Balkanlarda Siyaset

BALKANLAR’DA SİYASET
Kavramsal Çerçeve: İsimlendirme ve Bölgesel Kimliğin İnşası

Bölgesel Kimlik: Tanımlama ve Ayrıştırma Süreçleri
Kişiler, gruplar ve toplumların kendilerini tanımlamaya yönelik oluşturdukları kurguya kimlik denir. Bölgesel olanlar da dâhil kimlik konusu çok yönlü ve çok boyutlu bir olgudur. Tahayyül, tasavvur ya da tespite dayalı kendini tanımlama unsurları yanında; kişi, grup, toplum ya da her tür birimin başkalarını, başkalarının da kimliğe konu kişi ya da birimleri nasıl ‘‘algıladıkları’’ önemlidir v bu durumu kimliğin birer parçası olarak tanımlarda dikkate almak gerekir.

Balkanlar ortak özellikler arz eden belli bir coğrafi alanda tanımlanan, kültürel çeşitliliği olan, çeşitli dinleri ve dilleri bünyesinde barındıran çok yönlü bir kimliğe sahiptir. Balkan kimliği yüzyıllardır aynı coğrafyada bir arada yaşamanın bir sonucu olarak meydana gelmekle birlikte, bölgesel kimliğin oluşumunda dış faktörler ve müdahaleler de etkili olmuştur.

Bu dış faktörlerin ve müdahalelerin sebeplerini anlayabilmek ve bölgesel kimliği oluşturan öğeleri kavramak ancak bölgesel ve uluslararası düzeydeki tarihsel ve siyasal süreçlerin iyi analiz edilmesi ile mümkündür. Şiddet sarmalı ve zorunlu göçler içinde geçen tarih süreci sonucunda Balkan kültürüne egemen çoğulcu yapı yerini bugün gittikçe tek kültürlü etnik yapılara bırakmaktadır. Bölgedeki her bir devlet diğer devletlerden farklı olarak türdeş bir kültüre sahip olduğunu iddia etmekte ve bunu bir devlet politikası haline getirmektedir.

Tarihsel olarak bakılırsa 19. yüzyılın başından bugüne bölgesel kimlikler uluslararası aktörlerin bölgeye yönelik siyasetleriyle paralel gelişme göstermiştir. Balkan bölgesel kimliğinde Türk ve Osmanlı etkisinin azalmakla beraber, varlığını halen yoğun bir şekilde hissettiği rahatlıkla söylenebilir. 14. yüzyıldan 19. Yüzyılın sonuna kadar Balkan kimliğinin en başat unsurlarından ve aktörlerinden biri Osmanlılardır.

İmparatorluğun 20. yüzyılda tamamen terk ettiği bu topraklarda kurulan Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı döneminde otorite tam olarak sağlanamamış ve siyasi istikrarsızlıklar olanca hızıyla devam etmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından bölge sosyalist bir kimliğe bürünmüştür. Sosyalizmin izlerinin silinmeye çalışıldığı 1990’lı yıllara ‘‘Batı Balkanlar’’ kimliği ile merhaba diyen bölgede bir kez daha otorite boşluğu hâkim olmuş; önce Slovenya, Hırvatistan sonra Bosna-Hersek arkasında da Kosova’daki savaş, bölgeyi ve tüm kimlikleri derinden sarsmıştır.

Rumeli’den Balkanlar’a Kimlikler ve Balkanizasyon

Osmanlıların bölgeyi tanımlamak için ‘‘Rumeli’’ kavramını kullandıkları bilinmektedir. Rum, Roma’ya işaret etmektedir. Rumeli (Rumelia, Roumelia) ise Rumların yani Romalıların ülkesi, Roma İmparatorluğu’nun ya da o zamanlar Bizans İmparatorluğu’nun sahip olduğu İran’a en yakın toprakları anlatmaktadır.

Balkan kelimesinin kökeni Türkçedir. ‘‘Sarp ve ormanlık sıradağ sık ormanla kaplı dağ; yığın, küme; sazlık, bataklık’’ gibi anlamlara gelmektedir. Osmanlıda da yaygı bir kullanıma sahip olduğu bilinir. Zamanla önce Türkçe konuşan topluluklar, sonra da Batılı ülkeler ve oradan da tüm dünya tarafından kullanılagelmiştir.

Balkanlar ‘‘barut fıçısı’’ metaforu (benzer özellikleri yüzünden başka kavramlarla anlatım) ile anılır. Bunun sebebi bölgede çok sayıda silahlı çatışmanın yaşanmasıdır.

Balkanlaşma konusunda en kapsamlı akademik çalışmalardan biri Maria Todorova’nın ‘‘Balkanlar’ı Tahayyül Etmek’’ adlı eseridir. Todorova, Edward Said’in ‘‘Oryantalizm’’ adlı eserinden hareketle Batı toplumunun kendisini tanımlamak için Doğu toplumlarına yönelik izlediği ‘‘ötekileştirme’’ siyasetinin bir benzerini Avrupa’nın doğusunda gerçekleştirdiğini dile getirmiştir.

Batı’da genel olarak kimlikler öteki üzerinden tanımlanan bir süreçte inşa edilmişlerdir. Yunan’da vatandaş-yabancı, Roma’da barbar-medeni sonrasında da Hristiyan-Yahudi, Avrupalılar-Türkler, demokrat-faşist, liberal-komünist gibi karşılıklar üzerinden inşa edilen Batılı kimlikler dâhildekiler ve hariçtekilerin var olandan ziyade tahayyül edilmiş nitelikleriyle tanımlanmışlardır.

Batı literatüründe Balkanlar’ı tasvir eden ilk eserler macera romanları ve gezi yazılar olmuştur. Bu eserlerde Balkan halkları vahşi, tehlikeli ve barbar olarak tasvir edilmiştir. Böylece Batılı okuyucuların beyninde olumsuz bir Balkan imgesi yaratılmıştır. Bu Balkan imgesi coğrafyanın içinden çıkmış olan bazı önemli edebiyatçı yazar ve yönetmenler tarafından da işlenmiş ve Batı hayalindeki Balkan imgesinin kusursuz bir şekilde yansıtan bu kişileri alkışlamıştır.

Doğu Avrupa, Yugoslavya ve Güney Doğu Avrupa

Doğu Avrupa, İkinci Dünya Savaşı’nın bitişi ve Soğuk Savaş’ın başlamasıyla birlikte Balkanları da içine alan ve coğrafyadan öte ideolojik bir birliği temsil eden bir kavramdır. Bu dönemde Doğu Avrupalı kimliğine paralel olarak ortaya çıkan bir başka kimlik de Yugoslavyalılıktır. Yugoslavya üst kimliğiyle coğrafyayı oluşturan uluslar bir potada eritilmeye ve bölgesel farklılıklar ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır.

Yugoslavya’nın dağılmasıyla birlikte; Slovenya, Hırvatistan, Makedonya, Bosna-Hersek, Karadağ, Kosova ve Sırbistan gibi bağımsız devletler ortaya çıkmıştır. Bölgenin yeniden yapılandırılması sürecinde Balkanlar; Orta ve Doğu Avrupa’dan ayrı olarak değerlendirilmiş ve bölge Güney Doğu Avrupa olarak anılmıştır.

1990’lı yıllarda meydana gelen etnik çatışmalarla birlikte bölge çok karmaşık bir yapıya kavuşmuştur. Boşnaklar ve Arnavutlar üzerinden yürütülen politikalarla Sırplar İslamofobiyi körüklemiştir. İslamofobi, İslam fobisi anlamına gelmektedir. İslamofobi aynı zamanda bir ötekileştirme sürecine işaret etmektedir.

Bölgesel Kimliğin Dâhili Dinamikleri

Bölgesel kimliğin ortaya çıkmasında harici aktörler kadar bölge toplumlarının da oynadıkların rolün ve kendilerini tanımlama biçimlerinin de etkisi vardır. 19. yüzyılda ulus- devletlerin bölgede ortaya çıkmasında en önemli paya sahip olan yerel elitler, oluşturdukları bu yeni devletleri Batılı tarzda modern bir yapıya kavuşturmak için oldukça yoğun bir çaba harcamışlardır. Gerçek ‘‘Batı’’lı değerleri anlamadan yüzeysel anlamda ‘‘Batılılaşma’’ ve ‘‘sınırlarda yaşamak’’ gibi temalar, 19. yüzyıl bölge edebiyatının en popüler konuları olmuştur.

Güney Doğu Avrupa tanımının beraberinde getirdiği ve Avrupa ile entegrasyonu amaçlayan faaliyetler çerçevesinde bölge toplumlarının Batı’ya ait olduğu fikrinin toplumun belleğinde yer etmesi için iki yönlü çalışma bir çalışma yürütülmektedir. Bir yandan bölge tarihi erken Hristiyan dönem ile ilişkilendirilirken, diğer taraftan Osmanlı dönemini karanlık çağ olarak adlandırılmaktadır.

Balkan Kimliğini Yeniden Düşünmek

Planlı ve programlı bir şekilde devam eden bölge halklarının ‘‘kimliklendirme’’, ‘‘bölgeye kimlik ithali’’ ve ‘‘Avrupa ve dünya ile bütünleşme’’ çabalarının yanı sıra Balkanlar’ın kendi içinden kaynaklanan kendi Balkanlı kimliğine sahip çıkma çabası da gözlemlenmektedir. Yugonostalji, yani Eski Yugoslavya dönemine özlem duyma durumu, orta yaşlı nesilde derin bir etkiye sahiptir.

Popüler unsurları öne alan ve gittikçe yaygınlaştığı gözlemlenen bu akımın tamamen temelsiz olduğu, entelektüel destek ve dayanaklardan tamamen yoksun olduğu da iddia edilemez.

Balkanlar’daki uluslar her ne kadar kendilerinin farklı mutfakları olduğunu iddia etseler de bugün hangi ülkeye gidilirse gidilsin birtakım nüanslarla aynı tatlar ve hatta aynı yemeklerle karşılaşmak mümkündür.

Balkan kimliği yeniden yapılandırıldığı bu süreçte, mimari kökenli bir postmodern başkaldırı dikkat çekmektedir.

Kimlik yapılandırma sürecinde yukarıdan ve aşağıdan iki yönlü Balkanlaşmadan da söz edilmektedir. Yukarıdan Balkanlaşma, etnisiteler arası dayanışmayı ve bölgesel sosyokültürel kimliği yok eden, bunları şiddet yoluyla ulus-devlet sisteminde bir araya getirmeye ve kapitalist dünya ekonomisi ile bütünleştirmeye icbar eden ve yakın dönemlerde de neo-liberal kültürel kolonyalizmi dayatan tarihsel bir projedir. Aşağıdan Balkanlaşma ise sosyokültürel yakınlıkları, etnisiteler arası aktiviteleri, dayanışma ve karşılıklı yardımlaşmadan doğan gelenekleri destekleyen bir gelişmenin ürünüdür. Bu çoğulcu kültürel gerçeğin de bu bölgede yaşanan anti-otoriteryen yerel öz-yönetimlerde, arazinin ortak kullanımı örnekleri ve federatif hareketlerde kendisini gösterdiğini ifade etmektedir.

Bu bölgeye atfedilen şiddet ve çatışma gibi olumsuz imajların tarihsel gerçeği yansıtmamaktadır. Bölge yüzyıllarca nasıl olduysa bugün de ortak kimliklerin, birlikte yaşamanın, barışın ve işbirliğin de mekânı ve hatta sembolü olabilir. Balkan tarihi sadece çatışmalardan ibaret değildir. Bölge toplumlararası birlikte yaşamın ve işbirliğinin örnekleri açısından oldukça zengin bir tarihe de sahiptir.

Balkanlar’da Kimlik ve Siyaset

Balkanlar’da siyasetin kapısından içeriye kimlikler olmadan, kimlikleri görmeden ve kimlikleri anlamadan girilemez. Ancak bunu söylemekle birlikte, bölgedeki tüm siyasetin sadece kimlikler tarafından belirlendiğini de iddia etmek de çok doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Topluluk, grup, ulus, devlet ya da ülkesel ölçekte siyasetten bahsettiğimiz zaman en azından bu siyasal varlıkların bir boşlukta yaşadıklarını bir varsayım olarak kabul ediyoruz demektir. Bu urumda bahse konu siyasetin bir mekânda cereyan ettiğini de kabul etmek gerekecektir.

Diğer yandan coğrafya kadar kültürün de özellikle toplumsal kültürün de siyasetin hem algılanma hem de yürütülme biçimini şekillendirdiği bilinen bir konudur.

Siyaseti belirleyen önemli dinamiklerden biri de siyasal sistem ve o sistem içindeki kurumlardır. Ülkenin rejiminin liberal demokrat, sosyalist, faşist, otokrat ya da askeri bir diktatörlük olması siyasetin tüm yönlerini etkileyeceği gibi yasama, yürütme ve yargı gibi temel kurumların faaliyet ve işlevlerini de temelden etkilemektedir.

Siyasal yapı içindeki güç merkezleri, örgütler ve süreçler de toplumun temel dinamikleri olarak siyasal olanı ve alanı belirleyen oldukça etkili unsurlardır.

Devletin ve onu işleten bir aygıt olarak bürokrasinin ağırlığı karşısında siyasete dengeleyici unsurlardan bir tanesi ise sivil toplum örgütleridir.

Balkanlar’da siyasette ise tarihsel olarak en temel olgu müdahale gerçeğidir. İçerden ya da dışardan müdahaleler bölgenin siyasal yapısı üzerinde öneli etkilerde bulunmuştur.

Başka bölgeler için olduğu kadar Balkanlar’ın siyasetini de ekonomik yapıdan, bölgenin ve ülkelerin kalkınmışlık düzeyinden bağımsız bir olgu olarak ele alma imkânı yoktur. Özellikle bölgede sosyalist rejimden liberal rejime geçiş çok sık örneklendiği için, geçiş ekonomisi etkileri çok net görülmektedir.

ÜLKELER: COĞRAFYA, KÜLTÜR VE SOSYAL YAPI
Balkan Coğrafyasının Temel Özellikleri

Balkanlar, Avrupa kıtasının güneydoğusunda yer alan bir yarımadadır. Balkanlar, adını bölgede bulunan Balkan dağlarından alır. Yarımadanın doğusunda Ege (Adalar) Denizi, Marmara Denizi ve Karadeniz, güneyinde Akdeniz ve batısında ise Adriyatik Denizi vardır. Toplam 788.685 km2’lik bir yüz ölçüme sahiptir. Bugün Balkan yarımadası üzerinde; Türkiye’nin Avrupa’daki toprakları ile birlikte, Arnavutluk, Bulgaristan, Yunanistan, Bosna- Hersek, Sırbistan, Karadağ, Kosova, Hırvatistan, Slovenya, Makedonya ve Romanya yer almaktadır. Balkan yarımadasının iklimi, güneyden kuzeye ve deniz kıyısından iç kesimlere doğru değişim göstermektedir. Güneyde Akdeniz iklimi hüküm sürer. Burada kışlar ılık ve yağışlı, yazlar sıcak ve kurak geçer. Kuzeye ve iç kesimlere doğru gidildikçe, iklim karasal hale gelir ve sertleşir. Kuzeye doğru gidildikçe arazi hem engebeli olur hem de iklim sertleşir. Balkanlar’daki göller, kısmen tektonik ve kısmen kalker yereyin özel aşınımına bağlı oluşmuşlardır. Kuzeydeki İşkodra Gölü (368 km2) Balkanlar’ın en büyük gölüdür. Balkan halklarının etnik yapısı oldukça karmaşıktır. Etnik grupların en önemlilerini; Yunanlılar, Bulgarlar, Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Karadağlılar, Boşnaklar, Arnavutlar, Makedonlar, Romenler ve Türkler oluşturmaktadır. Osmanlıların geri çekilmesi ile bu bölgede kalan Müslüman Türkler, Balkan ülkelerinin bazı bölgelerinde yoğun bir şekilde yaşamaktadırlar.

Balkanlar’da Sosyal, Kültürel ve Etnik Yapı

Balkanlar tarih boyunca değişik medeniyetlerin ilgi odağında yer alan bir bölge olmuştur. Avrupa’daki tüm büyük güçler, Asya’nın, Doğu Akdeniz’in, Afrika’nın, güney ve güneydoğudaki sıcak denizlerin zenginliklerine ulaşabilmek ve kendi güvenliklerini garanti altına alabilmek için Balkanlar’da yüzyıllar süren büyük savaşlar yapmışlardır. Balkanlar’da hâkimiyet Akdeniz, Kuzey Afrika, Kızıl Deniz ve Hint Okyanusu’ndan geçen ticaret yolları üzerindeki hâkimiyetin tamamlayıcısıdır. Avrupa’nın yoksul, geri kalmış ve sorunlu yerlerinin başında gelen Balkanlar’a, kültürel ve etnik boyutta bakıldığında kozmopolit bir yapı dikkati çekmektedir. Birçok kültürün bir arada yaşandığı bölgede, birçok din ve ulus yaşamakta ve bu ulusların konuştuğu çok sayıda dil de Balkanlar’ın geniş kültürel yelpazesini oluşturmaktadır. Üç büyük semavi dinin mevcut olduğu, farklı ırkların yaşadığı, onlarca farklı dilin konuşulduğu, Balkan yarımadasında, Türkler, Yunanlılar, Bulgarlar, Romenler, Arnavutlar, Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Boşnaklar, Makedonlar en büyük halkları oluşturmaktadır. Tarihte Roma ve Osmanlı haricinde bölgede hükümranlığı geçirmiş büyük devlet olmaması, Büyük Sırbistan, Büyük Makedonya, Büyük Arnavutluk, Büyük Hırvatistan, Büyük Bulgaristan, Büyük Yunanistan, Büyük Yugoslavya söylemlerini getirmiş ve bölgede milliyetçiliğin bir ideoloji olarak ağır basmasına yol açmıştır. Kültürün yanı sıra dini olarak da bir mozaik olan

Balkanlar’da Hristiyanlar ve Müslümanlar daima iç içe yaşamıştır. Dönem dönem çekişmeler yaşanmış olmasına rağmen çoğu zaman birlikte yaşama kültürü bu bölgeye hâkim olmuş, medeniyetler çatışmasından daha çok medeniyetler etkileşimi ve hatta dayanışmasının güzel örnekleri de bu bölgede ortaya çıkmıştır. Soğuk Savaş dönemi ve sosyalist rejimler Balkan toplumlarındaki milliyetçi duyguları azaltmamış, aksine derinden beslemiş görünmektedir. Soğuk Savaş sonrası Yugoslavya’nın dağılışı ve gün yüzüne çıkan milliyetçi hareketlenme, bölgede yaşayan halkların beklentilerine göre neticelenmemiş ve sadece bağımsız, sorunlu devletlerin oluşumuna neden olmuştur. Dolayısıyla bölge halklarının refah içerisinde yaşayacağını ümit etmesine karşın Kosova sorunu, Sancak bölgesi sorunu, Karadağ meselesi gibi sorunlar ortaya çıkmış ve bölge etnik yapıları arasındaki hizipleşmeler giderek hızlanmıştır.

Eski Ülkeler-Yunanistan
Yunanistan tipik bir Balkan ve doğu Akdeniz ülkesi olup, Avrupa kıtasının güneydoğusunda, Balkan yarımadasının en güney ucunda yer alır; toplam 131.940 kilometrekarelik yüzölçümüne sahiptir. Yunanistan batısından İyon Denizi, güneybatı, güney ve güneydoğusundan Akdeniz, doğusundan ise Ege Denizi ile çevrilidir. Genel olarak dağlık bir yapıya sahip olan Yunanistan’ın kuzeyden güneyine doğru, Batı Trakya’nın güney kesimleri ile Ege Denizi’ne bakan doğu Makedonya bölgesinde, daha güneydeki Teselya kesimlerinde ve en güneydeki Mora/Peloponnes yarımadasında az da olsa tarıma elverişli ovalık alanlar bulunmaktadır. Meriç, Mesta- Karasu, Struma, Vardar nehirleri belli başlı akarsularındandır. Yunanistan’ın deniz kıyılarına olan uzaklıklara göre değişkenlik gösteren bir iklim yapısı vardır. Karasal iklim özellikleri taşıyan kuzey, kuzeybatı, batı ve iç kesimleri yaz mevsiminde sıcak ve kurak geçerken, kışlar soğuk ve yağışlıdır. Denize yakın kesimlerde ise genellikle ılıman Akdeniz iklimi görülür. Nüfusu 11.290.000 dolayında olan Yunanistan’da (2011), nüfus artış hızı % 0,2 civarındadır. Erkek nüfus %49, kadın nüfus %51 oranındadır. Yunanistan’ın kültürel ve etnik yapısı, bu ülkenin tarihi kadar insan coğrafyasıyla birlikte ele alınmalıdır: Buna göre kültürel birikim ve uygarlık geçmişi bağlamında “asıl Yunanistan” temelde sadece Mora/Peloponnes yarımadasından ibarettir. Gerek mitolojik söylemlerde anılan, gerekse gerçek tarihî olaylara sahne olan Atina ve Sparta gibi merkezlerden oluşan, antik çağların “polis/şehir” devletçikleri, hep bu yarımadada kurulmuş ve yeşermiştir. Dinî açıdan % 0,5’lik Roma-Katolik Kilisesine bağlı Hristiyanlar ile % 1,0 oranındaki Müslümanlar (Türk, Arnavut) ve % 0,05 oranındaki Musevî Cemaati’nin varlığına karşılık Yunanistan nüfusu % 95 oranında Doğu Ortodoks Hristiyan Kilisesi inancına mensuptur.

Bulgaristan
Bugünkü Bulgaristan, küçük ve tipik bir Balkan ülkesidir. Yüz ölçümü 110.993 km karedir. Balkan yarımadasına ismini veren Balkan dağlarını da barındıran ülkenin özellikle batı ve güneybatısı dağlıktır. En yüksek noktası 2.925 metre ile Musalla Tepesi’dir. Yumuşak bir kara iklimi olan ülkede yazlar sıcak ve kurak, kışlar ise soğuk ve yağışlıdır. Bulgaristan’ın nüfusu 2011 yılının Temmuz ayındaki tahminlere göre yaklaşık yedi milyondur. Bu nüfusun yaklaşık % 77’si Bulgar olarak kayıt edilmiştir. Ülkedeki Türk nüfus ise 2011 yılındaki nüfus sayımına göre yaklaşık % 8’dir. % 4,5 civarında da Roman nüfusu yaşamaktadır. Ülkenin başkenti yaklaşık 1 milyon 200 bin nüfusla Sofya’dır. Diğer belli başlı şehirler ise Blagoevgrad, Hasköy, Kırcaali, Filibe, Razgrad, Rusçuk, Burgaz, Varna ve Vidin’dir. Bulgaristan 1912-1913 yıllarında Balkan Savaşlarına ve daha sonra da iki dünya savaşına katıldı. Nihayet 1945 yılında Sovyet işgali ile Almanya’nın güdümünden çıkarılan Bulgaristan Doğu Bloku içinde yer almak zorunda kaldı. 1989 yılına kadar komünist bir rejim ile idare edilen ülkede 1990 yılında çok partili hayata geçildi. Sonrasında, Batı kurumlarına girmek için çaba gösteren Bulgaristan 2004 yılında NATO’ya ve 2007 yılında da Avrupa Birliği’ne üye olmuştur.

Romanya

Romanya 237.500 kilometre kare yüz ölçümüne sahip bölgenin en büyük ülkelerinden biridir. Güneydoğu Avrupa’da yer alan ve Karadeniz’e kıyısı bulunan Romanya; Bulgaristan, Macaristan, Moldova, Sırbistan ve Ukrayna ile sınır komşusudur. Başkent Bükreş 1.933 milyon nüfusla ülkenin en büyük şehridir. Ülkenin orta kesiminde kuzeye ve batıya doğru uzanan dağ silsilesi bulunmaktadır. Kuzey kısımdaki dağlar Karpatlar olarak anılırken daha güneyde kalan dağlara Transilvanya Alpleri veya Güney Karpatlar denilmektedir. 2544 metre yüksekliği ile Güney Karpatlar’da bulunan Moldoveanu zirvesi ülkenin en yüksek noktasıdır. Karpatların kuzeybatısında kalan bölge Transilvanya olarak bilinir. 2002 nüfus sayımına göre nüfusun %89,5’i Romen,
%6,6’s› Macar, %2,5’i Roma, %0,3’ü Ukraynalı, %0,3’ü Alman, %0,2’si Rus ve %0,2’si Türk’tür. Romanya’daki Macarlar Avrupa’da başka bir ülkede yaşayan en büyük Macar etnik grubudur. 2011 tahminlerine göre Romanya nüfusu 21.904.551 kişidir. Nüfusunun %97,3’ü okur-yazar olan ülkenin resmî dili Romence’dir. Romanya, 1 Ocak 2007 tarihi itibarıyla Bulgaristan ile birlikte AB’ne katılmıştır.

Arnavutluk

Arnavutluk, Balkan topraklarının Adriyatik kıyısında yer alan kuzeyinde Karadağ, kuzey doğusunda Kosova, doğusunda Makedonya ve güneyinde Yunanistan ile sınır komşusu olan küçük bir devlettir. Arnavutlar Balkan yarımadasının en eski yerleşiklerinden biri olarak bölgede yüzyıllarca süren kültürel ve siyasal gelişmelerden fazlasıyla etkilenmiş halklardan biridir. Arnavutluk nüfusunun %70’i Müslüman, %20’si Ortodoks, %10’u ise Katoliktir. Başkenti Tiran’dır.

Yeni Devletler

Bu kısımda bahsedilen yeni devletler Yugoslavya’nın dağılmasının ardından bağımsızlıklarını elde eden yeni devletlerdir. Eski Yugoslavya ardılı coğrafyada devlet sayısı 17 Şubat 2008’de Kosova’nın da bağımsızlık ilan etmesiyle birlikte 7’ye yükselmiştir. Söz konusu devletler günümüzde mikro milliyetçilikten uzaklaşıp uluslararası toplumla bütünleşme çabası içerisindedir. Soğuk Savaş’›ın ardından Varşova Paktı ve SSCB’nin çözülmesi, ideolojik bakımdan Doğu Bloku ülkeleri arasında yer almamasına rağmen Yugoslavya’yı da derinden etkilemiş ve bu ülke 1991-1995 yılları arasında yaşanan kanlı çatışmaların ardından dağılmıştır. Yugoslavya’da çözülme 1991 yazında Hırvatistan ve Slovenya’nın eş zamanlı bağımsızlık ilanı ile başlamıştır. Ardından Kasım 1991’de Makedonya, Mart 1992’de de Bosna Hersek bağımsızlık ilan etmiştir. Bakiye kalan Sırbistan ve Karadağ arasında kurulan birlik önce Yeni Yugoslavya, ardından Sırbistan- Karadağ olarak adlandırılmış ancak uzun ömürlü olmamış ve 2006 yılında Karadağ Cumhuriyeti Sırbistan’dan ayrılmıştır. Eski Yugoslavya’da son bağımsızlık kazanan bölge Kosova olmuş, 9 yıl süren NATO ve AB yönetiminin ardından 17 Şubat 2008’de Martti Ahtisaari tarafından hazırlanan plan çerçevesinde Kosova Devleti bağımsızlık ilan etmiştir. Eski Yugoslavya halklarından Sırplar, Hırvatlar, Karadağlılar ve Boşnaklar aynı dili konuşurlar. Makedon ve Slovenlerin ise ayrı ulusal dilleri vardır. Hırvatlar ve Boşnaklar Latin alfabesini, Sırplar ise Kiril alfabesini kullanmaktadır. Karadağ’da her iki alfabe de resmî statüye sahiptir.

Slovenya

Slovenya, 24 Haziran 1991 tarihinde Hırvatistan ile eş zamanlı olarak bağımsızlık ilan etmiştir. Slovenya’nın coğrafi büyüklüğü 20 bin kilometrekare, nüfusu yaklaşık 2 milyondur. Nüfusun ezici çoğunluğunu Slovenler oluşturmaktadır. Slovenya günümüzde parlamenter demokrasi ile yönetilmektedir. Beş yıl süreyle görev yapan cumhurbaşkanının yetkileri sınırlıdır. Siyasal sistem, başbakanı yürütme aktörü olarak öne çıkarmaktadır. İki kamaralı parlamento yasama organı işlevi görmektedir. Eski Yugoslavya’nın en gelişmiş bölgesi olan Slovenya, bağımsızlık sonrası dönemde de ekonomik ilerlemesini sürdürmüştür. Ülkede fert başına düşen ulusal gelir 2011 yılı itibarıyla 29 bin dolar düzeyindedir. Slovenya, 2004 yılında beşinci genişleme kategorisinde yer alan ülkelerle birlikte Avrupa Birliği’ne katılmış, 2007 yılında ise Euro bölgesi üyesi olmuştur. Slovenya, 2004 yılında NATO’ya da katılmıştır.

Hırvatistan

Hırvatistan, Slovenya ile eş zamanlı olarak 1991 yılı ortasında bağımsızlık ilan etmiştir. Kararın hemen ardından Federal Ordu desteğinde başlayan Sırp-Hırvat çatışması, 1991 ortasından 1992 başına kadar 6 ay sürmüştür. Çatışmalarda Hırvatistan’ın altyapısı büyük oranda tahrip edilmiş, Vukovar, Dubrovnik gibi kentlerde tarihi doku ve altyapı tamamen zarar görmüştür. Hırvatistan Temmuz 2013 tarihinde Avrupa Birliği’ne tam üye olarak katılmıştır. Hırvatistan aynı zamanda 2009 yılında Arnavutluk ile eş zamanlı olarak NATO’ya üye olmuştur. Coğrafi genişliği 57 bin kilometrekare olan Hırvatistan’ın nüfusu 4 milyon 500 bindir. Hırvatistan’ın AB ile ticari ilişkileri müzakerelerin başlamasından sonra daha da canlanmıştır. Ülkede fert başına düşen ulusal gelir
18.300 dolar düzeyindedir.

Bosna Hersek

Bosna-Hersek’in coğrafi genişliği 52 bin kilometrekaredir. 2011 yılı verilerine göre nüfusu 4 milyon 650 bin kişidir. Nüfusun % 48’ini Boşnaklar, % 37’sini Sırplar ve % 14’ünü de Hırvatlar oluşturmaktadır. Bir yandan savaşın tahribatını ortadan kaldırma, öte yandan komşuları ve AB ile ekonomik ilişkileri canlandırma Bosna-Hersek yönetiminin öncelikleri arasında yer almaktadır. Ülkede fert başına düşen ulusal gelir 8.200 dolardır. Bosna Hersek’te 1992 baharında Sırp temsilcilerin boykot ettiği bağımsızlık kararının alındığı parlamento oylamasıyla başlayan çatışmalar, 1995 sonuna kadar devam etmiştir. Savaşan tarafların temsilcileri arasında ABD’nin arabuluculuğu sonucu imzalanan Dayton Barış Anlaşması, eski sınırlar içinde toprak bütünlüğü ve barış tesis edilmesini öngörmüştür. 1995’den günümüze ülkede barış büyük ölçüde uluslararası toplumun desteği ile devam etmektedir. Ülkede siyasi yap›, Dayton Anlaşması’nın getirdiği sisteme dayanmaktadır. Bu nedenle karar alma sürecinde gecikmeler yaşanmaktadır.

Makedonya

Kasım 1991 tarihinde bağımsızlık ilan eden Makedonya, o zamandan günümüze hem Yunanistan’ın isim sorunu nedeniyle çıkardığı engelleri aşma hem de ülke içerisinde siyasi istikrarı tesis etme, iktisadi hayatı canlandırma ve uluslararası toplumla bütünleşme çabası içerisindedir. Bugünkü Makedonya, tarihsel Makedonya topraklarının sadece bir parçasıdır. Tarihî Makedonya toprakları Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması sırasında Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya arasında paylaşılmıştır. Yunanistan, kendi ülkesinin bir eyaletinin adı ile aynı olduğu için Makedonya’nın uluslararası toplumla ilişkilerini engellemektedir. Yunanistan’ın çıkardığı sorunlar nedeniyle Makedonya, Birleşmiş Milletler teşkilatına Eski Yugoslavya Makedonya Cumhuriyeti adıyla üye olabilmiştir. 2005 yılından beri AB’ye aday ülke statüsünde bulunan Makedonya, Yunanistan’ın engellemeleri nedeniyle bu alanda da ilerleme kaydedememektedir. Bulgaristan da ayrı bir Makedon ulusunun varlığını tanımamaktadır. Makedonya’nın coğrafi genişliği 25 bin kilometrekare ve nüfusu da 2 milyon 100 bindir. Eski Yugoslavya’nın en geri kalmış bölgelerinden biri olan Makedonya, bağımsızlık sonrası aşamada Yunanistan’ın engellemeleri nedeniyle beklenen ekonomik gelişmeyi gösterememiştir.

Sırbistan

Sırbistan topraklarının coğrafi genişliği 77.500 kilometrekaredir. 2011 verilerine göre Sırbistan’ın nüfusu
7 milyon 300 bindir. Sırp milliyetçileri günümüzde de Sırbistan siyasal yaşamında etkili bir aktör olmaya devam etmektedir. Saraybosna ve Kosova’nın yeni dönemde sınırlar dışında kalması, Sırp milliyetçileri tarafından sürekli biçimde gündemde tutulmaktadır. Bununla birlikte 1999 baharında Kosova’da Sırbistan güçlerinin yaptığı katliamı durdurmak için NATO güçlerinin Sırbistan’a yönelik hava bombardımanı ve ardından gelen tecrit uygulamaları ve ekonomik sıkıntılar ulusçu eğilimlerin destek kaybetmesine neden olmuştur. Günümüzde Sırbistan halkı hegemonyacı milliyetçilik yerine AB üyesi Sırbistan hedefine yönelmiştir.

Karadağ

1990’ların başında eski cumhuriyetlerin birbiri peşine bağımsızlık ilan etmelerinin ardından, Sırbistan ve Karadağ arasında önce Yeni Yugoslavya, ardından da Sırbistan- Karadağ adıyla birlik tesis edilmişti. Ancak 2006 yılında yapılan referandum neticesinde katılımcıların % 55’inin oylarıyla da ayrılma kararı alınmıştır. Avrupa Birliği’nin Balkan ülkelerine yönelik olarak kabul ettiği ve uygulamaya koyduğu teşvik önlemleri ve siyasi destek de Karadağ’ın ayrılma lehinde tutum almasında rol oynamıştır. Karadağ Cumhuriyeti’nin coğrafi genişliği 13 bin 800 kilometrekare ve nüfusu da 650.000’dir. Karadağlıların nüfus içerisinde oran› % 43 düzeyindedir. Sırpların oranı % 32, Boşnakların
% 8 ve Arnavutların % 5 olarak sıralanmaktadır.

Kosova

Nüfusun çoğunluğunu Arnavutların oluşturduğu Kosova, Tito döneminde eski Yugoslavya’nın iki özerk bölgesinden biriydi. Kosova Arnavutları, 1960’ların sonundan beri kendilerine Federe Cumhuriyet statüsü verilmesi talep ediyorlardı. 1989 yılında Sırbistan lideri Slobodan Miloşeviç tarafından Kosova’nın özerklik statüsü tek yanlı bir kararla Federal Anayasaya aykırı olmasına rağmen lağvedildi. Ardından Sırp milliyetçileri, bölgede Arnavut nüfusun ezici çoğunluk oluşturmasını “anavatan Kosova işgal altında” sloganı ile kitleleri tahrik etmek için kullandılar. Franjo Tudjman yönetiminin Hırvatistan’dan sürdüğü Sırpların bir kısmının Kosova’ya yerleştirilmek istenmesiyle başlayan olaylar, önceden beri gergin olan ilişkiler nedeniyle şiddetli çatışmalara dönüştü. 1999 yılı Mart ayında BM Güvenlik Konseyi’nin 1244 sayılı kararı esas alınarak NATO güçlerince Sırbistan’a yönelik hava saldırıları başladı. Miloşeviç geri çekilmek zorunda kaldı. Soykırımdan kurtulan Kosova’da BM idaresi tesis edildi. UNMIK adı verilen Birleşmiş Milletler geçici yönetiminin faaliyetlerinin bir bölümünü daha sonra AB üstlendi. Finlandiya eski başbakanı Martti Ahtisari tarafından hazırlanan plan esas alınarak 17 Şubat 2008’de Kosova bağımsızlık ilan etti. Bağımsızlık kararı Rusya, Çin ve Sırbistan başta olmak üzere çeşitli ülkeler tarafından tanınmadı. Kosova’nın coğrafi genişliği 10 bin 800 kilometrekare ve nüfusu 1 milyon 900 bindir. Ülkede Arnavutların oranı % 92 seviyesindedir. Kosova Avrupa’nın en yoksul bölgesidir. Ülkede fert başına düşen gelir 6 bin 400 dolar ve işsizlik oranı % 45 seviyesindedir.

GEÇMIŞTEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

Osmanlı Öncesi Balkanlar’ı Anlamak
Balkan Yarımadası’nda günümüz insanı olarak kabul edilen Homo Sapiens’e ait bulgulara Bulgaristan, Arnavutluk, Yunanistan ve Romanya’daki mağaralarda rastlanır. Bunlar arasında özellikle Yunanistan’ın Mora Yarımadası’nda bulunan Franchti mağarası Paleolitik ve Neolitik dönem için önem arz eder. Avcılık bu dönemde yaşamın temelini oluşturur. Orta Taş Çağı olarak da adlandırılan ve MÖ 10.000 ila 6000 yılları arasındaki dönemi kapsayan mezolitik çağına ait Bulgaristan Varna civarındaki Pobiti Kamani önemli bulgular sunar. Bu çağı takip eden neolitik dönemde de Tuna nehri üzerindeki Sırbistan Demir Kapılar bölgesindeki Lepenski Vir’de balıkçılık ön plana çıkar. Bununla birlikte tarıma dayalı bir yaşam tarzına güneyde Teselya’nın Yenişehir kentine bağlı Argissa-Magula bölgesinde MÖ 7000-6800 yılları arasında rastlanır. Teselya, günümüzde Selanik’in güneyinde yer alan Trikala, Yenişehir şehirlerini içine alan ve Osmanlı döneminde Tırhala Sancağı olarak adlandırılan bölgenin adıdır.

Yerleşim birimi olarak ise daha seyrek ve birbirinden uzak küçük evlerden oluşan köy yerleşimlerinin yerini MÖ 4500’lerden itibaren birbirine yakın ve geniş evlerden oluşan köyler almaya başlar. Bu dönemden sonra tahkimatlı yerleşim birimlerinin sayısında artış görülecektir.

Balkanlar’ın kültürel yapısındaki değişim MÖ 3500’lerden itibaren hızlanır. Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlardan ve Balkanlar’ın kuzeydoğusundan gelen Hint-Avrupa dil taşıyıcısı topluluklar bölgeye giriş yapmaya başlarlar. Tunç Çağı olarak da adlandırılan bu dönemde Balkanlar’da ilk kasabalar ve küçük şehirler teşekkül ederken ticaretin de ortaya çıktığı görülür. Ayrıca bu dönemde dini ve askeri liderliği bir arada üstlenmiş olan yöneticilerin idaresinde yüksek ve stratejik noktalarda yapılmış muhkem yerleşimler ve saraylar ortaya çıkmaya başlamıştır.

MÖ 3500’lerde Hint-Avrupa dil ailesine mensup İlir ve Traklar Balkan siyasi tarihinde önemli roller oynar. İlirler, Adriyatik kıyısı boyunca; Traklar ise Vardar, Karadeniz ve Tuna nehri boyunca yarımadaya yerleşirler. Getler, Dakyalılar, Misiyalılar, Tribaliler Trak kökenli halklardır. Ayrıca Anadolu’ya göçen ve devlet kurmuş olan Misyalılar ve Bitinyalılar da Trak kökenlidir.

MÖ 1850-1400 arasında Girit Adası Kinasos’ta Minos Medeniyeti ortaya çıkar. Bu medeniyet Girit’te kökeni Hint-Avrupalı olmayan bir yazılı dil kullanır. Minos Medeniyeti MÖ 1600’lerden itibaren Mora Yarımadası’ndaki Akhaya bölgesinde yaşadığı bilinen Akaların oluşturduğu Miken Medeniyeti tarafından ortadan kaldırılır.

Bu kültürlere ilaveten MÖ 1400 ile 1000 yılları arasında yarımadanın güneyinde Yunan Medeniyeti, Dor’ların bu bölgeyi ele geçirmesiyle başlar. Dor’lar öncelikle mensup

oldukları Yunan dil grubunu bu coğrafyaya yerleştirirler. Demiri kullandıkları ve bu metalden silah ürettikleri de bilinmektedir. Dor’ları Aeoller ve İyonyalılar takip eder, MÖ 900’de Dor’lar Ege Adaları ve Batı Anadolu’ya da yerleşmeye başlar. MÖ 1000 yıllarından itibaren ise Balkanlar’da dil birliği olan Balkan toplulukları ile karşılaşılır. Bunları ise öncelik bakımından İlirler, Traklar ve Yunanlılar olarak sıralamak mümkündür.

Romalılar, MÖ 197’de Makedonya Krallığı’nı mağlup ederek Teselya bölgesinden başlayarak tüm Yunanistan’da hâkimiyet kurmaya başladılar. MÖ 146’da Kartaca’yı ele geçiren Roma, Doğu Akdeniz ve Balkanlar’ı, 133-129 yılları arasında Batı Anadolu’yu, MÖ 46’da da Trakya’yı kesin egemenliği altına alır. Oluşturdukları Makedonya, Trakya, Epir, Teselya ve İlirium eyaletleriyle bölge doğrudan Roma’ya merkezi idareye bağlanır. Romalılar, daha hızlı ulaşım ve haberleşmeyi sağlayan, askeri ve ticari amaçlı bir yol olan Via Egnatia’yı inşa ederler. Via Egnatia, Romalıların Balkan Yarımadası’nı İtalya’ya daha sıkı bağlamak amacıyla inşa ettikleri 6 metre genişliğinde yaklaşık 1120 km uzunluğundaki taşlarla döşenmiş yoldur. Bu yol günümüzde Arnavutluk’un Draç ve Elbasan şehirlerinden ve Makedonya’nın Ohri ve Manastır ile Yunanistan’ın Vodena, Selanik, Kavala şehirlerinden geçerek Türkiye’de İpsala, Silivri, Küçük Çekmece ’ye uğrayarak İstanbul’a kadar ulaşmaktadır.

Balkan Yarımadası’nda yeni kavimlerin görülmesi, eski kavimlerden bazılarının yok olması ya da yenileri içinde erimesi; MS 238 yılından sonra Cermenlerin Roma’nın Tuna eyaletine saldırıları ve bir asır sonra ortaya çıkan Büyük Kavimler Göçü sürecinde gerçekleşir.

İstanbul’un 330 yılında Roma’nın yeni başkenti olarak ilan edilmesiyle başlayan Orta Çağ boyunca Balkanlar’ın siyasi tarihinde Türk kavimleri önemli rol oynamıştır. Balkanlarda görülen ilk Türk kavmi Hunlar olmuştur. 441 yılında Atilla’nın Balkan seferi sonucunda Tuna Nehri boyundaki Bizans kaleleri Hun idaresine geçmiştir. Bu dönemde Bizans, Hunlara yıllık haraç ödeyen bir devlet haline gelmiştir. 447 yılında Serdika, Philippopolis, Marcianopolis, Arkadiopolis, Athyra Hunlar tarafından alınır ve İstanbul kuşatılır. Ancak Bizanslılar, diplomatik bir manevra ile Hunlara ödediği haracı artırarak barış yapmayı başarırlar. Bunun sonucunda Hunlar, ilerleme yönlerini İstanbul’dan Roma’ya çevirmiş ve Atilla’nın ölümüne kadar da İtalya’ya sefer düzenlemişlerdir. Ancak Atilla’nın ölümünden kısa bir süre sonra Hun federasyonu dağılmıştır.

Hunların bıraktığı boşluk, Türk kökenli Kutrigurlar ve 557 yılından itibaren Orta Asya kökenli Avarlar tarafından doldurulmuştur. 568 yılından sonra Avarlar, pek çok Slav kavmini de içine alarak oluşturdukları federasyonla bölgenin en güçlü siyasi teşekkülü haline gelir.

Avarlar, 584 yılında Viminacium ve Singidunum’u ele geçirdikleri gibi Slavlarla beraber Teselya, Epir, Atika ve Eğriboz’u yağmalayarak Mora’ya kadar sefer düzenler. Nihayetinde Frank Kralı Büyük Karl tarafından 796-805 yılları arasında Avar siyasi hâkimiyetine son verilir.

681 yılında Bizans İmparatoru IV. Konsatinos, İsperih ile yaptığı barış antlaşmasıyla merkezini Pliska şehri yaptığı bağımsız bir Bulgar Devleti’nin kurulmasını kabul eder. Daha sonra Bizanslılar bu durumu değiştirmeye teşebbüs etseler de Bulgarlar, askeri üstünlükleriyle buna müsaade etmemişlerdir. Buna karşılık 813 yılında Krum önderliğindeki Bulgarlar, alamasalar da İstanbul’u kuşatma girişiminde bulunmuşlardır. Ancak 9. Yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren bu halk arasında Hristiyanlaşma hareketi başlar. 855 yılında Kiril Alfabesi’ni geliştirmişer ve Boris döneminde Bulgarlar 865 yılında Hristiyanlığı resmi inanç olarak kabul etmişlerdir. Kiril Alfabesi, Slavlar için 9. Yüzyılda 24 harfli Yunan alfabesi temel alınarak ve Slav dillerinde bulunan fakat Yunancada bulunmayan harfler ilave edilerek geliştirilen alfabenin adıdır. Kiril ve Metodiy kardeşler tarafından geliştirildiği varsayıldığından Kiril alfabesi adıyla anılmaktadır. Günümüzde de Rusya başta olmak üzere Balkanlar’da Bulgaristan, Sırbistan, Makedonya gibi ülkelerde kullanılmaktadır. Nihayetinde Bulgarlar bölgedeki Slavlarla karışarak Türklüklerini unutup Ortodoks-Slav kültürü içinde yer alırlar.

9. ila 11. yüzyıllar arasında Orta Asya’dan hareketle Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlar’a ve Orta Avrupa’ya yeni bir büyük göç dalgasının başladığı görülmektedir. 11. yüzyılın ilk yarısında Peçenekler, Bulgaristan, Makedonya ve Trakya’yı tahrip etmişlerdir. Buna karşılık Bizans, Peçenekler arasındaki iktidar mücadelesine taraf olarak Peçenekleri etkisiz hale getirmeye çalışmıştır.

1087 yılında ise Peçenekler diğer bir Türk kavmi olan Kumanlar’la birleşerek Silistre’de Bizans ordusunu yenilgiye uğratmıştır. 1090 yılına gelindiğinde Peçenekler, Filibe, Edirne ve Keşan’a kadar Trakya bölgesine hâkim olmuşlar ve Çekmece’ye kadar gelmişlerdir.

Balkanlarda görülen bir başka Türk kökenli halk da Kıpçak ya da Kuman diye adlandırılan gruptur. Kumanlar 1080 yılında Silistre yakınlarında yapılan savaşta Bizans’a karşı mücadele etmişlerdir. Bizanslıların Peçenek tehlikesine karşı Kuman birliklerinden istifade ettiği de bilinmektedir.

Balkanlarda görülen Orta Asya kökenli halklardan birisi de Tatarlardır. Altın Orda Hanlığı Cengiz Han’ın torunları Batu Han ve Orda Han tarafından kurulmuş ve 1502 yılına kadar da varlığını korumuştur. Devleti Kırım merkezli olarak Karadeniz’in kuzeyinde kuran Tatarlar, 13. yüzyılın ikinci yarısıyla 14. yüzyılın ilk yarısında Balkan tarihinde çok önemli bir rol oynamıştır.

Balkan tarihini Osmanlıların gelişinden önce etkileyen en önemli olaylardan birisi, 4. Haçlı Seferi ve onun oluşturduğu siyasi yapılanmadır. 1187 yılında Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü ele geçirmesi ve 1198 yılın Haçlı Seferleri taraftarı olan III. Innocentius’un papa seçilmesi
4. Haçlı Seferi’ni de başlatmış sayılmaktadır.

Latinlerin İstanbul’u işgaliyle bölgede uzunca bir süre devam eden merkezi devlet yapısı sona erecektir. Tüm Balkanlar’ı tek bir organizasyon içinde birleştirme tekrar ancak Osmanlı döneminde 15. yüzyılda gerçekleşebilecektir.

4. Haçlı Seferi’nin ortaya çıkardığı siyasi oluşumlardan birisi de Sırp Despotluğu ’dur. Bu despotluğun kökenleri, Raşka Irmağı boyunca uzanan topraklarda Bizans İmparatorluğu’nun bir memuru olarak görev yapan Stefan Nemaniç’e kadar uzanır. Sırp Devleti’nin sınırları Tuna nehrinden Korintos körfezine, Adriyatik’ten Ege’ye kadar uzanır. Stefan Duşan, Sırplar için İstanbul Patrikhanesi’nden bağımsız Peç Başpsikoposluğu oluşturduğu gibi kendisi de Bizans’ı kendi topraklarına bağlamak istemiştir. 1355’te Duşan’ın ölümünden sonra kimin despot olacağı konusundaki iç karışıklıkla Sırplar bölgede toprak kaybetmeye başlamışlardır. 26 Eylül 1371 tarihinde Meriç Irmağı kenarında Çimen’de yapılan savaşta da Osmanlılara yenilirler. Bu tarihten sonra Sırplar, Osmanlı Devleti’nin vasalı haline gelmiş ve 1389 yılındaki Kosova Savaşı’nda bu durum teyit edilmiştir. Vasal, herhangi bir devletin kendisinden daha güçlü diğer bir devletin himayesini kabul edip üstünlüğünü tanıdığı, devlete askeri seferler esnasında asker verme ve haraç ödeme durumuna vasallık denilmektedir.

Osmanlı öncesi Orta Çağ Balkan tarihinde zaman zaman güç kaybetmiş olmasına rağmen başrolü oynayan devlet Bizans İmparatorluğu olmuştur. Bizans-Roma ayrımı bölgenin dini dokusunu da derinden etkilemiştir.

14. yüzyılın ikinci yarısında Balkanlar’a geçen Osmanlılar bölgede özellikle Bizans artığı parçalanmış bir siyasi tablo ile karşılaşmıştır. Osmanlılar, bir asır içinde Bulgaristan’ı Bulgur Çarlığı’ndan; Makedonya ve Sırbistan’ı Sırp Despotluğu’ndan; İstanbul, Trakya, Selanik ve Mora’nın büyük bölümünü Bizans’tan; Atina Dukalığı, Koron, Modon, İnebahtı ve Ege Adaları’nın büyük bir kısmını Latinler’den almıştır. Böylece Büyük İskender, Roma İmparatorluğu ve Bizans Devleti’nden sonra Balkanlar’ı tek siyasi otorite altında birleştiren son büyük devlet de Osmanlı İmparatorluğu olmuştur.

Osmanlı Döneminde Balkanlar
Balkanlar’da Osmanlı fetihlerinin nasıl gerçekleştiğini değerlendirebilmek için hiç şüphesiz fetihler öncesindeki siyasi ve sosyo-ekonomik yapılara bakmak gerekir.

Balkanlar’daki Osmanlı başarısı büyük oranda fetihlerin belli bir siyasi akla ve plana dayanmasından kaynaklanmıştır. Osmanlılar fethettikleri yerlerin özellikle alt kesimlerine karşı istimalet siyaseti uyguluyor, mümkün olduğu ölçüde onlar üzerindeki geçmiş idareler zamanından kalan sosyo-ekonomik angaryaları azaltıyor, dini açıdan ise onlara o çağlar için oldukça ileri sayılabilecek düzeyde hoşgörü ile yaklaşıyordu. İstimalet siyaseti, Osmanlı Devleti’nde reayayı idareye ısındırmak ve meylettirmek için uygulanan yumuşak siyaset anlayışıdır. Alt tabakaya karşı gösterdiği bu yumuşak tavır, Balkanlar’da Osmanlı karşıtlığının toplumsal tabanını daraltan son derece önemli bir işlev gördü. Öte yandan bölgede Roma idaresinden sonra yeniden güçlü bir devletin hâkimiyet kurması istikrar getirdi. Osmanlılar, bölgenin üst tabakaya mensup gruplarını da kendi rejimleri içine entegre etmeye çalıştılar. 14. ve 15. yüzyıllarda Osmanlı askeri sisteminin belkemiğini oluşturan tımarlı sipahiler arasında çok sayıda Hristiyan sipahinin mevcudiyeti entegrasyon siyasetinin büyük ölçüde başarılı olduğunu göstermektedir. Tımarlı sipahi, Osmanlı askeri sistemi içinde tasarruf ettiği arazi karşılığında askeri hizmet yükümlüğü bulunan süvarilerdir.

Osmanlıların Balkanlar’da ilerleyişi 15. yüzyılın ortalarından itibaren hızlanmıştır. Özellikle Fatih Sultan Mehmet zamanında yapılan fetihler önemlidir.

Osmanlıların klasik döneminde bölgede iki farklı yönetim tarzı tatbik edilmekteydi. Bunlardan ilkinde imparatorluğun esas gövdesi içinde yer alan bugünkü Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan, Makedonya gibi ülkeler bulunuyordu. Eflak, Boğdan, Transilvanya, Raguza gibi ikinci tip bölgelerde ise Osmanlı üst otoritesi mevcut olmakla birlikte kısmi özerklik söz konusuydu. Klasik dönemdeki Osmanlı idaresi, Balkan hakları için daha sonra milliyetçi Balkan tarihçilerin iddia ettiklerinin aksine karanlık bir Orta Çağ devri olmamıştır. Osmanlı idaresi, Hristiyan tebaaya belli bir hoşgörü içinde yaklaşmış, özellikle özel hukuklarının kendi cemaatleri tarafından düzenlenmesine imkân tanımıştır. Bunun yanında bazı münferit olaylar istisna olmak üzere insanları dinlerini değiştirmeye zorlamamıştır. Bu döneme Osmanlı Barışı (Pax Ottomana) damgasını vurmuştur.

19. yüzyılda gerçekleşen isyanlar imparatorluğun tasfiyesine gidecek yolu açan bir mahiyet kazanmıştır. Bunların ilki ise 1804’te Kara Yorgi adlı bir domuz tüccarının önderliğinde başlayan Sırp isyanıdır.

Balkanlar’da Sırp isyanından sonraki ilk büyük gelişme 1821’de patlak veren Yunan isyanıdır. İsyanın altyapısı Filiki Eterya tarafından oluşturuldu. Filiki Eterya, 1814’te Odessa’da üç Yunan tüccar tarafından bağımsızlığını gerçekleştirmek için kurulan gizli bir örgüttür.

21 Temmuz 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile başlayan Doğu Sorunu önce Sırp isyanında şimdi de Yunan isyanında kendini göstermiştir. Doğu Sorunu (Şark Meselesi, başlangıcına ilişkin değişik tarihler ve nedenler verilmesine rağmen bu kavram özellikle Osmanlı Devleti’nin gerilemeye başlamasıyla, büyük güçlerin Balkanlar başta olmak üzere Osmanlı coğrafyasına dönük emelleri çatışması sonucu ortaya çıkan, yerel sorunlarla harmanlanmış, uluslararası diplomatik sorunların tümünü anlatmak üzere kullanmıştır. Doğu ile coğrafi anlamda Avrupa’nın doğusu anlatılmakla birlikte, özel olarak Osmanlıya işaret edilmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’dan tasfiyesinin tamamlanması 1912-1913 Balkan Savaşları’yla

gerçekleşmiştir. Balkan devletleri ise kendi aralarında sürdürdükleri savaşa 10 Ağustos 1913 Bükreş Antlaşması ile son vermişlerdir.

Ulus-Devletlerin Kurulma Sürecini Etkileyen Faktörler
18. yüzyıl ve 19. yüzyıl başları Osmanlı İmparatorluğu için ağır siyasal, ekonomik ve sosyal problemlerin doruk noktasına ulaştığı bir dönem olmuştur. Özellikle II. Katerina döneminde Rusya, Osmanlı Devleti’ne karşı iki büyük zafer kazanarak önce Kırım’ı ele geçirip Karadeniz’e indi ve ardından Karadeniz’in kuzeyini ele geçirdi. II. Katerina İstanbul’u ele geçirip Bizans İmparatorluğu’nu yeniden kurmayı amaçlayan “Grek Projesi”ni ortaya atarak kurulacak bu devletin başına geçirmeyi arzuladığı torununa son Bizans İmparatoru Konstantin’in ismini verdi.

Rusya’ya karşı savaşlarda olduğu gibi içeride de İmparatorluğun durumu ağırdı. Balkanlar’da baş gösteren yağma çetelerinin en meşhurları 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başlarında isyanları ve yağmalarıyla meşhur olan Kırcaali çeteleridir. Osmanlı yönetiminin yaşadığı sosyo- ekonomik ve siyasal krizin etkisiyle Müslümanlar arasında olduğu gibi Gayrimüslimler arasında da eşkıyalık yaygın olarak görülmekteydi. Yunanistan bölgesinde bu eşkıyalara Kleftler, Güney Slav bölgelerinde Haydut denmekteydi. Kleftler, Yunanca “kleftes” soyguncu anlamına gelmektedir ve Osmanlı döneminde kanun kaçakları genellikle bu adla anılmıştır.

19. yüzyılın başlarından itibaren “Filhellenizm” diye adlandırılan akım Avrupa’daki aydınlar arasında hızla yayıldı. Böylece “eski Helenlerin Çocukları” olarak görülen Yunanlılar’ın “barbar Türk boyunduruğundan kurtarılması” düşüncesi Avrupa kamuoyunda hâkim olmaya başladı. Fillehenizm, Yunanca Filos kelimesi ile Helen kelimesinin birleşmesinden oluşan ve Helen dostluğu anlamına gelen bir kavramdır. Fillehenizm Batı Avrupa’da Antik Yunan’ın keşfedildiği Rönesans ile başlayıp Yunan İhtilali döneminde doruk noktasına ulaştı. Çok sayıda aydın Yunanistan’ın kurulması için gönüllü olarak isyana katılıp destek verdi. Önemli Filhelenler’den biri İngiliz şair Lord Byron’dır. Byron 1824’te ihtilal döneminde Yunanistan’da öldürülmüştür.

Ulus-Devletlerin Kuruluşu
Yunanistan Osmanlı Devleti’nden bağımsızlığını kazanmış ilk devlettir. 1814’te Yunan milliyetçileri ve tüccarlar tarafından Rus liman şehri Odesa’da Filiki Eteria adlı gizli bir örgütün kuruluşu bu süreçte önemli bir başlangıç olarak kabul edilir. 1830 Edirne Antlaşması ile Osmanlı Devleti Mora Yarımadası’nda Attika’dan Tesalya’ya kadar uzanan ve Atina’yı da içine alan bir Yunan devletinin kurulmasını kabul etmek zorunda kaldı. Yeni kurulan bu devlet Antik Yunanistan’a dayanılarak Hellas adını aldı. Bavyera kralının oğlu Otto Yunanistan’a kral olarak getirildi. İlerleyen dönemde Megali İdea politikasını benimseyecek olan Yunanistan 1881’de Tesalya, 1912-1913’te Makedonya ve Epir ve 1918’de Batı Trakya’yı alarak bugünkü sınırlarına ulaştı. Sırbistan’da ilk silahlı hareketler 1790’larda başladı. Belgrad ve civarında bulunan yeniçeriler reaya üzerinde tahakküm oluşturdu ve çiftlikler ele geçirildi. Osmanlı merkezinin bu çiftlikleri yeniçerilerden iade etmelerini istemesi sonuçsuz kaldı. 1877-1878 yıllarında Osmanlı- Rus Savaşı sonucunda yapılan Ayestafanos ve Berlin Antlaşmaları ile Sırbistan bağımsız bir krallık haline geldi.
I. Dünya Savaşı’nda İtalyan işgaline uğrayan Karadağ savaş sonunda Sırbistan’la birleşti ve Sırbistan’ın bir vilayeti haline geldi. Yine I. Dünya Savaşı sonucunda yıkılan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu egemenliğinde bulunan Transilvanya bölgesi Romanya’ya verilerek Romanya’nın kuruluşu tamamlandı. Osmanlı yönetimine karşı baş gösteren 1835 Tırnova, 1841 Niş, 1850-1851 Vidin isyanları geniş bir ulusal başkaldırı hareketleri değildi. Rusya’nın da desteğiyle Osmanlı Devleti nihayet 1870 yılında Eksarhane adıyla bağımsız bir Bulgar kilisesinin kurulmasına izin verdi. Eksarhane, “Exarh” Yunanca önder anlamına geleri ve askeri ve dini liderler için kullanılmıştır. 1870’de Bulgarlara ayrı bir kilise kurma hakkı verildiğinde bu kilisenin liderine patrik denmeyerek Eksarh adı verilmiştir. Eksarh Balkan Savaşlarına kadar İstanbul’da oturmuştur ve daha sonra Bulgaristan’a taşınmıştır. 1912-1913 Balkan Savaşlarında Osmanlı toprakları Balkan ülkeleri arasında paylaşıldı ve Makedonya’nın tamamını ele geçirmek isteyen Bulgaristan, Makedonya topraklarının ancak kuzey doğusunu ele geçirebildi. Arnavutlukların bağımsızlık mücadelesi 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ve Ayestafanos Antlaşması’yla Arnavut topraklarının bir kısmının Balkan ülkelerine verilmesiyle başlar. Ekim 1912’de I. Balkan Savaşı’nın başlaması ve Osmanlı ordularının hızla yenilmesi üzerine Kasım 1912’de İsmail Kemail Bey liderliğinde Avlonya’da Arnavutluk’un bağımsızlığı ilan edildi. Arnavutluk’un bağımsızlığı 30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması’yla tanındı.

I. ve II. Dünya Savaşlarında Balkanlar
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve Arnavutluk bağımsızlıklarını kazanmış ve kendi devletlerini kurup güçlendirme çabaları içine girmişlerdi. Birinci Dünya Savaşı’nda cephedeki ilk çatışmalar Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Sırbistan arasında gerçekleşmiştir. İki Dünya Savaşı arasındaki dönemde Balkan devletlerinin tamamı dört büyük sorunla uğraşmak zorunda kalmıştır. 27 Kasım 1919’da Bulgaristan ile itilaf devletleri arasında Neuiilly Antlaşması imzalanmıştır. Neuilly, Fransa’da Paris’in kuzeyindeki bir kentin adıdır. Birinci Dünya Savaşı’nda Fransa’nın müttefiki olan Sırbistan, savaşın kazananları arasında yer almış olmasına karşın topraklarının neredeyse tamamını Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun, özellikle de Hırvat birliklerinin işgali altındaydı. 1939’da başlayıp 1945’te sona eren İkinci Dünya Savaşı’nda İtalya ve Almanya’nın Balkan ülkelerini işgale kalkışmaları ile birlikte Balkanlar’da çok yoğun çatışmalar yaşanmıştır.

19. yüzyılın ikinci yarısında İtalyan ve Alman ulusal birliklerinin sağlanması, Avrupa ve dolayısıyla Balkan politikalarında çok önemli sonuçlar doğurmuştur. İngiltere, İkinci Dünya Savaşı sürerken Sovyetler Birliği ile meşhur Yüzdeler Anlaşması’nı yapmış, Avrupa’daki güç dengesini yeniden kurmaya çalışmıştır. Yüzdeler Anlaşması, oranlar uzlaşısı olarak da bilinir. İkinci Dünya Savaşı’nın sonu yaklaşırken Churchill, Doğu Avrupa’da etki alanlarının kesin bir biçimde belirlenmesi amacıyla Ekim 1944’te Moskova’da Stalin’le bu konuda anlaşmaya varmıştır. Rusya ise Avrupa’nın büyük gücü olmak ve Akdeniz’e ulaşmak için her zaman Balkanlar’a egemen olmak istemiştir. Bunun için Pan-Slavizm’i bir araç olarak kullanmış ancak dinsel bakımdan ayrı olan Slav halkları üzerinde yeterince çekici olmamıştır. Panslavizm, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluklarının sınırları içinde yaşayan Slav halklarının bağımsızlıklarını kazanarak büyük bir Slav devleti kurmayı amaçlayan politikadır.

Soğuk Savaş Döneminde Balkanlar
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından uluslararası siyasette Soğuk Savaş olarak adlandırılan yeni bir dönem yaşanmıştır. Bu dönemde Balkanlar’da Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya ve Yugoslavya sosyalist yönetimlerin altına girerken, Yunanistan’da 1946-1949 yılları arasında devam eden iç savaşta komünistler başarısızlığa uğramışlardır. ABD, Yunanistan’da iç savaş başlayınca, sosyalizme karşı çevreleme politikası adı altında Sovyet yayılmacılığını durdurma amacı güden Truman Doktrini ve bunu takip eden Marshall Yardımı ile hem Yunanistan, hem de Türkiye’ye yönelik olarak siyasi ve ekonomik desteğe başlamıştır. Çevreleme, ABD’nin dünyada sosyalizmin yayılmasına karşı uyguladığı genel politikadır. Amaç sosyalizmin yayılmasını engellemektir. Soğuk Savaş dönemi boyunca önce Yugoslavya ile Sovyetler Birliği’nin arası bozulmuş ve daha sonra 1948 yılında Kominform toplantısı sırasında Tito Yugoslavya’sı Sovyet Blokundan çıkartılmıştır. Kominform, 1947 yılında Sovyetler Birliği liderliğinde Komünist Enformasyon Bürosu adıyla kurulmuş olan komünist uluslararası hareketin resmi organıdır. Yugoslavya’nın 1980 yılında Tito’nun ölümünden sonra dağılma sinyalleri vermesinde ekonomik farklılıkların önemi büyüktür. Sonuç olarak 1980’li yılların sonuna gelindiğinde sosyalist ekonomik model başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Yunan devleti de ekonomide ulaşım ve iletişim alanında yatırımlar yaparak önemli bir rol oynamış, fakat endüstriyel üretimi teşvik etme konusunda geri kalmıştır.

SIYASAL VE İDEOLOJIK YAPI

Balkanlar’da Siyasetin Temel Özellikleri
Farklı tarihsel birikim, kültürel, etnik ve toplumsal yapı, farklı dil ve dinlere ev sahipliği yapan Balkanlar gibi bir bölgeyi, bölgenin ortak siyasal özellikleri üzerinden tasnif etmek oldukça zor bir girişimdir. Çünkü bir siyasal sistem içindeki dinamikler, o ülkenin tarihi, kültürü ve toplumsal yapıyı şekillendiren diğer unsurlardan bağımsız bir şekilde değerlendirilemez. Uluslararası ilişkilerde genellikle karmaşa, ayrım, parçalanma, bölünme ve istikrarsızlıkla eş değer görülen bölgenin, farklı yapısına ve olumsuz tanımlanma biçimine karşılık, ortak birtakım özellikler gösterdiği de açıktır. Bu özellikler şu şekilde sıralanabilir:

• Öncelikle bölge, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle eş zamanlı olarak köklü bir şekilde dönüşüm geçirmiştir. Balkanlar’da 20. yüzyılın sonunda yeni kurulan siyasal rejimlerin birbiriyle iç içe geçmiş iki temel önceliği vardı. Bunlardan ilki, bölge genelinde hakim olan sosyalist ideolojinin/rejimin etkilerini silmekti. İkinci öncelikse, yeni inşa edilen siyasal yapıların, Soğuk Savaş döneminde demir perdenin batısında kalan siyasal yapılarla entegrasyonunu sağlamaktı. Bu nedenle de Balkan ülkelerinin Batı dünyasıyla entegre olma süreçleri hem yapısal hem de siyasal anlamda farklılık arz etmektedir.
• İkinci olarak, 1990 sonrası dönemde, Yunanistan ve Türkiye dışında, Balkan ülkelerinin hepsinde sosyalist yönetimlerin sona ermesiyle sosyalist rejimin temel siyasal sütunları da güç kaybetmeye başlamıştır. Rejimin tasfiyesi olarak adlandırılan bu süreç, parlamenter demokrasinin inşasıyla sonuçlanmıştır.
• Üçüncü olarak, çok partili siyasal hayat ve demokratik siyasal katılım gibi demokrasilerin temeli olan siyasal dinamikler açısından, Balkanlar’ın yeni demokrasileri ciddi bir bocalama süreci yaşamışlardır. Demokrasinin iyi işlemesi için geçerli olan unsurlarla yeni tanışan Balkan ülkelerinde popülizm, aşırı milliyetçi siyasal eğilimler, etnik ayrışmanın siyaset kurumunun bir parçası hâline gelmesi ve yolsuzluk gibi birtakım yeni yapısal sorunlar patlak vermiştir.
• Dördüncü olarak, yeni işlemeye başlayan demokratik yapı ve serbest piyasa ekonomisinin aksamasına karşılık, Balkan ülkelerinin hepsinin Avrupa Birliği’ne (AB) üyelik için başvuruda bulunmaları, bölgedeki demokratikleşme niyetlerinin somutlaşması açısından önemli bir ortak noktadır.
• Beşinci olarak, 1990 sonrası ve özellikle de Yugoslavya’nın parçalanmasının ardından patlak veren etnik temelli çatışmalar, bölgesel istikrar ve barışın sağlanması açısından önemli bir sorun teşkil etmektedir.
• Altıncı olarak, bölge ülkelerinde hakim olan sosyalist dönemdeki merkezî ve planlı ekonomi modelinden serbest piyasa ekonomisine geçiş sürecinin beraberinde getirdiği ekonomik sorunlar, bölgedeki siyasal yapının bir diğer ortak özelliğidir.

Bölge siyasetinin genel özelliklerine ek olarak, siyasal partiler ve seçmen davranışı özelinde de bazı unsurların öne çıktığını görmekteyiz. Yeni anayasaların kabul edildiği ve yeni siyasal rejimin inşa edildiği süreçte siyasete katılım, büyük oranda sadece oy vermekle sınırlı kalmıştır. Ancak zamanla yeni siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları, baskı grupları ya da diğer araçlarla, bireylerin siyasete katılımlarında artış yaşanmıştır. Paradoksal olarak, siyasete katılım araçlarının zenginleşmesiyle birlikte seçimlere katılım oranlarında önemli bir düşüş süreci de gözlemlenmektedir. Siyasal partiler ve ideolojiler açısından bölge ülkelerinde ortak olan bir başka unsur da sosyalist dönemin izlerinin tam olarak silinememiş olmasıdır. Sosyalist partiler, bölgede büyük oranda isim değiştirerek sol partilere dönüşmüşlerdir. Bölge ülkelerindeki sol partilerin, Avrupa’daki benzerleriyle kıyaslandığında daha milliyetçi söylem ve politikalara sahip olması da bölgedeki siyasal yapının ilginç bir özelliğidir. Sosyalist dönemin bıraktığı izlerin bir ürünü olarak vatandaşların siyasal tercihinde daha çok lider odaklı bir siyasal parti algısı hakimdir. Bu durum bölgede siyasal açıdan karizmatik ve hatta otoriteryen eğilimleri olan liderlik tipinin yaygınlaşmasına yol açmaktadır. Siyasal partilerde keskin ideolojik ayrımlar yapmak, bölgede popülizm ve pragmatizm oldukça sık başvurulan siyasal stratejiler olduğu için kolay değildir. Kadınların siyasette temsili konusunda da bölge ülkelerinin sosyalist rejimdeki görüntüye oranla daha zayıf bir karneye sahip olduklarını ileri sürebiliriz. Bölgenin etnik haritasının oldukça karmaşık olması, bölgedeki azınlıkları, göçmenleri ve yabancıları siyasetin odağı hâline getirmektedir. Ancak azınlıkların siyasal sistem içinde yeterince temsil edilmediklerine, aksine milliyetçi ve marjinal partilerin söylemlerinde kendi tabanlarından destek sağlamak için bir araç olarak kullanıldıklarına sıkça rastlamaktayız. Balkan ülkelerinin 1990 yılından bugüne kadar geçen süreçte, özellikle AB hedefi gibi itici bir gücün etkisiyle önemli bir aşama kaydettikleri açıktır. Ancak başta siyasal katılım ve istikrar açısından önemli sorunlarla yüz yüze oldukları da bir gerçektir.

Yunanistan’da Siyaset
Yunanistan, 4 yılda bir seçilen 300 üyeden oluşan tek meclisli parlamenter sisteme sahiptir. 18 yaş ve üzeri vatandaşlar seçimlerde oy kullanabilmektedir. Yürütmenin başı, cumhurbaşkanı ve bakanlar kuruludur. 1974’te yapılan referandum sonucu kabul edilen anayasayla cumhurbaşkanının 5 yıllığına seçilmesi benimsenmiştir. Bir cumhurbaşkanı en çok iki dönem görev yapabilmektedir. Büyük oranda sembolik yetkileri olan cumhurbaşkanı meclis tarafından seçilmektedir. İlk kez 2005 yılında göreve başlayan Karolos Papoulias, meclisteki iki önemli partinin de desteğini alarak 2010 yılındaki seçimleri de kazanmıştır ve cumhurbaşkanı olarak görev yapmaya devam etmektedir. Yunanistan siyasi partileri, ND (Yeni Demokrasi Partisi), PASOK (Panhelenik Sosyalist Hareket), ANTARSYA (Antikapitalist Devrimci Sol İttifakı), SYRIZA (Radikal Sol Koalisyonu), KKE (Yunanistan Komünist Partisi), Çevreci Yeşiller, Altın Şafak (Golden Dawn), LAOS (Halk Ortodoks Birliği) gibi partilerden oluşmaktadır. ND ve PASOK dönüşümlü olarak iktidara gelmiş olsa da son dönemdeki krizlerinde etkisi ile Radikal Sol koalisyonu da iktidar olmuştur. Yunanistan, son yıllarda,1974’te askerî cunta döneminden beri en büyük ekonomik ve siyasi krizle yüz yüze kalmış durumdadır. 2010 ve 2011 yıllarında durgunluktan kurtulmak için IMF ve Avro bölgesi (Eurozone) ile yapılan pazarlıklar ve alınan kararlar, Yunan seçmenlerin siyaset kurumuna olan güvenini ciddi ölçüde zedelemektedir. Ülkedeki iki büyük parti olan sol PASOK ve muhafazakâr ND 1974’ten beri ülkeyi dönüşümlü olarak yönetmektedir. Seçmenlerin, Yunanistan’daki siyasal yaşamın en önemli iki aktörü olan bu partilere karşı güveni azalsa da diğer partilerin iktidar alternatifi olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir. İki büyük parti olan ND ve PASOK 1981’den beri ülke genelindeki oyların yüzde 80’ini almakta ve iki partiden hangisi bu büyüklükten daha çok pay alırsa genellikle iktidar olmaktadır. Ancak Ekim 2011 itibari ile iki partinin de aldığı destek %20 ile %31 arasındadır. Giderek kaybolan halk desteği dolayısı ile ND ve PASOK dönüşümlü olarak kullandıkları iktidarı da kaybetmişlerdir.

Yeni Demokrasi Partisi: Yeni Demokrasi Partisi (ND), Yunanistan’ın muhafazakâr partisidir. 1974 yılında askerî cuntadan demokrasiye geçişi sağlayan kişi olarak kabul edilen Konstantinos Karamanlis tarafından kurulan ND, genel olarak özelleştirme ve düşük vergilendirmeyi de içeren geniş ekonomik liberalleşme ve Avrupa ile entegrasyonu şiddetle savunan bir partidir. Karamanlis’in liderliğinde ND’nin temel hedeflerinden birisi Avrupa Topluluğu’na (bugünkü AB) katılmak ve NATO’nun askerî kanadına tekrar dahil olmaktı. Bu konudaki girişimlerini de vakit kaybetmeden hayata geçirerek başarılı olmuş ve Soğuk Savaş ortamındaki bölünmede, ülkesini tekrar Batı kampına sokmuştur. 2007 yılında, özellikle ekonomik durgunluk nedeniyle seçimde oy kaybetse de parlamentodaki sandalye çoğunluğunu elinde tutmayı başarmıştır. 2009 yılında seçimi PASOK’a karşı kaybeden ND, 2012 seçimlerinde birinci parti olmuş ancak oy oranı düşmüş; 2015 yılında ise oy oranı %28,1’e yükselmiş ancak ikinci sırada yer almıştır.

Panhelenik Sosyalist Hareketi: Panhelenik Sosyalist Hareketi (PASOK), 1974 yılında askerî cunta yönetiminin ardından tekrar demokrasiye geçişin yaşandığı süreçte Andreas G. Papandreou tarafından kurulmuştur. Parti, söylem, politika ve kurucu liderinin felsefesi bakımından sol bir çizgide siyaset yürütmektedir. Aynı ND’de olduğu gibi PASOK da parti liderlerince şekillendirilmektedir. PASOK, 1974 yılında demokrasinin yeniden tesis edilmesinden sonra ND ile birlikte bir anlamda dönüşümlü olarak iktidar olmaktadır. Parti 1981 seçimlerini kazanarak ülke siyasetinde ağırlık kazanmaya başlamıştır. PASOK, ilk iktidara geldiğinde ND ile başlayan AT üyeliği, NATO’nun askerî kanadına tekrar katılmak ve ABD ile

yeniden ilişkileri sıkılaştırma konusunda farklı bir dil kullanmıştır. 1981 sonrasında PASOK, ABD ve AT karşıtı bir söylem kullanmış ve SSCB ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmıştır. Özellikle Kıbrıs sorunu ve genel olarak da Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde yaşanan diğer sorunlarda ABD’nin, NATO’nun ve AT’nin Türkiye’yi desteklediği gibi bir söylem geliştirilmiştir. Ancak bütün bu söyleme ve retoriğe rağmen PASOK da ND ile başlayan politikalara devam ederek; Yunanistan’ın yalnızlıktan kurtulması noktasında, NATO’nun askerî kanadına dönme ve AT’ye tam üyelik konusunda çalışmış ve bu amaçlara ulaşılmasına katkı sağlamıştır. PASOK, 2009 yılında yapılan seçimlerde iktidarı tekrar devralmıştır. 2007 seçimlerinde ND her ne kadar iktidarda kalmış olsa da özellikle ekonomik göstergelerdeki düşüş, yolsuzluk skandalları ve 2009 yılındaki iktidara yönelik toplantı ve gösterilerde polisin izlediği tutum nedeniyle henüz iktidarının ikinci yılı bile dolmadan PASOK’un erken seçim talebini kabul etmiştir. Haziran 2009’da yapılan seçimlerde yüzde 43,9 oy ve 300 sandalyeli mecliste 160 milletvekili kazanan PASOK seçimlerin galibi olmuştur. Ancak 2012 seçimlerinde %13,2 oy alıp sadece 41 milletvekili kazanarak kendi tabanının da desteğini kaybetmiştir. 2015 seçimlerinde ise başka partilerle ittifak yapsa da oyları daha da eriyerek sadece %6,3 oy oranı ile 16 milletvekili çıkarabilmiştir.

Bulgaristan’da Demokrasi Sancısı
Bulgaristan’daki siyasal yapının temel dinamikleri, Soğuk Savaş boyunca Sovyetler Birliği’nin etkisi altında kalmış diğer Balkan ülkelerinde olduğu gibi, 1990 sonrası dönemde köklü şekilde değişmiştir. Uzunca bir süre Komünist Parti’nin iktidarda olduğu, siyasal çoğulculuk ve demokratik siyasal katılımın oldukça sınırlı olduğu ülkede, 1990’ların başından itibaren demokratik yapı inşa edilmeye başlanmıştır. 1990’dan bugüne kadar ülkede 7 kez genel seçim yapılmıştır. 1990’dan beri yapılan genel seçimlere katılım oranı giderek azalma eğilimi göstermektedir. Seçimlere katılım oranının giderek düşmesi, ülkedeki siyasal yapı ve siyasal partilere olan güvensizliğin temel göstergelerinden biri konumundadır. Bulgaristan’da 1990’lı yıllarda iki siyasal parti, Bulgar siyasi hayatına damga vurmuştur. Bu partilerden ilki Komünist Parti’nin devamı niteliğinde olan Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) ve Demokratik Güçler Birliği Partisi’dir (DGB). BSP, ülkedeki sosyal demokrasinin en önemli temsilcisi konumundayken DGB ise daha çok muhafazakâr kesimin önde gelen temsilcisi olmuştur. 2009 yılında yapılan son seçimlerde henüz 2006 yılında kurulmuş olan ve merkez sağ partisi olarak tasnif edebileceğimiz Bulgaristan’ın Avrupalı Gelişimi için Halk Partisi (GERB) yüzde 39,7 oy oranıyla seçimlerden galip çıkmıştır. 1990’lı yıllar boyunca ülke siyasetine damga vuran BSP’nin oy oranı yüzde 17’ye gerilerken DGB’nin oyları yüzde 7’ye kadar düşmüştür. Bulgaristan, 1990 yılından itibaren yeni kabul edilen anayasayla birlikte parlamenter demokrasiye geçiş yapmıştır. Yasama organı olan ulusal meclis, tek meclisli bir yapıya sahiptir ve dört yıllığına halkoyuyla seçilen 240 milletvekilinden oluşmaktadır. Oy verme yaşı 18’dir. Ülkede yüzde 4 seçim barajı uygulaması vardır. Seçimler sonucunda hükûmet kurma görevini yürütmenin başı konumunda olan cumhurbaşkanı verir. Cumhurbaşkanı 5 yıllığına halkoyuyla seçilmektedir. Bir cumhurbaşkanı en çok iki dönem (10 yıl) görev yapabilir. Soğuk Savaş döneminde Doğu Bloku’nda yer alan ve Varşova Paktı’nın bir üyesi olan Bulgaristan, 2004 yılında NATO’ya, 2007 yılında da Avrupa Birliği’ne tam üye olmuştur.

Romanya’da Seçimler ve Partiler
Romanya, 1989 yılında Çavuşesku’ya karşı gerçekleştirilen kanlı bir devrim sonrasında sosyalist rejimin sona erdiği ve çok partili seçimlerin yapıldığı ülkelerden biridir. 1990’dan beri çok partili hayata geçişle birlikte ülkedeki siyasi partiler zamanla ideolojik, üyelikleri ve kurumsallaşma bakımından gelişerek günümüze gelmişlerdir. Mevcut Romanya hükûmeti, bir koalisyon hükûmeti olsa da parlamentoda tam olarak çoğunluğun kontrolünü sağlamış değildir ve bu durum, hükûmetin ekonomik krizin üstesinden gelme noktasında elini zayıflatmaktadır. Diğer Balkan ülkelerinde olduğu gibi, Romanya’daki siyasal düzenin istikrarı da aynı şekilde ekonomik krizin yönetilmesi noktasındaki başarıyla doğrudan alakalıdır. Romanya parlamentosu iki meclisli bir yapı arz eder. Temsilciler Meclisi ve Senato’dan oluşan parlamento üyelikleri için seçimler 4 yılda bir yapılır. Senato 137 senatör ve Temsilciler meclisi 412 vekilden teşekkül eder. Ayrıca siyasi partiler seçim sürecinde sadece bir seçim ittifakı ya da koalisyonu içinde yer alabilir. Ülkede yüzde 5 seçim barajı da uygulanmaktadır ve bu bakımdan çoğu parti seçim ittifaklarına ihtiyaç duymaktadır. Romanya, sosyalizm sonrası anayasasını 1991 yılında kabul etmiş ve 2003 yılında AB üyelik sürecinde bu metin yeniden gözden geçirilerek gerekli değişiklikler yapılmıştır. Ülke 1989 yılına kadar uzunca bir süre Nikolay Çavuşesku tarafından yönetilmiştir. Bu dönemde siyasi partiler genelde bloklar hâlinde hareket etmişlerdir. Soğuk Savaş dönemindeki Komünist Parti diktatörlüğünden gelen alışkanlıklar sosyalizm sonrası dönemde de devam etmiştir. Bütün Balkan ülkelerinde olduğu gibi yeni kurulan partiler de eski sosyalist partinin kalıntıları üzerine inşa edilmiştir. Romanya’da 2008 seçimlerinde olduğu gibi son yapılan 2012 seçimlerinde de sadece beş parti veya parti ittifakı yüzde 5 barajını geçmiştir. Bu partiler; Sosyal Demokrat Parti (PSD), Muhafazakâr Parti (PC), Demokratik Liberal Parti (PDL), Ulusal Liberal Parti (PNL) ve Romanya Macarları Demokratik İttifakı (UDMR) şeklinde sıralanabilir. Bu partilerin ideolojik sınıflaması ise şu şekildedir: PSD sol parti; PC muhafazakâr parti; PDL liberal muhafazakâr parti; PNL liberal parti ve UDMR ise Macar azınlık partisidir. 2012 seçimlerinde PSD, PNL, PC ve UNPR ittifakı %58,6; PDL, FC ve PNTCD ittifakı
%16,5; PP-PD %14 ve UDMR %5,1 oy almıştır. Ülkeyi 2012 seçimlerinden beri PSD lideri Viorel Ponta’nın başbakanlığındaki hükümet yönetmektedir.

Arnavutluk’ta Kriz, İdeoloji ve Seçimler
İkinci Dünya Savaşı sırasında önce İtalyan daha sonra da Alman işgali altında kalan ülke, savaş daha henüz sona ermemişken Sovyetler Birliği’nin kontrolü altına girmiş ve ülkede 1944 yılında sosyalist yönetim tesis edilmiştir. Arnavutluk siyasi hayatının en önemli figürü 41 yıl boyunca ülkeyi sosyalist bir rejimle yöneten Enver Hoca’dır. Hoca, 1960’lı yıllara kadar SSCB ile daha sonra da 1978 yılına kadar da Çin Halk Cumhuriyeti ile yakın ilişki içinde olan sosyalist bir yönetim tarzını benimsemiştir. Ancak daha sonra Arnavutluk kapılarını dış dünyaya kapatarak Batı dünyasından kopuk, Doğu Bloku ile de oldukça mesafeli bir ilişki biçimi geliştirmiştir. Hoca’nın 1985 yılında ölümünün ardından, ülkeyi Hoca ile aynı çizgide bir politika izleyen Ramiz Alia yönetmiştir. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve SSCB’nin çöküşüyle bölgede yaşanan değişimin bir sonucu olarak Arnavutluk’ta da sosyalist yönetime karşı önemli bir muhalefet ortaya çıkmıştır. Muhalefetin eylem ve gösterilerinin sonucunda, 1990 yılında, sosyalist yönetime son verilmiş, 1991 yılında ülke ilk defa çok partili seçimlere ev sahipliği yapmıştır. Ancak ilk seçimden başlayarak 2009 yılında yapılan parlamento seçimlerine kadar ülkede yapılan her seçimde, seçimlerin adil olmadığı ve seçimlere yolsuzlukların bulaştığı sürekli dile getirilmektedir. Bugün tüm bölge ülkeleri arasında demokrasinin konsolidasyonu konusunda en sorunlu ülkelerden biri Arnavutluk’tur. 1991 yılında kabul edilen yeni anayasayla, parlamenter demokrasi benimsenmiştir. 1998 yılında kabul edilen yeni anayasa ile daha demokratik bir siyasal yapı inşa edilmeye çalışılmıştır. Yasama, yürütme ve yargı erklerinin ayrı organlar eliyle kullanıldığı ülkede yürütmenin başı cumhurbaşkanıdır. Beş yıllığına parlamento tarafından seçilen cumhurbaşkanının sembolik yetkileri vardır. Yürütme erkini asıl kullanan güç başbakanın başkanlığındaki bakanlar kuruludur. 140 milletvekilinden oluşan yasama organı, tek meclislidir. Parlamento seçimleri dört yılda bir yapılmakta ve yüzde dört seçim barajı uygulanmaktadır. Ülkede son genel seçimler 2013 yılında yapılmıştır.

Yeni Devletlerde Siyasetin İnşası
Hırvatistan: 1991 yılında bağımsızlığını ilan eden Hırvatistan, bağımsızlığın hemen ertesinde, Sırpların saldırılarına maruz kalmıştır. Yugoslavya Cumhuriyeti dönemindeki sosyalist yönetimin sona ermesinin ardından, 1990 yılında kabul edilen anayasayla birlikte parlamenter demokrasiye geçiş yapan ülkede 2000 yılına kadar yarı başkanlık sistemi benimsenmiş ancak bu tarihten sona parlamenter demokrasi kabul edilmiştir. Yasama, yürütme ve yargı erklerinin ayrı organlarda toplandığı ülkede yürütmenin başı cumhurbaşkanıdır. 5 yıllığına doğrudan halkoyuyla seçilen cumhurbaşkanı, en fazla iki dönem görev yapabilmektedir. Tek meclisli yasama organı olan ulusal meclis, 4 yıllığına seçilen 151 vekilden oluşmaktadır. Meclisteki 140 vekil, nispi temsil sistemiyle seçilirken 6 vekil yurt dışında yaşayan Hırvatları temsil için geriye kalan 5 vekil de ülkedeki azınlık ve Hırvat olmayan etnik grupları temsil etmek için seçilmektedir. Ülkede yüzde 5 seçim barajı uygulaması benimsenmiştir.

Slovenya: Slovenya dört yılda bir yenilenen 90 üyeli bir parlamentoya sahiptir. Üyelerin ikisi azınlıklar için ayrılmıştır. Ülkede %4 seçim barajı uygulanmaktadır. 2014 seçimlerinden sonra kurulan hükümet SMC öncülüğündeki bir koalisyon hükümetidir. Ülkedeki en önemli sol parti olarak kabul edilen parti Pozitif Slovenya (PS) bir önceki 2011 seçimlerine göre çok oy kaybetmiş ve yüzde 28’lerden yüzde 3’lere düşüp vekil çıkaramamıştır. SD, geleneksel solun temsilcisi olduğu iddiasındadır ve oyların yüzde 6’sını alabilmiştir. Bir liberal Parti olan SMC ise ilk defa girdiği 2014 seçimlerinden en büyük parti olarak çıkmıştır. SDS ise ülkenin muhafazakar seçmenini temsil etmektedir. Son seçimlerde yüzde 20,7 oy almış, 2011 seçimlerine göre gerilese de ikinci büyük parti olma konumunu korumuştur.

Sırbistan: Sırbistan ulusal meclisi 250 üyelidir ve üyeleri
%5 seçim barajı ile 4 yılda bir yapılan seçimlerle belirlenir. 2008 yılında yapılan seçimlere çoğu parti aralarında ittifaklar kurarak girmişlerdir. 2012 yılının başları itibarı ile 8 partili bir koalisyon hükûmeti ülkeyi yönetmektedir. 2014 yılında yapılan son seçimlere göre SNS %48,4 oy almış ve 158 vekil çıkarmıştır, SPS %13,1 oy alıp 44 vekil, DS %6 oy alıp 19 vekil, NDS (Yeni Demokratik Parti) %5,7 oy alıp 18 vekil çıkarmıştır.

Makedonya: Makedonya’da, 120 üyeli bir meclis vardır ve meclis üyeleri 4 yılda bir yapılan seçimle belirlenir. 2014 seçim sonuçlarına göre Makedonya Ulusal Birliği için Demokratik Parti (VMRO-DPMNE) %42,2; Makedonya Sosyal Demokratik Birliği (SDSM) %24,9; Entegrasyon için Demokratik Birlik (BDI) %13,5; Arnavutların Demokratik Birliği (PDSH) %5,8; Vatandaşların Makedonya Tercihi (GROM) %2,8 ve Ulusal Demokratik Uyanış (RDK) %1,6 oy alarak meclise girmiştir. Bu partilerden RDK, PDSH ve BDI Arnavutların azınlık partileridir. Bunların dışında SDSM sol parti ve VMRO- DPMNE ise muhafazakâr partidir.

Bosna-Hersek: Eski Yugoslavya Cumhuriyetleri’nden biri olan Bosna-Hersek, 1991 yılında bağımsızlığını ilan etmiş ve Mart 1992’de yapılan referandum sonrasında da ülke bağımsızlığını kazanmıştır. Ülkede üç büyük etnik grubun yani Boşnaklar, Hırvatlar ve Sırplar’ın temsilini sağlayacak bir anayasal düzen 1992-1995 yılları arasındaki çatışmaları sona erdiren, 1995 tarihli Dayton Anlaşması ile şekillendirilmiştir. Ülkede yüzde 3 seçim barajı uygulanmaktadır. Bosna Hersek’teki siyasi yapının önemli aktörlerinden biri de Yüksek Temsilcilik Ofisi’dir. Türkiye’nin de aralarında olduğu 55 üyeden oluşan Barışı Uygulama Konseyi tarafından tayin edilen Yüksek Temsilcilik Ofisi, Dayton Anlaşması’nın uygulanmasını denetleyen ve tarafların birbiriyle uyumlu çalışmasını teşvik eden önemli yetkilere sahip bir uluslararası yapıdır. Yüksek Temsilcilik Ofisi ayrıca ülkede faaliyette bulunan diğer uluslararası kurumların çalışmalarını da koordine etmektedir. Ülkedeki etnik grupların temsilini sağlayan ve uluslararası kurumlarla bu yapıyı kontrol altında tutan yetki paylaşım sistemi, dünyanın birçok ülkesinde görmediğimiz düzeyde karmaşık bir siyasal yapının doğuşunu sağlamıştır. Bu siyasal yapı, ülkedeki siyasi partilerin tasnifi ve anlaşılması noktasında da önemli sorunları beraberinde getirmektedir. Siyasal partileri diğer ülkelerde ideolojileri, söylemleri ve politikalarıyla tasnif ederken Bosna-Hersek’te siyasi partileri, temsilcileri oldukları etnik gruplara göre ayırmak, ülkedeki siyasetin dinamiklerini anlamak açısından daha anlamlı olacaktır.

Karadağ: Karadağ parlamentosu 81 üyelidir ve üyeleri 4 yılda bir yapılan ve yüzde 3 seçim barajı uygulanan seçimlerle belirlenmektedir.

Kosova: Henüz 2008 yılında bağımsız olan Kosova, 120 üyeli bir parlamentoya sahiptir. Parlamentonun 100 üyesi doğrudan seçimle belirlenir. 10 üye Sırp azınlık için ve 10 üye de diğer azınlıklar için garanti altına alınmıştır. Kosovalı Sırpların önemli bir kısmı, toplam nüfusun
%10’undan daha azını oluştursalar ve Kosova yerel meclislerinde anayasal çalışmalara katılmış olsalar da hâlâ Sırbistan ile Kosova’nın birleşmesi gereğini ileri sürmektedirler. Bu bakımdan, Kosova siyasal düzeninde hâlâ tam bir entegrasyonun gerçekleştiğini söylemek mümkün görünmemektedir.

BALKANLAR’IN EKONOMISI, TICARI VE FINANSAL YAPISI
Ekonomik Altyapı

Coğrafi özellikleri ve iklim koşulları Balkanlar’a, zengin tarım ve hayvancılık imkânları sunmaktadır. Bölge hububat ve bahçecilik açısından verimli topraklara sahiptir. 16. yüzyıldan itibaren kalkerli topraklarda yetişen buğdayın yerini mısır almıştır ve bugün tahılların adeta en çok Balkanlar’a özgü olanıdır. Karpatlar’ın yamaçlarına dek üzüm bağları gelişip büyürken pirinç, pamuk ve tütün komşu vadilerde yetişen ürünler arasında yer alır. Bulgaristan ve Sırbistan’ın dağlık alanlarında erik ve elma bahçelerine rastlamak mümkündür. Hayvancılık sektörüne bakıldığında güneyde koyun, kuzeyde sığır yetiştiriciliği yapılmaktadır. Yakın geçmişte doğum oranlarında görülen ani düşüşlerin zorlamasıyla, tarımda gerçekleştirilen modernleşme, maden çıkarma ve imalat sanayilerindeki gelişme ve kırsal alanlardan şehirlere olan göçler, Balkan dağlarının eski önemini yitirmesine yol açmıştır. Tarımla uğraşan nüfus, verimli ovalarda toplanmıştır. Ovalık alanlarda tarımda sulama, gübreleme ve makineleşme gerçekleşmiş ve böylece bölge tarım ürünleri ihraç eder duruma gelmiştir. Yunanistan’ın ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayanır. Topraklarının % 29’una yakın bir bölümü tarıma elverişlidir. Çoğu bölgeler dağlık olduğundan tarım için müsait geniş ve verimli ovalar ve sulama ihtiyacı için gerekli akarsu miktarı azdır. Buna rağmen nüfusun % 30’una yakını tarım ve hayvancılıkla uğraşır. En önemli tarım ürünleri; tahıl, tütün, pamuk, pirinç, zeytin, üzüm, meyve ve sebzedir. Son yıllarda meyveciliğe ve sebzeciliğe çok önem verilmiştir. Özellikle kuru üzüm, limon ve portakal yetiştirilir. Hayvancılık gerektiği kadar gelişmemiştir. Kendisinin et ihtiyacını karşılayamamaktadır. Bu sebeple et dış pazarlardan satın alınmaktadır. Yunanistan balıkçılık bakımından çok gelişmiş bir ülkedir. Çok çeşitli türde balık avlanır ve yetiştirilir. İçinde soğutucuları bulunan özel balıkçı tekneleri yapılmıştır. Açık denizlerde avlanan balıkçı filosu, ülkeye dondurulmuş balık temin etmektedir. Yunanistan yeraltı madenleri bakımından çok zengin bir ülkedir. Başlıca madenleri; boksit, krom, mermer, demir, nikel, amyant, magnezyum, bakır, kurşun, linyit, zımpara, sülfür, alüminyum ve petroldür. En önemli endüstri kolları tekstil, kimyevi maddeler, gıda, çimento ve metal endüstrisidir. Ekonomik açıdan bakıldığında, 1981’den beri AB üyesi olan ve 2001 yılında AVRO bölgesine (Euro Zone) katılan Yunanistan’da tarım sektörü % 8,3, endüstri sektörü % 27,3’lük bir yer tutar. Hizmet sektörü ise başta turizm olmak üzere % 64,4’lük pay ile en yaygın olanıdır. Bundan başka kimya/ilaç endüstrisi Yunanistan’da oldukça gelişmiştir. İhracat-ithalat yapılan belli başlı limanları arasında Aleksandrupolis-Dedeağaç limanı ile Kavala, Selanik, Pire, Patras, Korfu ve Volos limanları sayılabilir. Dış ticarette işbirliği yaptığı en önemli ülkelerin başında Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Hollanda ve ABD gelmektedir.

Arnavutluk topraklarının üçte biri ormanlarla kaplıdır. Akdeniz kıyısındaki düzlükler makiliktir. Arnavutluk’ta üç binden ziyade bitki türü çeşitli sanayilerde ve tıpta kullanılır. Sayıları azalan yabani hayvanlar koruma altına alınmıştır. Arnavutluk maden kaynakları bakımından zengindir. Düşük kaliteli linyit kömürü, petrol ve doğal gaz önemli enerji kaynaklarıdır. Ayrıca, krom, nikel, bakır, demir, kurşun, kükürt ve çinko boksit yatakları bulunmaktadır. Az miktarda petrol ve kömür kaynakları mevcuttur. Yine 11 büyük, 152 küçük nehir ve kollardan oluşan yoğun bir hidrografik ağ ve zengin su kaynaklarına sahiptir. Ülkede 247 göl ve 200 civarında toprakaltı su kaynağı bulunmaktadır. Bunun yanı sıra zengin bir bitki örtüsüne de sahiptir. Arnavutluk Avrupa’nın en az gelişmiş bölgelerinden birisidir ve bunda da özellikle Soğuk Savaş döneminde uygulanan ekonomi politikalarının payı büyüktür. 1990’lardan sonra serbest piyasa ekonomisine geçişin yarattığı ekonomik ve siyasal sıkıntıların neden olduğu sorunların yanı sıra ülkedeki teknolojik gerilik ve altyapı yetersizliği genel ekonomik zayıflığın temel nedenidir. Bu nedenle Arnavutluk deri ve tekstil ağırlıklı ihracatına karşılık büyük oranda teknoloji ithal eden bir ülke konumundadır.

Bulgaristan’da tarım gelişmiştir. En önemli ürünü buğdaydır. Buğdaydan sonra hayvan yemi olarak kullanılan mısır ikinci sıradadır. Diğer önemli ürünleri, arpa, çavdar, nohut ve pirinçtir. Sanayide kullanılan bitki üretimini artırmak için büyük çaba harcanmaktadır. Yağ elde etmek için yetiştirilen ayçiçeği önemlidir. Şekerpancarı üretimi iç tüketimi karşıladığı gibi ihraç da edilmektedir. Üretilen pamuk tekstil sanayisi için elverişlidir. Tütün yüksek kalitede olup ihracat ürünüdür. Üretilen gül yağı parfüm sanayisinde önemlidir. Ormanlar, ülkenin % 30’unu kaplar ve kerestecilikte kullanılır. Ormanlarda geniş yapraklı ağaçlar, meşe, kayın, yaban elması gibi ağaçlar bulunur. Bahçe ürünleri, sebze, meyve, domates, haşhaş, yetiştirilir ve Orta Avrupa ülkelerine satılır. Bağcılık ve konservecilik gelişmiştir. Ancak hayvancılık pek gelişmemiştir. Besicilik ise her geçen yıl gelişmektedir. Bu küçük Balkan ülkesinde üretilen şarap ve beyaz peynire özellikle Batı ülkelerinde ciddi bir rağbet vardır. Küçük bir ülke olmasına rağmen Bulgaristan hiç de azımsanmayacak bir sanayiye sahiptir. Ülkenin en önemli ihracat ortakları sırasıyla Almanya (%11), İtalya (%10), Romanya (%9,5), Yunanistan (%8,1), Türkiye (%7,9) ve Fransa (%4,1)’dır. İthalat ortakları ise Rusya (%16,3), Almanya (%11,8), İtalya (%7,5), Romanya (%7,1), Yunanistan (%6), Türkiye (%5,2) ve Ukrayna (%4,2)’dır.

Romanya ekonomisinin % 80’i tarıma ve % 8’i endüstriye dayanır. Ülke topraklarının % 90’ı ekime elverişlidir. Romanya, dünyanın önde gelen tahıl üreticisi ülkelerinden biridir. En önemli tarım ürünleri mısır, arpa, buğday, şekerkamışı, üzüm ve meyvedir. Bundan başka yulaf, çavdar, sebze, ayçiçeği, soya fasulyesi, tütün, pamuk, kenevir ve keten de yetiştirilir. Koyun, sığır ve kümes hayvanları yaygındır. Balıkçılık önemli bir gelir kaynağı olup daha çok mersinbalığı ve sakallı tatlı su balığı avlanır. Romanya büyük makine yapımı ve metal işçiliği bakımından dünyanın on dördüncü en gelişmiş ülkesidir. Daha çok lokomotif, traktör, elektrikli aletler ve yol delme teçhizatı yapılır. Endüstrisi esas olarak demir ve çelik üzerine kurulmuştur. Bundan başka çimento, kereste ve odun endüstrisi, gıda sanayi, elbise ve ayakkabı imalatçılığı, inşaat malzemeleri, tekstil ve kumaş dokuma, kimya sanayi, lastik eşyalar ve petrol ürünleri endüstrileri de gelişmiştir. Ülkede başlıca çıkarılan madenler; kömür, demir, petrol, metan gazı, boksit, manganez, kurşun, çinko, altın ve gümüştür. Romanya dünyanın altıncı doğal gaz ve onuncu tuz üreticisidir. Fakat doğal gaz üretimi kömür ve demir ithalatına bağlı kalmaktadır.

Sonuç olarak yer altı ve yer üstü kaynakları önemli olmakla birlikte, bölgenin ekonomik alt yapısı yetersizdir. Balkan yarımadasında yer alan linyit yataklarından ve su gücünden bolca yararlanılmasına rağmen, bölgede enerji sıkıntısı çekilmektedir. Bölge ülkelerinde, önemli ticaret açıkları bulunmaktadır. Bu açıklar, Batı Avrupa ülkelerinde çalışan işçilerin gönderdiği paralar ve turizmden sağlanan gelirlerle kapatılmaya çalışılmaktadır. İşsizlik önemli bir sorundur.

İktisadi Dönüşüm ve Finansal Kriz

Balkan ülkeleri, piyasa ekonomisine geçme ve buna bağlı olarak özelleştirmeleri gerçekleştirme, demokratikleşme, sivil toplumu inşa etme, zihniyet değişimini sağlama, ulusal kimliği yeniden şekillendirme, uluslararası ilişkileri yeniden düzenleme gibi dönüşüm görevleriyle karşı karşıya kalmışlardır. Gecikmeli olsa dahi, Balkan ülkelerindeki değişim ölçeği o kadar büyüktü ki siyasi ve ekonomik sistem ile kurumsal ve toplumsal yapı neredeyse eş zamanlı değişime uğramıştır. Bütün bunların yanında bazı Balkan ülkeleri savaşlar, sınırların belirlenmesi ve korunması gibi sorunlarla da başa çıkmak zorunda kalmıştır. Bosna-Hersek, Hırvatistan, Sırbistan ve Kosova’da savaş yılları sadece iktisadi dönüşüm sürecini geciktirmemiş, aynı zamanda yolların, köprülerin, elektrik şebekelerinin, okul ve hastanelerin onarılması veya yeniden inşa edilmesi gibi yeniden yapılanma çalışmalarını da zorunlu kılmıştır. Dönüşüm kavramı birbiriyle ilişkili üç unsurdan oluşmaktadır. Bunlardan birincisi iktisadi dönüşüm unsurudur. Kurumsal, yapısal ve davranışsal değişimlere atıfta bulunan iktisadi dönüşüm sisteme sahip olup işlevsel piyasa ekonomilerini oluşturmaya çalışan ülkeler için kullanılmaktadır. Ekonomik sistemin dönüşümünü sağlamaya çalışan ülke ekonomileri de genel olarak geçiş ekonomileri olarak adlandırılmıştır. Dönüşüm kavramının ikinci unsuru siyasi dönüşümdür. Siyasi karar olmadan iktisadi dönüşümün gerektirdiği reformlar olmaz. Söz konusu reformlar ise demokrasi ve özgürlüklerin geliştirilmesini de gerektirmektedir. Dönüşüm kavramının üçüncü unsuru güvenlik dönüşümüdür. İktisadi dönüşüm sürecinin şartlarını dört temel maddede özetlemek mümkündür. Birincisi, piyasa ekonomisini destekleyen para ve maliye politikalarıyla makroekonomik istikrar sağlanmalıdır. İkincisi; ekonomik faaliyetler, fiyatlar ve piyasa işlemleri serbestleştirilmelidir. Üçüncüsü, kamu şirketleri yeniden yapılandırılmalı ve özelleştirilmelidir. Dördüncüsü, gerekli yasal ve kurumsal reformlar gerçekleştirilmelidir. Bu kapsamda, piyasaların işleyişine güven kazandırılmalı ve devletin ekonomideki yeri yeniden tanımlanmalıdır.

Balkanlar’ da Genel Refah Seviyesi

Dünya Bankası’nın verilerine göre, 2010 yılında Arnavutluk, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Hırvatistan, Karadağ, Kosova, Makedonya, Romanya, Sırbistan ve Yunanistan olmak üzere on Balkan ülkesinin toplam nüfusu 63,5 milyon kişidir. Bölgenin toplam yüzölçümü ise 745.652 kilometre karedir. Bu değerleriyle bölge nüfusu 2010 yılında Türkiye nüfusunun % 87,3’ü, bölge yüz ölçümü ise Türkiye yüz ölçümünün % 95’i kadardır. Diğer taraftan Dünya Bankasının verilerine göre on Balkan ülkesinin 2000 yılı sabit fiyatlarıyla hesaplanan toplam 295 milyar dolarlık 2010 yılında, aynı yöntemle hesaplanan Türkiye’nin 389 milyar dolarlık GSYH’sının
% 76’sı kadardı. Bu tespit başlı başına Balkan ülkelerinde bir refah düşüklüğüne işaret etmektedir. Ancak ülkeler arası karşılaştırmaların daha sağlıklı bir şekilde yapılabilmesini sağlayan satın alma gücü paritesidir. Uluslararası Para Fonu’nun (International Monetary Fund- IMF) tahminlerine göre, 2009 yılında satınalma gücü paritesiyle hesaplanan Türkiye’nin GSYH düzeyi, 10 Balkan ülkesinin GSYH’lerinin toplamının % 96’sı kadardı. Balkan ülkelerindeki refah düşüklüğünün birçok nedeni vardır. Her şeyden önce 1990’lı yıllarda eski Yugoslavya coğrafyasında yaşanan savaşlar bölgede önemli ekonomik tahribatlara ve yatırımlarda kullanılabilecek kaynakların önemli ölçüde tüketilmesine neden olmuştur.

Balkan ülkelerindeki refahın ne düzeyde olduğunu daha iyi anlamak için, bu ülkelerin satın alma gücü paritesiyle hesaplanan kişi başına düşen GSYH’lerini, 27 AB ülkesine ait ortalamayla kıyaslamada fayda vardır. Balkan ülkeleri AB üyesi ülkelerin ortalamasına kıyasla çok daha düşük kişi başına düşen gelire sahiptir. Nitekim Eurostat’ın verilerine göre 2009 yılında, Kosova ve Yunanistan dışındaki Balkan ülkelerinin kişi başına düşen GSYH düzeyinin ortalaması, 27 AB ülkesindeki aynı ortalamanın yaklaşık % 40’ına karşılık gelmiştir. Kuşkusuz, Balkan ülkelerinin gelir göstergeleri AB’nin ilk 15 üye ülkesinin sahip olduğu gelir ortalamaları ile karşılaştırılsa Balkanlar’daki refah düşüklüğü daha belirgin olacaktır.

Enflasyon, Bütçe Dengesi Ve Dış Borç

Balkan ülkeleri refah düzeyi açısından birbirlerinden farklılaşıyor olmakla beraber, makroekonomik dengesizlikler bakımından bazı benzerlikler göstermektedir. Enflasyonu hızlı yenmeyi başaran geçiş ekonomisi ülkeler, genelde hızlı reformcular olarak nitelendirilmişlerdir. Bu açıdan bakıldığında da Balkan ülkeleri geç kalan reformcular olarak değerlendirilebilir.

Cari işlemler açığının GSYH’ye oranı açısından % -5 kritik eşik olarak kabul edilmektedir. Yunanistan dışındaki Balkan ülkeleri bu kritik eşiği yıllardan beri aşmaktadır. Dünya Bankası’nın verilerine göre 20002010 döneminde OECD ülkelerindeki cari işlemler açığının GSYH’ye oranı ortalama olarak % -0,6 ile -1,6 aralığında değerler almıştır. Bu husus da dikkate alındığında, Balkan ülkelerindeki cari işlemler açığının sağlıklı sınırlar dışında kaldığı anlaşılmaktadır. 1998-2009 yılları arasında, iktisadi dönüşüm sürecini yaşamayan Yunanistan’da da cari işlemler dengesinin trendi, diğer Balkan ülkelerine ait ortalamaya benzerlik göstermiştir. Ancak kamu bütçesinin dengesi bakımından 2009 yılı itibariyle Yunanistan Balkan ülkelerindeki ortalamadan daha kötü durumda olup 2008 sonrası açığa çıkan ekonomik krizin en önemli sebeplerinden biri de budur. Gelişmiş AB ülkeleri dikkate alınarak hesaplanan Maastricht kriterlerine göre, kamu bütçesi açığının GSYH’ya oranı % -3’ü aşmamalıdır. yılında Balkan ülkeleri arasında en büyük kamu bütçesi açığına % -12,7 ile Yunanistan sahip olmuştur. % -3 kritik eşiğini aşmayanlar ise Bulgaristan, Makedonya ve Kosova’ydı. Bütçe açığı değerlendirilirken, sürdürülebilir olup olmadığı önemlidir. Yapılan hesaplara göre, sürdürülebilir % -3’lük bütçe dengesi için, enflasyon oranı
% 10’un altına düşme eğiliminde olmalı, kamu borcu ise GSYH’nın % 60’ını aşmamalıdır. 2009 yılı itibariyle kamu borcu/GSYH oranı en yüksek Balkan ülkesi % 113,4 ile Yunanistan’dı. Arnavutluk’un kamu borcu ise GSYH’sının % 59,7’si kadardı. Diğer Balkan ülkelerinin kamu borcu GSYH’lerinin % 7’sinden % 38,3’üne kadar değerler almıştır. Dolayısıyla 2009 yılında Yunanistan ve Arnavutluk dışındaki Balkan ülkelerinin kamu borçlarının daha sağlıklı sınırlar içinde olduğu anlaşılmaktadır.

Balkanlar’da Finansal Sistem

Yunanistan dışındaki Balkan ülkelerinin merkezi planlı dönemde finansal sistemi, kaynakların değişik kamu işletmelerine ve sektörlere dağıtılmasına ilişkin hükümet kararlarının kaydını tutan bir mekanizma görünümüne çok yakındı. Finansal sistem hükümetin sıkı kontrolü altında olduğu için, finansal düzenleme ve denetlemelere ciddi ihtiyaç duyulmamıştır. Diğer taraftan, bankaların işletmelerin güvenilirliğini değerlendirme yükümlülüğü olmadığı gibi, söz konusu işletmelerin kredi talebini reddetme veya onları iflasa zorlama yetkileri de bulunmamıştır. Zararla çalışan kamu işletmelerine negatif reel faiz oranlarından krediler sağlanmış olması dışında, bu işletmelerin dış borçlanmasına da garantiler verilmiştir. Satılabilir finansal araçların geliştirilmemiş olması nedeniyle merkezi planlı Balkan ülkelerinde menkul kıymetler borsaları hiç yoktu. Bu nedenle merkezi planlı ekonomiden piyasa ekonomisine geçiş sürecinde, piyasa ekonomisinin gelişimini destekleyecek olan sağlam bir finansal sistemin oluşturulmasının önemi büyüktü. Ancak merkezi planlı dönemden devralınan miras, savaşlar, yüksek enflasyon dönemleri ve bankacılık krizleri gibi nedenlerden dolayı bölgedeki finansal sistemin gelişimi sıkıntılı bir süreçten geçmiştir.

Bankalara yönelik güvensizlik, sermaye piyasaları ve diğer finansal kuruluşların yeterince gelişmemiş olması,

düşük harcanabilir gelirler gibi sebepler yüzünden, Balkan ülkelerinde tasarruf oranları uzun süre arzulanan seviyeye ulaşamamıştır. Oysa kalkınmak için yatırımlara, yatırımlar için ise tasarruflara ihtiyaç vardır. İlk başlarda Balkan ülkeleri finansal sektöre yönelik radikal reformlarda bulunmayı reddetmişlerdir. Bölgede söz konusu sektörün çalışmasını ve yapısını etkileyen esaslı değişiklikler ancak 1990’ların sonlarına doğru uygulanmaya başlamıştır. Nitekim bölgedeki bankacılık sektörüne istikrarın kazandırılması yönünde daha ciddi çabalar sarf edilmiş ve bu kapsamda bankacılık sektörünü düzenleyen yasal çerçeve geliştirilmiş, ayrıca finansal denetleme güçlendirilmiştir. Bankacılık sektörüne yönelik kısıtlamaların kaldırılması, sektöre girişlerin serbestleştirilmesi ve devlet bankalarının özelleştirilmeleri yoluyla ise Balkan ülkeleri bankacılık sektörüne yönelik yabancı yatırımlar çekmeye başlamışlardır. İktisadi dönüşüm sürecini yaşayan Balkan ülkelerinde 1990’lı yıllar boyunca finansal sistemin varlıklarının % 90’ından fazlası bankalara ait olmuştur. Bölge ülkelerinde günümüzde de aşağı yukarı benzer bir durum sürmekte ve bankacılık sektörü finansal sektöre egemen olmaya devam etmektedir. Sigortacılık, emekli fonları gibi diğer finansal faaliyetler ise düşük düzeyde kalmaya devam ediyor olmakla birlikte, son zamanlarda hızla büyümeye başlamışlardır.

Dış Ekonomik İlişkiler

Soğuk Savaş dönemi Balkan ülkelerini farklı siyasi kutuplara ayırmakla kalmamış, bölge ülkelerini ekonomik açıdan da birbirinden soyutlamıştır. Romanya ve Bulgaristan Varşova Paktı içinde bulunmuş, Türkiye ve Yunanistan ise NATO üyesi olmuştur. Diğer taraftan, Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti (YSFC) Bağlantısızlar Hareketi’nin kurucuları arasında bulunmuş, Arnavutluk ise Avrupa’da 1961-1989 döneminde kendi içine en çok kapanan ülke olmuştur. Balkan ülkeleri Soğuk Savaş döneminde sadece siyasi ilişkilerini değil, kendi aralarındaki ticareti de düşük düzeyde tutmuşlardır. 1990 yılında YSFC’nin Romanya ve Bulgaristan ile olan dış ticareti, toplam dış ticaret hacminin çok küçük payını oluşturuyordu. Belirtilen yılda YSFC’nin Bulgaristan’a olan ihracatı, toplam ihracatının % 0,7’sini, bu ülkeden gerçekleştirdiği ithalat ise toplam ithalatının % 0,8’ini geçmiyordu. Benzer şekilde Bulgaristan ve Romanya’nın da bölgedeki ülkelerle olan dış ticareti düşük seviyelerde kalmıştır. 1990 sonrası dönemde, bütün Balkan ülkeleri Batılı ülkelerle ilişkilerini geliştirmeye öncellik vermeye başlamıştır. Bir başka ifadeyle, bölge ülkelerindeki siyasi elit tercihini, Batı savunma ve güvenlik sistemi içinde yer alma, Batı ekonomisiyle bütünleşme ve AB üyesi olma doğrultusunda yapmıştır. günümüzde bütün Balkan ülkelerinin en önemli dış ticaret ortağı AB’dir. 2006, 2007 ve 2008 yıllarına ait değerlerin ortalaması dikkate alındığında, bölge ülkelerinin dış ticaretinin yaklaşık % 55’inin AB ülkeleriyle gerçekleştiği ortaya çıkmaktadır. Aynı yıllara ait değerlerin ortalaması, AB ülkeleriyle gerçekleştirilen ticaret payının Bulgaristan ve Yunanistan’da % 60’lara, Arnavutluk ve Romanya’da ise % 70’lere yaklaştığını göstermektedir.

Balkan ülkelerinin kendi aralarındaki ticarete gelince, 2006 ve 2009 yılları arasında Karadağ ve Kosova’nın bölge içi ortalama ticareti, toplam ticaret hacimlerinin sırasıyla yaklaşık % 50’si ve % 45’ine karşılık gelmiştir. Aynı dönemde Makedonya toplam ticaret hacminin ortalama % 39’unu, Bosna-Hersek ise ortalama % 34’ünü Balkan ülkeleri ile gerçekleştirmiştir. Belirtilen dönemde Romanya’nın bölge içi ticareti, toplam ticaret hacminin ortalama % 5’i, Yunanistan’ın ise ortalama % 7’si kadar olmuştur.

Uygulanan ekonomik kurallar bakımından Balkan ülkeleri iki alt kategoriye ayrılmaktadır. Birinci kategoride AB üyesi Yunanistan, Slovenya, Bulgaristan ve Romanya bulunmaktadır. Bu dört ülkenin piyasalarında iş yapmayı düzenleyen, AB kurallarıdır. Dolayısıyla bu ülkelerde iş yapabilmek, değişik standartların sağlanmasına ve belirli izinlerin alınmasına bağlıdır. Bütün bunlar ise bölgesel düzeyde ticari ve ekonomik ilişkilerin gelişiminin önünde engel olabilmektedir. İkinci kategoride Arnavutluk, Bosna-Hersek, Hırvatistan, Karadağ, Kosova, Makedonya ve Sırbistan bulunmaktadır. Arnavutluk hariç, ikinci kategorideki Balkan ülkeleri 1990’ların başlarına kadar aynı devletin çatısı altında bulunmuş, bu yüzden piyasalarında aynı kurallar, aynı kanunlar ve aynı standartlar uygulanmıştır.

EBRD’den tam puan alınmasa dahi, Balkan ülkelerinin AB üyeliğinin gerçekleşmesiyle, iktisadi dönüşüm süreçlerinin de sembolik olarak tamamlanmış olacağı söylenebilir. Bu nedenle, 2007 yılında AB üyeliğine kabul edilen Bulgaristan ve Romanya’nın bunu başardığı söylenebilir. Ancak sadece bu iki ülke değil, Balkanlar’ın geri kalan ülkeleri de AB’deki ortalama refah seviyesini yakalayabilmek için, daha çok çaba sarf etmek zorunda kalacaklardır. Mevcut durum devam ettikçe ideolojik ayrım çizgisi anlamını yitirmiş olsa da, ekonomik refah koşulları bakımından Avrupa kıtası kendi içinde bölünmüş kalmaya devam edecektir.

Türkiye İle Ekonomik İlişkiler

Soğuk Savaş döneminin sona ermesi ve Balkan ülkelerinde piyasa ekonomisine geçiş sürecinin yaşanmaya başlamasıyla birlikte, Türkiye’nin bölge ülkeleriyle var olan ticari ve ekonomik ilişkileri de gelişim göstermeye başlamıştır. Ne var ki ekonomik ilişkiler yıldan yıla artıyor olmakla birlikte, henüz arzu edilen seviyeye ulaşamamıştır. Ocak 2012 tarihi itibarıyla Türkiye’nin bütün Balkan ülkeleriyle ticari ve ekonomik işbirliği anlaşmaları bulunmaktadır. Kosova hariç, Türkiye ile Balkan ülkeleri arasında çifte vergilendirmeyi önleme anlaşmaları ve serbest ticaret anlaşmaları da vardır. Diğer taraftan Karadağ hariç, Türkiye bölge ülkeleriyle yatırımların karşılıklı teşviki ve korunması anlaşmalarını da imzalamış bulunmaktadır. Bütün bu hususların yanında, Yunanistan dışındaki Balkan ülkeleriyle

Türkiye’nin çözüm bekleyen ciddi sorunları bulunmadığı da hesaba katıldığında, önümüzdeki yıllarda Türk iş dünyasının Balkanlar’daki ekonomik varlığının daha fazla artması beklenebilir.

Bir genel değerlendirme yapılacak olursa Türkiye’nin bölge ülkeleriyle sahip olduğu serbest ticaret anlaşmaları, bölgedeki özelleştirme süreçleri, yatırım teşvikleri, üçüncü ülkelerle ticaret imkânları ve nitelikli işgücüne erişim kolaylığı gibi unsurlar Balkanlar’ı Türk iş adamları açısından cazip kılmaktadır. Ne var ki Balkan ülkeleri Türk işadamlarına vize zorlukları ve bazı yasal engeller de çıkartmaya devam etmektedir. Bu nedenle Balkan ülkelerinde Türk yatırımcılara yönelik vize ve ikamet izni kolaylığının sağlanması yününde çalışmalar sürdürülmelidir.

BALKAN ÜLKELERININ DIŞ POLITIKALARI

Yunanistan: Avrupalılaşma Süreci ve Dış Politika
Tarih sahnesine ilk defa 1830 yılında, dönemin ‘Büyük Devletleri’ İngiltere, Fransa ve Rusya’nın hazırlayıp imzaladıkları Londra Protokolü ile çıkan Modern Yunanistan Devleti, o tarihten sonra yeni topraklar kazanarak genişlemiş ve en son İkinci Dünya Savaşı’nı bitiren 1947 tarihli Paris Konferansı’nda Oniki Ada’nın da kendisine verilmesiyle günümüz sınırlarına ulaşmıştır. 1952’de NATO’ya üye olmuştur.

Yunanistan, 1974’de Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale etmesinin ardından dış politikada yeni ortaklar bulabilmek amacıyla AT’a üyelik sürecinin hızlanması için çaba sarf etmeye başlamıştır. 1 Ocak 1981’de, o tarihlerde henüz sadece “Dokuzlar” olarak da anılan AT’a onuncu ülke olarak katılan Yunanistan, 1993 tarihli Maastricht Antlaşması’yla AB’ye dönüşen, böylece Topluluk ’tan Birliğe evrilen oluşumun otuz yılı aşkın kıdemli üyelerindendir. Avrupa’daki bu entegrasyon sürecine – Birliğin geçirdiği evreler göz önünde tutulduğunda- erken sayılabilecek bir tarihte dahil olmasına rağmen, Yunanistan’ın dış politika konusunda Birliğin temel ilkesel beklentilerini karşılamak ve uyum sağlamak hususunda zorlandığı görülmüş- tür. Gerçekten de 1981 yılının başında Yunanistan AT’a üye olduğunda iktidarda Konstantinos Karamanlis liderliğindeki Yeni Demokrasi Partisi (Nea DhimokratiaYD) varken, aynı yılın Ekim ayında yapılan genel seçimleri genel başkanlığını Andreas Papandreu’nun yaptığı Panhelenik Sosyalist Hareket (Panellinio Sosyalistiko Kinima- PASOK) büyük bir çoğunlukla kazanıp işbaşına geçtikten sonra PASOK 1981-1985 arasında henüz Soğuk Savaş’ın sürdüğü yıllarda izlediği dış politikayla Topluluk platformlarını farklı gerekçelerle, söz gelişi “ABD karşıtlığı” için bir ‘araç’ olarak değerlendirmekten geri durmamıştır.

Maastricht Antlaşması: Avrupa Topluluğu’nu Avrupa Birliği’ne dönüştüren antlaşma.

Bulgaristan: Ulusal Çıkarlar ve Dış Politik Hedefler
Bulgaristan, Soğuk Savaş döneminde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne (SSCB) en yakın duruş sergileyen Balkan ülkesidir. Ülkede 1948-1954 arası dönem, Stalin politikalarının bütünüyle uygulandığı, 1954- 1965 dönemi Todor Jivkov’un yükseldiği, 1965-1981 dönemi yükselişinin pekiştiği, 1981-1989 arası dönem ise düşüşünün görüldüğü yıllardır. Ekonomik sorunlar, sık sık yapılan idari reformlar ve ülkedeki Türklere uyguladığı baskı ve asimilasyon politikaları nedeniyle 1984-1989 yılları arasında Jivkov yönetimi kan kaybetmeye başlamıştır. 10 Kasım 1989’da kansız bir darbeyle Jivkov dönemi sona ermiştir.

Todor Jivkov: 1954-1989 yılları arasında devlet yönetimini elinde tutan ve Türklere uyguladığı asimilasyon politikaları nedeniyle zorunlu göçe sebep olan Bulgar lider.

Soğuk Savaş boyunca Bulgaristan gerek iç gerekse dış politikada SSCB’ye tam bağımlı hareket etmiştir. Jivkov yönetiminin sona ermesinin ardından Petar Mladenov devlet başkanı olmuştur. Mladenov, Türklere uygulanan asimilasyon politikasına son verildiğini açıklamış, Bulgaristan’ı uluslararası topluma entegre etmeyi amaçlamıştır. Bu yeni konjonktürde Sofya dış politikada üç seçenekle karşı karşıya kalmıştır. Bunlar:

• SSCB ile işbirliğine devam etmek
• Tarafsızlık
• Batı’yla işbirliği

Bulgaristan ve Balkanlar: Batı’yla işbirliği çerçevesinde Bulgaristan, Balkan ülkelerine çok taraflılık ilkesi temelinde yaklaşmıştır. 1990 sonrasında bütün bölge ülkelerine eşit mesafede durmuş ve iç meselelerine karışmamayı ilke edinmiştir.

Bulgaristan ve AB: Bulgaristan’ın 1989 sonrası dönemde dış politikasının temel amaçlarından birini AB’ye üyelik meselesi oluşturmuştur. Soğuk Savaş döneminde ticaretinin yaklaşık % 80’ini Doğu Bloku’yla yapan bu ülke, AT ile ilişkilerini doğal olarak geliştirememiştir. 1989 sonrasında da iktidarda olan Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) hükûmetleri üyeliğe yönelik anlamlı adımlar atmamış, bu yüzden Bulgaristan 1993’te imzalanan ortaklık anlaşmasından ancak dört yıl sonra aday ülke olarak ilan edilmiş ve 2000’de müzakerelere başlamıştır.

Kozluduy Nükleer Santrali: Türkiye’ye çok yakın olan, Bulgaristan’ın Soğuk Savaş döneminde elektrik ihtiyacının önemli bir bölümünü karşılayan, eski teknolojisi nedeniyle “potansiyel Çernobil” olarak nitelendirilen nükleer santral.

Bulgaristan, ABD ve NATO: Bulgaristan’ın Soğuk Savaş sonrasında bir diğer önemli dış politika hedefi NATO’ya üye olmaktı. Bu bağlamda 1994’te NATO’nun Barış İçin Ortaklık (BİO) programına katılmıştır. BSP hükûmetlerinin NATO’ya mesafeli duruşunun aksine 1997’de iktidara geçen Batı yanlısı DGB hükûmeti NATO’yla ilişkilere ağırlık vermeye başlamıştır. Bulgaristan’ın NATO’ya üye olmak istemesinin nedenleri arasında şunlar sayılabilir: 1) Bulgaristan ordusunu NATO ordularının teknolojik ve yapısal seviyesine getirecek reformları gerçekleştirebilmek, 2) NATO’da en önemli rolü oynayan ABD ile ilişkilerini güçlendirmek, 3) Bulgaristan’ın dış ilişkilerinde artık Batı’ya dönük olduğunu teyit etmek, 4) Sofya bakış açısına göre NATO yalnızca savunma/askerî amaçlı bir kuruluş olarak görülmediğinden; altyapı, sınırı aşan projeler, enerji, yol ve mal transferi gibi alanlarda ülkenin ekonomisine olumlu katkılarının olacağına dair beklenti.

Barış İçin Ortaklık: NATO’nun 1994 yılında başlattığı, eski sosyalist ülkelerin ordularını yeniden yapılandırmaya ve bu ülkelerle NATO arasında bir işbirliği platformu oluşturmaya yönelik program.
Bulgaristan ve Rusya: 1989 sonrasında Bulgar siyasetçilerin büyük bir çoğunluğu bir taraftan Soğuk Savaş yıllarından kalma “SSCB’nin en sadık uydusu” imajını silmeye, diğer taraftan da Rusya ile geleneksel bağları koparmamaya yönelik bir siyaset izlemeye başlamış- tır. İki devlet arasında 1967’de imzalanan dostluk anlaşması 1991’de feshedilmiş; BSP üyeleri ile Rusya’daki komünist ve milliyetçi kesimin talepleri doğrultusunda ilişkileri yeni bir tabana oturtma girişimlerine başlanmıştır.

Bulgaristan ve Türkiye: 1989 sonrasında Bulgaristan’ın komşuları arasında Türklere yönelik asimilasyon uygulaması nedeniyle sorun yaşama olasılığı en yüksek ülke Türkiye olmasına rağmen Sofya’nın ivedilikle yapılanların büyük bir yanlış olduğunu belirtmesiyle ilişkilerde yeni bir dönem başlamıştır.

Türklere yönelik asimilasyon: Ülkedeki Türklerin dil, din, eğitim, kültür, isim vb. alanlarda yaşam biçimlerini devam ettirmelerini engellemeye, onları zorla Bulgarlaştırmaya yönelik, 1984-1989 arasında Jivkov yönetimi tarafından Türklere uygulanan politikaların tümü.

KEİÖ (Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü): 1992 yılında Karadeniz havzasında siyasi ve ekonomik işbirliğini geliştirmek ve bölgede barış, istikrar ve refahı pekiştirmek amacıyla Türkiye’nin öncülüğünde inşa edilmiş uluslararası kuruluş.

Romanya Dış Politikası
1989 yılından itibaren meydana gelen gelişmeler sonucu Doğu Bloku’nun dağılmasıyla beraber iki kutuplu sistemin sona ermesi, Varşova Paktı üyesi olan Doğu Avrupa ülkelerinde değişim sürecini başlatmıştır. Bu dönüşüm süreci eski bir Doğu Avrupa ülkesi olan Romanya’yı da etkilemiş ve diğer Doğu Avrupa ülkeleri gibi Romanya da Batı Bloku üyesi ülkeler olarak adlandırılan Batılı ülkelerin siyasal ve ekonomik sistemine entegrasyon yönünde adımlar atmaya başlamıştır.

Soğuk Savaş ve Sonrasında Romanya Dış Politikası: İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Romanya, 1948 yılında SSCB ile bir ittifak antlaşması imzalayarak ve 1949 yılında da COMECON’a (Council for Mutual Economic Assistance-Karşılıklı Ekonomik Yardım Konseyi) üye olmuştur. Bununla beraber zaman içerisinde ortaya çıkan gelişmeler Doğu Bloku üyesi ülkeler üzerinde her zaman SSCB kontrolünün mümkün olmadığını, Blok üyeleri ile SSCB arasında zaman zaman ciddi problemlerin yaşandığını göstermektedir.

Uluslararası Kuruluşlarla İlişkiler: Bu hedeflere uygun olarak Romanya, 1993 yılında NATO’ya tam üye olma isteğini bildirmiştir. Ocak 1994’te NATO’nun Brüksel’deki toplantısında, gelecekte üye olması öngörülen Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin NATO’nun yönettiği barışı koruma operasyonlarına katılımlarını sağlamak ve böylece bu ülkelerin silahlı güçlerini yeniden yapılandırmalarına yardımcı olmak amacıyla Barış İçin Ortaklık (BİO) girişimi başlatılmıştır.

Komşu Ülkelerle İlişkiler: Romanya ve Macaristan Soğuk Savaş döneminde komünist rejimlere sahip ve Doğu Bloku’na üye olan iki devlet olduklarından bu dönemde Romanya-Macaristan ilişkileri daha ziyade ideoloji ve blok politikası bağlamında şekillenmiştir. Ancak Soğuk Savaş sonrası dönemde Romanya-Macaristan ilişkileri bu ülkelerin ulusal çı- karlarının yanı sıra bölgesel politikalar ve ortak çıkarlar bağlamında yeniden şekillenme eğilimi göstermiştir. Soğuk Savaş sonrası dönemde de Romanya- Macaristan ilişkilerinde, 1920 yılında imzalanmış olan ve iki ülke ilişkilerini sekteye uğratan Trianon Anlaşması’nın hükümlerinin etkili olduğu gözlenmektedir. Ayrıca iki ülke arasındaki ilişkileri belirleyen diğer bir unsur “Transilvanya sorunu”dur ve buna bağlı olarak Transilvanya bölgesinin hangi ülkeye ait olduğu sorunu ve Romanya’daki Macar azınlığın durumu tarihsel olarak iki ülke ilişkilerinde anlaşmazlık yaratan önemli konulardır.

Romanya-ABD İlişkileri: Romanya-ABD ilişkileri bloklar arası gerginliğin azaldığı 1960’lı yılların başlarında iki ülke arasında Amerikan mülkiyet iddiaları konusunda bir anlaşma imzalanmasıyla gelişmeye başlamıştır. Bu süreçte 1969 yılında ABD Başkanı Richard Nixon Romanya’ya resmi bir ziyaret gerçekleştirmiş ve ideolojik farklılıklara rağmen iki ülke arasındaki diyalog 1970’ler boyunca liderler düzeyinde devam etmiştir. 1975 yılında ABD tarafından Romanya’ya “en çok gözetilen ulus” statüsü tanıyan anlaş- ma imzalanmıştır.

Arnavutluk Dış Politikası
Kuruluşundan itibaren Arnavutluk dış politikasının iki önemli unsurunu Balkanlar’da Arnavutluk sınırları dışında yaşayan Arnavutların durumları ve Arnavutluk’un yapısal olarak zayıf bir devlet olmasının getirdiği bölgesel ya da büyük güçlerle ittifak ilişkileri geliştirme eğilimi oluşturmuştur. Bu unsurların yanında Arnavutluk’un iç yapısı, rejimi ve siyasetindeki değişimler de dış politikasının şekillenmesinde önemli ölçüde etkili olmuştur.

Arnavutluk Dış Politikasında İttifaklar Dönemi: 1924 yılında iktidarı ele geçiren Ahmet Zogu (Kral I. Zog) döneminde Arnavutluk, otoriter bir yönetim altında bütünleşmiş görünse de ekonomik zorlukları aşamamıştır. Bu dönemde üye olduğu Milletler Cemiyeti’ne borçlanmak için başvuruda bulunmuş ancak olumlu yanıt alamamıştır. Bu gelişme üzerine Kral Zog mali destek için büyük güçlere yönelmek zorunda kalmıştır. Bu devletlerden özellikle İtalya, Arnavutluk’a destek olmuş, ilişkilerini mümkün olduğunca geliştirmeye çalışmıştır. Aslen İtalya Adriyatik ötesinden gelen coğrafi yakınlığı sebebiyle Arnavutluk’u Balkanlar’a açılan bir kapı olarak görmüş ve tarihsel olarak bu bölgede etkinlik kurmak için çaba sarf etmiştir. Bu dönemde Mussolini önderliğindeki faşist rejim Balkanlar’da etkili olabilmek için Arnavutluk’ta nüfuz sahibi olmayı dış politikasının önceliklerinden birisi hâline getirmiştir. Arnavutluk ise Boşnakların Hırvat Müslümanlar olduğunu ileri komşu ülkelerin irredentist politikaları karşısında Roma’yı sürmüştür. bir dayanak kullanmak istemiş ve bunun karşılığında
İtalya’ya önemli imtiyazlar sunmuştur.

İrredentizm: Bir devletin diğer bir devletin topraklarının tümü ya da bir kısmı üzerinde tarihsel, etnik, kültürel, dinsel ya da farklı nedenlerle hak iddia etmesi sonucunda o bölgeleri ele geçirmeye yönelik geliştirdiği siyasettir.

Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Arnavutluk Dış Politikası: Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nda 1980’lerin sonunda başlayan ve hızla ilerleyen rejim değişiklikleri sürecinin Arnavutluk’a etkisi ülkenin kapalı karakteri yüzünden göreceli olarak geç olmuştur. Bu dönemde kaçınılmaz hâle gelen dönüşüm süreci kontrollü yönetilmeye çalışılmış ancak toplumsal tepkiler sonucunda önce iktisadi daha sonra da siyasi kısıtlamalar hızla kaldırılmaya başlanmıştır. Bu süreçte ayrıca ülkenin dünya ile bütünleşmesine yönelik olarak Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK) gibi süreçlere ve örgütlere üye olunmaya başlanmıştır. 1990 yılı sonunda çok partili sisteme geçilmiştir.

Yeni Devletlerin Dış Politikaları
Sırbistan’ın Dış Politikası: Sırbıstan’nın dış politikasını anlamak için Yugoslavya’ya kısaca değinmekte fayda var. Daha önceki bölümlerde ifade edildiği üzere, farklı kültürel kodlara ve tarihsel aidiyetlere sahip olan eski Yugoslavya’yı oluşturan halklar kendilerini tek bir ulus olarak görmemişlerdir. Temel sorun da tek bir Yugoslav ulusal aidiyetinin oluşmamasıdır. Hırvat-Sloven aile kökenine dayanan Tito da yeni Yugoslavya’yı etnik temelde yapılandırmamıştır. Tito, Mayıs 1980’de öldüğünde etnik gerginliklerin tırmandığı ve ekonomik gelişmişlik düzeyleri birbirlerinden çok farklılaşmış bir Yugoslavya miras bırakmıştır. 1980’den Soğuk Savaş’ın sona erdiği 1989 yılına kadar geçen süreçte Sırbistan siyasal seçkinleri, diğer cumhuriyet ve özerk bölgeler için kazanım, kendileri için bir ‘ihanet’ olarak gördükleri Tito dönemi uygulamalarına son vermeyi siyasal bir hedef olarak görmüşlerdir.

Hırvatistan’ın Dış Politikası: Yugoslavya’nın parçalanmasını etkileyen en önemli olgu, Hırvat-Sırp gerginliğine bir çözüm bulunamamasıdır. Hırvat liderlerin algılamalarında ‘kültürel ve bölgesel aidiyet sorunu’ önemli bir yer tutmaktadır. Bu aidiyet sorununu derinlemesine ya- şayan liderlerden, 1989’da Hırvat Demokratik Birliğinin (HDZ) kurucusu Franjo Tudjman, devlet başkanı seçildiği 1990’dan öldüğü Aralık 1999’a kadar Hırvatistan’da iktidarda kalmıştır. 1991’de Slovenya ile birlikte Yugoslavya’dan ilk ayrılan cumhuriyetlerden biri olmuştur. Başkan Tudjman, Tito’nun ölümü sonrasında Yugoslavya kurumlarının başta ordu olmak üzere Sırplaştırılmasına büyük tepki göstermiştir. Ancak diğer etnik gruplara yönelik tepkileri Miloşeviç’i aratmayacak düzeydedir. Örneğin Tudjman, zaman zaman Bosna-Hersek’in Hırvatistan’a bağlanması gerektiğini ve Bosna-Hersek Cumhuriyeti Dış Politikası: Yugoslavya’nın parçalanması sürecinde cumhuriyetlerin siyasal varlığına yönelik tehdit algısının en yüksek olduğu ülke, Bosna-Hersek’tir. Daha önceki ünitelerde de ifade edildiği üzere Bosna-Hersek, esas olarak Boşnak (% 48), Sırp (% 34), Hırvat (% 15) olmak üzere üç etnik grubun yaşam alanıdır. Bu üç etnik gruptan sadece Boşnakların yaşam alanı Bosna-Hersek’tir. Boşnak lider Aliya İzzetbegoviç, Mart 1992’deki bağımsızlık ilanını ‘Sırp ve Hırvatların savaş alanına dönüşerek yok olmama’ kararlılığının bir ifadesi olarak aldıklarını belirtmektedir. 1992-1995 dönemindeki Sırp saldırganlığı ve bazı Hırvat girişimleri bu kaygının doğrulunu göstermiştir. 1994 sonrası ABD’nin Yugoslavya sorununa artan ilgisi ve Türkiye’nin ısrarla sorunu uluslararası toplumun gündeminde tutma çabaları, uğradıkları çok büyük zararlara rağmen Boşnak halkının siyasal bir çözüme ulaşmalarına olanak tanımıştır. Dayton Anlaşması, son derece karmaşık, kırılgan, yetki dağılımının karmaşık olduğu çok etnikli bir siyasal yapı inşa etmiştir. Hırvatlar ve Boşnaklar, bu çok etnikli yapının parçaları iken Sırplar, nüfuslarından çok daha fazla toprağı kontrollerine geçirerek (% 49) ayrı bir cumhuriyetle ödüllendirilmişlerdir. Bosna-Hersek’in 1995 sonrası dış politikasında bir anlamda üç parçalı yapının izlerini görmek mümkündür.

Karadağ’ın Dış Politikası: Karadağ, küçük yüz ölçümüne kıyasla Balkan tarihinde çok önemli bir rol oynamış- tır. 1918 yılında düzenlenen referandumla bağımsızlığından vazgeçen Karadağ, 2006’da bağımsızlığını tekrar kazanmıştır. Karadağ, 1991-2000 döneminde Sırbistan’a uygulanan uluslararası yaptırımlardan zarar görmüş, bu ülkenin uluslararası toplumdaki negatif imajından etkilenmiştir. Karadağ’ın küçük yüz ölçümü ve nüfusu nedeniyle Avro-Atlantik kurumlarına çok uzak olmayan bir gelecekte üye olacağı düşünülmektedir. 1991-2000 arası dönemde ülkedeki Sırp nüfusta ciddi bir artış yaşanmıştır. Karadağ liderleri Sırbistan’ın ülkenin demografik haritasını değiştirme çabalarına tepki göstermişlerdir. Tüm bu gelişmeler birlikte ele alındığında Karadağ, 2000- 2002 döneminde ayrılma yönünde güçlü eğilimler taşımasına karşın, özellikle AB’den gelen baskılarla bu yönde adım atmamıştır. Ancak Mayıs 2006’da düzenlenen bağımsızlık referandumunda çıkan % 55,5’lik sonuçla Karadağ federasyondan ayrılmıştır.

Kosova’nın Dış Politikası: Kosovalı Arnavutlar, 2 Temmuz 1990’da yayımladıkları bildiri ile Sırbistan’dan bağımsızlıklarını ilan etmişler ve Yugoslavya içinde tam kurucu cumhuriyet olduklarını ileri sürmüşlerdir. Mayıs 1992’de Kosovalı Arnavutlar tarafından düzenlenen se- çimlerde Kosova Demokratik İttifakı (KDİ) lideri İbrahim Rugova seçimleri kazanmış ve ilk cumhurbaşkanı olmuştur. 1991-1995 arası dönemde Yugoslavya cumhuriyetleri arasındaki sorunların çözümlenmesinde askerî kuvvet kullanımı ön planda iken Başkan Rugova, ‘barışçıl yöntemler’in uygulanmasına önem vermiştir. Böylece Rugova, uluslararası toplumun dikkatini Kosova sorununa çekebileceğini düşünmüştür. Ancak Kosova sorununun Dayton müzakereleri gündemine alınmaması Kosovalı Arnavut toplumunda tam bir hayal kırıklığı uyandırmıştır. Uluslararası toplumun bu ilgisizliği, Kosovalı Arnavutlar arasında şiddet aracılığıyla hedeflerine ulaşma olgusunu güçlendirmiştir. 1996’dan itibaren Sırp hedeflerine yönelik bazı şiddet eylemleri düzenleyen Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK), 1995-1998 arasında toplumsal meşruiyetini güçlendirmiştir. 1996’dan itibaren yavaş yavaş tırmandırılan ve 1998 sonbaharında zirve noktasına çıkan Sırp saldırıları, Kosova sorununun uluslararası toplumun gündemine girmesine neden olmuştur. ABD’nin ve AB ülkelerinin baskısıyla Sırbistan, Arnavut heyetiyle Fransa’nın Rambouillet şehrinde düzenlenen müzakerelere katılmıştır. 19 Mart 1999’a kadar yürütülen müzakereler neticesinde ortaya konulan Rambouillet Anlaşması’nı Kosovalı Arnavutlar imzalarına karşın Sırp tarafı imzalamamıştır. BM, 1998 yılından itibaren Kosova sorununu gündemine almasına rağmen, Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) ve Rusya Federasyonu vetosu sebebiyle BM Güvenlik Konseyi’nden askerî yaptırım kararı çıkartılamamıştır. Bunun üzerine NATO, ‘insani müdahale’ çerçevesinde 23 Mart’tan 10 Haziran 1999’a kadar Sırp hedeflerini bombalamıştır. Sırbistan’ın imzaladığı Ahtisaari-Chernomyrdin Anlaşması ve Güvenlik Konseyi’nin 1244 sayılı kararı Kosova’nın yol haritasını oluşturmuştur. Buna göre Kosova, UNMIK ve KFOR kontrolü altına alınmıştır. Bu süreçte UÇK, uluslararası toplumda meşruiyet kazanacak ve Kosova Koruma Birliğine (Kosovo Protection Corps-KPC) dönüştürülecektir.

Makedonya’nın Dış Politikası: Yugoslavya’dan ayrılarak bağımsızlığını ilan eden cumhuriyetler arasında siyasal ve toplumsal yapısı en kırılgan olanlardan biri Makedonya’dır. Makedonya, Tito ve sonrası dönemde Yugoslav ekonomik pastasından en az pay alan cumhuriyetlerden biridir. Ülkenin askerî savunma kapasitesi de son derece zayıftır. 1912-1913 Balkan Savaşları sonrası ülkesel bütünlüğünü koruyamayan Makedonya, 1990 sonrası benzer bir güvenlik tehdidi ile karşı karşıya kalmıştır. Bu güvenlik tehdidi çok boyutludur. Makedon ulusunun varlığının tanınması, ülkesel bütünlüğün korunması ve ülke isminin Makedonya olarak tescili Makedon dış politika yapıcılarının bugün dahi aşmaya çalıştıkları sorunlar olarak varlığını sürdürmektedir.

Slovenya’nın Dış Politikası: Slovenler, Birinci Dünya Savaşı sonrası yıkılan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu oluşturan halklardan biriydi. Hırvatlar, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içerisinde özerk kurumsal yapılara sahip olmalarına karşın, Slovenlerin bu tür bir ayrıcalıkları olmamıştır. Slovenler, 1918 sonrası Hırvatların ikili bir ortak federasyon kurma tekliflerini reddetmiş Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı’nın bir parçası

olmayı ise tercih etmişlerdir. Tito döneminde, cumhuriyet statüsüne sahip olan bu ülke, diğer cumhuriyetlerle kıyaslandığında kurumsal ve ekonomik gelişmişlik açısından en ileri bölge olmuştur. Slovenya’nın başarılı ekonomik performansı, Sırbistan ve Makedonya tarafından sık sık eleştirilmiştir. Ülkenin ekonomik gelişmesinde, 1980’lerin ortalarından itibaren uygulanan liberal reformlar ve uygulanacak politikalar konusunda farklı siyasal gruplar arasında sağlanan uzlaşının getirdiği istikrar önemli rol oynamıştır. 1980’lerde Yugoslavya’nın diğer bölgelerinde ekonomik krizler aşırı milliyetçi bir siyasal ortamı tetiklerken Slovenya’nın sağladığı ekonomik başarılar ülkede daha ılımlı bir ortam yaratmıştır. Ekonomik başarı, Slovenler arasında Yugoslavya’nın mevcut statüsünün sorgulanmasına da yol açmıştır.

KÜRESEL AKTÖRLER VE BALKANLAR

Balkanlar’da Güvenlik Meseleleri
21. Yüzyılda Balkanlarda Güvenlik Meseleleri

Balkanlar 1990’lar boyunca yoğun bir şekilde dünya gündeminde yer almaktaydı. 1990’larda Balkanlar’da Slovenya, Hırvatistan, Bosna Hersek ve Kosova Savaşları olmak üzere dört savaş yaşandı. Şiddet, 1990’ların sonundan itibaren çoğunlukla sona ermiş olsa da Balkanlar’da güvenlik sorunları hâlâ varlığını sürdürmektedir. Güvenlik kavramı, zamanla devlet, ulus ve askerî konulardan ziyade; ekonomiye, bireye ve topluma yoğunlaşan; çevre ve göç gibi “yumuşak güvenlik” sorunlarına odaklanan yeni güvenlik anlayışına evrilmiştir. Bu yüzden 1990’lardan itibaren güvenlik aktörleri çoğalmış ve güvenlik tanımının içeriği gelişmiştir. Bu bölümde güvenlik kavramı, askerî konulara odaklı anlamıyla değil; geniş anlamıyla kullanılacaktır.

Soğuk Savaş döneminde Balkanlar’da güvenlik de dış politika da çift kutuplu sistem tarafından belirlenmekteydi. Farklı bloklara üye olan ülkeler birbirlerine karşı derin bir güvensizlik yaşamaktaydı. Soğuk Savaş’ın bitmesi Balkanlar açısından bir kırılma noktası; Yugoslavya’nın dağılma sürecine girmesi ise bölge için dönüm noktalarından biri olmuştur. Yugoslavya’nın dağılmasıyla yedi yeni devlet ortaya çıkmış; fakat iç sınırlar aynı kalmıştır. Ayrıca etnik homojenleşme süreci yaşanmıştır. Etnik ulusçuluk, ayrışmayı başlatmıştır.

Yeni dönemde bölgenin karşı karşıya kaldığı sorunlar şu şekilde sınıflandırılabilir:

• Yeniden etnik milliyetçilik,
• Homojenleşme süreci,
• Uluslararası protektoratlar,
• Örgütlü suçlar,
• Göçmenler ve yerinden edilmiş kişiler,
• Bölgesel iş birliği girişimlerinin zayıf kalması,
• AB perspektifinin belirsiz olması,
• Sınırların belirsizliği,
• Ekonomik sorunlar ve çevre sorunları,
• Geçmişle yüzleşmek ve mağduriyet psikolojisi.

Uluslararası Temsilcilikler ve Devletleşme Süreçleri
Uluslararası Yönetimler ve Barışın İnşası

Himaye (Protektora), 19. yüzyılda Avrupa’nın büyük güçlerinin, bir devletin korunması, yönetilmesi ya da bir Hristiyan azınlığının sömürülmekten korunması amacıyla ortaya çıkardıkları bir uygulamaydı. Himaye tarzı yönetim modeli, tarih boyunca manda ve vesayet gibi çeşitli isimler almıştır. Tarihteki örnekler, himaye anlaşmalarının çoğunun sona erdiğini ve himaye altındaki devletlerin bağımsızlıklarını ilan ettiğini göstermektedir.

1990’larda Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılması sonucu dünya üzerinde sosyalist sistemin çökerek, kapitalizmin hâkimiyet kazanmasına

tanıklık etmiştir. “Yeni Dünya Düzeni” ABD hâkimiyetindeki uluslararası örgüt ve ittifakların da kendisini yenilemesini zorunlu kılmıştır. Örneğin; BM 1992 yılında 21. yüzyılda barış ve kalkınmaya yönelik olarak ifade ettiği “Barış Gündemi” stratejisini ortaya koymuştur. ABD önderliğinde uluslararası toplum, ülke içi çatışmalara daha çok müdahil olmaya başlamıştır. SSCB’nin dağılmasından sonra işlevini yitirdiği söylenen NATO, “alan dışı görev” misyonu ile yeniden canlanmıştır. 20. yüzyılın sonlarından itibaren uluslararası sistemin bölgesel dinamiklerin de etkisiyle ortaya çıkan müdahale kavramı “uluslararası himayecilik” (international protectorate) olarak formüle edilmiş, “insani müdahale” teziyle meşrulaştırılmış ve çok taraflı ve zorlayıcı barış operasyonlarıyla şekillendirilmiştir. Günümüzde uluslararası himaye modelinin Balkanlar’daki en güncel örnekleri Bosna Hersek ve Kosova’da devam eden uluslararası yönetim misyonlarıdır.

Dayton Anlaşması Sonrası Bosna-Hersek: Bosna- Hersek, 3 Mart 1992 tarihinde bağımsızlığını ilan etmiştir. İlanın ardından Yugoslav ordusu ve Bosnalı Sırpların saldırısına uğrayan Bosna’da savaş 3,5 yıl sürmüştür. ABD’nin net tavır koymasıyla da ancak 14 Aralık 1995 tarihinde Paris’te Dayton Barış Anlaşması (DBA) imzalanmıştır. Anlaşma ile “sivil” ve “askerî” olmak üzere iki alanda düzenleme yapılmıştır. Askerî yönün uygulama yetkisi NATO ve NATO dışı ülkelerin sağladığı birliklerle oluşturulan bir kuvvetin sorumluluğuna verilmiştir. Sivil yönün uygulanması ise Birleşmiş Milletler Yüksek Temsilciliği’nin sorumluluğuna verilmiştir. Dayton’ın uygulanması sürecinde Bosnalı siyasetçilerin sürekli olarak gerçekleri gizledikleri gerekçesi ile Barış Uygulama Konseyi kurulmuştur. Amacı Anlaşma’nın uygulanmasını sağlamaktır. 55 üyesi vardır ve Türkiye de bu üyeler arasındadır. Bosna, devletleşme yolunda 15 yılı aşkın bir zamandır geçiş süreci yaşamaktadır. Bu süreçte Bosna halklarının ya da seçilmiş siyasi temsilcilerinin 2000’li yılların başına kadar fazla bir inisiyatifi olmamıştır. Bosna-Hersek’te 2006 tarihinde gerçekleşen seçimlere kadar geçen sürede ülke siyasetine ağırlıklı olarak ulusalcı partilerin ön plana çıkması, ülkede hedeflenen reform ve Avrupa ile entegrasyon sürecini geciktiren temel etken olmuştur.

DBA, Bosna’da kan dökülmesine son vererek ülkede barışın yeniden sağlanması konusunda başarılı olsa da dünyanın en karmaşık hükümet sistemlerinden birinin kurulmasına da yol açmıştır. Merkezî kurumları zayıf olan, bünyesindeki iki entisite arasında sürekli bir ayrılık bulunan ve uluslararası yönetime bağımlı durumdaki ülkede bu sistemi uzun vadede sürdürülebilir bir sistem olarak değerlendirmek zordur. Bu yapı, ancak Bosna- Hersek’in kendi kurumlarıyla tamamen işler bir hal alması sonucu ortadan kaldırılabilir.

Kosova – Uluslararası Gözetimde Bağımsızlık Süreci: Uluslararası toplumun Balkanlar’daki ikinci yönetim modeli Kosova’dır. NATO tarihinde ilk kez kendi sınırları dışında bir insani felaketi önlemek için askerî müdahalede bulunmuştur. BM Güvenlik Konseyi’nin 10 Haziran 1999 tarih ve 1244 Sayılı kararıyla Kosova’da yasama, yürütme ve yargı yetkilerini kullanacak, asker ve polis gücünü kontrol edecek olan BM Geçici Uluslararası Yönetimi kurulmuştur. Kararda, uluslararası barış ve güvenliğin başlıca sorumlusunun Güvenlik Konseyi olduğu tekrar edilmiş ve Güvenlik Konseyi’nce daha önce alınan 1160, 1199, 1203 ve 1239 Sayılı kararlar ile uyum içinde hareket edileceğine işaret edilmiştir.

BM Geçici Kosova Misyonu (UNMIK) ve NATO liderliğinde Kosova Gücü oluşturulmuştur. BM ve NATO dışında, AGİT, Temas Grubu, G-8’ler gibi uluslararası mekanizmalar da Kosova’da barışın inşasında rol oynamıştır. 1244 Sayılı kararda “güçlü özerlik” ve “kendini irade” ifadeleri kullanılırken “bağımsızlık” ve “self-determinasyon” ifadelerinden sakınılmıştır. Kararda ayrıca Kosova’nın nihai statüsünün belirlenmesinde Rambouillet Anlaşması metninin dikkate alınacağını düzenlemiştir. Bu anlaşmaya göre, Kosova’nın nihai statüsü belirlenirken Kosova halkının iradesinin de dikkate alınacağı belirtilmiştir.

BM Genel Sekreter Özel Temsilcisi tarafından hazırlanan “Kosova Geçici Öz – Yönetim Anayasal Çerçevesi” 15 Mayıs 2001 tarihinde imzalanmış ve yürürlüğe girmiştir. Geçici Anayasal Çerçeve ile Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin Kosova üzerindeki egemenliği hukuken ve fiilen ortadan kalkmış oluyordu. Bosna’daki yönetime benzer bir şekilde halkın seçtiği temsilcilerin karar alma yetkileri sınırlı kalmıştır. Bir anlamda, yabancı güçlerin seçilmemiş temsilcileri, ülke halkının seçilmiş temsilcilerini görmezden gelmiştir. Kosova’nın bağımsız olmasının ardından çatışma ve istikrarsızlık çıkar kaygısıyla ABD, İngiltere, Fransa, Almanya ve NATO müdahalesi ile Kosova’da uluslararası yönetimin kurulmasını destekleyen diğer Batı ülkeleri UNMIK’ın oldukça geniş yetkilere sahip olmasına arka çıkmıştır. Kasım 2005’te BM Genel Sekreteri, Kosova’nın statüsünü belirlemek amacıyla özel temsilci olarak Finlandiya’nın eski Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari’yi Kosova’ya göndermiştir. Mart 2007’de Kosova’nın statüsüyle ilgili bir plan hazırlamıştır. Ahtisaari Planı olarak anılan bu plan Kosova’nın belli bir süre uluslararası gözetim altında kalmak şartıyla bağımsız olmasını öngörmekteydi. Ardından ABD, AB ve Rusya da müzakere sürecini yönetmeye çalışmış ama hem Sırpların hem de Kosovalı Arnavut liderlerin mutabık kalacağı bir çözüm bulamamıştır.

Kosova Parlamentosu 17 Şubat 2008 tarihinde tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan etmiştir. 9 Nisan 2008 tarihinde Kosova Parlamentosu, Kosova’nın bağımsız ve demokratik bir devlet olduğu belirtilen kurucu Anayasasını da onaylamıştır. Kosova Ocak 2012 itibariyle
86 BM üyesi ülke tarafından tanınsa da uluslararası arenada tanınma mücadelesi vermeye devam etmektedir. Çünkü bu sayı BM gibi uluslararası örgütlere üye

olabilmek için yeterli değildir. 27 AB üyesi ülkeden ise 22 tanesi Kosova’yı resmî olarak tanımaktadır.

Avrupa Birliği ve Balkanlar

SSCB’nin dağılması ve Soğuk Savaş sonrası AB, Balkanlar’ın Avrupa ile bütünleşmesi işlevini üstlenmiştir. AB’nin Balkanlar’a yönelik öncelikli stratejileri şunlardır:

• Etnik çatışmaların kontrol altına alınması,
• Yoksulluk ve savaştan kaynaklanan göçün azaltılması,
• Çoğulcu demokrasi yapılarının kurulması ve benimsenmesi,
• İnsan haklarına saygı gösterilmesi ve azınlık haklarının korunması,
• Serbest piyasa ekonomisi yapılarının kurulması.

AB’nin Balkanlar’a Genişlemesi

Hırvatistan, Makedonya, Bosna-Hersek, Sırbistan, Karadağ ve Kosova gibi eski Yugoslavya’dan ayrılan ülkelerle Arnavutluk’tan oluşan bölge, AB tarafından Batı Balkanlar olarak adlandırılmaktadır. AB, mevcut genişleme gündemi, gerekli koşulları karşılamaları hâlinde Batı Balkan ülkelerine AB üyesi olma olanağı sunmaktadır. 2014 yılı itibariyle AB ülkelerinin vize istediği Kosovalılar dışında Balkan ülkeleri vatandaşları Şengen kapsamındaki 27 ülkeye vizesiz giriş çıkış hakkı kazanmıştır.

AB’nin Balkanlar’daki Askerî Operasyonları ve Sivil Misyonları

AB, Yugoslavya’nın parçalanma sürecinde ve sonrasındaki etnik çatışmalarda etkin bir rol oynamamıştır. Yine de BM, NATO gibi örgütlerle uyumlu hareket edebilmiştir. AB Polis Misyonu, EUFOR/Althea operasyonu, Concordia operasyonu, EUPOL/Proxima polis misyonu gibi çeşitli görevler üstlenmiştir. Ayrıca AB, Kosova’da 2008 yılından bu yana hukukun üstünlüğü misyonunu (EULEX) gerçekleştirmektedir.

AB ve Balkanlar’da Bölgesel İşbirliği

AB, Batı Balkan ülkeleri arasındaki işbirliğine çok önem verdiği için Katılım Öncesi Mali Yardım programı (IPA) aracılığıyla bölge ülkeleri arasındaki işbirliği projelerine mali katkıda bulunmaktadır. Ayrıca bölge ülkeleri arasında siyaset ve güvenlik alanlarında işbirliğinin güçlendirilmesi, ekonomik işbirliğinin teşvik edilmesi ve işbirliğinin demokratik kurumlar, adalet, yasa dışı faaliyetlerle mücadele ve beşeri boyutlarının genişletilmesini amaç edinen Güneydoğu Avrupa İşbirliği Süreci, 1996 yılında başlatılmıştır. Türkiye de bu sürece dâhil ülkelerden biridir.

ABD ve Balkanlar
ABD’nin Balkanlar politikası Soğuk Savaş döneminde iki kutuplu sistemin gereklerine uygun ilerlerken sonrasında hegemonik yapılanması açısından önem kazanmıştır. ABD, Yugoslavya’nın dağılma sürecinde taraf almadan “birlik ve demokrasi” ilkesine bağlılığını ilan etmiştir. Başka bir deyişle Yugoslavya dağılmadan demokratikleşsin görüşünü savundu ama dağılınca bağımsızlık ilan eden Hırvatistan, Slovenya ve Bosna- Hersek’i tanıdı. Söz konusu ülkelerde yaşanan çatışmaların çözümünü AB’ye bıraktı ama özellikle Bosna’da yaşanan çatışmalarda AB’nin yetersizliğini görünce müdahil oldu. Bu süreçte ABD, Türkiye’nin de çabalarıyla, Bosna’daki güç dengesini kurmak amacıyla Boşnak ve Hırvatları bir araya getirme politikasına yöneldi ve Mart 1994’te Washington’da Boşnak-Hırvat Federasyonu kuruldu. BM’nin talebi üzerine NATO, tarihinde ilk kez Soğuk Savaş sonrasında askerî bir operasyon düzenledi. ABD’nin asıl girişimi diplomatik alanda gerçekleşti ve Dayton Barış Anlaşması imzalanana kadar geçen süreci yönetti. ABD, Dayton sonrasında da Bosna ile ilgilendi. Barış anlaşmasını uygulamak için kurulan IFOR ve sonrasında SFOR’a asker sağladı. Boşnak-Hırvat Federasyonu ordusuna “eğit-donat” programı ile destek verdi.

ABD, Makedonya sorununda da önemli bir rol oynadı. Makedonya’yı 1994’te tanıdı ve isim sorun yüzünden Yunanistan’la sorun yaşadığı dönemde ülkeye destek olarak arabulucuk yaptı. Makedon-Yugoslavya sınırına yerleştirilen UNPREDEP adlı BM koruma gücüne 300 asker yollayarak Balkanlar’a ilk kez kara gücü göndermiş oldu.

ABD, Balkanlar’da Kosova sorunu sırasında da varlığını hissettirdi. Kosova’da 1998’den itibaren çatışmaların başlaması ve Sırp birliklerinin yoğun güç kullanması sonucu Bosna’daki etnik temizliğin tekrar etmeye başlaması ABD’yi ve diğer Batılı ülkeleri daha hızlı hareket etmeye zorladı. ABD’nin hazırladığı planlar, Miloşeviç yönetimine BM yönetiminin kurulmasını ve barış uygulama gücünün yerleşmesini kabul ettirdi. ABD Şubat 2008’e gelindiğinde Kosova’nın bağımsızlığını destekleyerek bölge siyasetindeki etkisini devam ettirdi.

Balkanlar bölgesi, Soğuk Savaş sonrası dönemde Amerikan hegemonyasının yeniden yapılanması açısından önemli bir jeopolitik coğrafya olmuştur. ABD buradaki çatışma ve istikrarsızları stratejik bir avantaja çevirebilmiştir.

Rusya Federasyonu ve Balkanlar
Rusya Federasyonu’nun Dış Politikası

RF’nin Balkanlar’a yönelik politikası SSCB sonrası dış politika yapım ve dönüşüm sürecinin belirgin göstergelerinden biridir. 1994 yılı sonrası RF, Balkanlar’da realist uluslararası sistem okuması çerçevesinde bir dış politika izlemiştir. 1993 sonrası dönemde dış politikada Rusya’nın “büyük güç” statüsüne vurgu yapan ve “eşit bir aktör” olarak kabul edilmesine yönelik politikalar izlenmiştir. Yine de ekonomik ve siyasi kazanımlar gölgelenmesin kaygısıyla Moskova ve Batı’nın karşı karşıya gelmemesi için hassasiyet gösterilmiştir.

Yeltsin Dönemi Rusyası ve Balkanlar

1991 sonrası Yeltsin ve Batı merkezli dış politika eğiliminde olan lider kadrosu, devlet merkezli ekonomiden serbest piyasa ekonomisine geçişi amaçlamıştır. 1992-94 yılları arasında Batılı ülkelerle ortak çıkarlara sahip olduğu ve uluslararası işbirliğine gidebileceği inancını yaymıştır. Fakat reform programlarındaki başarısızlık, Batı yönlü dış politika uygulamalarına şüphe ile bakılmasına yol açmıştır. 1993 sonrası Rus politikası “realist pragmatizm”i benimseyerek iki uygulamayı öne sürmüştür:

1. Uluslararası alanda “eşit” bir aktör olarak kabul görmek,
2. Eski Sovyet coğrafyası ile ilişkilerin yoğunlaştırılması.

Yugoslavya Krizi Sırasında Rus Dış Politikası

1990’lı yılların başında sinyal veren Yugoslavya krizi karşısında SSCB ihtiyatlı davranmış ve Yugoslavya bütünlüğünün korunması yönünde beyanda bulunmuştur. SSCB sonrası süreçte bağımsızlığını kazanan devletlere karşı izlediği politika, “Batı ile işbirliği” tercihi yüzünden pasif olmakla eleştirilmiştir.

Bosna Savaşı ve Rus Dış Politikası

Bosna’da çatışmalar patlak verdiğinde RF, tarafsız kalmış; sonrasında sergilediği arabulucu yaklaşım da başarısızlıkla sonuçlanmıştır. BM Güvenlik Konseyi’nde bir tasarı hariç Yugoslavya’ya karşı tüm yaptırımları onaylamıştır. Sırbistan’a etnik ve dini bağlar nedeniyle destek verilmesinin RF’yi Batı’dan izole eder endişesiyle Sırp yanlısı politikalar reddedilmiştir. Ekonomik politikaların halk nezdindeki yıkıcı etkisi RF’de liberal görüşe verilen desteği azaltınca dış politikada da değişikliğe gidilmek zorunda kalınmış; daha milliyetçi ve Avrasyacı söylemler benimsenmiştir. 1996 yılı başında da dış politikaya realist anlayış hâkim olmuştur.

NATO’nun Kosova Müdahalesi ve RF’nin Politikası

NATO’nun Kosova operasyonunun BM Güvenlik Konseyi’nin onayı olmaksızın gerçekleştirilmesi hem uluslararası ilişkilerde hem de uluslararası hukukta tartışmalara yol açmıştır. Rusya bu müdahaleye en başından karşı çıkmıştır. Yugoslavya’nın egemenliğine saygı duyulmadığı ve BM Şartı’nın getirdiği kuvvet kullanma yasağına uyulmadığı argümanlarına dayanmıştır. Sırbistan’a yapılan müdahale NATO eliyle yürütüldüğünden, Rusya Federasyonu NATO ile olan kurumsal ilişkilerini askıya almış, bu çerçevede 1994’te imzalanan Barış için Ortaklık Anlaşması da dondurulmuştur. Kosova müdahalesine muhalefetini diplomatik adımlarla da göstermiştir. Örneğin operasyon haberini alınca ABD ile olan tüm görüşmeleri durdurmuştur.

RF, Batılı devlet politikalarını desteklemese de çatışmaların çözümüne ilişkin uygulamalarda “dışarıda kalmamaya” özen göstermiştir. Yine de Kosova operasyonu ve NATO’nun Stratejik Konsepti ile değişen görev tanımı, NATO genişlemesinin Rusya açısından bir “tehdit” olarak algılanmasına yol açmıştır.

2009 Sonrası Rusya ve Balkanlar

Kosova operasyonu sonrası Putin döneminde Rus dış politikası ulusal çıkarların merkeze alındığı “pragmatik ve realist” bir çizgiye oturtulmuştur. Uluslararası sistemde çok kutupluluğa atıfta bulunulmuş ve Rusya’nın çıkarlarını korumak için söz konusu kutuplardan biri olarak görülmesine önem vermiştir. Bu dönemde de Balkanlar’a yönelik politikada devamlılık görülür. Fakat 2000’lerden bu yana Rusya’nın Balkanlar ile olan ilişkilerinde daha ziyade ekonomik ilişkilerin ve enerji faktörünün öne çıktığı görülmektedir. 2008 yılında Medvedev’in döneminde de Kosova’nın bağımsızlığı meselesi ve bölge ülkeleri ile enerji alanında işbirliği temel gündem maddeleri olarak yerlerini korumuştur.

Kosova’nın Bağımsızlığı ve RF’nin Hassasiyeti

Rusya, Kosova’nın bağımsızlığına karşı çıkmıştır. Görünür sebebi hukuka aykırılık gerekçesi olsa da karşı çıkmasının asıl sebebi kendi federasyonu içinde yer alan ayrılıkçı bölgelerin bu olayı örnek alması endişesidir.

Çin ve Balkanlar
Sosyalizm ile yönetilen ve otoriter bir devlet yapısına sahip olan Çin, yükselişinin temel dinamiğini “barış içinde yaşama” ilkesi çerçevesinde yürütmektedir. Çin’in Balkan ülkeleri ile ilişkileri 1970’lerin sonuna dayanmaktadır. Dünyaya açılma politikası kapsamında Balkanlar’ı ikinci ve üçüncü dünyaya giriş kapısı olarak görmüş; SSCB’nin etki alanı içinde yer alan bir bölgeye nüfuz ederek SSCB’yi çevreleme ve izole etme politikası gütmüştür. Önce Arnavutluk’la yakınlaşsa da Yugoslavya ve Romanya ile ilişkilerine daha çok önem vererek Arnavutluk ilişkilerini kesmiştir. 90’lardaki çatışmalar Çin’in Balkanlarla sürdürülebilir ilişkiler kurmasına engel olmuştur.

Balkanlar 2000’lerde istikrara kavuşunca Çin tarafından yeniden keşfedilmiştir. AB’ye açılan arka kapı olarak görülen Balkanlar, Çin’le ticaret bağlarını geliştirmiştir. Çin’in Balkanlar’daki önemli müttefiklerinden biri Sırbistan’dır ve aralarındaki iş birliği dolayısıyla Kosova’nın bağımsızlığını tanımamıştır. Çin’in Balkanlar stratejisinin jeoekonomik temelli olduğunu ve başlıca üç kaynaktan ilham aldığını söylemek mümkündür. İlki Balkanlar’ı AB’nin arka kapısı olarak görmesidir. Çin, ekonomik kaynak potansiyeli açısından bölge ülkeleri için Batı’ya kıyasla önemli bir alternatif oluşturmaktadır. Son olarak Çin, Balkanlar coğrafyasındaki varlığını, artık “yarı-çevre ülke” statüsünde değil, dünya siyasetinde söz hakkı olan nüfuz sahibi bir aktör olduğunun tescili olarak görmektedir. Bunun en açık örneği, Kosova konusunda Uluslararası Adalet Divanı’nda Sırbistan’ın iddialarını destekleyerek, Kosova’nın bağımsızlığına karşı olduğunu güçlü bir şekilde dile getirmesidir.

Balkanlar’da Bölgesel İşbirliği
1930’lardan 1990’lara Balkanlarda İşbirliği

Soğuk Savaş döneminde Balkanlar’da çok sayıda iş birliği girişimi oldu; ancak öncesinde de bölgede bu tür çalışmalara tanıklık edilmişti. 1930’da başlayan Balkan Konferansları, 1934’te Balkan Paktı’nın kurulmasını sağlamıştır. Pakt, 2. Dünya Savaşı ile ortadan kalkınca 1953-54’te II. Balkan Paktı olarak bilinen Balkan İttifakı kurulmuştur. Ömrü uzun sürmeyen bu ittifak, 1960’da feshedilmiş; 1960’ların başında Balkanlar’da İşbirliği ve Karşılıklı Anlayış Komitesi oluşturulmuştur. Dünya siyasetinde yaşanan genel yumuşama sonucunda da 1970’ler ve 1980’lerde işbirliklerini yenileme çabaları görülmüştür.

Soğuk Savaş Sonrasında İşbirliği Girişimleri

Soğuk Savaş sonrasında Balkanlar’da çok sayıda iki taraflı işbirliği girişimine rastlamak mümkündür. Fakat bu “iyi ilişkiler” bölgede ikili sorunların var olduğu gerçeğini değiştiremez. Balkanlar’ın kendine has işbirliği yaklaşımlarından biri de üçlü işbirliği olmuştur. Örneğin; Bulgaristan ve Romanya, 1990’ların ortalarından beri görüşmelerine Yunanistan ve Türkiye ile toplantılar yaparak devam etmiştir. Türkiye ve Yunanistan bölgenin sosyalist olmayan iki ülkesiydi. Sosyalizmin ve Soğuk Savaş’ın sona ermesi, her iki ülke için de Balkanlar’da yeni bir dünya açmıştı.

Bölgesel işbirliğinin ilk örneklerinden biri 1992’de kurulan Karadeniz Ekonomik İşbirliği (KEİ) idi. Önemli bölgesel girişimlerden biri de Güneydoğu Avrupa İçin Çok Uluslu Barış Koruma Gücü oldu. Royaumont Girişimi, AGİT, Güneydoğu Avrupa İşbirliği Girişimi (GAİG) bölgede öne çıkan diğer çalışmalardır. Balkan ülkeleri ayrıca AB üyeliği için de oldukça isteklidirler.

TÜRKIYE VE BALKANLAR

Balkanlarda Türk Kültürünün Etkisi
Türk toplumunun Balkanlar’la ilişkisi Osmanlı zamanında başlamıştır. Siyasi, sosyal, kültürel gibi sebeplerin de etkisiyle uzun süre Balkanlarda Türk hâkimiyeti elde edilmiş ve başarılı bir iskân politikası uygulanmıştır.

İskân politikası ile Balkan topraklarına yerleşen Türkler diğer dinlerin ve kültürlerin serbest yaşamasına imkân verildiği için Balkan topraklarında destek görmüşlerdir. Balkanlarda sağlanan bu istikrar tarım ve zanaatın gelişmesine, yeni yerleşim merkezlerinin kurulmasına, kentleşmeye olanak sağlamıştır. Yeraltı ve yerüstü zenginlikleri olan bu topraklar Osmanlı ile gelen kültür alışverişi ile daha da gözde olmuş ve böylece Balkanlar Osmanlı merkezinin kültürüne en çok yaklaşan yöre olmuştur.

Bunun en somut kanıtı bölgede kurulan bölgede görülen Osmanlı mimarisidir. Bölgenin gelişmesi için eğitim kurumları, ticaretin gelişmesi için yollar, ulaşım için köprüler ayrıca kültürel hayatı yansıtan camiler bölgede kurulmaya başlamıştır. Osmanlı koruma ile bölgede az sayıda olan kentleşme artmıştır bu durum balkan kent kimliğinin oluşumda Osmanlı kültürünün en büyük göstergesidir.

Şehir merkezlerinde, cami-mescit, tekke-zaviye ve türbe gibi dinî; han, bedesten, arasta ve çarşı gibi ticari; imaret, hamam, köprü, su kemeri, çeşme ve saat kulesi gibi sosyal; mektep, medrese ve kütüphane gibi eğitim; kale, burç ve tabyalar gibi askerî yapılar inşa etmek suretiyle, Türk şehir dokusu anlayışı bölgeye hâkim kılınmıştır Bu suretle bölgeye yeni bir yaşam tarzı, ticari hayat ve medeniyet getirilmiştir.

Arnavut ve Boşnakların çok sayıda olduğu bölgede Türkçe ortak dil olarak kabul edilmekteydi. Bu durumda Balkanlar’da Türk kültürünün bir etkisini göstermektedir.

Bir diğer önemli bölge ise Bulgaristan’dır. Bu bölgede de kasaba ve şehirlerin çoğunu Türkler kurmuştur. Çoğu kasaba Türk yapıları olup köylerin ise yüzde altmışı Türk eseridir.

Kültürel gelişmelerin en önemlilerinden biri ise edebiyat olmuştur. Balkanlarda edebi eserlere ilk olarak II. Murat ve Fatih Sultan Mehmet döneminde rastlanır.

Balkan folkloruna bakıldığında da atasözleri, bilmeceler, tekerlemeler, fıkralar, masallar gibi sözlü halk edebiyat› türlerinde Türk folklor etkilerini kolayca bulmak mümkündür. Ayrıca Balkan melodilerinde, halk danslarında, müzik âletlerinde, halk sahne sanatında da Türk izleri açıkça görülmektedir.

Balkan kültürüne giren bir diğer Türk kültürü ise yemeklerdir. Türk mutfağının birçok benzerini Balkanlarda görmek mümkündür.

Sonraları siyasi anlaşmalar ve savaşlar Balkan topraklarının kaybına sebep olmuştur. Fakat hala

Balkanlarda yaşayan Türkleri ve Türk kültürünün izlerini görmek mümkündür.

Türk Dış Politikasında Balkanlar
Balkan topraklarında hala Türk vatandaşlarının yaşaması ve bölgede hala kültürel izler taşınması Türk dış siyasetinde bu kültürü korumak olarak kendini göstermektedir. Türk siyasetini şu başlıklar altında özetlemek mümkündür;

İki savaş arası dönem; cumhuriyet dönemiyle Türkiye’nin dış politika prensibi statükoculuk ve tarafsızlık olarak özetlenir. Osmanlı mirasından bir hak iddia etmeden mevcut düzenin korunması anlayışı ele alınmıştır. Bu dönemde Türkiye kendi toprak bütünlüğünü korumaya önem vermiş ve bölge devletlerin özellikle Bulgaristan’ın yayılmacı politikalarından çekinmiştir. 1930’lu yıllarda Ankara Atina ile ilişkilerini güçlendirmiş 1933’te taraflar Samimi Anlaşmayı imzalamışlardır. 1930-1934 arası dört Balkan konferansı sonucu Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya öncülüğünde Balkan Paktı imzalanmış ve dört ülke birbirlerinin Balkan sınırlarını garanti etmiştir. Bu anlaşma tarafsızlık anlayışının esnek bırakıldığının da göstergesi olmaktadır. 1937 yılında Pakt Balkanlar dışından gelen tehditlerde ne yapılacağına cevap vermediği ve bu anlaşmaya katılmayan Bulgaristan’ın Yugoslavya ile dostluk anlaşması imzalaması Paktın önemini yitirmiştir.

Özet olarak, iki savaş arası dönemde Türkiye’nin Balkanlar politikası tarafsızlık revizyonizm karşıtlığı ve bölgesel işbirliği politikalarının bir sentezi olarak tanımlanabilir.

Soğuk savaş dönemi; ikinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Balkanlar üç parçalı bir yapıya bürünmüştür: Türkiye ve Yunanistan NATO’ya üye olarak Batı Blok’una katılırken; Bulgaristan, Romanya ve Arnavutluk Doğu Blok’unun parçası hâline gelmiş; Yugoslavya ise Bağlantısızlar Hareketi’nin öncü ülkelerinden biri olmuştur. Bu parçalı yapı, bölge ülkeleri arasındaki ilişkileri de doğrudan etkilemiştir. Amerika sempatisiyle Batı bloğu ülkeleri arasında dostluk ve işbirliği anlaşmaları imzalanmış barışçıl bir politika izlenmiştir. (28 Şubat 1953 Dostluk ve İş Birliği Anlaşması-9 Ağustos 1954 Bled (işbirliği) Anlaşması).

Daha sonra Sovyetler Birliğinin etkisiyle ve Kıbrıs meselesi yüzünden Türk-Yunan ilişkilerinin de bozulmaya başlamasıyla Bled Anlaşması etkisiz hale gelmiştir.

arası ise Bulgaristan’ın Türk azınlığı politikası iki ülke arasında krize neden olmuştur. 80’lerde asimilasyon politikasıyla ilişkiler tekrar bozulmuş, 1989 yılında göç politikası ise bir başka krize neden olmuştur.

1960 Batı ve Doğu blokları arasında yumuşama olduğu dönem olmuştur. Bulgaristan’da Sosyalist rejimin sona ermesiyle Ülkedeki Türklerin Hakları geri verilmiştir.
Soğuk savaş sonrası dönem; Bu dönemde Türkiye’nin bölge politikası kalıcı barışın ve istikrarın sağlanması, güvenliğin tesis edilmesi, bölge ülkelerinin Avro-Atlantik kurumlara entegrasyonunun sağlanması temelleri üzerine kurulmuştur. Türkiye bölge ülkeleriyle askerî, siyasi, kültürel ve ekonomik pek çok işbirliği anlaşması imzalamıştır.

Bulgaristan ile de ilişkiler düzelmiş, 1992’de iki ülke Dostluk, İşbirliği ve Güvenlik anlaşması imzalanmıştır. 2015’te Suriye’deki iç savaş nedeniyle yaşanan mülteci krizi, sınıra tekrar asker konuşlandırılmasına yol açmıştır.

Romanya ile ilişkiler de bu dönemde düzelmiştir. Ankara Romanya’nın NATO üyeliğine destek vermiştir. Türkiye- Bulgaristan-Romanya arasında bu dönemde terör ve örgütlü suçlarla işbirliği anlaşmaları imzalanmıştır.

Arnavutluk ile soğuk savaş döneminde de iyi olan ilişkiler bu dönemde daha da gelişmiştir. Arnavutluk halkının yüzde yetmişinin Müslüman olması ve Türkiye’nin Kosova tutumu ilişkilerin güçlenme nedenlerindendir. Bu ülkede 1997’de çıkan iç karışıklıkların ardından oluşturulan Çok Uluslu Barış Koruma Gücü’ne Türkiye de asker göndererek katkıda bulundu.

1990 döneminde ilişkilerin geliştiği bir diğer Balkan ülkesi ise Makedonya olmuştur. Makedonya’nın Yunanistan ile anlaşmazlığında ülkenin yanında olan Türkiye bu ülkeyi Makedonya Cumhuriyeti olarak tanımıştır.

Türkiye ikili ilişkileri geliştirmenin yanı sıra bölgesel işbirliği girişiminde inisiyatif almaya çalışmıştır. Karadeniz Ekonomik işbirliği Örgütü’nün (KEİÖ) 1992’de hayata geçirilmesi bu bağlamda bir dönüm noktası olmuştur.

Nisan 1992 Bosna savaşında ise Türkiye çözüm arayan bir tutum sergilemiştir. İKÖ (İslami konferans örgütü) dikkatini çekmeye çalışarak bölgedeki Sırp saldırılarının durdurulmasını istemiştir. Ayrıca BM Güvenlik Konseyine bir Eylem Planı sunmuştur. Türkiye daha sonra AT üyesi ülkelerin katıldığı konferansa çağırılmıştır. Bu durum Türkiye’nin Balkanlarda etkin siyasetinin sonucu olarak Avrupa’da değerinin artması olarak yorumlandı.

Bosna siyaseti üzerinde inisiyatif alması ve ambargonun kalkmasına yönelik tutumları yanında bu dönemde Türkiye’nin Bosna’ya silah gizli silah gönderip göndermediği meselesi bir başka siyasi konu olmuştur. Bu dönemde Boşnaklar desteklense de Hırvatlarla da iletişim açık tutulmuştur.

Özetlemek gerekirse Türkiye Bosna’daki savaşı› sadece Boşnaklara karşı bir saldırganlık eylemi olarak değil, aynı zamanda Avrupa’da Osmanlı kültürel mirasını yok etme çabası olarak da değerlendirdi ve bölgeyle doğrudan ilgili bir ülke olarak liderlik ve Boşnak halkının koruyuculuğu rolünü oynamaya çalıştı. Balkan krizinin çözümündeki rolü hissedildikçe ABD, Avrupa ve BM gibi uluslararası aktörler tarafından daha fazla dikkate alındı.

Kosova krizi; Bosna savaşının sona ermesinden üç sene sonra Sırp güçleri ve Kosova arasında çıkan savaştır. Türkiye Bosna politikasından farklı bir politika izlemiştir. Bunun nedenleri;

• Bosna ve Kosova’nın Yugoslavya içindeki yasal statülerindeki farklılıklardır. Bosna federe cumhuriyetken Kosova özerk bir bölgedir ve Yugoslavya’dan ayrılması mümkün değildir. Bu nedenle Türkiye bu olaya iç mesele olarak bakmış ve Kosova bağımsızlığına sıcak yaklaşmamıştır.
• Diğer bir neden Boşnakların anavatan olarak Türkiye’yi, Kosovalı Arnavutların ise anavatan olarak Arnavutluk’u görmesiydi.
• Üçüncü neden Bosna’da Türk azınlık yokken Kosova’da Türk azınlıkların olmasıydı.
• Son olarak Bosna’da terör örgütü yokken Kosova’da UÇK’nın (Kosova kurtuluş ordusu) varlığı terörle mücadele bakış açısında olan Türkiye’nin Kosova’ya bakışını etkilemiştir.

Bu nedenler Türkiye’nin tarafsız olmasını ve çatışmaların durması için diyalog önermesine sebep olmuştur. Kosovalı Arnavutların haklarının geri verilmesine çalışırken bir yandan da Sırp ilişkilerini devam ettirmeye de özen gösterilmiştir. Türkiye askeri müdahale çağrısından kaçınırken başka bir bakış açısına göre bir müdahale gerçekleşirse Türkiye’nin katılmaya hazır olduğudur.

NATO Müdahalesi ve Türkiye; Mart 1999 itibari ile NATO Kosova’ya askeri müdahaleye başladı ve Türkiye müdahaleyi destekledi. Aktif olarak Sırp hedeflerinin bombalanması eylemine katılıp tarafsızlığını bozmuştur. Türk azınlıklarının yoğun olduğu bölgelerde görev alındı.

Sonuç olarak Türkiye 1990’larda Balkanlarda aktif bir rol üstlenmiş ve bölgesel bir güç haline gelmiştir denilebilir.

2000’li Yıllarda Dış Politika’da Balkanlar’ın Yeri

Bu dönemde Türkiye uluslararası işbirliği olmadan bölgede diyalog sağlanamayacağının düşüncesiyle bölge politikasını “bölgesel sahiplenme”, “kapsayıcılık- katılımcılık” ve “güçlü AB entegrasyon sürecinin devamı” ilkeleri üzerine oturtmuştur. 2009-2014 yıllarında Türkiye’nin bölgeyle dış siyasetin temel prensipleri;
• Kriz odaklılık yerine vizyon odaklılık
• Geriye değil ileriye yönelik yaklaşım
• İdeoloji tabanlı yaklaşım yerine değer temelli yaklaşım

Bu yaklaşım yanı sıra pratik olarak Türkiye’nin bu Bölgeye yönelik politika öncelikleri ise şu şekildedir:

• Balkanların kalıcı istikrarı için bölgeye yönelik ticaret, yatırım, ulaşım projelerine önem vermek
• Balkanlardaki Türklerin siyasi ve sosyal konumlarının güçlendirilmesi
• Bölge ülkeleriyle ortak çıkarlar alanları yaratılarak işbirliği sağlamak
• Tüm Balkanların NATO üyesi olmalarının yanında AB üyeliğini de desteklemek
• Bölge siyasetindeki askeri katılımlarıyla da bölgede etkinliğini arttırmak
• Bölge ile ikili ilişkilere –iş çevreleri, devlet kurumları, STK’lar vb.- özen gösterilmesi

İkili ilişkiler ve çoklu girişimler:

• Bosna-Hersek’in toprak bütünlüğü ve egemenliğinin muhafaza edilmesi, güçlendirilmesi, uluslararası alanda tanınmış devletler haline gelmesi için desteğin sürdürülmesi
• Bosna ve Sırp sorunlarının çözümü için adımların atılması (yapılan girişimlerin detayı için kitabın
275. Sayfasına bakınız)
• Türkiye-Hırvatistan ve Bosna-Hersek ile üçlü bir süreç ile Boşnak ve Hırvat toplulukların barışçıl birliğini ve iki ülke arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesine katkı
• Bosna’nın NATO üyeliği eylem planına davet edilmesinin desteklenmesi ve bunun için Şubat 2014 ekonomik zorluklar sebebiyle çıkan iç sorunların çözümüne destek verilmesi
• Bu dönemde Türkiye ve Balkanlar bir görülmüştür (Kosova Türkiye’dir, Türkiye Kosova’dır vb. söylemleri)
• Kosova ile ilişkilerin geliştirilmesine önem verilmiş bu bölge için uluslararası siyasetle paralel hareket edilmiştir.
• Bölge barışı için Sırbistan’ın öneminin farkında olunması ve diyalog ve işbirliğinin güçlendirilmesi
• Bulgaristan ile ilişkilerde Türk azınlığın köprü görevi görmesi
• Makedonya ile iyi ilişkilerin sürdürülmesi ve ülkenin NATO üyeliğinin desteklenmesi

Türkiye’nin yeni Balkan vizyonu: Türkiye’nin Balkan vizyonu için şunlar söylenebilir:

• Bölgenin ihtiyacı olan pozitif psikolojinin öncülüğünü yapmak
• Ortak barış için çözüm odaklılık
• Bölge tarihinin normalleşmesi ve kriz odaklılık yerine vizyon odaklılık olunmasını desteklemek
• Bölgenin yeniden yapılanmasını desteklemek

Balkanlar’da Türk Azınlıklar

Balkanlarda Osmanlılardan önce bu topraklara yerleşen Türk boylarının yanı sıra Osmanlı döneminde de Balkanlara yerleşen Türk vardır. Osmanlı sonrası burada yaşayan Türk ve Müslümanlara yabancı gözüyle bakılmaya başlanmıştır. Bu dönemlerde izlenen politikalar bölgedeki Müslüman sayısını yüzde kırk üçten yüzde on ikiye düşürmüştür. Yakın dönemde Balkan ülkelerinin AB üyeliklerine girmesi ve dış siyasetteki etki iç siyasete yansımış ve azınlıkların yasal ve siyasi statülerinde de bu sayede önemli düzenlemeler yapılmıştır. Ülkeden ülkeye değişiklikler olmakta ve bazı sorunlar hala devam edebilmektedir. Balkan bölgelerindeki Türk azınlıkların dağılımları ise ülkelere göre şöyledir:

Bulgaristan Türkleri: En çok Türk’ün yaşadığı Balkan ülkesidir. 1990 öncesi soykırım ve göç politikaları yaşayan azınlıklar 90 sonrası dönemde siyasi ve yasal haklar elde etmiştir. Anayasa etnik ve dini ayrım yapılmadan azınlık kavramı kullanılmamaktadır. Azınlıkların Bulgar dilini öğrenme zorunluluğunun yanı sıra kendi dilini okuma ve kullanmaya haklarının yanı sıra kendi dillerinde TV ve gazete yayınlarına izin verilmiştir.

Eğitim dilinde Türkçe hem zorunlu hem seçmeli olarak yer alır. Ayrıca dini kurumlara yasak getirilemeyeceği ve devletten ayrı yapıları olduğu yasal güvence altındadır. Ne var ki 2010 yılında Müslümanların seçtiği Baş müftünün yerine Devlet kendi bir müftü ataması da bir krize yol açmış 2011 de ise kriz çözülmüştür.

Azınlık ve Müslümanlara yönelik ırkçı söylen az da olsa devam etmesine rağmen azınlıkların temel sorunu ekonomik olarak görülmektedir. Büyük bir kısmı kırsal kesimde yaşayan azınlıkların sosyali kültürel ve ekonomik şartları Bulgaristan’ın gerisindedir.

Batı Trakya Türkleri: Bulgaristan da sonra Türklerin yoğun olarak yaşadığı ikinci Balkan ülkesi Yunanistan’dır. Yunanistan kuzey doğusu yer alan Batı Trakya’da yaşayan Türkler bu bölgede uzun yıllar kültürel zenginlik olarak değil tehdit olarak görülmüştür. 90’lı yıllar sonrası bu politikada hafifleme görülmüş ve yasak bölge uygulamasına son verilmiştir. Yasak bölge, komünizmin yayılma tehdidine karşı alınan bir önlem olarak Yunanistan’ın kuzey kıyılarında 1936-1995 yılları arasında dolaşım hakkını kısıtlayan uygulanan bir politikaydı. Batı Trakya Türklerinin sayısının azalması için Türklerin Yunan vatandaşlığından çıkarılması sağlayan 1955 tarihi yasa da 1990 sonrası kaldırıldı. Bunların dışında Türklerin fakirleşmesi amacıyla yürütülen ekonomik baskılar hafifletildi ve yunan üniversitelerine Türklerin girişlerinin sağlanması da yine bu dönemde oluşan gelişmelerden biri oldu.

Bu gelişmelere rağmen hala Türk adının kullanılamaması, müftülük sorunu, eğitim ve siyasal halkla sorunları, yurttaşlık ve adil yargı hakkı ve ekonomik alandaki sorunlar hala devam etmektedir.

Makedonya Türkleri: 1990 donrası 78 bin e yakın Makedon Türkünün ulusal haklarını koruma, göç nedenlerini ortadan kaldırma ve Türkçe eğitim hakkı gibi alanlarda ciddi mücadeleleri olmuştur. Bu bölgede dağınık yaşayan Türklerin seçimler esnasında oyların dağılmasına neden olması bir diğer sorunu göstermektedir.

2001 yılında imzalanan Ohri Barış Anlaşması Türklerin sorunlarına yeni boyutlar getirmiştir. Bunun nedeni ise bölgedeki Arnavut azınlığın dışındaki azınlıkların haklarında iyileştirmenin olmamasıdır. 21 Aralık Makedonya Türklerinin bayramı ilan edilmiştir. Ayrıca bu tarih 1944 yılında ilk kez Türkçe eğitimin başladığı tarihtir. Makedonya Türkleri anayasal düzeyde eşit haklara sahip ayrı bir ulus olarak tanınmıştır. İlkokul ve ortaokulda Türkçe eğitim görebilmektedirler. Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde ise lisans eğitimi de görülebilmektedir. Bunun dışında, kültürden basın-yayın faaliyetlerine kadar Makedonyalı Türklerin Türkçe olarak etkinlikleri bulunmaktadır. Ayrıca Türkiye dışında ilk Türkçe TV yayını Makedonya’da 1969 yılında başlatılmıştır.

Günümüzde ise Makedonya Türklerinin ekonomik nitelikli sorunları olduğu görülmektedir.

Kosova Türkleri: 1999 Kosova savaşı sonrası yeni dönemde 35 bin civarı Kosova Türkünün bir takım sorunları olmuştur. Bunlara örnek olarak; aşırı milliyetçi kesimlerin Türk dilini yasaklama çalışmaları, iş yerlerinden sebepsiz çıkarılmalar, baskı artışları verilebilir.

1974 yılında Türkçeye resmi dil statüsü tanınmış, 1989 yılında bu statü iptal edilmiş ve 1999 yılında statünün geri getirilmesi söz konusu olmuş fakat bu hükümlerin uygulanmaması dikkat çekmiştir. Gelinen son noktada bazı bölgelerde Türkçe resmi dil statüsündedir fakat birçok bölgede bu sıkıntı devam etmektedir.

Bunun dışında azınlıklara bazı siyasi haklar tanınmıştır ancak bu haklar sınırlıdır.

Kosova Anayasası’nın 9 Nisan 2008’deki kabulünden sonra, Kosova’da yaşayan tüm toplumlar kendilerine bayram özelliğini taşıyacak günler tayin etmiştir. Türk toplumu temsilcilerinin talebi üzerine 23 Nisan günü, Kosova Türklerinin Ulusal Bayramı olarak yasallaşmıştır.

Romanya Türkleri: 2002 yılına ait nüfus sayımlarının resmî sonuçlarına göre Romanya’da 32.596 Oğuz ve
24.137 Tatar Türkü olmak üzere toplam 56.733 Türk yaşamaktadır. Sosyalist döneme kadar siyasi ve sosyal haklar muhafaza edilmiş ancak 1944 yılında başlayan Sosyalist yönetim ile eğitim, kültür, dini gibi konularda dahil olmak üzere azınlıkların hakları ihlal edilmiştir. 1990 yılları itibariyle azınlıklara haklar geri verilmiştir.

Romanya Anayasası’nın 6. maddesinde azınlıklara kendi etnik, kültürel, dilsel ve dinî kimliklerini korumaları ve geliştirmeleri doğrultusunda hak ve güvence tanınmıştır.
32. maddede ise azınlıkların kendi dillerini öğrenebilecekleri ve kanunların öngördüğü çerçevede ana dilde eğitim görebilecekleri belirtilmiştir. Anayasanın 59. maddesinde de mecliste temsil bulmayı hak edecek kadar oy alamayan azınlıklara, Romanya meclisinde sabit birer sandalyenin tahsis edileceği belirtilmiştir.

Genel bir değerlendirme yapıldığında Balkan Türklerinin sıkıntıları geçmişe göre hala devam eden sıkıntılar olmasına rağmen bugün daha az olarak görülebilir.