Home » Z_Ders Notları » Uluslar_arası_İlişkiler » 4.Dönem » Uluslararası Politika -2

Uluslararası Politika -2

ULUSLARARASI POLİTİKA-II
Uluslararası Politika ve Egemenlik
Giriş

Egemenlik, esasen siyasi bir kavram olarak kullanıldığı ilk andan bu yana betimleyici ya da açıklayıcı olmaktan çok gücü ve güç dengelerini meşrulaştırmak ya da eleştirmek için kullanılmıştır. Philippe de Beaumanoir egemenlik kavramını ilk kez XIII. yüzyılda iktidar ilişkileri için kullanırken Kralı, egemen (souverain) ve krallık içindeki pozisyonunu da egemenlik (souverainete) olarak tanımlamıştır. Ancak Orta Çağ Avrupa’sında iktidarın dünyevi ve ilahi iktidar arasında bölünmesiyle ortak kullanılan birden çok iktidarın mevcudiyeti, egemenlik kavramının neredeyse hep çoğul kullanılmasını gerektirmiştir. Egemenlik XVI. yüzyıldan itibaren öncelikle mutlaklık, bölünmezlik, sınırsızlık ve devredilmezlik özellikleriyle dile getirilmeye başlanmıştır. Bu özellikler, aynı zamanda dönemin siyasi yönetimleriyle de örtüşmüştür.

Egemenlik, bir devletin otoritesini, otoritesinin yapısını ve bu otoritesini sınırları dâhilinde etkin bir biçimde kullanabilmesini ifade etmektedir. Egemenlik hem kural koyma otoritesi hem de koyduğu kuralları uygulayabilme kapasitesidir. Bu hâliyle egemenlik; yasal ve politik otoritenin yerini, politik gücün kullanımını ve uluslararası düzeyde politik toplumun bağımsız statüsünü tanımlayan, kural koyanlar ile bu kurallara uyanlar arasındaki ilişkiyi açıklayan bir kavramdır.

Klasik tasnifte egemenlik, iç ve dış egemenlik olmak üzere iki ayrı görünüme sahiptir. İç egemenlik, devletin ülke sınırları içinde tüm sosyal ve siyasi gruplara karşı üstünlüğünü, kendi sınırlarında giren-çıkan mallar, insanlar vb. üzerinde de mutlak biçimde kontrol sahibi olabilmesini ifade etmektedir. Dış egemenlik ise devletin başka bir devlete bağımlı olmadığını, diğer devletlerle hukuken eşit konumda olduğunu ifade etmek için kullanılmaktadır. Stephen D. Krasner, egemenliğin farklı boyutlarına dikkat çekmiş ve kavramı şu dörtlü bir tasnife tabi tutmuştur:

• İç egemenlik: Bir devlette kamu otoritesinin örgütlenmesi ve bu otoritenin denetim mekanizmasına, kontrol gücüne sahip olması,
• Sınır ve karşılıklı bağımlılık egemenliği: Kamu otoritesinin sınır aşan hareketlerini de denetleyebilme kabiliyeti,
• Uluslararası hukuk egemenliği: Devletlerin birbirlerini tanımaya dayalı egemenlik alanı,
• Westphalian egemenlik: Dış aktörlerin iç otorite konfigürasyonuna müdahale edememesi.

Egemenlik Fikrinin Tarihsel Gelişimi

Egemenlik kavramını ilk kez ele alıp inceleyen düşünür Jean Bodin’dir. Bodin, devletin var olması için gerekenin içte kişiler üzerinde sınırsız ve üstün, dışta da bağımsız bir iktidar olduğunu belirtmiş ve bu gücün niteliğini ifade etmek için egemenlik sözcüğünü kullanmıştır. Jean Bodin 1566’da Methodus ad Facilem Historiarum Cognitionem (Tarihin Kolay Bilgisi Yöntemi) isimli kitabında egemenlik

kavramıyla ilgili ilk düşüncelerini yayımlamış. Bodin yetki katalogu ile devlet gücünü betimlemeyi değil, daha çok devletin yönetim biçimini ortaya koymayı amaçlamaktaydı. Bu yetkilerin bir kişide, bir azınlıkta ya da çoğunluğun elinde toplanmasına göre monarşiden, aristokrasi ya da demokrasiden söz edilebileceğini belirtmektedir. Jean Bodin’e göre egemen, yasalarla başkalarına emirler verip bağlayıcı kararlar alabilen ama kendisi asla yasalara tabiî olmayandır.

Bodin gibi Hobbes’un egemenlik anlayışında da egemenlik bölünmez, devredilemez ve paylaşılamazdır. İktidarın tek meşru kaynağı, egemenliği kendisinde toplayan kral/prenstir. Egemenliğin temel unsuru olan devletin amacı güvenliktir. Devleti kurmak için insanların bütün kudret ve güçlerini tek bir kişiye veya hepsinin iradesini oyların çokluğu ile tek bir iradeye indirgeyecek bir heyete devretmeleri gerekmektedir. Hobbes, bu tek kişilik özneye “egemen,” onun dışındaki herkese de “uyruk” demektedir. Hobbes’a göre egemen, Bodin’de olduğu gibi toplum yasalarına bağlı değildir. Yasaları istediği zaman kaldırabildiğinden ya da değiştirebildiğinden egemenin yasalara bağlı olması da mantıklı değildir. Aksi hâlde devletin varlığı tehlikeye düşecektir.

Egemenlik Rousseau’ya göre genel iradenin tecellisidir ve genel irade ise siyasi bedenden ibaret iradesiyle moral bir varlık olup her halükarda bütünün ve parçalarının korunması ile iyiliğe yönelen, yasaların kaynağı olan devletin tüm üyeleri için haklı ve haksızı belirleyen bir kuraldır. Toplum sözleşmesinde bireylerin kendi doğal haklarından vazgeçmeleri söz konusu olmayıp aksine vazgeçme yerine güvenli bir toplumsal hayat oluşturmak için yararlı bir değiş tokuş vardır. Böylece Rousseau toplum sözleşmesi kuramıyla bireylerin devlet kurmalarındaki temel fikri ve bu sözleşmeden doğan yurttaşlık, halk ve egemen gibi statüleri açıklamaya çalışmıştır. Rousseau’nun toplum sözleşmesinin temelinde her insanın diğerleriyle birleştiği hâlde onu özgür olmaktan çıkarmayacak bir birlik fikri yatmaktadır. Bunun koşulu da sözleşmeyle kendisini bağlayan bütün bireylerin aynı konumda bulunmalarıdır. Bu çerçevede Rousseau’nun egemenlik anlayışı, halkın iradesinin yani genel iradenin işleyişidir. Bu nedenledir ki egemenlik hiçbir zaman başkasına devredilemez çünkü halk kolektif bir varlık olan egemenliği de ancak yine kendisi temsil edebilir: İktidar başkasına geçebilir ama irade geçemez.

Emmanuel-Joseph Sieyés, ilk iki hükümranlık sahibi yapıyı oluşturan ve temsil imkânı yakalayan din adamları ve aristokrasiden bağımsız olarak burjuvaziyi devletin taşıyıcı unsuru ve ulusun kendisi olarak tanımlamıştır. Sieyés’e göre, böylece halk egemenliğinden nihai olarak ulus egemenliğine geçişi sağlanacaktır. Herkese ortak olan ulusal irade ortaya çıktığında iktidar kamuya ait olur. Kamuya yani ulusa ait olan iktidar, egemenliğin de sahibidir ve Bodin’den bu yana egemenin sahip olduğu bütün nitelikleri barındırır.
Küreselleşme ve Egemenlik

Küreselleşme ile birçok kavram gibi egemenlik de daha çok tartışılmaya başlamıştır. Küreselleşme, kişilerin ve toplumların yaşam koşullarını şekillendiren, topraksal sınırlarının önemini azaltan bir dizi ekonomik, kültürel ve teknolojik süreci ifade etmektedir. Buna uygun olarak küreselleşme, yerel toplulukları etkileyerek ulus- devletlerdeki ulusal kimlik, yurttaşlık ve egemenlik bağlarını azaltarak toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasal yaşamda kendisini göstermiştir. İki dünya savaşının tecrübesiyle ortaya çıkan yeni bir dünya algısı, devletlerin oldukça önem atfettikleri kimlik, kültür, ulus ve egemenlik gibi kavramları tehdit etmeye başlamıştır. Küreselleşme, bu algıyı ivmelendiren, derinleştiren ve perçinleyen bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır. Küreselleşmenin devletlerin birbirleriyle ilişki kurmasından çok daha fazlasını, asıl bireylerin ve onların oluşturdukları gönüllü toplulukların tüm dünyada etkileşime geçmesini ifade etmektedir. Küreselleşme, yerel oluşumların kilometrelerce uzaktaki olaylarca şekillendirilmesi ya da tersi biçimde, uzak yerellikleri birbirine bağlayan dünya çapındaki toplumsal ilişkilerin yoğunlaşmasını beraberinde getirmiştir.

Görüldüğü üzere küreselleşme çok boyutlu bir perspektife sahiptir ve tüm dünyanın etkileme ve etkilenmesini açıklamaya yönelik bir işlevselliğe sahiptir. Bu bağlamda devletler arasındaki etkileşimin artması ortaya çıkan sorunların ortak çözümü için yeni bir düzen arayışını gerektirdikçe devletleri de alternatif sistemlere yönlendirmektedir. Devletlerin küresel bazda ortaya çıkan savaş, hastalık ve kriz gibi sorunlara ortak akıl oluşturmak için kurduğu sistemlerden birisi uluslararası örgütlerdir. Bu uluslararası örgütlerin kurulması, çatışmaları kısmen azaltırken savaşları en azından teorik olarak caydırıcı hâle getirmiş ve devletlerin birbiriyle sorunlarını tartışabilecekleri platformlar oluşturmasına imkân tanımıştır. Özellikle Birleşmiş Milletler (UN) ile Dünya Bankası (WB), Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Avrupa Konseyi gibi örgütler II. Dünya Savaşı sonrasında nicel ve nitel anlamda hızla yaygınlaşmışlardır. Uluslararası örgütler, devletlerin egemenliklerinin bir bölümünü bu kuruluşlara devretmesiyle etkin hâle gelebilmektedir. Öte yandan küreselleşme, devletleri ortak değerlere sahip, ortak kaygıları taşıyan ve toplumları sınırlar içerisine hapsetmeyen ideallere yöneltmektedir. Böylece uluslararası örgütlerin önemini artırmaktadır. Bu durum ulus-devletlerin Westphalian anlamdaki klasik egemenlik anlayışındaki konumlarını sorgulanır kılmakta hatta devletin mutlak egemenliğini büyük ölçüde gölgelemektedir.

Ekonomi odaklı uluslararası örgütlerin yaygınlaşması yine
II. Düya Savaşı sonrası olmuştur. Ekonomik odaklı IMF, WB ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO) gibi örgütler üyeleri

üzerindeki doğrudan ve diğerleri üzerindeki dolaylı etkilerini gün geçtikçe artırdıkça devletlerin egemenlikleri de tam tersine kısıtlanmaktadır. IMF gibi örgütlerden kredi alan ülkelere, aldıkları kredilerle geniş bir yaptırımlar listesi de verilirken bunların uygulanması için de önemli teminatlar alınmıştır. Bu durum, devletlerin egemenliklerini iyice tartışılır kılmıştır. Uluslararası örgütlerin faaliyet alanlarının genişlemesi devletlerin varlık alanlarını daraltmaktadır. Böylece devletler hızla egemenlik ikilemi (sovereignty dilemma) ile karşı karşıya kalmaktadır. Bu ikilem ulus-devletleri zaman zaman koruyucu önlemlere veya ulusal çıkışlara sürüklemektedir. Günümüzde devletler bir yandan varlık alanlarını korumak için tepkisel eylemde bulunurken diğer yandan da küreselleşmenin derinleştiği bir dünyadan da izole olmayı çeşitli nedenlerle istememektedirler. İşte bu durum devletleri egemenlik ikilemiyle karşı karşıya bırakmaktadır.

Küreselleşmeye en büyük katkıyı yapan unsurlardan birisi de Çok Uluslu Şirketlerdir (ÇUŞ). ÇUŞ modern zamanlarda Sanayi Devrimi eşliğinde yaygınlaşırken II. Dünya Savaşı sonrasında daha da kurumsallaşarak artık sayıları 40.000’i aşan ve yıllık ciroları birçok ülkenin GSMH’den daha fazla bir rakama tekabül eden devasa bir güce dönüşmüşlerdir. ÇUŞ’u diğer kuruluşlardan ayıran nokta, bu şirketlerin merkezleri bir ülkenin sınırlarındadır, politikaları merkezden belirlenir ve alınan kararları şubelerce uygulanır. Şirket ya merkez ülke veya ülkelerin dış politika çıkarlarını yönlendirmeye çalışmakta ya da üzerinde faaliyetlerini sürdürdüğü ülkenin iç politikasını dışsal bir faktör olarak etki edecek durumunda olmaktadır. Devletlerin egemenliklerinin aşınması yerel ekonomilerin korunması noktasında da bir ikilem oluşturmaktadır. Yerel ekonomileri korumak için atılan her adımın küresel yankı uyandırabileceği bilinci, devletleri daha dar alana hapsetmeye başlamıştır.

Devletlerin egemenliklerini dönüştüren diğer bir etken ise küreselleşmeyle daha etkin hâle gelen Sivil Toplum Kuruluşlarıdır (STK’ler). STK’ler bireylerin gönüllülük ilkesi çerçevesinde ortak amaçları gerçekleştirmek üzere devletten herhangi bir ekonomik destek almadan ve böylece devletle bağı bulunmayan kuruluşlardır. STK’lerin ilgi alanları insan hakları, çevre sorunları, yoksullukla mücadele, hayvan hakları, sağlık sorunlarını da barındıran geniş bir yelpazeye sahiptirler. Günümüzde bu kuruluşların öncülüğünü yaptığı birçok faaliyet devletler tarafından kabul edilmiştir. Örneğin çevre sorunlarını amaç edinen Greenpaece’in savunuculuğunu yaptığı küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda mücadeleyi öngören Kyoto Protokolü birçok devletçe kabul edilmiştir. STK’lerin etkinlikleri küreselleştikçe artarken ulus-devletlerin egemenlikleri daha fazla sorgulanır hâle gelmektedir.

Gelişmiş ekonomilere sahip devletler, gelişmekte olanların küresel sisteme dahil olması için baskı yaparken kendi hegomonyalarını da bu devletler üzerinde kurmaya çalışmaktadırlar. Öte yandan, gelişmiş ülkeler diğerlerini küreselleştirmeye çalışırken tüm dünyada ulusalcı ve mikro-milliyetçi hareketler de diyalektik olarak güçlenmektedir. Böylece küreselleşme kendi karşıtını da oluşturarak yerelleşme ve uluslaşma da ön plana çıkmaktadır. Küreselleşme, şimdilik ulus-devletin sonu anlamına gelmemektedir. Bu nedenle, ulus-devlet hâlâ baskın bir unsur olarak varlığını korusa da yeniden klasik egemenlik anlayışın hakim olduğu günlere dönüş için ilahi bir elin değmesi beklenmektedir.

ULUSLARARASI POLITIKA VE ULUSLARARASI ÖRGÜTLER
Uluslararası Politikada Devlet Dışındaki Aktörler

1. Bireyler:Uluslararası politikada çalışma yapan bir görüşe göre, bu alanda yer alan temel aktör bireydir. Fakat geleneksel Uluslararası İlişkiler (Uİ) yaklaşımını benimseyenler ve uluslararası hukukçular sadece devleti egemen aktör olarak görürler ve bireyin dikkate alınmasına karşıdırlar. Ancak giderek yaygınlaşan plüralist yaklaşıma göre artık uluslararası ilişkiler çok aktörlü bir yapıdır ve birey de bunda önemli bir rol oynar.

2 . Çok Uluslu Şirketler (ÇUŞ ’ lar): Çok uluslu şirketler, genel merkezi bir ülkede olan, fakat işlevlerini birden fazla ülkede koordine eden şubeleri, küçük şirketleri ve bağlı şirketleri olan, genel merkez tarafından kararlaştırılan işletme politikaları uygulayan büyük yapılardır ve uluslararası politika aktörlerinden birisidir. Bu şirketlerin böylesi bir öneme sahip olmalarının sebebi, sermaye ve üretimin küreselleşmesini hızlandırmaları, kitle iletişim araçlarını kontrol ederek küresel düzeyde tüketim kültürünü yaymaları ve tüm iktisadi faaliyetlerde önemli bir rol oynamalarıdır. Bu şirketler, ulus devletlerin koruyuculuğu altında daha büyük pazarlar ve ekonomik faaliyet sahaları yaratmaktadırlar. Böylece ulusal bağımlılığını yitiren sermaye; vergi, iş gücü ve enerji maliyeti gibi ekonomik avantajların daha uygun olduğu ve kamu otoriteleri tarafından sağlanan vergi ve yatırım avantajlarının daha iyi olduğu bölgelere doğru hareket etmektedir.

3. Siyasal Nitelikli Hükümetler Aşırı Kuruluşlar: Bu kuruluşlar da uluslararası politikada önemli birer aktördürler. Dünya Siyonist Örgütü (WZO) buna bir örnektir. Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurma doğrultusunda faaliyet göstermektedirler ve İsrail’in kuruluşunda önemli bir rol oynamışlardır.

Uluslararası Örgütler (UÖ’ler)

UÖ’ler hem politika yaparlar hem de oluşturulan politikaları etkileyerek devletler üzerinde yaptırım gücüne sahiptirler. 19. yüzyılda gerçekleşen Sanayi Devrimi ile devletlerin enerji ihtiyaçları artmış ve birbirleriyle etkileşimleri hızlanmıştır. Bu da ortak sorunlar ve ortak amaçlara yönelik sistemlere olan ihtiyacı ortaya çıkarmıştır ve böylece çok büyük olmayan örgütler ortaya çıkmıştır. Bu tür örgütlerin asıl yükselişi 1. ve 2. Dünya Savaşları’ndan sonra olmuştur. ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın savaşın nedenlerini ve nasıl engelleneceğine dair önerilerini içeren on dört ilkesi, savaş sonrası uluslararası örgütlerin kurulmasına öncülük etmiştir. Devletler için arabuluculuk görevini üstlenen bir örgüte verilebilecek ilk örnek 1815 Viyana Kongresi sonrası Kurulan Ren Nehri Komisyonu’dur, fakat 1919’da kurulan Milletler Cemiyeti (MC) gerçek anlamda kurulan ilk uluslararası örgüttür. Günümüzde bu örgütlerden 400’ün üzerinde vardır. Bunlar, amaçları, örgütlenme biçimleri, yetkileri, üyeleri gibi birçok nedenden ötürü kendilerine özgü bir hukuksal yapı sergilerler. (UÖ’lerin farklı tanımları için bkz. Sayfa 21- 22). UÖ’ler şu şekilde sınıflandırılabilir:

• Egemenlik açısından: Uluslararası (BM gibi) ve uluslar-üstü (kısmen BM) örgütler,
• Coğrafi köken ya da üyelik açısından: Global (BM), subglobal (NATO) ve bölgesel (NAFTA) örgütler,
• Amaçları açısından: Genel amaçlı (BM), özel amaçlı: siyasal (Arap Birliği), ekonomik (ASEAN), ticari (WTO), kültürel (UNESCO), sosyal, dini ve güvenlik/askeri (NATO) amaçlı örgütler,
• Yönetsel yapılarına göre: Sert bürokratik yapılı (AB) ve esnek yapılı (ASEAN) örgütler,
• Legallik-meşruiyet açısından: Uluslararası Hukuk tarafından da legal kabul edilen ya da uluslararası toplumca meşru sayılan örgütler (UPB) ve illegal (El-Kaide) örgütler.

UÖ’leri devletlerden ayıran özellikler ise şöyledir:

• Ne üzerinde tam yetkili olduğu bir ülkesi ne de kendisine uyrukluk bağıyla bağlı olan bir insan topluluğu vardır.
• İmperium denen buyruk verme ve bunlara uymaya zorlama yetkisine sahip değildirler.
• Devletlerin doğuşundan farklı olarak, bir UÖ’nün doğması ancak üye devletlerin bu yönde kesin bir irade açıklamalarıyla mümkündür.
• UÖ’nün hukuki kişilikleri amaçları ile sınırlı olduğundan, devletlerin büyük çoğunluğunun tam ve münhasır yetkilere sahip hukuk ilişkilerinin aksine, her bir örgüte göre değişen işlevsel bir kişilikleri vardır.

UÖ’lerin ortak özellikleri ise şöyledir:

• Mutlak biçimde yazılı bir hukuk belgesiyle yaşama geçer.
• Bu belge, kuruluşun amaçlarını, faaliyet biçimlerini, katılımcılarının özelliklerini, kurumsal yapısını ve karar alma yöntemlerini kapsar.
• Kaynak temin etme biçimi geliştirmesi gerekir, bir bütçesi bulunur, bütçe kalemleri tüm katılımcılarla
düzenlenir.
• En az bir merkezi, bir yürütme organı ve bir genel kurulu bulunur.
• Kurumsal yapısı, kuruluş amacı ve sonradan oluşacak ihtiyaçlarına göre düzenlenir.
• Bunlar, uluslararası hukuk ve uluslararası teamülü oluştururlar.

Uluslararası Örgütler Tarihi: MÖ 1300lerde Sümer site devletleri Lagaş ile Umma’nın aralarında oluşturdukları savunma paktı ile MÖ 478’de kurulan antik Delos Birliği, günümüzdeki NATO benzeri güvenlik örgütlenmelerinin öncüleridir. Daha sonra Orta Çağ’da gelişen deniz ve ticaret hukuku, çok uluslu ticari faaliyetlerin ve kurumların gelişmesine katkı sağlamıştır. Orta Çağ’dan beri birçok düşünür ve yazar, çeşitli sebepler ve amaçlar için uluslararası örgütlerin kurulması fikrini öne sürmüştür fakat devletler bu fikirlerle pek ilgilenmemişlerdir. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra UÖ’ler konusundaki en önemli gelişme, Milletler Cemiyeti’nin (MC) kuruluşudur. MC’nin 3 zayıf noktasıysa şunlardır:

1. Anayasal zayıflık: Bu tüzükte savaş yasaklanmamıştır, diplomatik yollar ve arabuluculuk öne çıkarılmıştır.

2. Siyasi zayıflık: Karar alma sürecinde “oy birliğinin” aranması, MC’nin etkinliğini azaltmıştır.

3. Yapısal zayıflık: MC’deki güç dengeleriyle uluslararası güç dengeleri farklıdır. Wilson seçimlerde yenilince ve ABD izolasyonist politikaya dönünce ve SSCB de bu cemiyette yer almayınca örgüt, İngiltere ve Fransa’nın elinde bölgesel bir örgüte dönüşmüştür.

Uluslararası Örgütlere Dair Yaklaşımlar

1. Dünya Savaşı’nın getirdiği yıkım, devletleri, barış sağlayacak sistemlere, gizli diplomasi yerine açık diplomasiye, uluslararası hukukun güçlendirilmesine, mutlakiyetçi rejim yerine demokrasiye, yeni uluslararası kurumların kurulmasına, yetkeci-baskıcı yöntemlerin olmadığı, liderlerin demokratik sorumluluklarının olduğu sistemlere yöneltmiştir. Bu reform çabaları, büyük ölçüde Kantiyen ve Grotiyen Liberalizm etkisinde başlamıştır. Woodrow Wilson’a göre “güç dengesi”nin süresi dolmuştu ve barış ikili anlaşmalar yerine “kolektif güvenlik” ilkesiyle sağlanacaktı. Bu doğrultuda idealistler, uluslararası barışın sağlanmasının yolunun uluslararası örgütlerden geçtiğine inanmışlardır. Fakat idealizmin sorunları çözmede ve açıklamadaki yetersizliği, realizmi yükseltmeye başlamıştır. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra idealizm ile ortaya çıkan iyimser hava, Japon ve Alman saldırganlığı dolayısıyla dağılınca ve yaratılmaya çalışılan kolektif güvenlik sistemi yetersiz kalınca, idealizme tepki olarak realizm ortaya çıkmıştır. Realizme göre uluslararası ilişkilerdeki tek aktör devlettir; diğer ülkelerle ilişkilerinde ulusal çıkar arayışı ön plandadır, esas araç devletin gücüdür ve güvenlik gibi önemli bir konu UÖ’lere havale edilemeyecek kadar önemlidir. Neo-realizmde ise, esas aktör yine devlet olmakla beraber uluslararası kuruluşlara daha çok rol tanınır; bu yaklaşıma göre devletler kendilerini büyüten saldırgan yapılar değil, kendilerini korumaya çalışan yapılardır; diğer devletleri potansiyel tehdit olarak görmek zorundadırlar. Neo-liberalizme göre ise, devlet rasyonel bir aktör olmakla birlikte uluslararası işbirliğine girebilir, karşılıklı kazançları arttırmaya yönelik kurallar ve örgütler kurulabilir. Ko nstr ü kt iviz me göre, devletler temel birimdir, realizmin materyal anlayışına karşı çıkar; materyal yapıyı yadsımaz ancak zihni yapıların (din, dil, ırk gibi kimliklerin) asıl etkileyen olduğunu söyler ve dünyanın sosyal bir inşa olduğunu savunur. Bütün bu görüşlerin ortak özellikleri ise, devletin devamlılığını ilk sıraya yerleştirerek örgütleri kavramsallaştırmaya çalışmalarıdır. Her devlet üye olduğu örgütün sistemine ayak uydurmalıdır. Üyelik: Bir uluslararası örgütün üyeliğine kabul edilme, örgütün ve başvuran devletin isteğine bağlıdır. Yine de bazı örgütler, birtakım koşulları (örneğin BM’nin “barışçı devlet olma” koşulu) yerine getiren devletleri üye olarak kabul ederler. Açık uluslararası örgütlere kabul oy çokluğuyla, kapalı örgütlere kabul ise oy birliğiyle gerçekleşir. Uluslararası hukuk, örgüt üyelerini asli üyeler (kurucu üyeler) ve sonradan kabul edilen üyeler olmak üzere ikiye ayırır. Bu örgütlerde üyeliğin sona ermesiyse, çekilme ve çıkarılma olmak üzere iki yolla mümkündür.

MC, BM, AB ve NATO’nun Gelişimi

MC: Milletler Cemiyeti 10 Ocak 1920’de resmen kurulduğunda siyasi görünümü, Avrupa Ahengi sistemindeki gibi savaş galiplerinin oluşturmuş oldukları ve statükonun korunması amacına yönelik bir nitelikteydi. İki gruptan oluşan 42 asli üyesi vardı; 1934’te üye sayısı 59’a ulaşmıştı. Örgütün üyeliğinin ortak paydası egemenlik değil, “tam kendini yönetme” üzerine kuruluydu. Uluslararası çatışmaların çözümü açısından barışçı ve zorlayıcı olmak üzere iki tür önlem alma imkanına sahipti. Uyuşmazlıkların barışçıl yollarla çözülebilmesi için; hakemlik yöntemine başvurma, uluslararası yargıya gitme, konsey incelemesine sunma olmak üzere üç yol mevcuttu. MC’nin başarısızlığa uğramasının sebepleri, İspanya iç savaşı, Sovyetler’in Finlandiya’ya saldırması, Japonya’nın Mançurya’yı ve İtalya’nın Habeşistan’ı işgali, Bolivya- Paraguay arasındaki Chaco Savaşıdır.

BM: BM’nin temelleri, ABD Başkanı Franklin Roosevelt ve Britanya Başbakanı Winston Churchill tarafından atılmıştır. Bu iki liderin 1941’de yayınladığı “Atlantik Bildirisi” BM’nin kurulmasındaki ilk adım olmuştur. BM adı ilk defa 2. Dünya Savaşı sırasında Almanya, Japonya ve İtalya’ya karşı birleşen 26 ülkenin 1942’de Washington’da imzaladığı BM bildirisinde kullanılmıştır. 111 maddelik BM Kurucu Antlaşması 1945’te yürürlüğe girmiştir. MC gibi savaştan galip çıkan ülkelerin kurdukları bir sistemdir. Tarafsız ve düşman devletler üyeliğe kabul edilmemiştir. Güvenliğin korunmasından sorumlu olan Güvenlik Konseyine Mihver Devletlerinden hiçbiri alınmamıştır. BM devletler üstü değil, devletler-arası bir örgüttür.

BM Antlaşmasının Genel Hükümleri

AB: Avrupa’da birlik düşüncesinin temelleri Dante’nin 1300lerdeki Avrupa’sına dayanır. Her iki dünya savaşının Avrupa’da başlaması, üçüncü savaşı önlemenin ve barışı korumanın yolunun Avrupa’da bir birlik oluşturmaktan geçtiği inancını arttırmıştır. Savaşın nedeni olarak milliyetçilik görülmüş ve aşırı milliyetçiliğin dizginlenmesi gerektiğine karar verilmiştir. Böylece uluslararasıcılık fikri ve Avrupalılık bilinci ön plana çıkmıştır. ABD, Avrupa’daki komünist partilere karşı yaptığı Truman Doktrini, Marshall yardımı ve NATO yoluyla Avrupa siyasetine müdahil olmuştur. Soğuk Savaş sebebiyle Avrupa arada kalmış bir savaş meydanına dönüşünce, seslerini duyurabilmenin tek yolunun birlik olmaktan geçtiğine olan inançları artmıştır Avrupalıların. Ekonomik olarak da Bretton Woods Konferansı, IMF ve Dünya Bankası sistemleri bu fikri etkilemiştir. Yani iktisadi zorunluluklar, uluslararası politik gereklilikler ve 2. Dünya Savaşı sonrası Sovyet işgalinin getirdiği güvenlik endişeleriyle bu birlik kurulmuştur. Judeo-Grek kültür ve tarihinin ürünü olarak doğmuş bir üst kimliktir. Temelleri 1951’de Paris’te Avrupa Kömür ve Çelik Teşkilatı (AKÇT) ve 1957’de Roma’da Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu (AET) kuran 6 üye ülke tarafından atılmıştır, üye sayısı şu anda 27’dir. Birlik yükümlülüklerini Konsey, Komisyon, Avrupa Parlamentosu, Adalet Divanı ve Sayıştay tarafından, Antlaşmada kendilerine tanınan yetkiler çerçevesinde eylem ve işlemlerle yerine getirir.

NATO: Kuzey Atlantik bölgesine ait devletlerin, ortak düşman Sovyetler Birliğine karşı ortak savunma amacıyla kurdukları uluslararası bir kurumdur. NATO’nun kuruluş amacıyla ilgili iki teori vardır. Biri, Sovyetler Birliği’nin oluşturduğu tehdidi önlemek; diğeriyse “Yeni Dünya Düzeni”nin temellerini liberal değerlere perçinlemekti. NATO’nun Avrupa’daki 3 ana hedefi, Sovyetleri Avrupa’dan uzak tutmak (Soviets out), Almanya’yı kontrol etmek (Germans down) ve ABD’nin Avrupa’ya yerleşmesini (Americans in) sağlamaktı. NATO’nun tek tek ülke çıkarlarından bağımsız olarak da 4 amacı vardı: Transatlantik bölgesinde işbirliği, Transatlantik siyasi- diplomatik dayanışma, müşterek savunma, askeri güç ve silahlanmanın arttırılması, NATO stratejileri, topyekün karşılı stratejisi (Massive Retaliation), ve esnek mukabele (Flexible Response).

• 1949-1955 dönemi: İlki NATO’nun kuruluşu, ikincisi ise Almanya’nın üyelik tarihidir.
• 1955-1964 dönemi: Varşova Paktı’nın kurulması, soğuk savaşın güderek tırmanması, birçok ülkede patlak veren füze ve nükleer krizleri ve NATO’nun “Çok Taraflı Nükleer Gücü”nün kurulmasının tarihleridir.
• 1965-69 dönemi: Fransa’nın NATO’ya karşı geliştirdiği milliyetçi politikalar ve NATO merkezinin Brüksel’e taşınması.
• 1970ler: NATO’nun Doğu ile yakınlaşması ve Sovyetler ile imzalanan silahsızlanma ve silahların sınırlandırılması antlaşmaları.
• 1980ler: NATO’nun savunduğu sıfır tercih (zero option) konsepti – yani tüm nükleer silahların yok edilmesi fikri.
• 1990lar: Sovyetlerin dağılması, NATO’nun gerekli olup olmadığı tartışmaları ve NATO’nun insani kurtarma, kriz yönetimi ve barışı korumaya yönelmesi.

NATO’nun kurumsal yapısıysa Sivil Organlar, Askeri Organlar, Bürokratik-İdari Organlar, Parlamenter- Hükümet dışı Organlar, NATO Ortaklık Organları, NATO Bütçesi olmak üzere 6 koldan oluşur. Türkiye’nin NATO’ya katılma sebebi ise ABD’nin gücünü arkasına almak, ABD’den ve diğer Batı ülkelerinden ekonomik olarak dış yardım almak ve avantajlar elde etmek ve Türkiye’nin Batılılaşmasına hız kazandırmaktır.

ÇAĞDAŞ ULUSLARARASI POLITIKANIN EKONOMI POLITIĞI
Giriş
Devletler uluslararası alanda hem güç hem de zenginlik arayışındadır. Beşerî hayatın temel güdülerinden olan bu iki olgu devletler için de geçerlidir. Askeri ve siyasi güç elde etmek isteyen devletler öncelikle ekonomik güce sahip olan devletlerdir. Ekonomik güç askeri ve siyasi politika geliştirilirken kullanılan temel argümanlardan biridir. II. Dünya Savaşının ardından Amerika Birleşik Devletleri IMF, Dünya Bankası gibi araçlarla ekonomik gücünü politik güce yansıtmayı amaçlamıştır.

Ekonomi Politik Nedir?

Politikanın kökenindeki ‘polis’ kavramı ‘bağımsız şehir devleti’, ekonomi sözcüğünün kaynağı olan ‘oikonomike’ (oikos ve nomos) ise ‘mal varlığının yönetimi’ anlamına gelmektir. Dolayısıyla kelime anlamı bakımından ekonomi politik, bir ülke halkının veya devletin yönetimi demektir. Ekonomi ve politika kavramları birlikte literatürde ilk kez ‘ekonomi politik’ olarak Aristo tarafından, devlet giderlerinin karşılanması amacıyla vergilendirme olgusunu tanımlamak için kullanılmıştır.

Ekonomi politik, siyaset ve iktisat disiplinlerinin kesiştiği noktada yer alır ve her iki alana dahil edilebilecek olguları inceler. Siyasi gücün ekonomik sonuçları nasıl şekillendirdiğini ve ekonomik gücün de siyasi eylemleri nasıl etkilediğini açıklamaya çalışır. Politika ve ekonomi arasındaki ilişkide birbirlerini yönlendirme çabaları mevcuttur. Ekonomi politik, bu iki sosyal olgu arasındaki bağlantıyı kurmaktır. Ancak ekonomi politik sadece bu iki geleneksel bilim dalının karışımı ya da basit bir sentezi değil, yeni bir girişimdir.

1859’da Marx kitabına, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (2005) ismini vermesiyle Marksist iktisatçılar, ekonomi teriminin ekonomik politikle yer değiştirmesine öncülük etmiştir. 1890’da Marshall’ın Ekonominin İlkeleri kitabının yayımlanmasıyla liberal ekonomistler de ekonomi politik kavramını kullanmaya başlamıştır. Modern dönemde kavramı önce Marksistlerin kullanması nedeniyle liberal ekonomistler kavramı kullanmamaya özen göstermiştir. Siyaset ve ekonomi literatüründe kavram sıklıkla bu şekilde kullanılmış olsa da akademik alanda iktisatçıların çoğunun iktisadi işleyiş ve politikaların analizinde siyasi faktörlerin rolünü; uluslararası politika araştırmacılarının da devletler arası ilişkilerde iktisadi faktörleri ihmal etme eğilimi ağır basmıştır. Bundan dolayı ekonomi politik yaklaşımlar yakın zamana kadar uluslararası politika analizinde görmezden gelinmiş ve uluslararası politika ya salt siyasal veya iktisadî ilişkiler olarak ayrı ayrı incelenmiştir. Böylece akademik bir çalışma alanı olarak ekonomi politik; ‘devletin ekonomideki rolünü belirlemek, açıklamak ve düzenlemek amacıyla ekonomi ve siyaset bilimlerinin kurallarını bir araya getiren bir yaklaşım olarak karşımıza çıkmaktadır.
Uluslararası Ekonomi Politik (UEP)
Uluslararası ekonomi politik (UEP) yaklaşımlar özünde devletin ve piyasanın ulusal sınırlar ötesindeki etkileşimlerinin analizine dayanmaktadır. UEP, ekonomik faaliyetlerle artırılan zenginlik ve siyasi faaliyetlerle artırılan güç arasında doğrudan bir bağ kurarak zenginlik ve gücün birbirlerini karşılıklı beslediğini gösterir.

Uluslararası Ekonomi Politik Yaklaşımlar

UEP’deki başlıca kuramsal yaklaşımları uluslararası ilişkiler teorilerinin bir yansıması niteliğinde olmak üzere üç ana kategoride sınıflandırmak mümkündür. Birincisi korumacılığı önceleyen, ekonomik olanı siyasetin aracı olarak gören ve devleti merkeze alan neorealizmdir. İkincisi, piyasa merkezli bakış açısını yücelten ve siyaseti zenginliğin ve refahın bir aracı olarak gören neoliberalizmdir. Üçüncüsü ise siyaset ve ekonominin birbirlerine bağımlı olduğundan hareketle dünya politikasının yapısal analizini uluslararası politikaya hakim ekonomik sınıfların zenginliklerinin korunmasının bir aracı olarak değerlendiren neomarksizmdir.
(Neo)Realizm: Uluslararası politikayı ekonomiye öncelikli kabul edip ikincisini birincisi için bir araç olarak gören merkantilizm, ekonomik milliyetçilik ve korumacılık genel anlamda neorealizm başlığı altında incelenebilir. Bunların temel varsayımları büyük ölçüde örtüşürken hepsinin ortak noktası devletin piyasaya önceliği, ayrıca uluslararasında da politikanın ekonomiye üstünlüğüdür. Ekonomik milliyetçilikte temel görüş, ekonomik aktivitelerin devletin çıkarlarına bağlı olması ve bağlı kalmasıdır. Ulusal güvenlik ve askerî güç uluslararası sistemde önceliklidir. Ulusal güç için gerekli olduğundan ekonomik kaynaklar ve politikalar devletler arası mücadelede önemli bir alandır.

(Neo)Liberalizm: Merkantilist (neorealist/ekonomik milliyetçi/korumacı) yaklaşımlara karşı Adam Smith’in öne sürdüğü görüşler liberal UEP yaklaşımın dayandığı temel varsayımları oluşturur. Smith, bir toplumun refahının sahip olunan altın rezerviyle değil üretim ve ekonomik büyümeyle ölçülmesi gerektiğini savunmuştur. Ekonomik büyü- me de ancak minimum seviyede devlet müdahalesine maruz kalan serbest piyasayla mümkün olacaktır. Smith ‘görünmez el’ kavramını ilk kez The Theory of Moral Sentiments (Ahlaki Duyguların Kuramı) isimli kitabında kullanmıştır ve The Wealth of Nations (Ulusların Zenginliği) isimli kitabında da bu kavramı yineleyen Smith, bir toplumun refahı için dile getirdiği görüşlerin tüm devletler için de uygulanabileceğini öne sürerek bu yaklaşımı uluslararası düzeye taşımıştır. Buna göre devletler arasında ticaret serbest olmalı ve böylece herkes zenginlikten payını almalıdır. Smith’e göre uluslararası ticaretin devletler tarafından sınırlandırılması, piyasanın rasyonel işleyişine ve verimliliğine engel teşkil edecektir.

UEP’nin liberal gelenekteki yaklaşımının diğer bir kaynağını ise Ricardo’nun ‘karşılaştırmalı üstünlük’ tezi oluşturur. Buna göre her bir devlet daha ucuza mal ettiği üründe uzmanlaşmalı ve pahalıya mal edeceği ürünü ise daha ucuza ithal etme yolunu seçmelidir. Böylece ulusal ve uluslararası tüm ekonomik ilişkileri fiyat mekanizması düzenleyecek ve sonucunda maksimum verimlilik, ekonomik büyü- me ve bireysel refah sağlanacaktır.

Liberal yaklaşıma göre, uluslararası ticaretin devletler tarafından sınırlandırılması piyasanın rasyonel işleyişine ve verimliliğine engel teşkil etmektedir. Bazı düşünürlere göre liberal ekonomi politik yoktur çünkü liberaller ekonomi ve politikayı ayrı alanlar olarak ele almaktadır. Keohane ve Nye tarafından ‘kompleks karşılıklı bağımlılık’ üç temel özellikle tanımlanmıştır: İletişimin çoklu kanalları, hiyerarşi yokluğu ve askeri gücün azalan rolü.

(Neo)Marksizm: Klasik Marksizm ve onun çağdaş yorumları olan neomarksizm (yapısalcı) ve neogramscici (eleştirel) yaklaşımlar, devletler arası ilişkileri ekonomik etkenlerin belirleyici olduğu etkileşim alanı olarak görme eğilimindedir. Uluslararası güçlerin diyalektik etkileşimi, kapitalizmin yayılması ve bunun sonucunda sermayenin uluslararasılaşması Marksist literatürün temel sorunsallarındandır. Marksistlerin temel analiz noktası ekonomik yapıya odaklanmıştır. Marksistlere göre modern toplumun ekonomik yapısının temelinde kapitalizm vardır ve analizlerini kapitalizmin eleştirisi üzerine kurarlar. Marksizmin kapitalizme eleştirisinin özünde bu sistemin rasyonel olmadığı, rekabeti ve çatışmayı teşvik ettiği gerekçesi bulunmaktadır.

Wallerstein’ın başını çektiği Neomarksistlere göre çağdaş dünya sistemi; merkez, çevre ve yarı çevre olmak üzere üç ayrı kategoriden oluşmaktadır. Bu kategoriler, her bölgenin dünya ekonomisindeki konumunu ifade eder. Baskın devlet (hegemon) ile küçük devletler arasındaki ilişkinin istikrarlı hâle getirilmesinde ‘rıza’nın yadsınamayacak bir payı vardır. Rıza, karşılıklı ancak eşitsiz çıkarların inşa edilmesi yoluyla sağlanır.

Uluslararası Ekonomi Politiğin Konuları
UEP çalışan araştırmacıların başlıca konuları; uluslararası ticaret, uluslararası para, uluslararası finans, hegemonya, çok uluslu şirketler, güvenlik, enerji, kalkınma, teknoloji, çevre, doğrudan yabancı yatırımlar, dış yardımlar, demokratikleşme ve insan haklarıdır. Bu yönüyle UEP, uluslararası ilişkilerdeki devlet merkezli siyasi analizlerden ve uluslararası iktisattaki ekonomik analizlerden çok daha farklı konuları tartışma zeminine çekmektedir.

Uluslararası Ticaret: Çağdaş küresel ekonomik sistemin en önemli özelliklerinden biri devletler arasında tercihli veya serbest ticaret düzenlemelerinin artmasıdır. Devlet gerektiğinde bu anlaşmaları en önemli politika aracı olarak birbirlerine karşı kullanmaktadır. Bu da UEP’nin başlıca inceleme alanlarından birini oluşturmaktadır. Uluslararası ticaretin politikaya etkisi konusunda liberaller ekonomik bağımlılığın barışı zorunlu kılacağını savunurken ekonomik milliyetçi ve Marksist görüş devletleri güvensiz, dışa bağımlı ve dış gelişmeler karşısında daha kırılgan hâle getireceğini ileri sürmektedirler.

Uluslararası Para: Devletler arasındakiticaretin artmasında ve istikrarlı ekonomik ilişkilerin sürdürülmesinde en hassas altyapı, tüm dünyada geçerli uluslararası niteliğe sahip para biriminin varlığıdır. Uluslararası para hem bir değişim hem de zenginliğin biriktirilme ve mübadele aracıdır. 1971’e kadar uluslararası para, altın veya altına endeksli para birimleri olmuştur. Altına bağlı para birimleri sonuçta dünyanın en güçlü ekonomisine sahip ülkenin para birimidir. XIX. yüzyılın sonlarından I. Dünya Savaşı’na kadarki dönemde İngiliz Poundu ve II. Dünya Savaşı’ndan 1971’e kadar ise ABD doları bu işlevi üstlenmiştir. Ancak 1971’den bu yana altına endeksli uluslararası bir para birimi bulunmamaktadır. Yeni dönemde uluslararasında değişken kur geçerlidir. Sistemde sahip olduğu ekonomik güç ve siyasal etkiye bağlı olarak ABD doları fiilen uluslararası para birimi niteliğini korumaktadır. ABD, doların bu senyoraj konumunu zaman zaman siyasi amaçları için manipüle edebilmektedir. Ayrıca avro, yen ve Çin’in küresel ekonomide etkisi arttıkça yuan da sistemde ABD dolarına yakın düzeyde uluslararası para niteliğine yaklaşmaktadır.

Uluslararası Finans ve Borçlanma: Uluslararası finans; döviz kurlarının ekonomilere etkisi, uluslararası sermaye hareketleri, sermaye ve borç akışı, finansal krizlerin uluslararası nitelik kazanması gibi konular yoluyla uluslararası politikayı ve ülkelerin dış politikasını ciddi olarak etkilemektedir. Çünkü uluslararası finansal sistemi idare etmek ve istikrarın sağlanması çok karmaşık müzakere süreçlerini gerektirmektedir. Bunun sonucu olarak da finansal konular politik bir karakter kazanmıştır.

Kalkınma: Yakın zamana kadar ekonomik göstergeler ile özdeşleştirilen ‘kalkınma’, günümüzde artık sadece ekonomik büyümeyle ölçülmemekte; eğitim, sağlık, çevre, iyi yönetişim ve insan hakları gibi alanlardaki göstergeler de bir ülkenin gelişmişlik düzeyinin tanımlanmasında belirleyici olmaktadır. UEP açısından önemli olan nokta, farklı gelişmişlik düzeylerindeki ülkelerin farklı kalkınma politikaları benimsemelerinin ister istemez uluslararası politikayı etkileyeceğidir.

Doğrudan Yabancı Yatırım: Doğrudan yabancı yatırım, küresel ekonominin en önemli parçalarından biridir ve iş sahalarının, teknoloji ve üretimin gelişmesinin ve ekonomik büyümenin itici gücüdür. Doğrudan yabancı yatırımlar özellikle az gelişmiş ülkelere teknoloji transferi, sermaye ve istihdam sağlamaktadır. Ayrıca yabancı yatırımları çekebilmek için hükümetler, ekonomi politikalarını ve kurumsal yapılarını değiştirdikçe bu gelişme ulus-devletin egemenliğinin daha fazla sorgulanmasına yol açmıştır.

Çok Uluslu Şirketler: 1970’li yıllardan itibaren dünya ekonomisindeki etkileri hızla artan çok uluslu şirketler ulusal ekonomiden tamamen özgür, hem uluslararası ekonomik ilişkileri hem de siyasal ilişkileri yönlendirebilen bağımsız bir güç hâline gelmeye başlamışlardır.

Enerji Güvenliği: Küreselleşmeyle birlikte güvenlik konusunun çok boyutlu bir hâle geldiği ve sadece ulusal güvenlikle sınırlandırılamayacağı, en genel tanımıyla güvenliğin ‘beşeri güvenlik’ kavramıyla ifade edildiği üzere insanların hayatındaki her alanla ilgili hâle geldiği görülmektedir.

Dış Yardımlar: Ekonomik, teknik, insani, askeri ve başka alanlarda görülen dış yardımlar sayesinde, özellikle az gelişmiş ülkeler ile gelişmiş ülkeler arasındaki politikanın işleyişi büyük ölçüde belirlenmektedir.

Teknoloji, Know-How ve Fikrî Mülkiyet Hakları: Teknoloji; devletler, piyasalar, eşitsizlik, değişen dünya düzeni ve yeni aktörler gibi UEP’nin klasik sorularının hemen hemen hepsine dahil edilebilecek bir konudur. Teknolojinin siyasi ve ekonomik alandaki rolü konusunda ileri sürülen önemli bir argüman, Rus ekonomist Kondratieff’in döngüsüdür. Yaklaşık 25-30 yılı kapsayan bu döngüde, yeni bir ekonomi formunun temelini atan yeni bir teknolojik ürün vardır. Yeni ürünün üretimi ve ticareti, bir yenisi çıkana kadar, piyasaları, ekonomiyi, sosyal ve kültürel değişiklikleri ve hatta egemen güçlerin yükselişini ve düşüşünü şekillendirir. Teknoloji özellikle fikrî mülkiyet ve telif hakları itibarıyla ülkeler arasındaki ticaret ve yatırım ilişkilerini, dolayısıyla siyasi ilişkileri etkileme potansiyeli taşır.

Sonuç

Günümüzde UEP’nin araştırma gündemi ‘küreselleşme’ etiketi kullanılmadan yapılamaz hâle gelmiştir. Üretim ve finansın küresel yayılımı küresel piyasayı etkileyen faktörler (siyaset, iş dünyası, kültür, teknoloji, çevre, küresel göç, cinsiyet çalışmaları ve turizm gibi) ve bunların sonuçlarıyla ilgili soruları beraberinde getirmiştir. UEP’nin disiplinler arası bir çalışmayla uluslararası ilişkileri inceleyen disiplinler arasındaki bariyerleri ortadan kaldırması gibi küreselleşme de ulus devlet, kültürler, piyasa ve ulusal ekonomiler arasındaki bariyerleri ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Genellikle serbest piyasa ile özdeşleştirilse de küreselleş- menin tek boyuta indirgenemeyeceği; siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel birçok dönüşümü içinde barındıran geniş bir süreç olarak ele alınması gerektiği ifade edilebilir.

ULUSLARARASI POLITIKA VE BÖLGESELLEŞME
Giriş

Uluslararası sistemde 1950’lerden sonra önemli bir olgu olarak beliren bölgeselleşme önce Avrupa’da yeşermiş, ardından tüm dünyayı etkisi altına almıştır. Bölgeselleşme girişimlerinin son altmış yılını iki aşamada değerlendirmek gerekir. İlk aşama 1950’lerden 1980’lerin sonuna kadar olan dönemdir. Bu dönemde bölgeselleşme çalışmaları devlet egemenliği karşıtlığında gelişmiştir. Soğuk Savaş Dönemi’nin getirdiği güvenlik kaygıları, bölgeselleşme girişimlerinin de güvenlik boyutuyla ön plana çıkmasına yol açmıştır. Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü (NATO), Güneydoğu Asya Anlaşması Örgütü (SEATO), Merkezî Anlaşma Örgütü (CENTO) ve Varşova Paktı gibi güvenlik örgütleri bu dönemin bölgeselleşme çalışmaları olarak hayata geçirilmiştir. İkinci aşama 1980’lerin sonlarından günümüze uzanan dönemdir. “Yeni bölgeselcilik” olarak adlandırılan bu dönemde yalnızca güvenlik değil ekonomik anlamda küresel rekabet de önemli bir konu halini almıştır. O nedenle bu süreç iki boyutta ele alınmalıdır. Ekonomik ve ticari bütünleşme girişimlerini hayata geçirmek için 1990’larda Kuzey Amerika Serbest Ticaret Alanı (NAFTA), Büyük Arap Serbest Ticaret Alanı (GAFTA), Latin Amerika Ekonomik İşbirliği (MERCOSUR) ve Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) gibi ticarî ve ekonomik bloklar, Avrupa Birliği (AB) ve Güneydoğu Asya Ulusları Birliği (ASEAN) gibi daha eski birliklerin yanında yerlerini almıştır. Güvenlik alanındaki bölgeselleşme çalışmaları da hem bölgeden kaynaklanan yeni tehditlere karşı birlik olma hem de küresel güvenlikte etkin olan ülke veya örgütlerle eşgüdüm içinde hareket edebilme çerçevesinde şekillenmiştir. Bölgesel sorunlar temelinde kurulan Afrika Birliği, Arap Birliği gibi bölgesel iş birlikleri BM ve NATO gibi diğer örgütlerle eşgüdümü yoğunlaştırmıştır.

Günümüzde küreselleşme ne kadar yoğun tartışılıyorsa, bölgeselleşme de önemini bir o kadar arttırmaktadır. Küreselleşme ve bölgeselleşme birbirine alternatif iki süreç değildir. Birbirini tamamlayan ve destekleyen süreçler olarak görmek en doğru yaklaşım olacaktır.

Kavramsal Çerçeve

Bölge: Uluslararası politikada bölge (region) tanımı yapılırken iki ayrı ölçüt kullanılır. Bunlardan ilki maddi tanımdır ve dünya üzerindeki belirli bir alana ilişkin olup kara veya deniz olabilir. İkincisi ise uluslararası politika açısında tanımlanır ve üzerinde en az birden fazla sayıda devletin yer aldığı belli bir coğrafi bölge anlamına gelir. İlk tanımın esas kriteri coğrafya iken ikinci tanım coğrafyayı da hesaba katan normatif bir tanımdır. Uluslararası politikada bölgelerin kesin sınırlarının belirlenmesi tartışmaya açık bir konudur. Örneğin; AB kapsamında Avrupa’nın sınırlarının belirlenmesi önemli bir belirsizliktir.

Bölgelerin sınırlarının kesin olarak belirlenememesinin en önemli nedeni bölgeler arası geçişkenliktir. Kimi devletler bazı kriterlere göre bir bölgede yer alırken; bazı kriterlere göre başka bir bölgede de yer alabilir. Örneğin; Türkiye coğrafya, din ve bazı kültürel noktalar açısından Orta Doğu içinde değerlendirilebilir. Fakat coğrafya, ekonomik ve siyasal yapı ve bazı kültürel noktalar açısında da Avrupa içinde görülebilir. Bazı kriterlere göre Akdeniz bölgesinde yer alan bir ülke olabileceği gibi Balkanlar alt bölgesinde de konumlandırılabilir. Kısaca; bölgenin statik bir tanımının yapılması ve sınırlarının belirlenmesi mümkün değildir.

Sınır belirlemekte zorluklar yaşansa da coğrafya, bölgelerin belirlenmesinde temel işleve sahiptir. Bu sayede aynı, bitişik veya komşu coğrafyada yer alan devletler arasındaki ilişkiler uluslararası sistemin bir alt sistemini oluşturur ve aynı zamanda uluslararası toplumun da bir alt toplumunu inşa eder.

Bölgeselcilik: “Bölgeselcilik” (regionalism) kavramı devletler arasındaki bölgesel düzeyde iş birliğini geliştirmeye çalışan siyasi girişimleri, resmi proje ve süreçleri kapsamaktadır. Bu girişimlerin amacı, bölge düzeyinde bir uluslararası toplum veya düzen oluşturmaktır. Bölgeselcilik, bölge devletlerin öncülüğünde olur ve tepeden inmeci bir niteliğe sahiptir. Bu girişimlerin bir örneği II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Savaşların önlenmesi, sürekli barış ortamının tesis edilmesi ve “Avrupa’da Birlik” düşüncesinin gerçekleştirilmesi amacıyla önce Avrupa Konseyi oluşturulmuş (1949), ardından bugünkü Avrupa Birliği (1951) ile sonuçlanacak bütünleşme hareketi başlamıştır. Bu sayede Avrupa’daki bölgeselcilik çalışmaları somut sonuçlar vermiş ve “bölgeselleşme” biçimini almıştır.

Bölgeselleşme : “Bölgeselleşme” (regionalization) kavramı, bölgesel boyutta devletler arası fiili işbirliğinin gelişimini ifade eder ve ekonomik, güvenlik ve siyasi alanlarda gerçekleşen iş birlikleri bölgeselleşme olgusunu oluşturur. Bölgeselcilik ve bölgeselleşme birbirini dışlayıcı olgular değildir. Bölgeselcilik, bölgeselleşme için itici güçtür. Bölgeselleşme de bölgeselciliğin hedeflerinin büyümesine katkı sağlar.

Bölgeselleşme, aynı bölgede yer alan en az ikiden fazla devlet arasında belirli amaçların gerçekleştirilmesi amacıyla resmî veya gayriresmî iş birliğidir. Avrupa’da savaşı önlemek amacıyla başlatılan bölgeselleşme çalışmalarının zamanla ekonomik getirileri de artmaya başlamıştır. Bu nedenle başlarda Soğuk Savaş şartları ile başlayan bölgeselleşme çalışmaları 1980’lerden itibaren ekonomik boyutu ile ön plana çıkmıştır.

Bölgesel Örgütler: Bölgeselleşmenin somut çıktıları olan bölgesel örgütler, ortak amaçların gerçekleştirilebilmesi için ülkeler arasında bölgesel düzeyde sosyal, kültürel, ekonomik, siyasi veya güvenlik bağları yaratan hükûmetler arası anlaşmalar yoluyla oluşturulan resmî yapılardır. Etkinlik ve işlevsellik dereceleri birbirinden farklıdır. NATO ve AB hem bölgesel hem de küresel düzeyde etki alanına sahipken; Karadeniz Ekonomik İş Birliği Örgütü (KEİÖ) ve D8 gibi bazı örgütler oldukça pasif kalmıştır.
Bölgesel örgütlerin sınıflandırılması, üç grup altında yapılabilir: Siyasi, ekonomik ve güvenlik bölgesel örgütleri. Siyasi bölgesel örgütler önemli aktörlerdendir ve bölge ülkeleri arasında pek çok alanda iş birliği yapılmasını öngörür. Örnek olarak Avrupa Birliği, Arap Birliği ve Afrika Birliği gösterilebilir. Ekonomik bölgesel örgütler bölge düzeyinde ekonomik bütünleşme sağlanması, bölgenin kalkındırılması ve refahının artması amacıyla kurulur. Kuzey Amerika Serbest Ticaret Alanı (NAFTA) ve Avrupa Birliği örnek olarak gösterilebilir. Güvenlik bölgesel örgütleri daha dar kapsamlı olup savunma alanında bölgesel iş birliğini temel alır. NATO, CENTO ve SEATO, örnek bölgesel savunma örgütleridir. Bölgesel örgütler temelde üç gruba ayrılsa da kimi siyasi bölgesel örgütler bir çatı konumundadır ve yalnızca siyasi iş birliklerini değil ekonomi, ticaret, güvenlik, çevre, dış politika, enerji gibi konuları da bünyesine alır. Avrupa Birliği ve Arap Birliği bu yapılara verilebilecek örneklerdendir.

Bölgeselleşmenin Dinamikleri

“Bölgeselleşme” en genel anlamda bölgedeki devletlerin ortak çıkar anlayışı doğrultusunda ortaya çıkmakta ve gelişmektedir. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bölgeselleşme hareketlerine yol açan pek çok etken olduğu görülmüştür. Güvenlik, ekonomik ilişkiler, hegemonya, küreselleşme ve ortak kimlik gibi unsurlar aynı bölgede yer alan devletleri farklı alanlarda iş birliği kurmaya yönlendirmiştir. Burada amaç, bölgesel çıkar olarak tanımlanabilecek “ortak fayda”yı yükseltmektir.

Güvenlik: Bölgede ortaya çıkan dâhili ve/veya bölgeye yönelik tehditler, bölge içinde güvenlik temelli bir iş birliğine neden olur. Bu kapsamda Avrupa ve Orta Doğu örnek alınabilir. Birincisinde bölgesel düzeyde Avrupa bütünleşmesi amaçlanmış ve bu yolla II. Dünya Savaşı sonucunda yıkıma uğrayan Avrupa’da kalıcı barışın sağlanması ana hedef olmuştur. Almanya’nın bölgesel düzeyde iş birliği ile kontrol edilmesi ve o dönemde savaşın önemli girdileri olan kömür ve çeliğin bölgesel denetimde tutulması için AKÇT (1951) kurulmuştur. İkincisi ise Orta Doğu merkezli bölgeselleşmedir. II. Dünya Savaşı sonrasında birkaç istisna dışında Arap devletleri bağımsızlığını kazanmıştır. Ancak Filistin’e gelen Yahudi göçü önemli bir sorun olarak doğmuştur. Bu kapsamda Filistin merkezli bir güvenlik kaygısı ile Arap devletleri arasında ortak bir duruş ve iş birliği geliştirmek adına Arap Birliği (1945) kurulmuştur.

Ekonomik İlişkiler : Güvenlik kaygılarıyla başlayan bölgeselleşme zamanla ekonomik iş birliği alanına genişlemiştir. Ekonomik alanda iş birliğinin bölgesel barış ve güvenliği kalıcı ve istikrarlı kılacağı varsayılmaktadır. Ulusal ekonomiler arasında karşılıklı çıkar bağı oluşturulursa güç kullanımı ve savaş ihtimali azalacaktır. Avrupa örneğinde kömür ve çeliğin denetim altına alınması, başka ekonomik aktörleri harekete geçirmiş ve kıta bazında ticaretin serbestleşmesi talebi doğmuştur. Bunun sonucunda Roma Anlaşmasıyla AET (1957) kurulmuştur. Hegemonya: Hegemonik politikaların bölgeselleşmeyi geliştirmesi iki çerçevede ele alınabilir. Birincisi bölgesel liderlik veya hegemonyadır. İkincisi de küresel liderlik veya hegemonyadır. Bölgesel hegemonyada, bölgede yer alan ülkelerden birinin baskın konumu bölgeselleşmeyi teşvik eder. ABD’nin NATO’daki, Rusya’nın BDT’deki ve Mısır’ın Arap Birliği’ndeki konumları bu duruma örnek verilebilir. Küresel hegemonyada ise küresel ölçekte hegemonya kurma peşindeki büyük güçlerin modelleme ve iş birliği girişimleri bölgeselleşmeyi teşvik edici bir unsurdur. Bu duruma örnek olarak II. Dünya Savaşı sonrası Sovyet tehdidini Avrupa’dan uzak tutmak isteyen ABD gösterilebilir. ABD, Avrupa’daki bölgeselleşme çalışmalarını desteklemiştir. Soğuk Savaş sona erince uluslararası düzende ABD liderliğinde bir tek kutuplu yapı meydana gelmiş; ABD kendisine yakın siyasal, ekonomik ve güvenlik bağları olan bölgesel oluşumları teşvik ederek küresel düzenin yönetimini kolaylaştırmak istemiştir.

Küreselleşme: Küreselleşme ile gelen ticaret ve sermaye hareketlerindeki serbestleşme, küresel rekabetin artmasına, ülkelerin yakın komşularıyla daha yakın iş birliği kurmasına ve bu rekabet ortamında daha avantajlı konum elde etmeye çalışmasına yol açmıştır. Uluslararası rekabetin olduğu ortamda bölgeselleşme, ekonomik boyut kazanarak kendini göstermektedir. Bu açıdan “ortak pazar” hedefi küresel rekabette bölgeselleşmenin en önemli gerekçesini oluşturur. “Yeni bölgeselleşme” döneminde ülkelerin küresel piyasada rekabet güçlerini koruması veya arttırması önemli hedeflerden biri haline gelmiştir.

Ortak Kimlik: Kültür ve tarihin yanı sıra ortak kimlik de bölgeselleşme çalışmalarında öneme sahiptir. Kimlik ortaklıkları, yakın iş birliklerini kolaylaştırır. Ortak kimliğin bölgeselleşme gelişimindeki rolü iki çerçevede ele alınabilir. Birincisi, yukarıda bahsi geçen başlıca dinamiklerin ortak kimliğe dayalı olarak kolaylaştırılacağı beklentisidir. Örneğin; AB bütünleşmesinde “Avrupalılık”, Araplar arası iş birliğinde “Araplık”, Müslüman ülkeler arası iş birliğinde “İslam” kimliği amaçların hayata geçirilmesinde kolaylaştırıcı birer faktördür. İkincisi, ortak kimlik anlayışının bölgedeki bir kısım birlik ideallerinin hayata geçirilmesine olanak tanıyacağı yolundaki popüler beklentiyi beslemesi ve iş birliğine girişen hükûmetleri cesaretlendirmesidir. Ortak kimlik, kültür ve tarih, bölgesel birlik idealinin günümüze bölgeselleşme olarak yansımasını sağlamaktadır. Ortak kimlik, bölgeselleşmeyi geliştirmeye çalışan devletlerin ve liderlerin vurgu yaptıkları çok önemli bir alandır. Çünkü hükümetlerin çalışmalarını kısmen meşrulaştırır.

Bölgeselleşme / Küreselleşme Etkileşimi

Küreselleşen dünyada ülkeler arası iletişim kadar ülkeler arası bağımlılık da giderek artmaktadır. Küreselleşme bu bakımdan insanlığı tek bir mekânda bulunmaya zorlama eğilimindedir. “Tek mekân” ile anlatılmak istenen pazar, toplum, siyasal düzen ve kültürel çevre gibi pek çok olguya işaret etmektedir. Bununla birlikte küreselleşme ve bölgeselleşme arasındaki ilişkiye yönelik farklı yorumlamalar da yapılmaktadır. Bu iki olgunun birbirinin alternatifi olduğu yönünde görüşler öne atılmaktadır. Oysa bu iki olgu birbirinin alternatifi değil, tamamlayıcısıdır. Bölgeselleşme geliştikçe küresel yönetişim kolaylaşmaktadır.

Bölgeselleşmeye karşılık küreselleşmenin öncelikli olduğunu savunan görüşün gerekçeleri şu şekilde özetlenebilir:
– Dünya üzerinde karşılıklı bağımlılık bölgesel sınırları aşmıştır ve bağımlılıklardan kaynaklanan sorunlar ancak küresel girişimlerle çözülebilir.
– Bir bölgedeki sorunların çözümü için bölgesel kaynaklar yeterli olmayabilir ve küresel desteğe ihtiyaç duyulur.
– Bir bölgedeki istikrarsızlık bölge dışına çıkıp küresel düzeyde dünya barışını tehdit edebileceğinden bu aşamada küresel mekanizmalara ihtiyaç duyulur.
– Bölgede hegemonya kurmaya çalışan ülkelerin kontrolü ve saldırgan ülkelere karşı yaptırımlar küresel girişimlerle sağlanabilir.
– Bölgelerin sınırlarının coğrafi olarak tam olarak belli olmaması uluslararası barış ve istikrarın sağlanmasında ciddi bir belirsizlik potansiyeli taşımaktadır.
– Bölgesel güvenlik örgütleri küresel ölçekte rekabet yaratabilir ve bu da küresel boyutta büyük savaşları muhtemel kılar.
Küreselleşmeye karşılık bölgeselleşmenin öncelikli olduğunu savunan görüşün gerekçeleri de şu şekilde özetlenebilir:
– Coğrafi olarak dar ölçeklerde ve az sayıda ülke arasında siyasal, ekonomik ve sosyal bütünleşme çok daha kolay elde edilebilir bir amaçtır.
– Bölgesel ekonomik iş birlikleri küresel rekabet ortamında taraflara rekabet gücü kazandırır.
– Bölgesel tehditler, ülkeler açısından küresel tehditlere kıyasla daha öncelikli olduğundan tehditler bölgeselleşmeyi daha fazla teşvik etmektedir.
– Bölgesel ölçekte yönetim mekanizmaları kurmak ve “güç dengesi” sağlamak daha kolaydır.
– Müzakere taraflarının sayısı az olduğu için bölgesel ölçekte müzakerelerden daha kolay sonuç elde edilebilir.
– Küreselleşmenin aksine; ortak kimlik ve kültür yoluyla bölgesel ölçekte devletler arasında homojenlik yaratılması, barış ve istikrarın sağlanması daha kolaydır.

Dünya politikası gerçeğine bakıldığında küreselleşme ve bölgeselleşmenin alternatif olarak uygulanmadığı; aksine ülkelerin bir taraftan küreselleşme sürecine katılıp küresel pazardaki payını arttırmaya çalışırken bu yarışta daha avantajlı konuma geçmek adına komşularına sarılıp bölgeselleşme faaliyetlerini sürdürmektedir. Bölgeselleşmeyi öngören örgütler ile küreselleşme doğrultusunda hareket eden örgütlerin rol ve işlevleri konusunda bir denge ve birbirini tamamlama mekanizması oluşturulmalıdır. BM Sözleşmesi de bu türlü bir denge kurulmasını öngörmektedir. Sözleşme’nin 53’üncü maddesi ile bölgesel örgütlerin Güvenlik Konseyi’nden onay almadan zorlayıcı tedbirler uygulaması yasaklanmıştır. Zorlayıcı tedbir ile anlatılmak istenen müdahale ve yaptırımlardır. Bölgesel örgütlerin kuruluş sözleşmelerinde hem genel olarak BM Sözleşmesi’ne hem de özellikle bölgesel örgütlere ilişkin yedinci bölüme atıflar vardır. Yerel sorunun bölgesel girişimlerden başlayarak çözüme kavuşturulması, bunların yetersiz kalması halinde küresel örgüt olarak BM’nin harekete geçmesi öngörülmüştür.

Bölgeselleşme Düzeyleri

Bölgeselleşme düzeyleri, çeşitli bölgelere göre farklılık göstermektedir. Fakat en basit haliyle bölgeselleşme düzeylerini üç ana başlık altında incelemek mümkündür:

Bölgesel İş Birliği : Bölgeselleşme düzeyinin en gevşek yapıda olanıdır. Bölge ülkeleri çeşitli alanlarda çok taraflı anlaşmalar imzalayabilir. Sadece ortak bildiri yayınlayıp iş birliği platformu tesis edebilirler. Bu tür bir iş birliği için çok taraflı anlaşma veya örgütsel yapı zorunlu değildir. Afrika Birliği, ADÖ ve Arap Birliği bu alanda verilebilecek örnekler arasındadır.

Bölgesel Bütünleşme : Bölgesel bütünleşme düzeyi ülkeler arasında en çok ekonomik ve ticari alanda ortaya çıkmaktadır ve kendi içinde pek çok aşaması vardır:
– Bütünleşme bölgesel düzeyde çok taraflı bir anlaşma ile oluşturulur.
– Taraflar arasında kalıcı ve çoğunlukla geri döndürülmez ilişkiler oluşturulur ve bu ilişkilerin sonuçlarından üye ülkelerin toplumları faydalandırılır.
– Bölge içi ticaret ve yabancı yatırımların artması bölgesel bütünleşme ilişkilerinin sonuçları arasında yer alır.
– Bu ilişkilerden ülkeler makro düzeyde pazar genişlemesi, istihdam ve ihracat artışı gibi yollardan fayda görür.
Bölgesel bütünleşme 4 aşamalı bir süreçtir:
(1) Üye ülkeler arasında bir serbest ticaret alanı (STA) oluşturulması ilk aşamadır. EFTA, NAFTA ve GAFTA bu kapsamda verilebilecek örnekler arasındadır.
(2) Gümrük birliği oluşturulması ikinci aşamadır. Bu sayede üye ülkeler tek bir gümrük alanı olarak değerlendirilir.
(3) Ortak bir pazar tesis edilmesi üçüncü aşamadır. Üyeler arası ticaretin tek pazar ortamında gerçekleştirilmesini teminen pek çok ekonomi politikasında uyumlaştırma yapılır.
(4) Bölgesel bütünleşme çerçevesinde ekonomik ve parasal birliğin kurulması dördüncü aşamadır. Bu aşamada ülkelerin birbirinden bağımsız olarak ekonomi ve para politikaları belirleme imkânı kalmaz. 1993 Maastrich Anlaşması sonrası AB’nin gerçekleştirmeye çalıştığı ekonomik ve parasal birlik kısmen bu durum örnek verilebilir.

Bölgesel Birlik : Bölge düzeyinde siyasî birlik tesis edilmesi bölgesel iş birliği ve bütünleşme girişimlerinin doğal sonucudur. Bölgeselleşmenin en gelişmiş aşaması, “birlik kurma” girişimidir. Birlik kurma aşamasına gelmiş olan bölgeselleşme girişimleri artık sadece ekonomik ve parasal birlik kurulmasıyla sınırlı kalmayıp ortak dış politika ve güvenlik politikaları ile savunma ve içişleri politikalarının da uyumlaştırılması aşamasına gelirler. Bugün dünyada “birlik” adıyla bulunan birçok bölgeselleşme girişimi aslında birlik değil iş birliği düzeyindeki bölgeselleşmeyi gösterir. Bölgeselleşme yoluyla dünyada tam anlamıyla siyasi birliğe ulaşılmış bir oluşum henüz olmamakla birlikte AB bu konuda çok önemli bir mesafe kat etmiştir.

Sonuç

Hem bölgesel hem de küresel girişimler, ülkelerin ulusal çıkarlarını koruma ve geliştirme amaçları doğrultusunda yapılmaktadır. Bölgeselleşme girişimlerinin tamamının başarıya ulaştığı söylenemez. Başarı seviyesi bölgeden bölgeye ve konudan konuya farklılıklar göstermektedir. Coğrafi anlamda bu konuda model kabul edilen Avrupa, dünyanın diğer bölgelerinde bölgeselleşme çalışmalarına örnek teşkil etmiştir.

Konu bazında bakıldığında ekonomik bölgeselleşme girişimlerinin güvenlik ve siyasi bölgeselleşme girişimlerine kıyasla daha başarılı olduğu görülmektedir.

Bölgeselleşme günümüzde uluslararası politikanın ayrılmaz bir parçası olmuştur. Gelişmiş bölgelerdeki bölgeselleşme hareketi dünya politikasını daha fazla etkilerken; az gelişmiş bölgelerin uluslararası politika üzerindeki etkisi daha düşük bir orandadır. Uluslararası politikada devletlerin amaçlarını tek başına gerçekleştirmesi olanağı sınırlı iken amaçların ve çıkarların bölgeselleştirilmesiyle devletler ortak amaçlarına daha kolay ulaşma imkânına sahiptir.

ULUSLARARASI POLITIKA VE İNSAN HAKLARI
Küreselleşme ve İnsan Hakları

Küreselleşme ve insan haklan son yıllarda başta uluslararası ilişkiler olmak üzere bütün sosyal ve siyasal bilimlerde en popüler ve en çok kullanılan kavram- lardandır. Küreselleşme ve insan hakları teori ve pratikte, farklı insanlara farklı şeyler çağrıştırmasına, zamana ve mekâna göre farklı farklı anlamlar ve boyutlar kazanmalarına rağmen, genelde birçok insana ilişkili şeyler çağrıştırmaktadır. Yani, küreselleşme politik- merkezli geleneksel uluslararası sistemi ekonomi-temelli dünya sistemine çeviren bir süreçtir.

Richard Barnet küreselleşmeyi dört küresel ticari faaliyet ağıyla açıklamaya çalışır. Bunlar;

• Küresel kültürel pazar,
• Küresel alışveriş pazarı,
• Küresel finans ağı,
• Küresel emek pazarıdır.

İnsan hakları siyasi, sivil, ekonomik, sosyal ve kültürel boyutları olan, ahlaki, doğal, hukuki ve manevi özellikler taşıyan ve insan onurunu korumayı hedefleyen haklardır.

Bu terimi kullananlar, daha çok var olanı değil, olması gerekeni dile getirir. İnsan hakları, her bir bireye bağımsız seçim yapma ve yeteneklerini geliştirme özgürlüğü sağlar. Bu bağlamda Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin birinci maddesinde “Bütün insanlar onur ve haklar bakı- mından eşit ve özgür doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik anlayışı ile hareket etmelidirler” denilmektedir.

Küreselleşmeyi Tanımlama Girişimleri

Küreselleşme dünya toplumlarının birbirleriyle entegrasyonunu arttıran bir süreç olarak uluslararası ticarettir, uluslararası televizyonlardır, internettir, sosyal medyadır, iletişimdir, , ulaşımdır, uluslararası örgütlerdir, iklim değişikliğidir, küresel ısınmadır, uluslararası suç örgütleridir ve sanal suçlardır.

Küreselleşme aslında dünya politikasında yeni ve biricik bir durumu ifade etmektedir. Çünkü küreselleşme; çokuluslu şirketler, küresel bazda örgütlenmiş meslek örgütleri, sendikalar ve sivil toplum kuruluşları (STK) gibi devlet dışı aktörlerin ortaya çıkması ve çoğalmasıdır.

Devlet-dışı aktör kavramı en geniş anlamda beş ayrı gruba ayırmak mümkündür:

a) Devletlerarası örgütler,
b) Sivil toplum kuruluşları,
c) Çok uluslu şirketler,
d) Dinî topluluklar,
e) Diğer kategoride ise silahlı gruplar, meslek kuruluşları ve diğer amaçlı özel aktörlerdir.
Rekabetçi Devlet: Devleti Yeniden Tanımlamak

Cerney’e göre devlet, varlığını korumak ve devletler dâhil diğer uluslararası aktörlerle rekabet edebilmek için kendisini yeniden yapılandırmıştır.

“Rekabetçi devlet” tezine göre, dünya devleti olmadığından dünya ticaretini düzenlemek için üç yol vardır:

• Etkili uluslararası örgütler yoluyla,
• Egemen bir devlet ya da ekonomik amaçlarla bir araya gelen devletler grubuyla,
• Devletin piyasa üzerinde daha güçlü bir kontrol mekanizmasını kurmasıyladır.

Rekabetçi devlet görüşünü savunanlara göre, bu model küreselleşme sürecinin bir sonucudur ve küreselleşme ulus-devletin bazı görevlerinde değişiklik oluşturmasına rağmen geleneksel görevlerini değiştirememiştir.

Küresel Bir Değer Olarak İnsan Hakları

Küresel insan hakları mekanizmasının ilk belgesi niteliğindeki Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi (EİHB), hakları bütüncül bir perspektifle ele alırken Soğuk Savaş’ın ideolojik ayrıştırıcılığının aksine sivil, siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel bütün hakları tek belgede toplamakla kapsayıcı bir nitelik taşımaktadır.

İnsan hakları literatürde farklı temellerde sınıflandırılmakta, tanımlanmakta ve uygulanmaktadır. Örneğin insan hakları felsefi temellerine göre “nesil diye adlandırılan üç gruba ayrılmaktadır:

• Birinci nesil haklara özgürlük hakları, sivil ve siyasal haklar ya da liberal haklar da denir.
• İkinci kuşak haklara ise eşitlik hakları veya ekonomik, sosyal ve kültürel haklar ya da sosyalist haklar da denir.
• Üçüncü kuşak haklara ise uzlaşma hakkı denmektedir.

İnsan haklarının kaynağı konusunda da farklı görüşler ve iddialar mevcuttur. 1215 Magna Carta (Büyük Özgürlük Sözleşmesi) modern insan haklarının önemli bir kaynağı olarak algılanırken insan haklarının felsefi arka planında XVII, yüzyıl liberal aydınlanmacılığı ve rasyonalizmine dayandıran görüşler ağırlık kazanmıştır. Temelde modern insan haklarının kurucu babası Locke kabul edilmiştir.

İnsan hakları açısından en önemli küresel adım 10 Aralık 1948’de BM Genel Kurulunca Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin kabul edilmesidir. Bu nedenle 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü olarak kutlanmaktadır.

İnsan haklarının gelişmesi dikkate alındığında, 1950-60 dünya kamuoyunda bilinç oluşturma, 1970’ler standartlar belirleme, 1980’ler kurumsallaştırma, 1990-2000 uygulama dönemleri olarak sınıflandırılabilir.

Dünya tarihinde insan hakları gibi küresel çapta bu kadar hızlı yaygınlaşan ve genel kabul gören ikinci bir siyasi ve sosyal bir olgu göstermek zordur.

İnsan Hakları ve Küreselleşme İlişkisi

İnsan haklarının küreselleşme sürecinden hem olumlu hem de olumsuz etkilendiği durumlar vardır. Olumlu anlamda üç noktada etkilenmektedir.

1. Devletlerin ve hükümetlerin vatandaşlarına genel olarak nasıl davranması gerektiği insan hakları belgeleri tarafından belirlenmektedir.
2. İnsan hakları savunucuları dünyanın herhangi bir yerindeki insan hakları durumunu ya da meydana gelen insan hakları ihlalleri ile ilgili bilgi alma ve dağıtmayı küresel iletişim ve yayın organları üzerinden yapmaktadırlar.
3. İnsan hakları savunucuları küresel yatırım ve ticaret yoluyla ekonomik yaptırım, destek ya da tavizler yoluyla ihlalci ülkeleri insan hakları normlarına uymaya zorlamaktadır.

Küresel pazarlar bir yandan sosyal sorumluluk ve denetimi güçlendirirken öbür yandan da ekonomik sömürge olanaklarını arttırmaktadır. Küreselleşme bir yandan emek hakları ve sosyal korumayı ucuz emek pazarlarına daha kolay ulaşım ve neoliberal politikalar eşliğinde zayıflatırken diğer yandan da küresel bir sivil toplum oluşturmaktadır.

Küreselleşmenin insan hakları ihlalleri için uygun iklim oluşturma, koruma mekanizmalarında boşluktan faydalanma gibi olumsuz etkileri göz ardı edilmemelidir.

İnsan haklarını korumak ve yaymak devletlerin sorumluluğundadır. Fakat küreselleşmeyle devletlerin zayıfladığı ve uluslararası sistemde tekel aktör olmaktan çıktığı bilinen bir gerçektir. Devletler artık ulusal pazarları kontrol edememekte, uluslararası rekabet, uluslararası finansal kurumlar tarafından dayatılan politikalar neticesinde kamu hizmetleri giderek özelleştirilmektedir. Bu aşamada karşımıza ciddi bir paradoks çıkmaktadır. Bir yandan insan hakları düzenlemeleri, insan haklarını korumak adına güçlü olan devleti sınırlamaya çalışırken küreselleşme devleti zayıflatarak bu yönde oldukça önemli bir rol oynamaktadır. Fakat diğer taraftan, zayıflayan devlet ortaya çıkan yeni aktörlerin hak ihlallerini denetleyememekte, vatandaşını koruyamamakta ve doğal olarak hem sivil-siyasal hakları hem de ekonomik, sosyal ve kültürel hakları garanti edememektedir.

İnsan hakları konusunda bilinç oluşturma, onları yayma ve korumak için II. Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle BM bir yana AB ve Avrupa Konseyi gibi bazı bölgesel oluşumlar da büyük gayret sarf etmişlerdir. Özellikle son zamanlarda, devlet gücünün zayıflaması ve ortaya çıkan büyük küresel aktörlerin neden olduğu ihlalleri engelleyecek ya da soruşturup cezalandıracak bir mekanizma geliştirilememiştir. Bu da doğal olarak insan hakları ihlallerinin engellenmesini zorlaştırmıştır.
İnsan Yüzlü Küreselleşme

Küresel düzeyde insan hakları koruma mekanizmasındaki ana zafiyet uluslararası hukuktaki boşluklar ve yetersizliklerdir. Bu da beraberinde küreselleşmenin insan hakları üzerindeki olumsuz etkilerini arttırmakta ve derinleştirmektedir. Çünkü çok uluslu şirketler, uluslararası örgütler ve silahlı gruplar gibi devlet dışı aktörler uluslararası hukuka göre sorumlu aktör değillerdir.

Bu aktörlerin başında küreselleşmenin motoru konumundaki çok uluslu şirketler yer alır. Çok uluslu şirketlerin devletlerin politikalarını etkileyecek kadar güçlü olup olmadıklarını anlamak için dünya ekonomisinde oynadıkları role ve sahip oldukları paya bakmakta fayda vardır. Örneğin; Dünyadaki en büyük 12. Şirket konumundaki Wal-Mart ekonomik büyüklük yönüyle İsrail, Polonya ve Yunanistan dâhil dünyadaki 161 ülkeden büyüktür.

Çok uluslu şirketlerin faaliyetleri son yıllarda insan hakları çevrelerinde sıkça tartışılan bir konudur. Bu alanda çatışan iki görüş vardır:

1. Geleneksel devlet-merkezli görüşe göre, uluslararası hukukun tarafları devletlerdir ve bu nedenle sadece insan hakları ihlallerinden onlar sorumlu tutulabilirler.
2. Devlet dışı aktörlerin kendi ihlallerinden doğrudan sorumlu olması gerektiğini vurgulamaktadır.

Sadece uluslararası şirketler değil, aynı zamanda Dünya Bankası, IMF ve Dünya Ticaret örgütü gibi uluslararası finans kurumları da çoğu zaman insan hakları protesto ve reformlarının hedefi olabilmektedirler.

Sonuçta devlet-merkezli geleneksel görüş bugün insan haklarını koruma konusunda yetersiz kalmaktadır.

Çok Uluslu Şirketler ve İnsan Hakları; çok uluslu şirketlerin hem sayı hem de faaliyetlerinin astronomik büyümesi beraberinde yeni birtakım sorunları da doğurmuştur. Öncelikle, sayılarındaki artış uluslararası piyasalarda acımasız bir rekabete neden olmuştur.

Çok uluslu şirketler gelişmekte olan ülkelerde teknoloji transferi, zenginleşme ve “sürdürülebilir kalkınmanın araçları” olarak görülürken iç sömürü, kaynak transferi, beyin göçü ve emek sömürüsü gibi olumsuzluklara da neden oldukları bilinmektedir.

Çok uluslu şirketlerin faaliyetlerinden etkilenen bir diğer insan hakkı ise kendi kaderini tayin hakkıdır. Bu şirketlerin iç politikaya müdahalesi ya da şirketin mer- kezinin olduğu ülkenin diğer ülke üzerindeki uygulamalarıdır.

ULUSLARARASI POLITIKANIN DEMOKRATIKLEŞMESI
Uluslararası Politika Nedir?

“Uluslararası politika” kavramı, diğer sosyal bilimler kavramları gibi çok boyutlu ve dinamik olduğundan üzerinde ittifak sağlanmış tekil bir tanıma sığdırmak mümkün değildir. Dolayısıyla genel kabul görmüş bir tanımı olmasa da yaygın kullanılan tanımlar vardır. Bu tanımlardan kimisi uluslararası politikayı devletlerarası sivil ve resmî her türlü ilişkiyi kapsayan bir kavram olarak sunarken bunu yetersiz görüp küreselleşme ile artan aktör ve faaliyetlerin çeşitliliğine de vurgu yapan sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel her türlü ilişki ve etkileşimi dillendiren tanımlar da mevcuttur. Kadim zamanlarda daha çok diplomatik çerçevede cereyan eden devletlerarası (resmî) ilişkilerle sınırlı olan bu kavram, zamanla uluslararası ticareti, uluslararası örgütler çerçevesindeki iletişim ve etkileşimi, devletüstü ve devletaltı yapılanmalar arasındaki ilişkileri de içermeye başlamış hatta toplumlararası sosyal ve kültürel faaliyetleri, STK’leri, ÇUŞ’ları, dinî örgütlenmeler ve silahlı organize suç örgütleri gibi devletdışı aktörler arası ilişkileri de kapsamaktadır. Artık uluslararası politika küresel ısınma, uluslararası göç, uyuşturucu ticareti, insan kaçakçıları, nükleer silahlanma ve sanal suçlar gibi küresel sorunlar ve ilişkiler ağları dâhil sınır aşan bütün faaliyetleri kapsar hâle gelmiştir. Uluslararası politika teorileri, uluslararası olayların meydana geliş nedenlerini, aktörlerin amaç, ve araçlarını bazı soyut ilkeler ya da geçmişteki olaylardan elde edilmiş birtakım genellemeler ışığında analiz etmeye ve gelecekteki muhtemel sonuçları öngörmeye yaramaktadır.

Uluslararası İlişkilerin Öncü Teorileri: Liberalizm ve Realizm

XX. yüzyılın başlarında Uluslararası ilişkiler (UI) bağımsız bir disiplin olarak ortaya çıktıktan itibaren liberal/idealist ve realist teori arasındaki tartışma disiplinin literatüründe buna “I. Büyük tartışma” denmektedir disiplini domine etmiş, sınırlarını belirlemiş ve günümüzde geliştirilen alternatif teorilere rağmen hakimiyetini korumuştur. Tartışmalı da olsa UI’nin ilk teorisi olarak kabul edilen idealizm/liberalizm dönemin ABD Başkanı Woodrow Wilson’un meşhur 14 ilkesindeki halkların kendi kaderini tayin hakkı, açık diplomasi ve çatışmaların kurulacak bir uluslararası örgüt olan Milletler Cemiyeti (MC) aracılığıyla barışcıl yollarla çözülmesi I. Dünya Savaşı sonrasında liberalizmi hakim teori kılmıştır. Oldukça kısa bir süre devam eden bu liberal hâkimiyet, 1930’ların ortalarından itibaren yerini realist politikalara terk etmek zorunda kalmıştır. Fakat rekabet burada sona ermemiş aksine1970’lerden itibaren liberal fikirler giderek öne çıkmaya başlamıştır.

Dünyada barışı ve uluslararası işbirliğini amaçlayan liberal teori, temelde insan doğasının iyi olduğundan hareketle işbirliği ve çıkar ortaklığına vurgusuyla uluslararası sistemde de bunun mümkün olduğunu ileri sürmektedir. II. Dünya Savaş’nın çıkmasıyla eleştiri oklarının hedefinde kalan liberalizm disiplindeki hakimiyetini realizme kaptırmıştır. Fakat liberalizm 1970’lerden başlayarak uluslararası ticaret ile ön plana çıkan karşılıklı bağımlılık teziyle uluslararası barışın mümkün olabileceğiyle, yine uluslararası örgütler kanalıyla uluslararası işbirliği ve çıkar ortaklığını savunan liberal kurumsalcılık (liberal Institutionalizm) ile tekrar ortaya çıkmıştır.

Alternatif Paradigmalar: Eleştirel Teori

Liberalizm ve realizm her ne kadar çatışan iki teori olsa bile temelde birçok noktada benzeştikleri iddia edilir. Her ikisi de pozitivist, devleti sorgulamadan verili kabul eden, uluslararası ilişkileri anarşik bir düzende ele alan, kimlik ile kültür gibi devlet altı yapıları göz ardı eden ve olayları açıklarken aktör davranışlarını baz alıp kökenine inmeyen kuramlardır. Bu tarz eleştiriler eşliğinde son yıllarda Uluslararası ilişkiler disiplininde alternatif teoriler geliştirilmiştir. Bunlara genel anlamda eleştirel ya da post- pozitivist teoriler diyenler de vardır. Bunlar arasında Marxizm ve neoMarxizm gibi positivist teoriler olmasına rağmen temelde öne çıkanlar eleştirel inşacılık başta olmak üzere, post-yapısalcılık, Frankfurt Okulu ya da Eleştirel teori ile Feminist teoridir. Bunlara genel anlamda “eleştirel teori” diyenler olduğu gibi kapsamı daraltıp “post-yapısalcı” ya da “post-modern” teoriler diyenler de vardır. İnşacılık kısmen dışarıda tutulsa da kimisine göre bu yeni yaklaşımlar bir teori olmaktan ziyade uluslararası ilişkilere bir yaklaşımı ifade edebilirler.

Küreselleşme ve Teori: Hangi Kuram?

Bu kadar karmaşık süreçleri ve eylemleri tek bir teoriye sığdırmak mümkün olmadığı gibi çoğu zaman bütün teorilerin dışında kalan birçok olay da olabilmektedir. Bir teorinin her şeyi açıklaması da beklenemez zaten. Bu nedenledir ki; özelde uluslararası ilişkilerde genelde sosyal bilimlerde teorinin kendisi de dinamiktir. Elbette zamana ve mekana göre yeni teoriler ve yeni bakış açıları ortaya çıkabilmektedir. Bu nedenle zamanla yeni teorilerle karşılaşmak sürpriz olmayacaktır. Küreselleşmeyi en iyi açıklayan teorinin hangisi ya da hangileri olduğunu söylemek zor olsa da hangisinin yetersiz olduğunu tespit etmek nispeten daha kolaydır. Bu çerçevede en çok tartışılan, yetersizliği en çok öne sürülen teori Uluslararası ilişkilerin en güçlü teorisi olarak iddia edilen realizmdir. Realizmin önermelerine bakıldığında bugünkü küreselleşmenin çok az bir kısmıyla ilgilenmektedir.

Demokrasiyi Tanımlamak

Demokrasi basitçe Halkı’n halk tarafından halk için yönetimi olarak adlandırılmaktadır fakat sadece tanımlamak yeterli değildir. Demokrasi aynı zamanda, bu Halkı’n kendisini nasıl yöneteceğinin reçetesini de vermektedir. Bir yönetimin demokratik olabilmesi için birtakım demokratik özellikleri taşıması gereklidir. Bu kapsamda Dahl’a göre demokrasi için önemli olan temel kriter şunlardır: Yönetimle ilgili kararların anayasal olarak seçilmişle kişilere verilmiş olması, adil ve serbest seçimlerin belli aralıklarla yapılması›, genel oy ilkesi, devlet memurluğu Hakkı’nın ayrımcılık yapılmaksızın tüm vatandaşlara açık olması, ifade özgürlüğü, devlet ya da bir kişi ve kurum tarafından tekelleştirilmeyen farklı bilgi kaynaklarına herkesin ulaşabilmesi, siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları ve çıkar gruplarını kurma, üye olma ya da yönetmeyi içeren örgütlenme özgürlüğü.

Demokratikleşme: Eylem mi Süreç mi?

Demokratikleşme, demokratik düzeyi ileri taşıyan her türlü faaliyeti içerir. Demokratikleşme bir süreç olarak kabaca bir siyasi rejimin demokrasiye doğru evrilmesi, demokratik olmayan bir rejimin demokrasiye geçmesi ya da yarı demokratik bir ülkenin demokrasisini konsolide etmesidir. Başka bir ifadeyle bir ülkenin demokrasisini pekiştirmesi için yapmış olduğu her türlü sosyal, siyasal, yasal ve anayasal reformlar demokratikleşmenin önemli araçlarıdır. Demokratikleşme sürekli devam eden bir süreç olduğundan bir ülke demokratikleşme düzeyini ne kadar yükseltirse yükseltsin, gideceği bir üst nokta hep vardır. Demokratikleşme süreçlerini açıklayan üç farklı teoriden bahsedilebilir: modernleşme, geçiş ve yapısalcı teori. Modernleşme teorisi demokratikleşme için en önemli unsurun ekonomik kalkınma olduğunu iddia etmektedir. Geçiş teorisi ekonomik kalkınmayı değil demokratikleşmede özellikle siyasi elit tercihlerinin belirleyici olduğunu ileri sürmektedir. Yapısalcı› teori ise demokratikleşmeyi mevcut yapıların reformunda ya da değişiminde arar Demokratikleşme oldukça kapsamlı bir süreç olduğundan onu tek teori ile tam olarak açıklamak mümkün değildir.

Küresel Demokratikleşme Dalgaları

Demokratikleşme ilerlemeci tarih anlayışının öngördüğü üzere düz bir çizgide sürekli gelişen bir olgu değildir. Dünyadaki ve ülkelerdeki gelişmelere bağlı olarak bazen ilerlerken bazen de gerileyebilir. Son bir asırdır dünyada demokrasi genel anlamda yayılırken bazı dönemlerde bölgesel demokratikleşme hareketleri de olabilmektedir. Bu çerçevede Samuel Huntington’ın Üçüncü Dalga: 21. Yüzyılda Demokratikleşme çalışmasında demokrasi dalgaları, belli bir zaman diliminde anti- demokratik rejimlerden demokrasiye evrilen rejimleri ifade etmektedir. Huntington’a göre tarihte üç demokrasi dalgası olmuştur. Bunlar

• Uzun ve yavaş olan ilk dalga 1828’den 1926’ya kadar sürerken ABD, İngiltere, Fransa, İtalya ve Arjantin bu süreçte demokrasiye geçer.
• 1922-1942 tarihlerinde ise demokrasileri ortadan kaldıran veya azaltan ters bir dalga oluşmuştur. Milliyetçilik temelli Faşizm ve Nazizm bu dönemde ortaya çıkmış ve yaygınlaşmıştır.
• II. Demokratikleşme dalgası ise 1943-1964: Batı Almanya, İtalya, Japonya, Hindistan, İsrail ve Türkiye bu dönemde demokrasiye geçen ülkeler arasında sayılabilir.
• Yine ters dalga 1965-1975 tarihlerinde bağımsızlığını yeni kazanan ülkelerin önemli bir kısmı tek parti diktatörlüğüne teslim olmuştur.
• III. Dalga ise 1970’lerde İspanya ve Portekiz’le başlarken 1970’lerin sonu ve 1980’lerin başında Latin Amerika’ya yayılır. Demokrasi Yine 1980’lerde Asya’da ve 1980’lerin sonu Orta ve Doğu Avrupa’da ve 1990’larda ise Güney Afrika’ya yayılır.

Uluslararası Politikanın Demokratikleşmesi: Yerel ve Küresel Boyutları

Hayat’ın ve yönetimin her yönünü etkileyen küreselleşme, demokrasinin yaygınlaşmasını ve derinleşmesini öngörmektedir. Bugün hem demokrasi hem de Uluslararası ilişkiler literatürü klasik sınırların ötesine geçip uluslararası ya da küresel demokratikleşmeden bahsetmektedir. Uluslararası demokrasi ile ilgili literatür küreselleşme, uluslararası üçüncü (hatta Arap Baharı bağlamında dördüncü) demokrasi dalgası ve uluslararası toplumsal hareketler çerçevesinde gelişmektedir.

Uluslararası Politikanın Demokratikleşmesi Nedir?

Uluslararası politikanın demokratikleşmesiyle ilgili farklı teorik yaklaşımlar mevcuttur. Çalışmanın ilk bölümünde vurgulandığı gibi Uluslararası ilişkiler teorileri meydana gelen uluslararası olayları açıklamak için bir takım genellemeler geliştirerek olayları analiz etmemizi sağlarlar.

Uluslararası Temsili Demokrasi mi?

Uluslararası ilişkiler teorilerine bakıldığında liberalizmin uluslararası ilişkilerin demokratikleşmesi konusunda ciddi ipuçları verdiği iddia edilebilir. Hukukun üstünlüğüne ve devletler arası iş birliğine dayalı bir dünya düzenini öngören bu akımı, karşılıklı bağımlılık ve uluslararası ticaretin dünya barışına katkı ve etkisini inceleyen diğer liberal bakış açıları da desteklemiştir. Burada öne çıkan örgütlerde ülkelerin eşit temsil edilmesi, haklarının korunması, güç paylaşımı, sivil, siyasal ve ekonomik haklar ile rızaya dayalı› uluslararası yönetim gibi unsurlar bir tür demokratik düzene işaret etmektedir. Uluslararası örgütlerdeki adil temsil ve şeffaflık daha çok eşitlikçi, temsilî ve hesap verebilir ve bir tür demokratik küresel yönetim mekanizmasının oluşmasına katkı sağlayacaktır. Burada en önemli nokta uluslararası örgütlere üye ülkelerin de demokratik olmasıdır. AB bu bağlamda incelenmesi gereken önemli bir kurumdur. AB ülkeleri demokratik ülkelerdir fakat bir örgüt olarak AB’nin kendisinde ciddi demokrasi boşlukları olduğu yapılan tartışmalarla sabittir. Bu bağlamda temel sorun uluslararası dengesiz güç dağılımının örgütlerde eşit olarak nasıl yansıtılacağıdır.

Küresel Katılımcı Demokrasi Mümkün mü?
Realist Uluslararası ilişkiler teorisine göre, uluslararası ilişkiler anarşik bir yapıya sahiptir. Devletler bu sistemin yegâne aktörüdür. Güvenlik temel sorun ve gücü sürdürmenin ana unsuru olarak görüldüğünden güç politikası, sistemin omurgasını oluşturmaktadır. Realist paradigmaya göre uluslararası sistem kısmi bazı normatif değerlerin varlığına karşın temelde güce dayalı bir şekilde tasarlanmıştır. Dolayısıyla devlet egemenliği ve anarşik uluslararası sistem uluslararası demokrasinin önündeki en önemli engellerdir. Demokrasinin tesisi, bu şartlarda, öncelikle bu adil olmayan yapının değişmesiyle mümkündür. Bu bağlamda zayıf dünya toplumlarının da çıkarlarını koruyan, onlara yetki veren bir küresel güç sistemin kurulması gerekir. Demokrasi eşitlik, katılımcılık, ortak çıkarların geliştirilmesi, insani yönetim gibi ilkelere dayalı bir sistem ise uluslararası kararlarda, devletlerin ötesinde insan gruplarına hatta bireylerin tercihlerine de yer verilmelidir.

Küreselleşme ve Uluslararası Politikanın Demokratikleşmesi

Uluslararası demokratikleşme son yarım asırda büyük bir ivme kazanırken hatta son yıllarda Arap Baharı ile daha da ivmelenmiştir. Demokratik ülkelerin dünya sistemine yön vermesi ve demokratik değerlerin giderek küresel norm hâlini almasıyla demokratikleşmeyi destekleme ve yaygınlaştırma yardımları, dış politika ve kalkınma yardımlarının ana parametresine dönüşmüştür. Son yıllarda hükûmetlerin yanı sıra ÇUŞ’lar ve STK’ler da uluslararası demokrasinin yaygınlaştırılmasında aktif rol oynamaya başlamıştır. Odak noktamız daha ziyade uluslararası siyasetin ve mekanizmaların demokratikleşmesidir. Bu çerçevede de küreselleşmenin etkisi yadsınamaz. Yukarıda da vurgulandığı gibi, küreselleşme ile demokratikleşme hızlanmış ve bunun sonucunda uluslararası yapılar da doğal olarak daha şeffaf ve hesap verebilir bir hâl almıştır. Artan kitle iletişim ve teknoloji sayesinde diplomasi daha şeffaflaşmıştır. Daha doğrusu, eskisi gibi her şey gizli kapaklı yapılamaz duruma gelmiştir. Bu tarz politikalar da çok geçmeden dünya kamuoyunun gündemine bir şekilde girebilmektedir. Küreselleşme ile demokrasi fikri de küreselleşmiş, demokrasi talebi yerel, ulusal ve küresel bazda artmıştır. Küreselleşmenin çoğulculuğu, özgürlükleri ve insan haklarını yaygınlaştırdığı, bu kavramların da küreselleşmesini etkilediği tartışma götürmez bir gerçektir. Bu nedenle farklı bakış açılarına ve çeşit çeşit eleştirilerin varlığına rağmen küreselleşmenin hem yerel hem de uluslararası düzeyde demokratikleşme sürecini olumlu etkilediğini ileri sürmek yanlış olmaz.

ULUSLARARASI POLITIKANIN KÜRESEL DÖNÜŞÜMÜ
Kavramsal Çerçeve ve Literatür Seçkisi
Küreselleşme sözcüğünün ilk kez 1951’de kullanıldığını iddia eden Merriam Webster sözlüğüne göre küreselleşme, özellikle serbest ticaret, sermayenin serbest akışı ve ucuz yabancı emek pazarlarına erişimin artışıyla şekillenen entegre olmuş küresel ekonomiyi betimlemektedir. Küreselleşme, kavram olarak sosyal bilimler literatürüne 1960’larda girmesine rağmen 1980’lerden sonra kazandığı popülerliğiyle bir yandan insanın tarihsel göçebeliğinden hareketle insanlık tarihiyle eş tutulurken bir yandan da Coğrafi Keşiflerle başlayan bir dünyanın her yerinin bilinirliğiyle, entegrasyonu ve artan etkileşimi ifade etmektedir.

1970’lerde tartışılmaya başlanan bilgi devrimi (information revolution), bilgi ekonomisi (information economy) ile endüstri-sonrası (post-industial) ve/ya ağ toplumu da denilen bilgi toplumu (information society) oluşturmuştur. Böylece, insan türünün şimdilik yaşayabildiği yegane gezegene dair bilgi, farkındalık ve bilinçte sosyal medyanın da katkılarıyla gözle görülür bir artış yaşanmakta ve dünya Marshall McLuhan’ın ifadesiyle “küresel köy” hâline gelmektedir. Harvey, küreselleşmeyi “zaman-mekân sıkılması” olarak tanımlarken hayatın hızı mekânsal engelleri aşındırmakta ve eğlence gibi bazı hizmetler ile semboller adeta ışık hızıyla nakledilip zaman mekânı fethetmektedir.

Küreselleşme ilginç bir şekilde yukarıda bahsettiğimiz iç çelişkileri de billurlaştırmaktadır. Küreselleşmenin sektörel dağılımın ötesinde bölgeler, ülkeler ve kentler üzerindeki etkisi de farklılık arz etmektedir. Küreselleşme, öte yandan, hâlâ “uluslararasılaşma” ile eş anlamlı kullanılırken ekonomik boyutu sosyal, kültürel ve siyasal boyutlarından daha ön plandadır. Hatta küreselleşmenin ekonomik yönü özellikle mal ve hizmetlerin önünü açmak için gümrük ve ithalat kotaları başta olmak üzere her türlü uluslararası ticareti sınırlandırıcı etkinin azaltılması için ulus-devletin siyasal yönünü de şekillendirme gayretindedir.

Robertson’a göre, “Bir kavram olarak küreselleşme, hem dünyanın küçülmesine hem de bir bütün olarak dünya bilincinin güçlenmesine gönderme yapar” (1999; 21). Küreselleşme literatürüne erken dönemli katkılardan Benjamin R. Barber’ın McWorld’e Karşı Cihad: Küreselleşme ve Kabilecilik Dünyayı Nasıl Yeniden şekillendiriyor? isimli kitabının öncü çalışması aynı isimle Mart 1992’de The Atlantic dergisinde “Jihad vs. McWorld” başlığıyla yayımlanan makalesidir. Küreselleşme kavramını en çok popülerleştiren yazarlardan birisi hiç şüphesiz Thomas L. Friedman’dır. Friedman’ın bu konudaki ilk çalışması Lexus ve Zeytin Ağacı: Küreselleşmenin Geleceği, başlığından da anlaşılacağı üzere küreselleşmeyle ilintili farklı kavramların çatışmalarını dışa vurmaktadır. Friedman, müteakip Yirmi Birinci Yüzyılın Kısa Tarihi: Dünya Düzdür kitabında ise ikinci milenyumda internet’in hızla yaygınlaşmasıyla başta ekonomik olmak üzere küresel oyun sahasının daha da küçülerek düzleştiğini ve düzleşen dünyada bireylerin ve küçük şirketlerin bile rekabet ve iş birliği için daha fazla imkâna sahip olduklarını dile getirmektedir. Küreselleşme kavramı ve etrafında gelişen literatür elbette küreselleşmenin tarihinden bağımsız değildir.

Küreselleşmenin Tarihi

Küreselleşmeyi bir siyasal süreç olarak okumamız durumunda da en eski medeniyetlerden itibaren o zaman bilinen dünyanın keşfi, işgali ve ilhakı ile gerçekleşen fetih süreçleri Coğrafi Keşifler ve sonrasındaki yaşananların öncüsü olmuştur. İnsanın hareketli bir varlık olarak istemli bir şekilde yaşayabileceği yeni yaşam alanları arayışının küreselleşmeye katkısı büyüktür. Aktörlerin ötesinde dinler sadece peygamberlerinin geldikleri toplumlara değil tüm insanlığa mesajlarını götürmek endişesiyle tebliğcileri araçlığıyla küreselleşmeye su taşımışlardır.

Dinlerin bu boyutunda meşruiyet sağlama konusundaki hukuki etkinlikleri kadar öbür dünya kurtuluşu vaaz ettikleri motivasyonları da etkili olmuştur. Dünyayı geometrik bir şekil olan “küre” olarak algılamamıza katkısının ötesinde Coğrafi Keşifler, küreselleşmeyi anlamlı kılan en önemli dönemeçtir. Her icat ve keşifte olduğu gibi sürecin sınırları da çizilerek bir standartlaşma gelmiştir. Avrupa merkezli başlayan Batı medeniyetine dünyanın geri kalanı üzerinde tasarrufta bulunma hakkını veren temelde güç ilişkisi olmuştur ve “Batı” kendini merkeze alarak dünyanın “geri kalanını istediği gibi tanımlama hakkına da sahip olmuştur (West and the Rest). İnternet’in icadı ve yaşamın vazgeçilmesi hâline gelmesi ve sanal dünyanın reel dünyayı bastırması küreselleşmenin önemli basamakları olarak sayılması gerekir.

Uluslararası Politikanın Küreselleşmesi

Westphalia Barışı ile kutsanan modern devletin teritoryalitesi, yeryüzünün keskin sınırlarla belirlenmiş bir parçasını yönetmesidir. Egemenlik ise bu yönetme hakkının mutlaklığını ve sınırlandırılmazlığını yani münhasır olmasını anlatır. Uluslararası politikanın küresel dönüşümü, uluslararası sistemde realist kurama göre tekil ve liberal kurama göre de başat aktör konumundaki devletin tahtını sallamaktadır çünkü ÇUŞ’lar, küresel STK’lar hatta Bill Gates gibi süper bireylerden oluşan devlet dışı aktörlerin sayıları ve etkinlikleri artmaktadır.

Anarşik bir yapı olan uluslararası sistemde modern devletin varlığının iki aksını oluşturan egemenlik ve teritoryalitesini korumak üzere askerî güvenlik temel amaç iken insan ve uyuşturucu kaçakçılığına dair alınacak tedbirleri içeren yumuşak güvenlik sorunları daha başat hâle gelmektedir. Bugün küreselleşme, ulus-devleti bir sandviç gibi alttan ve üstten sürekli baskılarken ulus- devletlerin kendi rızalarıyla üyesi oldukları uluslararası örgütlerin etkinlik alanları arttıkça üstten gelen baskılarla Westphalian sistemin uzantısı egemenlik fikri büyük ölçüde aşınmaktadır. Aynı şekilde her alanda önemi artan “insan merkezli/odaklı yaklaşım” ön plana çıkmakta, insan haklarının küresel gündemde giderek daha başat bir yer edinmesi ve “insani müdahale” kavramanın popülerliği Westphalian egemenlik anlayışını mezara gömerken bizi yeni bir Orta Çağ ile buluşturmaktadır (Özlük ve Çemrek, 2010). Küreselleşme sürecine dair kültürel ve dolayısıyla siyasal eleştirilerden bir tanesi de küreselleşmenin tek tipleştirici etkisidir. Aslında kültürel anlamda tek tipleşmeyi matbaanın icadıyla ilk standart ürün olarak kitap ile başlatabiliriz. Bilgi devrimi, ulus-devletin icbar ettiği ulus kimliğini aşındırıp içini boşaltırken farklı kimlik taleplerinin dillendirilmesi, kamusal görünürlük talepleriyle devlet karşısına çıktıkları için kaçınılmaz olarak siyasallaşmaktadır. Böylece sadece ulusal kimlik yerine sahip olduğumuz sosyal rol sayısınca kimliğimizi fark etmeye başlamaktayız ve bu kimliklerimizi daha rahat yaşayabilmek ve ifade edebilmek için taleplerde bulunmaktayız.

Küreselleşme çelişkili bir biçimde eleştiriye uğradığı cihetten hem dünyayı tek tipleştirmekte hem de birbirinden farklı yaşam biçimlerini bir araya getirmektedir. Aslında küreselleşme artan bilgi edinme imkânlarıyla yaşadığımız dünyanın daha fazla farkına varma sürecidir. Böylece bir yandan bireysel, yerel, bölgesel, ulusal sorunlarımız söz konusu olsa bile hepsine küresel çözümler üretilebileceği fikri giderek yaygınlık kazanmaktadır. Böylece yerel olan her şey küreselleştiği bir zamanda dünyada, yerkürenin herhangi bir yerinde şu an ya da daha önce var olan her şey de küreselleşmektedir. Küresel siyaseti mümkün kılan uluslararası politikanın dönüşümü ya da ayrışmasından ziyade tabu olan her konunun küresel bazda tartışılmaya başlanmasıyla insanların bu konuda tasarrufta bulunmak durumundadır.

KÜRESEL SIYASET VE İMKÂNLARI
Ulus-Devlet Hâlâ Sınır ve Egemenliğin Bileşkesi mi?
Ulus-devletler birer imparatorluk bakiyesi olduğundan ulusal kimliği vatandaşlarına her ne kadar bir “üst kimlik” olarak dikte ederken “uluslararası sistemde bütün devletlerin eşitliği” gibi, “ulus kimliği çatısı altındaki sosyolojik alt kimliklerin eşitliği” de sadece retorikten ibarettir. Devlet erkini ele geçiren etnisite, din, mezhep hatta cinsiyet mensuplarının daha avantajlı olması, alt kimlikleri ulus içerisinde hiyerarşik olarak da “alt kimlikler” hâline getirmektedir. Uluslararası sistem adından da anlaşılacağı üzere uluslar arasında bir sistem olduğunu kurgusunu anlatmaktadır. Nasıl ki liberal demokrasilerde parlamenterler vatandaşların oylarıyla seçilerek onları temsil ediyorsa ulusları da içlerinden çıkan devlet (politik toplum) uluslararası sistemde teorik olarak temsil etmektedir. Bu yüzden uluslararası sistem denildiğinde kabaca devletlerarası sistem anlaşılmaktadır. Ayrıca uluslararası sistemin söylem düzeyinde bile anarşik iken egemenliğin doğası gereği hiyerarşik olması, uluslararası sistemi de ontolojik olarak hep kırılgan kılmakla kalmamış, sistemin bedeni ve ruhu arasında hep bir uyuşmazlık olagelmiştir. Böylece uluslararası sistem küreselleştikçe anarşik değil bir hukuka tabiî ve sistem içindeki en güçlü ülke ya da ülkelerin fiilen jandarmalığı çerçevesinde şekillenmektedir. Zaten “oligarşinin tunç kanunu” gereği uluslararası sistem de kendi seçkinlerini üretmiştir. Westphalian kurgu aşındıkça uluslararası sistemde devletlerin hepsini bir tarafın dişleri gibi eşitleyen teorinin bilimselden çok ideolojik hatta mitolojik yönü giderek belirginleşmektedir. Küreselleşme bu mitin büyüsünü bozup bireyden ulusüstü kurumlara kadar her düzeyde homojenitenin değil asimetrinin hâkim olduğunu su üstüne çıkardıkça retoriğin yerini realite almaktadır

Ulus-devletlerin ulusal kimlikler konusundaki dayatmacılıkları azalmasına paralel yerel, bölgesel ve küresel kimliklerimizi daha çok fark ettikçe ve/ya hatırladıkça aslında hepimizin tire’lenmiş olduğumuzu da öğreniyoruz. Bireylerin giderek çok-kimlikli ve ulus- devlet politikalarının çok-kültürlü yapıldığı bir dünya, küresel siyaseti daha anlamlı ve anlaşılır kılmaktadır. Bir ülkeden bahsettiğimizde aklımıza ilk gelen o ülkenin insanları değil dünya siyasi haritasındaki konumudur. Her ülke de dünya coğrafi konumunu siyasallaştırarak jeo- stratejk önemini ulusal müfredatının bir parçası olarak vatandaşlarına endoktrine eder. Bütün ulus devletler kendilerini dünyanın en jeo-stratejik noktasında kurguladıklarından vatandaşlarının zihninde adeta diğer tüm devletler bu toprakların peşindedir veya kendi ülkeleri toprak bütünlüğünü kaybederse dünyanın sonu gelecekmiş gibi bir imaj yaratırlar. Bu yüzden hiyerarşik ilişkilerle örülmüş modern yaşamın bütün alanlarını düzenleyen “sınır” kavramı, modern insan ve zihninin özetidir.

Ayrıca bilişim teknolojilerindeki gelişmeler insanın ve eşyanın fiziksel sınırlarını aşmasına yardımcı oldukça ulus-devletin olmazsa olmazı sınırları da sıradan insan için büyüsünü kaybederken ne aşılmaz ne uğruna ölünecek bir değeri kalmaktadır. Böylece ulus-devletin üzerinde yükseldiği merkeziyetçilik yerini hızla ademimerkeziyetçiliğe bırakırken hem iç siyasette hem de dış politikada beliren çok sayıdaki merkezkaç kuvvet kendi konumu merkezîleştirdikçe çok sayıda merkez ortaya çıkmaktadır. Sınırların görece etkisizleşmesiyle beliren sınır aşan sular meselesinde olduğu gibi iki ya da daha çok ülke arasındaki bir sorun kaçınılmaz olarak bölgenin diğer ülkelerini etkilediği gibi bazen tüm küreyi de etkileyebilmektedir. Böylece sınır aşan herhangi bir sorunun doğrudan muhatabı olmayan ülkeler de dolaylı etkilenmelerine referansla kendilerinin “çözüm ortağı” ya da “müdahil” olmaya hak sahibi olduklarını düşünmektedirler. Hâliyle ortada kutsanmış sınır varsa diyalektiğin gereği olarak bunu profanlaştırmak isteyen ya da önemsemeyen hatta ti’ye alan topluluklar da ortaya çıkacaktır. Sınır kavramını buharlaştıran bir diğer etmen de küreselleşme sürecinde ulaşım ve iletişimin devrimsel bir şekilde kolaylaşmasıdır.

Ulus-aşırılaşma/ötesileşme (transnationalization), ulus- üstüleşme (supranationalization) ulus-altılaşma (subnationalization) ve yersiz-yurtsuzlaşma (deterritorialization), küreselleşmeyi oluştururken ulusun ve ulus-devletin sınırlarının ötesinde bir zihniyeti, bir toplum biçimini, ve siyasi formasyonu mümkün kılmaktadırlar. Hartmut Behr’e göre sınır aşan tehditlere karşı etkin karşı politikalar gerçekleştirmek için devletler, küresel yersiz-yurtsuzlaşma mantığına uygun olarak geleneksel devletin temel ilkelerini dönüştürmek zorundadırlar. Güvenliğin değişen doğasının kendisini en iyi gösterdiği sınır aşan terörizm, geleneksel güvenliğin sınır ilkesinden kendisini azat etmiştir. Böylece devletin iç ve dış egemenlik mantığının üzerine bina edildiği “ulusal güvenlik” kavramı artık bu sınır aşan aktörlere meydan okuyamamaktadır. Sınır aşan aktörlerin yarattığı tehdit, bilinmeyen ve tahmin edilmeyen niteliğiyle gücü de ölçülemediğinden ortaya asimetrik bir güç ilişkisi çıkarırken sanal (virtual) bir yapı yaratmaktadır. Bu sanal yapı, ulus-ötesi tehditlerin gerçekliği, etkinliği ve gücüne rağmen sürekli ve görünür olmamalarından kaynaklanmaktadır (2008; 359-382) Bahsedilen asimetrik güç ilişkisi, aslında ulus-devletin ve küresel terör örgütlerinin farklı tanrısal sıfatlarının çarpışmasından kaynaklanmaktadır. Ulus-devlet, hükmettiği sınırlar dâhilindeki teritoryasında hazır nazır ve kadirimutlak olmaya çalışırken karşısındaki küresel terör örgütleri gibi sınır aşan tehditler ise kendilerini görünmez kılmaktadır.

Öte yandan, Linda Weiss’a göre, ulusal ağlar büyüdükleri gibi ulus-aşırı ağlar da büyüdüklerinden yekdiğerinin yerini almak yerine karşılıklı birbirini güçlendirmeleri gibi bir paradoksla da karşı karşıyayız. Christopher Clapham da uluslararası sistemin ulus-devletin varlığına ihtiyacının her zamankinden daha büyük olduğunu söyleyerek bir başka paradoksu da gözler önüne sermektedir. Rosenau’nun birden fazla küreselleşmeden bahsetmesine katılmamak mümkün değil. Zaten küreselleşmenin bu çoğaltıcı ve çoğullaştırıcı etkisi, yönetişimi sadece devletin değil daha ziyade bireyden uluslararası örgütlere kadar birçok paydaşın katılımıyla siyasetin insanî boyutunu gün yüzüne çıkardığı için küreselleşmeyi ve yönetişimi önemli kılmaktadır. (Weiss; 2005, 345-352).

Yönetimden Yönetişime
Yönetişim durup dururken ortaya çıkmamış, 1960’larda başlayan ve tüm dünyayı etkisi altına alan bir dizi sosyo- politik olayla şekillenmiştir. 1960’ların ortalarında başlayan Hippilik ve ABD’nin Vietnam’dan çekilmesine dair protestoların şekillendirdiği karşı kültür (counter culture), 1968’teki Prag Baharı ve aynı yıl Paris’teki genel grev ve öğrenci eylemleri ile filizlenmiştir. “Barışla bir şans ver” sloganına eşlik eden eylemler, Soğuk Savaş’ın her iki cenahını da tehdit ederken bu dönemde U1 disiplininin hakim paradigması realizm ve yapıtaşı ulus- devlet için de alarm zillerini çalmaya başlamıştır.

II. Dünya Savaşı sonrası görece barış ve refah döneminde artan uluslararası ekonomik entegrasyona başta televizyonun eşlik ettiği kültürel bütünleşme ile çeşitlenen ve derinleşen bağımlılık 1970’lerden itibaren Uİ disiplininde neo-liberalizmin ve neo-realizmin önünü açmıştır. 1980’lerin başlarında ABD’de başlayan resesyonun tüm dünyayı etkilemesi ve 1980’lerin sonlarından itibaren yeni kamu işletmeciliği (new public management) olarak ön plana çıkan anlayış, devlet bürokrasilerini verimsiz kılan sorunları özel sektör pratikleriyle iyileştirilmesini savunmaktadır. Bu bağlamda verimlilik, şeffaflık, katılım ve etkinlik ideallerini gerçekleştirmek anlamında yönetişim müşteri odaklı, piyasa eğilimli, çıktı yönelimli yapısıyla yerinden yönetime önem vermektedir (Palabıyık; 2004, 63). Kamu bürokrasinin verimli kılınabilmesi için özel sektör, üçüncü sektör denilen STK’ler ve devletin üyesi olduğu uluslararası kuruluşların bürokrasileriyle iş birliği gerekmektedir. Anlaşılacağı üzere yönetişim, verimlilik perspektifinden iş birliğine dikkate değer bir vurgu yapmaktadır. Yönetimden yönetişime geçiş sürecine “yönetimin yönetişimlendirilmesi” dense yanlış olmayacaktır. Meşruiyet, hesap verebilirlik, etkin yönetim ve uyum gibi kavramlar yönetimde de esas olduğu için her iki kavram da bir süre yekdiğerinin yerine kullanılagelmiştir fakat yönetişim katılımcılığa vurgusuyla daha yaygın bir kullanım kazanmıştır.

Yönetişimi mümkün kılan bir diğer etmen de yatay ve dikey mobilizasyonun artmasıyla ulus-devletlerin, vatandaşlarının hareketliliğine dair merkezî kontrolündeki yetersizliği fark etmesidir. Mobilizasyon beraberinde esnekleşmeyi de getirmektedir. Bunun sonucunda ulus- devlet, vatandaşlarını daha iyi kontrol etmek için onları bu siyasal aygıtın ve iktidarının parçası kılmaktadır. Bir bakıma ulus-devletin kamu hizmetlerini sunarken siyasal iktidarının bir bölümünü vatandaşlarıyla paylaşmasına yönetişim denmektedir. Taylorist üretim süreci yerine giderek bilgiye dayanan hizmet sektörünün ön plana geçmesi yönetişimi mümkün kılan bir diğer faktördür.

Yönetişimi mecbur kılan bir diğer etmen ise ulus- devletlerin kamu hizmetlerini sürdürebilmek için diğer ulus-devletler, uluslararası örgütler, özel sektör, yerel, ulusal ve küresel STK’lerle artan iş birliğidir. Bu bağlamda ulus-devletin tasarruflarında ve fiillerinde paydaşları sadece vatandaşları değildir. Diğer ulus- devletlerle ve uluslararası örgütlerle daha fazla iş birliğinin gerektiği uyum, paydaş sayısının artmasıyla ulus-devleti yönetişime daha fazla yöneltmektedir. Bütün eleştirilere rağmen II. Dünya Savaşı sonrası kurulan Yeni Dünya Düzeni ve en büyük sembolü BM’in oluşturduğu uluslararası sistem işlemeye devam etmektedir. Ulrich Beck’ten hareketle modernitenin bizleri parçası kıldığı “risk toplumu” kaçınılmaz olarak risk analizini ve risk optimizasyonunu gerektirmektedir. Modern toplumlarda demokrasi eğilimlerini ve demokratik konsolidasyonu besleyen bu riskin yüksekliğidir. Risk arttıkça devlet, toplumun diğer parçalarıyla riski paylaşmak için yönetişime kaymaktadır. Bu sadece devlet için geçerli olmayıp özel sektör ve sivil toplum için de geçerlidir.

Aydınlanma ile gelişen Batı rasyonalitesi antik Yunandan devşirdiği diyalektiğe referansla karşıt ikilikler (binary opposition) üzerinden hareket eder. Buna göre devlet- toplum ikilemi her zaman birbirini tamamlayıcı değil tam aksine çatışma içindedir. Sonay Bayramoğlu’na göre de yönetişim, kavramın ilk popülerleştiği dönemde “devlet- toplum karşıtlığını kaldırmayı ve devlet-toplum birliğini savunuyordu” (2002; 87). Modenitenin temelindeki sekülerleşme (dünyevileşme) olgusu, yönetişimi gerektiren faktörlerden bir diğeridir. Vatandaşlar ulus- devlet öncesindeki siyasal ünitelerdeki gibi haklardan yoksun büyük ölçüde sorumluluklar taşıyan tebaâ olmadıkları gibi seküler yasalar gereği bireyler dünyevileştikçe dinsel motivasyon ve korkutmalarla yönetme imkânı ortadan kalkmıştır. Yönetişimi icbar eden bir diğer husus da yaşadığımız değişimin niteliği ve niceliğiyle doğrudan ilintilidir. Sanayi Devrimi’ne kadar dünya tarihindeki değişimi “aritmetik,” Sanayi Devrimi’nden Dijital Devrim’e kadarki değişimi “geometrik” ve internet sonrası değişimi ise “astronomik” olarak adlandırmak mümkündür Yönetişimi icbar eden hususlardan bir tanesi de demokrasinin mazhar olduğu küresel iltifattır. Demokrasi dalga dalga yayılırken liberal demokrasi pratikleri de yerlerini katılımcı demokrasi örneklerine bıraktıkça yönetişime geçiş kolaylaşmaktadır.

Yönetişimin öne çıkan özellikleri çok boyutlu, çok paydaşlı, katılımcı, şeffaf, yönetilenlerin taleplerine duyarlı ve uzlaşmacı diye sıralanabilir. Bu bağlamda yönetim, iş tamamlamaya yönelik iken yönetişim süreç odaklı olup sürekli iletişim ile alttan ve üstten denetimden beslenmektedir. Katılımcılık arttıkça hem demokrasi tabana yayılmakta hem de devlet yöneticileri kendilerini daha çok hesap vermek üzere daha çok denetim altında hissetmektedirler. Böylece devlet özel sektörün, sivil toplumun ve hatta uluslararası kamuoyunun taleplerini daha fazla dikkate almaktadır Yönetişimin ön plana çıkardığı kavramlardan yerindenlik (subsidiarity) aslında küreselleşmenin ve yerelleşmenin el ele ilerlediğini göstermektedir. Yerindenlik ilkesinin temel amacı, etkinliği ve verimliliği artırarak vatandaşların paydaş kılınmasıyla aldıkları hizmetleri kolaylaştırmak ve niteliklerini yükseltmektir. Yönetişim kavramının Uİ disiplinindeki karşılığına gelince, Klaus Digwert ve Philipp Pattberg’e göre, U1’deki bir çok kuramsal çabanın aksine küresel yönetişim kavramı hükûmet dışı kuruluşlara ve ulus-ötesi yapılara, devletlerle aynı önemi verdiğinden Belçika hükûmeti ile Greenpeace küresel yönetişimin parçası olarak düşünülürler (2006; 191). James M. Boghton ve Colin I. Bradford, Jr.’a göre ise “Küresel yönetişim ideali, ulusal hükûmetlerin, çok- katmanlı (multilateral) kamu ajanlarının (agencies) ve sivil toplumun ortakça (commonly) kabul ettikleri ortak liderlik sürecidir… (Küresel Yönetişim) otoriterden ziyade demokratik, bürokratikten ziyade açık siyasallık ve uzmanlıkla entegre olmalıdır.” (2007; 11) Martin Hewson ve Timothy J. Sinclair’e göre de “Küresel yönetişim uzak bir alana veya küresel yaşamın bir düzeyine gönderme yapmaz… Tam aksine küresel yaşama dair bir bakış açısıdır. küresel yaşamın muazzam karmaşıklığını ve çeşitliliğine dair dikkati beslemek üzere dizayn edilmiş bir seyir güzergâhıdır” (1999; 6) . Küreselleşme derinleştikçe U1’nin Küresel Siyaset’e ve Kamu Yönetimi’nin de Küresel Yönetişim’e dönüşmesi ertelenebilir ama kaçınılmaz gibi gözükmektedir.

Küresel Siyaset ve İmkânları
Küreselleşmeyi insanlık tarihi ile özdeşleştirdiğimizde kadim imparatorlukların ortaya çıkışında tüm dünyayı yönetmek fikrinin temel oluşturduğunu görebiliriz. Oysa modern ulus-devletten ve sanayi imparatorluklarından farklı olarak kadim imparatorluklar aşamayacakları okyanuslar ve dağlar gibi doğal sınırlara hapsolmuşlardır. Küreselleşme yönetimi daha fazla paydaşın katılımına açtığı için siyaseti de doğrudan demokratikleştirmektedir. Küresel siyaseti mümkün kılan diğer bir unsur paradoksal bir şekilde yukarıda derinlemesine anlatılan ulus-devletin sınır tabusudur.

Ulus-devletlerin vatandaşlarından beklediği en büyük fedakârlık gerektiğinde sınırlar için yaşamlarından vazgeçmeleri ve bir savaş esnasında başka yaşamları da ortadan kaldırmalarıdır. Ulus devleti ayakta tutan böyle bir diğerkâmlık, bu fikre karşı çıkanlarca aslında ancak dünya barışı için ölümün göze alınabileceği ve “ulusal bilinç” denilen mefhumun insanlık ailesini yapay bir şekilde böldüğü şeklinde eleştirilmektedir. Küresel siyaseti mümkün kılan bir diğer temel nokta da insanın bizatihi biyolojik varlığıdır. İnsan olarak anlamımız ve aramızdaki farklılıklar ırkları anlatan renk farklılıkları da dâhil- sosyal olarak kurgulanmışlardır. Kısacası fiziksel ve metafiziksel bütün farklılıklarımız bu farklılıklara yüklediğimiz anlam dünyasında şekillenirken hepimizin biyolojik olarak insan ortak paydasında buluşmamız bu gerçeği değiştirmemektedir.

Ulus-devlet temelinde yükselen uluslararası politikanın yukarıda sayılan argümanlar ışığında küresel bir dönüşüm geçirdiği izahtan varestedir. Siyaset küreselleştikçe devletin hiçbir zaman olmadığı farazi tarafsızlığı (neutrality) ve kamusal- özel alanlar ayrımı yukarıda ifade edildiği üzere bir mit olarak fiilen çürümektedir. Ulus- devletlerde milliyetçilik kurucu ideoloji olarak ulus iflası sürecinde siyasal etkinliğe sahip etnik, dinsel, mezhepsel ve/ya lengüistik grubu bu tarafsızlık yaftası altında ön- ulusa (proto-nation) dönüştürerek erken bir iktidar alanı sağlamaktadır.

Ulus-devletin vatandaşlarının güvenliğini sağlamaya yönelik temel görevini yerine getirmesi; ulusal sınırları koruyan bir ordu, asayiş hizmetlerini sağlayan polis ve jandarmadan oluşan kolluk güçleri ile koordinasyonlu çalışan istihbarat ağı ile sağlanabilir. Öte yandan, her iki dünya savaşının ortaya çıkardığı gibi modern savaşlarda sivil kayıplar asker kayıplarından kat ve kat daha fazla olmuştur. Paradoksal bir şekilde ulus-devlet, kendisinden önceki devlet formlarından farklı olarak varlık sebebi ve temel görevi olan güvenliği sağlamak konusunda giderek kırılganlaşmaktadır. Küresel siyasetten bahsedebilmek için ortak bir dile veya en azından ortak bir siyasal dile ihtiyaç olduğu ortadır. Buradaki dil kavramını hem bir iletişim aracı anlamında hem de üslup anlamında kullanmak doğru olacaktır.