristokrat düşünürler Fenelon, Boulainvilliers ve Saint- Simon’dur. Aristokrat düşünürler yükselen kapitalist sistemi bu sisteme özgü yapıları ve zihniyeti, özellikle de burjuvazinin gücünü görmezden gelmektedirler. Bunlara dikkat edip kuramını ona göre oluşturacak düşünür ise Montesquieu’dur.

Montesquieu doğal hukuk düşüncesini ve toplumun yapay bir biçimde kurulduğu anlayışını reddeder. Topluma doğallık atfeder. Doğal hukuk ve sözleşme kuramını yadsımasının temel nedeni, bu kuramın olması gerekeni işaret edip idealist bir tutuma yol açmasıdır. Montesquieu ise olanı olması gerekenle yargılamayı reddeder ve salt olguları ele alıp olgulardan hareket ederek tüm ulusların kurumlarını ve yasalarını açıklamayı amaç edinir. Yasalar doğrudan doğruya içinde bulunduğu toplumun çeşitli koşullarıyla ilişkidedir ve bu koşullar tarafından belirlenmektedir. Montesquieu’ nün değişiyle yasalar ülkenin fiziki yapısıyla ilişkili olmalıdır. Montesquieu, fiziki ve ahlaki nedenler olarak nitelendirdiği etkenlerin doğrudan doğruya yönetim biçimini belirlediğini ileri sürer. Etkenlerin buluşmasından Montesquieu’ nün “ulusun ruhu” ya da “genel ruh” dediği şey doğar. Ulusun ruhu belirli bir yaşam biçimi ile ortak ilişkilerdir. Montesquieu’ye göre her yönetimin kendine göre bir doğası ve ilkesi vardır. Doğa yönetimin biçimidir. İlke ise ulusun ruhudur. Yönetimin doğası ile ilkesinin bir birlik içinde oluşu, devletin düzeninin göstergesidir. Birliğin bozulması ise siyasal değişime yol açar. Doğa- ilke birliği devletlerin tarihsel süreç içindeki gelişim ile değişimini açıklayan “bilimsel yasa’dır”. Althusser’ e göre, Montesquieu’deki “doğa-ilke birliği” bilimsel yasasındaki ilke ekonominin belirleyiciliğini andırmaktadır. Çeşitli nedenlerle zaman içinde ilkenin değişmesi, yönetimin doğasının da değişmesi sonucunu doğurur. Koşulların değişmesi ülkenin ulusal ruhunun da değişmesine neden olacaktır. Montesquieu’nün yasaların, siyasal yönetimlerin çeşitliliğini ve değişimini açıklamaya yarayan “doğa-ilke birliği yasasının” iki temel sonucu vardır.

• Her ülkenin yasaları ona özgü koşullarla bağlantılı olduğuna göre, bu koşullara uyumlu olan yönetim biçimi, söz konusu ülke için en uygun yönetim biçimidir.
• Montesquieu yasaların ve kurumların ülkenin özel koşullarına uygun düşmesinden dolayı değiştirilmesini salık verir ve böylece tutuculuğa “bilimsel” bir temel kazandırmış olur. Bir siyasal değişim, koşullar temelinde yaşanan uzun süreli değişikliklerin kendiliğinden ulaştığı zorunlu bir sonuç olmalıdır.

Montesquieu, yönetimleri “cumhuriyet, monarşi ve despotluk” şeklinde sınıflandırarak, ideolojik bir yaklaşım sergiler. Cumhuriyet, yönetimdeki kişilerin sayısına göre demokratik ya da aristokratik olabilir. Montesquieu’ye göre “cumhuriyette halkın tümü egemen güce sahipse bu bir demokrasidir. Egemen güç halkın bir bölümünün elindeyse buna aristokrasi denir.” Demokrasiyi hareket ettiren tutku, yani ilke, erdemdir. Erdem Montesquieu’ye göre doğrudan doğruya siyasal erdemdir. Montesquieu, cumhuriyete, özellikle de demokratik cumhuriyete inanmamaktadır. Çünkü ona göre demokrasilerin zamanı geçmiştir. Cumhuriyet ılımlı bir yönetim değildir ve siyasal özgürlüğü içermemektedir. Siyasal özgürlük, yalnızca ılımlı yönetimlerde vardır.

Montesquieu’nün monarşi sözcüğü ile belirttiği yönetim biçimi, gerçekte aristokratik ya da feodal sıfatlarını hak eden bir monarşi türüdür. Doğası bakımından devleti tek kişinin yönetmesidir. Montesquieu, temel yasalar kavramını toplumsal içerikle donatır. Ona göre temel yasalar kral ile halk arasındaki “ara-erkler”dir; krala bağlıdırlar ama kral da onlara bağlıdır. Bu ara-erkler, başta soylular olmak üzere, ruhban sınıfı, ayrıcalıklı kentler ve yüksek yargı kurumları olan parlamentolardır. En doğal olan ara-erk, soyluluğun erkidir. Montesquieu’ye göre liberalizm temel ilkesinin gerçekleşmesi, ortak iyiye hizmet etmesidir. Monarşinin diğer yönetimlere göre bir diğer üstünlüğü ise herkesin özgürce hareket edip yükselebileceği umudu taşımasından ötürü düzeni yıkmak gibi bir tutum içine girmemesidir. Ayrıca monarşi, kralın ara-erklerle sınırlanmış olması nedeniyle ılımlı bir yönetimdir.

Tek kişinin yasa ve kural tanımayan keyfi yönetimi olarak tanımlanabilecek despotluğun ilkesi korkudur. Din despotun iktidarı karşısında bir engel teşkil eder. Dinin yasaları daha üstün buyruklardır çünkü bu yasalar, halkın olduğu gibi prensin de başının üstündedir. Despotlukta akıldışılık tüm topluma yayılmıştır ve herkes kul-köle kılınmıştır. Montesquieu’nün anlatımıyla “Louisianalı vahşiler meyve yemek istedikleri zaman ağacı kesip meyveyi koparırlar. İşte despotik yönetim budur. Montesquieu Avrupa’daki ama özellikle kendi ülkesindeki mutlak monarşik eğilimleri eleştirmektedir. Montesquieu Acem Mektupları’nda “despotizm Kardinal Richelieu’nün yüreğinde olmasa bile kafasında vardı” diye yazar. Fransa Krallığı, çok tehlikeli bir sürece girmiştir. Monarşi despotluk haline gelmektedir. Bu despotluk karikatüründen kralların alması gereken üç ders çıkar.

• Birinci ders: Soylular despotluktan, uyguladığı yıkıcı terörden korkmakta haklıdırlar.
• İkinci ders: Krallar, eğer tahtlarını halkın şiddetinden korumak istiyorlarsa despotluğa kaymamalıdırlar.
• Üçüncü ders: Eğer kral soyluluğu yok etmeye kalkarsa soylular toplumsal-siyasal konumlarını yitirirler.

Montesquieu siyasal özgürlüğün yurttaşların kendilerini güvende hissettikleri ılımlı yönetimlerde, yani monarşide bulunduğunu belirtir. Fakat monarşi ara-erkleri sayesinde bu ılımlılığı içeriyorsa da kralın iktidarını kötüye kullanıp despotizme kaymasını engelleyecek hukuksal ve siyasal mekanizmalara sahip değildir. Ilımlı devletlerde iktidar kötüye kullanılmadığı takdirde özgürlük bu devletlerde bulunur.

Montesquieu, güçler ayrımı sistemini hem kuramsal hem betimsel bir yaklaşımla inceler. Ona göre devletin üç gücü olan yasama, yürütme ve yargının tek elde toplanması, o devletin ılımlı olmadığının açık bir kanıtıdır. Siyasal özgürlüğü sürdürebilmenin en güvenli yolu bu üç gücü farklı ellere verip bir denge- fren sistemi içine oturtmaktır.

• Yargı gücü: Siyasal özgürlüğün en önemli güvencesidir. Bu güç, halk tarafından seçilen yargıçlarca mahkemelerde kullanılır.
• Yasama gücü: Bu güç iki meclistedir. Halk meclisi ya da İngiltere’deki adıyla Avam Kamarası, genel oy kitlesi doğrultusunda seçilen halkın temsilcilerinden oluşur. Montesquieu, genel oy ilkesini kabul etmekle birlikte, “kişisel iradelerini belirtmeyecek kadar aşağılık duruma düşmüş insanların” seçme hakkından yoksun bırakıldıklarını vurgular.
• Yürütme gücü: Yasaların uygulanması işlevinin yerine getirilebilmesi için bu güç, tek bir kişinin eline bırakılmamalıdır.

Bu üç güç arasında çeşitli ilişkiler vardır. Yasama ile yürütme arasındaki ilişkiler şöyle özetlenebilir:

• Yasama toplamaya çağırma oturumlarının süresini belirleme hakkı yürütme gücüne aittir. Buna karşılık yürütme gücü, yasa önerilerinde bile bulunamaz.
• Yasama organını yürütme yılda bir kez toplanmaya çağırmak zorundadır.
• Yasama gücünün yaptığı yasalar, yürütme gücü tarafından engellenebilmelidir. Bu kralın veto hakkını kullanarak yasamanın alanına karışmasıdır.

• Yasama organı, çıkardığı yasaların nasıl ve ne
şekilde uygulandığını denetleme hakkına sahiptir.
• Ancak yasama gücünün bu denetimi yürütmenin başı konumundaki kralı kapsamaz.

Montesquieu, yasama ve yürütmenin yargı ile hiçbir ilişkilerinin bulunmadığını, kesinlikle yargının alanına karışamayacaklarını vurgular. Yasama organının üç istisnai durumda yargı işlevini yerine getirdiğini de belirtir.

• Soyluların yargılanmaları bir mahkemeye dönüşen Lordlar Kamarası’nda yapılır.
• Mahkum olmuş kişilerin affedilmesi ya da cezalandırılması Lordlar Kamarası’na aittir.
• Yüksek devlet görevlilerinin yargılanması, yasama organı tarafından gerçekleştirilir. Bu durum, İngiliz Anayasası’ndaki impeachment kuralına denk düşmektedir. İmpeachment kuralı yüksek bir devlet görevlisinin Avam Kamarası tarafından suçlanıp, Lordlar Kamarası tarafından yargılanması kuralıdır.

Montesquieu’nün siyasal özgürlüğün güvencesi olarak ortaya koyduğu güçler ayrımının hukuksal bir anlam taşıdığı ya da daha doğrusu bir anayasa projesini kapsadığı kabul edilmiş ve XVIII. yüzyılın sonlarından başlayarak bu yönde kullanılmıştır. Gerçekte Montesquieu, bu anayasal düzenlemesiyle toplumsal-siyasal erkler arasında bir denge oluşturmayı ve soylulara belli bir avantaj sağlamayı amaçlamıştır. Montesquieu’nün sisteminde yargı görünmez olduğundan, temelde üç organ ve bu organları ellerinde bulunduran üç siyasal erk vardır. Montesquieu’nün temel düşüncesi, hukuksal anlamda güçlerin ayrımı değil, siyasal özgürlüğün koşulu olan toplumsal erklerin dengesidir. Üç gücün belirlendiği bir anayasanın varlığı, siyasal özgürlüğün kurulması için yeterli değildir. Farklı toplumsal erklerin olması ve anayasada belirtilmiş her siyasal gücün belli bir toplumsal erkin elinde bulunmasıdır. Bu bağlamda soyluların sistemi ılımlaştırma rolünün ne denli önemli olduğunun da altını çizer. Montesquieu’nün deyişiyle, “yasama ile yürütme güçlerini ılımlaştırmak için bir başka güce daha gereksinim vardır; yasama organının soylulardan oluşan bölümü, bu ılımlaşma etkisini yaratacak en uygun kurumdur. ”Siyasal iktidarın farklı toplumsal erkler arasında paylaşıldığı bu modelde, soyluluk iki önemli avantaj elde eder: Soylu sınıf, Lordlar Kamarası sayesinde tanınmış, meşrulaştırılmış olur. Ancak öte yanda yargıyı kralın yetkisi dışında tutan, gerekirse soylular söz konusu olduğunda bu yetkiyi Lordlar Kamarası’na tanıyan hükümler nedeniyle toplumsal konumu ve ayrıcalıkları kral ile halkın saldırılarına karşı güvence altına alınmış bir sınıf olma özelliğini kazanır. Bunun karşılığında da soylular, gerek siyasal erkleriyle gerek onur üzerinde temellenmiş ideolojileriyle halkın kralın konumunu ve sistemi benimsemesini sağlarlar ve böylece bir halk devrimi tehlikesini önlemiş olurlar. Montesquieu, soyluların haklarını korumayı amaç edinmiş çünkü kendine yasal, meşru bir yer bulan burjuvazi, artık bu düzeni yıkmayı tasarlamayacak, dahası aşağı halk sınıflarından gelebilecek tepkilere karşı tıpkı soylular gibi bir fren işlevi görebilecektir. Sonuçta, güçler ayrımı sistemi, Montesquieu’nün liberal bir düşünür olarak değerlendirilmesine yol açmıştır. Montesquieu, ekonomik ve dinsel konularda da liberal olarak değerlendirilmeyi hak eden görüşler ortaya çıkmıştır ve devlet işleri ile din işlerinin birbirine karıştırılmaması anlamında laikliği savunmuştur. Liberal özgürlükçü görüşlerinin dışında, muhafazakarlığında önemli bir temsilcisidir. Özgürlüğün korunmasından çok toplumsal-siyasal yapının sürdürülmesine önem vermesidir. Özgürlükçü olmaktan çok muhafazakar bir düşünür olan Montesquieu’nün insanlardan beklediği şey, içinde bulundukları düzeni benimsemeleri ve yukarıdan ya da aşağıdan kaynaklanacak bir değişim hareketine girişmemeleridir. Halk devrimini kesin bir dille mahkum etmiş olan Montesquieu, paradoksal bir şekilde özgürlükçü görüşleri nedeniyle Fransız devrimcileri tarafından sahiplenilecektir. Ama devrimciler üzerinde en büyük etkide bulunacak olan düşünür Rousseau’dur.

Rousseau: Halkın Egemenliği

Cenevre Cumhuriyeti’nin yurttaşı olan Jean-Jacques Rousseau (1712-1778), çok farklı işlere girip çıkmış, çok çalkantılı bir yaşam sürmüş ve kendi kendini yetiştirmiştir. Siyasal alana belirleyici bir nitelik yükleyen Rousseau, insanın iyi olmasının içinde bulunduğu siyasal yapıya bağlı olduğu görüşünden hareket edip iyi bir siyasal yönetimin ne olması gerektiğini araştırmıştır. Rousseau bu görüşünü İtiraflar adlı kitabında şöyle dile getirir: “Görmüştüm ki her şey temelinde siyasete dayanıyordu ve nasıl davranılırsa davranılsın, her halk, yönetiminin niteliği onu ne yapıyorsa ancak o olabilirdi; böylece, mümkün olan en iyi yönetime ilişkin o büyük sorun, bana şu soruya dönüşmüş gibi geliyordu. En erdemli, en bilgili, en akıllı, kısacası bu kelimeyi en geniş anlamında ele alma koşuluyla en iyi halkı meydana getirmeye özgü yönetimin niteliği nedir?

Rousseau, uygarlık olarak adlandırdığı çağının toplumunun ne denli büyük kötülükler içerdiğini gözler gözler önüne sermeye yönelir. Kaynağında eşitsizliğin bulunduğu tüm kötülükler burjuva değerlerinin giderek giderek hakim olduğu uygar toplum tarafından sürekli olarak yeniden üretilmektedir. Rousseau’ya göre, eşitsizliğin kötülüklerin kökenini açıklayabilmek için doğal insanın ve içinde bulunduğu doğa durumunun ne ne olduğunun doğru bir biçimde ortaya konması gerekmektedir. Özü gereği toplumsal olmayan insanın hemcinsleriyle ilişki içinde bulunmayıp yalnız yaşadığı bir yaşadığı bir doğa durumunu betimlemesi sunar. Rousseau’nun doğal ya da vahşi insanı, salt kendini düşünür ama ender olarak karşılaştığı diğer insanlara da

da merhametle yaklaşır. Rousseau’nun deyişiyle “hiçbir “hiçbir hüneri olmaksızın ormanlarda amaçsızca dolaşan dolaşan konuşmayı bilmeyen, evi, barkı, savaşları, ilişkileri bulunmayan, hemcinslerine yakınlaşmaya ya da da zarar vermeye hiç gereksinimi olmayan, hatta belki kişisel olarak onlardan hiçbirini tanımayan, az sayıda tutkusu olan ve kendi kendine yeten vahşi insan. Doğa Doğa durumu barışı ve eşitliği içerir. Eşitliğin sürmesi, sürmesi, doğal insanın özgür olmasına da yol açar çünkü çünkü kimse bir başkasının hükmü altında değildir. İnsanın doğal olarak sahip olduğu iki yetkisi vardır. İlki seçim yapma ikincisi ise gelişip değişmesine neden olan yetisidir. İnsan geri dönüşü olmayan bir toplumsal ilişkiler süreci içine girer. Özel mülkiyetin belirmesiyle insanlar birbirlerine daha bağımlı olurlar. Bir toprak parçasını çevirerek sahiplenen ve buna inanacak saflıkta insan topluluğunu bulan ilk insan uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. Siyasal eşitsizliği içeren yoksulların siyasal siyasal iktidar karşısında kul köle olması yani düzeni meşru kabul etmeleridir. Çünkü Rousseau’nun da vurguladığı gibi “güç hak yaratmaz.” Salt güç üzerine kurulan bir iktidar, insanların rızasına dayanmadığından dayanmadığından ötürü uzun süreli olamaz. İnsanlar sürekli rekabet hatta düşmanlık içindedirler ve birbirlerine birbirlerine hükmetmek için başkalarının da kendilerine kendilerine hükmetmelerine razı olurlar. Rousseau’ya göre göre uygar toplumda yaşayan her insan bir burjuvadan, bu burjuvadan, bu toplumda bir burjuva toplumundan başka başka bir şey değildir.

Rousseau, toplum sözleşmesi kurgusunu doğa durumundan çıkış olarak anlatmayı tercih eder. İnsanları yeniden eşit ve özgür kılacak olan toplum sözleşmesi kadınlar dışında oy birliği ile gerçekleştirilir. Çünkü Rousseau kadın erkek eşitsizliğini benimser. Sözleşme ile birlikte insanları bir birlik içine sokan ve kendine özgü bir kişiliği ve iradesi olan siyasal toplum yaratılır. Birey, kuramsal düzeyde, yurttaş ve uyruk olarak ikiye bölünmüştür. Aslında bu bölme işlemi, halk egemenliği savının benimsenmesiyle birlikte kaçınılmaz bir zorunluluk olarak belirmektedir. Rousseau’nun kuramının iyice anlaşılabilmesi için, gerek birey gerekse halk düzleminde gerçekleştirilen bu bölme işlemi sürekli olarak akılda tutulmalıdır. Toplum sözleşmesinin amacı insan doğasına bir değişim daha geçirterek “toplumsal özgür insan” ı yaratmaktır. Yeni insan tam anlamıyla bir yurttaştır. Ortak olanın, genel olanın gözetilebilmesi için siyasal bütünün kendine özgü bir iradesi olması gerekir. Rousseau, buna “genel irade” adını verir.
Bireylerin sahip olduğu özel iradeleri her zaman genel iradeye karşıdır. Rousseau özel iradeyi “insan” ile genel genel iradeyi ise “yurttaş” ile özdeşleştirir. Halk söz konusu olduğunda, bu kez halkın iradesi genel irade olarak olarak belirmektedir. Rousseau, özel çıkarlara yönelen yönelen somut halkın ya da herkesin iradesinin genel irade irade olamayacağını açıkça dile getirir. Genel irade ortak ortak çıkarları herkesin iradesi ise özel çıkarları gözetir. gözetir. Genel irade değişmez, bozulmaz saflığını yitirmez. Rousseau’ya göre temel sorun, devletin iyi kurulup iyi işlemesidir.

Rousseau’ya göre egemenliğin çeşitli özellikleri vardır.

• Egemenlik devrilemez: Egemenlikte özgürlük gibi halkın devredemeyeceği hakkıdır.
• Egemenlik temsil edilemez: Temsilcinin kişisel iradesini ortaya koyması halkın özgürlüğünü dolayısıyla egemenliği ortadan kaldırmış olur. Rousseau’ya göre İngiliz halkı sadece parlamento üyelerini seçerken özgürdür.
• Egemenlik birdir ve bölünemez: Yasama, yürütme ve yargı güçlerinin egemenliğe içkin ve egemene ait olduğunun vurgulanmasıdır.
• Egemenlik mutlak ve doğrudur: Egemenliğin mutlak oluşu karşısında onu sınırlayacak bir başka gücün bulunmaması demektir. Egemenlik bir başka güçle sınırlanmış olmamasına karşılık toplum sözleşmesiyle sınırlıdır. Egemen tüm yurttaşları özgür ve eşit kılıp ortak iyiliği sağlamakla koşullanmıştır.

Rousseau, irade olarak adlandırdığı auctoritas’ın yasamada erk olarak nitelendirdiği potestas’ın yürütmede somutlaştığını belirtir. İradeye yasama gücü, erk de yürütme gücüdür. Erk başkasına devredilebilir ama irade başkasına devredilemez.

Yasama gücü: Egemenliğin devredilmez ve temsil edilemez oluşu, yalnızca yasama düzlemi için geçerlidir. Devlet işlemeye başladıktan sonra halkın temsilcileri değil, yasa tasarıları da halk tarafından oylanacaktır. Bunların yasa haline gelip gelmeyeceğine referandum yoluyla halk karar verecektir.

Yürütme gücü: Hükümetteki yöneticiler, egemenin gerçekten temsilcileri değil görevlileridir ve yetkilerini onun adına kullanırlar. Rousseau’ya göre hükümet demokratik, monarşik ya da aristokratik bir nitelik gösterebilir. Fakat demokratik yönetim uygun değildir. Çünkü halkın yasama ve yürütmeyi birbirine karıştırmadan doğru bir şekilde kullanması olanaksızdır. Devletin iyi işleyebilmesi için halktan ayrı bir hükümetin varlığı zorunludur. Bütün bireylerin tam anlamıyla yurttaşlar olmaları gerekir. Siyasal yapının sağlam bir şekilde ayakta durmasını sağlayan harç, yurttaşlık bilincidir.

Yasaları ruhunun içinde duyumsayan kişi, kendisini toplumun ayrılmaz bir parçası olarak gören bir yurttaşa yurttaşa dönüşür. Bireyleri çıkarları yüzünden değil, tutkuları yüzünden topluma bağlayacak olan vatanseverlik

vatanseverlik ile dindaşlıktır. Rousseau ulusçuluğu yüceltir ve duygunun aşılanıp sürdürülebilmesi için birkaç birkaç yöntemin kullanılmasını salık verir. Yöntemlerden Yöntemlerden ilki, devlet tarafından eşit bir biçimde verilen kamusal ya da ulusal eğitimdir. Eğitim öyle bir bir ulusal biçimde verilmelidir ki herkes zorunlulukla vatansever olsun. Rousseau’ya göre, bireylerin gerçek yurttaşlara dönüşmesinde dinsel inancın çok önemli bir bir yeri vardır. Devlet-din ayrımı söz konusu değildir tersine din devletin hükmü altına sokulmuş ve böylece böylece siyasal birlik sağlanmıştır. B u siyasal birlik olmadan ne devlet iyice kurulabilir ne de hükümet.

Rousseau’ya göre, yasalara boyun eğmek özgürlüğün ta kendisidir. Bunun nedeni, insanın yasalar sayesinde başka insanlara bağımlı olmaktan kurtulmasıdır. Toplumsal özgürlüğün kullanımı genel irade tarafından kurallara bağlanmış, yasalarca çizilen belli bir çerçeve içine oturtulmuştur. Toplumsal özgürlük eşitlik ile doğrudan bir iletişim içindedir. Rousseau’ya göre eşitlik olmada özgürlük olmaz. Her birey özgürlüğe ve diğer haklara kavuşmaktadır. En temel hak olan yaşam hakkı Rousseau tarafından bir çerçeve içinde değerlendirilir. Elbette gerektiğinde herkes yurdu uğruna savaşmalıdır ama artık kimsenin kendisi için savaşmasına gerek yoktur. Devlet bireylerin korur karşılığında ise bireylerden ölüme atılmalarını isteme yetkisine sahiptir. Rousseau’nun özel alan olarak nitelendirdiği alana devlet karışmaz. Ancak neyin kamusal neyin özel olduğunu devlet saptar. Bireyler yasalar doğrultusunda davranmadıkça özel alana özgü hak ve özgürlüklerin hiçbir anlamı kalmaz.

Rousseau’nun toplum sözleşmesi kurgusuyla yaratılan siyasal yapıda, iktidarın ilkesi kullanımını kendinde toplamış olan halk egemenin ta kendisidir. Devlet ortak yararı sağlamakla görevlendirilmiştir. Rousseau devletin en temel ahlaki görevinin bireylerin esenliğini gözetmek olduğunu vurgular. Bireysel güvenlik kamusal birlik ile öylesine bağlıdır ki tek bir yurttaş bile haksızlığa uğrasa sözleşme hukuken geçersiz olur. Devrimler Rousseau’nun düşü olan halk-devletin kurulması için gerekli ortamı yaratabilir ancak aynı zamanda büyük kötülüklere de yol açabilir.

FRANSIZ DEVRIMI: ULUS-DEVLET
Sieyès ve Ulusal Egemenlik

1788’de XVI. Louis, Fransa’nın içinde bulunduğu ekonomik krizden kurtulması amacıyla, 175 yıldır toplanmayan États Généraux’yu 1789’da toplanmaya çağırdı. Kralın basın özgürlüğüne izin vermesiyle ortaya çok sayıda kitap, broşür, makale çıktı. En çok yankı uyandıran kitap din adamı ve düşünür olan Sieyès’in “Üçüncü Sınıf” Nedir? (Qu’est-ce quele Tiers état?) kitabı olmuştur. Sieyès’e göre toplum, ortak bir düzene bağlı olmalıdır ve soylular statülerinden dolayı bu toplumun içinde yer alamazlar. Tiers état, aslında halk demektir ve Sieyès ile Fransız devrimcileri “halk” ile “ulus” kavramlarını eşit şekilde kullanır.

“Ulusal egemenlik kuramının yaratıcısı” olarak görülen Sieyès’e göre devletin oluşumunda üç evre rol oynar:

1. Evre: Belli sayıda insan, kendi iradeleri doğrultusunda birleşerek ulusu yaratırlar.
2. Evre: Egemenlik ulusa ait olduğu için özel çıkarlarını sadece ortak yarara dayandırılabilir. Bu özel çıkarla yasa ile sınırlandırılmıştır. Soylular kendilerini daha ayrıcalıklı gördüklerinden dolayı yurttaş sayılmazlar.
3. Evre: Kişi sayısının çokluğundan dolayı ortak iradeyi kendileri sağlayamadığından temsili iktidarlar devreye girer. Artık ulusal egemenlik, milletvekilleri tarafından sağlanmış olur. Böylece halk artık seçme ve seçilme hakkına sahip olur. Fakat Sieyes, özgürlükten yoksun kadınlara, dilencilere ve hizmetkarlara bu hakkı vermez.

1789-1792: Arayış İçindeki Devrim

Mayıs 1789’da tiers etat temsilcilerin önce “Ulusal Meclis”, sonra “ Ulusal Kurucu Meclis” adıyla Versailles Sarayı’nda toplanan Etat Generaux bir anayasa yapmaya başladılar. 14 Temmuz’da devrimci ve küçük burjuvalardan oluşan Paris halkı Bastille Kalesi’ni ele geçirdi. Böylece o bölgenin halkı iktidarı eline alır. 4 Ağustos’ta köylülerin ayaklanması sonucu Kurucu Meclis feodal yönetimi kaldırma kararı aldı.

İnsan haklarını korumak amacıyla Ulusal Kurucu Meclis 26 Ağustos 1789’da İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ni yayınlandı. Bu bildiriye göre:

• İnsanlar, özgür ve eşit olarak doğar ve yaşarlar.
• İnsanlara özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnme hakları verilir.
• Her insan düşüncelerini özgürce ifade edebilir, böylece her insan bir birey haline gelir.
• Egemenlik ulusundur.
• Özgürlük başkalarına zarar vermeden her şey yapabilmektir. Dolayısıyla bildiri toplumsal yani yurttaş hakları içerir.

Bu bildiri her ne kadar bireysel hakları ile ilgili olsa da insanları devlete bağlar. O zamana kadar siyasal ve yurttaşlık hakları tanınmayan kadınlara Olympe de

Gouges Eylül 1791’de Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirisi’ni yazmasına sebep olmuştur.

Haziran 1791’de devrimin ilk beş yılında etkinliğini gösteren Jakoben Kulübü adındaki modern bir siyasal partinin bölünmesiyle, Robespierre’in liderliğindeki grup kulübü ele geçirdi. Ardından 13 Eylül 1791’de yeni anayasa ilanından sonra Ulusal Kurucu Meclis dağıldı ve
1 Ekim 1791’de Yasama Meclisi toplandı. 20 Nisan 1792’de meclisin Avusturya ve Prusya’ya karşı açtığı savaş Fransa’nın aleyhine döndü ve Konvansiyon adında yeni bir meclis kuruldu.

Burjuva devrimcilerine göre, ulusal birliğin (halk birliğinin) oluşması, herkesin yurttaş olmasıyla mümkündür. Çünkü yurttaşlıkta, sosyo-ekonomik farklılıkların ve eşitsizliğin önemi yoktur. Tiers état temsilcisi Target’e göre, herkes sadece yurttaş olmalıdır.

Devrimci burjuvanın ulusal birlik tutkusunun çeşitli sonuçları şunlardır:

• Soylular dışlanır, hatta halk düşmanları sayılırlar.
• Herkes kendini tek kimlikle tanımlamalı.
• Her türlü gruplaşma ve dernekleşmenin iyi görülmemesinden dolayı “sivil toplum örgütleri”nin kurulamamasıdır. Milletvekili Delfau’ya göre, bütün Fransızların tek ve büyük bir derneği vardır.

Ulusal Kurucu Meclis emredici vekaleti yok sayıp, siyasal temsile mutlak bir anlam kazandırarak halkı iktidarın kullanımından yoksun bırakır. 1791 Anayasası ile pasif- aktif yurttaş ayrımı ortaya çıkar. Pasif yurttaşlık kadınları ile yoksul erkekleri, aktif yurttaşlık ise zengin erkekleri kapsar. Mournier’e göre, yoksul olan, boş zamanı ve bilgisi olmayan insanlara siyasal hak tanınamaz.

Egemenliğin halkta olduğu ilan edildikten sonra kralın yetkileri Anayasa ile belirlendi. Bunun yanında halk egemenliği ve çok kapsamlı dokunulmazlık hakkı verildi, ayrıca devlet krallık olarak adını sürdürdü.

Haziran 1791’de kralın kaçma girişiminde bulunup yakalanınca krallık ve cumhuriyet tartışmaları artar. Sans- culotte’lar cumhuriyeti savunurken, ılımlı devrimciler cumhuriyeti karalarlar. Bu devrimcilerin Montesque’nün görüşlerinden de etkilenerek çıkardıkları gerekçeler şunlardır:

• Cumhuriyet, Fransa gibi büyük nüfuslu ülkelere uygun değildir.
• Uzun geçmişi olan ve belli gelenek-görenekleri olan Fransa’da cumhuriyet kurulamaz.
• Cumhuriyet antik Roma’daki gibi bir pleb (yani aşağı halk sınıflarının) yönetimidir; dolayısıyla ülkeyi buhrana sürükler.
• Cumhuriyet Sezarizme, yani diktatörlüğe sebep olur.
Ilımlı devrimcilerin cumhuriyetten nefret etmelerinin asıl nedenleri şunlardır:

• Kazanmış oldukları otoriterliği kaybetme korkusu,
• Cumhuriyetin demokrasi anlamıyla birlikte sınıf iktidarlığın yıkılması,
• Aktif yurttaş-pasif yurttaş ayrımının yok olmasıyla sömürgecilik ve köleliğin bitmesi,
• Özel mülkiyet sisteminin sona ermesi.

Demokrasiden korkan ılımlı burjuvazi devrimcilerinin hedefi, mevcut düzeni korumak, yani Devrim’i dondurmaktır.

10 Ağustos 1792’de halkın ayaklanmasıyla kralın devrimcilerle yaptığı anlaşmalar ortaya çıkınca Konvansiyon krallığı bitirme kararını aldı ve Cumhuriyet’i resmen ilan etti. 21 Ocak 1793’te kral yargılandı ve idam edildi. Bu sefer devrimciler cumhuriyeti sahiplendiler ve krallık sistemini sürdürmek istediler. Fakat halk artık cumhuriyetin eşitlik ve özgürlük kavramlarını benimsediğinden dolayı bunu başaramadılar.

1792-1794: Jakoben Devrim

Cumhuriyet’in ilanından sonra Konvansiyon’da iktidar olmak için çoğu Jakobenler Kulübü üyesi olan ve Konvansiyon’un üst sıralarında oturan milletvekillerinden oluşan Dağlılar Grubu ve liderlerinden çoğu Bordeaux kentinin bulunduğu Gironde bölgesinden seçilmiş milletvekillerinden oluşan Jirodenler Grubu ile mücadele eder. Jirodenler burjuvayı, Dağlılar ise Devrim’in radikalleşmesini savunuyorlardı. Meclis hükümeti şeklinde çalışan bu sistemde, iktidar savaşı sürerken Konvansiyon Kral XVI. Louis’yi 21 Ocak 1793’te idam ettirir. Daha sonra Fransa’nın İngiltere ve Hollanda, daha sonra İspanya’ya savaş açtı ve bu savaşın Fransa’nın aleyhine dönmesiyle isyanlar ve ekonomik çöküntü meydana gelir. Dağlılar iktidara gelirler ve 2 Haziran 1793’te Jiroden milletvekilleri ve bakanları tutuklanır.

Jakobenler Robespierre’in önderliğinde Kamusal Esenlik Komitesi’ni kurar ve Fransız Cumhuriyeti’nin “Devrimci Yönetim” ile yönetileceği kararını verirler. Ayrıca 7 Mayıs’ta siyasete manevi-dinsel bir temel kazandırmak amacıyla Konvansiyon’a Yüce Varlık inancını kabul ettirmesi üzerine ılımlı devrimciler bu gruptan çıkıp, 27 Temmuz 1794’te Jakoben liderlerini tutuklama kararı alırlar. Devrim’le başa çıkamayan ılımlı devrimciler, Devrim’i sona erdirmek için Napolyon Bonapart’a teslim edeceklerdir.

Jakobenizm, Devrim’i sonuna kadar götürmek amacıyla ortaya çıkan çeşitli sorunlara çözümler getirerek karşıt siyasal güçleri ortadan kaldırıp ulusal birliği sağlama ve bunu yaparken de beliren her yeni durumu ideolojik söylem düzeyinde akla uygun hale getirdi. Jakobenler her ne kadar belli ilkeleri siyasal eylem içinde gerçekleştirmek isteseler de değişen koşullara uyum sağlayabilmek için düşüncelerini değiştirmek zorunda kaldılar. Rousseau’dan esinlenmiş, düşüncelerini onun kuramı içine yerleştirmeye dikkat etmişlerdi. Fakat kuramı kesin bir biçimde uygulayamamışlardı. Bu kuramdan ödünç aldıkları düşünsel öğeleri gerektiğinde yeniden yorumlamışlardı. Bu bakımdan Jakobenliğin vardığı kapsayıcı devlet anlayışı, önceden tasarlanan bir program çerçevesi içinde ve sistemli bir biçimde ortaya konamamıştı.

Mirabeau, Ulusal Kurucu Meclis’teki inanç ve ibadet hakkındaki konuşmasında hoşgörüyü değil de din özgürlüğünü savundu. Çünkü O’na göre hoş görmek ile hor görmek arasında ince bir çizgi vardır. Kilise mülklerinin kamusallaştırması ve din adamlarının ayrıcalıklı olmaktan çıkarılması sonucu Ruhbanın Sivil Yapılması yasası kabul edildi. Din adamlarının devlet adamlarına dönüşmesiyle kilise devlete bağlanmış oldu. Papazların buna karşı çıkma sonucu kiliseler kapatılır ve kiliselerdeki değerli eşyalara el konulur. Fakat dinin insanlar üzerindeki yararlı etkisine inanan Robespierre, 7 Mayıs 1794’te Yüce Varlık Kültü’nü yasalaştırır. Bu yasadaki inanç özgürlüğünün altı çizilmesiyle diğer dinsel inanışlara izin verilir. Ancak Jakobenlerin düşüşüyle birlikte bu yasa rafa kalkar.

Jakobenlere göre halkın esenliği en yüce yasadır ve halkın esenliğini bozan pozitif yasalar bile hukuka aykırıdır. Dolayısıyla bazı durumlardan halka egemenliğini doğrudan kullanma yetkisini verir.

Jakobenler halkı çok önemsemelerine rağmen, onlara göre insanların en büyük düşmanı yine içlerindedir. Onlara karşı çıkan herkesi düşman sayarlar. Önce halk savunucusu, sonra halkın sesi olduklarını ileri sürerler. Ancak bu durum Jakobenler iktidar olduktan sonra değişir ve halk iradesi temsilcilere geçer.

Jirodenlerin yok olmasıyla Konvansiyon kendisini halktan sayar, böylece halk ile temsilciler eşit haklara kavuşur. Ancak Kamusal Esenlik Komitesi’nin “diktatörlüğü”nü devreye sokmak amacıyla 1793 Anayasası Jakobenler tarafından yürürlüğe girmeden kaldırılır.

Jakobenler tarafından üretilen özgürlük despotizmi kavramı, devrimci yönetim ve terör kelime anlamlarının birleşmesiyle oluşmuştur. Robespierre’e göre, Devrim’i gerçekleştirip Cumhuriyet’i kurmak için devrimci yönetime, bu rejimi sürdürebilmek için de anayasal yönetime ihtiyaç vardır. Dolayısıyla devrimci yönetim olmadan, anayasal yönetime geçilemez. Jakobenlerin ideolojisine göre devrimci yönetim, demokratik bir anlam taşımaktadır.

Terörü demokrasinin ve devrimci yönetimin bir parçası olarak gören Jakobenler, halkın içinde gizlenmiş halk düşmanlarını ortaya çıkarmayı görev olarak sayarlar. Onlara göre halk, özel çıkarları uğruna yoldan çıkmaya hazırdır ve bunun tek çözümü insanı gerçek bir yurttaş, halkı da gerçek bir halk yapmaktır.

Jakobenlerin ulusal birlik tutkusu, psikolojik bir saplantı haline dönüşür. Onlara göre, bütün isteklerin gerçekleşmesinin ilk aşaması halk birliğinin ve genel iradenin bütünlüğüdür. Burada bireysellik tehlike arz eder ve insan iyi bile olsa toplum içinde bencil olabilir ve toplumsal bütünlüğü bozabilir. Bunun olmasını engellemek ve ulusal birliğinin sağlanması için insan yurttaşa dönüştürülmelidir. Jakobenler, Rousseau’nun önerdiği yöntemleri izleyerek, yurttaşlık bilincinin aşılanması için eğitime önem verirler. Robespierre’e göre, bu eğitimin en önemli kurumlarından biri ulusal bayramlardır. Çünkü bayramlar kardeşlik bağlarını, vatan sevgisini ve yasalara olan saygıyı güçlendirir. Ayrıca Saint-Just’e göre, halkı yeniden yaratmak için belli bir kalıba koyup, kurulu düzen doğrultusunda davranması, düşünmesi ve konuşması sağlanmalıdır.

Robespierre, Saint-Just ve diğer Jakoben önderler, kamu gücünün (özellikle yöneticiler) halk egemenliği ile bireysel haklara yönelik bir tehdit olduğun vurgularlar ve buna ilişkin alınması gereken önlemlerin altını çizerler.

Jakobenlerin gözünde “sonuna kadar devrimcilik”in anlamı, halkın iç ve dış düşmanlardan kurtarılması ama önemlisi Cumhuriyet’e uygun, Cumhuriyet’i yaşatacak ve onunla yaşayacak bir insan tipinin yaratılmasıdır.

Gerçekte Jakobenler, halka sürekli övgüler düzüyorlarsa da (tıpkı 1789’un ılımlı devrimcileri ya da Jirodenler gibi) kesinlikle halka güvenmezler. Çünkü halkın, etkisinden kurtulamadığı eski önyargılar ve değerler nedeniyle, özgürlüğünü kolayca yitirebileceğini düşünürler. Öyleyse yapılması gereken şey (Montesquieu’nün dediği gibi) halkın özgürlüğünün üzerine bir şal örtüp bir “kültür devrimi” gerçekleştirmek ve böylece halkı cumhuriyetçi özgürlük bilincine sahip kılmak anlamında yeniden yaratmak, dolayısıyla da (Rousseau’nun dediği gibi) insanın doğasını dönüştürerek ona “toplumsal özgür insan” doğası kazandırmak, yani insanı sözde değil ama gerçekte yurttaş olarak biçimlendirmektir.

Jakobenler tarihte, siyasal devrimin bir “kültür devrimi”yle sürdürülüp pekiştirilmesini savunan ilk devrimciler oldukları söylenebilir.