Home » Z_Ders Notları » Uluslar_arası_İlişkiler » 8.Dönem » ULUSLARARASI İLİŞKİLER KURAMLARI – II

ULUSLARARASI İLİŞKİLER KURAMLARI – II

ENTEGRASYON TEORİLERİ

Giriş

Entegrasyon kavramı bütünleşme ve uyum anlamında kullanılmaktadır. Uluslararası ilişkilerde entegrasyon, birimlerin birbiriyle uyumu, bütünleşmesi, ortak siyasi otorite ve idare altında  ortak politikaların geliştirilerek uygulanması olarak tanımlanabilir.

Entegrasyon incelenirken ekonomi ve siyaset alanında ayrı ele alınmıştır. Entegrasyonun temelini “2. Dünya Savaşı sonrası ülkelerin birbirleriyle ilişkileri yoğun olursa savaş ihtimali azalır” fikri oluşturmuştur. Entegrasyon kavramından bahsedilirken üzerinde en çok durulan örnek Avrupa Birliği’dir. 1950 yılında, Avrupa Topluluğunun kurucuları olan Robert Schuman ve Jean Monnet tarafından önerilen Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu ile Fransız ve Alman kömür çelik üretimi ortak ve ulusüstü (supranasyonel) bir idarenin yönetimine verilmiştir. Ortak çıkarların vurgulanmasıyla başlatılan bu entegrasyon süreciyle, sektörel işbirlikleri topluluklarda hayat bulmuştur. Ancak bu ulusüstü (supranasyonel) yaklaşım ve beklenti, devletlerin egemenliklerinden vazgeçmeyecekleri ve siyasi entegrasyona destek vermeyecekleri  argümanıyla  eleştirilmektedir.

Monnet Yöntemi olarak bilinen stratejiye göre, ekonomi alanında başlayan fonksiyonel işbirlikleri, ortak çıkarların oluşturduğu birlik inancıyla fiziksel ve zihinsel sınırları ortadan kaldıracaktı.

Fonksiyonalizm  (İşlevselcilik)

Uluslararası ilişkilerde devletler arası işbirliği ve entegrasyon, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında, barışın sağlanabilmesi ve korunabilmesi düşüncesi ile entelektüellerin üzerinde çalıştıkları ve teoriler geliştirdikleri bir konu olmuştur. Neofonksiyonalist teoriye de temel  oluşturan fonksiyonalizm,  uluslararası entegrasyon teorileri içinde temel bir yere sahiptir.

İkinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı yıkım sonrasında, devlet adamları ve akademisyenler, yönetim seviyeleri ve bunların fonksiyonları üzerinde  durarak, ulus devlet anlaşmaları üzerine kurulu bir idarenin ne derece etkin ve barışçıl olacağını sorgulamışlardır. Aynı dönem, Birleşmiş Milletlerin şekillendiği ve uluslararası barışın sağlanması konusunda çözüm oluşturacağı düşüncesinin güçlü olduğu idealist yaklaşımların filizlendiği bir dönemdir. Fonksiyonalist akımın başta gelen temsilcilerinden David Mitrany, özellikle 1940’lı yılların sıkıntılı siyasi atmosferinde, çatışmaların nasıl sona erdirilebileceği konusu üzerinde durmuştur. Bu noktada ideal bir uluslararası toplumun temel fonksiyonlarının neler olması gerektiğini sorgulamıştır. Bireyin ihtiyaçlarına öncelik tanıyan bu yaklaşım, uluslararası ilişkilerde devletleri temel aktörler olarak kabul etmek yerine, kendilerine verilen fonksiyonları yerine getirmeleri beklenen kurumları temel almakta ve incelemektedir.

Fonksiyonalizmin varsayım ve öngörülerine göre, uluslararası örgütlerin kurulması ile bireylerin bağlılıkları devletler yerine bu kurumlara yönelecek ve uluslararası

sorunların yaşanması olasılığı da bu şekilde azalacaktı. Dolayısıyla yönetim konusuna rasyonel ve teknokrat bir yaklaşımla eğilinmesi, çalışan bir barış sisteminin temelini oluşturacaktı. Devletlerin temel amacının, insanların ihtiyaçlarını gidermek ve refah seviyelerini yükseltmek olduğuna inanan Mitrany, politikaları ideolojilerin değil, rasyonel ve teknokrat bakış açılarının şekillendirmesi gerektiğini savunuyordu. Fonksiyonalist görüşün şekillendiği bu dönem, aynı zamanda kapitalist ve komünist ideolojilerin çatışmasına dayalı olan Soğuk Savaş ortamının oluştuğu yıllardı.

Fonksiyonalizmin Temel Kavramları

•          İnsanların        ihtiyaçlarının   önceliklerine   göre yapılanma

•          Esneklik

•          Fonksiyonel kuruma bağlılık

•          Toplumlar  arası  karşılıklı  bağımlılık  ve  daha fazla işbirliği

Neofonksiyonalizm  (Yeni İşlevselcilik)

Avrupa Toplulukları’nın örgütlenmesine özellikle 1950 ve 1960’lı yıllarda en iyi açıklamaları getiren neofonksiyonalist teori olmuştur. Uzmanların, siyasi olmayan teknik konularda işbirliği amacıyla kurdukları fonksiyonel örgütlerin, farklı alanlarda da işbirliğini tetiklemeleri olarak özetlenebilecek “spill-over” kavramı, teorinin temeli olup, mantığını fonksiyonalizmden almıştır.

Spill-over; bir alanda başlayan entegrasyonun (bütünleşmenin) ilgili diğer (komşu)alanlara da taşınması (yayılması)  anlamındadır.

Neofonksiyonalizme göre entegrasyon, yayılarak genişleyen ve üç adım ile tanımlanan dinamik bir süreçtir. Bu adımlar sırasıyla fonksiyonel (teknik) spill-over, siyasi spill-over ve işlenmiş (cultivated) spill-over’dır.

Fonksiyonel spill-over; modern endüstriyel ekonominin değişik sektörleri karşılıklı birbirine bağımlı olup, alanların birindeki entegrasyona yönelik aktivitelerin başarılı olabilmesi için diğer alanlarda da benzer ortaklıklar  gerekmektedir.

Siyasi spill-over; bütünleşmenin siyasi ve ideolojik nedenlerle politikaların ilişkilendirilmesiyle oluşmasıdır. Beklentilerin, değerlerin değiştiği ve ulusüstü (supranasyonel) çıkarların oluştuğu bir adımdır.

İşlenmiş (cultivated) spill-over; devletlerin ortak politikalara ulaşmada zorluk çektiklerinde karşılıklı imtiyazlarla ortak değer ve çıkarlarda buluşmaya çalışmaları anlamına gelmektedir.

Neofonksiyonalizmin Temel Varsayımları

Neofonksiyonalizmin temel kavramları:

•          Spillover etkisi

•          Elit sosyalizasyonu

•          Supranasyonel çıkar gruplarıdır.

Neofonksiyonalizm, Avrupa Toplulukları’nın temel stratejisi olan, işbirliğinin “ulusal çıkarlarla daha az çeliştiği düşünülen” ekonomi alanında teşvik edilmesi, yaratılan idari organlar aracılığı ile entegrasyonun ilerletilmesi ve ulusal çıkarların buna engel olmasının önlenmesi şeklindeki yaklaşımı taşır. Buradaki öngörü, ekonomide entegrasyonun sağlanması ve adım adım siyasi entegrasyonun onu takip etmesi düşüncesine dayanmaktadır. Çünkü ekonomik entegrasyon daha fazla örgütlenmeyi gerektirerek sonuç olarak siyasi entegrasyonu da beraberinde getirecektir. Böylelikle örgütler ağı ile birbirine bağlı ve yeni kimlik ile ortak daha fazla çıkar ve değere sahip olan Avrupa’da barış sürecektir.

Neofonksiyonalizm, özellikle Avrupa Birliği (AB) çalışmalarına temel oluşturan bir yaklaşımdır. Ernst Haas ve Leon Lindberg bu kuramın öncülerindendir. Spill-over kavramının isim babası Haas’tır. Haas, Mitrany’i “güç” kavramını yeterince ele almamış olmakla eleştirmiştir. Bu eleştiride gücün, refah kavramından ayrı düşünülemeyeceğini   belirtmiştir.

Entegrasyon kavramının pluralist (çoğulcu) özellik taşıması, sürecin aktörlerin (birey ve grupların) davranışlarına bağlı olmasından kaynaklanmaktadır. Aktörler yeni devletüstü karar vericileri tanımaya başlarken, aynı zamanda bu yapıları etkileyecektir.

Bunun sonucu olarak ise Avrupa çapında çıkar grupları oluşacaktır. Bu süreç, bölgesel kurumların ilgili gruplara doğrudan ulaşabilmelerini  gerektirmektedir. Dolayısıyla hükûmetler ve bürokrasiler yerine çıkar grupları arasında da diyaloğun yer alabileceği ve geleneksel devletlerarası diplomasi ve iletişimden farklı bir mekanizma ön plana çıkmaktadır.

Haas entegrasyonun dinamiğini meşhur “spillover” kavramı ile anlatmıştır. Türkçede; taşma, taşınma veya yayılma diyebileceğimiz spill-over etkisi, ekonomik sektörlerden birindeki entegrasyonun derinleşmesiyle, başka sektörlere de bu etkinin yansıması sonucunda daha fazla bütünleşmeye yol açması demektir. Devletlerin entegrasyon süreciyle birlikte ortak politikalar uygulamaları, kararlarını bağlayıcı kabul ettikleri ulusüstü otoritelere yetkilerinin bir kısmını  devrederek ortak ve merkezî yönetim mekanizmaları oluşturmaları Avrupa açısından yetkinin bölgesel merkeze toplanması yönünde etki etmiştir.

Neofonksiyonalizm, entegrasyonu açıklarken, üzerinde durduğu bir diğer konu, ulusal ve ulusüstü aktörlerin siyasi baskı unsurları olarak entegrasyonun derinleşmesinde taşıdıkları roldür.

Entegrasyonu bir durum değil, bir süreç olarak ele alan Haas ve Lindberg, bu sürecin özellikle aktörlerin ortak çıkarları nasıl algıladıklarının üzerine kurulu olduğunu belirtmişlerdir. Çıkarların ortak algılandığı noktalarda entegrasyon mümkün olabilecek ve çıkarlar sadece ulusal değil, bölgesel olarak da tanımlanmaya devam edebilecektir.

Avrupa Birliği’nin tarihi incelendiğinde, 1960’lı yılların özellikle Fransız lider de Gaulle nedeniyle milliyetçiliğin etkisinde kaldığı ve 1950’li yıllardaki entegrasyon hızının kaybedildiği görülür. Bu durumu açıklayamayan neofonksiyonalist kuram, entegrasyonu supranasyonel (ulusüstü) dinamiklerle değil, hükümetlere bağlı bir işbirliği süreci olarak gören hükûmetlerarası entegrasyon yaklaşımı karşısında arayışlara girmiştir.

Neofonksiyonalist teori, “bölgesel” temellere dayalıdır. Haas, AT’nin dünyanın başka bölgelerinde de uygulanıp, model alınıp alınamayacağını incelerken, entegrasyonun gerçekleşebilmesi için şu temel koşulları ortaya koymuştur:

•          Pluralist sosyal yapıların varlığı (çıkar grupları; siyasi partiler; ticaret odaları; birbirleriyle rekabet içerisinde olan elit grupların varlığı gibi)

•          Yeterli ekonomik ve endüstriyel gelişmişlik seviyesinde olunması (uluslararası ticaret ve finansta önemli yer sahibi olmak)

•          Katılımcılar arasında ortak  ideolojik yaklaşımların  bulunması

•          Parlamenter demokrasinin varlığı

Neofonksiyonalizmin, entegrasyonun ileri aşamalarını, devletler sisteminin çözülmesi, hatta uluslararası sistemin yerini devletüstü/ulusüstü otoritelere bırakması şeklinde yorumlayan varsayımı çok eleştirilmiştir. Ancak küreselleşmenin etkileri, toplumların yoğun iletişim ve etkileşimleri dikkate alındığında, ortak kurallarla yönetilen alanların (rejimlerin) sayısındaki artışa bakıldığında neofonksiyonalist yaklaşımın, neoliberal teoriler tarafından izlendiği de görülmektedir. Zaman zaman, AB gelişmelerini açıklamakta güçlük çeken teori, revizyonlarla tekrar gündeme gelmiş ve üzerindeki akademik ilgiyi korumuştur. Günümüzdeki kurumsalcı yaklaşımlar açısından önemli bir yeri bulunmaktadır.

Neofonksiyonalizmi İzleyen Neoliberal Teoriler

Neofonksiyonalizm, Haas tarafından karşılıklı bağımlılık teorisine miras bırakılmıştır. Karşılıklı bağımlılık yaklaşımının öncülerinden olan neoliberal kurumsalcılar arasında anılan Robert Keohane ve Joseph Nye ise inceledikleri örgütsel yapılarda artan ilişkiler, koalisyonlar, elit sosyalizasyonu ve etkileşimi sonucunda, bölgesel grupların oluştuğunu ve bunların da uluslararası sistemde tanınarak etkilerini yaydıklarını belirtmişlerdir.

Nye, neofonksiyonalist teoriyi gözden geçiren “yedi süreç mekanizmasının” üzerinde durarak aşağıdaki kavramları geliştirmiştir:

•          Kurumların     görevlerinin,    fonksiyonel

bağlantılarının veya    spill-over         kavramının

otomatik olmadığı ve sürecin faydalar azaldığı takdirde, geriye dönük de işleyebileceği bir mekanizma (spill-back kavramı),

•          Artan karşılıklı ilişkilerin, iletişimin siyasi aktörleri söz konusu ilişkileri ulusal zeminde yönetmeye de yönlendirebileceği bir mekanizma,

•          Koalisyonların daha çok birbiriyle ilgili konular üzerinde kurulabildiği ve kamu desteği alındığı takdirde entegrasyonun geliştirilebileceği bir mekanizma,

•          Elit sosyalizasyonunun, özellikle de hükûmet yetkililerinin sürece katılımlarının, kendi ülkelerindeki ulusal politikalara yabancılaşmalarına yol açabileceği bir mekanizma,

•          Bölgesel grup oluşumunun, ulusal çıkar gruplarına göre daha zayıf kalarak entegrasyonu zayıflatabileceği bir mekanizma,

•          İdeolojik yakınlığın, entegrasyonu güçlendirebildiği gibi karşıt ulusal lider ve özel sektör gruplarını da güçlendirebileceği bir mekanizma,

•          Dış aktörlerin sürece katılımlarının, üye olmayan devletler ve diğer uluslararası örgütlerin entegrasyonu ivmelendirdikleri bir mekanizma.

Çalışmalarını Avrupa entegrasyonu ile sınırlamamış olan Nye, döneminin supranasyonel gelişmeler açısından zayıf olması nedeniyle, aslında analizinde oldukça kötümser görünmektedir. Ortaya koyduğu mekanizmaların entegrasyon potansiyelini olumlu etkileyebilmeleri için ise aşağıdaki dört koşulu belirlemiştir:

•          Üye devletlerin  ekonomilerinde simetri, paralellik olması,

•          Farklı üye devletlerdeki elitlerin ortak değerlere sahip bulunmaları,

•          Üye devletlerde çoğulcu toplumsal yapılar bulunması,

•          Üye devletlerin iç işlerindeki istikrardan kaynaklanan bütünleşmeyi, uygulama ve uyum kapasitelerinin  bulunması

Neofonksiyonalizm ve Hükümetlerarası İşbirliği Teorileri Arasındaki Tartışma

Uluslararası İlişkiler alanında teorilerin gelişimine bakıldığında, her şeyi açıklayabilen tek bir teori olmadığı gibi bazı kavramların oldukça farklı şekillerde ele alındığı ve uluslararası olayları, gelişmeleri açıklamak amacıyla kullanıldığı dikkati çeker. Entegrasyon kavramı, realistler ve idealistler (liberaller) arasında çok tartışılmıştır. Hükûmetlerarası işbirliği yaklaşımı realizmin temel varsayımlarından çok etkilenmiştir. Neofonksiyonalizmde ve hükûmetlerarası yaklaşımda ortak olan ve günümüzde bir eksiklik olarak eleştirilen bir husus ise uluslararası ilişkilerin ve entegrasyonun dış etkenlere bağlı kalınarak açıklanmaya çalışılmasıdır. Uluslararası sistem ve koşullarının sabit kabul edilmesi, teorilerin “değişimi” açıklama kapasitelerini sınırlandırmaktadır

1990’lı yıllarda, neofonksiyonalizm ve hükûmetlerarası işbirliği  teorisi  arasındaki  tartışma;  sosyal  inşacılık  ve liberal rasyonel yaklaşım zeminine taşınmıştır. İnşacı yaklaşım AB’ye üyeliğin kendisinin, üyelerin tercihlerini ve elitlerin bağlılıklarını etkilediğini savunarak liberal hükûmetlerarası işbirliğini savunan Moravcsik’in devlet merkezli yaklaşımını eleştirmektedir. Moravcsik, büyük kurumsal pazarlıklar olarak adlandırdığı Roma Anlaşması, Tek Avrupa Senedi ve Maastricht Anlaşmasını, üç adımdan meydana gelen bir süreç şeklinde açıklamaktadır:

•          Üye devletler içindeki aktörlerin, grupların işbirliği ile AB seviyesinde politikalar için tercihlerin oluşması,

•          Oluşan tercihler ışığında devlet temsilcilerinin AB arenasında pazarlık yapmaları,

•          Devletlerin işbirliğine bağlılıkları konusunda güvenilirliklerini en yüksek tutan kurumsal düzenlemeleri tercih etmeleri.

Ulusüstü yönetişime (supranational governance) yol açan kurumsalcılık, Sandholtz’a göre, üyelerin siyasi davranışlarını ve bunların sonuçlarını en az üç şekilde etkiler:

•          Otonom siyasi aktörler hâline gelerek,

•          Ulusal aktörlere ortak ve hedef seçiminde tercih yaratarak ve çok düzlemli yönetişimde söz sahibi olarak,

•          Ulusal politika ve kurumlara değişiklikler getirerek.

Hükûmetlerarası işbirliği temeline dayalı liberal rasyonel teorilerin Avrupa entegrasyonuna nasıl yaklaştığına bakıldığında; AB kurumlarının diğer uluslararası rejimlerden farkı olmadığı ve üye devletlere pazarlık için ortam sağlayan ve iletişim masraflarını azaltan pasif bir forum ve normlar bütünü olduğu tartışılmaktadır. Bu perspektifte ulusüstü aktörler kesinlikle siyasi bir güce sahip olamazlar. Kurumları, katılımcı devletlerin tercihleri yönlendirir. Devletler zaman zaman ulusüstü kurumlara otoritelerini devredebilmektedir ancak bu da sadece kendi çıkarlarına uygun olduğunda ve yine devletlerin çizdiği sınırlar dâhilinde gerçekleşmektedir. Milward’a göre, devletler temel kurumları, güç dengesini kendi lehlerinde tutacak şekilde yapılandırırlar. Dolayısıyla AB, ulus devleti silmek bir yana, onu kurtarmış ve güçlendirmiştir.

Hükûmetlerarası yaklaşıma göre entegrasyon sıfır toplamlı bir oyundur (zero-sum-game). Avrupa entegrasyonu, ulus devletlerin çıkar ve hareketlerine bağlıdır. Birlik içinde, hükûmetlerarası kurum olan Bakanlar Konseyi, ulusüstü kurumlar olan Komisyon, Parlamento ve mahkemelerden daha güçlü olmalıdır.

Bu noktada bir başka soru daha akla gelebilir:  Devlet liderleri karar mekanizmalarını neden ulusüstü seviyeye taşımaya isteklidir? AB Bakanlar Konseyi’nde ortak pazardan ticarete, tarıma ve çevre ile ilgili konulara kadar pek çok konu “nitelikli oy çoğunluğu” esasına göre karara bağlanmakta (dolayısıyla oy birliği gerekmemekte) ve ulusal   hükûmetlerin   sonuçları   etkileme   kapasitelerini sınırlamaktadır. Veto hakkı, üye devletlere yalnızca belli konu ve durumlarda tanınmaktadır. Hükûmet yetkilileri örneğin, temel anlaşmaların hazırlanması aşamasında etkili olmakla birlikte, günlük politikalarda daha etkisiz kalmaktadır. Bu durum aşağıdaki sebeplere dayandırılmaktadır:

•          Liderlerin ve üye devletlerin sayısal çokluğu neticesinde AB anlaşmalarının yoruma açık dökümanlar hâline gelmesi.

•          Temel kurumsal değişikliklerin fikir birliği gerektirmesinin entegrasyonda derinleşme açısından sorun oluşturması.

•          Komisyon gibi diğer AB kurumlarının da bilgi kaynaklarına erişim için üye devletlerin hükûmetleriyle karşılaştırılamayacak derecede önde gelmeleri.

•          Üyelerin birbirine güvensizliğinin AB mevzuatını detaylı kurallar, normlar bütününe çevirmesi.

•          Ortak karar verme  sürecinde  aktör sayısındaki fazlalık, değişen ilişkiler, AB politika sürecinin ulusal ve uluslararası gelişmelere karşı hassasiyeti nedeniyle önceden tahmin edilmesi güç bir ortam oluşmakta ve üye devletlerin ulusüstü aktörler ve temsilciler üzerindeki kontrollerini yer yer etkisiz kılabilmektedir (Marks, Hooghe, Blank: 354-6). Dolayısıyla AB’deki kurumsallaşmanın artması ile üye devletlerin entegrasyon sürecine iyice bağlandıkları ileri sürülmektedir.

Uluslararası İlişkilerde realizm ve idealizm tartışması, entegrasyon teorilerinin uluslararası işbirliklerini ve bütünleşmeyi nasıl algıladığını da etkilemektedir.

Hangi teorik çerçevenin daha açıklayıcı olabileceği, ilgili sektöre ve aktörlere bağlı olarak değişmektedir. Sandholtz ve Sweet tarafından geliştirilen yönetim modeline göre, Avrupa Birliği’nde siyaset, hükûmetlerarası ve ulusüstü olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Yazarlar, AB’yi bir bütün olarak ele almak ve örgütün uluslararası mı, ulusüstü mü olduğunu sorgulamak yerine, entegrasyonun gerçekleştiği alana/sektöre (işlemlere) dayalı olarak incelenmesini önermektedir (transaction based integration theory). Bu yaklaşıma göre, ulusüstü kurumların, kuralların ve ulusaşırı (transnational) toplumun daha etkili olduğu alanlar, Birliğin ulusüstü çalışma alanları olarak kabul edilmektedir.

ULUSLARARASI REJİM KURAMLARI

Giriş

Rejim teorileri, uluslararası ilişkilerin en temel sorunu olan güvenliğin sağlanması ve barışın korunmasında çok önemli bir işlevi olan işbirliğinin anarşik bir ortamda da mümkün olduğunu göstermeye odaklanmaktadır. Kural koyucu ve uygulayıcı merkezî bir otoritenin bulunmadığı uluslararası sistemde devletler arası işbirliği mümkün müdür? Bu soru uluslararası ilişkilerde işbirliği sorunsalı olarak tanımlana gelmiştir.

Sorunsalın temeli, ulusal ve uluslararası toplumlar arasındaki otorite farklılığına dayanmaktadır. Buna göre, ulusal düzeyde devlet, kendisi ve yönettiği topluluk arasında güce ve/veya rızaya dayalı hiyerarşik bir düzen tesis ederek topluluk üyeleri arasında hukuk norm ve kurallarına dayalı ilişkilerin tesis edilmesine ve uygulanmasına olanak sağlarken benzer bir merkezî otoritenin uluslararası sistemdeki yokluğu devletler arasındaki işbirliğini imkânsız kılmasa bile en azından çok zorlaştırmaktadır.

Eğer dünya hükûmeti veya benzer bir merkezî otoritenin yokluğu devletler arası işbirliğini mümkün kılmıyorsa veya zora sokuyorsa, o zaman şimdiye dek kurulmuş ve kurulmaya devam eden işbirliği örneklerini nasıl açıklayabiliriz? Radyo ve televizyon kanallarını belirli frekanslarda dinleyebilmemiz; yurt dışından posta ve kargoların sorunsuz bir şekilde elimize ulaşması; yoğun hava trafiğine rağmen uluslararası hava uçuşlarının belli bir düzen içinde gerçekleşmesi; kimyasal ve biyolojik silâhların ve kara mayınlarının yasaklanması; serbest ticaret bölgelerinin kurulması; yok olmaya yüz tutmuş canlı türlerinin koruma altına alınması; çevre kirliliğine yol açan kimi teknolojilerin yasaklanması; ve daha nice örnek, devletler arasında belli kurallara bağlı olarak yürütülen işbirlikleri sayesinde gerçekleşmektedir. Uluslararası alanda, küresel, bölgesel veya daha  sınırlı düzeyde ve ortak bir sorunu çözmek üzere tesis edilmiş çok sayıda uluslararası rejim (kurum) ve\veya örgüt mevcuttur.

Uluslararası Rejim Kavramı

Varlıkların siyasi, ekonomi ve gündelik hayatta değişik şekillerde hissettiğimiz uluslararası rejimleri nasıl tanımlayabiliriz? Rejim analizinin önde gelen öğrencilerinden (scholar) Oran R. Young, sosyal kurumların bir parçası olarak gördüğü rejimleri, kendilerine rol atfedilen birimlerin (devletler) belli bir alanda eylemlerini düzenleyen kurallar ve anlaşmalar bütünü olarak tanımlamıştır. Kurumsal bakış açısının temelinde haklar ve sorumluluklar yer almakta olup her uluslararası rejimin ortaya koyduğu değişik haklar (örneğin, okyanus dibinde maden arama hakkı; uluslararası boğazlardan geçiş hakkı; kendini savunma hakkı; imtiyazlı ticaret yapma hakkı vb.) ve haklara karşılık gelen ve onları düzenleyen kurallar (örneğin, belli bir mülkiyeti veya kaynağı kullanmayı sınırlandıran; tazminat vermeyi öngören; veya anlaşmazlıkların çözümünü hedefleyen kurallar) mevcuttur.

Rejim analizinde Stephen D. Krasner tarafından ortaya konmuş ve standart olarak kabul gören tanım ise Young’un kurumsal bakış açısıyla kimi yönlerden örtüşmekle beraber daha ayrıntılı ögeler içermektedir. Bu tanıma göre, rejimler, uluslararası ilişkilerin belli bir alanına yönelik olarak aktörlerin beklentilerinin örtüştüğü bir dizi açık veya ima edilen ilke, norm, kural ve karar alma prosedürlerine verilen addır.

Kimi rejim kuramcılarına göre, bir rejimin varlığından söz edebilmek için üyelerin rejim kurallarına uygun hareket etmesi gerekmektedir. Yani kuralların çiğnendiği veya göz ardı edildiği bir rejim her ne kadar Young veya Krasner’ın belirttiği ögeleri içerse de gerçek bir rejim olarak kabul edilemez. Özellikle kimi Alman akademisyenlerin benimsediği bu anlayış, Young tarafından paylaşılmamıştır. Young, bütün sosyal kurumlarda olduğu gibi uluslararası rejimlerde de hak ve kural ihlâllerinin olabileceğini ve daha da önemlisi söz konusu hak ve kuralları meşru kabul etmeyip bunları sorgulayan ve değiştirmeye çalışan aktörler olabileceğini belirtmiştir.

Uluslararası Rejimler ve Örgütler

Uluslararası rejim veya kurumlar, yukarıda da belirtildiği gibi uluslararası ilişkilerin herhangi bir alanına yönelik olarak roller, haklar, sorumluluklar ve bunları düzenleyen ilke, norm ve kurallardan oluşmaktadır. Diğer taraftan örgütler ise kendilerine konuşlanma yeri, ofisi, personeli, araç-gereci ve bütçesi olan maddi varlıklardır.

Ayrıca, örgütlerin, kurumlardan farklı olarak, sözleşme yapma, mülkiyete sahip olma, dava açma veya açılma gibi hukuki şahsiyete sahip olduklarını gösteren yetkileri

mevcuttur. Diğer önemli bir fark ise rejimler belli  bir alana yönelik düzenlemeler yaparken örgütler, Birleşmiş Milletler örneğinde olduğu gibi, birden fazla alan ve sorunla ilgilenebilirler.

Uluslararası örgütler, yasama faaliyetinden (kural koyma, örneğin Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi) yargı faaliyetine (örneğin, Uluslararası Adalet Divanı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) kadar çok değişik işlevler üstlenebilirler.

Kuramsal  Yaklaşımlar

Devletlerin işbirliği sorunsalını nasıl algıladıkları ve rejimlerin bu sorunsalı aşmakta oynadıkları roller, uluslararası ilişkiler kuramları tarafından farklı şekillerde ele alınıp açıklanmıştır. İşbirliği sorunsalının temelini teşkil eden anarşik sistemin varlığı hemen hemen tüm kuramlar tarafından kabul görmekle beraber, kurala dayalı işbirliğinin önündeki engellerin neler olduğu ve nasıl aşılabileceği değişik kuramlar tarafından farklı şekillerde yorumlanmıştır.

Neoliberal Yaklaşım

Neoliberal Kurumsalcılık, Realist kuramın uluslararası sistemin anarşik yapıya sahip olması ve ana aktörlerin devletler olması gibi bazı temel varsayımlarını paylaşsa da bu kuramdan rejimlerin uluslararası politikada oynadığı rol ve öneme dair görüşleriyle ayrılır. Neoliberallere göre uluslararası rejim ve örgütler devletlerin ortak çıkarlarını gerçekleştirmede önemli bir rol oynarlar.

Aldatılma Korkusu, Şöhret Faktörü ve Rejimler:

Neoliberaller, devletlerin işbirliğine açık olduklarını, çünkü rasyonel egoist oldukları için her birinin işbirliğinden doğacak mutlak kazancı önemsediğini savunurlar. Yani, eğer herhangi bir işbirliğinden elde edilecek tahmini getiri, bir devleti önceki durumuna göre daha kazançlı bir duruma sokacaksa bu devletin bu işbirliğine girmesi beklenir.

Neoliberal düşünürler, uluslararası sistemde devletler arası işbirliğinin önündeki engelleri açıklamada “oyun teori”lerine başvurmaktadırlar. Bu oyunların uluslararası ilişkilere uyarlanmış olanlarından başlıcası “Mahkûmun İkilemi”dir (Prisoner’s Dilemma). Bu oyunda, aynı suçu işlediği (örneğin adam öldürme) şüphesiyle tutuklanmış iki mahkûmun iletişim imkânı bulamadığı şartlarda birbirine güvenip ortak hareket etmeleri veya güvenmeyip tek başına hareket etmeleri durumlarında karşı karşıya kalacakları seçenekler yer almaktadır. Mahkûmlar ayrı ayrı sorguya alındıklarında kendilerine çeşitli seçenekler sunulur:

•          birisinin suçu itiraf edip diğerinin bunu reddetmesi ve itiraf edenin diğerini suça ortak etmesi durumunda, itiraf eden serbest kalacak, etmeyen uzun hapis cezası alacaktır (örneğin 20 yıl);

•          eğer ikisi de itiraf ederse ikisinin de cezası uzun hapis cezası olmasa da yine uzun sayılabilecek bir süre hapiste kalacaklar (örneğin, 5 yıl);

•          her ikisi de itiraf etmezse ceza kanıtlanamadığı için ikisi de en düşük cezaya (örneğin, 1 ay) çarptırılacaktır.

Burada her bir mahkûm açısından en kazançlı durum, diğerinin ne söylediğinden bağımsız olarak, itirafta bulunmasıdır. Bu durumda ya serbest kalacak (itiraf etmeyen mahkûmun en uzun hapis cezası almasına yol açarak) ya da en kötü ihtimalle daha kısa bir hapis cezası alacaktır. Yani sadece kendisini düşünerek davrandığı takdirde öyle ya da böyle nispeten kazançlı çıkacaktır. Ancak mahkûmların her ikisi için birden en kazançlı durum itirafta bulunmayıp sembolik bir ceza (1 ay) almalarıdır. Bu durumda ortak bir kazanç (pareto optimumu) söz konusu olacağı gibi, bu işbirliği gelecekteki ortaklık ilişkilerini de olumlu olarak etkileyebilir. Ancak optimum kazancın gerçekleşmesi için mahkûmların birbirine, aynı doğrultuda ifade vereceklerine dair güven duymaları gereklidir.

Ekonomi teorisinde kullanılan Pareto verimliliği (Pareto efficient) veya Pareto optimumu kavramı, bireysel değil kollektif (topluluk) için optimum refah noktasını belirtir. Eğer en az bir oyuncunun kazancını arttırmak diğer oyuncuların   kazancında   bir   eksilmeye   yol   açmadan

mümkün olmuyorsa Pareto verimliliği noktasına ulaşıldığı söylenir.

Neoliberallere göre, bir rejime taraf olduğu halde kurallara uymayarak haksız kazanç sağlamaya eğilimi olan bir ülke üzerinde ilgili rejimin denetim mekanizmaları caydırıcı bir rol oynayacaktır. Uluslararası rejimlerin işbirliğini kolaylaştırıcı sebeplerinden birisi de sözleşme maliyetlerini  azaltmasıdır.

Sözleşme maliyetleri (transaction costs) anlaşmaların müzakere edilmesi, izlenmesi ve uygulanmasından doğan maliyetlerdir.

Hegemonik Güç ve Rejimler:

Neoliberallere göre, rejimlerin kurulmasında uluslararası sistemin hegemonik gücü veya güçleri kilit bir rol oynarlar. Yani rejimler, uluslararası sistemdeki güç dağılımından bağımsız olarak ortaya çıkmazlar; tam tersine bu sistemdeki güç ve çıkar dağılımını yansıtırlar. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, sistemin hegemonik güçlerinden olan Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) savunduğu serbest Pazar ekonomisinin ilkeleri, bu devlet tarafından oluşturulmuş uluslararası ticaret ve finans rejimlerinde hayat bulmuştur. Yine Kyoto Protokolü ABD’nin önemli katkıları ile hazırlanmasına rağmen kendisi bu protokole imza atmamıştır. Halbuki sözleşme karbon emisyonları azaltılsın diye imzalanmış ancak ABD’nin  tek  başına  dünyadaki  karbon  emisyonunun ¼’ünü oluşturduğu gözden kaçırılmıştır.

Realist Yaklaşım

Uluslararası işbirliği sorunsalına, yukarıda da bahsedildiği üzere, en çekimser ve hatta kötümser yaklaşan uluslararası ilişkiler kuramı Realizmdir (Gerçekçilik). Neoliberal kuram, ana aktörleri devlet ve yapısı anarşik olan uluslararası sistemde işbirliğinin rejimler sayesinde mümkün olabileceğini savunurken Realist düşünürler aynı şartlar altında rejimlerin oluşmasının ya çok zor ya da oluşsa bile, işlevlerinin farklı olacağını iddia etmişlerdir. Güç bazlı bir kuram olan realizm okulunda rejimlere farklı açılardan yaklaşan düşünürler olsa da hepsinin analizlerinin ortak noktası, devletlerin güç kazanımı ve kaybıyla ilgili hesaplarının ve bununla ilgili olarak, uluslararası sistemdeki güç dağılımının rejimlerle ilgili konularda belirleyici rol oynadığıdır.

Göreceli Kazanç Kaygısı ve Rejimler:

Realizm kuramına göre uluslararası sistemdeki belirsizlik hâli işbirliğini zorlaştırmaktadır ve bu zorluğu aşmada uluslararası rejimlerin oynayabileceği önemli bir rol yoktur. Yukarıda açıklanan Neoliberal mantığa göre, belirsizlik ortamında işbirliği yapılması durumunda ortaya çıkan aldatılma korkusu, rejimlerin bünyesinde oluşturulan kontrol ve denetim mekanizmaları sayesinde büyük ölçüde aşılabilmektedir. Bu mekanizmalar ‘şöhret faktörü’nü birebir etkileyerek devletlerin ortak çıkarları doğrultusunda kısa dönemli kazançlarından vazgeçerek uzun döneme birlikte yatırım yapmalarını, yani kurala dayalı işbirliğini kolaylaştırmaktadır. Realistler ise kural ihlaline bağlı olarak sömürülme veya aldatılma durumuna düşmenin devletlerin işbirliğine soğuk bakmalarının tek veya en önemli sebebi olmadığını savunurlar. Onlara göre, Neoliberaller resmin sadece bir tarafına bakıp, en önemli kısmını göz ardı etmektedir. En önemli kısım ise devletlerin anarşik  ortamda mutlak  kazançlarından (absolute gains) ziyâde göreceli (nisbi) kazançlarını (relative gains) önemsemesidir

Koordinasyon Sorunu ve Rejimler:

Hâlihazırda kurulmuş kimi rejimleri inceleyen kimi realist düşünürler, bu rejimlerin, neoliberallerin iddia ettiğinin aksine, devletlerin bireysel suboptimum kazançlarını kolektif olarak optimum kazanca dönüştürmek amacıyla değil, çoğunlukla bölüşüm sorunu doğuran koordinasyon sorunlarını güçlü aktörlerin çıkarları doğrultusunda çözüme kavuşturmak için (bu aktörler tarafından) kurulduğunu savunmaktadır. Koordinasyon sorunlarını çözüme kavuşturmak amacıyla kurulmuş rejimlere, komünikasyon ve ulaşım rejimleri ile sanayi, sağlık ve işçi güvenliği standartlarını  belirlemek üzere  kurulmuş rejimler örnek olarak verilmektedir.

Bir tür komünikasyon rejimi olan uluslararası elektromanyetik alan rejimini inceleyen Stephen D. Krasner, bu rejimi kurma ihtiyacının devletlerin bu alandaki farklı uygulamalarını koordine etme zorunluluğundan kaynaklandığını belirtip, söz konusu koordinasyon sorununu yine bir oyun teorisi olan Cinsiyetler Savaşı (Battle of the Sexes) ile açıklamıştır. Cinsiyetler Savaşı’nda, birlikte vakit geçirmek isteyen, ancak bu konuda farklı tercihleri olan (örneğin, deniz kıyısında mı yoksa yaylada mı tatil yapsak?) aktörlerin karşı karşıya kaldığı koordinasyon sorunu söz konusudur. Bu oyunla kurgulanan durumda, aktörlerin tercihlerinin birbirinden üstün bir tarafı yoktur, ancak birisinin seçilmesi durumunda diğer tercih sahiplerinin arzusu tam olarak yerine getirilememiş olacaktır. Aktörlerin bağımsız olarak tercihlerini yerine getirmelerinde ise ana amaç olan birlikte hareket etmek mümkün olmayacaktır. Krasner’ın incelediği uluslararası elektromanyetik alan rejimi, sınırlı sayıdaki yayın frekansının devletler arasında paylaşımını sağlamak amacıyla kurulmuştur. Böyle bir paylaşımın birtakım norm ve kurallara göre yapılmasını zorunlu kılan durum, aynı frekans üzerinden birden fazla devletin yayın yapması hâlinde yayının gerçekleşmemesi ve dolayısıyla bundan ilgili devletlerin zarar görmesi hâlidir. Krasner, bu rejimin üye devletleri en kötü durumdan (yani koordinasyonsuzluğa bağlı olarak frekansların birbirine karışması) kurtardığını, ancak frekansların bölüşümünde uygulanan tercihlerin bazı aktörleri diğerlerinden daha kazançlı kıldığı sonucuna ulaşmıştır.

Kognitif (Bilişsel) Yaklaşım

Bu kuramlar esas olarak, neoliberal ve realist kuramların genelde uluslararası politikayı, özelde ise uluslararası kurumları açıklarken özellikle devletlerin kimlik ve çıkarlarına ilişkin öne sürdükleri kimi temel varsayımlarının eleştirisi üzerine kuruludur. Neo-liberal ve

realist kuramların devlet çıkarlarının oluşum sürecini göz ardı etmesi, bu çıkarları hiç değişmeyen ve sadece maddi çıkarlar üstüne kurulu veriler şeklinde algılaması ve böyle bir algılamanın hiçbir şekilde ‘öğrenme’ ve ‘değişim’ olasılıklarına yer vermemesi, kognitif kuramın başlıca eleştiri konusunu oluşturmuştur.

Zayıf Kognitivistler:

Zayıf kognitivistlerin odaklandığı konular, neoliberal ve realist kuramların göz ardı ettiği devlet çıkarlarının oluşum süreci ve bu süreçte bilgi, yorumlama ve öğrenmenin oynadığı rollerdir. Bu grubu ‘zayıf’ kılan, yaptıkları analizin diğer iki kuramın varsayımlarını temelden eleştirme yerine bunları tamamlayıcı karakterde oluşudur. Bu kuramın öğrencilerine göre, uluslararası işbirliği ve devamında da rejim kurma yolunda, bilgi ve bunun devlet adamları tarafından yorumlanması en önemli ilk adımı oluşturur. Öncelikle devletler  içinde bulundukları şartları gözden geçirip çıkarlarını tanımlamak  durumundadırlar.

Ortak güvenlik fikri geleneksel ulusal güvenlik anlayışından farklı bir mantığa sahiptir. Geleneksel anlayış uluslararası sistemin anarşik yapısından hareketle bir devletin güvenliğini sağlamak için kendisinden başka kimseye güvenemeyeceği ve bu sebeple askerî açıdan sürekli diğer devletlere karşı güçlü olması gerektiği fikri üzerine kuruludur. Ortak güvenlik fikri ise devletlerin birbirine karşı değil birlikte hareket ettikleri zaman gerçek anlamda güvenli olacağını ve bunu gerçekleştirmenin yolunun da gerçek veya potansiyel anlamda tehdit oluşturan devletlerle işbirliği yapmaktan geçtiğini savunur.

Kuvvetli Kognitivistler (Sosyal İnşâcılar):

Literatürde daha çok sosyal inşâcılar olarak bilinen ve kendi içinde oldukça farklı eğilimleri barındıran bu grubun uluslararası rejimlere yaklaşımı, zayıf kognitivistlerden farklı olarak realist ve neoliberallerin bireyselci rasyonel varsayımlarını temelden eleştiren niteliktedir. Kuvvetli kognitivistlere göre bu son iki kuramın öğrencileri, rejimlerin intersubjektif ontolojisine aykırı bir pozitivist epistemoloji kullanarak bu sosyal olguyu gereği gibi inceleyememişlerdir. Söz konusu intersubjektif bilgi, öznelerin/ aktörlerin karşılıklı anlaşarak üstünde uzlaştıkları bilgi olup, bunun Newton kanunlarına benzer bir sebep-sonuç ilişkisi içeren pozitivist yöntemle ele alınması ortaya sağlıklı olmayan analizler çıkarmıştır.

Kuvvetli kognitivistlerin veya en azından içlerinden önemli sayıda düşünürün, pozitivist epistemoloji yerine önerdiği yöntem ise yorumlamadır (interpretive epistemology). Bu düşünürlere göre, rejimlerin intersubjektif yapısı gerek Krasner’ın tanımındaki ‘ilkeler ve normlar etrafında aktörlerin örtüşen beklentileri’ ifadesinde gerekse Young’un sosyal kurum vurgusunda zaten belirgindir. Rejimlerin kuruluşu, devamlılığı, etkinliği ve sona ermesi gibi konular bu intersubjektif yapı göz önünde  bulundurularak yoruma  dayalı yöntemlerle incelenmelidir.

Sosyal bilimlerde neyin (geçerli) ‘bilgi’ olarak kabul edilmesi gerektiğine dair birbiri ile rekabet hâlinde olan iki temel paradigma vardır: bunlardan biri Pozitif diğeri ise Yorumsamacı (hermenötik) paradigmadır. Pozitif paradigma, sosyal dünyanın doğal âlemden farksız olarak sadece gözlemlenebilene odaklanarak, sosyal olgunun sebep-sonuç ilişkilerini keşfetmeye yönelik olarak kontrol, standartlaştırma ve objektiflik içeren bilimsel yöntem ve metodlarla araştırılması gerektiğini savunurken, yorumsamacı paradigma sosyal ve doğa bilimleri arasında ayırım yaparak ikisinin benzer yöntemlerle incelenemeyeceğini öne sürer.

SAVUNMACI VE SALDIRGAN REALİZM

Giriş

Realizm, uluslararası politika alanında özellikle 1940’lardan 1970’lere kadar çalışmaların ağırlık noktasını oluşturmuştur. Bununla beraber, 1970’li yıllardan sonra realizme getirilen bazı eleştiriler, teorinin kendini yenilemesine neden olmuş ve özellikle Kenneth Waltz, “Uluslararası Politika Kuramı” başlıklı çalışmasıyla neorealist düşüncenin öncüsü olarak ortaya çıkmıştır.

Savunmacı Realizm

Neorealizmin uluslararası sistemin yapısını temel alan yaklaşımından hareket edilerek ortaya konan teorilerden birisi savunmacı realizmdir. Savunmacı realizm, devletlerin güç  güdüsünden ziyade  güvenlik  güdüsüyle hareket etmelerine önem vermektedir. Savunmacı realizmin temel varsayımlarını üç ana başlıkta toplamak mümkündür:

•          Güvenlik ikilemi, sistemde kontrol edilemez durumda bulunan anarşinin bir özelliği olarak karşımıza  çıkmaktadır.

•          Bazı yapısal dönüştürücüler, belirli devletlerarasındaki  güvenlik  ikileminin derecesini  etkilemektedir.

•          Devletlerin sahip olduğu fiziki kapasiteler, karar vericilerin öngörüleri ve algılamaları çerçevesinde devletlerin izledikleri dış politikaları  yönlendirmektedir.

Savunmacı realizmin diğer realist yaklaşımlardan ayırt edici en önemli özelliği, uluslararası sistemin devletlerin genişlemesine sadece belirli koşullarda izin verdiği varsayımıdır.

Savunmacı realizmde bazı yapısal dönüştürücüler, devletlerin savunmacı veya saldırgan karakterde dış politikalar izlemesini etkilemektedir. Savunma-saldırı dengesi, coğrafi yakınlık, ham maddelere erişim imkânı gibi yapısal dönüştürücüler, devletlerin içinde bulundukları güvenlik ikileminin şiddetini arttırabilmektedir.

Yapısal dönüştürücülerden coğrafya faktörü düşünüldüğünde ise devletlerin kendilerine daha yakın olan bir ülkeden daha fazla tehdit algıladıkları, mesafe uzadıkça güvenlik  ikileminin derecesinin  düşmeye başladığı varsayılmaktadır. Rasyonalite ve savunma- saldırı dengesi gibi iki önemli yapısal değişken dikkate alındığında savunmacı realizm, devletlerin statükoyu desteklemesi gerektiğini öngörmektedir.

Tehdit Dengesi ve Savunmacı İttifaklar

Stephen Walt tarafından ortaya atılan Tehdit Dengesi Teorisine göre devletlerin ittifaka girişmelerinde güç yerine tehdit olgusunun temel etken olduğunu ileri sürülmektedir.

Walt’a göre bir devletin algıladığı tehdidin dört kaynağı bulunmaktadır. Bunlar; bütünleştirilmiş güç, coğrafi yakınlık, saldırı nitelikli güç ve agresif niyetlerdir.

Güç, bir devletin, sadece askerî boyuta indirgenmeyen ve nüfus, endüstriyel kapasite ve teknolojik düzey gibi unsurları da içeren bütünleştirilmiş gücü ne kadar fazlaysa diğer devletler açısından o kadar büyük tehdit oluşturacağı öngörülmektedir. Coğrafi yakınlık kriterinde, aradaki mesafe arttıkça gücün etkisinin azalacağı varsayımından hareket edilmektedir. Saldırı nitelikli güç ise bir devletin bu nitelikteki gücü ne kadar fazlaysa diğer devletlerin söz konusu devletten algılayacağı tehdidin o denli fazla olacağını ifade etmektedir.

Walt’a göre bir dış tehditle karşı karşıya kaldıklarında, devletlerin dengeleme veya boyun eğme davranışlarından birini seçecektir. Boyun eğme davranışı genellikle büyük bir devletten tehdit algılayan küçük devletlerin gösterdiği bir davranış biçimi olarak değerlendirilmektedir. Bunun yanında algılanan bir tehdide karşı ittifaklara girme yoluyla sergilenen dengeleme davranışı daha baskın konumdadır. Taraflar arasındaki ideoloji ne kadar benzerse tarafların algıladıkları tehdide karşı ittifaka girmesi o kadar kolay olmaktadır. Bununla beraber özellikle iç politika açısından meşruiyeti sorunlu olan yönetimler, iç istikrarını ve dış güvenliğini sağlamak için diğer devletlere göre daha fazla ideolojik ittifak arayışına girmektedir. Kurulan bir savunmacı ittifakta taraflar arasındaki kapasitelerin asimetrik bir dağılıma sahip olması da ittifakın niteliğini etkileyebilmektedir.

Savunma-Saldırı  Dengesi

Charles L. Glaser Koşullu Realizm yaklaşımıyla anarşi ortamında da devletlerin güvenliklerini çatışmaya girmeden, işbirliğiyle, sağlayabileceklerini ileri sürmektedir. İşbirliğini, başta silahlanma yarışı olmak üzere rekabeti önleyici politikalar  olarak değerlendiren Glaser, devletler arasında yaşanan rekabeti ise silahlanma yarışına ve karşı ittifaklara neden olan tek taraflı silahlanma şeklinde ele almaktadır.

Glaser’ın savunmacı realizmde önemli yer tutan ve aynı zamanda realizmdeki güvenlik ikilemini sona erdirmeye yönelik yaklaşımı ise savunma-saldırı dengesi olmuştur. Bu bağlamda öncelikle belirtilmesi gereken şey, savunmacı realistler neorealizmin öne çıkardığı güç kavramı yerine gücün niteliğine vurgu yapmaktadır. Gücün niteliği ele alınırken “savunma-saldırı dengesi” ve “savunma-saldırı ayırt edilebilirliği” gibi perspektifler dikkate alınmaktadır.

Gücü monolitik bir yapı olarak ele almak yerine, güce savunma-saldırı dengesi ve savunma-saldırı ayırt edilebilirliği gibi iki farklı perspektiften yaklaşan Glaser, bu kavramların güvenlik ikilemi açısından önemli değişkenler olduğunu belirtmektedir Bunlardan savunma- saldırı dengesi, bir devletin askeri kapasitesini oluştururken birimlerine yüklediği görevle ilişkilidir. Bu noktada gerek silahlar gerekse askerî örgütleniş biçimleri saldırı veya savunma karakterine göre ayırt edilebilmektedir.

Savunma-saldırı ayırt edilebilirliği özelliği ise bir ülkenin saldırı nitelikli askeri gücünü savunma nitelikli olarak kullanabilmesi veya savunma nitelikli gücünü saldırı nitelikli bir hâle dönüştürebilmesiyle ilişkilidir. Özetle, Glaser, savunma-saldırı dengesi ve savunma-saldırı ayırt edilebilirliği üzerinden hareket ederek devletlerin güvenliklerini sağlamak için ya silahlanma yarışına gireceklerini ya silahların kontrolü üzerinden işbirliği yapacaklarını ya da tek taraflı savunmacı politikalar izleyeceklerini öngörmektedir. Devletlerin temel amacının güvenlik arayışı olduğunu vurgulayan savunmacı realizm, bu nedenle devletlerin kuşku ve şüphe uyandıracak revizyonist adımlar atmak yerine daha rasyonel olan güvenliklerini savunmacı politikalarla sağlamaya çalışacaklarını  savunmaktadır.

Saldırgan Realizm

Saldırgan realizm daha ziyade sistemdeki büyük güçler üzerinde yoğunlaşarak uluslararası ilişkilere açıklamalar getirmektedir. Bu noktada Mearsheimer, büyük güçlerin uluslararası politika üzerinde daha büyük etkisinin bulunduğunu ve ister küçük ister büyük devlet olsun, bütün devletlerin kaderinin büyük güçlerin almış olduğu kararlar ve uygulamış olduğu politikalarla belirlendiğini savunmaktadır.

Mearsheimer’ın büyük güç kriteri, bir devletin sahip olduğu nispi askerî kapasiteyle ölçülmektedir. Mearsheimer, saldırgan realizmin öngörülerinin küresel düzeyde büyük güç ilişkilerinin yanı sıra çeşitli bölgelere de uygulanabileceğini belirtmektedir önce, saldırgan ve savunmacı realizm arasındaki temel farklılık şu şekilde ifade edilebilir. Krizi başlatan taraf saldırgan realizmin; düşmanca bir harekete maruz kalan taraf ise savunmacı realizmin odak noktasını oluşturmaktadır.

Buna ilave olarak Silahlanma ve güç unsurları açısından bakıldığında saldırgan realizm, güç potansiyelini maksimize etmek için bütün kaynakların seferber edildiği acilen ve hızlı bir silahlanmayı hedeflerken savunmacı realizm en yakın stratejik rakiple var olan pariteye yakın bir seviyede silahlanmayı yeterli görmektedir. Siyasal söylem açısından ele alındığında saldırgan realist anlayışta söylemler, açık bir şekilde saldırganlık ve üstü örtülü niyetler içerirken; savunmacı realizmde söylemlere net bir şekilde tanımlanmış hedef ve politikalar hâkim olmaktadır.

Agresif Politikaların Kaynağı

Mearsheimer’a göre saldırgan realizmin temel varsayımlarını beş başlıkta ele almak mümkündür. Bunlar;

•          Uluslararası sistem anarşiktir.

•          Devletler birbirlerine zarar vermek ve birbirlerini yok etmek için gerekli olan saldırı nitelikli askerî kapasiteye kendiliğinden sahiptir.

•          Hiçbir devlet bir diğerinin niyetinden emin değildir

•          Devletlerin temel güdüsü hayatta kalmaktır.

•          Devletlerin uluslararası sistemde yaşamlarını sürdürebilmek için rasyonel olduğu ve stratejik düşündüğüdür.

Mearsheimer’a göre uluslararası politikada  statükocu devlet bulmak oldukça zordur. Zira uluslararası sistemin anarşik yapısı sürekli bir güvenlik açığı oluşturmakta ve devletler bu açığı kapatmak için güç arayışında bulunmaktadırlar.

Saldırgan realizm, devletlerin birbirine saldıracak kapasiteye ve potansiyel niyete sahip olduğu sürece temel amacı hayatta kalmak olan bir devletin diğerlerine karşı şüpheyle yaklaşmasını ve onlara güvenme konusunda isteksiz olmasını normal karşılamaktadır. Güç dengesi adına girişilecek ittifaklara güvenmek yerine fırsat kollamak ve mümkün olan her durumda gücü arttırmayı savunmaktadırlar. Bu yüzden devletler, kendine yardım ilkesi çerçevesinde hem kısa hem  uzun vadede sadece kendi çıkarlarına göre hareket etmelidir. Özetle, güvenliğin önemine vurgu yapan ve güçle güvenlik arasında doğru orantı kuran saldırgan realizm, en basit şekliyle askerî açıdan ne kadar güçlü olunursa o kadar güvende olunduğunu savunmaktadır. Savunmacı realizmde hayatta kalmak için bazen ılımlı politikalar izlenmesi gerektiği savunulmaktayken saldırgan realizmde güç maksimizasyonu, güvende olmanın ve hayatta kalmanın temel şartı olarak kabul görmektedir.

Saldırgan realizmi özetlemek gerekirse, saldırgan realizmde Devletlerin güç elde etme nedenleri, anarşik yapıdaki uluslararası sistemde yaşamlarını sürdürebilmektir. Güç arayışının sınırı için ise bir bölgede veya uluslararası alanda hegemonya oluşturmak için nispi güç maksimizasyonu hedeflendiği söylenebilir. Gücü ise gerçek güç, (Askerî güç) üstü örtülü güç (Askerî gücün artmasını sağlayacak her türlü öge) olarak sınıflandırmak mümkündür. Devletlerin nispi kapasitelerini artırma yolları ilişkin ise savaş, şantaj, yıpratma, rakibe dolaylı zarar verme örnekleri verilebilir. Rakiplerin güçlenmesini engelleme yollarını ise dengeleme veya sorunu başkasına havale etme şeklinde özetlemek mümkündür. Saldırgan realizmde Devletlerin dengelemeyi tercih etmesinin nedeni ise Devletin algıladığı tehdidin artmasıyla ilgili olduğu söylenebilir. Savaşların nedenlerinden en önemlisi ise bir bölgede veya uluslararası alanda iki devlet arasındaki güç dengesinde büyük farklılıkların oluşmasıdır.

Güç Elde Etme ve Rakibi Kontrol Stratejileri

Mearsheimer’a göre savaşlar, maliyetli olmakla beraber, güç kazanmanın başlıca yoludur. Ancak bir devletin savaş yoluyla elde edeceği kazanımlar, kayıplarından fazlaysa rasyonellik gereği, o devlet savaşı başlatmalıdır. Eğer devlet rasyonel davranmayıp savaşı başlatmazsa rakibinin güçlenmesiyle kısa bir süre sonra kendisi bir saldırıya uğrayabilecektir.

Mearsheimer’ın öngördüğü savaş stratejisi, önleyici savaştır.  Diğer  strateji  olan  şantaj  yapma,  savaşa  göre düşük maliyetli bir stratejidir. şantaj, nispi olarak daha güçsüz ülkelere yönelik yapıldıysa bunun başarı şansı ve devletin güç kazanması ihtimali yükselmektedir. Devletlerin güç elde etmeye yönelik bir diğer stratejisi olan rakibi yıpratmadır.

Rakibi yıpratma, iki rakip devletten zayıf olan tarafa yardım etmek suretiyle bunların birbiriyle savaşmasını provoke ederek uygulanmaktadır. Güç elde etmenin bir diğer yolu olan rakibe dolaylı zarar vermektir. Bu strateji, savaşmakta olan veya çatışma içinde olan bir rakip ülkenin karşısındaki tarafa yardım etmek şeklinde uygulanmaktadır. Düşmanımın düşmanı, dostumdur yaklaşımına örnek bir durumdur. Devletlerin diğer devletlerin güçlenmesini engelleme yollarından bir diğeri sorunu başkasına havale etme ve dengelemedir. Sorunu bir başkasına havale etme yöntemi, esas olarak bir devletin bir başka devletin güçlenmesini doğrudan engellemeye yönelik girişimlerde bulunması yerine, engelleme maliyetini bir diğer gücün/güçlerin üstüne yıkması ve böylece herhangi bir maliyete katlanmadan rakibinin güçlenmesini engellemesi anlamına gelmektedir. Dengelemede ise rakibin gücüne duyulan tehdit artarsa veya tehdidin kaynağı yakın coğrafyada bulunan bir devletse, devletler sorunu havale etme yöntemi yerine doğrudan dengeleme yöntemini tercih etmektedir.

SOSYAL İNŞACILIK (KONSTRÜKTİVİZM)

Giriş

Konstrüktivizm, bir köşesini pozitivizmin, diğer köşesini ise postpozitivizmin oluşturduğu bir üçgenin taban çizgisi gibidir. Rasyonalizmden de reflektivizmden de farklı olan konstrüktivizmi, ontolojik ve epistemolojik açılardan bu görüşlere eşit mesafede durmak kaydıyla bu iki grup arasına yerleştirmek mümkündür.

Sosyal Konstrüktivizm ve Özellikleri

Konstrüktivizm sosyal gerçekliğin inşasına dair bir kuramdır. Alexander Wendt, bu düşüncenin salt bir uluslararası siyaset kuramı olmadığını söylemektedir. Diğer kuramlardan farklı olarak konstrüktivizmde amaç, yaşadığımız dünyayı açıklamaktan ziyade onun anlaşılmasını  sağlamaktır.

Konstrüktivizm insanoğlunun sosyal bir yaratık olduğu fikrine dayanmaktadır. Yani bizi insan kılan şey aslında sosyal ilişkilerimizdir. İlişki ve etkileşim süreci, belli bir sosyal yapı içerisinde ve birtakım kurallara bağlı olarak, amiller ve kurumlar aracılığıyla gerçekleşmektedir. Kurallar ve kurumlar sosyal yaşamın işleyişi ve düzenlenmesi açısından hayati bir öneme sahiptir.

Sosyal Yaşamın Düzenleyicisi Olarak Kurallar ve Kurumlar

Hukuksal kuralları da içine alan sosyal kurallar, ilgili sürecin sürekli ve karşılıklı bir biçimde işlemesini sağlarlar. Doğaları gereği normatif olan kurallar, amillere neyi yapıp neyi yapmamaları gerektiğini söyleyen genel ifadeler olarak da değerlendirilebilirler. Kurala uymak ya da onları ihlal etmek, kural koymak ya da onları kaldırmak gibi kurallara ilişkin her türden davranışa ise faaliyet denmektedir.

Kuralları eğitici, yönlendirici ve vaadedici kurallar olarak sınıflandırmak mümkündür. Kısacası kurallar amilleri eğiterek, yönlendirerek ya da onlara çeşitli vaatlerde bulunarak işlerler. Eğer amiller açısından kurallar, kendi yaşamlarının sabit ve kaçınılmaz özellikleri olarak görülüyorsa, bunlara formel kurallar da denilebilir. Başka kurallarca etkin bir biçimde desteklenen kurallara ise legal kurallar denilir. Kural tiplerini felsefi manada oluşturucu ve düzenleyici kurallar olarak da tasnif etmek mümkündür.

Oluşturucu kurallar tüm sosyal yaşamın kurumsal temelini oluştururken, düzenleyici kurallar nedensel etkilere sahiptir. Oluşturucu kurallar, etkili ya da daha az etkili olabileceği gibi, çatışma ya da işbirliği doğurucu nitelikte de olabilirler. Oluşturucu kurallar sosyal yapının, düzenleyici kurallar ise sosyal denetimin araçları olarak görülebilirler.

Kurumlar, aslında ilgili kural ve uygulamalardan oluşurlar. Yani, amillerin niyetleri doğrultusunda gerçekleşen faaliyetler ile mevcut kuralların oluşturduğu örüntüler, genel anlamda kurumları meydana getirmektedir. Başka bir ifadeyle Kurumlar, aynı zamanda katılımcılarının çıkarlarını yansıtan sosyal düzenlemeler olarak görülebilirler.

Kurumlar bazı insanları amillere dönüştürmekte ve amil olarak içerisinde rasyonel bir biçimde hareket edebilecekleri genel bir çerçeve inşa etmektedirler. Amiller, aslında kurallar tarafından belirlenmektedirler.

Sosyal Düzenin Aktif Katılımcıları Olarak Amiller

Amiller faaliyetleriyle maddi anlamda dünyayı etkileyen birey ya da bireyler olarak tanımlanmaktadır. Aktif katılımcılar konumunda bulunan amiller, genellikle gerçek insanlardır.

Amillik kurumu ise statülerden, görevlerden ve rollerden meydana gelmektedir. Kurumsal bağlamına göre her amil bir statü, bir görev ve bir role sahip olmalıdır ki, çoğu durumda amiller bunların her üçüne birden sahiptirler.

Amillik aslında ilgili toplum ölçeğinde ve kurallar aracılığıyla oluşan ve faaliyet gösteren bir kurumdur. Başka bir ifadeyle Amilleri diğer insanlar adına hareket eden bireyler olarak da düşünmek mümkündür. Bununla birlikte, amillerin diğerlerinin adına hareket edebilmeleri için mutlaka birey olmaları da gerekmez. Zira amillik özünde sosyal bir durumdur.

Amiller belli bir toplum içerisinde ve çeşitli amaçlara ulaşmak için faaliyet göstermektedirler. Bu amaçlar, özünde insanların istek ve ihtiyaçlarını yansıtmaktadırlar. Amillerin kolektif hareket etmek suretiyle tek bir amil hâline gelebilmeleri de mümkündür. Buna karşın devletlerin amil oldukları söylenemez. Çünkü amile gerçek bireylerdir. Eğer ilgili amil devlete dair birtakım yetkilerle hareket ediyorsa, yani devleti temsil ediyorsa, ancak devletin amillik vasfından bahsedilebilir.

Kısacası devletler amil olarak görülebilirler; ama gerçekte amil olanlar, devlet adına hareket etme ehliyetine sahip bireylerdir.

Amil-Kural İlişkisi:

Amiller ile kurallar arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır. Onuf’a göre kurallar amilleri, amiller de kuralları oluşturmaktadır. Amiller, kendileri ve/veya başkaları yararına, bireysel olarak ya da diğerleri ile ortak bir şekilde hareket eden insanlardır. Kurallar ise dünyanın maddi yanlarını amillerin kullanımına açık hâle getiren düzenlemeler olarak görülebilirler. Kurallar, işlerlik kazanabilmek için amillere ihtiyaç duymaktadırlar.

Kurallar makro düzeyde dolaylı yollardan da olsa devletleri, mikro düzeyde ise doğrudan bireyleri amil hâline getirerek işlerliklerini sürdürmektedirler. Dolayısıyla kurallar ile amiller arasındaki ilişkinin ontolojik bir durum olduğu söylenebilir. Bununla birlikte, kendi eylemlerinin sonuçlarını kestirebilme yeteneğine sahip olan amiller, bazen kurallara uymamayı da tercih edebilirler.

Amil-Yapı Tartışması:

Amiller, kurallar ve kurumlar gibi unsurlar sosyal bir yapı içerisinde var olurlar. Buradaki yapı kavramı Gould’a göre akılda var olan bir şeydir. Wendt ise sosyal yapıları, bireylerin dışsal sosyal gerçekler olarak karşılaştıkları sosyal olgular olarak nitelendirmektedir. Aslında yapı, en yalın ifadeyle kurumların ve amillerin içinde faaliyet gösterdiği şeydir. Onuf ise yapı kavramı yerine sosyal düzenlemeler kavramını önermektedir. Konstrüktivizmin amil-yapı ilişkisine bakışı, Giddens’ın yapılanma kuramından  etkilenmiştir.

Kuram, aracıları ve yapıları karşılıklı olarak oluşturulan ya da belirlenen varlıklar olarak ele alan ilişkisel bir çözüm önerisine sahiptir. Yapı hem mümkün kılan hem de sınırlayan bir şey olarak görülmektedir. Giddens’ın kuramında gözlemlenen, amil ile yapı arasındaki mekanizmanın nasıl işlediğine dair eksiklik, daha sonraları Onuf tarafından kurallara yapılan vurgu ile giderilmektedir kurallar, aracıları ve yapıları ortak bir inşa sürecinde birbirine bağlamaktadırlar. Amil ve yapı kavramları birbirinden ayrı düşünülemez McSweeny’nin de belirttiği gibi amil ve yapı, ontolojik açıdan aynı madalyonun iki farklı yüzü gibidirler. Birinin diğeri üzerinde a priori bir konumu yoktur.

Uluslararası İlişkilerin Sosyal Konstrüktivist Yorumu

Konstrüktivizmin yaygınlık kazanması, 1990’lı yıllarda gerçekleşmiştir. Konstrüktivizm, bir bakıma sosyal olanı, sosyalleşmekte olan bir disiplinin içine sokma çabasındadır. Konstrüktivizmin aslında insan bilinci ve onun uluslararası yaşamdaki rolüyle ilgilenmektedir.

Konstrüktivist kuramlar, uluslararası ilişkileri bir çeşit sosyal ilişkiler yumağı olarak görmektedirler. Bu nedenle devletlerin kendi içlerine kapalı dünyalar olarak görülmesi yanlıştır. Uluslararası toplum içinde devletler, diğer devletlerle ilişkiler kuran birincil amiller konumundadırlar.

Uluslararası Sistemin Yapısı ve Anarşi Kavramı

Konstrüktivizm, sosyal olanı ön plana çıkaran bir yaklaşıma sahiptir. Konstrüktivizmde uluslararası yapı, kendi içinde faaliyette bulunan birimlere dışsal, onlardan bağımsız bir güç olarak görülmez. Uluslararası sistemi yerel toplumdan ve sosyal düzenden ayrı, kendine özgü mantığı olan bir şey olarak değerlendirmemek gerekmektedir.

Sosyal yapılar ortak bilgi, maddi kaynaklar ve eylemlerden oluşurlar. Başka bir özellikle ise, disiplinin hâkim kuramları uluslararası yapıyı anarşik olarak nitelendirdiğidir. anarşi, gerçekte hiçbir amilin niyetleriyle doğrudan alakası olmayan bir kural durumudur. Bu nedenle uluslararası ilişkiler de aslında hâkim kuramların dediği manâda anarşik değildir. Anarşi de bir kural durumudur ve herhangi bir kuralın olmaması ise anarşi değil kaostur. Öte yandan konstrüktivizme göre anarşide savaş ihtimalinin mümkün olması da her an savaş olabileceği anlamına gelmemektedir. Bunun yanı sıra, kendi başının çaresine bakma ve güç politikası gibi olgular da mantıksal ve nedensel olarak anarşiden kaynaklanmazlar. Özetle hâkim kuramların aksine konstrüktivizm anarşiyi verili bir durum olarak görmez; onun devletler tarafından belli tarihsel süreçler içerisinde oluşturulduğuna  inanır.

Konstrüktivist Düşüncede Kimlik-Çıkar İlişkisi

1980’li yıllarla birlikte kimlik sorunu, uluslararası ilişkiler gündeminde kuramsal açıdan daha çok tartışılan bir konu hâline gelmiştir. Kimlik, uluslararası ilişkilerin dünyayı anlamaya yönelik kullandığı yöntemin ve açıklama tarzının kültürel temelini oluşturan merkezi bir olgusudur.

Konstrüktivist kuramsallaştırma süreci ise bir sistemin sosyal yapısının belli kimlik ve çıkarlara sahip aktörleri oluşturarak, faaliyeti nasıl mümkün kıldığını açıklamaya çalışmaktadır. Konstrüktivizmde kimlikler analitik açıdan çıkarlara göre öncelikli görülmektedirler. Kimlikler çıkarların temelidir demek, aynı zamanda kimliklerin çoğulluğunu da kabul etmek anlamına gelmektedir. Tıpkı her bireyin kurumsal rollerine bağlı olarak birden çok kimliğe sahip olabilmesi gibi devletlerin de birden çok kimliğe sahip olabileceği öngörülmektedir. Konstrüktivistler, her kimliğin bir farklılığa işaret ettiği varsayımıyla kimliklerin karşılıklı etkileşimle oluşumunda, ötekinin rolünü de kavramışlardır. Kimliklendirme, ben ile öteki arasındaki ilişkinin bir ürünüdür ve bu olumlu olabileceği gibi olumsuz da olabilmektedir. Wendt’e göre anarşi kavramı, güvenliğe yaptığı yoğun vurgu nedeniyle kimlik tanımlaması üzerinde olumsuz bir etki yaratmaktadır. Dolayısıyla bu olumsuz kimliklendirme de realist güç politikası sistemini inşa etmektedir.

Konstrüktivizm kimlik oluşum sürecinde en önemli aktörler olarak devletleri görmektedir. Konstrüktivizm öncelikle devletlerin kimliklerini ve çıkarlarını sorunsallaştırmaktadır ve onların sosyal  bir biçimde oluştuklarını açıklamaya çalışmaktadır. Burada, aktörlerin kimlik kazanma sürecinin, diğer aktörler ile paylaştıkları kolektif manâlara katılım yoluyla gerçekleştiği varsayılmaktadır. Yani kimlikler, konstrüktivizme göre doğaları gereği ilişkiseldirler. Bu süreçte, devletlerarasında işbirliğine dayalı olarak bir takım kolektif kimliklerin oluşması da mümkündür.

Süjeler-Arası Bir Durum Olarak Egemenlik ve Güvenlik

Diğer bir konu olan egemenlik kavramı, geleneksel anlamda iç ve dış egemenlik olmak üzere ikiye ayrılır. İç egemenlik, bir toplum içerisindeki en üst siyasi otoritenin devlet olduğu anlamına gelmektedir. Dışsal egemenlik ise daha yüksek herhangi bir dış otoritenin bulunmadığı anlamına gelir. Süjeler-arası bir durum olarak egemenlik, aynı zamanda, egemen devletlerden oluşan özel bir topluluk da oluşturmaktadır. Bu topluluğun temeli ise bir diğerinin belli bir alandaki politik otoritesini sürdürme hakkının karşılıklı olarak  tanınması esasına dayanmaktadır.

Egemenlik kavramı, genellikle devletler sistemi içinde bir arada var olmanın temel kuralı olarak benimsenmektedir. Egemenliğin devlet faaliyetleri için uluslararası hukukta dayanak sağladığı ve ihlal edilmesi durumunun uluslararası ilişkilerde güç kullanımını meşrulaştırıcı bir neden olduğu da söylenebilir. Egemenlik sosyal bir kavramdır. Sosyal bir kimlik ve kurum olarak egemenlik, anarşi tehlikesini azaltıcı bir işlev de görür. Devlet egemenliğinin sosyal bir biçimde oluştuğunu kabul etmek, aslında bizi devlet ile egemenlik kavramları arasında inşa edici bir ilişki olduğu sonucuna götürür.

Biersteker ve Weber devleti bir kimlik veya âmil; egemenliği ise bir kurum veya söylem olarak ele almakta ve bunların birbirlerini karşılıklı olarak inşa ettiklerini varsaymaktadır. Güvenlik ile konstrüktivizm arasındaki ilişkiye bakılırsa, konstrüktivizmde de güvenlik; savunmaya, tehdit dengesine ve saldırılara ya da bunlara benzer herhangi bir nesnel ve maddi unsura indirgenemez bir olgu olarak görülmektedir.

Uluslararası İlişkilerde Konstrüktivist Kuram Türleri

Dünya meselelerini farklı biçimlerde ele alan çok sayıda konstrüktivist düşünce bulunmaktadır. Konstrüktivist görüşleri sınıflandırmaya yönelik çeşitli çabalar yer almaktadır. Ruggie’a göre sosyolojik türler, feminist türler, hukuksal görüşler, jeneolojik görüşler, özgürleştirici konstrüktivizm ve sıkı yorumsamacı konstrüktivizm gibi birtakım alt grupların varlığından söz etmektedir. Yazar, konstrüktivist görüşleri üç ana gruba ayırarak ele alma eğilimindedir. Bunlardan ilki, pragmatizmle epistemolojik benzerlikleri bulunan neoklasik  konstrüktivizmdir.

Klasik konstrüktivizmin gelişmiş ve onun izlerini taşıyan bir hâli olarak da görebileceğimiz neo-klasik konstrüktivizm, süjeler-arası anlamları açıklama çabasındadır ve konuşma faaliyetlerine yaptığı vurgu nedeniyle konuşma faaliyeti kuramı olarak da adlandırılabilir.

Ruggie’ye göre Kratochwil, Onuf, Adler ve Katzenstein gibi konstrüktivist yazarları bu kategoride yer almaktadır. İkinci grubu ise postmodernist konstrüktivizm oluşturmaktadır. Entelektüel kökleri Nietzsche, Foucault, Derrida gibi isimlere dayanan bu akımın günümüzdeki en önemli temsilcileri ise Ashley, Campbell, Der Derian ve RBJ Walker gibi yazarlardır. Konuların dilsel oluşumu güçlü bir biçimde vurgulanır.

Ontolojik öncelikleri oluşturan veya analizin ve gerçekliğin kurucu birimleri ise söylemsel pratikler olarak görülmektedir. Bu yaklaşımın en temel iddiası, toplumdaki hegemonik söylemin disipliner güçler aracılığıyla bir doğrular rejimi dayattığıdır. Dolayısıyla, gerçekliğin kavranması için sorgulanması gereken husus da budur. Üçüncü grupta yer alan konstrüktivist yaklaşımlar ise bu iki grup arasında yer alanları kapsamakta olup, aslında ana-akımın kimi görüşlerine de yakındırlar. Bu tür yaklaşımların en ayırt edici yanı, bilimsel realizmin felsefi doktrinine yakın oluşlarıdır. Bununla birlikte konstrüktivizmin bu türü, realizmden farklı olarak gözlemlenebilir olmayan bir sosyal dünyanın varlığını da kabul etmektedir. Burada, bağımsız bir biçimde oluştuğu varsayılan sosyal yaşamın süjeler-arası yanına dikkat çekilmektedir.

Checkel’e göre de üç tür konstrüktivizmden bahsetmek mümkündür. Bunlar sırasıyla geleneksel, yorumsamacı ve eleştirel/radikal konstrüktivizmdir. Geleneksel olarak nitelendirilen konstrüktivizm, uluslararası politikada cereyan eden olayların şekillenmesinde ağırlıklı olarak normların rolü üzerinde durmaktadır ve kimlik meselesini ikinci planda tutmaktadır. Bu tür konstrüktivizm daha ziyade Amerika’da yaygın olup; belli bir süreç izleyen kalitatif vaka analizlerini metodolojik başlangıç noktası olarak almaktadır.

Yorumsamacı konstrüktivizm ise devlet/amil kimliğinin yeniden inşasını amaçlayan derin bir indüktif araştırma stratejisine sahip olup, söylem analizi gibi araştırma teknikleri kullanır ve Kıta Avrupa’sında yaygındır. Kritik- eleştirel konstrüktivizm de yine söylem analizi türünden kuramsal bir yöntem benimsemekle birlikte, dil içindeki güç ve hâkimiyet/egemenlik gibi öze ilişkin konulara daha büyük bir vurgu yapmaktadır.

FEMİNİZM

Giriş

1980’lerin sonlarından itibaren uluslararası ilişkiler disiplini içerisinde yer edinmeye başlayan feminist yaklaşımlar, genel olarak, disiplinin temelinde gizli bir erkek bakışının yer aldığını, kadınların düşüncelerinin, sorunlarının, yaşadıkları değişimlerin göz ardı edildiğini ileri sürmekte ve uluslararası ilişkilerin geleneksel yaklaşımlarını, evrensel ve objektif olmamaları noktasında eleştirmektedir.

Feministler kadınların tüm alanlarda ezildiği, dışlandığı ve bununla mücadele edilmesi gerektiği konularında hemfikir olmakla birlikte, bunların nedenleri ve mücadelenin nasıl gerçekleştirileceği noktasında farklı görüşlere sahiplerdir. Bu farklı yaklaşımların belli başlıcaları liberal feminizm, anarşist feminizm, Marksist feminizm, radikal feminizm, sosyalist feminizm, varoluşçu feminizm, postyapısalcı feminizm ve postmodern feminizmdir.

Feminizm: Anlamı, Ortaya Çıkışı ve Gelişimi

Feminizm, Latince kadın anlamına gelen femine sözcüğünden türetilen, kadınların toplum içindeki rolünü ve haklarını genişletmeyi öngören, kadın-erkek ayrımcılığına karşı çıkarak cinsel arasındaki siyasal, ekonomik ve toplumsal eşitliği savunan ve kadınların, yalnızca kadın olmaktan dolayı karşı karşıya oldukları baskı ve ezilmeyle ilişkisini inceleyen bilim alanıdır.

Feminist yaklaşımı, feminist düşüncenin ortaya çıkışından ve tarihsel gelişiminden bağımsız düşünmek olanaksızdır. Feminizm, kadın sorunlarını yalnızca erkek-kadın eşitsizliği açısından ele almamakta, sorunların ekonomik, ideolojik ve psikolojik yönlerini de irdelemektedir. 19. Yüzyıl sonu ve 20. Yüzyıl başlarında belirginleşmeye başlayan feminizm, daha çok kadınların oy kullanma, eğitimde fırsat eşitliği gibi haklardan yararlanması talepleri temelinde yükselmiştir. Bu süreç Birinci Dalga Feminizm olarak adlandırılmıştır. 1960’lı yıllardan itibaren ABD ve Avrupa ülkelerinde gelişen İkinci Dalga Feminizmin etkileri ise özellikler 1970’li yıllarda kadın haklarının iç hukuktaki düzenlemelerle garanti altına alınmasıyla birlikte, toplumun her alanında görülmeye başlamıştır.

1980’li yılların sonlarında uluslararası sistemde meydana gelen değişikliklerle birlikte tanımların, kavramların ve kuramların yeniden ele alındığı bir döneme girilmiştir. 1980’li yıllardan günümüze kadarki bu dönem de Üçüncü Dalga Feminizm olarak adlandırılmıştır. Bu dönemdeki tartışmaların temel amacı kadın hareketlerinin daha geniş bir tabana yayılmasını sağlamaktır. Üç dalga halinde gelişen feminist hareket içerisinde feministler, düşüncelerini çeşitli kuramlarla ortaya koymuşlardır.

Feminizmin Uluslararası İlişkiler Alanında Yer Almaya Başlaması

1980’ler uluslararası ilişkiler kuramlarında “üçüncü tartışma” (third debate) olarak adlandırılan bir dizi kırılmanın yaşandığı bir dönemdir. Üçüncü Tartışma (third

debate);1980’lerde pozitivistler ve post-pozitivistler arasında uluslararası ilişkilerin geleneksel kuramlarının sorgulanmaya başlandığı tartışmalardır.

1980’lerin sonlarından itibaren uluslararası ilişkiler disiplini içinde yer edinmeye başlayan feminist yaklaşımlar genel olarak, disiplinin temelinde gizli bir erkek bakışının yer aldığını, kadınların düşüncelerinin sorunlarının, yaşadıkları değişimlerin göz ardı edildiğini ileri sürmekte ve uluslararası ilişkilerin geleneksel yaklaşımlarını, evrensel ve objektif olmamaları noktasında eleştirmektedirler. Bu eleştirilerin temelinde iktidarın erkeklerin elinde bulunması yatmaktadır. Bu nedenle feminist yaklaşım toplum ve devlet içinde kadının rolünün sınırlı kaldığını ileri sürmektedir.

Geleneksel uluslararası ilişkiler yaklaşımlarına yönelik eleştiriler üç ana grup tarafından yönetilmiştir: Feministler, eleştirel kuramcılar ve post-modernistler. Feministler bu üç grup içerisinde en geri planda kalan gruptur. Bunun nedeni uluslararası ilişkiler disiplininin, sosyal bilimlerin diğer alanlarına oranla toplumsal cinsiyet konularına yönelik ilgisiz tutumu ve bu tartışmaların dışında kalmasıdır. Diğer yandan kadınlar belirli istisnalar dışında, daha çok erkeklerin alanı olarak görülen yüksek politikanın dışında kalmıştır.

1990’lı yıllardan itibaren feminizm yalnızca kadın sorunlarının uluslararası alanda ifade edilmesiyle sınırlı kalmamış, aynı zamanda uluslararası ilişkilerin temel kavram ve kuramlarını sorgulamaya başlamıştır.

Özel alanın bir aktörü olarak görülen kadının, bu yöndeki algılamanın değişmesiyle birlikte, kamusal alanda da yer almaya başladığı ve bunun sonucunda da uluslararası platformlardan uzak kalamadığı görülmektedir. Günümüzde kadınların bürokrasi ya da uluslararası politika alanlarında, temsil oranları ne kadar  düşük de olsa, eskiye oranla daha fazla yer aldıklarını söylemek mümkündür.

Kamusal alan; toplumun ortak yararını belirlemeye ve gerçekleştirmeye yönelik düşünce, söylem ve eylemlerin üretildiği ve geliştirildiği ortak toplumsal etkinlik alanıdır. Bürokrasi ise; bir toplumda tabandan yukarıya doğru çıktıkça daralan bir yapı içinde örgütlenmiş olan, genel kural ve ilkelere göre çalışan profesyonel atanmış görevliler topluluğu ve devlet idaresinde bir  işi yapabilmek için alınması gereken izin, onay, imza ve uyulması gereken kurallar bütünüdür.

Bu süreçte feminist düşünce kadınları uluslararası ilişkiler alanında güçlendirirken, uluslararası ilişkiler alanındaki etkin çalışmalar da feminizmi güçlendirmiştir. Bu gelişmeler devletler ve uluslararası örgütleri, feminist düşünceyi daha fazla dikkate almaya zorlamaktadır.

Feminizmin Uluslararası İlişkilerin Temel Kavram ve Kuramlarına Eleştirileri

Uluslararası ilişkilere yönelik feminist yaklaşımların odağındaki temel tartışma, uluslararası ilişkilerin kadınları içermiyor oluşudur. Bu nedenle geleneksel yaklaşımlar, feministler tarafından, evrensel ve objektif olmamaları ve kadınları görmezden gelmeleri noktasında eleştirilmektedir. Diğer yandan feministler uluslararası ilişkilerde ifade edilen görüşlerde açıkça erkek egemen bir bakış açısının hakim olduğunun altını çizmektedir. Feministler, uluslararası ilişkilerde objektiflik kılıfı altında kadınlar yerine erkeklere özgü deneyimlere yer verildiğini de belirtmektedir.

Bunun yanı sıra disiplinin temel aktörlerinden birisi olan devletin bağımsızlık, güç, özerklik, kendi kendine yetme gibi özelliklerinin güçlü erkeğin karakterlerine benzetilmesini de eleştirmektedirler. Örneğin; uluslararası ilişkilerin temel kuramlarından birisi olan realizmin (gerçekçilik) öncü isimlerinden Hobbes’un, doğal devlet içindeki insan davranışlarını tarif ederken kullanıldığı verilerin, açıkça orta yaş erkeklerin davranışları ile ilgili olduğu belirtilmektedir.  Ayrıca feministler, Morgenthau’nun ve Hobbes’un görüşlerinde kullandığı “insan insanın kurdudur”, “insan, doğası gereği kötüdür” şeklindeki varsayımların da aslında erkek doğası temel alınarak oluşturulduğunu belirtmektedir. Diğer bir çok görüşte de bunlara benzer maskülen tanımlamaların ve kavramsallaştırmaların yapıldığı görülmektedir. Dolayısıyla feministler eleştirilerini gücü elinde tutanın sürekli erkek olması ya da o şekilde tasvir edilmesi üzerine kurmuştur.

Feministler bu eleştiriler temelinde, uluslararası ilişkiler alanında kadınların deneyimlerinin yeniden yazılması, yani toplumsal cinsiyet temelinde tüm uluslararası ekonomik, askeri, politik, ideolojik süreçlerin tekrar analiz edilmesi, kavram ve kuramların yeniden oluşturulması gerektiğinin altını çizmektedir. Feminist yaklaşımın eleştirileri genel olarak geleneksel kuramlardan birisi olan realizm üzerinedir. Feministlerin eleştirileri çeşitlilik arz etmekle birlikte genel olarak güvenlik, şiddet, savaş-barış ve insan hakları gibi konular üzerine yoğunlaşmıştır.

Feminizm ve Güvenlik

Feministler, güvenlik konusunda iki nokta üzerinde durmaktadır. Birincisi kadınların durumu ve mevcut güvenliklerinin ihlali, ikincisi ise kadınları bir meta olarak gören ve şiddet uygulayan davranışların arkasındaki ataerkil felsefe ve bunun güvenlikle ilişkisidir. Feministler, güvenliğin yalnızca askeri ve siyasi kimlikle ilişkili olmadığını, aynı zamanda sosyal bir boyutunun da olduğunu ileri sürmektedir. Ataerkil, soyda temel olarak babayı alan ve ailede çocukları baba soyuna mal eden topluluktur.

Uluslararası ilişkilerde feminist düşünce çerçevesinde güvenliğin, bireylerle devlet ya da toplum arasındaki bir ilişki biçimi olarak algılandığı görülmektedir. Devletler için güvenlik algılaması egemenlik ve toprak bütünlüğünün korunması iken bireyler ve gruplar için özellikle kimliğin (etnik, dinsel, cinsel…) güvenli kılınmasıdır. Bu çerçevede feministlerin güvenlik konusundaki   temel   yaklaşımları,   kadının   yaşamıyla

güvenlik arasında güçlü bir bağım olduğunun kabul edilmesi, ulusal güvenlik temelli hakim devlet anlayışının reddi ve realist düşünce içinde şiddetin yapısal olduğunun ve bunun da kadının güvenliğine olumsuz etkileri olduğunun kabul edilmesidir.

Feminizm ve Şiddet

Feministler, çalışmalarında özellikle doğrudan (fiziksel) ve dolaylı (yapısal) şiddet üzerinde durmaktadır. Feministler şiddetin yalnızca fiziksel boyutla sınırlı kalmadığını ileri sürmektedir. Diğer yandan doğrudan şiddetin önlenmesine yönelik somut adımlar atılabilirken, dolaylı şiddetin ortadan kaldırılmasına yönelik somut adımlar bu kadar güçlü atılmamaktadır.

Feministler, dolaylı şiddetin ekonomik, kültürel ve hukuki yapıdaki eksikliklerden kaynaklı nedenlerini ulusal ve uluslararası bazda inceledikleri çalışmalarda ortaya koymuşlardır. Buna göre her devlette doğrudan ve yapısal şiddetin yaşanmakta ve bu, bireysel kadın güvenliğini olumsuz etkilemektedir. İkinci olarak feministler, şiddetin gerek ailesel, gerek ulusal ve gerekse de uluslararası boyutlarının birbiriyle bağlantılı olduğunu belirtmektedir.

Feminizm ve Savaş-Barış

Uluslararası ilişkiler literatürüne bakıldığında maskülen ve feminen kavramlarının tanımında erkeklerin hep koruyucu, kadınların ise korunan olarak betimlendiği görülmektedir. Özellikle savaş söz konusu olduğunda ise erkeklerin savaşa giden taraf, kadınların ve çocukların ise savunmasız, korunmaya ihtiyaç duyan taraf olduğu görülmektedir. Ancak savaşların sonuçları bu söylemlerin yanlış olduğunu göstermektedir. Kadın ve çocuk ölüm oranları yıldan yıla artış göstermektedir. Feministler bu çerçevede, savaşın nedenlerinden çok, onun sonuçlarına ve sivil toplum üzerindeki etkilerine odaklanmıştır. Savaşın yalnızca silahlı çatışma olmadığı, ekonomik ve yapısal bir boyutunun da olduğu göze çarpmaktadır.

Erkekler genel olarak savaşla birlikte anılırken, kadınlar daha çok barış ve annelikle birlikte değerlendirilmektedir. Bu çerçevede feministler barışın, “ulusal ve uluslararası alanda savaşın, şiddetin ve düşmanlıkların olmaması, ayrıca bir toplumda sosyal ve ekonomik adaletin, eşitliğin ve insan hakları ve temel özgürlüklerin güvence altında alınmış olma hali” gibi geniş bir çerçevede tanımlanması gerektiğini savunmaktadırlar. Feministlere göre bunun sağlanması içinse özellikle karar alma mekanizmalarında kadınların düşüncelerini özgürce ifade etmelerinin desteklenmesi, barış tesisi ve korunması düşüncelerinin yerleşmesi  gerekmektedir.

Savaşların yalnızca savaş meydanıyla sınırlı kalmadığı feministler tarafından özellikle vurgulanmaktadır. Savaşın etkili düşünüldüğünde özellikle savaşların evlerde, topluluklar içinde ve hatta kadınların vücutları üzerinde yaşandığı da görülmektedir. Kadınlar, savaş sırasında yaşanan sexüel şiddetin  de en  büyük kurbanlarıdır. Günümüzde kadın asker sayısı artsa da, özellikle savaş kararının     verilmesi     hala     erkeklerin     tekelindedir.

Feministler, eğer kadınların bu yapılara eşit katılımı sağlanırsa, gücün meşru kullanımı üzerindeki erkeklerin mutlak kontrolüne karşı bir direnmenin sağlanabileceğini savunmaktadır. Dolayısıyla savaş konusundaki maskülen etkiler de azalacaktır. Ancak tüm bunlara rağmen kadınların bu alanlara müdahale olması bir güvenlik riski olarak görülmeye devam etmektedir.

Feminizm ve İnsan Hakları

Bireysel, toplumsal, ulusal ve uluslararası ölçekte insan hakları ihlallerine en çok maruz kalan grubun kadınlar olduğu bir gerçektir. Kadınların yaşadığı bu şiddetin ve hak ihlallerinin önlenmesi için çok eski tarihlerden itibaren çaba harcandığı ancak somut adımların 20. Yüzyılın ortalarından itibaren BM çerçevesinde atıldığı görülmektedir.

Feministlerin insan haklarına ilişkin eleştirdikleri en temel noktalardan birisi, insan hakları kavramının yalnızca erkeklerin haklarıymış gibi algılanmasıdır. Bu nedenle feministler tanımlara feminist bakış açısını içerecek, kadınları da vurgulayacak kalıpların yerleşmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Ayrıca feministleri uluslararası ilişkiler alanında diğer konulara göre yeni olan insan hakları konusunda toplumsal cinsiyeti içeren çalışmaların da yetersiz olduğunu vurgulamaktadır. Bu durum beraberinde kadın haklarının yeterinde gelişmemesini ve koruma altına alınmamasını getirmektedir. Bu anlamda feministler içerisinde insan hakları konusunda en somut çalışmaları liberal feministlerin ortaya koyduğunu görmek mümkündür. Liberaller, ırk, milliyet, sınıf, din, etnik köken ve cinsiyet farklılıklarına bakılmaksızın tüm insanların temel insan haklarına sahip olduğunun ve global düzeyde kapsayıcı bir güvenliğin sağlanabilmesi için de öncelikle güvenliğin temelde bir insan hakları sorun olarak tanımlanması gerektiğinin altını çizmektedirler.

Uluslararası İlişkilere Yönelik Farklı Feminist Yaklaşımlar

Liberal feministler, kadınların erkeklerle aynı hak ve yeterliliklerden yararlanabilmelerinin, bu konudaki hukuki ve diğer engellerin ortadan kalkmasıyla mümkün olabileceğini ifade etmektedirler. Liberal feministler, toplumsal cinsiyet kavramını dış politika analizlerinde açıklayıcı bir öğe olarak kullanmaktadır. Örneğin; bu konudaki çalışmalarda, cinsiyet eşitliği ile devletlerin uluslararası alandaki güç kullanımı arasında temel bir ilişki olduğu ileri sürülmekte ve cinsiyet eşitliğinin sağlanmasıyla birlikte, uluslararası alandaki uyuşmazlıklarda devletlerin şiddete başvurma oranlarının azalacağını  savunmaktadırlar.

Marksist/Sosyalist feministlerden özellikle Marksist feministler, sınıfsız toplumu temel aldıklarından, kadın ve erkek gibi kategorilere yer vermemekte ancak kadının maruz kaldığı eşitsiz muamelelerin, kadının kapitalist sistemde üretim alanında karşılaştığı ayrımcılıktan kaynaklandığını ileri sürmektedirler. Sosyalistler ise sosyalizmin    tüm    ezilen    ve    sömürülen    insanların

sorunlarıyla ilgilendiğini, kadın sorunlarının bu nedenle merkezi bir öneme sahip olduğunu vurgulamakta, ataerkillik ve kapitalizm arasında karşılıklı bir bağımlılık olduğunu kabul etmektedir. Buna göre, kadınlar erkeklere, ekonomiye ve devlete sadece çocuk doğurarak hizmet eden yapılar olarak algılandığı sürece ekonomik ve siyasi alanlardan uzak kalacaklardır.

Radikal feministler,  ataerkil yapıya, toplumsal cinsiyet temelli iş bölümüne karşı çıkarak, asıl mücadelenin cinsiyet rollerinin  değişmesi üzerine olması gerektiğini savunmaktadırlar. Cinsiyet rollerinin değişmesinin sağlanması noktasında da kadının üremedeki rolünün değişimine yönelik çabaların artırılması gerektiği üzerinde durmaktadırlar.

Postmodern feminizm, modern bilim anlayışının, aydınlanmacı geleneğin temelde erkek merkezli olduğunu belirtmektedir. Post-modern feministler, toplumsal cinsiyet, ırk, sınıf gibi toplumsal kategorilerin belirleyiciliğini sorgular ve toplumsal cinsiyetin doğuştan var olmadığını, sonradan oluşturulduğunu ifade ederler. Totalitarizme, evrenselciliğe ve düalizme de karşı çıkan postmodernistlerin, akıl ve bilimle erkeğin, duygu ve mantıksızlıkla da kadının özdeşleştirilmesini eleştirdikleri görülmektedir. Düalizm; herhangi bir alanda birbirlerine indirgenemeyen iki karşıt ilkenin varlığını ileri sürme, ikiciliktir.

İnşacı feminizm, uluslararası ilişkilerin güç, güvenlik, ulusal çıkar, devlet, politika ve egemenlik gibi kavramların birer toplumsal yapı olduğunu ileri sürmekte ve bu çerçevede gelişen, uluslararası ilişkiler analizlerine toplumsal yapıyı da ekleyerek, uluslararası politikaların tekrar gözden geçirilmesi gerektiğini savunurlar.

Postkolonyal feminizm, çoğunun post-yapısalcı olduğu ve emperyalizm altında kurulan kolonyal düzendeki kadınların ikincil konumunu eleştirdikleri görülmektedir. Post-kolonyal feministler, özellikle Batılı kadınların deneyimleri ile üçüncü dünya kadınlarının deneyimlerinin aynı olamayacağını ve Batılıların üçüncü dünyadaki kadınları fakir, eğitimsiz, suça eğilimli olarak resmetmelerinin kabul edilemez olduğunu belirtmektedirler.

Postyapısalcı feminizm ise dil içerisinde kodlanmış anlamlar üzerinde odaklanmıştır. Post-yapısalcı feministler bizim gerçekliği anlamamızın dili kullanımımızla bağlantılı olduğunu ileri sürmekte, güçlü/zayıf, kamu/özel, rasyonel/duygusal gibi dilsel yapıların erilliğin dişillik üzerindeki yetkisine hizmet ettiğini belirtmektedirler. Uluslararası ilişkilerde de bu durum yurttaş/yurttaş olmayan, düzen/anarşi, gelişmiş/gelişmemiş gibi yapıların dünyanın dilsel olarak bölündüğünde ilişkin önemli veriler olduğunu ifade etmektedirler.

Uluslararası İlişkilerde Feminist Yaklaşımların Sorunları ve Disipline Katkıları

1990’lı yıllardan itibaren uluslararası ilişkiler disiplininde etkili olmaya başlayan feminizmin, marjinal bir yaklaşım olarak kabul edildiği görülmektedir. Bunun en temel nedeni feminizmin herkesçe kabul edilen bir tanımına ulaşılamamış olmasıdır. Ayrıca cinsiyet kavramı da benzer şekilde tek bir tanıma sahip değildir. Kendi içinde farklı yaklaşımların olması da bu marjinallik söylemini tetiklemektedir. Diğer yandan mevcut uluslararası ilişkiler kuramlarındaki cinsiyetçi önyargı nedeniyle bu durumla mücadele etmek de çok zordur.

Yaşanılan bu zorluklara rağmen, feminist yaklaşımın uluslararası ilişkiler alanına önemli katkıları olmuştur. İlk olarak eleştirel bir yaklaşım olarak ortaya çıkmış ve geleneksel kuramlara yönelik bir sorgulamayı mecbur kılmıştır. İkinci olarak kavramların, kuramların ve yaklaşımların kadın bakış açısıyla tekrardan ele alınması gerektiğini vurgulamışlardır. Bu sayede daha barışçıl, yaşanabilir bir  dünya tasavvuru kurmuşlardır.  Feminist yaklaşımla birlikte uluslararası alandaki kadın aktör sayısında önemli gelişmeler olmuştur. Diğer yandan feministler sorunların yalnızca etnik ve kimlik temelli olmadığını, cinsel farklılık temelli olduğunu iddia ederek önemli bir açılım gerçekleştirmişlerdir. Feminist uluslararası ilişkiler, sadece kadınlarla ilgili bilgi vermemekte, aynı zamanda erkeklere ilişkin değişmez nitelikteki bilgilerin, maskülen düşünüş ve uygulamaların değerlendirilmesini de sağlamaktadır. Feminist yaklaşımın temel amacı önceden oluşturulmuş yapılara eklemlenmek değil, bu yapıları eleştirmek ve yeniden kurmak ve bu yapılara dair eleştirel bakış açısını oluşturmaktır.

Günümüzde feminist bakış açısından çalışmaların arttığını, feminizmin bu alana dinamizm kattığını ve yerinin artık yadsınamayacağını söylemek mümkündür.

İNGİLİZ OKULU

Giriş

İngiliz Okulu, 1950’lerde başlamış olup; daha çok London School of Economics (LSE) kökenli, temel çalışma konuları ağırlıklı olarak “uluslararası toplum” olan İngiliz ekolüne yakın araştırmacıları ve çalışmalarını kapsamaktadır. Kavram ilk kez Roy E. Jones tarafından 1981 yılında Review of International Relations dergisinde yayımlanan “The English School of International Relations: A Case for Closure” adlı makalede kullanılmıştır.

İngiliz Okulu’nun Ortaya Çıkışı

İngiliz Okulu, 1950’lerde ortaya çıkmış olup, daha çok London School of Economics (LSE) kökenli, temel çalışma konuları ağırlıklı olarak “uluslararası toplum olan İngiliz ekolüne yakın araştırmacıları ve çalışmalarını kapsamaktadır. Okulun başlı başına belli bir kuram olarak nitelendirilebilecek hale gelmesinde Herbert Butterfield, Adam Watson ve Hedley Bull’un çalışmalarının katkısı büyüktür.

British Committee on Theory of International Politics 1959 yılında tarihçi Herbert Butterfield’in başkanlığında, Rockefeller Vakfı’nın mali desteği ile bir grup akademisyen tarafından kurulmuştur. Komite üyeleri kuruluşundan 1980’lerin ortalarına kadar yılda üç kez toplanarak uluslararası ilişkilerin tarihinden, teorisine kadar uzanan pek çok konuda fikir teatisinde bulunmuşlardır. Herbert Butterfield’den sonra İngiliz Okulu’nun öncüleri kabul edilen Martin Wight, Adam Watson ve Hedley Bull sırasıyla Komite’ye başkanlık etmişlerdir.

Çalışmaların büyük çoğunluğunu devletler sistemi, uluslararası toplum, uluslararası toplumda düzen ve düzen-adalet ikilemi üzerine odaklanmıştır. İngiliz Okulu öncelikle tarih boyunca uluslararası ilişkilerde hakim olan farklı düşünsel yaklaşımları birleştirerek bir sentez yaratmaya çalışmıştır. Gerçekçilik, akılcılık ve devrimcilik arasında “orta yol” olarak değerlendirilebilecek Grotiuscu geleneğe ait akılcılığa yakın durmuştur. Okul, egemen devletlerin kendi iradelerini yüksek otoriteye teslim etmedikleri için anarşik da olsa bir toplum oluşturabilecekleri iddiasından hareketle, uluslararası toplumu hem çatışma hem de işbirliğinin bulunduğu bir ilişkiler bütünü olarak tanımlamıştır.

İkinci olarak İngiliz Okulu devlet davranışlarının, uluslararası toplumu meydana getiren kurallar, değerler, kurumlar, gelenekler ve normlar dikkate alınmadan tam olarak analiz edilemeyeceğini öne sürmektedir. Okul’a göre herhangi bir yüksek siyasi otorite olmamasına rağmen uluslararası toplumda önemli ölçüde düzen dağlanabilirken, şiddet seviyesi yüksek değildir. Devletler arasındaki şiddet yadsınamaz ancak şiddet uluslararası hukuk gibi kurumlar ya da ahlak ve erdem gibi değerlerle büyük oranda kontrol edilebilir.

Son olarak İngiliz Okulu, uluslararası toplumun varlığını sonsuza dek sürdüreceğinin bir garantisi olmadığını, ancak

var olduğu sürece de iyileştirilmesi için gerekenin yapılması gerektiği konusunda ısrarcı olmaktadır. Bu yüzden düzen ve adalet kavramları Okul’un başlangıçtaki en önemli çalışma konularından birini oluşturmuştur.

İngiliz Okulu’nun Temel Varsayımları

Okul’un temel yaklaşımını ve varsayımlarını şekillendiren şey eklektik yapısı ve düşünsel temellerinin çeşitliliği olmuştur. Okul temel olarak üç varsayım öne sürmektedir. Bunlardan ilki Okul’un uluslararası ilişkilerde temel aktör olarak egemen devleti kabul etmesi, ikincisi uluslararası sistemin anarşik yağıda olduğunu ileri sürmesi ve üçüncüsü de bu anarşik yapı içinde dahi egemen devletlerin uluslararası toplumu oluşturabileceği öngörüsüdür. Kuram hem teorik hem de metodolojik açıdan çoğulcu bir yaklaşımı benimsemiş, bu durum okul içinde etkileşime ve farklı yaklaşımlara neden olmuştur.

İngiliz Okulu temsilcileri tarafından kullanılan temel kavramlar uluslararası düzen, uluslararası sistem, uluslararası toplum ve uluslararası toplumun kurumlarıdır.

İngiliz Okulu’nun metodolojik açıdan çoğulcu olması ile kastedilen Martin Wight’ın üçlü imgesi (gerçekçilik, akılcılık ve devrimcilik) ve Hedley Bull’un üçlü düşünsel geleneği (uluslararası sistem-Hobbescu, uluslararası toplum- Grotiuscu ve dünya toplumu-Kantçı)’dir.

Kendisi de bir tarihçi olan olan Martin Wight tarihselci yöntem ile tümevarım yaklaşımını benimserken siyaset bilimci Hedley Bull yapısalcı yöntem ve tümdengelim yaklaşımını  kullanmıştır.

İngiliz Okulu’nun Temsilcileri

İngiliz Okulu’nun kuruluş, gelişim ve dönüşüm olmak üzere üç farklı döneminden söz edilebilir. Martin Wight, Adam Watson ve Hedley Bull ile başlayan oluşum ve gelişim sürecinde daha çok devletler sistemi, uluslararası toplum, uluslararası toplumda düzen ve düzen-adalet ikilemi çalışılmıştır. 1980’lerde İngiliz Okulu’na dahil olan Robert Jackson, John Vincent, Timothy Dunne ve Nicholas Wheeler gibi İngiliz Okulu kuramcıları vasıtasıyla, bireyin ve devletin haklarının birbirlerine karşı üstünlüğü, insan hakları ve insani müdahale konuları çalışma alanına girmiştir. 1990’lı yıllardan itibarense Barry Buzan gibi İngiliz Okulu temsilcileri daha çok Okul’un temel kavramlarının yeniden gözden geçirilmesi sürecine odaklanmış ve İngiliz Okulu inşacı öğeleri ile Alexander Wendt’in sosyal inşacılığını birleştirme çabası içinde olmuştur.

Herbert Butterfield, Martin Wight, Adam Watson ve Hedley Bull İngiliz Okulu’nun kurucuları sayılırken Robert Jackson, John Vincent, Timothy Dunne ve Nicholas Wheeler 1980’lerdeki, Barry Buzan ve Richard Little ise 1990’lardaki temsilcileri olarak görülmektedir.

Kuruluş döneminde daha çok Martin Wight ve Hedley Bull’ın çalışmaları ön plana çıkmaktadır. Wight, çalışmalarında daha çok uluslararası toplumun niteliği, devamlılığının sağlanma koşulları ve uluslararası toplum ile devletlerarası işbirliği arasındaki ilişkiye odaklanmıştır. Wight daha çok uluslararası toplumu meydana getiren kuralları odak noktası olarak görmüş ve kendisini etkilediğini öne sürdüğü gerçekçilik, akılcılık ve devrimcilik geleneklerinden uluslararası toplum kavramını kullanarak akılcılığa yakın durmuştur. Hedley ise uluslararası toplum ve uluslararası sistem arasındaki farkı ortaya koyduktan sonra daha çok uluslararası sistemin anarşik niteliği,  uluslararası  sistemde düzeni belirleyen koşullar ve dünya politikasında düzen-adalet ikileminin yarattığı problemler üzerinde durmuştur. Hedley Bull uluslararası düzeni “uluslararası toplumun öncelikli ve temel ihtiyaçlarını sağlayacak ve idame ettirecek eylem kalıbı” olarak tanımlamıştır.

1980’lerde Robert Jackson, Tim Dunne, John Vincent ve Nicholas Wheeler gibi araştırmacıların çalışmaları ön plana çıkmaktadır. Bu araştırmacılar Hedley’in düzen- adalet ikilemi üzerinden çalışmalarını gerçekleştirmiş ve bu bağlamda döneme damgasını vuran temel tartışma çoğulcular (birey haklarına karşı devlet haklarını önceleyen – Jackson gibi) ve dayanışmacılar (devlete karşı birey haklarını önceleyen- Dunne gibi) arasında yaşanmıştır. Bu dönemde daha çok uluslararası düzene katkı sağladığı düşünülen uluslararası hukukun niteliği üzerinde durulmuş, insan hakları ve insani müdahale konuları çalışılmıştır.

1990’lı yıllarda ise Okul’a yöneltilen eleştiriler cevaplanmaya çalışıldığı ve değişen uluslararası koşullar doğrultusunda bir dönüşümün yaşandığı bir süreç görülmüştür. Bu dönemde 80’li yıllarda Okul’a dahil olan araştırmacıların üzerinde durdukları normatif (olması gereken) nitelikli sorulara cevap aramak yerine, mevcut durum üzerine odaklanılmış ve Okul’un inşacı özellikleri ön plana çıkarılmaya çalışılmıştır. Bu çerçevede Barry Buzan Okul’a yönelttiği eleştirileri bertaraf edecek biçimde İngiliz Okulu’nu yeni bir okumaya tabi tutmuştur. Okul’un uluslararası sistem, uluslararası toplum ve dünya toplumu ayrımından uluslararası sistemi çıkarıp, dünya toplumunu insanlar arası toplumlar ve ulus-aşırı toplumlar olarak gruplandırmış, İngiliz Okulu’nun daha önce kullandığı üçlü ayrımı  (uluslararası sistem,  uluslararası toplum ve dünya toplumu) devletler arası toplumlar, insanlar arası toplumlar ve ulus-aşırı toplumlar olarak yeniden düzenlemiştir.

Uluslararası Toplum ve Düzen-Adalet İkilemi

İngiliz Okulu kuramcılarının en çok ilgilerini çeken konuların başında “anarşi” koşullarında egemen siyasi topluluklarının aralarında nasıl olup da bir düzen oluşturabildikleri gelmektedir. Dolayısıyla “uluslararası toplum” Okul’un en önemli kavramlarından birisi haline gelmiştir. Wight “Power Politics” adlı çalışmasına göre uluslararası toplumda güç politikalarının işleyişini zorlaştıran ve onları değişime zorlayan diplomatik sistem, uluslararası hukuk ve kurumların varlığı önemli yer tutmaktadır. Bu bağlamda diplomasi, ittifaklar, tahkim ve savaş  uluslararası  toplumun  temel  kurumlarıdır.  Wight uluslararası toplumun tanımını da yapmış, uluslararası toplumu dünya üzerinde görülebilecek en kapsayıcı, devletlerden müteşekkil, üye sayısı az ve üyelerin birbirinden farklı ve ölümsüz bir toplum  olarak betimlemiştir.

Hedley’e göre ise eğer söz konusu devletlerin arasında düzenli bir etkileşim varsa ve bu etkileşim devletleri birbirini gözeterek karar almaya ya da davranmaya yöneltiyorsa bu devletlerin bir uluslararası sistem oluşturduklarından söz edilebilir. Uluslararası toplum ise aralarında bazı ortak çıkar ve ortak değerlerinin farkında olan, birbirleri ile ilişkilerinde ortak kurallara, ortak kurumlara bağlı olduklarını bilen devletlerin bir araya gelmesi ile oluşmaktadır. Uluslararası toplum, uluslararası sistemi gerektirir, ancak bu tam tersi geçerli değildir.

Hedley Bull devleti “her biri belli bir toprak parçası ve insan topluluğu üzerinde egemenliğe sahip ve bir hükûmeti olan egemen siyasi topluluklar” olarak tanımlamıştır ve şehir devletleri, imparatorlukları, hanedanlıkları ve ulus devletleri tanımın içine alırken ilkel toplulukları, kabileleri vs. dışında bırakmıştır.

Diğer yandan Bull’un uluslararası toplum için öngördüğü kurumlar ise güçler dengesi, savaş, uluslararası hukuk, diplomasi ve büyük güçlerdir. Devletler aynı medeniyete sahip olmasa bile bir düzen oluşturabilirler. Bu anlamda John Vincent da Bull ile aynı görüştedir. Ona göre uluslararası toplum kültürel ve etik olmaktan ziyade faydacı ve işlevsel bir oluşumdur. Adam Watson ise uluslararası toplumu birbirlerini gözeterek karar almanın yanında, ilişkilerini yürütmek üzere aralarında diyalog ve onay ile ortak kurallar ve kurumlar oluşturan ve bu oluşumların devamının ortak çıkarlarına olduğunu kavul eden ülkeler grubu olarak tanımlamaktadır. Watson’a göre anarşi olarak tanımlanan ve egemen devletlerden oluşan uluslararası toplum, uluslararası ilişkilerin tek aktörü değildir. Sarkacın diğer ucunda uluslararası toplum yer alıyorsa, diğer ucunda da egemen toplulukların bir emperyal merkez tarafından yönetildikleri imparatorluklar yer almaktadır.

İngiliz Okulu için önemli olan bir diğer tartışma konusu ise uluslararası ilişkilerde düzen-adalet ikilemidir. Bull, düzen için adaletten tamamen vazgeçilmesine sıcak bakmamakla birlikte özellikle de uluslararası toplumun öncelikli amaçları arasındaki mevcut çelişkiden dolayı çoğulcu uluslararası toplumların kısa vadede dayanışmacı bir yapıya evrilemeyeceği inancından hareket etmiş, bu çerçevede düzenin çoğu zaman adaletten daha önemli olabileceğinin altını çizmiştir. Bull uluslararası adalet, insani adalet ve dünya adaleti olmak üzere üç adalet türünden bahsetmiş, bu adalet türleri içerisinde ise yalnızca uluslararası adaletin sağlanmasının düzenin korunmasına katkı sağlayacağını savunmuştur. Wight da benzer şekilde temel siyasi görevin düzenin ve güvenin sağlanması olduğunu öne sürmüştür.

Genel olarak bakıldığında ise İngiliz Okulu temsilcilerinin ilk dönemde düzeni adalete ve refaha yeğledikleri, ikinci dönemde insan hakları, insani müdahale ve refah konusunda daha normatif bir yaklaşım benimsedikleri, son dönemde ise adalet ve düzenin aslında zıt kavramlar olmadığı fikrinden hareketle ikisinin aynı anda mümkün olabileceği düşüncesiyle hareket ettikleri görülmektedir.

İngiliz Okulu’nun Eleştirisi

Uluslararası ilişkiler literatürüne önemli katkıları olmakla birlikte İngiliz okulu “orta yol” olma konusunda eleştirilmiştir. Diğer yandan Okul’un tanımlanmasında İngiliz kelimesinin kullanılması da bir eleştiri konusu olmuş, kapsayıcı olmamakla eleştirilmiştir. Okul üyelerinin hiç bir zaman ortak bir yaklaşımı olmamış bu da birbiriyle tutarsız ve bağdaştırılamaz fikirlerin doğmasına neden olmuştur.

İkinci olarak Okul’un kendisi kutuplar (gerçekçilik ve devrimcilik gibi) orta yol olmakla eleştirilmiştir. İngiliz Okulu bir taraftan kendisini gerçekçilikten uzak tutup onun öncüsü olduğu fikirlerden yararlanırken, diğer taraftan devrimciliğe uzak durduğu iddiasını sürdürürken onun düşüncelerinden istifade etmiştir. Bu tür karşıtlıklar sebebiyle Okul yeterince etkin ve yetkin olamamaktadır.

Üçüncü olarak uluslararası ilişkilerin çoğulcu ve çok geniş bir gündemi varken Okul’un sadece uluslararası topluma yönelmesi, onun disiplin içerisinde ancak küçük bir yer edinebilmesine imkan vermiş, bu yönden Okul büyük kuramların gölgesinde kalarak yeterli ilgiyi görmemiştir.

Son olarak İngiliz Okulu’nun karşılaştırmalı vaka analizlerinin önemine yaptığı vurguya rağmen daha çok Avrupa merkezli bir yaklaşım benimsemesi, Avrupa kurum ve değerlerini diğer uluslararası toplumlardan üstün görmesi de Okul’a yöneltilen eleştirilerden birisi olarak ön plana çıkmıştır.

KOPENHAG OKULU VE GÜVENLİKLEŞTİRME TEORİSİ

Giriş

Kopenhag Okulu 1980’li yılların ortalarında Kopenhag Barış ve Çatışma Araştırmaları Merkezi bünyesinde çalışmalarını yürüten bir grup araştırmacı tarafından oluşturulmuştur. Gruba 1996 yılında Kopenhag Okulu ismini veren Bill Sweeney olmuştur. Kopenhag Okulu uluslararası güvenlik çalışmaları alanındaki Amerikan egemenliğine alternatif olarak ortaya çıkan kavramsal çerçevelerden biridir.

Kopenhag Okulu

Uluslararası güvenlik gündeminin ekonomik, politik, çevresel, toplumsal ve insani güvenlik sektörlerini tartışmaya açarak zenginleştirmesi, Kopenhag Okulunun uluslararası ilişkiler teorisine yaptığı ilk katkıdır. Barry Buzan tarafından yapılan araştırmalarla, güvenlik yalnızca geleneksel askeri  güvenlik anlamının dışına çıkarılmış, ekonomik, politik, çevresel, toplumsal ve insani güvenlik gibi güvenlik türleri literatüre girmiştir. Tüm bu ayrımlara güvenlik sektörleri adı verilmiştir. Özellikle toplum güvenliği Okulun en çok tartışma yaratan güvenlik ayrımlarından birisi olmuştur.

Uluslararası ilişkilere hakim olan geleneksel güvenlik yaklaşımında sadece devlete ve devletin egemenlik alanına yönelik askerî tehditler ele alınmaktaydı. Kopenhag Okulunun yaklaşımı askerî güvenlik alanı dışında ekonomik, toplumsal, insani ve çevresel güvenlik alanlarını güvenlik sektörleri olarak tanımlayıp, askerî güvenlik sektöründen ayrı olarak ele almıştır.

Toplumsal güvenlik, bir topluluğun kimliğine yönelik algılanan her türlü tehdide karşı savunulması olarak tanımlanmıştır. Kopenhag Okulu, güvenliğin alanının derinleştirilmesi ve bireylerin, devlet dışı oluşumların ve grupların da güvenlik kaygılarını içerecek biçimde genişletilmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir.

Kopenhag Okulunun bir diğer katkısı bölgesel güvenlik kompleksi kavramını literatüre kazandırmıştır. Bölgesel güvenlik kompleksi; uluslararası güvenlik alanını bölgelere ayırarak ele almayı öne süren bir yaklaşımdır. Kopenhag Okulu, Bölgesel Güvenlik Kompleksini güvenlik öncelikleri ve güvenlik dinamikleri örtüşen, dolayısıyla güvenlik alanında birbirine bağlı devletlerin oluşturduğu güvenlik yapıları olarak tanımlar. Kavram Buzan ve Ole Weaver tarafından 2003 yılında ortaya atılmış ve Soğuk Savaş döneminde ortaya çıkan bölgesel güvenlik sorunlarının ve rejimlerinin analiz edilebilmesini mümkün kılmıştır. Bölgesel güvenlik kompleksinin oluşması için öncelikle devletler arasında ortak bir tehdit algısının olması gerekmektedir. Bu  anlamda coğrafi yakınlık olmazsa olmaz bir kriter değildir. Kompleks içinde yer alan devletlerin ihtiyaçlarının paralel olması ilk kriterdir. Bu anlamda bölgedeki dostluk-düşmanlık ilişkilerinin, tehdit algılarının, düşman olan aktörlerin ve bölgedeki tarihsel çatışmaların incelenmesi esastır. Okulun yaptığı diğer bir kuramsal katkı Weaver’in ortaya attığı güvenlikleştirme kavramının kuramsallaştırılmasıdır.

Kopenhag Okulunun uluslararası güvenlik literatürüne yaptığı önemli katkılardan biri de devlet dışındaki nesnelerin de güvenlik tehditlerinin referans nesnesi olarak ele alınması olmuştur. Bu bağlamda özellikle insan güvenliği ve çevre güvenliği, uluslararası güvenlik gündeminin olduğu kadar uluslararası güvenlik kuramının da önemli bir konusu hâline gelmiştir.

Güvenlikleştirme  Teorisi

Güvenlikleştirme teorisi uluslararası güvenliğe disiplinlerarası olarak yaklaşmaktadır. Teorinin amacı, güvenlik kavramının temelini oluşturan varoluşsal tehditler ve hayatta kalma gibi yapı taşlarını koruyarak konvansiyonel olmayan bir güvenlik analizi ortaya koymaktır. Teorisi devlet dışında, çevre, insan, toplum gibi nesneleri de uluslararası güvenlik tartışmalarına dahil etmiştir.

Kenneth Waltz’a göre devletlerin amaç ve stratejileri birbirinden farklı olsa da hayatta kalmak gibi ortak bir nihai arzuları vardır. Bu varoluşsal tehdidin dillendirilmesi süreci sonunda güvenlikleştirmeyi gerçekleştiren aktör, tehdidin ortadan kalkması için gerekli tüm önlemlerin alınmasını meşrulaştırmış olur.  Bu yönüyle güvenlikleştirme siyasi bir süreçtir. Uluslararası İlişkiler’de neo realizmin babası olarak tanınan Kenneth Waltz, devletlerin uluslararası sistemde izledikleri politikaların ve davranışlarının hayatta kalma dürtüsüyle şekillendiğini tartışır.

Diğer yandan Okula göre güvenlik ortamı yalnızca tehditlerle ilgili olmayabilir, aynı zamanda bir konunun nasıl politize edildiği ile ilgilidir. Yani bir toplumun ya da grubun bir konuyu nasıl güvenlik tehdidi haline getirdiği ile ilgilidir. Bu güvenlik tehdidinin inşası sürecidir. Ancak her söylemsel güvenlik inşa süreci başarıyla sonuçlanmaz. Başarılı bir güvenlikleştirme süreci üç aşamadan oluşur. Hayati bir tehdit unsurunun belirlenmesi, bu tehdidin ortan kaldırılmasının acil bir durum olarak kabul edilmesi ve son olarak bu tehdidin ortadan kaldırılabilmesi için olağanüstü tedbirlerin alınması gerektiğinin kabulü. Güvenlikleştirme sürecinin başarısı bir yandan da kamuoyunun desteğine bağlıdır.

Dolayısıyla teori iki ana ilke üzerine kuruludur. Varoluşsal tehditlerin varlığı ile ilgili iddialar ve alınacak olağanüstü tedbirlerin meşrulaştırılması. Okul her iki sürecin de sübjektif olduğunu kabul erse de güvenlikleştirmeyi politizasyondan ayırır. Bir konunun politize olması kamuoyunun bir tercihidir ve normal/gündelik siyasetin bir parçasıdır. Güvenlikleştirme ise siyasi ve askeri elitin yönlendirmesi ile tetiklenen bir süreçtir. Okula göre güvenlikleştirme sürecinde ulaşılan olağanüstü durum, normal siyasetten ve katılımcı demokrasi durumundan bir sapmadır. Dolayısıyla bu durumun kamuoyu tarafından kabul görmesi zorlu bir ikna sürecini beraberinde getirir. Waever’a göre bir eylem konuşulduğu, söze döküldüğü ve ifade edildiği anda gerçekliğe dönüşür. Bir konunun güvenlik meselesi haline gelmesi yani güvenlikleştirilmesi, o konunun güvenlik konusu olarak sunulması ile ilgilidir. Bu da ancak sav geliştirme, mantık yürütme, delil sunma, kendi değerlerini benimsetme ve ikna etme ile oluşmaktadır. Yani bir gerekçelendirme sürecinin varlığı şarttır.

Okulun güvenlikleştirme teorisi söz edimi kuramı üzerine kurulmuştur. Söz edimi basitçe “bir şey söylemek, bir şey yapmaktır” şeklinde ifade edilebilir. Austin’in 1962 yılında yazdığı “How to Do Things with Words” (Kelimelerle Bir Şeyler Nasıl Yapılır) adlı kitabı söz edimi teorisinin temelini oluşturur. Kurama göre özel yetkilere sahip bazı insanlar kelimelerle savaş ilan etmek gibi istisnai şeyler yapabilirler. Ancak söyleyen kişinin etkili birisi olması ve belirli bir seviyede otorite olması başarılı olması için şarttır. Diğer yandan söz ediminin etkisini belirleyen bir başka öğe koşullardır. Bir sorunun güvenlik sorunu olarak algılanabilmesi için aktörler tarafından güvenliğe bir tehdit olarak dillendirilmesi gerekmektedir. Bir sorunun güvenlik sorunu olması özneler-arası bir inşa sürecinin başarılı olması ile ortaya çıkan bir sonuçtur. Bu da siyasi bir tercihtir.

Özetle tehdit ve güvenlik, toplumsal olarak kurgulanmaktadır. Güvenlik ve dolayısıyla güvensizlik zamana ve mekana bağımlıdır. Neyin veya kimin, neden ve kimden korunması gerektiği meselesi bu durumu dillendiren ve dillendirme ile beraber eyleme de geçiren kişi ve söylemlerin meselesidir. Bu yaklaşıma göre, her konu güvenlik konusu olarak sunulabildiği için, güvenlik etrafında şekillenen söylemi araştırma konusu edinmek güvenlik çalışmalarının temelini oluşturmaktadır. Genel olarak güvenlik eliti, bazı konuları olduğundan daha önemli gösterme, düşman zinciri oluşturma ve güvenliğin konusu ve alanını belirleme önceliğini elinde tutmak ister. İşte bu süreç güvenlikleştirme süreci olarak tanımlanmaktadır.

Güvenlikleştirme  Analizi

Okulu Kritik Güvenlik Çalışmaları kategorisinden ayıran nokta, güvenliğe bir sosyal inşa süreci olarak bakmasıdır. Buna göre güvenlikleştirme analizinin görevi, güvenlik dinamiklerinin nasıl işlediğini anlamaktır. Bu çerçevede şu sorular sorulmaktadır. Kim herhangi bir konuyu kolaylıkla güvenlik meselesi haline getirebilmektedir? Hangi güvenlik eylemi kimin adına yapılmaktadır? Başarılı bir güvenlikleştirmenin koşulları nelerdir? Güvenlikleştirmenin sonuçları nelerdir?

Okula göre güvenlikleştirme analizi yapabilmek için üç bileşen ve süreç gereklidir. Güvenlikleştirmenin söylemsel bir süreç olduğu hatırlanırsa güvenlikleştirme olabilmesi için söz ediminin varlığı gereklidir. İkinci olarak bu söz edimini gerçekleştiren, güvenlikleştiren aktörün olması gerekir. Son olarak güvenlikleştiren aktörün söz edimini onaylayan – ya da başarısız bir süreçte onaylamayan – kamuoyunun varlığı gereklidir. Eğer güvenlik tehdidi olarak  güvenlikleştirilecek  konunun  sosyal  ve  tarihsel bağlamda bir arka planı varsa kamuoyunun bu tehdidin güvenlikleştirilmesini kabul etmesi daha kolay olmaktadır.

Tüm bu güvenlikleştirme inşa sürecini anlamak, ulusal güvenliğin nasıl belirlendiğini analiz etmemize de yardımcı olmaktadır. Ancak bu süreçteki tüm aktörlerin, maddi ve düşünsel öğelerin, gelişmelerin nasıl şekillendiğinin, aktörlerin politika yapış biçimlerinin ve diğer tüm öğelerin anlaşılmasına bağlıdır.

Ters  Güvenlikleştirme

Ters güvenlikleştirme, daha önce güvenlikleştirilerek güvenlik konusu haline getirilmiş bir tehdidin, güvenlik konusu olmaktan çıkarılması sürecidir. Okulun ters güvenlikleştirme argümanının ardında Avrupa örneği yatmaktadır. Kopenhag Okulu, yakın zamana kadar savaşlarla özdeşleşen Avrupa’nın bir barış projesi olarak ortaya çıkmasının ardında yatan dinamikleri, Avrupa Birliği’nin kuruluşuna öncülük eden devlet adamlarının İkinci Dünya Savaşı sonrası yürüttüğü güvenlik dışına çıkarma çabaları ile açıklamaktadır. Bu açıdan Kopenhag Okulu, Avrupa’nın entegrasyon projesini bir güvenlik projesi olarak değerlendirmekte, askeri yöntemlere başvurmaya gerek kalmadan bir güvenlik topluluğu kurularak da barışın korunabildiği ve olası saldırganların caydırılabildiği argümanını tartışmaktadır. Devletlerarası ilişkilerin ve meselelerin güvenlik dışına çıkarılması ve bir güvenlik topluluğu yaratılmasının ardından Okul, ters güvenlikleştirme kavramını geliştirmiştir.

Güvenliksizleştirme, ters güvenlikleştirme süreci sonunda söz konusu tehdidin güvenlik konusu olmaktan çıkarılmasıdır.

Okula göre güvenlikleştirilen bir tehdit, bir süre sonra diğer aktörler ya da yine aynı güvenlik elitleri tarafından düşman tehdit zinciri dışında tanımlanabilmektedir. Dolayısıyla hem güvenlikleştirme hem de ters güvenlikleştirme ucu açık süreçlerdir. Ancak güvenlikleştirme kavramına gösterilen ilgi ters güvenlikleştirmeye gösterilmemiş, kavram teorik olarak zayıf kalmıştır.

Kopenhag Okulu ters güvenlikleştirme için üç yol önermektedir: Öncelikle konuları güvenlik söylemine hiç dahil etmemek, ikincisi eğer konu güvenlikleştirilmiş ise konuyu bir güvenlik paradoksu haline getirmemek ve son olarak sorunun normal/gündelik siyaset konusu haline getirilmesi için söylemi değiştirerek, konuyu güvenlik söylemi olmaktan çıkarmak. Okul, böylece daha önce güvenlikleştirilen bir konunun  ters güvenlikleştirme ile güvenlik gündeminden çıkarılabileceğini ya da bunun yönetilebileceğini ileri sürmektedir. Konunun yönetilmesi normalleşmesi anlamına gelir ancak güvenlik sorunun ortadan kalktığı anlamına gelmez.

Uluslararası sistemde sorunların savaş veya şiddet yoluyla değil işbirliği ve barış içinde çözümlendiği bölgelerdeki güvenlik yapılarına ‘güvenlik topluluğu’ denir. Karl Deutsch tarafından 1957’de ortaya atılan kavram, yakın zamanda Emmanuel Adler ve Michael Barnett tarafından geliştirilerek yeniden tartışmaya açılmıştır.

Güvenlikleştirme Teorisine Yapılan Eleştiriler

Kopenhag Okulu’nun güvenlikleştirme teorisi çeşitli açılardan eleştirilmektedir. Bunlardan ilki Okulun güvenlikleştirme ve ters güvenlikleştirme arasındaki tercihleri konusunda belirgin bir tavır sergilememekle eleştirilmesidir. Güvenlikleştirme teorisi ile ilgili bir diğer kaygı da güvenlik alanının genişletilmesi ile güvenlik sarmalının başka konularda da çözümü zorlaştırır hale geleceği ve şiddet içeren yöntemlerin başka sorunların çözümünde de kullanılmaya başlayabileceğidir.

Okula getirilen bir diğer eleştiri ise ters güvenlikleştirme veya güvenlikleştirmenin yapı bozumunun yapılması konusundadır. Bir konunun güvenlik meselesi olmaktan çıkartılması, onun nasıl güvenlik meselesi haline geldiğini sergileyerek, bir anlamda ifşası ve çözümün yapılması ile mümkündür. Bu yapı, benzer bir sorgulama ile kim tarafından, nasıl, hangi ortam ve zamanda ve hangi amaçla gibi sorulara yeniden maruz bırakıldığında teorik çerçeve yetersiz kalmaktadır.

Diğer yandan Okul, toplumsal cinsiyet konusunu ve duyarlılığını yeterince içselleştiremediği ve merkeze almadığı konusunda eleştirilmektedir. Okula göre güvenlik çalışmalarının odağını söylem, söylemin temelini de söz edimi oluşturmaktadır. Bunun sakıncalı bir varsayım olduğu, güvensizlik durumunun dillendirilmeyebildiği veya güvenlikleştirmenin nüksetmediği konu veya koşullarda güvensizlik yaşanmıyor anlamına gelmediği ifade edilmektedir. Dolayısıyla güvenlik tehditleri makro seviyede ifade edilmediği için, kadınların güvensizlik durumlarının rahatlıkla göz ardı edilebileceği tartışılmaktadır.

Son eleştiri ise sürece elitlerin egemen olması ile ilgilidir. Güvenlikleştirme çoğulcu bir ortam olsa da askeri ya da siyasi elitin hem güvenlikleştirme hem de ters güvenlikleştirme süreçlerine, dolayısıyla dış politika ve güvenlik politikalarının oluşum süreçleri üzerinde etkili olan tek taraf olarak ele alınması doğru değildir. Sivil yapılanmalar da ürettikleri bilgi, geliştirdikleri bakış açıları ve politika alternatifleri ise kamuoyu, medya ve akademisyenler gibi geniş bir kesimi etkileyerek, güvenlik elitinin söylem ve girişimleri üzerinde etkili olabilmektedir. Okul, bunu da göz ardı etme konusunda eleştirilmiştir.

ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE EKONOMİ POLİTİK TEORİLER

Giriş

Ekonomi politik kavramı, politika ile ekonomi arasındaki etkileşimi teorik bir çerçevede açıklayan bir yaklaşımdır. iktisat disiplininin bilimsel bir çalışma alanı  hâline gelmesi sürecinde başvurulan başlıca kavramlardan biri olan ekonomi politik, tarihte bugünkü iktisat kavramı yerine kullanılan bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.

Uluslararası İlişkilerde Ekonomi Politik Teoriler ve Yaklaşımlar

Ekonomi politik kavramı, politika ile ekonomi arasındaki etkileşimi teorik bir çerçevede ele alan bir yaklaşımdır. Louis de Mayerne-Turquet ekonomi politik kavramını “devleti kuran vatandaşlara karşı egemen gücün görevleri” ile ilişkili olarak kullanmıştır. Kavram orijinal olarak 1600’lü yılların ilk yarısından itibaren bilim dünyasında kullanılmaya başlamıştır. İlk başlarda devletin vatandaşlarına karşı görevleri ile tanımlanan ekonomi politik kavramının zamanla devletin belli bir grubun çıkarlarını temsil ettiği eleştirisi karşısında, iktisadi sahadan, politiğin dışlandığı bir anlama kaydığı görülmektedir.

Uluslararası ilişkiler disiplini açısından ekonomi politik kavramı ekonomi ile politika arasındaki oldukça kompleks bir ilişki ağına işaret ettiğinden, kavramın kullanımı da pür ekonomist anlayıştan farklıdır. Ekonomi politikçi yazarlar devlet-piyasa etkileşimini, ekonomik kuruluşlar, çok uluslu şirketler, para politikaları, enerji krizleri vs. gibi aktörlerin ve sorunların rolü çerçevesinde incelemektedir.

Devlet merkezli ekonomi politik yaklaşımın öncülerinden olan Robert Gilpin’e göre devlet ve piyasalar olmadan ekonomi politik disiplini olmaz. Devletin gözardı edilmesi, salt fiyat mekanizmasının ve piyasa güçlerinin ekonomik aktiviteleri varsayımı, pür ekonomistlerin dünyası olur. Piyasaların gözardı edilmesi ve devletin ekonomik kaynakların bölüşümünü ve dağıtımını üstlendiği varsayımı ise pür politik bilimcilerin dünyası olur. Dolayısıyla ekonomi politik yaklaşım bu iki alan arasındaki ilişkiyi ortaya koyarak bir çalışma çatısı altında birleştiren bir disiplindir. Diğer yandan ekonomi politik disiplinine eleştirel yaklaşan Robert Cox ise uluslararası sistemin anlaşılabilmesi için devlet ve piyasa arasındaki etkileşimin ele alınması gerektiğini ileri sürmektedir. Cox’a göre bu ilişki görmezden gelinemeyecek türden bir ilişkidir.

Ekonomi politik yaklaşımın uluslararası alandaki önemli temsilcileri arasında yer ala Susan Strange ise ekonomi politiği devlet ve piyasalar arasında var olan interaktif etkilimi inceleyen bir bilim dalı olarak tanımlamaktadır. Önceki yıllarda bu ilişkinin doğrudan mı yoksa dolaylı bir ilişki mi olduğu tartışılsa da, 2000’li yıllara gelindiğinde ekonomi ile politika arasında doğrudan bir etkileşim olduğu genel olarak kabul görmüştür.

Ekonomi politik çalışmalar kapsamında devlet-piyasa etkileşimini, ekonomik kuruluşları, çok uluslu şirketleri, para politikalarını, enerji krizlerini aktörlerin ve sorunların rolü çerçevesinde incelemeye başlayan araştırmacılar olmuştur. Araştırmacılardan bir kısmı realist paradigmaya ve ekonomiyi tüm sistemin merkezine yerleştiren globalist ve Marksist teorilere alternatif bir ekonomi politik yaklaşım geliştirmeye çalışmışlardır. Geleneksel paradigmalara eleştirel bir yaklaşım olarak öne çıkan uluslararası ekonomi politik disiplin, global ekonomik ilişkiler ile politika arasındaki etkileşimin sosyolojik, kültürel, hukuksal, moral ve kurumsal düzeyde analiz edilmesi gerektiği tezini öne sürmüştür. Bu konuda öne çıkan isimlerden birisi de Josep Schumpeter’dir.

1980’li yıllara gelindiğinde yaşanan petrol krizi, Bretton woods sisteminin bozulması, Kuzey-Güney gibi ekonomi politik sorunlar, ekonomi, politika, zenginlik ve güvenlik arasındaki ilişkinin oldukça güçlü olduğunu göstermiş, uluslararası ilişkilerde yaşanan bu tartışmalar kendisine teorik bir yapılanma da çizmeye başlamıştır. Ancak bir süre sonra, farklı geleneklerden gelen ve farklı paradigmalardan olaya yaklaşan araştırmacıların politika- ekonomi ilişkisine bakışının aynı olmadığı ortaya çıkmıştır. Özellikle sistem içerisinde devletin konumu temel tartışma konularından birisini oluşturmuştur. Üç ayrı ekolün ekonomi-politika ilişkisine ve etkileşimine farklı bakışı, aynı zamanda üç farklı ekonomi politik yaklaşımın ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Çeşitli farklılıkları olsa da bu üç farklı yaklaşım belirli noktalarda ortaklaşmıştır. Üçü de ekonomi ile politika arasında bir etkileşim olduğunu ve bu etkileşimin uluslararası sistemde yapısal bir değişikliğe sebep olduğunu kabul etmektedir. Her üç yaklaşımda da ekonomi politik perspektif ekonominin stratejik öneminin, politika ve güvenlik politikalarını belirlemesi olarak tanımlanabileceği gibi,  politik birimlerin ve devletlerin kendi davranışlarını, ekonomik temelli çıkarları için aktif ve bilinçli olarak kayıt altına almaları anlamında da tanımlanabilir. Diğer bir deyişle ekonomi temelli çıkarlar, doğrudan devletin güvenliğini, gücünü ve ulusal yaşam standartlarını etkileyen bir faktör olarak önemsenebileceği gibi, devleti diğer devletler arasında güçlü kılan bir unsur olarak da dikkate alınabilir. Son olarak her üç yaklaşımda da, devletler arasındaki ekonomik ilişkiler, uluslararası para politikaları, ticaret rejimleri, sermaye hareketleri, stratejik ham madde kaynakları ve devlet dışı ekonomik amaçlı kurulmuş örgüt ve şirketlerin faaliyetleri önemsenmektedir. Aşağıdaki bölümlerde bu paradigmalar daha detaylı bir şekilde ele alınmaktadır.

Liberal Uluslararası Ekonomi Politik Yaklaşım

Liberalizm klasik anlamda, devletin gücünün hukuksal olarak sınırlandırılmasını ve bireysel özgürlüklerin alanının genişletilmesini savunan bir yaklaşımdır. Hukukla güvence altına alınmış bireysel hakların, özgürlüklerin ve serbest piyasa koşullarının ulusal zenginliği artıracağını ileri sürmektedir. Politika ve ekonomi arasındaki ilişkiyi analiz eden uluslararası ekonomi  politiğin  (UEP)  temel  varsayımları  da  daha ziyade liberalizmin etkisi altında gelişme göstermiştir. Liberal yaklaşım ulusal anlamda devletin sınırlandırılmasını, aynı zamanda uluslararası ekonomi önündeki sınırların kaldırılmasını savunmaktadır. Bu sayede dünyada üretim ve refahın artacağı fikrini ileri sürmektedir.

Liberal felsefe tarihsel olarak belli amaç ve idealleri olan bir siyasal düşünce geleneğini temsil etmektedir. Siyasal anlamda eşitlik, rasyonellik ve özgürlük kavramları üzerine inşa edilen liberalizm, ekonomik alanda da siyasal iktidarın sınırlandırılması, mülkiyet özgürlüğü, serbest girişim ve serbest ticaret hakkı temelleri üzerine inşa edilmiştir.

UEP ile klasik liberal iktisatçılar veya liberal iktisatçılar arasında önemli farklılıklar bulunduğunun altını çizmek gerekir. UEP ekonomi biliminden etkilenmiş olsa da kesinlikle iktisadın bir alt dalı değildir. İktisatçılar ekonomik üretim ilişkileri ve karşılıklı mübadelenin yararları üzerinde dururken uluslararası ekonomi politikçiler ekonomideki gelişmelerin ve ekonomik ilişkilerin uluslararası alanda  zenginliğin  dağılımına ve özellikle politik süreçlere nasıl etki ettiğini önemser. İktisatçılar piyasaların kendi kendine işleyen bir düzen olduğunu savunurken uluslararası ekonomi politikçiler uluslararası ekonomik ilişkiler ile ulus devletin gücü, değerleri, otonomisi, ve politikası arasında tüm toplumsal yapıları etkileyecek bir ilişki olduğunu öne sürerler. Diğer yandan iktisatçılar, uluslararası ekonomik kuruluşları ve rejimleri açıklarken devletin, bu rejimlerin ve kurumların oluşturulmasında ve işleyişinde rolü olduğunu göz ardı etmektedir. Oysa uluslararası ekonomi politikçiler bu ilişkinin görmezden gelinemeyeceğini savunmaktadır.

Klasik liberallere göre ekonomi kendi kendine işleyecek bir takım mekanizmaları zaten doğal olarak bulundurur ve bu çerçevede devletin ekonomiye müdahalesi düzeni bozmaktan başka bir işe yaramaz. Smith’e göre ekonomi politik hem halkı hem de hükümdarı zenginleştirmenin sanatı ve bilimi olarak yöntem konusunda erkin iktisadi hayata müdahalesinin sınırlandırılmasını öne süren bir yaklaşımdır. Bu anlamda klasik iktisatçıların, çıkarlarını maksimize etmeye çalışan piyasa aktörlerinin ekonomideki fonksiyonlarını oldukça önemsedikleri görülmektedir. Smith’in ardılı birçok iktisatçı da benzer düşünceleri benimsemiştir. Birçok iktisatçı ilerleyen yıllarda da zenginlik ve güvenliği sağlamanın tek yolunun devletin rolünün ve gücünün hem ekonomi hem de siyasal alanda sınırlandırılması ile olacağını öne sürmüşlerdir.

1980 sonrası ise uluslararası ekonomik ilişkiler ve uluslararası politikanın niteliğinin değişmesiyle birlikte, hükümetlerin kontrolü dışında iletişim, ekonomi, teknoloji, kültür ve eğitim alanların yaşanan birçok gelişme, politika ve ekonomi arasındaki ayrımı vurgulayan teorilerin zayıflamasına ve ekonomi politiğin güçlenmesine yol açmıştır.

Keohane ve Nye’in karşılıklı bağımlılık yaklaşımı, uluslararası politikanın ekonomik ilişkilerden daha fazla etkilendiğini ve devletlerin dışında devlet olmayan aktörlerin uluslararası ilişkilerde ağırlığının arttığını öne sürmesi açısından liberal ekonomi politik perspektife kaynaklık etmektedir. Uluslararası ekonomi politikten hareketle ikili dünya politikasında devletler ve toplumlar arasında artan karşılıklı ilişkilerin uluslararası alanda savaşların ve güvenlik politikalarının uygulanabilirliğini azalttığını ileri sürmektedir. Devletler, karşılıklı bağımlılık dolayısıyla dış etkilere açık durumdadırlar. Bu etki ticari, ekonomik yardım, yatırım ilişkisi, kültürel etkileşim gibi farklı nedenlerden kaynaklanabilmektedir. Bu çerçevede devletler arasında böyle bir ilişkinin kurulmasında ekonomik ilişkilerin belirleyici bir etkiye sahip olduğunu öne sürmektedirler. Zira ekonomi ile politika arasında yapısal bir etkileşim olduğunu öne süren ekonomi politik perspektifte, ekonomik ilişkilerin ya da politik ilişkilerin birbiri üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olduğu varsayılmaktadır.

Yapısalcı/Radikal Uluslararası Ekonomi Politik Yaklaşım

Liberalizmden sonra ekonomi politiğe etki eden bir diğer yaklaşım ise Globalizm, Bağımlılık Teorisi, Merkez-Çevre yaklaşımı, Marksist Teoriler, Dünya Sistemi Yaklaşımı gibi isimlerle de adlandırılan yapısalcı/radikal paradigmadır. Bu yazarların yoğunlaştığı ortak sorun “Niçin Asya’daki, Afrika’daki ve Latin Amerika’daki üçüncü dünya ülkelerinin gelişmediğidir” Yani bazı ülkeler gelişirken neden diğer devletlerin gelişmediği sorunsalı yapısalcı yaklaşımda tartışılmaktadır. Yapısalcıların önemli bir kısmı ekonomiyi alt yapı olarak ele alırken, dış politika dahil diğer tüm aktiviteleri ekonomik ilişki ve üretim tarzına bağlı oluşan üst yapılar olarak ele almıştır.

Yapısalcılara göre küreselleşme süreci, ekonomi ve politikada küresel bağımlı ilişkilerin kurulmasına yol açmıştır. Politikayı ve politik davranışları anlamak için ilk önce ekonomik sistemin işleyişini ortaya koymak gerekir. Diğer bir deyişle uluslararası ilişkilerde devletlerin davranışlarını yönlendiren olgu ekonomik çıkarlardır. Özellikle Marksist yazarlar devletleri, egemen sınıfın politik kontrolünün bir aracı olarak görmektedir. Marx ve Engels devleti hakim sınıfın çıkarlarını koruyan ve onun politik denetiminde olan yapay bir kurum olarak görmektedir.

Yapısalcı uluslararası ekonomik politik yaklaşımların ortak yanı kapitalist sistemin kendi içerisinde barındırdığı çelişkiler nedeniyle, toplumlar ve devletler arasında sömürü ilişkisine yol açtığını ileri sürmesidir. Kapitalist sistemin temel özelliği ekonomik birikim üzerine kurulu olmasıdır. Bu sistemde aşırı üretim, gelir adaletsizlikleri, deniz aşırı pazar ve hammadde arayışları, krizler ve savaşlar kaçınılmaz olarak görülmektedir. Nitekim Marx ve Engels kapitalist sistemin bu krizler nedeniyle çökeceğini  öngörmüştür.

Radikal ekonomi politik perspektif Karl Marx oldukça önemli bir yere sahiptir. Marx, uluslararası ilişkiler üzerine sistemli bir çalışma yürütmemiş ancak onun sınıf çatışması tezi ve kapitalizm teorisi  yapısal uluslararası ekonomik perspektiflerinin temel çalışma alanını oluşturmuştur. Marx, ekonomi politik perspektifi liberal ya da merkantalistlerden oldukça farklı bir şekilde yorumlamıştır. Marx tarafından kaleme alınan Kapital’in ikinci adı Ekonomi Politiğin Eleştirisi’dir. Marx kapitalizm dediği ekonomik sistemin tüm toplum üzerinde yapısal bir değişiklik yarattığını öne sürmüştür.

Marksist-Leninist literatür ekonomik üretim tarzının, ulusal ve uluslararası politikayı belirleyen güç olduğunu ileri sürmektedir. Tüm olayları ekonomik üretim tarzı ve ilişkileri ile açıklayan Marksist gelenek, uluslararası ekonomi politik teori içerisinde oldukça önemli bir yere sahiptir. Özellikle Marksistlerce geliştirilen emperyalizm teorisi, 1960 ve  1970’lerde ortaya  çıkan bağımlılık teorisyenleri tarafından kabul edilerek geliştirilmişti.

Marksist literatür üretim sürecinin bir sonucu olarak oluşan sınıflar arasındaki ilişkinin, politik ve ekonomik düzenin oluşturulmasında temel belirleyici faktör olduğunu ileri sürmektedir. Marksist teori bir ülkede ekonomik üretim sisteminde yaşanan değişim ve dönüşümün sadece o ülkedeki kültürel, politik ve toplumsal koşulları etkileyen bir olay olarak kalmadığını, tüm dünyayı etkileyen bir boyuta sahip olduğunu ileri sürmekteydi. Marksist ekonomi politik anlayışta kar güdüsüyle hareket eden gelişmiş ülkelerin, kar marjını etkileyen en önemli faktörün başında ham madde kaynakları olduğunu vurgulamaktadır. Kar marjını artırmak isteyen kapitalist ülkelerin emperyalist bir politika izlemesi ham madde zengini az gelişmiş ülkelerdeki siyasal ve toplumsal yapının yeniden şekillenmesine yol açmaktadır.

Yapısal uluslararası ekonomi politikte önemli bir yere sahip olan emperyalizm teorisi Lenin tarafından ortaya konulmuştur. Ancak en  detaylı çalışmalar John. A. Hobson tarafından yapılmıştır. Lenin’e göre gelişmiş sanayi ülkeleri ilk birikim aşamasından sonra, ellerindeki sermaye birikiminin bir kısmını azalan kazançlarını arttırmak için az gelişmiş ülkelere tekrar geri aktarmaktaydılar.

Lenin veya ekonomi politik yaklaşımlardan farklı olarak bağımlılık teorileri ise ekonomi politik teoriyi farklı bir çerçevede sunmaktadır. Bağımlılık teorisyenleri radikal Marksistlerden farklı olarak askeri ve politik emperyalizm üzerinde fazla durmazlar. Özellikle askeri işgal sonrası dönem üzerinde yoğunlaşmaktadırlar. Bağımlılık teorisyenlerinin temel dört eleştirisi aynı zamanda temel çalışma alanlarını oluşturmaktadır. Bunlar;

•          Gelişmiş ülkeler ile az gelişmiş ülkeler arasında bir merkez – çevre ilişkisi bulunmaktadır. Merkez ile çevre arasındaki ekonomik ve politik güç  dağılımının  asimetrik  oluşu  bu  ilişkinin kurulmasına yol açmıştır.

•          Klasik ekonominin birçok prensibi, özellikle karşılaştırmalı üstünlükler teorisi çevre ülkelerin ekonomik gelişmelerine hiç bir katkı sağlamamıştır.

•          Merkez ülkeler kendilerine orantısız kazanç sağlayacak ticaret politikaları uygulamışlardır.

•          Çevre ülkelerde yer alan küçük bir varlıklı azınlığın yaptığı büyük harcamalar, ülke ekonomisinin gelişmesi için gerekli kritik yatırımlar olmayıp, tam aksine kötü olan ekonominin daha da kötüleşmesine yol açmıştır.

Bu dört eleştiri bağımlılık teorisyenleri tarafından gelişmemiş ülkelerin neden gelişmediğine yönelik getirdiği teorik analizlerin ana çerçevesini oluşturmaktadır. Daha sonra Galtung ve Wallerstein gibi yazarlar çeşitli katkılar yaparak bu yaklaşımı bir teori haline getirmişlerdir.

Galtung az gelişmişliği açıklarken bunun merkez olarak nitelendirdiği gelişmiş ülkelerin çevre olarak adlandırılan gelişmemiş ulusları sömürmesinden kaynaklandığını ileri sürmektedir.

Uluslararası Ekonomi Politik ve Merkantalizm

Merkantalizm kavramı ilk kez Adam Smith tarafından 1500-1700 arası ulusal ekonominin zenginleşmesini dış politika önceliği olarak kabul eden akımı eleştirmek için kullanılmıştır. Smith, merkantalizmin ticarette müdahaleci bir izlenmesi gerektiği prensibini eleştirmekteydi. Klasik liberaller komşuyu fakirleştirme politikasına dayanan merkantalizmin uluslararası alanda çatışma ve savaşlara yol açtığını varsaymıştı. Merkantalist düşüncenin temel varsayımları ise mamul madde ihracatını artırmak, ham maddelerin ihracatını azaltmak, yaşamsal olan ham maddenin dışında ithalatı yasaklamak ve böylece ticaret dengesini kendi lehine çevirmekti. Güçlü ulusal ekonomi ve hazineye, güvenlik ve gücün garantisi olarak bakılmaktaydı. Devletlerin gücü ellerindeki altın ve gümüş miktarı ile doğrudan orantılı idi. Tek taraflı ticari kazanç girişimleri gerektiğinde askeri güç yolu ile sağlama anlayışına dayanan merkantalizm, güçlü ve kendine yeterli ulusal ekonomi kurma  felsefesi üzerine  kurulmuştu. Merkantalistlere göre bağımsız politik bir güç olmanın yolu bağımsız ekonomik bir güç olmaktı. Merkantalistler devletin kendi piyasasını denetlemesini ve yabancıların ulusal piyasaya girişini kısıtlamasını önermekteydi.

Merkantalizm ülke hazinesinin güçlendirilmesi üzerine durmaktaydı. Bu durum savaş ve ilhak politikalarına meşruluk kazandırmaktaydı. Nitekim Avrupalı güçler Amerika ve Afrika kıtası başta olmak üzere bir çok bölgede doğrudan kolonileştirme politikası izlemiş ve işgal edilen ülkelerdeki zenginlikleri yağmalayarak kendi ülkelerine getirmekteydi. Sömürgeler üretilen mallar için pazar, ucuz iş gücü ve ham madde kaynakları anlamına gelmekteydi.   Paul   Kennedy   ekonomik   gelişmişliğin, devletin askeri kapasitesini ve savaşlardaki uzun süreli dayanıklılık gücünü doğrudan etkileyen bir unsur olduğunu ileri sürmekteydi.

Soğuk Savaş sonrası dönemde, merkantalist uygulamalar farklı şekillerde tekrar gündeme taşınmıştır. Neo- merkantalistler özellikle serbest ticaret olgusu ve çok uluslu şirket yatırımları konusunda kötümser bir yaklaşıma sahiptir. Dolayısıyla yabancıların ülke ekonomisi üzerindeki gücünü sınırlandırma ve ulusal ekonomide faaliyet gösteren birimlerin dış rekabet karşısında desteklenmesi politikalarını desteklemektedirler. Merkantalistlere göre çok uluslu şirketler tarafından ulusal ekonomiye yapılan yatırımlar ulusal egemenliğe bir tehdit durumundadır. Hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde ulusal ekonomiyi koruma yönünde güçlü bir eğilim de bulunmaktadır.