Home » Z_Ders Notları » Uluslar_arası_İlişkiler » 4.Dönem » Gelişmekte Olan Ülkelerde Siyaset -G. Afrika – Brezilya – Çin

Gelişmekte Olan Ülkelerde Siyaset -G. Afrika – Brezilya – Çin

GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELERDE SİYASET
GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELER: TEMEL KAVRAMLAR VE YAKLAŞIMLAR

Gelişme Kavramının Farklı Boyutları: Ekonomik, Siyasal ve Sosyal Gelişmişlik

Kuşkusuz küresel ekonomi politiğin en keskin ayrımı gelişmekte olan güney ülkeleri ve gelişmiş kuzey ülkeleri arasındaki ayrımdır. Nüfus sayısı bakımından çoğunluğu oluşturan gelişmekte olan güney ülkeleri genellikle yoksulluğun kronikleştiği, nüfusun kırsal alanda yaşadığı, düşük yaşam standartlarına ve kısıtlı iletişim imkânlarına sahip ülkelerden oluşmaktadır. Öte yandan gelişmiş kuzey ülkeleri tüm bu açılardan çok daha iyi durumda olan görece az sayıdaki ülkeler bütünüdür. . Gelişme kavramı ekonomi perspektifinden “ekonominin basit teknolojiyle icra edilen tarımsal faaliyetlerden endüstriyel üretime ve modern teknoloji ürünü çeşitli hizmetlere yönelmesine” tekabül etmektedir. Gelişme olgusunun ölçümünde önceleri salt ekonomik göstergeler dikkate alınmıştır. Gelişme kavramının yalnızca ekonomik bir çağrışıma sahip olmasının ötesinde çok boyutlu bir nitelik taşıdığını varsayan insani Kalkınma indeksi ise ortalama yaşam süresi ve okuryazarlık oranı gibi sosyal niteliği ağır basan göstergeleri de dikkate alarak daha bütüncül bir gelişme analizi ortaya koymaktadır. Ekonomik olarak gelişmiş olan ülkeler siyasal gelişme bakımından gerilerde yer alabilmekte, siyasal olarak gelişmiş ülkeler ise her zaman için ekonomik olarak gelişmiş olamayabilmektedir. Ekonomik az gelişmişlik, siyasal ve sosyal az gelişmişliğe yol açabilirken tersinden siyasal ve sosyal az gelişmişliğin de ekonomik gelişme üzerinde etkisi olabilmektedir.

Ekonomik Gelişmişlik

BM Kalkınma Programı (UNDP) raporuna göre, 2007 yılında dünya nüfusunun en fakir %40’lık dilimi, küresel zenginliğin ancak %5’lik bir kısmını elinde bulundururken en zengin % 20’lik dilimin %75’lik büyük bir küresel servete sahiptir. Bu nedenle ekonomik gelişme, gelişme sorunsalının belki de en çok bilinen yönüdür.

i. Gelişmekte olan pek çok ülkede kişi başı yurt içi hâsıla gelişmiş ülkeler ile karşılaş
ii. Gelişmekte olan ülkelerde yaşanan bir diğer sorun ise toplam gelirin ülkede yaşayanlar arasında adaletsiz bir şekilde dağılmış olmasıdır.
iii. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde bir diğer sorun ise yaygın yoksulluktur. Pek çok ülkede önemli kesim yoksulluk sınırının çok altında yaşamaktadır. Gelişmiş ülkelerde ise yoksulluk sorunu büyük ölçüde çözülmüş durumdadır.

Siyasal Gelişmişlik

Siyasal gelişmeye dönük analizler genellikle farklı ülkelerde siyasal kurum ve işleyişlerin mahiyetini araştırma konusu yapmaktadır. . Siyasal ve sivil hakların korunmasına imkân sağlayacak çoğulcu demokrasilerin kurulması siyasal gelişmişliğe dair en önemli gösterge olarak kabul edilmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde demokratikleşmenin neden başarıya ulaşmadığının nedenleri tartışmalı olsa da yapılan araştırmalarda sıklıkla aşağıdaki sorunlara dikkat çekilmektedir:

(i) Siyasal meşruiyet (political legitimacy) eksikliği üçüncü dünyada sağlıklı bir siyasal sistemin oluşmasında en büyük engellerden biridir.
(ii) Siyasal meşruiyet ile bağlantılı bir biçimde siyasal kurumlara ilişkin güven eksikliği, etkin ve işleyen bir demokratik sistemin inşasına imkân tanımamaktadır.
(iii) Kan ve hemşeriliğe dayalı güçlü geleneksel bağların toplumlarda hâkim ilişki biçimini teşkil etmesi kuşkusuz siyasal alanın karakteristiklerini de etkilemektedir.
(iv) Toplumsal düzeyde siyasal kültürün elverişsizliği pek çok ülkede demokratik rejimlerin tesis edilmesini olumsuz etkilemektedir.
(v) Az gelişmiş ülkeler içerisinde egemenlik zafiyeti yaşayan ve en temel hizmetleri dahi sağlamakta yeterli olmayan başarısız devletler (failed states) de yer almaktadır.
(vi) Kabile, klan ve aile bağları gibi yerel niteliği ağır basan ilişkiler ağı ulusal bir siyasal aidiyet oluşturulmasına engel olmaktadır.

Sosyal Gelişmişlik

Sosyal az gelişmişliğin iki temel göstergesi ortalama yaşam süresi ve eğitim düzeyidir. Az gelişmiş ülkelerin gelişmeleri önündeki ilk ve öncelikli engel bu ülkelerin insan sermayesinin niteliğine katkı sağlayacak eğitim olanaklarının kısıtlılığıdır. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde ortalama yaşam süresinin görece düşük düzeylerde seyretmesinin çeşitli nedenleri vardır:

(i) İç çatışma ve sınır aşan savaşların eksik olmadığı pek çok üçüncü dünya ülkesinde ortalama yaşam süresi oldukça kısadır.
(ii) Açlık ve doğal felaketler de az gelişmiş ülkelerde ortalama yaşam süresini aşağıya çeken diğer önemli etkenlerdir.
(iii) Gelişmiş ülkelere kıyasla gelişmekte olan ülkelerde sağlık harcamalarının yetersizliği çok çeşitli sorunlara kapı aralamaktadır.
(iv) Başta Afrika olmak üzere AIDS ve HIV’ın salgın bir hâle gelmesi ortalama yaşam süresini kısaltmaktadır.

Az Gelişmişliğin Kavramsal Araçları: Sınıflandırma ve Sıralamalar

Dünya politikasında çok sayıda ülke ekonomik, sosyal ve siyasal anlamda dezavantajlı konumdadır. Asya, Afrika ve Amerika kıtası gibi farklı coğrafyalarda yer alan çok sayıda ülke gelişme/az gelişmişlik sorunuyla karşı karşıyadır. Bu anlamda “üçüncü dünya”, “güney” veya “gelişmekte olan” gibi çeşitli kategorilerin her biri aslında küresel sistemin söz konusu dezavantajlı ülkelerini bir araya toplama gayretinin bir sonucudur. Söz konusu sınıflandırma ve sınırlamaların her biri farklı dönemlerin ve farklı ölçütlerin bir ürünü olmakla birlikte genellikle benzer ülkelere işaret etmekte ve birbirleri yerine kullanılabilmektedir.

Üç Dünya Kavramsallaştırması

Özellikle Soğuk Savaş yıllarında siyasi bir nitelik de taşıyan üç dünya metaforuna gelişme literatüründe sıklıkla rastlamak mümkündür. Batı Avrupa ve Kuzey Avrupa ülkelerini bünyesinde barındıran kapitalist ülkeler I. Dünya ülkelerini, başta Doğu Avrupa ülkeleri, Sovyetler Birliği ve Çin olmak üzere komünist ülkeler bloğu II. Dünya ülkelerini; bunların dışında kalan diğer ülkeler ise
III. Dünya ülkelerini oluşturmaktadır. Ancak Soğuk Savaş sonrasında Komünist bloğun ortadan kalkmasıyla III. Dünya kavramı da analitik değerini yitirmiştir. Günümüzde “güney ülkeleri” veya “gelişmekte olan ülkeler” tanımlamaları daha yaygın olarak kullanılmaktadır.

Kuzey-Güney Ayrımı

Üç dünya ayrımının yanı sıra siyasi içerikli coğrafi değerlendirmelere de rastlamak mümkündür. Söz konusu değerlendirme Kuzey yarım kürede yer alan ve Güney yarım kürede yer alan ülkeler arasındaki farka işaret eder. Bu çerçevede ortaya konulan zengin ve avantajlı Kuzey ülkeleri ile fakir ve dezavantajlı Güney ülkeleri arasında işbirliğine vurgu yapan Kuzey-Güney Diyaloğu olgusu ve yine Güney ülkelerinin kendi arasındaki iş birliği imkânlarına vurgu yapan Güney-Güney Diyaloğu kaynağını Kuzey Güney coğrafi ayrımından almaktadır.

Gelişmiş ve Gelişmekte Olan Ülkeler

Literatürde yer alan bir diğer tasnif gelişmiş ve gelişmekte olan ülke ayrımına dayanmaktadır. Özellikle 1970’lerle beraber “az gelişmiş” yerine “gelişmekte olan ülkeler” tanımlaması daha yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. Gelişmiş ülkeler genellikle yüksek gelir düzeyine sahip, yaşam kalitesinin üst seviyelerde olduğu, siyasi olarak demokrasi ile yönetilen ülkelerden oluşmaktadır. Ekonomik işbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ve G-7 gibi uluslararası yapılanmalarda temsil edilen gelişmiş ülkeler-küresel bazda- nüfus olarak azınlık ama zenginlik bakımından güçlü olan ülkelerdir.

Merkez, Çevre ve Yarı Çevre

Immanuel Wallerstein tarafından teorize edilen Dünya Sistemi Kuramı çerçevesinde ortaya konulan bir diğer sınıflandırma ise merkez, çevre ve yarı çevre sınıflandırmasıdır. Buna göre, merkez (center) olarak tanımlanan ülkeler küresel kapitalist sistemde ham madde ithal ederek işlenmiş sanayi malı ihraç edebilen endüstrileşmiş ülkeleri kapsar. Merkezin ve çevrenin kimi özelliklerini bir arada taşıyan yarı çevre ülkeler, küresel ekonomik sistem içerisinde ne merkez ülkeler kadar avantajlı, ne çevre ülkeler kadar dezavantajlı durumdadır.
Ancak unutmamak gerekir ki merkez, çevre ve yarı-çevre ülkeleri arasında geçişkenlik de vardır.

Az Gelişmişliğin Tarihi: Kolonizasyon, Dekolonizayon ve Neo- Kolonyalizm

Azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin her birisinin kendine özgü eski medeniyetleri ve tarihleri varsa da hepsinin ortak özellikleri modern dönemde neredeyse tamamının tarih sahnesine Asya ve Avrupa kıtalarına hükmeden eski imparatorlukların kolonilerinden biri olarak çıkmalarıdır. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin boyunduruk altına alınması iki dalga halinde ele alınmaktadır. Erken dönem emperyalizm XV. yüzyıldan başlayarak 1870’lere kadar uzanmakta; bunun yanında yeni emperyalizm ise 1870- 1914 arası dönemi kapsamaktadır. Bu çerçevede söz konusu süreç birinci ve ikinci dalga emperyalizm metaforlarıyla ele alınmaktadır.

Erken Dönem Emperyalizm (İlk Dalga Emperyalizm)

XV. yüzyılın sonlarında coğrafi keşiflerin ortaya çıkardığı fetihçi ruh, pek çok Avrupalı devletin dünyanın farklı coğrafyalarına yelken açmasını beraberinde getirmiştir. küresel hegemonya mücadelesi büyük ölçüde koloniler üzerindeki kontrol temelinde belirlenmiş, sırasıyla Portekiz, İspanya, Felemenkli, Fransız ve İngilizler dünya siyasetinde hegemon güçler olarak ortaya çıkmışlardır. Ekonomik korumacılığa dayalı merkantilist bir ekonomik sistemin hâkim oldu- ¤u bu dönemde imparatorluklar, büyük ticari şirketlere destek vermiş, ihracatın arttırılması ve ithalatın azaltılması yoluyla ana ülkede altın ve gümüş stoklarının genişletilmesini temel bir amaç olarak saptamıştır. Bununla birlikte barbarlar ve inançsızlar olarak görülen yerli topluluklara Hristiyanlık dininin ve uygarlığının götürülmesi beyaz adamın boynunun borcu olarak sunularak sömürgeciliğe meşruiyet kazandırılmıştır. Üçüncü dünya üzerinde derin izler bırakan bir diğer trajedi ise kuşkusuz köle ticareti olmuştur. Kökleri XVI. yüzyıla uzanan köle ticareti sonucunda yaklaşık on bir milyonun üzerindeki Afrikalı’nın Amerika kıtasına taşındığı hesaplanmaktadır.

Yeni Emperyalizm (İkinci Dalga Emperyalizm)

Sömürgecilik olarak değerlendirilen ilk dalgayı takiben 1870-1914 yıllarını kapsayan ikinci dönemde ise Sanayi Devrimi sonrası dünyanın özelliklerini taşıyan yeni siyasi tablo ortaya çıkmıştır. 1870-1914 yıllarını kapsayan bu ikinci dönem yeni emperyalizm olarak da adlandırılmaktadır. Bu dönemde emperyal güçler arasındaki ham madde ve pazar rekabeti kaçınılmaz olarak Avrupalı devletleri büyük bir savaşa sürüklemiştir. 1884 ve 1885 yıllarında gerçekleştirilen Berlin konferansıyla Afrika kıtası bölünmüş ve Avrupalı devletler arasında pay edilmiştir. İngiltere, Fransa, Almanya, Belçika, Portekiz, İtalya ve İspanya arasında bölüşülen Afrika uzun yıllar ekonomik sömürü, siyasal istismar ve sosyal mühendisliğe maruz kalınmıştır.

İki Dünya Savaşı Arasında Gelişmekte Olan Ülkeler

I. Dünya Savaşının sona ermesiyle birlikte kendi kaderini tayin hakkı uluslararası ilişkilerin önemli bir öğesi hâlini aldı. Dönemin Amerikan başkanı Woodrow Wilson’ın ortaya koyduğu ve Wilson ilkeleri olarak adlandırılan on dört nokta arasında ulusların kendi kaderini tayin hakkı da bulunmaktaydı. Pek çok ülke ise Milletler Cemiyeti Bünyesinde Avrupalı ülkelerin mandasına bırakıldı.

Bu çerçevede dağılmış olan Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı kimi devletler ile eski Alman kolonileri Milletler Cemiyeti adına savaş galiplerinin gözetimine bırakılmıştır.

İkinci Dünya Savaşı Sonrası Gelişmekte Olan Ülkeler: Dekolonizasyondan Neo-Kolonyalizme

Kolonyalizm uzun süren bir dönemdir. XVIII. yüzyılda ABD’nin Britanya’dan bağımsızlığını kazanması ve XIX. yüzyılda Latin Amerika’nın İspanyol ve Portekiz boyundurluğundan kurtarılması bir kenara bırakılırsa, kolonilerin bağımsızlıklarının temini için II. Dünya Savaşı’nın sonunu beklemek gerekmiştir. Kolonilerin bağımsızlığını kazandırdığı bu süreç, dekolonizasyon yani sömürgeciliğin sonlanması olarak isimlendirilmiştir. Kuşkusuz, kolonilerin bağımsızlıklarını elde etmelerinde
II. Dünya Savaşı’nın sonunda ortaya çıkan iki kutuplu dünya ve Soğuk Savaş koşulları da etkili olmuştur.

Bununla birlikte çok sayıda üçüncü dünya ülkesinde milliyetçi motivasyonlar sonucunda ortaya çıkan/güç kazanan direniş hareketleri dekolonizasyon sürecinde etkili olmuştur. Dekolonyalizm sonrası dönemde özgürlüğünü elde eden pek çok ülkede sömürgeciliğin mirası derinden hissedilmeye devam etmiştir. Bağımsızlığını kazanmış pek çok ülke, eski sömürge güçleri ile olan ekonomik, siyasal ve kültürel bağlarını ortadan kaldıramamıştır. Neo-kolonyalizm olarak adlandırılan bu yeni süreçte pek çok eski koloni gelişme sorununun üstesinden gelememiş, üstüne üstlük siyasal ve kültürel bakımdan da gelişmiş ülkelere olan bağımlılıklarını devam ettirmişlerdir.

Gelişme Sorununa ilişkin Kuramsal Yaklaşımlar

Farklı coğrafyalar arasında eşitsiz bir ilişki bulunduğu/kurulduğu argümanı kuşkusuz uzun yıllardır seslendirilmektedir. Modernleşme ve bağımlılık kuramları Gelişme sorununu analiz etmeye çalışan iki kuramdan, modernleşme kuramları sorunun içsel nedenlerinin altını çizerken; bağımlılık kuramları ise dışsal nedenler üzerinde durmuştur.

Modernleşme Kuramları

II. Dünya Savaşı sonrasında sosyal bilimlerin farklı disiplinlerine damgasını vuran modernleşme kuramları uzun yıllar hakim paradigma olmuştur. Modernleşme kuramları gelişme sorununa ilişkin içsel dinamikler üzerine eğilmiştir. Batı dışı toplumlar için az gelişmişliğin en önemli nedeni söz konusu toplumların siyasal, sosyal ve ekonomik gelişim aşamalarını başarıyla

tamamlayamaması olarak sunulmuştur. İkinci olarak Kuzey Amerika ve Avrupa ülkelerinden müteşekkil batının gelişim çizgisi batı dışı dünya için önemli bir yol haritası olarak sunulmuştur. Pek çok farklı disiplin modernleşme kuramının temel yaklaşımlarından faydalanmıştır. Modernleşme yaklaşımlarının farklı disiplinler çerçevesinde öne çıkmış belli başlı isimleri ve bu isimlerin eserleri aşağıda kısaca incelenmeye çalışılacaktır. Modernleşme literatürü sosyo-psikolojik, siyasal ve ekonomik olmak üzere kabaca üç bağlamda incelenebilir.

Sosyo/Psikolojik Modernleşme Kuramları

Sosyo/psikolojik açıklamalar genellikle toplumlarda kültürel değerlerin gelenekselliğine ve bununla beraber ortaya çıkan toplumsal adâlete dikkat çekmektedir. Modernleşme kuramlarına göre, modernleşmenin önündeki en büyük engel geleneksel yapılardır. Talcott Parson, Daniel Lerner ve David McClelland gibi isimler sosyo/psikolojik kuramcılar arasında sayılmaktadır.

Siyasal Modernleşme Kuramları

Siyasal açıklamalar ise daha çok demokratikleşme sorunu üzerine eğilmektedir. Az gelişmiş ve gelişmekte olarak nitelenen pek çok ülkenin uzun yıllar tek parti yönetimleri, diktatörlükler ve Marksist-Leninist rejimlerce yönetildiği düşünüldüğünde, bu ülkelerde demokratik yönetimin oldukça sınırlı kaldığı görülmektedir. Bu çerçevede Barrington Moore, Seymour Martin Lipset, Gabriel Almond ve Sidney Verba siyasal gelişme literatürünün önemli isimleri arasında yer alır.

Ekonomik Modernleşme Kuramları

Ekonomik açıklamalar ise genellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki sermaye yetersizliğine vurgu yapmaktadır. Siyasal elitlere ekonomiye yönelik açılımlar sunan Walter Rostow’un Ekonomik Büyümenin Aşamaları isimli çalışması ekonomik gelişmeyi tedrici bir süreç olarak değerlendirmiştir. Rostow, geleneksel toplumdan endüstri toplumuna uzanan aşamalı bir kalkınma süreci öngörmektedir. Kalkış aşaması olarak ifade edilen kritik eşiğin geçilmesi ile ülkeler olgunlaşma ve nihayetinde ise kitle tüketim toplumuna geçmektedir. Belirli sektörlerde yaşanan sıçramalar ise kalkış aşamasında özel bir önem taşır.. Dikkat çeken bir diğer çalışma Nurkse’ün yoksulluğun kısır döngüsü tezidir.

Yine modernleşme kuramcıları arasında yer alan ekonomistlerden Lewis ise ikili ekonomilere dikkat çekmiştir.

Bağımlılık Kuramları

Latin Amerikalı sosyal bilimcilerin yoğun katkılarıyla şekillenen Bağımlılık kuramları az gelişmişlik sorununun kaynağını içeride aramaktan ziyade dışsal nedenlere bağlama eğilimindedir. Temelde bağımlılık kuramları küresel ekonomide yaşanan yapısal eşitsizliğe dikkat çekmiştir. Bağımlılık okulu Marksist teoriden, daha özelde Lenin’in tekelci kapitalizm argümanından faydalanmıştır. Bağımlılık kuramları modernleşme kuramlarına önemli bir alternatif teşkil etmiştir. Andre Gunder Frank, Fernando Henrique Cardoso, Theotonio Dos Santos, Paul Baran, Samir Amin gibi isimleri bünyesinde barındıran Bağımlılık okulu, merkez ve çevre ülkeler arasında mal ve hizmet döngüsünde yaşanan dengesizliğe dikkat çekmiştir. Küresel ekonomide yaşanan eşitsizliğin nedeni ise farklı bağlamlarda açıklanmaktadır. Buna göre, Raul Prebish’e göre ticaret hadleri önemli bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır.

Az gelişmişlik sorununa ilişkin farklı önerilerin öne çıktığı ifade edilebilir. Bu çerçevede bağımlılık okulunda öne çıkan yaklaşımlardan biri ithal ikameci endüstrileşme olmuştur. Millî ekonomilerin korunmasını hedefleyen ithal ikameciler merkez ülkelerin zararlı etkilerinden korunmayı amaçlamıştır. Diğer taraftan pek çok az gelişmiş ülke için sosyalist planlı ekonomiler ikinci bir alternatif olarak sunulmuştur.

Az Gelişmiş ve Gelişmekte Olan Ülkelere Yönelik Uluslararası Girişimler

Az gelişmiş ve gelişmekte olan olarak sınıflandırılan pek çok ülke dünya politikasında belirli ölçülerde görünürlüğe sahip olmuşlardır. Bu ülkelerin hemen hepsi BM üyesidir. Ayrıca azgelişmiş ülkelerin kendi aralarında oluşturdukları girişimlerden ve uluslararası toplumun gelişme sorununa yönelik çeşitli faaliyetlerinden de bahsedilebilir. Birleşmiş Milletler tarafından ortaya konulan Bin Yıl Kalkınma Hedefleri pek çok uluslararası örgüt açısından yol gösterici olmuştur.

Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı

1964 tarihinde kurulan ve gelişmekte olan ülkelerin dünya ekonomisine sorunsuz bir biçimde eklemlenmesini hedefleyen Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı ayrıca tüm ülkeler için sürdürülebilir bir kalkınma hedefi ortaya koymaktadır. Üçüncü Dünya ülkeleri Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferans› (UNCTAD) çatısı altında pek çok girişimde bulunmuştur. UNCTAD’ın Soğuk Savaş döneminde yaptığı en önemli çalışma Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen (New International Economic Order) önerisi olmuştur. 1974 yılında ortaya konulan YUED ile gelişmiş ve az gelişmiş dünya arasındaki ilişkilerin yeniden düzenlemesi amaçlanmıştır.

Latin Amerika ve Karayipler Ekonomi Komisyonu

Latin Amerika Ekonomi Komisyonu (ECLA) BM Ekonomik ve Sosyal Konsey’in 106 (VI) sayılı kararıyla Latin Amerika özelinde az gelişmişlik sorununa eğilmek üzere kurulmuştur. Latin Amerika ve Karayipler Ekonomi Komisyonu bünyesinde Raul Prebish gibi Bağımlılık Kuramcıları arasında zikredilen isimleri de kapsar. Birleşmiş Milletlerin beş bölgesel komisyonundan biri olan Latin Amerika ve Karayipler Ekonomi Komisyonun merkezi fiilinin başkenti Santiego’da yer almaktadır.

En Az Gelişmiş Ülkeler Konferansı

Genellikle Sahra Altı, Afrika ve Asya Pasifik ülkelerinden oluşan En Azgelişmiş Ülkeler, pek çok açıdan azgelişmiş dünyanın en sorunlu ve en fakir ülkelerini oluşturmaktadır. EAGÜ’lerin sorunlarına çözüm bulmak amacıyla yaklaşık onar yıllık periyotlarla En Az Gelişmiş Ülkeler Konferansları düzenlenmiştir.

Düzenlenen En Az Gelişmiş Ülkeler Konferanslarında açlık, yoksulluk, borçlu ülkelerin durumu, dış yardımlar ve başta HIV ve AIDS olmak üzere sağlık sorunlarının temel konular olarak tartışılması önerileri geliştirilmiştir.

Birleşmiş Milletler ve Binyıl Kalkınma Hedefleri

2000 yılında 189 devletin desteğiyle kabul edilen Binyıl Deklarasyonu çerçevesinde ortaya konulan Binyıl Kalkınma Hedefleri (Millennium Development Goals) az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin karşı karşıya kaldığı pek çok sorunun altını çizmektedir. Çok sayıda uluslararası örgüt için bir yol haritası niteliği taşıyan Binyıl Kalkınma Hedefleri sekiz makro hedef belirlemiştir.

Binyıl kalkınma hedefleri az gelişmiş ülkeler açısından da büyük bir önem taşımaktadır. Bu çerçevede Brüksel’de gerçekleştirilen üçüncü Birleşmiş Milletler En Azgelişmiş Ülkeler zirvesinde on yıllık bir süreyi (2001-2010) kapsayan Brüksel Eylem Planı aynı zamanda Binyıl Kalkınma hedeflerini de kapsayan 30 maddelik hedefleri ve amaçları içermektedir. Brüksel Eylem Planında nihai amaç(lar) olarak sunulan sefaleti ve açlığı yarıya düşürmek ve sürdürülebilir kalkınmayı sağlamak; aynı zamanda Binyıl Kalkınma hedeflerinin ilki olarak dikkat çekmektedir.

SÖMÜRGECİLİKTEN KÜRESELLEŞMEYE: ULUSLARARASI SİSTEMDE GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELERİN DEĞİŞEN ROLÜ

Bağımsızlıktan Soğuk Savaş Sonrasına: Tarihsel Perspektif
Yeni Siyasal ve Ekonomik Bağlar
Eski sömürge ülkelerinin özgürlüklerini kazanması ve bu ülkelerin Birleşmiş Milletler’e üye olmasıyla birlikte BM’nin üye ülke sayısı gittikçe artmıştır. 1945 senesinde BM bünyesinde 51 kurucu ülke bulunurken, günümüzde bu sayı 193’e ulaşmıştır. Bu üyelerin çoğunluğunu gelişmekte olan ülkeler oluşturmaktadır. İzleyen süreçte sömürgeci devletler, eski sömürgeleri üzerindeki ayrıcalıklarını sürdürmek için yeni yöntemleri denemeye başladılar.
Fransa ve İngiltere gibi sömürgeci devletler, ekonomik iş birliği ve dayanışma toplulukları kurdular. 1958 yılında kurulan Fransız Milletler Birliği ve 1870’de kurulup 1949’da yapısal değişikliğe uğrayan İngiliz Milletler Birliği, bu topluluklara örnek olarak gösterilebilir. Bununla birlikte 20.yüzyıl büyük devletler ile eski sömürge ülkeleri veya zayıf ülkeler arasında yeni bağımlılık ilişkilerinin ortaya çıkmasına sahne olmuştur. İkiden fazla devletin katılımıyla ortaya bölgesel paktlar çıkmıştır. Bu paktlar arasında;
• Bağdat Paktı
• SEATO (Güneydoğu Asya Antlaşması Teşkilatı)
• Rio Paktı (ABD ve Güney Amerika ülkeleri)
• ANZUK (Avustralya, Yeni Zelanda ve İngiltere)
• ANZUS (Avustralya, Yeni Zelanda ve ABD) gibi paktlar yer almaktadır.
Uluslararası Sistem ve Gelişmekte Olan Ülkeler
Asya ve Afrika başta olmak üzere 1950’li yıllardan itibaren sömürgeye uğrayan ülkeler, bağımsızlıklarını kazanmasıyla birlikte ulusal, ekonomik, bürokratik olmak üzere modernleşme ve devlet inşası sürecine girdiler. Bu ülkelere Uluslararası örgütler olarak da adlandırılan üç veya daha fazla ülkenin bir araya gelerek kurdukları örgüt içerisinde yer almaya başladılar.
Yeni bağımsızlığını kazanmış ülkelerin uluslararası arenadaki talepleri 1960’lara kadar siyasal bağımsızlıklarını korumak, eşit ve adil bir muamele görmek ile sınırlıydı. Bu bağlamda gelişmiş ülkelerle aralarındaki ekonomik açığın giderilmesi bu ülkelerin önceliği değildi. 1960’lardan başlayarak ekonomi öncelik olgusuna haline geldi ve 1964 senesinde ise; gelişmekte olan ülkeler, G77 olarak da bilinen 77’ler grubunu kurarak BM çatısı altında bir araya geldiler.
G77 – 77’ler Grubu
Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı’nda 1964 senesinde 77 ülke tarafından kurulan 77ler grubunun günümüzdeki üye sayısı 131 olmuştur. Türkiye’nin dahil olmadığı bu grubun üyeleri belirli dönemlerde toplanarak birbirlerine çeşitli konularda destek olup projelere imza atmaktadırlar.

Bağlantısızlar Hareketi
Bu hareketin başlangıç noktası olarak 1955 yılındaki Endonezya’daki Bandung şehrinde gerçekleştirilen Asya- Afrika Konferansı’dır. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu konferansa Afrika’dan 6, geriye kalan ülkeler ise Asya’dan katılmıştır. Konferansın amacı, ABD ve SSCB karşısında yeni bağımsızlıklarını kazanan Asya ve Afrika ülkelerinin birlik ve dayanışma içerisinde hareket etmesini sağlamaktı.
Türkiye’nin katıldığı ilk ve tek konferans olan Bağlantısızlar Konferansı’nda Türkiye Batı bloku taraftarı bir duruş sergilemiştir. Afrika ve Asya eksenli başlayan hareket, dünya geneline yayılmıştır. Eski sömürge ülkeler tarafından kurulan çeşitli yapılanmalar ile yakın ilişkiler kuran hareket, ekonomik açıdan Sosyalizmi; siyasi açıdan ise Diktatörlük yapılanmalarını benimsemiştir. Bununla birlikte küresel bağlamda yaşanan olaylar ve değişen süreçler nedeniyle bağlantısızlar hareketi, günümüzde etkinliğini büyük ölçüde kaybetmiştir.

Küreselleşme ve Gelişmekte Olan Ülkelerin Farklılaşması
Küreselleşme
Genel olarak küreselleşme, iktisadın, siyasetin, kültürün ve bir ülke ideolojisinin diğerine nüfuz etmesini sağlayan ulusal ve uluslar üstü yapı ve süreçlerin oluşması olarak tanımlanabilir. Küreselleşme ilk olarak coğrafi keşiflerle beraber ortaya çıktı. Bununla birlikte Sanayi Devrimi ile birlikte yeni bir boyut kazandı. Küreselleşme altın çağını ve emperyalist bir yapı kazanması 1860-1914 dönemine rastlamaktadır. Bu dönemde iletişim ve ulaşımda ilerlemeler yaşanmış, uluslararası ticarette ve sermaye akışında önceden tahmin edilmeyen gelişmeler meydana gelmiştir.
Küreselleşmenin Temel Dinamikleri
Küreselleşmenin iki temel özelliği bulunmaktadır: Karşılıklı bağların artışı ve küresel bilinç. Bununla birlikte küreselleşme insan hayatına ekonomi, siyasi, kültürel ve sosyal hayat ekseninde etki eder ve bunların birbirleriyle ilişkilenmelerine çoğu zaman da iç içe geçmesine neden olmaktadır. Günümüzdeki küreselleşme olgusuna bakıldığında üç temel dinamiğin ön plana çıktığı görülmektedir: Teknolojik gelişme, ekonomi politikalardaki değişim ve siyasal gelişmeler.
Yaşanan teknolojik gelişmeler ulaşım maliyetlerini azaltmış; araştırma pazarlama ve iletişim imkanlarını ise arttırmıştır. Bununla birlikte ekonomik açıdan küreselleşme olgusu, serbest piyasa ekonomisi yaygınlaşmış ve yaşanan rekabet artmıştır. Siyasal bağlamda küreselleşme ise; Soğuk Savaş sonrasında dünya, tek kutuplu hale dönüşmüş, ekonomik açıdan kapitalizm ile siyasal açıdan liberalizm dünya genelinde kabul görmeye başlamıştır.
Küresel Yönetişim
Küreselleşme, ülkeler için hem iç yapılarda hem de uluslararası sistemlerde sahip olunan yönetim anlayışında değişiklikleri de beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda Yönetişim kavramı hiyerarşik yapılanma olan ve bir tarafın diğer tarafı yönettiği ast-üst ilişkisi yerine karşılıklı ilişkilerin ön plana çıktığı bir etkileşimler bütünüdür. Küresel anlamda yönetişim kavramına ait iki özellik bulunmaktadır: Çok uluslu şirketleri ve sivil toplum örgütlerini de kapsayan anlayış ile hiyerarşik yerine çok düzeyli bir yönetişim anlayışı.
Küresel yönetişim olgusu yeni bir durum olmayıp başlangıcı 1. Dünya Savaşı’na kadar götürülebilir. Bu bağlamda Milletler Cemiyeti, BM, Bretton Woods Sistemi, Uluslararası Para Fonu(IMF) ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar bu sürecin parçalarıdır.
Küreselleşmenin Etkileri
Liberalizm küreselleşmenin ideolojik boyutunu oluşturmaktadır. Bununla birlikte Soğuk Savaş sonrası Doğu Bloku’nun çökmesiyle birlikte ekonomik bağlamda Marksizm’i benimseyen ülkelerin oranı ciddi şekilde azalmıştır. Küreselleşmenin gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde hem olumlu hem de olumsuz etkileri olmuştur.
Gelişmekte olan ülkelerde küreselleşmenin çok olumlu katkılarının olduğu hala tartışmalı bir konudur. Afrika başta olmak üzere küresel düzeyde pek çok bölge küreselleşmeden olumsuz şekilde etkilenmiştir. Bununla birlikte küreselleşmeden olumlu bir şekilde etkilenen ülkelerde ise; dış ticaret, ekonomideki dinamizm ve istihdam artmıştır. Siyasal bağlamda ise; gelişmekte olan ülkelerde ise demokrasi geçişte yaygınlaşma ve hızlanma görülmektedir.
Gelişmekte Olan Ülkeler Arasındaki Farklılaşmalar
Ekonomik kalkınmada gösterdikleri başarı nedeniyle 1970’lerden itibaren gelişmekte olan ülkeler, kendi aralarında bir sınıflandırmaya gitmiştir. Bunlarda ilk göze çarpanı Asya Kaplanları olarak da bilinen; Hong Kong, Güney Kore, Tayvan ve Singapur’dur. İzleyen süreçte Endonezya, Filipinler, Malezya ve Tayland gösterdikleri başarılar vasıtasıyla ikinci kuşak Asya Kaplanları olarak adlandırılmaktadır.
Asya kaplanlarının yanı sıra 1970’li yıllardan itibaren ekonomide gösterdikleri başarılarla öne çıkan ve Yeni Sanayileşmiş Ülkeler içerisinde yer alan Meksika ve Brezilya da ön plana çıkan önemli ülkelerdir. Dünyanın farklı bölgelerindeki ülkeler giderek orta büyüklükte güce sahip ülkeler sınıfına dahil oldu. Bununla birlikte az gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerin az bir kısmı bu hızlı değişime ayak uydurabilirken, diğer birçok ülke ise, az gelişmişlik seviyesinden kurtulamamıştır.
En Az Gelişmiş Ülkeler
BM Ekonomik ve Sosyal Konseyi, her üç yılda bir bu ülkeler gözden geçirilmekte bazı ülkeler var olan listeden çıkarılırken, bazı ülkeler de listeye dahil edilebilmektedir.
En az gelişmiş ülkeler listesi BM tarafından üç ölçüte göre oluşturulmaktadır. Bu ölçütler: Kişi başına düşen gayrisafi yurtiçi hasıla, bebek ölümleri, beslenme ve eğitim, okuryazarlık gibi alanlardaki durum ve son olarak da iş gücü, imalat, ihracat konularındaki yetersizliklerdir.
Yüksek Borçlu Fakir Ülkeler
Çoğunluğunu Afrika ülkelerinin oluşturduğu ve toplam 39 ülkenin bulunduğu ülkelerdir. Aynı zamanda bu ülkeler içerisinde yer alan 30 ülke en az gelişmiş ülke statüsündedir.
Gelişmiş – Gelişmekte Olan Ayrımının Aşılması
Gelişmekte olan birçok ülke özellikle Soğuk Savaş sonrasında gelişmiş ülkelerle ikili veya bölgesel çeşitli ilişkiler içerisine girmiştir. Dünya geneline baktığımızda bölgesel örgütlerin oluşmasında iki dalganın önemli olduğu gözlemlenmektedir. Bunlardan ilki 1960’lı yıllarda meydana gelmiş ve yine bu dönemde AB benzeri yapılar oluşturulmaya çalışılmıştır. Bununla birlikte bu girişimler başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
İkinci dalga ise; 1990’lı yıllarda yaşanmış ve ortaya APEC( Asya-Pasifik Ekonomik İş Birliği) gibi gelişmiş ülkeler arasında kurulan ortaklıkların ön plana çıktığı görülmüştür.
Uluslararası İlişkilerde Gelişmekte Olan Ülkelerin Rolleri
Bölgesel İş Birlikleri
Arap Birliği
Gelişmekte olan ülkeleri bir araya getiren, uluslararası örgütlerin ve gruplaşmaların en eskisi olana Arap Birliği 1945 yılında, Mısır, Suriye, Suudi Arabistan, Irak, Ürdün ve Lübnan tarafından Kahire’de kurulmuştur. Günümüzde üye sayısı 22’ye ulaşan birlik, Suriye’de yaşanan olaylardan dolayı Suriye’nin üyeliğini askıya almıştır.
Afrika Birliği
Afrika Birliği kıtada eskiden beri verilen örgütlenme çabalarının en son örneğidir. 1963 senesinde o dönemde bağımsız olan 31 ülkenin bir araya gelmesiyle Afrika Birliği Teşkilatı’nı kurmuşlardır. Daha sonra 1999 yılında bir araya Afrika ülkelerinin devlet ve hükümet başkanları, günümüzde de varlığını sürdüren Afrika Birliği’ni kurmuşlardır. Afrika Birliği’ne Fas hariç bu kıtada yer alan bütün ülkeler üyedir.
Karadeniz Ekonomik İş Birliği Örgütü
Türkiye’nin de dahil olduğu ve eski SSCB ülkelerini de kapsayan bölgesel bir iş birliği fikri 1990’lı yılların başında ortaya çıktı ve 1992 senesinde İstanbul’da bu fikir gerçekleştirildi. Türkiye, Yunanistan, Gürcistan, Arnavutluk, Azerbaycan, Ermenistan, Bulgaristan, Moldova, Romanya, Ukrayna ve Rusya örgütün kurucu ülkeleri olmuştur. 2004 senesinde Sırbistan’ın da katılımıyla üye ülke sayısı 12’ye yükselmiştir. Yapılanmaya üye ülkelerin ortak projelerine kredi sağlamak amacıyla Selanik’te Karadeniz Ticaret ve Kalkınma Bankası kurulmuştur.
MERCOSUR – Orta ve Güney Amerika Ortak Pazarı
1980’lerde ticaret alanında artan ilişkiler neticesinde 1991 yılında Arjantin, Brezilya, Paraguay ve Uruguay bir araya gelmiş ve 1994 senesinde de bölgesel bir örgüt olan Orta ve Güney Amerika Ortak Pazarı’nı kurmuşlardır. 2006 yılına gelindiğinde Venezuela örgüte üye olmuş, Paraguay’da yaşanan olaylar nedeniyle örgütün diğer üyeleri tarafında Paraguay’ın üyeliği askıya alınıştır.
ANDEAN Topluluğu
And Bölgesi ülkeleri topluluğu anlamına gelen bu Güney Amerika örgütünün öncelikli amacı, bölge ülkeleri arasında eşitlik ve bağımsızlık bütünlüğünü sağlamaktır. Peru, Kolombiya, Bolivya ve Ekvador üye ülkeler olup İspanya da gözlemci üye statüsüyle örgütün çalışmalarına katılmaktadır.
UNASUR – Güney Amerika Ülkeleri Birliği
2004 senesinde kurulan UNASUR’un üyeleri arasında Arjantin, Brezilya, Bolivya, Şili, Kolombiya, Ekvador, Guyana, Paraguay, Surinam, Peru, Uruguay ve Venezuela bulunmaktadır.
ASEAN – Güneydoğu Asya Uluslar Birliği
Kuruluş amacı komünizme karşı güç birliği oluşturmak için 1967 senesinde kurulan örgütün üyeleri arasında; Endonezya, Malezya, Filipinler, Tayland ve Singapur’dur.
BDT – Bağımsız Devletler Topluluğu
1991 senesinde kurulan BDT’nin üye sayısı günümüzde 12’ye ulaşmış, Rusya, Azerbaycan, Ermenistan, Beyaz Rusya, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Moldova, Tacikistan, Türkmenistan, Özbekistan ve Ukrayna örgüte üye ülkeler olmuştur. BDT’nin öncelikli kuruluş amacı üyelerin egemen eşitliği prensibini koruyarak örgüt coğrafyasında malların, sermayenin, iş gücünün ve hizmetlerin serbest dolaşımının sağlanmasıdır.
Bölgesel Olmayan İş Birlikleri D-8- Gelişmekte Olan Sekizler
1997 senesinde İstanbul Deklarasyonu ile kurulan ve daimi sekretaryası İstanbul’da bulunan D-8’in (Developing Eight) temel olarak amacı kalkınmakta olan 8 ülke arasında işbirliğinin sağlanmasıdır. Türkiye, Bangladeş, Mısır, Endonezya, İran, Malezya, Nijerya ve Pakistan D-8’e üyedirler.
EİT- Ekonomik İş Birliği Teşkilatı
Türkiye, Pakistan ve İran arasında gelişen ilişkiler bağlamında 1985 senesinde merkezi Tahran’da olan Ekonomik İş Birliği Teşkilatı kurulmuştur. 1992’de Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Afganistan örgüte üye olmuşlardır.

OPEC – Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü
Genel merkezi Viyana’da olan örgüt, 1960 yılında, Irak, İran, Kuveyt, Suudi Arabistan ve Venezuela tarafından kurulmuştur. Daha sonra izleyen süreçte, 1992’de Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Afganistan örgüte üye olmuşlardır. Örgütün kuruluş amacı, üye ülkelerin petrol ile ilgili politikalarını uyumlu hale getirmek ve petrol pazarının istikrarını sağlamaktır.
İİT – İslam İş Birliği Teşkilatı
Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu örgüte dört kıtadan toplam 57 ülke örgüte üyedir ve BM’den ardından dünyanın en büyük ikinci hükümetler arası örgütüdür. İslam dünyasının ortak sesi olmak ve dünya genelinde barışı uyumu teşvik etmek örgütün en temel amaçları arasında yer almaktır.
APEC – Asya Pasifik Ekonomik İş Birliği
Avustralya’da 1989 senesinde bir araya gelen 12 Pasifik ülke tarafında kurulmuştur. Kurucu üyeleri arasında Avustralya, Brunei Sultanlığı, Kanada, Endonezya, Japonya, Kore, Malezya, Yeni Zelanda, Filipinler, Singapur, Tayland ve ABD yer almaktadır. İzleyen süreçte, Çin, Tayvan, Meksika, Hong-Kong, Papua Yeni Gine, Rusya, Peru, Vietnam yapılanmaya üye olarak üye sayısını 21’e yükseltmişlerdir.
BRICS Ülkeleri
Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’in içinde yer aldığı örgüt, ilk kez 2006 yılında BM çatısı altında bir araya gelmiş ve 2009 yılından günümüz düzenli olarak toplantılar düzenlemiştir. 2011 senesinde ise yapılan zirveye Güney Afrika da dahil olmuştur. Grupta yer alan ülkelerden Çin ve Rusya’nın daha otoriter bir görüntüsü varken; Hindistan, Güney Afrika, Brezilya daha demokratik bir yapıya sahiptir.
MIST Ülkeleri
Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu örgütte Meksika, Endonezya ve Güney Kore de yer almaktadır. Örgütün ortak özelliklerine bakıldığında üye ülkelerin nüfus bakımından kalabalık olması, G – 20’ye üye olması, küresel GSYH’den en az % 1’lik pay alması gösterilebilir. Günümüzde Güney Kore gelişmiş ülkeler kategorisinde yer alırken diğer 3 ülke gelişmekte olan ülkeler sınıflamasında yer almaktadır.
G – 20 Ülkeleri
G 20 ülkeleri içerisinde G – 8 ülkelerini yanı sıra Avrupa Birliği’nin de bulunduğu 19 ülkeden oluşmaktadır. 1990’lı yıllarda çoğu yükselen ülkelerde meydana gelen ekonomik kriz ve bu ülkelerin küresel anlamda yeterince temsil edilmedikleri düşüncesiyle oluşturulmuştur. Temel amaç olarak küresel ekonomide istikrarı ve sürdürülebilir büyümeyi sağlamak, olası ekonomik krizleri önlemek ve yeni bir uluslararası mali yapı kurmaktır.

GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELERİN EKONOMİK SORUNLARI
İkinci dünya savaşı sonrası kalkınma ve iktisadi büyüme kavramları neredeyse eş anlamlı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Ancak 1950-1960 da gelişmekte olan birçok ülkenin iktisadi olarak hızlı bir büyüme gerçekleştirse de kalkınma da hala temel sorunları çözemedikleri görülmüş ve son 50 yıldır da bu ülkelerin gelişmiş ülkeler seviyesine nasıl çıkacakları sorusuna cevap aranmaktadır.

İktisadi Kalkınma: Kavram ve Ölçme Yöntemleri

Kalkınma ve büyüme

Kalkınmayı kavrayabilmek için öncelikle büyümenin ne olduğunu anlamak gerekir. İktisadi büyüme bir ülkenin gayrisafi yurt içi hasılasının (GSYİH) veya gayrisafi millî hasılasının (GSMH) bir önceki yıla veya döneme göre niteliksel olarak değişiklik göstermesidir. Kalkınma kavramı ise, büyümeden daha geniş anlamlı olup az gelişmiş bir toplumda iktisadi yapının dönüşmesinin/dönüştürülmesinin yanında sosyal, kültürel ve siyasal yapıların da değiştirilmesini ifade etmektedir. Yani kalkınma; sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik anlamda bir modernleşme projesi olarak öne çıkmaktadır.

Ayrıca kalkınma, ekonomik büyümeyi kapsayıcı niteliktedir. Yani kalkınma olmadan ekonomik büyüme olabilir ancak ekonomik büyüme olmadan kalkınma olması çok güçtür.

Kalkınmanın önemi

Gelişmiş olan ülkelerin sahip olduğu üretim yapısı, yaşam standardı ve refah seviyesine, bu seviyelerin gerisinde olan hemen bütün ülkeler ulaşmak istemektedir. Çünkü hiçbir ülke fakirlik ve düşük yaşam koşullarını kabul etmek istemez. Kalkınma, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin hedefi iken; büyüme, gelişmiş ülkelerin amacını oluşturmaktadır. Çünkü gelişmiş ülkeler mevcut ekonomik yapının ve yaşam standartlarının korunmasına/sürdürülmesine odaklanmış iken gelişmekte olan ülkeler üretim yapılarını ve yaşam standartlarını gelişmiş ülkeler seviyesine dönüştürme çabasındadırlar.

İktisadi kalkınma literatürünün gelişimi

Kalkınma Terminolojisi: kalkınma iktisadının temel ilgi alanını oluşturan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler için ilk etapta ‘gelişmemiş’ veya ‘geri kalmış’ kavramları kullanılmış ancak bu kavramların hem bütün ülke dinamiklerini kapsadığı hem de nezaket dışı olduğu düşünülerek bu kavramlar yerine ‘az gelişmiş ülke’ kavramı kullanılmaya başlanmıştır. Ancak az gelişmiş ülke kavramının da statik bir durumu ifade ettiği ve bu ülkelerin yavaşta olsa bir gelişme gösterdikleri düşünülerek ‘gelişmekte olan ülke’ kavramı kullanılmaya başlanmıştır. Ayrıca mevcut iktisadi ve toplumsal yapısını değiştirmeyen/değiştiremeyen ve hatta daha da kötüye götüren ülkeler için ise az gelişmiş ülke kavramı kullanılmaktadır.

Bu kavramsallaşmaların olduğu yıllarda ‘‘geri ve ileri ekonomiler, geleneksel ve modern ekonomiler’’ ya da yaptıkları ihracatlar da ki yüzdeliklerine göre ‘‘sanayileşmiş ve tarım ya da ham madde ülkeleri’’ gibi kavramlar kullanılmışsa da alan yazında ki en yaygın kullanım gelişmekte olan ülke kavramıdır.

1970’ler den sonra ise küreselleşen ekonomiler ile Brezilya, Hindistan, Çin, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin durumlarını açıklayan yükselen ekonomiler kavramı kullanılmaya başlanmıştır.

Kalkınmanın Değişen Anlamı: iktisadın alt disiplinlerinden olan kalkınma özellikler 2.dünya savaşı sonrasında ülkeler arasındaki gelişmişlik farklarının görülmesi ve soğuk savaş yıllarında da devam edecek olan ABD ile Sovyetler Birliğinin ideolojik olarak kendi ekseninde tutmak istedikleri ülkelerin ekonomik kalkınmalarını hızlandırmak istemeleri ile popüler hale gelmiştir.

1950-1960’lar da geleneksel kalkınma yaklaşımı; iktisadi gelişme, sanayileşme ve ekonomik büyümeyi eşanlamlı olarak ele almıştır. Ancak GSMH’nin artmasına rağmen devam eden yoksulluk ve gelişmişlik farkları iktisadi kalkınmanın yoksulluk ve eşitsizlik konularına odaklanmasına neden olmuştur. Bu çerçevede, Dünya Bankası ve Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), yoksulların beslenme, barınma, sağlık ve eğitim gibi temel gereksinimlerini önceleyen temel ihtiyaçlar yaklaşımı olarak adlandırılan yaklaşımı savunmaya başlamışlardır. Bu yaklaşımın en genel ifadesi bireyin yaşam standardını artırmayan bir büyümenin kalkınma olmadığıdır.

1960 ve 1970’ler de ise, temel çevresel, sosyal ve ekonomik hizmetlerin, bu hizmetlerin dayandığı ekolojik ve toplum merkezli sistemlerin varlığını tehdit etmeksizin, herkese sunulabildiği kalkınma olarak tanımlanan Sürdürülebilir kalkınma düşüncesi doğmuştur.

1980’li yıllarda ise, ulusların gerçek zenginliğinin insan kaynakları olduğu anlayışına dayanan ve bu kaynağın geliştirilmesinin önemini vurgulayan insani kalkınma yaklaşımı popüler olmaya başlamıştır.

İktisadi kalkınmanın ölçülmesi
1. Gayrisafi Millî Hâsıla (GSMH) ve Kişi Başı GSMH İle ölçme GSMH, bir ülkedeki ekonomik aktivitenin hacmini gösteren yegâne ölçüttür. Kişi başına düşen GSMH ise daha hassas bir ölçüdür ama gelir dağılımı hakkında bilgi vermez. Ayrıca Tablo 3.1’de (Dünya’nın En Büyük 20 Ekonomisi) ve Tablo 3.2’de (Ülkelerin Kişi Başına GSYİH ($) Büyüklüğüne Göre Sıralaması verilmiştir. Ancak iktisadi kalkınmayı ölçme de GSMH ve kişi başına düşen GSMH verilerinin kullanılmasında birtakım sorunlar vardır:
• GSMH, ekonomilerin bir gelişme düzeyi ölçüsü olmaktan çok, bir faaliyet hacmi ya da ekonomik boyut ölçüsüdür.
• Ölçümlerde kullanılan fiyat unsurlarının ülkelere göre değişkenlik gösteriyor olması
• Reel GSMH’yı hesaplamak için kullanılacak fiyat indeksinin seçilmesi.
• GSMH, sadece kayıtlı ekonomik faaliyetleri ölçer. Özellikte gelişmekte olan ülkelerde önemli boyutlara ulaşan kayıt dışı faaliyetlerin ihmal ya da basitçe tahmin edilmesi.
• GSMH’nin her ülke için kendi para birimi ile hesaplanması ve kur değerlerinin bilinçli olarak yüksek ya da düşük gösterilmesi.
• Ülkenin GSMH düzeyi oldukça yüksek olmasına rağmen bu iktisadi gelişmenin kalkınmaya yansımaması ve az gelişmiş ülke özelliği göstermesi.
2. Satın Alma Gücü Paritesi Yaklaşımı İle Ölçme

Ülkelerin GSMH’sı kendi para birimlerine göre hesaplanıp uluslararası karşılaştırmalar için genellikle ABD dolarına dönüştürülür. Ancak döviz kur hesaplarında ülkenin sadece ihracat ürün ve hizmetleri hesaplandığı, dış ticarete konu olmayan ürün ve hizmetlerin hesaplamaması kur karşılaştırmalarının satın alma gücünü tam olarak temsil edemediğini gösterir. Bu nedenle satın alma gücü paritesi yaklaşımı iç ve dış ticaret ürün ve hizmetlerinin karşılaştırılabilecekleri bir sepet oluşturularak yapılır. Tablo 3.3’ de Satın Alma Gücü Paritesine Göre En Büyük Yirmi Ülkenin GSYİH’sı verilmiştir. Satın alma gücü paritesi, ülkeler arasındaki fiyat farklılıklarını ortadan kaldırdığı için uluslararası gelişmişlik düzeylerinin karşılaştırılmasında daha güvenilirdir.

3.İnsani Gelişme İndeksi İle Ölçme

Ekonomik ve sosyal kalınmaya indeksli olarak insani gelişim, ülkede ki yaşam kalitesinin hesaplanmasıdır. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP), 1990 yılından itibaren dünya çapında yaklaşık 200 gösterge seti ile ülkelerin gelişmişlik düzeylerini insani Gelişme Endeksine göre sıralamaktadır.

İnsani Gelişme Endeksi (İGE) üç temel bileşenden: uzun ve sağlıklı bir yaşam, bilgiye erişim ve kabul edilebilir bir yaşam standardıdır. Ayrıca İGE Yaşam süresi beklentisi endeksi, eğitim endeksi ve gelir endeksinin aritmetik ortalaması ile elde edilir. Ayrıca Tablo 3.4, 2011 yılı için seçilmiş bazı ülkelerin İnsani Gelişme Endeksi değerlerini vermektedir.

İnsani Gelişme Raporu’nda son yıllarda insani Gelişme Endeksine ek olarak, çeşitli hesaplama ve düzenlemelerle elde edilen Eşitsizliğe Uyarlanmış insani Gelişme Endeksi, Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği Endeksi ve Çok Boyutlu Yoksulluk Endeksi gibi endekslerde hesaplanmaktadır.

Gelişmekte Olan Ülkelerin Özellikleri

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP),ülkeleri İnsani Gelişme Endeksine göre sınıflandırır ve en yüksek 1/4’lük kısmına gelişmiş ülkeler, geri kalan 3/4’lük kısma

ise gelişmekte olan ülkeler demektedir. IMF ülkeleri “ileri ekonomiler” ile “yükselen ve gelişen ekonomiler” olmak üzere iki kategoride toplamaktadır.

Dünya Bankası ise döviz kurlarında ki hareketliliği dikkate alarak hesapladığı Gayrisafi Milli Hâsıla düzeylerine göre ülkeleri 4 kategori de sınıflar. Tablo 3.5’te ülkelerin sınıflandırma kriterleri yer almaktadır. IMF’in “yükselen ve gelişen ekonomiler” kategorisi, az gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeleri ve hatta son yılların hızlı büyüyen ekonomilerini de içerir.

Oldukça heterojen olan ve bu grupta yer alan ülkelerin bazı ortak özellikleri bulunmaktadır. Bu ülkeler, ekonomik, sosyokültürel, kurumsal ve siyasal özelliklerine göre incelemek mümkündür.

Ekonomik özellikler

Ülkelerin birbirleriyle kıyaslamanın en kolay yolu ekonomik özelliklerine göre yapılabilir. Ekonomik özellikleri ise, temel makroekonomik özellikler ve sektörel özellikler başlıkları altında incelemek mümkündür.

Makroekonomik özellikler
• Kişi başına gelirin düşüklüğü:
Dünya bankasının ülkeler sınıflandırmasında kullandığı kişi başına düşen gelir ölçütü gelişmekte olan ülkelerin en belirgin özelliklerindendir. Bu özelliklere göre yapılan sınıflamalar düşük, düşük-orta, orta-yüksek ve yüksek gelirler olarak isimlendirilmektedir. Ayrıca gelişmekte olan ülkelerin büyüme hızları da gelişmiş ülkelere ve Avrupa Birliği ülkelerine nazaran daha yüksektir.(Tablo 3.6)
• Gelir dağılımının bozukluğu:
Gelişmekte olan ülkelerde kişi başına düşen gelirlerinin düşük olmasının yanında gelir dağılım bozukluğu da vardır. Dağılım bozukluğunu ölçmede 0 ile 1 arasında değerler alan Gini katsayısı kullanılır. Satın alma gücü paritesini temel alan Dünya Bankası, günlük 1.25 dolar geliri kullanmaktadır.(Tablo 3.7). Gelir dağılımındaki bozukluk beraberinde yoksulluğu ve yaşam standartlarının düşmesine de neden olur.
• Tüketimin yüksekliği ve tasarrufun azlığı Gelişmekte olan ülkelerin ortak özelliklerinden biri olan tüketim yüksekliği ve tasarrufun azlığı bireylerin hayattan beklentileri karşılanmadığı için, artan gelirlerinin daha büyük bir kısmını bu ihtiyaçlarını karşılamak için kullandıklarını göstermektedir. Buna bağlı olarak, kamu ve yatırım harcamalarının gelişmekte olan ülkelerde daha düşük olduğu ve bu tasarruf yetersizliği düşük yatırım oranı ile ekonomiye yansımaktadır. Bu da ekonomik büyümenin düşük seviyede kalmasına yol açmaktadır. Tablo 3.8 de ülke gruplarının tasarruf oranları verilmiştir.
• Yatırımların azlığı
Gelişmekte olan ülkelerin ortak özelliklerinden biri olan yatırımların azlığı tasarrufu yani sermaye birikimini dolayısıyla da ülke büyümesini etkilemektedir. Ülke gruplarında ki yatırım oranları tablo 3.9 da verilmiştir. Ayrıca ülkede ki yatırım azlığı gerekli sermeye için dış borçlanmayı da artırmaktadır.

• İşsizlik oranlarının yüksekliği
Cari ücret düzeyinde çalışmak isteyen ancak iş bulamayan kişiye işsiz denirken, işsizlik ise işsizlerle çalışanlar arasında ki fark olarak tanımlanır. İşsizliği belirleyen temel dinamikler iş gücü talebi ve arzıdır. Ayrıca gelişmekte olan ülkelerde açık işsizliğin yanında: bir işin için gerekenden fazla kişinin istihdam edilmesi durumu olan gizli işsizlik, iş ve işçi arayan olmasına rağmen, iş gücünün bilgi, beceri ve coğrafi olarak var olan talebi karşılayamaması olan yapısal işsizlik ve teknolojideki hızlı gelişmeyle birlikte işini kaybeden bireylerin durumunu ifade teknolojik işsizlik yaygın olan işsizlik çeşitlerindendir.

• Belirsizliğin yüksekliği
Kişi başına gelir düşük olması, kayıt dışı ekonominin yaygınlığı ile birleşince vergi hasılatının düşük olmasına yol açmaktadır. Bu bütçe açıkları, iç borç, dış borç veya para basarak kapatılma yoluna gidiliyor ki, bu durum ekonomideki belirsizliklerin artmasına neden oluyor. Ekonomide ki belirsizlik en belirgin fiyat istikrarlarında kendini göstermektedir. Gelişmekte olan ülkelerde ki fiyat istikrarı daha çok enflasyon olarak görülür ve ülke gruplarının enflasyon verileri tablo 3.10 da verilmiştir.

Sektörel yapı özellikleri

Gelişmekte olan ülkelerin özelliklerinden biri de GSYİH dağılımlarında tarım sektörünün payının yüksek olmasıdır. Tarım bir ülkenin kalkınmasına, önemli bir iktisadi faaliyet olarak, kırsal kesimin en önemli geçim kaynağı olarak ve çevre üzerindeki önemli rolüyle etkide bulunmaktadır. Ancak ekonomik büyüme ile yapısal dönüşümler kaçınılmaz hale gelmektedir ve kaynakların düşük verimli tarım sektöründen yüksek verimli sanayi sektörüne aktarılması büyümeyi hızlandıran bir faktördür.

Gelişmekte olan ülkelerdeki ekonomik yapının diğer önemli bir özelliği, dış ticaretin yapısı ile ilgilidir. Gelişmekte olan ülkeler de ihracat sektöründe tarım ve emek yoğun mallarının payı yüksek iken ve ithalatta yatırım mallarının ağırlıklı olduğu görülmektedir. Ayrıca emek ve hizmet piyasalarında ise gelişmekte olan ülkelerde hizmet kesiminin verimliliğinin düşük olduğu görülmektedir. Gelişmiş ülkelerde ise çalışan kesimin büyük bir oranının hizmet sektöründe olduğu görülmektedir. Tüm bu nedenle kalkınmanın en öncelikli hedefinin, ekonomik yapının modernleştirilmesi olduğu söylenebilir.

Sosyal-beşeri özellikler

Kalkınma ile ekonomik yapının modernleştirilmesinin yanında sosyal yapının da, özellikle demografik yapı ve beşerî sermayenin kalitesinin kültürel atmosfer içinde dönüşümü sağlanmalıdır.

Demografik özellikler

Hızlı nüfus artışından kaynaklanan olumsuzluk ya da yetersizlik ile ilgili problemler gelişmekte olan ülkelerin demografik özelliklerini oluşturmaktadır. Ülkelerin nüfus artış hızı yaş dağılımlarını da etkilemektedir. Türkiye de 0-14 yaş arası toplam nüfusun %25ini oluştururken 65 ve üstü yaş grubu %7.3ünü oluşturmaktadır. Ayrıca diğer bir demografik özellik göstergesi de sağlık hizmetleri için yapılan harcamalar neticesinde görülen bebek ve çocuk ölüm oranlarının yüksek, ortalama yaşam süresinin ise kısa olmasıdır.

Beşeri sermaye yapısı

Gelişmekte olan ülkelerin kültürel özelliklerine bakıldığında eğitim seviyesinin düşüklüğü ve okuma yazma bilmeyenlerin fazlalığı, geleneklerin kültürde hâkim olması, kadının ikinci plana itilmesi ve çocuk işçi sayısının yüksek olması gibi özellikler görülmektedir. Özellikle eğitim ile birey talep edilen beceriler kazanarak önce kendisinin sonra toplumun gelişimine katkı sağlayacaktır.

Kurumsal ve siyasal özellikler

İktisat alanın da gelişme ve büyümeye etkisi olduğu düşünülen bazı temel dinamikler kabul görmüştür. Ancak benzer ekonomik ve toplumsal yapıya sahip ülkelerde uygulanan benzer politikaların farklı sonuçlar doğurması büyüme üzerinde etkisi olan ekonomik olmayan nedenleri akla getirmiştir. Bu faktörleri sosyal, siyasi ve kültürel gibi ana başlıklar altında toplayabiliriz.

Kurumsal yapı

Toplumda bireylerin ve topluluklarının davranışlarını partiler sendikalar dernekler hatta semt pazarları gibi kurumlar etkilemektedir. Sözlü ya da yazılı kuralları olan bu kurumların ortaya çıkması ilerlemesi ve gelişimi de toplumlara göre farklılık göstermektedir. O nedenle toplumlar arası gelişmişlik incelemeleri yapılırken kurumsal yapılar da dikkate alınmalıdır.

Siyasal kültür

Kültür en genel tanımıyla bir toplumun duyuş, düşünüş ve davranış tarzlarını ifade eder ve bir ülkede uygulanan iktisat politikalarının başarısı, uygulandığı toplumun sosyal, kültürel ve değer yargılarına uygun olmasıdır.

Siyasal kültür ve ekonomik kalkınma ilişkisini ise daha ziyade ekonomik sistemin içerisinde işlediği siyasi yapı ve kurumların ekonomik kalkınmaya etkisi olarak ele alınabilir. Tüm bu koşullar altında istikrarlı bir politik sistem, siyasal kararların kestirile bilirliğini ve meşruiyetini sağladığından, ekonomik gelişimdeki aktörlerin faaliyetlerinin, gelişmeye açık bir iklim içerisinde sürdürülebilmesi de sağlanmış olacaktır.

Ekonomik özgürlükler

Ekonomik gelişmelerle ortaya çıkan ekonomik özgürlük, bireylerin serbestçe iktisadi faaliyetlerde bulunabilmelerini ve bu faaliyetler sonucunda elde ettikleri değerleri dışarıdan bir müdahale olmaksızın özgürce kullanabilmelerini ifade etmektedir. Ekonomik özgürlüklerin genişletilmesi açısından hukuki alt yapı ile parasal düzenlemeler özel önemi olan düzenlemelerdir. Ayrıca ekonomik özgürlüklerin temel unsurları, tercih, mübadele ve rekabet özgürlüğü ile bireyin ve mülkiyetinin korunmasıdır. Ekonomik özgürlükler bireylere öğrenme, daha yüksek verimlilik düzeyine ulaşma, ticaret ve girişimcilikten beklenen kâr güdüsünde artışlara neden olarak ekonomik büyümeyi sağlayacaktır. Ancak hem ekonomik hem siyasal ve hem de sosyal alandaki özgürlüklerin genişletilmesi kalkınmayı beraberinde getirecektir.

Kalkınma Teorileri

Ülkeler arasındaki gelişmişlik farklılıklarını açıklamak için geliştirilen teorilerin ilki 1940’lı yıllarda A.G.B Fischer ve Colin Clark tarafından İngiltere örneği referans alınarak yapılan ve yapısal ve sektörel değişim olgusuna dikkat çeken çalışmalardır. Yapısal değişim yaklaşımına göre gelişmekte olan ülkeler birincil (tarım, ormancılık, madencilik vb.), daha fazla gelişmiş ülkeler ikincil (imalat, inşaat vb.), olgun gelişmiş ekonomiler de üçüncül (hizmetler) üretim faaliyetleri şeklinde sınıflandırılmaktadır. Bu sınıflamanın önemi büyümenin kaynağı olarak tanımlanabilecek yapısal değişmeyi göstermesidir. Birincil üretimin ulusal gelir içindeki payının azalması ile ikincil ve üçüncül üretimin ulusal gelirden aldığı payın yükselmesinin nedeni Engel Kanununa göre: 1. Gelir yükseldikçe gelirden birincil ürünlere harcanan pay azalır ve böylece birincil ürünlerin ulusal gelirdeki rolü azalır. 2. Verimliliktir. Yani iş gücünün düşük verimli olan sektörden (tarım) yüksek verimli olan sektöre (sanayi) doğru kayması ve bu yapısal değişim büyümenin kaynağını oluşturmaktadır.

Hollis B. Chenery ise sanayi üretiminin payının artması her ülkede kişi başına geliri artırmayabileceğini ileri sürmektedir. Chenery’ye göre, sanayileşme ekonomik yapıda: 1. İmalat sanayisinin öneminin artması, 2. Sanayi sektörü çıktısında değişme ve 3.her bir mal için üretim teknikleri ve arz kaynaklarında bir değişmelere neden olmaktadır.

Bu ilk çalışmalar kalkınma için geleneksel sektörlerde uzmanlaşmaya bağlı kalmayıp, imalat ve hizmetler sektörlerine doğru ekonominin yapısal bir değişme sürecine girmesi gerektiğini açıkça göstermektedirler.

1950’li ve 1960’lı yıllarda geliştirilerek az gelişmişliği açıklamaya çalışan ve bu ülkelerin gelişmiş ülkelere dönüşmesi için geliştirilen öneriler:

• Geleneksel (ortodoks) kalkınma teorileri
Büyük itiş teorisi
Fakirlik kısır döngüsü teorisi
İkili ekonomi teorisi
Tarihsel büyüme aşamaları teorisi
• Heteredoks kalkınma teorileri Dengeli büyüme stratejileri Dengesiz büyüme stratejileri
Büyük itiş teorisi, az gelişmiş bölgelerin gizli potansiyellerinin devlet tarafından harekete geçirilmesinin önemini vurgulamıştır. Bu kapsamda, ekonominin birbirini tamamlayan birkaç büyük sektöründe aynı anda büyük ölçekli yatırımlar ile başlatılan endüstrileşmenin yaratacağı büyük itiş ile kalkınma başlatılabileceği belirtilmektedir.

Fakirlik kısır döngüsü teorisine göre az gelişmişlikten kurtulmak eksik tasarruf ve yatırım döngüsünün devlet kanadından ya da dış yardımlar veya yabancı sermaye ile kısırlık döngüsünden kurtulması ile mümkündür.

İkili ekonomi teorisine göre toplum da iki farklı üretim ve organizasyon yapısı ya da yerli geçimlik sektör ve modern endüstriyel ticaret sektörü olarak isimlendirilebilecek iki farklı yapı vardır. Ekonomik gelişim ise bu yapılar arasında oluşacak olan iş gücü dönüşümlerine ve etkileşimlerine bağlıdır. Yani tarım kesiminden transfer edilen iş gücünün sanayi kesiminde istihdam edilmesiyle ekonominin üretimi artarken, tasarruf olanağı artacak ve sermaye birikimi de hızlanacaktır. Ancak sonuçta ekonominin bütününe kapitalist kesim egemen olacaktır.

Tarihsel büyüme aşamaları teorisi her toplumun tarihsel olarak kalkınma sürecinde belli aşamaları geçerek kalkınacağını ileri sürmüştür. Bu aşamalar:
• Geleneksel toplum aşaması; bilimsel bilgi için sistematik bir yapının olmadığı üretim ve tarım toplumu
• Geçiş aşaması; geleneksel yapının çözülürken diğer yandan modern bir toplumu oluşturacak düşünce ve fikirlerin ortaya çıkmaya başladığı.
• Kalkış aşaması; sürdürülebilir bir büyümenin gerçekleşmesini engelleyen ve direnen unsurların tamamen yıkıldığı, tasarrufların arttığı ve tekrar yatırıma dönüştüğü, öncü büyüme sektörlerinin oluşturulduğu ve iktisadi modernizmi benimsemiş bir siyasi iktidarın gerekli olduğu dönemdir.
• Olgunluk aşaması; toplumun kaynaklarının büyük bir bölümünün modern teknolojilerin yer aldığı alanlarda etkin bir şekilde kullanıldığı uzun ve kuvvetli bir ilerleme devresidir. Kentsel nüfus ve kişi başına düşen gelir artar. Ulusal gelirin %10-20’si devamlı yatarıma aktarılır.
• Tüketim toplumuna dönüşme aşaması; Toplum artık modern teknolojilerin geliştirilmesi hedefini terk ederek belli başlı sektörleri tüketime yönelik mal ve hizmet üretmeye doğru dönüştürmektedir. Toplumlar, bu aşamada daha çok refah ile ilgilenmektedirler.

Heteredoks kalkınma teorilerinden dengeli büyüme stratejisi bir ülkenin sahip olduğu kaynakları düzgün bir şekilde bütün sektörlere yönlendirmesi ve kalkınmanın gerçekleşmesi için bütün endüstrilerin (sektörlerin) aynı anda ve kaynaklar ölçüsünde harekete geçirilmesini ifade eder.
Dengesiz büyüme stratejileri ise kalkınmanın sağlanabilmesi için kaynakları aynı anda bütün sektörlere birden yönlendirmenin kaynak israfı olduğunu ve bunun yerine birbirleriyle tamamlayıcılık ilişkisi olan bazı stratejik sektörler belirleyip sınırlı kaynaklarla bu sektörlerin öne çıkarılması görüşünü savunmaktadır.

AFRİKA: GÜNEY AFRİKA ÖRNEĞİ
Giriş

Nelson Mandela’nın ilk siyahi Devlet Başkanı olarak yemin ettiği 10 Mayıs 1994 sadece Güney Afrika siyasi hayatı açısından değil, Afrika kıtası açısından da bir dö- nüm noktasıdır. Güney Afrika’da Apartheid rejiminin sona ermesi Afrika’da beyazların kontrolü altında olan son kalenin de düşmesiyle sonuçlanmıştır. 1652 yılında Hollanda kökenli macera avcılarının(Afrikaans)Cape Town’da koloni kurmasıyla başlayan siyah-beyaz mücadelesi, 1800’lerin başında İngilizlerin de devreye girmesi ve Güney Afrika’yı kolonileştirmesiyle farklı bir boyuta girmiştir. Bu tarihten itibaren ülkeyi kontrol mücadelesi bu iki grup arasında geçmiş 1873 de ilk altın madeninin bulunmasıyla daha da şiddetlenmiştir. İki beyaz azınlık topluluk arasındaki işbirliği ve daha sonrasında da 1948 yılında Ulusal Parti’nin seçimleri kazanmasıyla Dünya siyaset literatürüne Apartheid olarak giren ve temelde ırk ayrımcılığına dayalı bir yönetim biçimini temsil eden 1948-1994 dönemi, insan hakları ihlallerinin Güney Afrika’da en yoğun yaşandığı dönemdir. Üç asır süren beyazların iktidarını sona erdiren 27 Nisan 1994 seçimleri ile Güney Afrika, demokratik bir ülke olarak dünya siyasetindeki yerini almıştır.

Siyasal Sistemin Şekillenmesine Etki Eden Dinamikler

Altın ve Elmasın Bulunuşu: Apartheid’e Giden Yol

Elmas ilk olarak 1867 yılında bugünkü Cape Town şehrinin kuzeyinde keşfedilmiş, 1869-1870’lerden itibaren aniden bir kaç bini aşan hazine avcıları özellikle Avrupa’dan elmasın bulunduğu bölgeye göç etmişlerdir. Elmasın bulunduğu dönemde Afrikaansların kontrolünde olan bu bölge İngilizler tarafından işgal edilmiştir. 1870’lerde Cape Kolonisinin toplam ithalatı yaklaşık 2 milyon pound iken, 1890’ların sonuna doğru bu rakam 4 milyonu elmastan olmak üzere 15 milyon pounda çıkmıştır. 1865 yılında Cape Kolonisinde sadece 200 bin kadar Avrupa kökenli yaşarken elmasın bulunmasından sonra bu rakam 1900’lerin başında ikiye katlanmıştır. 1886 yılında, bugün Johannesburg olarak adlandırılan şehirde yüksek miktarda altının bulunmasıyla elmasın önemi öncesine göre azalmış ve Güney Afrika tarihi yeni bir döneme girmiştir. 1887 yılında sadece 80 bin poundluk bir sektör olan altın sektörü, 1895’te 8 milyon pounda yükselmiş ve dünya altın üretiminin 1/5’ini üretmeye baş- lamıştır. 19. yüzyılın sonuna doğru ise bu rakam 60 milyon poundu aşmıştır. Madenlerin kontrolü için başlayan iç mücadele sonucunda Afrikaans kökenlilerle İngiliz kökenliler arasındaki sürtüşmeler 1889-1902 Anglo-Boer Savaşı’na yol açmıştır. Siyahların iki beyaz ırkın arasında kaldıkları bu savaş sonunda yüz binlerce kişi toplama kamplarında hayatını kaybetmiştir. Kesin bir galibin olmadığı savaş, İngiliz hükümetinin Güney Afrika’da yaşayan tüm beyazların kendi aralarında bir birlik kurmalarını teşvik edici bir politika izlemeleri sonucu sona ermiştir. Bunun sonucu olarak 1908 ve 1909 yıllarında yapılan ve ikisi Afrikaansların ikisi de İngilizlerin kontrolünde olan dört eyaletin temsilcilerinin katıldığı toplantılar sonucu Güney Afrika Birliği’nin (The Union of South Africa) kurulmasına karar verilmiştir. İngilizce ve Flemenkçenin resmi diller olarak kabul edildiği bu toplantı sonucu, Cape ve Natal eyaletleri oy hakkını sadece gayrimenkul sahibi olan siyahlara vermeye, Transval ve Orange River eyaletleri ise siyahlara hiç oy hakkı vermemeye karar verdi. Louis Botha 1910 yılında kurulan ve İngiltere’nin bir sömürgesi olan Güney Afrika Birliği’nin ilk başbakanı oldu.

Temelleri Anglo-Boer Savaşı’ndan sonra atılmaya başlanan Apartheid rejimi, Güney Afrika Birliği’nin kurulmasından hemen sonra ırk ayrımcılığıyla kendini göstermeye başlamıştı.1913 yılında düzenlenen The Natives Land Act (Yerliler Arazi Kanunu) ile tüm arazilerin %7,5’i nüfusun 4/5’ini oluşturan siyahlara verilirken nüfusun sadece 1/4’ünü oluşturan beyazlar toplam arazinin %92,5’ini kontrol edecekti.

1900’lerden sonra sömürge valilerinin beyazları açıkça destekleyen politikaları siyahların direnişlerine yol açtı. 1911 yılında yasalaşan Yerliler Arazi Kanunu’na tepki olarak siyahlar arasında doğan muhalefet, Afrika’daki en uzun soluklu bağımsızlık hareketinin dogmasına yol açtı. İlk başlarda Güney Afrika Yerli Ulusal Kongresi olarak adlandırılan bu örgüt 8 Ocak 1912 tarihinde Bloemfontain’de kuruldu. Kurucu Başkanlığına John L. Dube seçildi. Güney Afrika Yerli Ulusal Kongresi, 1923 yılında adını Afrika Ulusal Kongresi (African National Congress-ANC) olarak değiştirdi.

ANC ilk başlarda ırk ayrımcılığı yapmadan herkesin eşit haklara sahip olduğu bir toplum istiyor ve bu çerçevede sorunların diyalog yoluyla çözülebileceğine inanıyordu. 1914 yılında Yerliler Arazi Kanunu’nu protesto amacıyla ANC bir heyetini İngiltere’ye gönderdi. Kolonilerden sorumlu bakan kendilerinin yapacağı bir şey olmadığını söylemekle yetindi. Aynı amaçla 1919 yılında Londra’ya başka bir heyet gönderen ANC, dönemin Başbakanı Lloyd George tarafından kabul edildi. Fakat aldıkları yanıt yine İngiltere’nin bu konuda hiç bir şey yapamayacağı ve sorunun ancak Güney Afrika Birliği Hükümeti tarafından çözülebileceği yönündeydi.

Amerika’da başlayan 1929 Ekonomik Buhranı Güney Afrika’yı da derinden etkiledi. İşçi Partisinden ayrılarak Ulusal Partiyi kuran ve 1929 seçimlerinden galip ayrılan James Hertzog 1934 yılındaki seçimleri kaybetmekten korktuğu için daha çok Afrikaans milliyetçiliğine karşı çıkan ve İngiliz destekçisi olarak değerlendirilen Jan Smuts ile ittifak yaptı. Bu ittifak sonucu seçimi tekrar kazanan fakat Afrikaansların ciddi eleştirisine uğrayan Hertzog’a ilk tepki, D.F. Malan’ın partiden ayrılmasıyla geldi. Afrikaans milliyetçiliğini savunan grup Malan liderliğinde Ari Ulusal Partiyi kurdu. Malan ve partisi, Afrikaansların ekonomik gelişmesi için 1934 yılında bir banka ve sadece Afrikaanslardan oluşan bir sendika kurdu. 16 Aralık 1938 tarihinde Afrikaansların Zuluları yendiği Kanlı Nehir Savaşının 100. yıl dönümünde, Pretoria’da bir festival düzenleyen Malan, Güney Afrika’nın ‘beyaz adamın toprağı’ olması gerektiğini söyleyerek 1948 yılında iktidara gelmesiyle beraber başlayacak olan Apartheid’in ilk temellerini atıyordu. Aynı dönemde Afrikaanslar arasında anti-semitizm ciddi bir şekilde yaygındı. Altın ve elmas madeni sahiplerinin çoğunluğunun Yahudi kökenli olması bunun en temel sebebiydi. Yükselen Yahudi düşmanlığının farkında olan Hertzog Hükümeti 1937 yılında yaptığı bir düzenlemeyle Yahudilerin Güney Afrika’ya göç etmesini yasakladı. Aynı yasayla beyaz topluma entegre olamayacak olan diğer Avrupalıların da ülkeye girişi kısıtlandı. İktidarda olan Hertzog ve Smuts koalisyonu her ne kadar Malan’ın savunduğu etnik milliyetçiliği reddetse de aslında onların da siyahlara yönelik politikası Malan’ın düşündüğünden farklı değildi. Hükümet 1936 yılında yaptığı bir düzenle- meyle zaten Cape Eyaleti’nde sınırlı olarak oy kullanan siyahların oy kullanma haklarını tamamen kaldırdı. Aynı dönemde Pixley Seme liderliğindeki Afrika Ulusal Kongresi ise halka kabile liderlerine saygı göstermelerini ve sakin bir şekilde örgütlenmelerini öneren bir politika izliyordu. Bunun sonucu olarak ANC’den ayrılan bir grup Hintli ve Melez, Tüm Afrikalılar Toplantısı’nı düzenleyerek bu pasif direnişe dur demek istediler. Fakat tıpkı ANC gibi bu yeni oluşan organizasyon da daha çok eğitimli siyahlardan oluşuyordu ve çatışmacı bir strateji izlemekten uzaktı. Tüm Afrikalılar Kongresi liderleri Güney Afrika ve İngiltere’ye bağlılıklarını dile getiriyor ve bu çerçevede İngiltere Parlamentosunun Güney Afrika’daki duruma müdahale ederek siyahların durumunun düzeltilmesini istiyordu. İşte böyle bir siyasi ortamda yapılan genel seçimlerde D.F. Malan’nın partisi Ulusal Parti (National Party-NP) 1948 seçiminden galip çıktı ve resmi olarak Apartheid rejiminin başlangıcını ilan etti.

Apartheid’in Kurumsallaşması (1948-1990)

1948’de iktidara gelmesinden sonra Malan liderliğindeki Ulusal Parti Afrikaanslara öncelik veren ve diğerlerini dışlayan bir politikayı 1950’lerde düzenledikleri yasalarla uygulamaya başladı. Bu dönem apartheid için gerekli yasaların çıkarıldığı fakat tam olarak uygulanmadığı bir dönemdir. Apartheid sisteminin asıl uygulaması Verwoerd’la beraber gelecektir. Apartheid’in temellerinin atıldığı Malan dönemi aynı zamanda anti-apartheid hareketlerin temellerinin de atıldığı bir dönemdir. Hükümet, 1960’larda Dr. Hendrik Verwoerd başkanlığında Apartheid rejiminin daha iyi işlemesi için bazı önlemler alarak kuvvetlendirdi. Apartheid’in ‘köşe taşı’ olarak kabul edilen Grup Bölgeleri Yasasıyla Güney Afrika bölgelere ayrılarak her etnik grubun yaşayacağı bölgeler ayrı ayrı tespit edildi. Bu çerçevede 1963 ile 1985 yılları arasında yaklaşık 3,5 milyon siyah bulunduğu yerden taşınmak zorunda kaldı.

1960 Mart’ında meydana gelen ve onlarca kişinin hayatını kaybettiği Sharpeville olaylarından sonra birçok yabancı yatırımcı ülkeyi terk etse de dönemin devlet başkanları Hendrik Werwoerd ve BJ Vorster aldıkları sıkı önlemler sonucu bu yatırımların ülkeye geri dönmesini sağladılar. 1963-1972 arasında Güney Afrika’daki yabancı yatırım daha önceki döneme göre iki katından fazla arttı. 1960’lar aynı zamanda Güney Afrika’ya yoğun beyaz nüfusun göç ettiği yıllardı. Ülke, başta İngiltere ve Portekiz olmak üzere dünyanın her tarafından beyaz insan göçü aldı ve bunun sonucunda ülkedeki beyaz nüfus yaklaşık %50 oranında arttı.

1961 yılında ANC, Umkhonto we Sizwe (MK) adı altında silahlı örgütlenmeyi başlattı. 11 Temmuz 1963 tarihinde Rivonia denilen bölgeye yapılan baskın sonucu Nelson Mandela, Govan Mbeki, Walter Sisulu gibi önde gelen ANC liderlerinin tutuklanması ve yargılanması Güney Afrika siyasi hayatında çok meşhur bir siyasi yargılama sürecidir. Mandela’nın da aralarında bulunduğu bir grup lider 12 Haziran 1964’te ömür boyu hapis cezasına çarptırılmıştır.1969 yılında Steve Biko önderliğinde Güney Afrika Öğrencileri Örgütü (South African Students Organization-SASO) kuruldu. Biko, ANC ve PAC’nin öne sürdüğü gibi silahlı bir mücadeleyi önermiyor; aksine şiddet dışı yollarla Apartheid’e karşı mücadele edilmesi gerektiğine inanıyordu. Kısa sürede yaygınlaşan bu öğrenci hareketi 1972 yılında Siyah Halklar Kongresi (Black Peoples Convention-BPC) adı altında yeni bir örgüt kurarak siyasi faliyetlere girişti. Apartheid hükümeti ilk önceleri şiddet dışı yollarla mücadeleyi desteklediği için SASO’ya olumlu yaklaşırken, özellikle BPC’nin kurulmasından sonra daha çok siyasi bir örgüt haline gelen SASO ve lideri Biko’nun faaliyetlerine sınırlama getirmeye başladı. Steve Biko, 18 Ağustos 1977 tarihinde polis tarafından bir yol çevirmesi esnasında gözaltına alındı. Gözaltındayken Pretoria’da öldürüldü.

1970’lerin ortalarından itibaren Steve Biko’nun Siyah Bilinçlenme Hareketi her geçen gün yayılıyor, bu gençliğin birçoğu ANC’ye katılıyor ve çeşitli sabotaj ve bombalamalarla Apartheid rejimine zarar vermeye çalışıyorlardı. Aynı şekilde ülke içindeki bu gelişmelere paralel olarak Güney Afrika’nın sınır komşusu eski sömürgeler konumunu kaybediyor, yerine anti-Apartheid taraftarı olan yönetimler iş başına geliyordu. Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu 1973 yılında aldığı bir kararla Apartheid rejimini ‘insanlığa karşı suçlu’ ilan etti. Aynı şekilde 1977 yılında BM Güvenlik Konseyi ise daha önce kararlaştırılmış olan Güney Afrika’ya yönelik silah satış yasağını zorunlu ilan etti. 1970’lerin ikinci yarısından itibaren eskiden olduğu gibi yabancı yatırım ülkeye gelmemeye ve uluslararası ambargolar sonucunda zaten ülkede var olan yatırımlar ise ülke dışına çıkmaya başladı. 1980’ler Apartheid rejimi için artık zorlu yıllardı. Bir taraftan içeride ANC ve diğer muhalefet etkisini artırıyor, diğer taraftan ise uluslararası ticari ve siyasi ambargolarla ülke izole ediliyordu.

Apartheid’in Sonu ve Demokrasiye Geçiş (1990-1994)

Reformlara açık bir eğilim gösteren De Klerk’in Ağustos 1989 yılında göreve gelmesinden sonra Apartheid hükümeti tutuklu bulunan ANC liderleri ile çeşitli görüşme yolları aradılar. 11 Şubat 1990’da De Klerk’in yaklaşık 27 yıldır hapiste olan Nelson Mandela’yı serbest bırakması, Güney Afrika siyasi hayatında önemli bir dönüm noktası oldu.1990 Haziran’ında Mandela ve De Klerk resmi olarak bir araya gelerek ülkenin geleceğini tartıştı.1990 Ağustos ayında Mandela ANC’nin silahlı mücadeleyi bıraktığını açıkladı; De Klerk ise Apartheid rejimi yasalarını tek tek kaldırmaya başladı.

Bu defa şiddet olayları daha çok Apartheid rejimi ile ANC arasında değil, ANC ile Zulu kabilesinin partisi olan Inkhata Özgürlük Partisi (IFP) taftarları arasında kendini gösterdi. 1994 yılındaki seçimlere kadar IFP- ANC sürtüşmesi Güney Afrika siyasi hayatının ana gündem maddelerinden biri oldu. 20 Aralık 1991’de resmi anayasa görüşmeleri hükümet ve siyasi partilerden oluşan on dokuz grubun katılımıyla başladı. 22 Aralık 1993’te geçici Güney Afrika anayasası ilan edildi. Aynı dönemde Geçici Yürütme Konseyi (Transitional Executive Council-TEC) olarak adlandırılan bir organ kurularak Devlet Başkam De Klerk’in yetkileri paylaştırıldı.

Güney Afrika’daki ilk demokratik seçimler 27 Nisan 1994’te gerçekleştirildi ve seçim sonuçları da 6 Mayıs 1994’te açıklandı. Buna göre, oyların %62,6’sını alan Af- rika Ulusal Kongresi (ANC) seçimden zaferle çıktı. Güney Afrika’nın ilk demokratik seçimleri sonucunda Nelson Mandela 9 Mayıs 1994’te oy birliğiyle Güney Afrika’nın ilk siyahi devlet başkanı seçildi. Thabo Mbeki ve Apartheid rejiminin son devlet başkanı FW De Klerk ise devlet başkan yardımcılığına getirildiler.

1994 Sonrası: Mandela, Mbeki ve Siyasal Dönüşüm

27 Nisan 1994 seçimlerinden sonra Güney Afrika siyasi hayatı ANC partisinin kontrolü altına girmiştir. Nelson Mandela’nın devlet başkanı olduğu 1994-1999 arası dönem, kısaca Güney Afrika toplumu için uzlaşma, dönüşüm ve demokratik bir ortama adapte olma süreci olarak tanımlanabilir. Thabo Mbeki’nin devlet başkanı seçildiği 1999 yılından sonra ise Güney Afrika siyasal sistemi uzlaşmanın ötesinde apartheid döneminden kalan köklü ekonomik ve sosyal sorunlara çözüm aramıştır. 2009’da yapılan seçimlerde ANC adına yarışan Jacob Zuma devlet başkam seçilmiş ve halen bu görevini yürütmektedir.

Sosyoekonomik Yapı

Çeşitli kanunlar ve düzenlemeler, siyasi pratikle birleşerek beyaz azınlıkların toplumdaki en zengin grup olmasına zemin hazırlamıştır. Siyahların ekonominin dışında kalmaları ve beyazların her türlü ekonomik aktiviteden yararlanmalarının kökleri 1924 yılında Hertzog hükümetinin getirdiği düzenlemelerle yasal olarak başlamış ve 1948 yılında Apartheid rejiminin kurulmasıyla birlikte bu durum doğal bir hal almıştır. Güney Afrika toplumunda bugün hala ülkenin en zengin %10’luk kesimi ulusal gelirin %50’sinden fazlasına sahip iken en fakir %20’lik kesim ulusal gelirin ancak %1,5’ine sahiptir ve fakir kesimin %85’inden fazlasının siyah olduğu unutulmamalıdır. Güney Afrika ayrıca yüksek bir işsizlik oranıyla karşı karşıyadır. Resmî rakamlara göre işsizlik oranı %33 ile %40 arasında değişebilmektedir fakat gayri resmi tahminlere göre bu rakam daha da yüksektir.

Makroekonomik göstergeler açısından Güney Afrika ekonomisi Afrika kıtasındaki en gelişmiş ekonomidir. Güney Afrika, Afrika kıtasının arazi açısından sadece %3’üne sahip olmasına rağmen, tüm kıtanın yaklaşık %40 endüstriyel ürününü ve %25’lik GSMH’sini üretmektedir. Genellikle büyüme oranı %3-4 arasında değişmekte ve 2005’ten sonra ise ekonomik büyüme yaklaşık %6 olarak seyretmiştir. Enflasyon genellikle %4,6 gibi tek haneli rakamlarda seyretmektedir. İşsizlik, adaletsiz gelir dağılımı gibi sosyal etkenler ekonomi-politik için uzun vadede problem alanları olarak durmaktadır. Güney Afrika hükümeti 1994 yılından sonra bir dizi düzenlemeler yaparak bozuk olan gelir dağılımını düzeltmeye çalışmaktadır. Bu düzenlemelerin başında devlet ihalelerinin tarihsel olarak dezavantajlı gruplara verilmesi gelmektedir. Güney Afrika ekonomik ve siyasal sisteminin temel problemlerinden bir tanesi yolsuzluktur. Medyanın ve ilgililerin bilgiye daha rahat ulaşabilmesi ve bu şekilde yolsuzluk iddialarının ortaya atılması ilk görünüşte Apartheid sonrası dönemde ciddi bir yolsuzluk varmış gibi bir görüntü vermektedir .Aslında Apartheid dönemine göre çok daha azdır. Apartheid döneminde şeffaf ve açık bir idarenin olmaması bir çok yolsuzluğu gizlemiştir. Güney Afrika’nın ekonomik ve sosyal hayatının en önemli problemlerinden birisi de AIDS’tir. Güney Afrika, Afrika kıtasında AIDS’in rakamsal olarak en yüksek olduğu ülkedir. İstatistiklere göre Güney Afrika’da yaşayan her beş kişiden birisi HIV ya da AIDS virüsü taşımaktadır. Güney Afrika sosyo-ekonomik hayatı Apartheid sonrası dönemde suç olaylarının ciddi oranda artmasına şahit olmuştur. Sosyal Güvenlik şu an itibarıyla Güney Afrika siyasetçilerinin çözüm üretmeleri gereken en temel sorundur. Yayımlanan istatistiklere göre Güney Afrika’da suç oranı azalmamakta aksine artmaktadır. Güney Afrika’da hâli hazırda en temel sorunlar evsizlik, eğitim, sağlık olarak sıralanmakta ve bu sorunlar daha çok siyah halkı etkilemektedir. Beyin göçü, Güney Afrika’nın Apartheid sonrası yaşadığı en büyük sıkıntılardan biridir.

Uluslararası Sistem ve Güney Afrika

Güney Afrika I. ve II. Dünya Savaşlarına asker göndermiş ve ittifak güçleriyle beraber savaşmıştır. Ayrıca II. Dünya Savaşı sonrası Kore’ye asker gönderen ülkeler arasında yer almıştır. Güney Afrika Milletler Cemiyetinin kurucu üyesidir. Güney Afrika, Birleşmiş Milletlerin kuruluşunda da kurucu üye olarak yer almıştır. 1948-1994 arası dönemi temsil eden Apartheid döneminde Güney Afrika’nın dış politikası tek kelimeyle ‘güvenlik arayışı’ olarak ifade edilebilir.1961 yılında İngiliz Milletler Topluluğundan ayrılan Güney Afrika daha sonra Afrika kıtasında bağımsızlık hareketlerinin hız kazanmasıyla beraber bütün dost ülkelerini kaybetmiş ve etrafı düşmanlarla çevrili hale gelmiştir. 1980’lerin sonlarıyla beraber Güney Afrika’nın uluslararası alandan dışlanması öyle bir hal almıştır ki Afrika Ulusal Kongresi’nin uluslararası alandaki temsilci sayısı, Güney Afrika hükûmetinin büyük elçiliklerinden daha fazla hâle gelmiştir. 1994 yılından sonra Güney Afrika’ya uluslararası toplum tarafından uygulanan ambargolar kalkmış ve Güney Afrika uluslararası topluma tekrar katıl- mıştır. Güney Afrika, 1 Haziran 1994’te İngiliz Milletler Topluluğuna, 23 Haziran 1994’te BM Genel Kuruluna yeniden girmiştir.

Güney Afrika dış politikasının temel ilkesi insan hakları ve demokrasiyi ilerletmek, siyasi, ekonomik ve kültürel olarak Afrika’nın yeniden dünya siyasetindeki yerini almasını sağlamaktır. Güney Afrika’nın 2002 yılında Afrika Birliği’nin yeni bir isim ve yapı ile ortaya çıkması için çalışması ve NE- PAD adlı kıtasal bir ekonomik gelişme programının hazırlanmasında ortaya koyduğu çaba çok uluslu örgütlere verdiği önemin göstergeleriydi.

Siyasal Kurumlar

1994 seçimlerinden sonra oluşan Anayasal Meclis 490 kişiden oluşmakta ve 7 parti mecliste temsil edilmekteydi. Mayıs 1994’te başlayan ve tam olarak iki yıl süren bu süreç sonucunda yeni anayasa Mayıs 1996’da kabul edildi ve 4 Şubat 1997 tarihinde yürürlüğe girdi. Bu anayasaya göre Güney Afrika Cumhuriyeti çok partili bir parlamenter demokrasi olup, siyasi güç parlamento ile devlet başkanı arasında paylaştırılmıştır.

Meclis

Güney Afrika Cumhuriyeti’nde Meclis, Ulusal Meclis ve Ulusal Eyalet Konseyi olmak üzere ikili bir yapıdan oluşmaktadır. Ulusal Meclis 400 kişiden oluşur ve 5 yıllığına seçilir. Ulusal Meclis için seçime katılan her parti aday listesini sıralar ve her parti aldığı oy oranına göre Mecliste temsil hakkını kazanır.18 yaşına gelen her Güney Afrika vatandaşı oy kullanma hakkına sahiptir. Parlamentonun ikinci ayağını temsil eden Ulusal Eyalet Konseyi 90 kişiden oluşmaktadır. Dokuz eyaletten oluşan Güney Afrika’da her eyalet, Ulusal Eyalet Konseyi’ne eşit sayıda temsilci gönderme hakkına sahiptir (10 temsilci). Temel görevi parlamento ile dokuz eyalet arasındaki ilişkileri geliştirmek ve parlamento karar alırken eyaletlerin çıkarlarını gözetmektir.

Devlet Başkanı

Güçler ayrımının ikinci ilkesi olan yürütme organının başı devlet başkanıdır. Güney Afrika’da devlet başkanı Ulusal Meclis tarafından beş yıllığına seçilir. Sadece Ulusal Meclis üyeleri bu makama seçilebilir. Aynı kişi en fazla iki defa bu göreve seçilebilir. Ulusal Meclisin üçte iki çoğunlukla güvensizlik oyu vermesi durumunda devlet başkanının görevinden istifa etmesi gerekir. Güney Afrika Cumhuriyeti’nde devlet başkanı hem hükümetin hem de devletin başıdır.

Yargı: Yüce Divan Mahkemesi

Merkezi hükümetin üçüncü ayağını oluşturan organ bağımsız yargıdır. Anayasa Mahkemesi anayasanın yorumlanması ve anayasal konularda karar verme konusunda en yetkili organdır. Anayasal olmayan konularda Yüce Divan Mahkemesi (Supreme Court of Appeal) en yetkili organdır.

Siyasal Partiler ve Siyasal Hayatın Gelişimi

Güney Afrika’da halk dört kez sandık başına gitmiştir ve seçimler Afrika Ulusal Kongresi’nin (ANC) zaferiyle sonuçlanmıştır. Güney Afrika’da şu ana kadar yapılan dört demokratik seçimden de ANC’nin oylarını arttırarak ya da bir önceki aldığı oy oranını koruyarak çıkmıştır. Bununla birlikte genel bir trend olarak seçimlere katılım oranı her seçimde düşüşe uğramıştır. Güney Afrika siyasetinde Afrika Ulusal Kongresi şu ana kadar yapılan her de- mokratik seçimde en yüksek oyu alarak baskın bir rol oynamasına rağmen, Apartheid sonrası kendisine ilke edindiği farklı partileri hükümet içine çekme eğilimini 2004 seçimlerinden sonra da devam ettirmektedir. Bu seçimlerde tarihi olarak Apartheid rejimini kuran Yeni Ulusal Parti seçim kampanyasını ANC ile beraber yürütmüştür. Kurulan seçim ittifakı sonucu meclise girebilen Yeni Ulusal Parti 6 Ağustos 2004 tarihinde ANC’ye katılma kararı alarak tarihi düşman olan iki parti birbirleriyle birleşmiştir.

Güney Afrika siyasi hayatı üçlü ittifak (the tripartite alliance)denilen bir yapının önderliğinde şekillenmektedir. Apartheid rejiminin sona ermesinden sonra gayri resmi olarak ülkeyi bu üçlü yapı (ANC, Güney Afrika Komü- nist Partisi ve Güney Afrika Sendikaları Birliği
)yönetmektedir. Güney Afrika seçmeninin kararlarında ırk unsuru hala önemlidir. Halk ANC’yi bir siyasi partiden ziyade hâlâ bir özgürlük hareketi olarak görmektedir. Güney Afrika siyasi hayatında muhalefet partileri daha çok beyazlardan oluşmakta ve Apartheid rejimiyle beraber hatırlanmakta ve onların devamı olarak görülmektedir. Güney Afrika’da siyasi partiler sağ-sol ya da merkez diye bir yapılaşma içerisinde değildir.

UZAK DOĞU ASYA VE ÇİN ÖRNEĞİ
Giriş

Çin günümüzde dünya ülkeleri arasında gelişmekte olan ülke nitelemesini en çok hak eden ülkedir. Ülkenin ekonomi politikasında, merkezî planlama ve devletçilik yanında piyasa ekonomisi yönünde değişimin yaşandığı 1978 yılından bu yana ekonomik büyüme hızı yaklaşık yıllık %10 olmuştur. Ekonomik açıdan dünyanın en büyük ikinci ülke ekonomisi hâline gelmiştir. İnsan kaynakları bakımından zengin olan ülke doğal kaynaklar bakımından da zengindir. Ülkede önemli kömür yatakları, petrol ve doğal gaz rezervleri bulunmaktadır. Bunların yanında değerli madenler de çıkarılmaktadır. Coğrafi olarak dünyanın üçüncü büyük ülkesi olan Çin’in denize kıyısı 18 bin kilometredir. Ülke nüfusunun yaklaşık %45’i kentlerde yaşamaktadır ve %92’si etnik olarak Han Çinlidir. Geri kalan %8 ise resmî olarak tanınmış elli beş ayrı etnik gruptan oluşmaktadır. Çin siyasi olarak tek parti hâkimiyetine dayanan Komünist bir rejim ile yönetilmektedir.

Siyasal Sistemin Şekillenmesine Etki Eden Dinamikler
İmparatorluk Geleneği

Medeniyeti MÖ 2000 yıllarına kadar geriye giden Çin, ilk olarak MÖ 221 yılında bir imparatorluk olarak ülke birliğini sağlamıştır. Bu tarihten itibaren iç karışıklıklar ol- makla birlikte farklı hanedanlar ülkeyi 20. yüzyıla kadar merkezî bir imparatorluk olarak yönetmişlerdir. Çin’de siyasal kültür Konfüçyüs’ün öğretileri ile şekillenmiştir. Konfüçyüs otoriteye itaat, yaşlılara ve idarecilere saygı, yöneticilerin adil yönetme sorumluluğu ve eğitimin öne- mini vurgulamıştır.

Avrupalı sanayileşen devletler, 18. ve 19. yüzyılda dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi pazar ve ham madde ihtiyacı nedeniyle Çin’i de dışa açılmaya ve serbest ticarete zorlamış, ülkeyi sömürge hâline getirmeye çalışmışlardır. Çin’in direnmesine rağmen Britanya, Çin ile ticaretini kendi lehine çevirmek, ticaret açığını kapatabilmek için askeri güç kullanmıştır. 19. yüzyılda Britanya’nın galip ayrıldığı Afyon savaşları Çin’in emperyalist devletlere karşı direncinin azaldığının ilk göstergeleri arasındadır.19.yüzyılın sonunda ülkede köylülerin toprak sahipleri ve devlet tarafından sömürülmesi isyanları da beraberinde getirmiş, İmparatorluğun reform çabaları sonuç vermeyince 1912 yılında milliyetçi bir devrim ile cumhuriyet kurulmuştur.

Cumhuriyet Dönemi ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin Kuruluşu

1912 yılında kurulan cumhuriyetin öncülüğünü Batı’da eğitim görmüş ve Batıcı fikirlere sahip Sun Yat-sen yapmıştır. Bu dönemden sonra ülke yarı feodal ve yarı sömürge bir şekilde yönetilmiştir.

Bu dönemde ülkedeki en etkin iki siyasal örgüt ikinci dünya savaşma kadar ülkeyi yöneten Milliyetçi Parti ve 1921 yılında kurulan Komünist partisi olmuştur. Komünist Parti, ülkeyi yöneten milliyetçilere yerel askeri güçlere karşı mücadelede destek vermiştir. Milliyetçiler ise ülkede kontrolü sağladıktan sonra Komünistleri etkisiz hâle getirmeye çalışmışlardır. Milliyetçilerin saldırılarından korunmak için Komünist parti ve destekçileri 6,000 kilometrelik bir geri çekilme ile ülkenin iç bölgelerinde tekrar örgütlenmişlerdir. ‘Uzun Yürüyüş’ olarak adlandırılan ve komünist rejim için sembolik öneme sahip olan bu harekete katılanlardan birçoğu Komünist dönemde uzun yıllar ülkenin siyasal yönetiminde söz sahibi olacaklardır. Komünist partisi yaşadığı zorluklara ve baskılara rağmen milyonlarca köylünün desteğini alarak önce Japon işgaline karşı direnişte kendini göstermiş, daha sonra iç savaşta milliyetçiler karşısında zafer kazanmıştır.

Komünist partinin başarısında ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulması sürecinde en önemli isim Mao Zedong’dur. Mao, ülkesinin Japon işgalinden kurtuluşunda ve Milliyetçi parti ile yapılan mücadelede önemli rol üstlenmiş ve 1945’te parti içerisinde liderliğe yükselmiştir. 1949 yılında Pekin’deki Tiananmen meydanında, iç savaşın galibi olan Komünist partisi lideri olarak ‘Çin halkı ayağa kalktı’ diyerek Çin’in yüzyıllık gerileme döne- minin bittiğini ilan etmiştir.

Mao Dönemi

Çin Komünist partisi 1949 yılında iktidara geldiğinde Çin’de yüzyıllardır süregelen toplumsal hiyerarşik yapıları ve eşitsizlikleri yok etme vaatlerini çeşitli politikalarla gerçekleştirme çabasına girmiştir. Toprak reformu gibi birçok alanda eşitlikçi sosyal reformları başlatmıştır. Afyon bağımlılığı ve fuhuş ile mücadelede başarılı sonuçlar alınmıştır. Kadının aileden başlayarak diğer toplumsal alanlarda statüsünün artırılması için hukuksal reformlara gidilmiştir.

1957 yılında Mao ‘Yüz Çiçek Hareketi’ adı altında politik açılım programı başlatmıştır. Ülkenin aydınlarını rejimi eleştiriye davet eden Mao hemen ertesinde rejimi eleştirenleri sert bir şekilde bastırmıştır. 1958 yılında ise ‘Büyük Atılım’ denilen tarım ve sanayide kalkınmayı hedefleyen bir politika uygulamaya koymuştur. Mao bu kampanya ile kendi düşüncesine göre yorumladığı komünist ideolojiyi Çin’de tam olarak hayata geçirmeye çalışmıştır Mao’nun ‘Büyük Atılım’ kampanyasında ekonomik kalkınma için gösterdiği çözüm halk kitlelerinin emeğini kullanarak teknoloji ve uzman eksikliğinin yerini doldurmaktır. Mao’nun bürokrasi ve uzmanlık karşıtlığı onun bu kurumların eşitsizlik getirdiğine inancından kaynaklanmaktadır. Büyük Atılım kampanyasının sonucunda istenen sanayi üretimi gerçekleştirilemediği gibi tarımsal üretim de aksamıştır. Ülkede kuraklık ve sel baskınlarına neden olan iklim koşullarının da kötü gitmesi ile üç yıl süren ve milyonlarca kişinin ölümüne neden olan kıtlık yaşanmıştır. Komünizme geçişin felaketle sona ermesi Mao’nun ekonomik politika yapımından elini çekmesine ve tarımda özel mülkiyete kısmen geri dönülmesine neden olmuştur. Mao ‘Büyük Atılım’ girişiminin başarısız olmasından sonra 1960’lı yıllarda ‘Kültürel Devrim’ adı verilen başka bir kampanya baş- latmıştır. ‘Kızıl Muhafızlar’ olarak da adlandırılan öğrencilerin okullarından başlayarak ülkede bütün otorite sahibi kişileri sorgulamasına neden olan bu girişim, ülkede okullar dâhil bütün kurumları işlemez hâle getirmiştir. Mao döneminde ülke yönetimi halkın yaşam standardını belirli alanlarda yükseltmiş olmasına rağmen ekonomik, siyasi, kültürel ve diğer alanlarda başarısızlıklar yaşamıştır.

Mao Sonrası Dönem

Mao’nun 1976 yılında ölümünden sonra Komünist parti liderliği Mao’nun geleneğine ve fikirlerine sadık olanlar ve Deng Şayping’in liderliğinde reform yanlısı olanlar şeklinde iki hizbe bölünmüştür. 1978 yılma gelindiğinde Deng ve taraftarları iktidarı ele geçirmişlerdir. Deng İdeolojiden çok pragmatizme inanmaktadır. Ülkenin ekonomik politikalarındaki değişimin ve dışa açılımının arkasında Deng Şayping yer almıştır. Çin’in bugünkü lideri Hu Jintao’dur. Devlet Başkanlığı ve Komünist partisi genel sekreterliği görevlerini birlikte yürütmektedir. Mao ve Deng dönemlerinden sonra tek adam egemenliğine karşı Komünist parti içerisinde yaş ve dönem sınırlamaları getirilmiştir. Günümüzde Komünist parti liderleri bir kurul olarak ülkeyi yönetmektedirler. 2012 yılının Kasım ayında 18. Parti Genel Kongresinde görev süresi biten Parti Genel Sekreteri Hu Jintao’nun yerine devlet başkan yardımcısı Şi Cinping seçilmiştir. Bu kongrede ayrıca Komünist partinin en yetkili organı olan Politbüro Daimi Komitesi üyeleri emekliye ayrıldığından, bütün üyeler yenilenmiştir.

Sosyoekonomik Yapı

Çin, yaklaşık 9,6 milyon kilometrekarelik yüzölçümüyle Asya’nın en büyük ülkesi; dünyanın ise Rusya ve Kanada’dan sonraki üçüncü büyük ülkesidir. Çin’in nüfusu yaklaşık 1 milyar 350 milyon kişidir. Çin devleti 1970’lerin sonlarında nüfus kontrolünü sağlamak için Tek Çocuk Politikasını başlatmıştır. Aileler yalnızca bir çocuk sahibi olmaları için çeşitli araçlarla teşvik edilmekte, birden fazla çocuk sahibi olmak isteyenler cezalandırabilmektedir. Çin’in etnik yapısına bakıldığında ülkede en kalabalık grup Han Çinlileri olmakla birlikte nüfusunun yaklaşık %8’ini oluşturan 55 ayrı etnik grup coğrafi olarak ülkenin geniş bir alanına yayılmışlardır. 1949 yılında nüfusun yalnızca %10’u şehirlerde yaşamaktaydı. Günümüzde ise bu oran %45 olmuştur. Çin’de Çince’nin mandarin lehçesi ağırlıklı olarak konuşulmaktadır. Ülkede dinî açıdan Budizm, Taoizm ve Çin’in diğer geleneksel dinleri en önde gelen dinlerdir. Müslümanlık ve Hıristiyanlık da önemli dinler arasındadır.

Ekonomik Politikalar

Ekonomik politikalar açısından değerlendirildiğinde Mao dönemi ekonomi politikaları ülkeye kötü yönetilmiş bir tarımsal üretim ile ülke gereksinimleri açısından son derece yetersiz bir sanayi yapısı bırakmıştır. Mao sonrası ekonomik reformlar ülkede ekonomik büyümenin ve refahın artırılmasını amaçlamıştır. Bunu gerçekleştirmek içim merkezî planlama ve ortak mülkiyet prensiplerinden taviz verilerek resmî olarak ‘sosyalist piyasa ekonomisine’ geçildiği belirtilmiştir.

Çin ekonomisinin reformlar sonrasında gösterdiği gelişme çarpıcıdır. Gayrisafi Millî Hasıla artışı dikkate alındığında, Çin 1978’den itibaren yılda ortalama %9 oranında büyürken, 19901ı yıllarda bu oran %10’u geçmiştir. Çin, bu verilerle dünyanın ikinci büyük ülke ekonomisi konumundadır. 1990’lardaki hızlı ekonomik büyüme, kısmen kapsamlı özelleştirmelerin ve yabancı yatırımcıya ülkeye giriş izni verilmesinin sonucudur.

Uluslararası Sistem ve Çin

Çin’in gerçek gücü ekonomik ve kültürel alanlardadır. Çin tarihinde hiçbir zaman denizaşırı ülkeleri sömürgeleştirme politikası izlememiştir. Komünist dönemde ülke yönetiminin en önemli hedefleri arasında ülkenin uluslararası alanda eski gücünü kazanması olmuştur. Bugün dünyanın en fazla ticaret yapan birkaç ülkesinden biridir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin veto yetkisi olan beş daimi üyesi arasındadır.

Dünyanın en kalabalık ordusuna ve nükleer silahlara sahip olan Çin, donanmasını da hızla modernize etmektedir. Tayvan sorunu, Çin Halk Cumhuriyeti kurulurken iç savaşı kaybeden Çin Milliyetçileri Tayvan adasına yerleşmişler ve burada ABD’nin de desteği ile bir devlet kurmuşlardır. Komünist Çin yönetimi bu devleti hala tanımamakta, eyaletlerinden birisi olarak görmektedir. Batı ülkelerinin çoğu 1970’lerden itibaren Tayvan yerine Çin Halk Cumhuriyeti’ni Çin’in uluslararası alanda temsilcisi olarak kabul etmişlerdir. 1990’larda Çin, Avrupa Birliği, Rusya, Japonya ve ASEAN ülkeleri ile önemli anlaşmalar imzalamıştır. Japonya ve Hindistan ile tarihi problemlerini bir kenara bırakarak iyi ilişkiler geliştirmiştir. 2001 yılında Rusya ve Çin elli yıldır ilk kez bir dostluk anlaşması imzalamışlardır. ABD-Çin ilişkilerini büyük ölçüde iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler belirlemektedir. İki ülke arasındaki ticaret hacmi yaklaşık 400 milyar dolardır. Ayrıca her iki ülke diğerinde doğrudan yatırımlar yapmaktadır.

2012 yılı Türkiye’de Çin yılı olarak ilan edilmiştir. 2013 ise Çin’de Türkiye yılı olarak ilan edilmiştir. Türkiye ile Çin ilişkilerinde en önemli sorun kaynağı Doğu Türkistan’da yaşayan Uygur Türklerinin durumudur. Çin’le olan ilişkilerimizde en önemli sorunlardan birisi de bu ülkeyle olan ticaretimizin önemli miktarda açık vermesidir. Türkiye’nin Çin’le olan ilişkilerinde en önemli amaçlarından birisi ticaretimizi miktarını artırmak ve çeşitlendirmektir.

Siyasal Kurumlar ve Siyasal Yapı

Batılılar Asya’da en yaygın siyasal sistemi ‘doğu despotizmi’ olarak tanımlamışlardır. Bunun da en tipik örneğini Çin oluşturur. Buna göre otoriter hanedan yönetimleri merkezi bürokratik örgüt yardımı ile hak ve özgürlüklere sahip olmayan hiyerarşik bir toplumu yönetirler. Çin’de de tek parti hâkimiyetine dayanan bir rejim vardır. Çin siyasal sisteminin devlet başkanlığı ve başbakanlık gibi önemli kurumları komünist ideoloji ile meşruiyetini sağlayan tek bir parti denetimi altındadır. Çin bu açıdan bir komünist parti devletidir. Çin’de siyasal ve idari kurumlar birbirlerine paralel devlet ve parti hiyerarşileri şeklinde örgütlenmiştir. Partinin en üst karar organı olan Ulusal Parti Kongresi üyelerinin çoğu devletin en üst yasama organı olan Ulusal Halk Kongresinin de üyeleridir.

Komünist İdeoloji

Çin siyasal sisteminde Komünist parti hâkimiyeti komünist ideoloji (19.yüzyılda kapitalizme ve liberalizme tepki olarak ortaya çıkan, ortak mülkiyete dayalı olarak sosyal ve ekonomik eşitliği savunan ideoloji)ile meşrulaştırılmaktadır. Karl Marks’ın fikirlerine dayanan komünist sistem işçi veya köylülerin kendilerini sömüren sınıflara karşı mücadelesinin en son aşamasında kurulur. Buna göre Komünist sistemde bütün mülkiyet devletin olacak ve sınıf ayrımı ortadan kalkacaktır.

Mao Zedong, Marksist teoriye Çin’e özgü koşulları dikkate alarak yorum getirmiştir. Buna göre devrimin itici gücü olan Komünist partisi, devrimi gerçekleştirmek için ve komünist sistemi kurmak için köylü desteğine dayanacaktır.

Çin Komünist Partisi

Çin halk cumhuriyeti dünyanın ikinci büyük ekonomisine sahip olmasına ve gayrisafi millî hâsılasının önemli bir kısmının özel sektör kaynaklı olmasına rağmen otoriter komünist tek parti yönetimi altındadır. 1982 anayasası ülkede kamu ve özel sektörde bütün kurumların komünist partisinin liderliği altında işleyeceğini belirtmektedir. Parti üyeliğine bütün meslek alanlarından en başarılı kişiler seçilmektedir. Partinin üyelerinin özellikleri değiştikçe parti ideolojisinin de daha ılımlı hâle gelmesi beklenmektedir. Toplam parti üyeliği 83 milyon kişinin üzerindedir. Köylüler, üyelerin üçte birini oluşturmaktadır. Yaklaşık 7 milyon parti üyesi, parti ve devlet kurumlarında çalışmaktadır.2001 yılından bu yana özel sektör çalışanları da partiye katılabilmektedir. 2012 yılının kasım ayında yapılan 18. Parti genel kongresine ülkenin en zengin iş adamları da katılmıştır.

Çin’de Komünist parti rejiminin ayakta kalmasının nedenleri arasında özellikle ekonomik alanda yeniliklere açık ve reformist olması gösterilmektedir. Mao’nun ölümünden sonra yönetime gelen liderler ülkenin merkezî planlama ile yönetilen ekonomisini kısmi bir piyasa ekonomisine dönüştürmüşlerdir. Mao dönemindeki tek adam yönetiminden farklı olarak liderlik parti içerisindeki bir seçkin grup tarafından paylaşılmaktadır. Ortak liderlik yanında görev sürelerine de sınırlamalar getirilmiştir.

Komünist partisinin yapısına baktığımızda en etkin parti organı 9 üyeli Komünist partisi Politbüro Daimi Komitesi ve 25 üyeli Politbürodur. Parti Politbürosu’nun üyelerini ve parti genel sekreterini partinin Ulusal Kongresi’nin Merkez Komitesi seçmektedir. Daimi Komitede genellikle en seçkin ve en yaşlı Komünist parti üyeleri yer almaktadır. Liderler oy birliği ile karar almaktadır. Bu nedenle Mao ve Deng dönemindeki tek lider hâkimiyetinden bugün söz etmek mümkün değildir. Komünist partisi liderliği bir grup olarak icra edilmektedir.

Coğrafi olarak ve iş kollarına göre örgütlenen partide alt düzeydeki kongreler parti komitelerini seçmektedirler. En üstte yer alan Ulusal Parti Kongresi’nin beş yılda en az bir defa toplanması öngörülmüştür. Bu Kongre yaklaşık 200 üyeli Merkez Komitesini seçer. Merkez Komitesi etkili olsa da Çin’de asıl iktidar Parti Politbürosu’ndadır. Komünist Partisi bürokrasisinin başında parti genel sekreteri bulunmaktadır. Partinin ayrıca bir başkanı yoktur. Mao döneminde parti başkanlığı makamı varken günümüzde partinin en yetkili kişisi genel sekreter olmaktadır.2012 yılının Kasım ayında partinin genel sekreterliğine Şi Cinping seçilmiştir.

Çin Komünist partisi devletin kurumlarını ve orduyu kontrol etmektedir. Parti, doğrudan Politbüro’ya bağlı olan Merkezî Ordu Komisyonu vasıtasıyla orduyu kontrol altında tutmaktadır. Ordunun yanında bütün siyasal kurumlarda, devletin sahip olduğu ekonomik kuruluşlarda atamaları Parti yapmaktadır. Parti ayrıca medyayı, yargı organlarını ve güvenlik teşkilatını da denetimi altında tutmaktadır. Çin Komünist partisi kararları almakta ve politikaların uygulanmasını devlet organlarına bırak- maktadır. Devlet organlarının en üstünde Bakanlar Konseyi bulunmaktadır. Onun altında bakanlıklar, komisyonlar ve yerel yönetimler bulunmaktadır.

Çin Anayasası’na göre ülkenin yasama organı olan Ulusal Halk Meclisi, Bakanlar Konseyini, devlet başkanını, Yüksek Halk Mahkemesini, başsavcıyı ve orduyu seçer ve denetler. Uygulamada ise parlamento da Komünist partinin kontrolündedir. Parlamento üyeleri daha önceden parti tarafından hazırlanıp önlerine getirilen her türlü belgeyi onaylamak durumunda kalırlar. Mao dönemi ile kıyaslandığında Çin siyasal sisteminde tek bir kişinin hâkimiyeti yerine kolektif yönetim ön plana çıkmıştır. Politbüro üyeleri arasında Parti genel sekreteri de olmak üzere uzlaşma aranmaktadır. Kimilerine göre Çin liderleri- nin kolektif karar almaya vurgusu Mao dönemindeki aşırılıkların tekrar yaşanmaması ve Sovyetler Birliğinde olduğu gibi Gorbaçov benzeri bir liderin sistemi kökten değiştirmesine engel olunması içindir.

Devlet Kurumları

Çin’de en önemli devlet organları Ulusal Halk Kongresi, Devlet Başkanı ve Devlet Konseyi’dir. Başbakan ve Devlet Konseyi (Bakanlar Kurulu) ülke politikalarının yürütülmesinden sorumludur. Cumhurbaşkanlığı sembolik bir makam olsa da Komünist parti genel sekreteri aynı zamanda cumhurbaşkanlığı görevini de yürüttüğünden politik önemi artmaktadır.

Yasama Organı

Çin’de anayasal olarak en üstün devlet organı Ulusal Halk Kongresi’dir. Seçimler beş yılda bir yapılır. Ulusal Halk Kongresi’nin üye sayısı yaklaşık üç bin kişidir. Yapısı tek meclislidir. Siyasal partiler olmadığı için tam olarak bir temsil ve rekabetten söz edilemezse de Kongre gücünü artırmaktadır. Ulusal Halk Kongresi toplanmadığı dönemlerde onun yerine görev yapan yaklaşık yüz elli üyeli Daimi Komisyon görev yapar. Daimi Komisyon’un önemi giderek artmaktadır. Daimi Komisyon’un başında genelde Politbüro Daimi Komitesi üyelerinden birisi bulunmaktadır. Komisyon son yıllarda yürütme organından gelen bazı yasa tasarılarını geri çevirebilmiştir. Daimi Komisyon geleneksel olarak önüne gelen tasarıları tartışmasız onaylarken günümüzde delegeler hükümet politikalarını eleştirebilmektedir. Parti içerisindeki görüş ayrılıkları Daimi Komisyon içerisinde dile getirilmekte ve gruplar karşı karşıya gelmektedir.

Devlet Başkanı

Çin’de devlet başkanlığı makamı semboliktir. Devlet başkanını ve başkan yardımcısını Ulusal Halk Kongresi’nin Daimi Komisyonu aday gösterir ve Kongre başkanı beş yıllık bir süre için seçer. Devlet başkanı, başbakanı, başbakan yardımcısını ve diğer Bakanlar Ku- rulu üyelerini, meclis komisyonlarının başkanlarını ve büyükelçileri atar.

Devlet Konseyi

Çin sisteminde en önemli yürütme organı Devlet Konseyidir (Bakanlar Kurulu), Bakanlar Kurulu üyeleri başbakanın teklifi üzerinde Ulusal Halk Kongresi tarafın- dan seçilir ve yaklaşık 50 üyesi vardır. Devlet Konseyi bakanlıkları, komisyonların işleyişini denetler, ekonomiyi, dış politikayı ve diğer politika alanlarını yönetir.

Yargı

Halk mahkemeleri ülkenin yargı merciidir. Devlet düzeyinde kurulan Yüksek Halk Mahkemesi’nin yanı sıra eyalet, özerk bölge ve merkeze doğrudan bağlı şehirlerde yüksek halk mahkemeleri, daha alt birimlerde de orta düzey ve yerel halk mahkemeleri kurulur. Ülkenin en yüksek yargı organı olan Anayasa Yüksek Halk Mah- kemesinin yargı yetkisini bağımsız olarak kullanacağı hükmünü içerse de yargı makamları da Komünist partinin denetimi altındadır. Çin yargı sisteminde ayrıca Halk Savcılıkları ve özel görevli mahkemeler de bulunmaktadır

Ordu

Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunda ordunun büyük rolü olmuştur. Halk Kurtuluş Ordusu ile Komünist Parti iç savaşta milliyetçilere karşı ve Japon işgaline karşı mücadele sürecinde birbirinden ayrılmaz iki kurum olmuştur. Bugün de Komünist partinin Politbürosu ile örtüşen Merkezî Ordu Komisyonu askerî konularda en yüksek karar alma organıdır. Politbüro üyelerinin önemli bir kısmı asker kökenli olmuştur veya en azından orduda görev almışlardır. Günümüzde rejim iç güvenlik amacıyla ordunun yerine polis teşkilatına giderek daha fazla önem vermektedir. Polisin sayısı ve yetkileri artırılmıştır.

Merkezi Yönetim ve Bölgeler

Çin Halk Cumhuriyeti Anayasası’na göre Çin’deki idari yapı esas olarak şöyle düzenlenmiştir: Tüm ülke eyaletlere, özerk bölgelere ve doğrudan doğruya merkeze bağlı şehirlere bölünmüştür. Özerk bölgeler ve özerk iller azınlık etnik grupların özerklik uyguladıkları yerlerdir. Eyalet valileri merkezden atanır. Günümüzde Çin’de merkeze doğrudan bağlı 4 şehir, 22 eyalet, 5 özerk bölge ve 2 özel idari bölge olmak üzere eyalet düzeyinde 34 coğrafi idari kuruluş bulunmaktadır. Çin’in üniter devlet yapısı içerisinde bölgelerin hareket alanı olmasına rağmen merkeze bağımlıdırlar. Merkezî yönetim bakanlıklarının her bölgede temsilcileri bulunmaktadır. Eyalet yöneticileri Komünist partisinin yetkili organları tarafından atanıp görevden alınmaktadır. Merkezî yönetim bölgeleri mali yönden de denetleyebilmektedir. Çin’de yerel yönetimler güçlüdür. Merkezî yönetimin çıkardığı yasalar genel olduğundan yerel yönetimler bu yasalara aykırı olmamak kaydıyla kendi yasalarını çıkarabilirler.

Sonuç

Komünist parti liderliği, Maocu düşüncenin etkisinin azaldığı günümüzde ulusal gururu ekonomik büyüme ile eşitlemiştir. Ülke dışa açılma politikaları ile dünyada eşine az rastlanır bir ekonomik başarıya imza atmıştır. Uzun dönemli yüksek oranlı büyüme ülkede refah seviyesini ar- tırmış ve yoksulluk oranını düşürmüştür. Dış politikada ABD ile boy ölçüşebilecek bir duruma gelen Çin bölgesinde tartışmasız lider konumundadır.

Ekonomik büyüme ve refah ile birlikte çeşitli sorunlar ortaya çıkmıştır. Çevre kirliliği bu sorunların en önemlilerindendir.

Yolsuzluk ülkenin bir diğer önemli sorunudur. Son beş yıl içerisinde en alt idari düzeyde 540 bin devlet görevlisi yolsuzluk nedeniyle ceza almıştır.

Ülkenin ekonomik büyüme hızı son iki yıldır yavaşlama eğilimindedir. Çin yönetimi, ekonomik yavaşlamanın sonuçlarını en aza indirmek için iç talebi artıracak tedbirler almaktadır. Ekonomik alandaki ilerlemeler aynı oranda toplumsal yaşama yansımamaktadır. Çin’de sivil toplum kuruluşlarının Komünist parti denetimi dışında varlıklarını devam ettirmesi zordur. Çin yönetimi ekonomik açılım politikalarını siyasal açılıma dönüştürme niyetinde değildir.

LATİN AMERİKA: BREZİLYA ÖRNEĞİ
Kısa Tarihsel Özet
Brezilya, yüzölçümü bakımından Latin Amerika’da birinci, dünya üzerinde ise beşinci büyük ülkedir. Bu durumuna ek olarak son yıllarda sergilediği başarılı büyüme hızı nedeniyle de dikkatleri üzerine toplamıştır. İspanya’nın sömürgesi olan diğer Latin Amerika ülkelerinden farklı olarak Brezilya, Portekiz’den bağımsızlığını kazandıktan sonra büyük oranda bütünlüğünü koruyabilmiştir. Bu duruma neden olan öğeler konusunda tarihçilerin farklı bakış açıları bulunmakla birlikte, önde gelen düşüncelerden biri, Portekiz monarşisinin Napolyon’un Portekiz’i işgali sonrası Brezilya’ya taşınmış olmasıdır fakat bu duruma rağmen Brezilya’nın yeterli seviyede büyüyememesini ise Portekiz’in Brezilya’nın gelişimine hizmet edecek kurum ve planları engellemesi olarak gösterilmektedir.

Anayasal Yapı
1964-1985 yılları arasında ordunun yönettiği ve tarihinin büyük bölümünde başkanlık ile yönetilmiş olan Brezilya’nın mevcut anayasasının etkilenmiş olduğu unsurlar şu şekilde sıralanabilir;

• Ordu yönetimi ele geçirmeden önceki anayasal yapı
• 1982 yılında başlayan demokratikleşme süreci
• Parlamentoların onayladığı anayasa değişiklikleri

1824 yılı Brezilya demokrasisi için önem arz etmektedir zira imparatorun yönetimini kısıtlayan ilk anayasal düzenlemenin uygulanması, siyasi partilerin ortaya çıkışı ve sınırlı da olsa seçimler bu tarih itibariyle mümkün olmuştur. Cumhuriyet, 1889 yılında ordunun baskısı sonucunda ilan edilebilmiş, 1932 yılında kadınların seçme hakkını kazanmasına kadar oy hakkı sadece okuryazar erkeklere tanınmıştır. Vargas’ın 1950 yılında başkanlık seçimini kazanmasından sonra seçimler devam etse de demokrasinin işlerliği mümkün olmamış ve 1964 yılında ordunun darbesi sonucu Brezilya’nın ilk demokrasi deneyimi sonlanmıştır. Her ne kadar 1985 yılı Brezilya için demokratik dönemin başlangıcı olarak kabul görse de, uzun bir süre ordu siyasete yön vermeye devam etmiştir.

Brezilya’nın bağımsızlığını kazanmasından sonra bir süre siyasetten uzak duran ordu, 1865-1870 yılları arasında yaşanan Paraguay Savaşı ile konumunu değiştirmiş, monarşinin ortadan kaldırılmasında büyük etkide bulunmuştur. Ordu, 1964’te yirmi bir yıllığına yönetimi ele geçirmeden önce, 1930’da darbe ile Vargas’ı yönetime getiren güçtür. Brezilya’daki askeri yönetimi diğer Latin Amerika ülkelerindekinden ayıran özelliği, Kongre için seçimlerin yapılmasına izin vermiş olmasıdır. Ekonominin gelişmesini de önemseyen ordu, yönetime geldikten üç yıl sonra, ekonomik performansın yükselişe geçmesini sağladı. Yüksek performansın sağlandığı bu döneme, Brezilya Mucizesi” adı verilmektedir. Ancak 1980’li yıllarla birlikte dış borcun artması, enflasyonun aşırı

yükselişi gibi nedenlerle ekonomik gelişme durmuştur. 1978 yılından itibaren işçi grevleri artmış, ordu nihayet 1985’te yönetimi sivil bir başkana bırakmak zorunda kalmıştır. Yönetim sivilleşmiş olsa da, askeri dönemde yaşanan insan hakları ihlalleri konusunda bir adım atılamamış, Başkan Lula’nın askeri dönemde yaşanmış usulsüzlüklerin araştırılması için önerdiği komisyon kabul görmemiştir.

Askeri yönetimden sivil yönetime geçildikten sonra yapılan ilk başkanlık seçimlerinin doğrudan olmasına askeri hükümet izin vermezken, 1988 yılında hazırlanan anayasayla doğrudan seçim öngörülürken, başkanın görev süresi bir dönem olarak belirlenmiştir. 1997 yılındaki anayasaya göre ise aynı kişinin iki dönem başkanlık yapmasının önü açılmıştır. Başkanlık sisteminin iki turda yapılması planlanmış ve ilk turda mutlak çoğunluğun oyunu alan adayın, ikinci tura gerek duymadan başkan olabilmesi düşünülmüştü. Brezilya’daki başkanlık sisteminin önemli özelliklerinden biri, başkanın partisinin yasama organındaki gücünün zayıf olmasıdır. Bu durum başkanın siyasi gücünün zayıflamasına neden olsa da, anayasanın belirlemiş olduğu hukuksal yetkileri sayesinde yönetimini etkili bir şekilde sürdürmesi mümkün olabilmektedir. Anayasanın başkana tanıdığı haklar şöyle sıralanabilir;

Ø Bazı özel alanlarda meclise yasa tasarısı sunmada müstesna hakka sahip olması
Ø Başkan bütçe yasasını sunduktan sonra yasama organının harcamaları yükseltme hakkının
neredeyse olmaması
Ø Kongre ajandasına başkanın sunduğu yasa tasarılarına öncelik tanınması
Ø Kısmi veto hakkı
Ø Yasama alanında kanun hükmünde kararname verebilmesi

Brezilya başkanlık siteminin hem bazı sorunlara yol açan özellikte olduğu hem de etkili bir yönetime yol açacak başkanın elini güçlendiren anayasal düzenlemelere sahip olduğu söylenebilir. 1994 yılına kadar Brezilya’nın istikrar sağlayamaması, ülkedeki yönetim sisteminin zayıf olduğu yönünde bir algı yaratmıştır fakat Başkan Cardoso ile başlayıp Lula ile devam eden siyasi ve ekonomik istikrar neticesinde, demokratik başkanlık sisteminin düzgün bir şekilde çalışmaya başladığı yönünde pozitif düşünceler oluşmaya başlamıştır.

Portekiz koloni sisteminde merkezi yönetim çok kuvvetli değildi. Brezilya, bağımsızlığını kazandıktan sonra da bu yapının etkileri sürdü. Her ne kadar Vargas ile askeri yönetim merkezi yapıyı güçlendirmeye çalışsa da, demokratikleşme süreciyle birlikte eyaletlerin ve valilerin önemi yeniden artmaya başlamıştır. 1988 anayasasına göre Brezilya Federal yönetiminin özellikleri şöyle sıralanabilir;
• Federal bölge 26 eyalet ve otonom bölgeden oluşmaktadır
• Her eyalet dört yıllık seçilen valilerce yönetilir
• Her eyalette tek meclisten oluşan yasama organı vardır
• Her eyaletin temsilci sayısı üçtür

Sonuç olarak, federal devlet, eyalet hükûmetleri ve belediyelerin mali kararları ve aralarındaki ilişkiler Brezilya’nın ekonomisini etkilemiştir.

Siyasal Kültür
Brezilya’da yapılmış olan anket sonuçlarına göre 2008 yılına kadar halkın demokrasiyi destekleme noktasında zayıf olduğu görülmektedir. 2008 yılından itibaren ise dünya standartlarına göre düşük olsa da demokrasiyi destekleme oranında bir artış izlenmiştir. Brezilya’daki vatandaşların tercihlerinin temsil edilmesini etkileyen kurum ve yapılar dört ana başlık altında toplanabilir;

Ø Siyasi partiler ve parti sistemi
Ø Seçim sistemi
Ø Seçim sonuçları
Ø Çıkar grupları ve toplumsal hareketler

Brezilya parti sistemi çok partili, parçalanmış bir sistemdir. Bazı yazarlara göre Brezilya’da siyasi partilerde patronaj ilişkileri etkili olurken, diğer bir kısmına göre ise son yıllarda partiler kendi ideolojik veya politik pozisyonlarını oluşturup, bununla seçmenlere hitap etmektedirler. Brezilya’da parti sistemini zayıflatan unsurların başında açık liste nispi seçim sistemi ile milletvekillerinin çok sık parti değiştirmesi gelmektedir. 1971 yılında askerî hükûmet tarafından yürürlüğe konan partiler yasasına göre partilerin ilçe, eyalet ve ulusal olmak üzere üç seviyede örgütlenmesi gerekiyordu. 1995 yılında yürürlüğe giren Yeni Partiler Yasası aday belirleme yöntemini partilerin seçimine bırakmış olsa da birçok parti değişikliğe gitmemiştir. Brezilya demokrasisinde alt meclis (temsilciler meclisi) seçimlerinde açık liste nispi seçim sistemi kullanılmaktadır. Nispi seçim sisteminin en önemli özelliği partilerin mecliste aldıkları sandalye sayısının partilerin oylarına oranla dağıtılmasıdır. Brezilya seçim sonuçları için (s: 188, Tablo 6.2)’ye bakılabilir.

Latin Amerika’da en yaygın olduğu düşünülen menfaat gruplarının örgütlenme biçimi korporatizmdir. Uygulamasında farklı ülkelerde değişik şekiller aldığı görülmüştür. Brezilya’da korporatizmin temeli Vargas’ın diktatörlüğü döneminde atılmıştır. Brezilya’da son yıllarda gelişen ve etkili olan birçok toplumsal hareket vardır. Kadın hareketi, çevreci gruplar, Topraksız İşçi Hareketi (MST) gibi gruplar askerî rejime karşı beraber hareket edip etkili olmuşlardır.

Politik İktisat
1930 yılına gelindiğinde Brezilya ekonomisi başta kahve olmak üzere büyük oranda tarım ürünlerine dayanmaktaydı. Latin Amerika ülkelerinde yaşanan ekonomik krizden sonra devlet destekli sanayinin geliştirilmesi yöntemi Brezilya için de geçerli olmuştur. Brezilya’da ithal ikameci sanayileşme ülke içindeki üretimi dışardan gelen rekabete karşı koruyarak teşvik etme esası üzerine dayanır. Bu sanayileşme politikası ihracat için üretim yapmayan toprak sahipleri, çiftçiler, şehirde yaşayan orta sınıf, sanayi sektörü ve şehirdeki kitle arasında oluşan bir ittifak tarafından desteklenmiştir. Koruma devam ettiği sürece rekabet baskısı olmadığından malların düşük kaliteli kalması ve üretimin veriminin düşük olması bu politikanın başta gelen sorunları arasında yer alır.
Brezilya’da Cardoso’nun Real Planı’na kadar birçok ekonomik reform planı uygulanmaya çalışılmış olsa da enflasyonu önleme konusunda yeterli olamamışlardır. Cardoso yönetimi ile birlikte devlet tekelleri kaldırılmış, kimi şirketlerde özelleştirmeye gidilmiş, yerli ve yabancı şirketler arasındaki bütün yasal farklılıklar kaldırılmıştır. Vargas’ın diktatörlük dönemi, Brezilya refah devletinin oluşumunda etkili olmuş, bu dönemde korporatist sistemin bir parçası olarak sosyal güvenlik sistemleri oluşturulmuştur.

GÜNEY ASYA: HİNDİSTAN ÖRNEĞİ
Siyasal Sistemin Şekillenmesine Etki Eden Dinamikler
MÖ 2000’li yıllarda Kafkasya’dan gelen Arya kabileleri ile Hindistan’ın güneyinde yaşayan Dravit halkları kaynaşarak, modern Hint kültürüne etki edecek olan Hinduizm’i oluşturdular. Arya halkı Hinduizm’in de desteklediği kast sistemini bölgeye yerleştirdiler. Daha sonra, MÖ 5. Yüzyılda ortaya çıkan ve Hinduizm’in kast sistemine karşı eşitlikçi bir yaklaşımı savunan Budizm, her ne kadar Hinduizm tarafından eritilse de yerel inanç ve kültürleri etkilemiştir. 1000’li yıllardan itibaren Müslüman devletlerin hâkimiyeti altına giren Hindistan’da yeni bir dönem başlamış oldu. İslam inancına karşı Hindular ve Budistler yakınlaşırken, Müslümanlığa karşı kast sistemi, kültürel direnişin sosyal temelini oluşturdu.

18. yüzyıldan itibaren Hindistan’da, başta İngiltere olmak üzere Avrupalı emperyalist devletlerin tahakküm mücadelesi başladı. İngiltere Doğu Hint Şirketi aracılığı ile bölgedeki nüfuzunu arttırmış, 1858 yılında ise çıkarılan bir yasa ile Hindistan üç bölgeye ayrılarak, ülkenin en verimli alanları doğrudan İngiltere’ye bağımlı hale getirilmiştir. Sömürge yönetimi, yarattığı İngiliz tipi kurumsallaşmayla merkezi bir bürokrasi, ordu ve polis teşkilatını bölgede oluşturabildi. Önceleri İngilizlerin yer aldığı kurumlarda, sonradan İngiliz okullarında yetiştirilmiş kadrolar görev almaya başladılar. Böylelikle modern Hindistan, modern İngiliz anlayışı ile geleneksel Hin kültürünün kaynaşması ile meydana geldi. İngiltere’nin Hindistan’ın toprak sahibi ile geliştirdiği ilişkilerin yoksul halk üzerinde yarattığı olumsuz etkiye tepki duyan kentli ve eğitimli gruplar tarafından 1885 yılında Hindistan Kongre Partisi kuruldu. Partinin dile getirdiği taleplere İngiltere’nin duyarsız davranması sonrasında geniş katılımlı eylemler baş gösterdi. Gandhi, partinin kitlesel halk desteğine sahip olmasına katkı sağladı. İkinci Dünya savaşının yaklaşması nedeniyle İngiltere eylemlere karşı durmak yerine, işbirliğine gitti ve savaşta partinin aktif desteğini arkasına aldı. Savaş bittikten sonra İngiltere, 1947 yılında Hindistan’ın bağımsızlığını kabul etti.

Bağımsızlık sonrasında Kongre Partisi’nin daha çok Hinduların eline geçmesi nedeniyle ülkedeki Müslümanlar ayrı örgütlenmeye giderek, kendi bağımsızlıklarını talep ettiler. İngiltere’nin bu talebi de olumlu karşılaması sonucunda, Hindistan’ın kuzey bölgesinde Pakistan’ın bağımsızlığı da gerçekleşti. Sonrasında yaşanan kanlı çatışmalar sonucunda bir milyondan fazla insan öldü. Pakistan, Hindistan’ın doğusunda ve batısında olmak üzere iki parça halinde varlığını sürdürmekteydi ve bu durum iç çatışmalara neden oldu. 1971 yılında Hindistan’ın desteğini alan Doğu Pakistan ayrılarak, Bangladeş ismiyle bağımsızlığını kurdu. Hindistan, bağımsızlık sonrası geleneksel kurallar ve hiyerarşik kast sisteminin getirmiş olduğu sorunlarla uzun bir süre uğraştı. 1929 yılından itibaren 28 yıl boyunca Hindistan’ın yönetiminde yer alarak, modern Hindistan’ın oluşturulmasında Nehru ailesinin büyük payı oldu. Soğuk Savaş döneminde yeni kurulan üçüncü dünya ülkeleri ile birlikte karma ekonomi modelini öne çıkaran ve iki süper güce bağımlı olmayan “Bağlantısızlar Hareketi” adı verilen yeni bir blokun oluşmasında Hindistan, etkin bir rol oynadı.

Hindistan, Çin’den sonra dünyanın en büyük nüfusuna sahip ülkesidir. Nüfusun yüksekliği ise beraberinde çok fazla sayıda konuşulan dil ve inanılan inancı getirmektedir. Resmi rakamlara göre ülkede 22 dil konuşulurken, gerçekte 114 farklı dil bulunmaktadır. Nüfusunun önemli bir bölümü kırsal kesimde bulunmakla beraber kentlere yönelik yoğun bir iç göç yaşanmaktadır. Hindistan’ın en büyük sorunlarından biri ekonomiyi olumsuz etkileyen, dengesiz büyüyen nüfus problemidir. Geçmişte Aryaların kendilerini yerel halktan ayırmak için kurduğu kast sisteminin günümüzde de etkisini devam ettirmesi ülkenin diğer bir sorunu olarak yer almaktadır. 1950 yılında yasaklanmış olsa da hala kırsal kesimlerde kast sistemi sosyal yaşamı belirleyebilmektedir. Sömürge sistemi ülkeye sorunlu bir sanayi alt yapısı ve tarımsal üretim bırakmıştı. Bağımsızlık ile birlikte yönetim, mevcut ekonomik soruları çözmenin yollarını aramaya başladı. İyileştirme çalışmaları yoksulluk sorununu çözebilecek koşulları yaratamadı. 1980’lere gelindiğinde çalışan nüfusun yarısı yoksulluk sınırının altındaki çiftçiler ve tarım sektörü çalışanlarından oluşmaktaydı. Sorunlar, 1991 yılında Hindistan’ı IMF’den yardım almak zorunda bıraktı. Bu yardım aynı zamanda kendine yeten ülke olmak politikasından uluslararası ekonomik sisteme entegre olma arayışına doğru bir değişimi de ifade etmekteydi. Hindistan, çocuk çalışan oranının yüksek olduğu ülkelerin başında gelmektedir. Nüfus artış hızı da buna eklendiğinde ekonomide sağlanan gelişmenin dengesiz gelir dağılımını derinleştirdiği ve sosyal gelişmeye tam olarak yansımadığı sonucu ortaya çıkmaktadır.

Uluslararası Sistem ve Hindistan
Pakistan ile Hindistan arasında Keşmir bölgesi nedeniyle bağımsızlıktan 1949 yılına kadar sürecek bir savaş söz konusu oldu. Aynı dönemlerde Nehru önderliğinde Hindistan, bağlantısız bir dış politikayı benimsedi. İçerisinde Mısır ve Yugoslavya gibi ülkelerin de yer aldığı Bağlantısızlar Hareketi, Sovyetler’in etkisinde bir yapılanma olduğu düşüncesi sebebiyle Amerika tarafından olumsuz karşılandı. Batı’nın Keşmir sorununda Pakistan’ın yanında yer alması sebebiyle Hindistan Sovyetlere yakın bir dış politika seyri izledi. Sonrasında Çin’in Keşmir bölgesine girmesiyle birlikte Hindistan askeri güce sahip olmadan küresel bir etkiye sahip olamayacağını anladığından, bağlantısızlık politikasını bırakarak askeri gücünü arttırmaya yönelik bir program belirledi. 1964 yılında Pakistan ile Hindistan arasında yine Keşmir bölgesi nedeniyle savaş çıktı ve Hindistan’ın zaferiyle sonuçlandı. Amerikan’ın desteğiyle Çin ve Pakistan’ın ortak nükleer silah üretimi Hindistan’ı da harekete geçirdi ve nükleer silah yapımına Hindistan da dâhil oldu. Bu durum iki ülke arasındaki gerilimi arttırarak 2000’li yıllara kadar düşük yoğunluklu çatışmaların sürekliliğine sebep oldu. 11 Eylül saldırıları ile birlikte Amerika’nın Pakistan’a olan desteğini kesmesini Hindistan kendisi için bir avantaja dönüştürerek, Pakistan üzerinde baskı kurmaya başladı.

Siyasal Kurumlar
Hindistan, federal parlamenter rejim ile yönetilen bir demokrasidir. Hindistan’da 28 federe devlet ve 7 bölge yönetimi bulunmaktadır. Ülke bağımsızlığından bugüne rekabetçi çok partili bir sistemi, karşılaştığı birçok zorluğa rağmen kesintisiz olarak işletebilmiştir. 1950 yılında yürürlüğe giren Hindistan Anayasası dünyanın en kazuistik yani uzun ve ayrıntılı anayasalarından biridir. Anayasa 395 madde, 12 çizelge ve 4 ekten oluşmaktadır. Bugüne kadar Anayasa’da 97 değişiklik yapılmıştır.

Hindistan’da 552 üyeden oluşan ve görev süresi 5 yıl olan Halk Meclisi ve 250 üyeden oluşan ve görev süresi 6 yıl olan Devletler Konseyi olmak üzere iki meclisli bir yasama sistemi vardır. Bu iki kanadın toplamı olan parlamentonun dili İngilizce ve Hintçedir. Hindistan’da iki tip yasa tasarısı söz konusudur. Hükûmetten kaynaklanan tasarılar ve temsilcilerden kaynaklanan öneriler. Her iki mecliste de üç aşamalı İngiltere’dekine benzer bir süreç işlemektedir.

Hindistan cumhurbaşkanı, beş yıl süre ile parlamentonun her iki kanadı ve federe devlet meclislerinden gelen temsilcilerin oluşturduğu bir meclis tarafından seçilir. Cumhurbaşkanı ülke birliğinin temsilcisidir. Ordunun başkomutanıdır. Özel af yetkisine sahiptir. Federe devlet valilerini, yüksek mahkemelerin yargıçlarını ve başsavcıyı atar. Cumhurbaşkanı anayasayı ihlal suçlaması ile görevden alınabilir. Başbakan, Halk Meclisi üyeleri arasından cumhurbaşkanınca atanmaktadır. Bakanlar ise başbakanın önerisi ile yine cumhurbaşkanı tarafından atanır. Tüm bakanların Parlamento üyesi olması zorunludur.

Hindistan’da yargı sistemi üç aşamadan oluşan hiyerarşik bir yapıya sahiptir. En altta federe devletler düzeyinde örgütlenmiş ceza ve hukuk mahkemeleri bulunmaktadır. Bu mahkemeler sırasıyla bölge ve federe devlet üst mahkemelerine, federe devlet üst yargı kurumları da en tepede Yüksek Mahkemeye bağlı olarak çalışmaktadırlar. Yüksek Mahkeme’nin yargılama, temyiz ve istişari olmak üzere üç görev ve yetki alanı bulunmaktadır.

Hindistan federalizmi kurumsal olarak merkezî yönetimin yerel kurumlar üzerinde belirleyici ve yönlendirici olduğu bir yetki dağılımına sahip bulunmaktadır. Bu nedenle sistem yarı-federalizm ya da kooperatif federalizm olarak isimlendirilmektedir.

Siyasal Partiler ve Siyasal Hayatın Gelişimi
Hindistan’da oturmuş bir parti sisteminden bahsetmek mümkün değildir. Ülke 1947-1967 yılları arasında Kongre Partisi’nin güdümünde dominant bir parti sistemine sahip olmuştur. Ülke 1990’lı yıllardan itibaren çok partili sisteme doğru yol almıştır. Bu süreçte ülkede ulusal düzeyde üç temel siyasal eğilimin öne çıktığı söylenebilir: Merkez, sağ ve sosyalist parti veya eğilimler. Güncel olarak Hindistan’da bu eğilimler dört siyasal parti tarafından temsil edilmektedir. Kongre Partisi ve Janata Parti merkez siyasetin temsilcileridir. Bharatiya Janata Parti (BJP) dinî-milliyetçi sağı, Hindistan Komünist Partisi ise sosyalist eğilimi temsil etmektedir.