Home » Z_Ders Notları » Uluslar_arası_İlişkiler » 3.Dönem » ULUSLARARASI HUKUK I

ULUSLARARASI HUKUK I

ULUSLARARASI HUKUK I
Uluslarası Hukukun Kaynakları
Uluslararası Hukukta Kaynaklar
Hukuk tekniği açısından belli bir hukuk sisteminde geçerli olan kuralları belirlemeye yönelmiş ölçütleri karşılamak üzere ‘hukukun kaynakları’ ifadesi kullanılır. Bir kurala geçerli bir hukuk kuralı diyebilmek iki anlama gelmektedir: Söz konusu kural, kuralın muhatapları açısından uyulması gereken, bağlayıcı bir kuraldır. Mahkemeler veya hakem heyetleri gibi yargılama yetkisine sahip kurumlar açısından ise geçerli hukuk kuralı, bakmakta oldukları davada uygulanma olanağına sahip olma anlamına gelmektedir. Yargı organları karalarını verirken bu kurallara uyarlar. Devletler açısından bağlayıcı, uyulması gereken kural türlerini ve uluslararası yargı organlarının kararlarına dayanak yaptığı kural ve ilkeleri anlatmak üzere de uluslararası hukukun kaynakları ifadesi kullanılır. Uluslararası hukukun kaynakları maddi ve şekli kaynaklardır. Maddi kaynaklar hukukun biçimlenmesinde etkisi olan faktörlerdir; örneğin hukuk kurallarının biçimlenmesinde etkisi olan siyasi, sosyal ve ekonomik olaylar. Şekli kaynaklar ise içeriğe, o kuralın içeriğine bağlayıcılık kazandıran işlemler ve olaylardır. İç hukuklarda bu iki kaynak arasındaki fark kesin olmasına rağmen uluslararası hukuk açısından böyle değildir. Bir şekli kaynak, diğer bir şekli kaynağın maddi kaynağını oluşturabilir ya da tersi olabilir. Divanın uygulayacağı kurallar, Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) kurucu belgesi olan Statüsü’nde (md. 38(1)) şöyledir:

  1. Görevi, kendisine havale edilen uyuşmazlıkları uluslararası hukuka uygun olarak çözmek olan Divan,

a. Uyuşmazlık hâlindeki devletlerce açıkça kabul edilmiş kurallar koyan gerek genel gerekse özel uluslararası andlaşmaları;

b. Hukuk kuralı olarak kabul edilmiş olan genel bir uygulamanın kanıtı olarak uluslararası örf ve adeti;

c. Uygar milletlerce kabul edilen genel hukuk ilkelerini;

d. 59. madde hükmü saklı kalmak üzere hukuk kurallarının belirlenmesinde yardımcı araç olarak yargı kararları ile çeşitli milletlerin en yetkin yazarlarının öğretilerini uygular.

  1. İşbu hükümler taraflar mutabık iseler Divanın hakkaniyet ve nısfetle karar vermek yetkisine halel getirmez.

Bu listeleme sadece Divan’ı bağlamaktadır ve Divan dışındaki yargı organları (ve hakem heyetleri) farklı kaynakları benimseyebilir ve uygulayabilir. Tarihsel anlamda bakıldığında Statü’de sayılan kaynakların en eskisi uluslararası örf ve adetlerdir ve devletlerin birbirleriyle olan ilişkilerinde uzun süreden beri yapageldikleri ve artık o şekilde davranılması gerektiği yönünde bir inanç oluşmuş uygulamalardır. Buna ek olarak, son elli yılda uluslararası hukukun yaşadığı gelişmeyle çok taraflı andlaşmalar devletlerin büyük bir kısmı açısından bağlayıcı ve ortak bir hukuku doğurmuştur. Çok taraflı andlaşmalar ortak uluslararası hukuk açısından önemli olmasına rağmen uluslararası uyuşmazlıklarda uygulanacak hukukun halihazırdaki en önemli kaynağı, iki taraflı veya bölgesel uluslararası andlaşmalardır. Uyuşmazlıkların çözümü için uluslararası örf ve adet ile uluslararası andlaşmalar kullanılsa da kararın verilebilmesi için yeterli olmayabilirler ve bu durumda hukukun genel ilkeleri daima tamamlayıcı bir rol üstlenir. Yargı organları, yardımcı kaynaklar olarak isimlendirilebilecek başka kaynaklara başvurabilir.

Uluslararası Hukukun Asli Kaynakları Uluslararası Andlaşmalar
Uluslararası hukuk kişilerinin, uluslararası hukuk uyarınca birbirleri açısından hak ve yükümlülük yarattıkları karşılıklı irade beyanı uluslararası andlaşmadır. Uluslararası andlaşmanın tarafları devletler olduğu için devletler arasında yapılan andlaşmalar, uluslararası hukukun kaynağıdır. Tarih boyunca devletler güvenlik kaygısı, savaş vb. gibi nedenlerle, iki taraflı andlaşmalar yapmışlardır ancak bölgesel düzeyde olan ve özellikle de uluslararası siyasette ön planda olan devletlerin en azından bir kısmının katıldığı, çok sayıda devletin taraf olduğu çok taraflı andlaşmalar da önemlidir. İki taraflı ya da çok taraflı andlaşmalar sözleşmelere benzerler bu nedenle hukuk bilimi açısından hukuk kaynağı olarak kabul edilemez ancak sözleşme hükümleri taraflar için kanunlar kadar bağlayıcıdır. Uyuşmazlık durumunda çözümün dayanacağı metin uluslararası andlaşmalardır.

Uluslararası Örf ve Adet

Devletlerin birbirleriyle olan ilişkilerindeki fiili davranış ve tutumlarıyla ortaya çıkan örf ve adet kuralları, tarihsel açıdan ve özellikle çok taraflı andlaşmalara rastlamadığımız dönemlerde, devletler arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi için kullanılıyordu. UAD Statüsü’nde yer alan ifade açısından düşünüldüğünde, Divan, önüne getirilen bir uyuşmazlığı çözerken, öncelikle böyle bir örf ve adet kuralının var olup olmadığını tespit eder. Devletler ve fiili olarak da UAD dışındaki uluslararası uyuşmazlıkları çözme makamları, örf ve adet kavramına atıf yapmaktadırlar. Belli şekilde davranma yükümlülüğünün bir örf ve adet kuralından kaynaklandığını söylemek için aranan koşullar maddi ve psikolojiktir. Maddi koşullar, örf ve adet kuralından bahsedebilmek için devletlerin belli bir davranışta, sürekli olarak bulunmasını ve bu uygulamanın genel olmasını gerektirirken psikolojik koşul ise, bu sürekli ve genel davranışın bir kural düşüncesine dayanılarak yapılmasını gerektirir. Devletlerin birbirleriyle olan ilişkileri açısından yaptıkları eylemler, örf ve adet kuralına kaynaklık eden davranıştır. Bir örf ve adet kuralından söz edebilmek için süreklilik gerekir. Kuralın konusunu oluşturan olayın gerçekleştiği her durumda, söz konusu davranışın da devlet tarafından yerine getirilmesi sürekliliktir. Ancak bir Örf ve adet kuralının oluşması için çok uzun süreden beri yapılıyor olma koşulu gerekmez ve süreklilikte istikrar arandığı için olumlu davranışın kesintisiz olmasının yanında, olumsuz davranışların da sürekli ve kesintisiz olması gerekir. Bir devletin, örf ve adet kuralına baştan itibaren itiraz ederek, bu kuralın kendisi açısından geçerli olmasını engellemesi mümkündür. Örf ve adet kuralının oluşması için birden fazla devletin aynı yöndeki uygulaması anlamına gelen ‘genellik’, bir başka maddi koşuldur. Bu, devletlerin aynı davranışı sergilemeleri anlamına geldiği gibi, bir devletin sürekli davranışına, bu davranışın etkilediği diğer devlet veya devletlerin itiraz etmemesi de demektir. Genellik, daha az katılımlı hatta iki devlet arasında bile ortaya çıkabilir. Bölgesel örf ve adetlerde bu kuralın oluşması için devletin iradesinin açık olması gerekmektedir. Maddi koşullara ek olarak, bir örf ve adet kuralının varlığından bahsedebilmek için, devletlerin örf ve adete kaynaklık eden davranışı, bir kural düşüncesiyle yerine getirmiş olmaları gerekmektedir.

Hukukun Genel İlkeleri

Hukukun genel ilkeleri, devletler arasındaki uyuşmazlıkların çözümünde andlaşmalar ile örf ve adet kuralları yanında dikkate alınan ve uygulanan bir başka hukuk kaynağıdır. Hukukun genel ilkeleri, uyuşmazlık hakkında karar verecek kişilerin kabul ve saptamasına dayandığı için andlaşma, örf ve adetlerden daha soyut ve belirsizdir. Genel hukuk ilkelerine başvurabilmek için şu şartlar aranmaktadır:

  1. Uyuşmazlığın tarafı olanlar açısından o konuyu düzenleyen bir uluslararası örf ve adet kuralının yahut andlaşmanın olamaması gerekir.
  2. Genel hukuk ilkeleri, uluslararası andlaşmalar ile örf ve adet kurallarıyla çatışmıyor olmalıdır.

UAD açısından hukukun genel ilkelerini bir hukuk kaynağı olarak saymadaki amaç, Divan’ın önüne gelen bir uyuşmazlığı, andlaşma hükümleri ile örf ve adet kurallarında uyuşmazlık konusu olaylarla ilgili açık kurallar bulunmadığı gerekçesiyle reddetmesini engellemektir. Uluslararası bir uyuşmazlıkta hukukun genel ilkelerini kararının dayanağı yapan karar organı, yeni bir kural koymamakta, devletlerin iradesini yansıtan hukuk ilkelerini saptamakta ve hayata geçirmektedir. Bir ilkenin genel hukuk ilkesi olarak saptanması ve karara dayanak yapılması için, bütün devletlerin tartışmasız kabul ettiği bir ilke olması aranmaz ancak uyuşmazlığın niteliği ve tarafların hukuk sistemlerine göre değerlendirme yapılması gerekir. Hukukun genel ilkelerinin en azından bir kısmının saptanmasında zorluk yaşanmaz çünkü hukuk sistemleri en temel konularda birbirine benzer. Hukuk genel ilkelerinden biri olan ‘hakça ilkeler’, hukuk, özel olarak da uluslararası hukuk, görülmekte olan davaya uygulanabilecek kuralları tüm açıklığıyla ve ayrıntısıyla bünyesinde barındırmadığı durumlarda meydana gelen hukuki boşluğun doldurulmasında gündeme gelir.

Yardımcı Kaynaklar

Yargı Kararları

Uygulanacak hukuk kurallarının saptanmasında yardımcı kaynak olarak yargı kararlarına bakılır. ‘Yargı kararı’ uluslararası yargı ve hakemlik kararlar kadar iç hukuklardaki yargı kararlarını da kapsar. Statü’de belirtildiği gibi yargı kararlarının uygulanacak hukukun saptanmasına kaynaklık etmesi, yardımcı olma işlevine sahiptir. Divan’ın verdiği bir karar sonra meydana gelecek olaylar açısından bir ‘kural’ niteliği taşımamaktadır. Bu nedenle Divan’ın vermiş olduğu bir karar, sonraki davalarda verilecek kararın temelini oluşturmaz ancak Divan, daha önce benzer bir olayda verdiği karardan, yeni davada yararlanabilir. Karar verilirken uluslararası yargı organlarının ve iç hukuklar çerçevesinde ulusal mahkemelerin verdiği kararlardan da yararlanılır.

Öğreti

Öğreti/doktrin, Statü’nün yer verdiği bir başka yardımcı hukuk kaynağıdır ve araştırma alanının uzmanlarınca ortaya konan görüşlerdir. Karar verilirken bu görüşlerden yararlanılabilir. Uluslararası hukukun az gelişmiş alanlarında daha etkili olan öğreti, hukukun ilkel olduğu dönemlerde uluslararası hukukun her alanındaki tartışma, iddia ve kararda büyük öneme sahip olmuştur. Ancak günümüzde uluslararası hukukla ilgili yayınların çeşitliliğinde ve sayısındaki artışla, öğretinin takip edilmesi ve karara gerekçe oluşturması zorlaşmıştır. Buna rağmen uluslararası hukukun az gelişmiş ya da yeni ortaya çıkmış alanlarında öğreti hala etkilidir. Örneğin; uluslararası hakemlik kararları, uluslararası hukukçuların eserlerine sıklıkla gönderme yapmaktadır.

Hakkaniyet ve Nısfet

UAD Statüsü md. 38’in ikinci fıkrası bir davanın çözümünde, Divan’ın hakkaniyet ve nısfete göre karar verebilmesi olanağına işaret eder. Teknik anlamıyla bir ‘hukuk kaynağı’ olarak görülmese de hakkaniyet ve nısfete göre karar verme, Divan’ın, davanın taraflarının kabul etmesi şartıyla, mevcut uluslararası hukuku zorunlu olarak uygulamak yerine, daha esnek karar vermesini olanaklı kılar. Divan re’sen davayı hakkaniyet ve nısfete göre çözmeye karar veremez ve bu noktada tarafların bu konuda mutlaka talepte bulunmuş olması gerekir. Bugüne kadar Divan hakkaniyet ve nısfete göre karar vermemiştir ancak uluslararası hakemlik organları, hakkaniyet ve nısfet çerçevesinde karar verebilmektedirler.

Kaynaklar Arasındaki Hiyerarşi

Ulusal ya da uluslararası hukuk kuralları farklı türlerde ortaya çıkar ve bu hukuk kurallarının, hukuk kaynaklarının bağlayıcılığı da farklıdır. Kurallar sistem içindeki yerlerine göre aynı zamanda belli bir hiyerarşinin, yani altlık-üstlük ilişkisinin konusu olurlar. Bazı kuralların diğer kurallardan üstte olması, bu kurallar arasında kapsamları itibariyle bir çatışma olduğu takdirde altta olanlara tercih edileceklerini gösterir. Ulusal hukuklarda bazı organların, alttaki hukuk kurallarını üstteki hukuk kurallarına aykırılıkları nedeniyle iptal edebilmesi söz konusudur. Uluslararası hukuk kurallarının da böyle bir hiyerarşik bir sistem vardır ancak bir iptal veya yürürlükten kaldırma mekanizması bulunmamaktadır. Uluslararası andlaşmalar ve uluslararası örf ve adet kuralları, uluslararası hukuk kuralları hiyerarşisinde en üsttedirler ve ağırlık bakımından birbirine denk kabul edilirler. Aynı konuda birbirinden farklı içeriğe sahip andlaşma ile örf ve adet kuralı varsa, andlaşmanın önceliği vardır denebilir. Hukukun iyi bilinen ‘sonraki kural eski kuralı kaldırır’ ilkesine göre, bir andlaşmanın örf ve adet kuralına rağmen akdedilmiş olduğu durumlarda, devletlerin iradelerinin andlaşma hükümleri uyarınca ortaya çıktığı kabul edilmesi gerekir. ‘Özel nitelikli kurallar genel nitelikli kurallara tercih edilir’ ilkesi uyarınca, andlaşma ile örf ve adet kurallarının aynı konuyu düzenlemelerinde farklılık olduğu durumlarda, bu iki kuraldan hangisi daha özel, daha dar bir düzenleme yapıyorsa o tercih edilir. UAD Statüsü’nün 38(1) maddesinde, hukukun genel ilkeleri yardımcı kaynaklardan önce, uluslararası andlaşmalar ve uluslararası örf ve adet hükümleri ile birlikte sayılmaktaydı ve hukukun genel ilkelerinin işlevi, dava konusu olayı çözümünde andlaşmalara ve örf ve adet kurallarına dayandırılan hukukta ortaya çıkabilecek bir boşluğun doldurulması olduğu için aralarında hiyerarşik bir ilişkinin varlığından söz etmek zordur. Statü’de yardımcı kaynaklar olarak yer alan yargı kararları ve öğreti, ilk gruptaki kuralların altında yer alır ve yargı kararları ve doktrin arasında bir hiyerarşik ilişki olmasa da yargı kararları biraz daha üsttedir. Hakça ilkeler, hukukun genel ilkeleri altında ayrı bir kaynak değildir ve böyle kabul edilse bile alt sırada yer alacaktır. Hakkaniyet ve nısfet uygulamasında mevcut uluslararası hukuktan tümüyle uzaklaşamayacaksa da, bir hiyerarşiden bahsetmek mümkün değildir.

Devletlerin Tek Taraflı İşlemleri

Andlaşmalar, iki veya çok taraflı uluslararası hukuk işlemleridir ancak devletlerin tek taraflı olarak yaptıkları eylemler, ‘tek taraflı hukuki işlemler’ olarak adlandırılır ve uluslararası hukukun kaynakları arasında sayılmaz. Bir eyleminin tek taraflı bir hukuki işlem kabul edilebilmesi için, öncelikle, devletin tek taraflı bağımsız bir irade açıklamasının bulunması gerekir. Uluslararası hukukta kabul edilen tek taraflı hukuki işlemler; vazgeçme, tanıma, tebliğ, kınama ve tek taraflı söz vermedir. Bir hukuk kişisinin kendi iradesiyle bir hakkını başkasına devretmeksizin terk etmesi, vazgeçmedir. Bir hukuk kişisinin hukuken önem taşıyan bir konuda, o durumun varlığının saptandığına ve meşruiyetinin kabul edildiğine dair tek taraflı irade beyanı, tanımadır. Belirli bir durumun, iddianın ya da davranışın meşruiyetinin kabul edilmediğine dair tek taraflı irade beyanı, kınama veya protestodur. Bir devletin hukuken önem taşıyan bir durumu bir veya birkaç devletin bilgisine sunması, tebliğdir. Bir hukuk kişinin belirli bir konuda belirli bir şekilde davranacağını, hiçbir koşul koymadan,

diğerlerince kabul edilmesini beklemeden, belirten tek taraflı irade beyanı, tek taraflı söz vermedir. Tek taraflı hukuki işlemler, beyanda bulunan için hukuki sonuç doğurur ve bu işlemlerle başka hukuk kişileri için hak yaratılması mümkündür.

Uluslararası Andlaşmalar

Bir uluslararası andlaşma, “uluslararası hukukun kendilerine bu alanda yetki tanıdığı kişiler arasında, uluslararası hukuka uygun bir biçimde, hak ve yükümlülükler doğuran, bunları değiştiren ya da sona erdiren yazılı irade uyuşması”dır. Andlaşmaların, uluslararası hukukun kendilerine bu alanda yetki tanıdığı kişiler arasında yapılmaktadır. Bu kişilerle kastedilen öncelikle uluslararası hukuk kişileridir. Bununla birlikte, bazı durumlarda uluslararası hukuk kişisi sayılabileceği kabul edilen bireylerin andlaşma yapma yetkisi olmadığı gibi, tam olarak uluslararası hukuk kişisi sayılmasa bile bazı sınırlı hukuk kişiliğine sahip yönetimler ile anayasal statüleri izin verdiği ölçüde federe devletler de andlaşma yapabilmektedir. Bu açıklamadan da anlaşılacağı üzere, egemen devletlerin ve uluslararası örgütlerin uluslararası andlaşma yapabileceğinde kuşku yoktur. 1969 tarihli Viyana Andlaşmalar Hukuku Sözleşmesi, uluslararası hukukun devletler arasındaki andlaşmalarla ilgili hükümlerini düzenler. Ayrıca 1986 tarihli Devletler ve Uluslararası Örgütler ya da Uluslararası Örgütler Arasındaki Andlaşmalar Hukuku Viyana Sözleşmesi vardır. Uluslararası andlaşma yapmaya yetkili olmaktan anlaşılması gereken ikinci nokta, devletler arasındaki andlaşmaları yapmaya yetkili devlet temsilcileridir. Bir metnin uluslararası andlaşma kabul edilebilmesi için, en az iki tarafı bulunması gerekir. Andlaşmalar, taraflar arasında hak ve yükümlülükler doğurur veya varolan yükümlülükleri değiştirir yahut sona erdirir. Devletler arasında yapılan bir andlaşmanın, taraflarca uluslararası hukuka tabi kılınmaması olanaklıdır. Devletler arasındaki irade uyuşmalarından ‘yazılı’ olanların uluslararası andlaşma sayıldığını söylemek doğru olur.‘Andlaşma’ (‹ng. treaty) kelimesi, uluslararası hukukun kaynağı olan, devletler arasındaki irade uyuşmasının genel bir nitelemesi olarak tanımlanır. Uluslararası ilişkilerde ortaya çıkan belgeleri tanımada ve bu belgeleri uluslararası hukuk açısından değerlendirmede kullanılan tanımların bir kısmının bilinmesi önemlidir. Bunlar;

Anlaşma, en az resmi işlem gerektiren andlaşma türüdür.

Sözleşme (konvansiyon), genellikle önemli ve kural koyucu çok taraflı andlaşmaları bildirmektedir.

Statü, genellikle uluslararası organların çalışma kuralları ve koşullarını kapsayan andlaşmaları belirtmektedir.

Genel senet (umumi senet), Genel nitelikli hükümler içeren çok taraflı andlaşmalar için kullanılmaktadır.

Son senet (nihai senet), bir kongre ya da konferansta kabul edilen andlaşmalar ile kimi zaman toplantıya katılan tarafları da sayan andlaşma nitelikli bir belgeyi belirtmektedir.

Misak (pakt), uluslararası ilişkilerin temel düzenine ilişkin çok taraflı andlaşmaları bildirmede başvurulmaktadır.

Şart, uluslararası yaşamı düzenleyen temel ve kurucu nitelikli andlaşmaları belirtmektedir.

Protokol, andlaşmalar hukukundaki anlamıyla sınırlı nitelikli andlaşmaları ya da bir ana andlaşmayı tamamlayıcı ve ayrıntıları düzenleyici nitelikteki andlaşmaları belirtmektedir.

Andlaşmaların Oluşumu

Taraflar arasında hukuki sonuç doğuran bir uluslararası andlaşma, çeşitli aşamalardan geçerek ortaya çıkar. Bu aşamalar, andlaşmaların hazırlık aşaması, tarafların andlaşmalara bağlanma aşaması ve andlaşmaların hüküm doğurmaya başladığı, başka bir deyişle andlaşmaların içeriğine uygun davranma yükümlülüğünün ve aykırı davranma durumunda devletin sorumluluğunun doğduğu yürürlük aşamasıdır. Hazırlık aşaması, bir andlaşma metninin yazılı hâle getirilmesi süreci ile bu metnin taraflarca imzalanarak resmileştirilmesi, genel olarak kullanılan şekliyle tevsik edilmesi anlamına gelir. Devletler arasında hazırlanmış ve yetkili kişilerce resmileştirilmiş bir andlaşma metninin varlığı, yürürlüğe girmiş, dolayısıyla hak ve yükümlülük doğuran bir andlaşmanın ortaya çıktığı anlamına gelmez. Bağlayıcı bir metin olarak andlaşmanın var olabilmesi için, ‘bağlanma’ adı verilen bir sürecin daha sonuçlanması gerekir. Bu süreç, devletlerin, metni tevsik edenler devlet başkanı veya hükümet başkanı gibi meşru ve en üst düzey temsilcileri bile olsa, uluslararası yükümlülükler altına girmeyi, genelde, iç hukuklarında farklı şekillerde denetlemeye tabi tutmak istemelerinden kaynaklanmaktadır. Her ne kadar bağlanma sürecini, metinleri yetkili kişilerce resmileştirilmiş andlaşmaların devletlerin iç hukuklarındaki onaylama süreci olarak belirlediysek de bazı durumlarda devletler imza aşamasından başka bir onay işlemini gerekli görmemiş olabilirler. Böyle bir durumda yetkili temsilcilerin andlaşmayı imzalamış olması, aynı zamanda bağlanma anlamına gelir. Onaylama, yetkili devlet temsilcilerinin tevsik ettikleri andlaşma metninin, iç hukuklarda öngörülen mekanizmayla devlet adına bağlayıcı olduğunun kabulü anlamına gelir. Böylece tevsik ettikleri andlaşma metni, devletlerin iç hukuklarında tercih ettikleri yöntem çerçevesinde, devlet başkanının, yasama organının veya bu ikisinin birlikte ortaya koyacağı bir uygun bulma, kabul etme veya onaylama işlemiyle, bu devlet açısından bağlayıcılık kazanır. Çok taraflı andlaşmalar pek çok devletin katıldığı görüşmeler çerçevesindeki tartışmalar sonucu hazırlanır. Hazırlanan andlaşma metninin görüşmelere katılan devletler tarafından imzalanması beklenir. Ancak görüşmelere katılan bir devlet, istediği takdirde, pekâlâ andlaşmayı imzalamayabilir. Bunun yanında görüşmeye katılan bazı devletler andlaşmayı imzalamakla birlikte, onaylama aşamasında belirlenen süre içerisinde onay belgesini depoziter devlete iletmeyebilir. Son bir ihtimal olarak, andlaşma görüşmelerine katılmamış bir devlet, andlaşmanın tarafı olmak isteyebilir. Bu durumlarda devletlerin daha sonra andlaşmanın tarafı olabilmesine, katılmayla bağlanma ismi verilir. Bağlanma tarihi, kural olarak, bir tarafın bağlanma iradesinin diğer taraf veya taraflarca resmi olarak bilindiği andır. Andlaşmanın yürürlüğe girmesi demek içeriğin hukuki olarak sonuç doğurmaya başlaması demektir. Uygulanmaya başlamasıdır. Klasik andlaşmalar hukukunda andlaşmaların tescil ve ilan edilmesiyle ilgili bir zorunluluk yoktur. Ancak ilk defa Milletler Cemiyeti Misakı’nın 8. maddesinde daha sonra Birleşmiş Milletler Andlaşmasının 102. maddesinde buna ilişkin düzenleme yapılmıştır. Bu düzenlemeler gizli andlaşmaların yapılmasını engellemek içindir. BM şartı md. 102’ye göre üye devletlerin şartın yürürlüğe girmesinden sonra akdedecekleri her andlaşma veya uluslararası taahhüt BM Genel Sekreterliği’ne tescil edilecektir. Ancak tescil ettirmeme bir geçersizlik nedeni olarak sayılmamıştır.

Türk Hukukunda Uluslararası Andlaşmalar

Bir devletin uluslararası bir andlaşmayla bağlanmış, böyle bir andlaşmanın tarafı olmuş olması, uluslararası bir sorumluluk doğurur. 1982 Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90. Maddesi uyarınca yürürlüğe giren uluslararası andlaşmaların kanun hükmünde olduğunu belirtir. Dolayısıyla iç hukukta hüküm doğurabilecek hükümler içeren uluslararası andlaşmalar usulüne uygun bir şekilde yürürlüğe girmiş ise idare (yürütmenin ilgili görevlileri) ve yargı, böyle bir andlaşmanın hükümlerini, TBMM tarafından çıkarılmış kanunlar gibi görecek; eylem ve kararlarını bu çerçevede oluşturacaktır. Türk hukuk sisteminde uluslararası andlaşmalar her ne kadar kanunlarla eş sayılmışsa da Anayasanın 90. maddesiyle belli bir ayrıcalığa sahiptirler. Bu ayrıcalık, usulüne göre yürürlüğe girmiş uluslararası andlaşmaların Anayasaya aykırı oldukları iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamamasından kaynaklanır. Uluslararası andlaşmaların kanun sayılması, hukuk tekniği açısından bazı sorunlar çıkarabilmektedir. Anayasa her ne kadar uluslararası andlaşmaların Anayasa Mahkemesine götürülebilme olanağını ortadan kaldırmışsa da andlaşmalara kanunlara eş bir konum atfetmiştir. Çatışma normları, aynı konuyu düzenleyen farklı kuralların aynı anda yürürlükte bulunması durumunda, bunlardan hangisine öncelik verileceğini söyleyen ilkelerdir. Anayasa, böyle bir sorunu en azından temel hak ve özgürlüklerle ilgili uluslararası andlaşmalar bakımından ortadan kaldırmıştır. 2004 yılında yapılan bir değişiklikle, temel hak ve özgürlüklerle ilgili taraf olunan uluslararası andlaşmalar ile kanunların aynı konularda farklı hükümler içermesi durumunda, uluslararası andlaşmaların geçerli olacağı kabul edilmiştir. Bu genel düzenlemelerin yanında Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, değişik hükümlerde uluslararası andlaşmalara ve uluslararası hukuka gönderme yaparak, devletin bazı eylemlerinin uluslararası andlaşmalara ve hukuka uygun olması gerektiğini de hükme bağlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına göre andlaşmaları Cumhurbaşkanı onaylar (md.104). Ancak Cumhurbaşkanı’nın onaylamasından önce tamamlanması gereken bazı aşamalar vardır. Üstelik uluslararası andlaşmaların onaylanması usulü, andlaşmanın türüne göre farklılık gösterir. Maddeye incelediğimizde Anayasanın onaylanma usulü açısından andlaşmaları iki gruba ayırdığını görmekteyiz. Birinci grup andlaşma için önce TBMM’nin uygun bulma kanunu çıkartması gerekmektedir. Anayasa md, 90(1)’e göre olağan yol budur. İkinci grupta belirlenen istisnai durumlar dışında uluslararası andlaşmalar, TBMM’ye sunulur ve TBMM uygun görürse bu durumu bir ‘Uygun Bulma Kanunu’ ile karara bağlar. Bu kanuna dayanılarak
244 sayılı “Uluslararası Andlaşmaların Yapılması, Yürürlüğe Girmesi ve Yayınlanması ile Bazı Andlaşmaların Yapılması için Bakanlar Kuruluna Yetki Verilmesi Hakkında Kanun” uyarınca Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılan bir kararname ile andlaşmaya taraf olma kararlaştırılır. Kararname, Cumhurbaşkanı tarafından da imzalanır. Uygun Bulma Kanunu, kısa bir metindir ve onaylanması uygun bulunan andlaşmanın sadece ismini içerir.

Andlaşmaların Geçersizliği

Bazı durumlarda şeklî olarak bir andlaşma bulunmasına rağmen uluslararası hukuk, bazı andlaşmaları geçersiz kabul eder. Böyle bir andlaşmanın varlığı durumunda, andlaşmanın geçersizliği iddia edilebilir ve andlaşmayla ortaya çıkan yükümlülüklere dayanılarak yapılan talepler geri çevrilebilir. Bir andlaşmanın geçerli olabilmesi için, andlaşma yapmaya yetkili kişilerce oluşturulması gerekir. Yine sndlaşmanın oluşturulması sürecinde tarafların iradesindeki sakatlık, andlaşmanın geçersiz kılınabilmesi olanağını doğurur. Sonuçlandırıldığı anda uluslararası hukukun emredici kurallarından birine aykırılık taşıyan bir andlaşmanın da, geçersiz olduğu kabul edilmektedir. Geçersizlik nedenlerinden birinin varlığı durumunda, andlaşma kendiliğinden geçersiz hâle gelmez. Geçersizlik iddiasında bulunma usulüyle ilgili Viyana Andlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’nde düzenlemeler vardır. Geçersizlik iddiasında bulunan taraf, diğer taraf veya tarafları iddiasından haberdar etmeli ve andlaşmayla ilgili alınması gereken önlemleri bildirmelidir. Üç ay içerisinde herhangi bir itiraz gelmezse geçersizlik iddiasında bulunan taraf, bildirdiği önlemleri alabilir. Diğer taraf veya taraflar bu süre içerisinde geçersizlik iddiasına itiraz ederlerse, barışçıl çözüm yoluyla anlaşmazlığın çözülmesine çalışılır. On iki ay içerisinde anlaşma sağlanamazsa, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri aracılığıyla özel bir uzlaştırma komisyonu kurulur. Bununla birlikte, geçersizlik iddiası jus cogens kurala aykırılığa dayanmış ve on iki ay içinde devletler arasında bir anlaşma sağlanamamış ise uzlaştırma komisyonu yerine doğrudan Uluslararası Adalet Divanı’na gidilebilecektir.

Andlaşmaların Çatışması

Devletler, aynı anda tarafları farklı devletlerden oluşan pek çok andlaşmanın tarafı olurlar. Zaman içerisinde taraf olunan bazı andlaşmalar, eski andlaşmalarla aynı konu ve kapsamda olabilir. Aynı konuda, taraflarından en az birini aynı devletin oluşturduğu birden fazla andlaşma bulunması, andlaşmaların çatışması olarak adlandırılır. Andlaşmalar bazen, başka andlaşmalara açıkça gönderme yaparak, çatışma durumunda hangi andlaşmanın üstün tutulacağını belirtebilir. Bu durumda, sözgelimi, yeni yapılan bir andlaşmanın, eski tarihli bir andlaşmaya tabi olduğu, dolayısıyla çatışan hükümler söz konusu olduğunda eski andlaşmanın üstün tutulacağı belirtilmiş olabilir. Sözleşmede andlaşmanın taraflarının hepsinin aynı olması olasılığı ile tarafların farklı olması olasılığını ayrı ayrı hükme bağlar. Buna göre, eski tarihli bir andlaşma ile yeni tarihli bir andlaşmanın taraflarının hepsi aynı ise yeni tarihli andlaşma üstün tutulur ve eski tarihli andlaşmanın sadece yeni tarihli andlaşmayla çatışmayan hükümleri uygulanmaya devam eder.

Andlaşmaların Üçüncü Devletlere Etkisi

Andlaşmalar, kural olarak, sadece tarafları için hak ve yükümlülük yaratır (pacta tertiis ilkesi); üçüncü kişiler, andlaşma hükümlerinden etkilenmez. Bununla birlikte bazı andlaşmalar, andlaşmanın tarafı olmayan devletlerle ilgili hak ve yükümlülüklerden bahsediyor olabilir. Böyle bir andlaşmanın söz konusu hükümlerinin hukuki etkisinin bulunabilmesi için, yükümlülük yaratıldığı durumlarda ilgili devletin bunu açıkça kabul etmiş olması, hak yaratıldığı durumlarda ise duruma rıza göstermiş olması gerekir. İstisnai bazı durumlarda, andlaşmaların, kabul veya rıza aranmaksızın da üçüncü kişiler açısından da hukuki etki yaratabileceği kabul edilmektedir. Bu tür etki yaratan andlaşmalara ‘objektif durum yaratan andlaşmalar’ denir.

Andlaşmaların Yorumu

Andlaşmalar tarafların iradesini yansıtan metinler olmakla birlikte, bu irade metnin yazılışından açıkça anlaşılamayabilir. Andlaşma hükümlerinin uygulanması sırasında tarafların metne verdiği anlam konusunda anlaşmazlık ortaya çıkabilir. Yargı organları andlaşmayı yorumlamak suretiyle, metnin getirdiği hak ve yükümlülüklerin kapsamını belirlemek durumundadırlar. Andlaşmada kullanılan terimlere kendi bağlamları içerisinde ve andlaşmanın konu ve amacı ışığı altında verilecek normal anlamlarına uygun bir şekilde, iyi niyetle yorumlanmalıdır. Andlaşma metni yorumlanırken taraflarca resmileştirilmiş, tevsik edilmiş metin esas alınır.

Çekince

Uluslararası bir andlaşmaya taraf olmak isteyen bir devlet, andlaşmanın bazı hükümlerinin kendisi için uygulanmamasını veya farklı uygulamasını isteyebilir. Devletin bu yöndeki isteği, çekince olarak adlandırılır. Çekince, çok taraflı andlaşmalar söz konusu olduğunda gündeme gelir. Çekince, andlaşmanın imza, onay veya katılma aşamasında bildirilir ve yazılı bildirim zorunludur. Andlaşmayla bağlandıktan sonra çekince beyan edilemez.

Andlaşmaların Sona Ermesi

Viyana Andlaşmalar Hukuku Sözleşmesi md. 60, bir andlaşmanın önemli bir şekilde ihlal edilmesini, andlaşmanın kısmen veya tamamen sona erdirilmesi yahut yürürlüğünün durdurulması (askıya alınması) için bir sebep olarak kabul eder. Bir andlaşmanın yürütülmesinin temelini oluşturan konunun kaybolması veya tahrip olması, andlaşmanın sona erdirilmesi veya kaybolma yahut tahrip olma geçici ise, askıya alınması için haklı bir sebep oluşturur. Bir andlaşmanın yapıldığı zaman tarafların iradesine yön veren koşulların zaman içerisinde önemli ölçüde değişmesi, tarafların andlaşmayla bağlı kalmaya devam etmek istememelerine neden olabilir. Viyana Andlaşmalar Hukuku Sözleşmesine göre, uluslararası hukukun yeni bir jus cogens kuralının (emredici kuralın) ortaya çıkması durumunda, bu normla çatışan mevcut andlaşmaların geçersiz hâle geleceğini ve sona ereceğini belirtir. Andlaşmaların tarafların rızasıyla sona ermesi durumunda herhangi sorun yaşanmaz. Ancak taraflardan birisi, yukarıda sayılan tek taraflı fesih, çekilme veya andlaşmanın yürürlüğünü durdurma yollarından birine başvurduğunda, andlaşmaların geçersizliğiyle ilgili usule benzer bir şekilde, diğer tarafları durumdan haberdar etmeli; diğer taraflardan itiraz gelmezse gerekli önlemleri üç ay sonra uygulayabilir. İtiraz hâlinde belli bir süre içinde barışçıl yollarla çözüm getirmeliler.

Uluslararası Hukukta Kişilik
Uluslararası Hukuk Kişiliği ve Tanıma

Uluslararası hukukta sadece devletlerin, uluslararası teşkilatların ve kısmen de özel kişilerin uluslararası hukuk kişiliği vardır. Uluslararası hukukta kabul gören tanıma göre devlet, belirli bir ülke parçası üzerinde teşkilatlanmış olan bir siyasi otorite altında yaşayan insan topluluğunun oluşturduğu sürekli egemen varlıktır. Bu unsurlara sahip olan devletin uluslararası hukuk kişiliğine haiz olduğu kabul edilir. Bu kişiliğin uluslararası alanda sağladığı hak ve yetkiler ise şunlardır: a) Uluslararası alanda hak sahibi olma ve bu hakkı ileri sürebilme ehliyeti; b) Borçlanma ve eylem ve işlemlerinden sorumlu tutulabilme ehliyeti; c) Diğer uluslararası hukuk kişileri ile hukuki ilişki kurma ehliyeti (Bunun içine uluslararası andlaşmalar yapma, diplomatik ilişki kurma ve devletlere sağlanan hukuki muafiyetlerden yararlanma gibi yetkiler girer). Uluslararası hukuk kişiliğine haiz olduğu kabul edilen bir başka yapı uluslararası teşkilatlardır. BM Adalet Divanı tarafından verilen tanıma göre uluslararası teşkilatlar devletlerin hukuka uygun amaçlarını gerçekleştirmek üzere daimi olarak bir araya gelerek oluşturdukları, bu amaçları yerine getirmek üzere bir takım organlarla donattıkları, hukuki yetkiler ve sorumluluklar bakımından teşkilat ve üyeleri arasında bir ayrım bulunan ve bir uluslararası andlaşma ile kurulmuş olan hukuk kişileridir. Teşkilatların genellikle şu yetki ve imtiyazlara haiz olduğu görülmektedir: a) Andlaşma yapma yetkisi; b) Uluslararası talepte bulunma yetkisi; c) Üye devlet ülkelerinde temsilci bulundurma ve bir takım muafiyetlere haiz olma; d) Uluslararası alanda sorumluluk. Özel kişilerin uluslararası hukuk kişiliği ise her ne kadar hukukçular arasında hâlâ tartışmalar yaşansa da uluslararası uygulamaya baktığımızda devletlerin aralarında yaptıkları bazı andlaşmalarda özel kişilere birtakım haklar bahşettiği ve özellikle insan hakları ve yatırımların korunması ile ilgili andlaşmalarda özel kişilere devletlere karşı doğrudan başvurabilecekleri uluslararası mahkemeler kurdukları görülmektedir. Tanıma yeni oluşmuş bir siyasi varlığın bir devlet olduğunun diğer devletlerce tüm hukuki sonuçlarıyla kabul edildiğini bildiren işlemdir. Uluslararası hukukta bir devletin uluslararası topluma kabul edilebilmesi onun uluslararası hukuk kişiliğinin diğer devletlerce tanınması şartına bağlıdır. Bu tanıma uluslararası toplumu oluşturan her devlet tarafından kendi adına yapılması gereken bir işlemdir. Tanıma tanıyan açısından tanınanın devlet olarak varlığını hukuken kabul etme ve tanınan ile resmi uluslararası ilişkilere girme (elçi gönderme vb.) sonucunu doğurur. Tanıma konusunda belli bir şekil şartı yoktur. Dolayısı ile devletler bu konudaki niyetlerini açıkça ortaya koyan bir tanıma beyanında bulunabilecekleri gibi söz konusu devletle girişilen birtakım ilişkiler tanıma niyeti ile yapılmışsa bu takdirde de tanıma gerçekleşir. Ancak “örtülü tanıma” olarak da adlandırılan bu ikinci tip tanımada niyetin saptanması her zaman kolay olmayabilir. Kural olarak bir devletin ülkesinin başka bir devletçe işgali, işgal edilen devletin kişiliğini kendiliğinden sona erdirmez. Bu bakımdan tanıma hukukunda 1931 yılında Japonya’nın Çin’i işgali nedeniyle ABD tarafından “Stimson Doktrini” olarak bilinen açıklamanın yapılması ile başlayan uygulama sonucunda “uluslararası hukuka aykırı biçimde kuvvet kullanımı sonucu oluşan devletlerin ve ülke kazanımlarının tanınmaması” yönünde bir kural oluşmuştur. Bu kural daha sonra 1970 BM Devletlerarasında Dostça İlişkiler ve İşbirliği İlkeleri Bildirisi ve diğer birtakım uluslararası belgelerde uluslararası hukukta yazılı hale getirilmiştir. Her ne kadar kuvvet kullanma sonucu işgal edilen ülkeyle ilgili konularda diğer devletler işgalci devletle iktisadi ve diplomatik ilişkilere girmekten kaçınmak zorunda olsalar da bu yasak insani konularla ilgili andlaşmalar bakımından söz konusu değildir. Tanıma konusunda üzerinde durulması gereken diğer bir konu tanınmış bir devlet ülkesinde isyan çıkması hâlidir. Bu durumda uluslararası hukuka göre isyancılara yardım hukuka aykırı, tanınmış hükümete yardım ise hukuka uygundur. Tanıma ile ilgili bir başka durum “muhariplik” veya “ayaklanan sıfatının tanınması(belligerency veya insurgency)” durumudur. Bu sıfatın tanınması tanınan ile tanıyan arasındaki ilişkilerde savaş hukukunun uygulanması sonucunu doğurur. Tanıma konusunda yapılması gereken diğer bir ayrım devlet ve hükümet tanıması arasındaki ayrımdır. Kural olarak devlet tanınması hükümetin de tanınması anlamına gelir ve bu süreklilik arz eder yani devletin hükümetindeki değişiklik ne kadar köklü olursa olsun devletin uluslararası kişiliğini ve uluslararası alandaki hak ve borçlarını etkilemez. Ancak bir devletin ülkesinin tamamında veya bir kısmında kontrolü ele geçirmeye çalışan rakip bir hükümetin ortaya çıkması durumunda devlet ve hükümet tanıması birbirinden ayrılabilir. Bir hükümetin tanınması için meşruluğunun bir seçimle doğrulanması gerekir. Anayasaya aykırı yollarla gelen bir hükümetin tanınması için yeni hükümetin eskisinin yüklenmiş olduğu uluslararası yükümlere bağlı kalacağını açıklaması gerekir. Ülkenin büyük bir kısmı üzerinde etkin kontrol kuran bir hükümete karşı direnen başka bir gücün bulunmaması hâlinde tanıma yapılması uygun olur. Hükümetlerin tanınması konusunda yapılan bir ayrım “de facto” ve “de jure” tanıma ayrımıdır. Bu ayrımın temelinde yine etkinlik ölçütü bulunur. Bu bakımdan şayet rakip hükümet etkin kontrolü ele geçirmiş fakat devamlılığı konusunda kuşku varsa veya diğer devletlere karşı uluslararası yükümlülükleri üstleneceği yönünde şüpheler varsa diğer devletler önce de facto tanıma yapabilirler. De facto tanımanın özelliği geri alınabilmesidir. Ancak söz konusu hükümet devamlılık arz etmeye başlar ve üstlendiği yükümleri de gereği gibi yerine getirirse de facto tanıma de jure tanıma hâline getirilir. Tanınmamış hükümetlerin yapmış olduğu işlemler bakımından da uluslararası hukuk özel bir düzenlemeye gitmiştir. Buna göre böyle bir hükümetin yaptığı işlem ülke aşıcı nitelikte değilse (söz konusu devletin yabancı ülkelerdeki hak ve borçlara ilişkin değilse) ve bu işlem o devlet ülkesindeki hak dağılımını gerçekleştirecek etkinlikte ise ve yine adalet gereği bu işlemin geçerliliğinin kabul edilmesi gerekiyorsa bu takdirde bu işleme yabancı mahkemelerde etki tanıma yoluna gidilebilir. Hükümetlerin tanınması ile bağlantılı bir başka mesele sürgündeki hükümet tanımıdır. Bu tanım genellikle self-determinasyon hakkını kullanan halkların ülke dışında kurduğu hükümetlere ve bir yabancı devletin işgali sonucu ülkesinden çıkartılan meşru hükümetlere uygulanmaktadır.

Devlet Türleri

Devletler arasındaki ayrımın bir nedeni devletlerin iç örgütlenmesindeki farklılıklara dayanmaktadır. Bu açıdan ilk kategoride yer alan basit devlette uluslararası kişilikle ilgili yetkiler tek bir siyasi otoritenin elinde (genellikle hükümet, bazen meclis) toplanmıştır. Buna karşı bileşik devletler adı verilen ikinci türde bu yetkiler merkez ve alt otoriteler arasında paylaşılmıştır. Bu tür kendi içinde şahsi birlikler, gerçek birlikler, konfederasyonlar ve federasyonlar şeklinde tezahür ederler. Şahsi birliklerin amacı genellikle uluslararası barış ve güvenlik, demokrasi, uluslararası ticaret, fakirlikle mücadele ve çevre gibi belli konularda uluslararası alanda iş birliği yapma ve bu konularda üyeler arasında ortak kurallar oluşturmaktır. Genellikle monarşik devlet biçiminin benimsendiği hâllerde ortaya çıkan diğer bir yapı gerçek birliktir. Konfederasyonda bağımsız devletler uluslararası varlıklarını sürdürürler ve sadece ortak güvenlik ve dış ilişkiler gibi bazı amaçları gerçekleştirmek üzere bir uluslararası andlaşma yapmak suretiyle bir araya gelirler. Federasyon adı verilen yapılarda yasama, yürütme ve yargı yetkileri federe devletlerle federal devlet arasında paylaşılmıştır. Bu paylaşma ülkesel ve fonksiyonel olarak iki şekilde yapılır. Federal devlet anayasası federe devlet yasalarının üstündedir ve uygunluk denetimini federal üst mahkeme yapar. Keza federal devlet kanunları federe devletler ülkesindeki kişi ve şeyler üzerinde doğrudan uygulanır ve uygulanmazsa federal devlet bunları zorla uygulatabilir. Devlet türleri içinde başka bir sınıflandırma ölçütü bağımsızlık kategorisidir. Bu açıdan devletler tam bağımsız ve bağımlı devletler şeklinde ikiye ayrılmaktadır:

Tam bağımsız devletler uluslararası hukuk uyarınca üstlendikleri hak ve borçlar dışında başka bir otoriteye tabi olmayan devletlerdir. Bağımlı devletlerde bir hami devlet (protectorate) ve bir de bu devletin vesayeti altındaki tabi devlet veya toprak parçası (suzerain) bulunmaktadır. Devlet türleri arasında bir başka model tarafsız devlet (neutrality) statüsüdür. Tarafsızlık esas olarak uluslararası hukuk tarafından düzenlenmiş bir statü olup bir savaş durumunda buna katılmak istemeyen devlete uygulanır. Tarafsız kalan devlet savaşanlar arasında ayrım yapmamayı (ülkesini ve kaynaklarını kullandırmamayı) taahhüt eder fakat ülkesinde bulunan yabancı özel kişilerin davranışlarını engellemez.

Devletin Unsurları

Devletin şu unsurlara sahip olması gerekiyor: 1.Belli bir ülke parçası üzerinde yerleşik olma; 2. Belli sayıda ve kendi kendini idare edebilecek yetenekte bir insan topluluğu; 3. Ülke üzerinde bağımsız bir şekilde egemenlik, yani yasama, yürütme ve yargı alanlarında sürekli olarak etkin kontrol icra eden bir siyasi otoritenin varlığı. Devlet ülkesi bir devletin egemenlik yetkilerine sahip olduğu yeryüzü parçasıdır. Devletin ülkesi devlet yetkisinin yer ve kişiler bakımından temel hukuki dayanağını ve sınırlarını, yeryüzünde değişik devletlerin yetki alanlarını ortaya koyar (1928 Palmas Adası Hakemlik kararı). Devlet ülkesi üç farklı mekândan oluşabilmektedir: kara ülkesi (toprak ve üstündeki doğal kaynaklar, toprak altı ve madenler, nehir ve göller), deniz ülkesi (denize kıyısı olan devletlerin iç suları ve karasularını kapsar -bunların ötesinde yer alan kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgede devletin bir takım ekonomik hakları varsa da egemenliği yoktur-), hava ülkesi

(uzay hariç toprak ve deniz ülkesi üzerindeki hava sahası). Bir devletin sınırlarının coğrafi bir bütünlük göstermemesi veya tartışmalı oluşu onun devlet olması vasfını etkilemez. Bir devlet ülkesinin kara sınırları ilke olarak andlaşmalar yoluyla saptanır. Genellikle ikili bazen de çok taraşı andlaşmalar yoluyla ülke sınırları belirlenmektedir. Mevcut sınırların korunması günümüzde artık BM Andlaşması Madde 2/4 gereğince koruma altına alınmıştır. Buna göre devletlerin ülke bütünlüğüne ve siyasal bağımsızlığına karşı kuvvet kullanılamaz ve dolayısıyla belirlenmiş sınırlar kuvvet kullanma yoluyla değiştirilemez. Uluslararası hukukun yeryüzü konusunda getirmiş olduğu hukuki düzen üç ayrı statüye ayrılmaktadır: 1. Bir devletin ülkesel egemenliğine tabi olan ülke statüsü (res in possesione); 2. Herhangi bir devletin ülkesel egemenliğine tabi olmamakla beraber devlet egemenliğine tabi kılınabilecek sahipsiz ülkeler statüsü (res nullius); 3. Herhangi bir devletin egemenliğine tabi olmamakla birlikte devletlerin egemenlik iddia edemeyecekleri herkesin ortak kullanımına açık coğrafi alanlar statüsü (res communis). Uluslararası hukuka göre bir devletin ülkesel egemenliğine tabi olan ülkeler ile sahipsiz ülkeler değişik usullerle kazanılabilir, devredilebilir veya terk edilebilir. Bu açıdan incelenmesi gereken ülke kazanma yöntemleri devir, işgal, kazandırıcı zamanaşımı, katılma ve fetihtir. Devir bir devletin belirli bir ülke parçası üzerinde haiz olduğu egemenlik hakkından diğer bir devlet lehine olmak üzere bir andlaşma ile vazgeçmesidir. Bir devlet ülkesinin bir parçasını başka bir devlete kiralayabilir ve kiralama süresince söz konusu toprak kiralayanın egemenliğine girer. İşgal bir devletin bir ülkeyi egemenliğine tabi kılmak niyet ve iradesiyle o ülkede egemenliğini kullanarak kazanmasıdır. Fetih kuvvet kullanma ve kuvvet kullanılarak sınırların değiştirilmesi yasağının geçerli olmadığı dönemde yapılmış ve kimi zaman keşif kimi zaman fetih adını taşıyan bir ülke kazanma biçimidir. Ancak günümüzde BM fiartı Madde 2(4) uyarınca kuvvet kullanma veya tehdidinde bulunma yasaklandığından buna aykırı biçimde ortaya çıkan hukuka aykırı durumların diğer devletlerce meşru olarak tanınması yasaklanmış ve bu sayede fetih esasına dayalı hak iddialarının diğer devletlerin rızası ile geçerlilik kazanması engellenmiştir. Devletlerin bir ülke parçasının kime ait olduğuna ilişkin uyuşmazlıklarda iddialarını güçlendirmek için başvurdukları esaslardan en önemlileri coğrafi yakınlık ilkesi, tarihi süreklilik ilkesi ve kendi kaderini belirleme hakkıdır. Coğrafi yakınlık ilkesi uygulamada iki anlamda kullanılmaktadır. Birincisinde bir ülke üzerindeki egemenlik iddiası oranın devlet ülkesinin coğrafi olarak devamı olduğu vakıasına dayandırılır. İkincisinde ise egemenlik iddiası söz konusu coğrafi alanın devletin ülkesine daha yakın olduğu esasına dayandırılır. Bu ilkeye dayalı hak iddiaları ancak söz konusu bölgeyle ilgili diğer devletlerin herhangi bir egemenlik kullanımı olmamışsa geçerlidir. Tarihi süreklilik ilkesi daha çok sınır uyuşmazlıklarında başvurulan bir esastır. Buna göre sınırların saptanmasında egemenlik değişikliğinden önceki ülke sınırları ve burada yaşayan halkların durumu esas alınmalıdır. Uti possidetis adıyla da anılan bu ilke İspanyol idaresinden kurtulan Latin Amerika devletleri arasında uygulanmıştır. Kendi kaderini belirleme (self- determinasyon) hakkı yakın zamanlara kadar dil, inanç ve kültür esasına göre saptanan toplulukların bir ülke üzerindeki egemenlik değişikliğinde söz sahibi olmalarını öngören siyasi bir ilke olarak düşünülmüştür. Bir devletin ortaya çıkması için aranan ikinci unsur insan topluluğudur. Bunun için nüfusun kalabalık olup olmaması çok önem taşımamakta ancak bu nüfusun devamlılığı şartı aranmaktadır. Devlet olmanın üçüncü unsuru söz konusu ülke parçasında yaşayan insan topluluğu üzerinde egemenlik icra eden siyasal bir otoritenin kurulmuş olmasıdır. Uluslararası hukuka göre bu siyasi yapının belli bir türde olması gerekmemektedir.

Yeni Devletlerin Ortaya Çıkışı ve Halefiyet (Ardıllık) Meselesi

Uluslararası hukukta yeni devletlerin ortaya çıkması değişik şekillerde olmaktadır. Bunlardan en yaygın görüleni eski kolonilerin bağımsızlıklarını kazanarak uluslararası hukuk kişiliğine kavuşmalarıdır. Bu duruma bir başka örnek haksız olarak işgal edilen devletlerin bağımsızlıklarını tekrar kazanarak yeniden devlet olarak ortaya çıkmalarıdır. Diğer bir usul mevcut bir devletin devri veya dağılması sonucu yeni devletlerin ortaya çıkmasıdır. Bir başka usul devletlerin birleşmesi ile yeni bir devletin ortaya çıkmasıdır. Devletlerin halefiyeti hususundaki uluslararası kuralları düzenleyen iki andlaşmadan ilki 1978 tarihli Devletlerin Andlaşmalara Halefiyeti Sözleşmesi ve ikincisi de 1983 tarihli Devlet Malları, Arşivleri ve Borçlarına Halefiyet Sözleşmesi’dir. Bu andlaşmalarda halefiyet daimi bir ülkesel değişim sonucu bir ülkede uluslararası ilişkilerden sorumluluğun bir devletten diğerine geçmesi şeklinde tanımlanmıştır. Halefiyetle ilgili ele alınması gereken ilk sorun

andlaşmalara halefiyet meselesidir. Bu konu ülke devri, devletlerin parçalanması ve birleşmesi olarak ayrı ayrı ele alınmıştır. Bir devletten ayrılma ya da bir devletin parçalanması hâllerinde ise yine andlaşmaların sürekliliği ilkesi uygulanır yani sonraki devlet öncekinin yaptığı andlaşmalar ile bağlı kalır. Ülke devri hâllerinde ülke sınırları ile ülke toprakları, nehirler ve denizlerinden ulaşımı düzenleyen andlaşmalar aynen devam ederse de diğer tüm andlaşmalar için nisbilik ilkesi uygulanır yani andlaşma sadece taraf devleti bağlar ve halef devlete geçmez. Devletlerin birleşmesi halinde ise siyasi niteliktekiler hariç yine andlaşmaların sürekliliği ilkesi esas alınır ve sonraki devlet öncekilerin yaptığı andlaşmalar ile bağlı kalır. Halefiyetle ilgili ikinci mesele malvarlığı, arşiv ve devlet borçlarına halefiyet konusudur. 1983 Sözleşmesi’ne göre bir ülke parçasının devri hâlinde el değiştiren ülkede bulunan tüm taşınmazlar yeni devletin olur. Taşınırların ise yerel yönetime ait olanları halef devlete geçer. Birleşme halinde de öncekinin tüm malları sonrakine geçer. Ayrılma ve parçalanma hâllerinde ise önceki devletin sonraki devlet ülkesinde kalan taşınmazları ile bu ülke parçasına ilişkin faaliyetlere bağlı taşınırlar sonraki devlete geçer. Uluslararası teşkilatlara üyeliğe halefiyet konusunda eski devletin üyeliği devam ettikçe yenisinin otomatikman üye olamayacağı kabul edilmektedir.

Uluslararası Teşkilatlar
ULUSLARARASI TEŞKİLATLAR

Ondokuzuncu yüzyıla kadar devletlerin aralarındaki ilişkileri genellikle yürütme organı ve bu organa bağlı diplomasi ve güvenlik bürokrasisi aracılığıyla sürdürmeye yönelik anlayış, bu yüzyıldan itibaren devletlerarasındaki ilişkilerin ticari ve teknolojik gelişmelerin artışına paralel bir şekilde artması ve karmaşıklaşmasıyla değişmeye başlamıştır. Devletler başlangıçta bu yeni gelişmeleri yönlendirmek ve yönetebilmek amacıyla egemenliklerine fazla müdahale hakkı vermeyen daha çok teknik ve idari konularda iş birliğini gerçekleştirmeyi amaçlayan uluslararası bir nehir olan Ren nehrindeki trafiği düzenlemeye yönelik Ren Komisyonu, bazı teknik konularda uluslararası standartlar getirmeyi amaçlayan Uluslararası Telekominikasyon Birliği ve Evrensel Posta Birliği gibi teşkilatlar kurma yoluna gitmişlerdir. Yirminci yüzyıla girildiğinde devletlerin aralarındaki ilişkileri mutlak egemenlik anlayışına dayalı bir biçimde sürdürme politikaları iki dünya savaşı yaşanması sonucunu doğurmuş ve bu durumun sürdürülemez olması nedeniyle uluslararası ilişkilerin yönetilmesine ilişkin yeni yöntemlerin arayışı başlamıştır. Bu arayışın ilk meyvesi Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1919 Versay Andlaşması ile kurulmuş olan Milletler Cemiyeti’dir. Bu teşkilatla amaçlanan uluslararası barış ve güvenliği ilgilendiren sorunları Cemiyet’in örgüt yapısı içinde ele almak suretiyle devletlerin tek başlarına karar vermelerinin önüne geçmek olmuştur. Ancak Cemiyet kararları nın yalnızca tavsiye niteliğinde olduğu kabul edildiğinden bu yapı devletlerarasındaki ilişkilerde alınan kararlarda etkin olamamış ve ikinci büyük savaşın yaşanmasına engel olamamıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası ilişkilerin başka savaşlara kurban edilmesini önleyecek bir sisteme oturtulması konusunda devletlerarasında bir ortak görüş oluşmuş ve bu amaçla 1945 San Fransisko Konferansı ile başlayan müzakereler aynı yıl imzalanan Birleşmiş Milletler (BM) şartı ile hedefine varmıştır. Bu teşkilatın yapısı Cemiyet’inkinden farklı bir biçimde oluşturulmuş (1946 Nisan ayında toplanan Milletler Cemiyeti Genel Kurulu teşkilatın 19 Nisan 1946 itibariyle sona erdiğine ve bütün arşiv ve mallarının BM’e aktarılmasına karar vermiştir.) ve uluslararası barış ve güvenliği ve insan haklarını ilgilendiren meselelerin devletlerin yürütme organlarının dışında faaliyet gösteren bir uluslararası bürokratik yapı tarafından da izlenmesine ve yönlendirilmesine imkân tanınmıştır. Teşkilatın uluslararası barış ve güvenliğe ilişkin durumlarda bağlayıcı karar alma yetkisine sahip organı olarak içinde İkinci Dünya Savaşı’nı kazanan beş devletin daimi üye olarak bulunduğu on beş üyeli Güvenlik Konseyi kurulmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin soğuk savaş ortamının etkisiyle siyasi ve askeri alanlarda kamplaşan devletlerin savunma alanında BM çatısı altında kurulması planlanmış olan ortak askeri güç yerine NATO ve Varşova Paktı adı verilen iki farklı bölgesel güvenlik teşkilatı kurma yoluna gitmeleri uluslararası barış ve güvenliğe ilişkin meselelerin ortak bir çatı altında ele alınması imkânını zayıflatıcı bir faktör olmuştur. Bu kamplaşmayı aşmak üzere 1975 yılında başlayan düzenli aralıklarla toplanan uluslararası konferanslar şeklinde ortaya çıkan ve 1994 yılında bir uluslararası teşkilat hâline gelen Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı faklı iki kampa mensup devletlerin güvenlik sorunlarını barışçıl yöntemlerle çözmelerine yönelik bir ortam yaratmaya çalışılmış ve özellikle silahlanma yarışının durdurulmasında oldukça başarılı sonuçlar vermiştir. Bu teşkilat Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Doğu Avrupa, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya’da Sovyet sisteminden çıkan ülkelerin karşılaştıkları siyasi, sosyal ve ekonomik sorunları çözmeleri için bunlara hukuki ve teknik destek vermektedir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan bir başka teşkilatlanma alanı uluslararası ekonomik ilişkilerdir. Devletlerin teknolojik imkânlarla artan ekonomik ilişkilerini devletin egemenliği prensibine oturtan korumacı anlayış yalnızca ekonomik bir mesele olmayıp kimi hâllerde savaş da yol açabilen bir güvenlik meselesi de olduğundan bu konuyu da bir uluslararası bürokratik yapı içinde ele alma lüzumu ortaya çıkmıştır. Bu amaçla ilk olarak 1944 yılında yapılan anlaşmalarla Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası adı verilen iki teşkilat kurulmuş ve bu teşkilatlar vasıtasıyla devletlerin mali yapıları kontrol altına alınarak devletlerin finansal konularda tek başlarına karar almaları nedeniyle ortaya çıkabilecek uluslararası parasal dengesizlikler (özellikle dış borç aldığı kurumlara yapacağı ödemeleri aksatması) önlenmeye ve gelişmekte olan devletlerin alt yapı sorunlarını çözmeye yönelik projelere dış finansal destek bulmada karşılaşabilecekleri problemler giderilmeye çalışılmıştır. Uluslararası ekonomik ilişkileri serbest hâle getirecek düzenlemeler getiren diğer bir yapı 1948 yılında GATT adıyla kurulan ve 1995 yılında Dünya Ticaret Örgütü adını alan uluslararası teşkilattır. Bu teşkilat vasıtasıyla uluslararası ticarette devletlerin tek başlarına kendi pazarlarını (özellikle gümrük tarifeleri ve kotalar yoluyla) korumaya yönelik kararlar almasının önlenmesi ve aralarındaki ekonomik meseleleri kendi mahkemeleri yerine bir uluslararası hakem mahkemesi önüne getirmek suretiyle çözmeleri amaçlanmıştır. 1945 sonrası dönemde devletlerin kendi başlarına çözmekte zorlandıkları diğer bazı sorunları uluslararası teşkilatlar yoluyla düzenledikleri göze çarpmaktadır. Uzmanlaşılan konular arasında yer alan gıda, eğitim, sağlık, çevre, kültür, taşımacılık ve kalkınma gibi geniş uluslararası işbirliğini gerektiren konular özellikle Birleşmiş Milletler Teşkilatı çatısı altında faaliyet gösteren bir takım teşkilatlar tarafından düzenlenmektedir (ör., FAO,UNICEF,WHO, UNEP, UNESCO, IMO, ICAO,
UNDP vd.) Bunların yanında savaşta önce kurulmuş olan ve 1945’den sonra BM bünyesine katılan Evrensel Posta Birliği, Uluslararası Komünikasyon Birliği ve çalışanların hakları ve güvenliğine ilişkin konularda faaliyet gösteren ILO gibi teşkilatlar da mevcuttur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası ilişkiler alanını devletlerin tekelinden almaya yönelik anlayış sadece dünya çapında değil bölgesel düzeyde de etkili olmuştur. Bölgesel açıdan en etkin yapılar arasında Avrupa kıtasında oluşturulan iki teşkilat öne çıkmaktadır. Bunlardan birincisi 1949 yılında kurulmuş olan Avrupa Konseyi adını taşıyan ve Avrupa’da demokrasi ve insan haklarını devletlerin üstünde bir denetime tabi kılmayı amaçlayan teşkilattır. Avrupa’da bölgesel ekonomik ilişkilerin bir uluslararası yapının kontrolünde sürdürülmesine yönelik ortak kanaatin oluşumuna imkân tanıdığı bir başka teşkilat 1957 Roma Andlaşması ile kurulan Avrupa Ekonomik Topluluğu’dur. Bu teşkilatın başarısı üye devletleri aralarında 1992 yılında Avrupa Birliği (AB) adını verdikleri yeni bir yapılanmayla dış işleri politikaları ile göç, uyuşturucu ve terör gibi uluslararası adli konularda iş birliği yapmaya ve 1999 yılında ortak para kullanmaya yöneltmiştir. Avrupa çapındaki bu yapılanmaların başarısı dünyanın geri kalanı içinde bir örnek teşkil etmiş ve Amerika, Afrika ve Asya kıtalarında da demokrasi, insan hakları ve ekonomik entegrasyonu ilerletmeye yönelik bölgesel teşkilatlar kurulmuştur. Teşkilatlar açısından yapılan ilk ayrım açık ve kapalı teşkilatlar ayrımıdır. Teşkilatlarda üyelik ve üyeliğin getirdiği hak ve yükümlülükler konuları genellikle teşkilatın kurucu andlaşmasında ayrıntılı olarak düzenlenir. Şayet buna ilişkin düzenleme yapılmamışsa üyelik kurucu andlaşmanın değiştirilmesi usulüne tabi olur. Açık teşkilatlarda üyeliğe kabul sadece müracaat ve üyelerin çoğunluğunun kabulü üzerine mümkündür. Buna karşı kapalı teşkilatlarda üyelik sıkı şartlara bağlanmıştır. Teşkilatların niteliklerine göre yapılan ayrımlardan bir diğeri teşkilatın faaliyet gösterdiği alanların çeşitliliğine göre yapılan ayrımdır. Bu açıdan bazı teşkilatlar uluslararası toplumu ilgilendiren pek çok konuda faaliyet göstermekte olduklarından genel amaçlı teşkilat olarak adlandırılırlar. Buna karşı yine uluslararası toplumu ilgilendiren belli bir konuda faaliyet gösteren özel amaçlı teşkilatlar bulunur. Bu teşkilatlar uluslararası ilişkilerin bir düzen gerektirdiği ekonomik, sosyal ve teknik alanlarda faaliyet gösterirler. Teşkilatlar arasında yapılan bir başka ayrım ise teşkilata tanınan karar alma yetkisinin niteliğine göre yapılmaktadır. Bu açıdan teşkilatlar üye devletler açısından sadece tavsiye niteliğinde kararlar alabilenler ve üye devletleri bağlayıcı kararlar alabilenler olarak ikiye ayrılmaktadır. Uluslararası teşkilatların tanımı konusunda teşkilatların hukukunu düzenlemek üzere hazırlanmış milletler arası andlaşmalarda açık bir tanım vermekten kaçınıldığı göze çarpmaktadır. Bu andlaşmalar uluslararası teşkilatları tanımlarken sadece “hükümetlerarası teşkilat” demekle yetinmiştir. Uluslararası teşkilat “bir andlaşma ya da uluslararası hukuka tabi bir başka enstrümanla kurulmuş olan ve kendine ait uluslararası hukuki kişiliği olan bir organizasyondur. Uluslararası teşkilatların üyeleri bakımından günümüzde karşılaştığımız bir başka önemli husus artık teşkilatlara devletlerin yanında başka teşkilatların da üye olarak katılabilmesidir. Uluslararası teşkilatların tanımına ilişkin yer alan bir başka unsur söz konusu teşkilatın hukuki kişiliğinin varlığıdır. Uluslararası hukukun kişileri olarak kabul edilen devletlerin yanısıra uluslararası teşkilatların da hukuki kişiliğe haiz olduğunun

kabulü onların da uluslararası alanda bir takım hak ve borçlara ehil olmaları sonucunu doğurur. Ancak uluslararası teşkilatların devletlerden farklı bir siyasi yapıya haiz olmaları (Teşkilatların ülke, halk ve ülkesel egemenlik gibi unsurları bulunmamaktadır.) ve devletler tarafından genellikle bir andlaşma ile kurulmaları bunlara tanınan uluslararası kişiliğin farklı olması gerektiğini bize göstermektedir. Bu farkların neler olduğu konusunda bize yol gösteren yine BM Adalet Divanı’nın 1949 tarihli “Tazminatlar” kararıdır. Divan, Birleşmiş Milletler’in uluslararası alanda kendi adına hak arama yetkisi olup olmadığı sorusuna cevap aradığı bu kararında işe bir uluslararası teşkilat tanımı vererek başlamıştır. Bu tanıma göre uluslararası teşkilatlar “devletlerin hukuka uygun amaçlarını yerine getirmek üzere daimi olarak bir araya gelerek oluşturdukları, bu amaçları gerçekleştirmek için bir takım organlarla donattıkları, hukuki yetki ve sorumluluklar bakımından teşkilat ve üyeleri arasında bir ayrım bulunan ve bir uluslararası andlaşma ile kurulmuş olan uluslararası hukuk kişileridir. Uluslararası teşkilatların uluslararası hukukun asli kişileri olan devletlerin iradelerinden türemiş hukuk kişileri olduğunu söylemek mümkündür. Bir teşkilatın yetkilerinin neler olduğu ve bu yetkileri hangi organlar vasıtasıyla kullanacağı teşkilatın kurucu andlaşmasında tanımlanır. Ancak teşkilat organları bu yetkilerini kullanırlarken zaman zaman alınan kararların kurucu andlaşmada belirlenen yetki sınırları içinde kalıp kalmadığı (Kalmadığı tespit edilirse ya karar geçersiz olur ya da kurucu andlaşmanın değiştirilmesi yoluna gidilerek kararın alınması meşrulaştırılır.) bir hukuki sorun olarak ortaya çıkar. Bu tür hukuki sorunları çözme yeri genellikle teşkilatın kendi organları olmaktadır. Kimi gelişmiş teşkilatlarda yetki ile ilgili uyuşmazlıklar teşkilatın yargı organına bırakılmıştır. Bu takdirde ilgili mahkeme kurucu andlaşmaya uluslararası andlaşmaların yorumuna ilişkin hukuk kurallarını uygulamak suretiyle sorunu hukuki yoldan gidermeye çalışır. Uluslararası teşkilatların kullandığı yetkiler ve uluslararası sorumluluğu bakımından devletlerle aralarında bir paralellik kurmak yanlış olup bu konuda kurucu andlaşmaya bakarak karar vermek gerekmektektedir. Bugün uluslararası alanda faaliyet gösteren teşkilatların çoğunluğu açısından andlaşma yapma, uluslararası talepte bulunma, misyon gönderme ve imtiyaz ve muafiyetler kullanma ve teşkilatın uluslararası alanda sorumluluğunu üstlenme yetkilerinin mevcudiyetinden söz edilebilir. Uluslararası teşkilatların üye devletlerle ilişkilerinin hangi hukuka tabi olacağı sorunu zaman zaman tartışılan bir meseledir. Bu konuda kabul gören görüş bu ilişkinin kurucu andlaşmada belirlenen esaslar çerçevesinde yürüyeceği yönündedir. Ancak uluslararası teşkilatların faaliyete geçtikten sonra organları vasıtasıyla hukuk yapma imkânına sahip oldukları da bir gerçektir. Teşkilat ile üye devletlerarasındaki ilişkiye yukarıda bahsolunan kuralların dışında uluslararası hukukun genel kural ve prensiplerinin de uygulanıp uygulanmayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır. Bazı hukukçular kurucu andlaşmayı kapalı bir sistem olarak düşünmekte ve uluslararası hukuka bu ilişkide hiç yer vermemekteyken diğer bazıları kurucu andlaşmanın da bir uluslararası andlaşma olarak uluslararası hukukun bir parçası olduğunu kabul etmektedirler. Bu ikinci görüşe göre kurucu andlaşmanın yorumu ve uygulanmasında ilgili uluslararası hukuk kurallarına andlaşmanın açık hükümleri ile ters düşmedikleri ölçüde başvurulabilir. Genellikle bir uluslararası teşkilatı kuran andlaşma üye devletlerin iç hukuklarını düzenlemeye yönelik hükümler taşımaz. Teşkilatların üye olmayan devletlerle aralarındaki ilişkilere uygulanacak hukuk konusunda ilk hatırlanması gereken teşkilat kurucu andlaşmasının buna taraf olmayan devletler açısından bir hak ve borç doğurmayacağı hususudur. Son olarak üzerinde durulması gereken bir mesele teşkilatların günlük işlerinde özel hukuk kişileri ile ilişkiye geçmelerinden kaynaklanan sorunlardır. Bu konuda uluslararası teşkilatların kendi bünyelerinde çalışanların çalışma hayatına ilişkin özel düzenlemeler yaptıkları ve bu konuda çıkabilecek uyuşmazlıklarla ilgilenen idari mahkemeler kurdukları görülmektedir.

Uyuşmazlıkların Barışçıl Çözüm Yolları
Uluslararası Barışçıl Çözüm Yollarının Gelişimi ve Önemi

Devletlerin uluslarasın ilişkilerde kuvvet kullanmaları 1. Dünya Savaşı’na kadar yasaklanmamıştır. Bu savaştan sonra kurulan Milletler Cemiyeti ile saldırgan devlete zorlayıcı tedbirler öngörülmüştür. Milletler Cemiyeti Misakı ile sınırlanan devletlerin savaş yetkileri, 1928 Briand Kellog Paktı ile terk edilmiştir. Bu gelişme, Birleşmiş Milletler şartı ile tamamlanmıştır. Birleşmiş Milletler şartı savaşı ve kuvvet kullanmayı ve kuvvet kullanma tehdidini yasaklamıştır.

Barışçıl usullerle uluslararası alanda doğacak uyuşmazlıkların çözümü hakkında 1899’da bir sözleşme kabul edilmiştir. Bu Sözleşme 1907 Lahey konferansı ile geliştirilmiştir. Arabuluculuk ve soruşturma komisyonları hakemlik müesseseleri bu sözleşmeler ihtiva etmekteydiler.

Uluslararası Uyuşmazlıkların Tanımı ve Çeşitleri

Uluslararası Uyuşmazlık

Uluslararası Daimi Adalet Divanı Mavrommatis Davası’nda uluslararası uyuşmazlığı “hukukî bir noktada veya olay üzerinde anlaşmazlık, iki şahıs arasında hukukî tez veya çıkar çatışması” olarak nitelendirir.

Yakın geçmişe kadar uluslararası uyuşmazlığın sadece devletler arasında çıkabileceği kabul edilirken, günümüzde bireyler ve kurumlar da uluslararası uyuşmazlıkların tarafı olabilmesi hususu gündeme gelmiştir.

Hukuki Uyuşmazlık ve Siyasi Uyuşmazlık

Hukuki uyuşmazlık, tarafların hakları konusunda anlaşmazlığa düştükleri uyuşmazlıklardır.

Hukukun koruduğu çıkarlar neticesinde çıkan uyuşmazlıklar kapsamında, pozitif hukuk kurallarının anlaşılması ve yorumlanması hususunda ortaya çıkar. Hukuki uyuşmazlıklar olması halinde en uygun usül adli yargı ve tahkimdir.

Hukuk bazı konularda kural koymaz. Hukukun suskun olduğu konularda ortaya çıkan sorunlar Siyasi Uyuşmazlıkları oluşturur. Bu çıkar uyuşmazlıklarında uygulanacak hukuk kuralı olmadığından uzlaşma yolu önem kazanır.

Siyasi uyuşmazlıklar, daha çok anlaşma usulleri ile halledilebilir. Siyasi uyuşmazlıklar hakeme de götürülebilir

Barışçıl Uyuşmazlık Çözüm Yolları

Uyuşmazlık çözüm yolları anlaşma ve yargı usulleri olarak ikiye ayrılır.

Anlaşma usullerinin ortak özellikleri sonuçlarının tarafların isteğine bağlı ve ihtiyari olmasıdır.

Yargı usulleri ise bağlayıcıdır. Taraflar buna uymak zorundadır fakat uyulmadığı takdirde iç hukukta olduğu gibi cebri icra müesseseleri yoktur.

Konuyla ilgili BM şartının 6. Bölüm 33. Maddesi şu şekildedir:

Uyuşmazlıkların Barışçı Yollarla Çözülmesi

  1. Madde
  2. Devamı uluslararası barış ve güvenliğin korunmasını tehlikeye düşürebilecek nitelikte bir uyuşmazlığa taraf olanlar, her şeyden önce görüşme, soruşturma, arabuluculuk, uzlaşma, hakemlik ve yargısal çözüm yolları ile bölgesel kurulu ya da anlaşmalara başvurarak veya kendi seçecekleri başka yollarla buna çözüm aramalıdırlar.
  3. Güvenlik Konseyi, gerekli gördüğünde, tarafları aralarındaki uyuşmazlığı bu gibi yollarla çözmeye çağırır.

Anlaşma Usulleri

  1. Diplomasi Görüşmeleri
  2. İyi Mesai ve Dostane Teşebbüs
  3. Arabuluculuk
  4. Araştırma Komisyonları
  5. Uzlaştırma Komisyonları

Siyasi Teşkiller Nezdinde Çözüm Usulü

Siyasi usuller, özellikle uyuşmazlıkların siyasi teşkiller önündeki çözümüdür. Bu çözüm yolu uyuşmazlıkların yalnız tarafları değil, uluslararası toplumu da ilgilendirdiği esasından hareket etmektedir. Birleşmiş milletler, Milletler cemiyeti, Bölgesel anlaşmalarda bu çözüm yolu öngörülür.

Genel Kurul

Uluslararası uyuşmazlıkların çözümünde yetkileri bir hayli fazla olan Birleşmiş Milletler organıdır. Genel Kurul uyuşmazlıkların çözümü için gerekirse Arabulucu araştırma komisyonları, uzlaştırma komisyonları tayin edebilir, tarafların anlaşmasını sağlamaya çalışır fakat taraflar yerine karar veremez.

Güvenlik Konseyi

Ciddi uyuşmazlıklarda olaya Güvenlik Konseyi müdahale eder. Uluslararası barışı bozabilecek ya da tehdit edebilecek uyuşmazlıkların yaşandığı durumlarda BM Güvenlik konseyi devreye girebilecektir.

Genel sekreter uluslararası barış ve güvenliği tehdit edebilecek her durumu Güvenlik Konseyine sunabilir.

Uyuşmazlık ve durumu taraflar barışçıl yollarla çözemiyorlarsa ve bu durum uluslararası barış ve güvenliği tehdit ediyorsa tarafların sorunu Güvenlik konseyi önüne getirmesi artık bir yükümlülüğe dönüşür.

Güvenlik konseyi önüne gelen olay için üç tür tavsiye kararı alabilir.

-Taraflara 33. Maddeden doğan hükümlülüklerini hatırlatabilir.

-Uyuşmazlığın çözümü için somut bir yol önerebilir.

-Tarafları dinler ve Tarafların bunu Güvenlik Konseyine getirmiş olması halinde arabulucu gibi bir çözüm önerisinde bulunur.

Çözüm yolu önerisine dair karar tavsiye niteliğindedir ve bağlayıcılığı yoktur.

Genel Sekreter

Bazen Genel Sekreter, etkin barışçıl çözümler için kendi çözüm önerilerini ortaya sunabilir. Genel sekreter olağan olarak bazen özel bazen kamuya açık olarak müzakerelerin sürdürülmesine yardımcı olmaktadır.

Güvenlik konseyi, gerekli olursa kendi yetkisi altında alınan zorlayıcı tedbirlerin uygulanması için bizatihi kendisini yetki kullanabileceği gibi bölgesel andlaşma ve teşkilatları da yetkilendirebilir.

Yargı Usulleri

Uyuşmazlıkların çözümünde bir diğer usul yargı usulüdür. Yargı usulü ile uyuşmazlık kesin ve bağlayıcı bir şekilde taraflar dışındaki bir organ tarafından çözüme kavuşturulur.

Uluslararası yargı açısından, iki temel sorun vardır:

• Zorunlu yargının gerçekleşmesi meselesi

• Daimilik (süreklilik)

Hakemlik Usulü

Uluslararası yargıdan önce de var olmuş olan usuldür. Hakem kral ya da papa olabilir yahut karma bir komisyondan oluşabilir. Hakemlerin kararları bağlayıcıdır.

Sürekli Mahkemeler – Uluslararası Adalet Divanı

Divan’da dava açma ehliyetine haiz olmak uyuşmazlıkları divana getirme zorunluluğu anlamına gelmez. Taraflar anlaşarak uyuşmazlığı divana götürürler. Uyuşmazlık halinde önceden divana götürülme konusunda taraflar taahüdde bulunmuşlarsa uyuşmazlığın divana götürülme mecburiyeti vardır.

Divan Statüsünün 36. maddesinde geçen İhtiyari kaydın verdiği yetkiyi tanıyan devletle yaşanan bir uyuşmazlık andlaşma yapılmaya gerek kalmaksızın Divan’a götürülebilir. Madde şu şekildedir:

1- Divanın yetkisi tarafların kendisine tevdi edecekleri bütün işlerle Birleşmiş Milletler Andlaşmasında veya yürürlükte olan andlaşma ve anlaşmalarda tahsisen derpiş olunan hallere şamildir.

2- İşbu Statüye taraf olan Devletler, herhangi bir zaman, aynı vecibeyi kabul eden herhangi bir başka Devlete karşı, mevzuu aşağıda gösterilmiş olan hukuki mahiyette uyuşmazlıkların hepsi hususunda Divanın kaza hakkını

bihakkın ve özel anlaşma olmaksızın, mecburi olarak tanıdıklarını beyan edebilirler:

a) Bir andlaşmanın yorumlanması;

b) Devletlerarası hukuka ait her husus;

c) Sabit olduğu takdirde, milletlerarası bir taahhüdün ihlalini teşkil edebilecek olan her olayın gerçekliği;

d) Milletlerarası bir taahhüdün ihlalinin icabettirdiği tazminatın mahiyet veya vüsati.

3- Yukarda anılan beyanlar, kayıtsız şartsız olarak yahut mütekabiliyet şartı ile birkaç veya bazı Devletlerce veya muayyen bir müddet için yapılabilecektir.

4- Bu beyanlar, örneklerini Statüye taraf Devletlere ve Divan Grefyesine gönderecek olan Birleşmiş Milletler Genel Sekreterine tevdi edilecektir.

5- Milletlerarası Adalet Divanı Statüsünün 36 ncı maddesi gereğince henüz bitmemiş bir müddet için yapılmış bulunan beyanlar, işbu Statüye taraf olan Devletler arasındaki münasebetlerde, anılan beyanlara göre geriye kalan müddet için ve menfaatlerine uygun olarak Milletlerarası Adalet Divanının mecburi kaza hakkının tanınmasını mutazammın telakki edilecektir.

6- Divanın yetkili olup olmadığı noktasında itiraz halinde Divan karar verir.

Divan kararlarının nasıl icra olacağı sorununda yetki BM
Şartı md. 94/2 ile Güvenlik Konseyine verilmiştir.

  1. Birleşmiş Milletler’in her üyesi, taraf olduğu tüm uyuşmazlıklarda,

Uluslararası Adalet Divanı’nın kararına uymayı yükümlenir.

  1. Bir uyuşmazlığın taraflarından biri, Divan’›-ın verdiği bir hükme göre kendisine düşen yükümlülükleri yerine getirmezse, öbür taraf Güvenlik Konseyi’ne başvurabilir, Konsey de, gerekli görürse, hükmün yerine getirilmesi için tavsiyelerde bulunabilir ya da alınacak önlemleri kararlaştırabilir.
    Savaşı Ortadan Kaldırma Girişimleri
    Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan Versay Barış Andlaşması’na kadar savaş, devletler için bir haktır ve kuvvet kullanmayı yasaklayan herhangi bir uluslararası hukuk kuralı yoktur. 1899-1907 Lahey Konferansları’nda kabul edilen kurallarla, savaşı düzenlemeyi ve savaşın acılarını azaltacak birtakım tedbirler almayı amaçlayan kurallar yapılmış ama savaş yasaklanamamıştır. Birinci Dünya Savaşı, barış hukukunun, özellikle teşkilatlar hukukunun barışın sağlanması çabalarının biçimlenmesi açısından önemli rol oynamıştır. En önemli etkisi ise, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Milletler Cemiyeti’nin kurulması olmuştur. Milletler Cemiyeti Misakı, uyuşmazlıkların barışçıl yollarla çözümü konusunda belirli yükümlülükler öngörür. Savaş yetkisi bu yollara başvurmadan kullanılamayacaktır. Bu yüküm, yalnızca üye devletleri bağlamaktadır. Düzenleme, savaş ya da kuvvet kullanılmasını yasaklama şeklinde değil, kuvvet kullanmanın geciktirilmesi şeklindedir. Cemiyet üyeleri, böylesi bir uyuşmazlık çıkarsa bu uyuşmazlığı ya hakeme mahkemeye veya Cemiyet Konseyi’nin incelemesine sunacaklar (Milletler Cemiyeti Misakı m.12), hemen savaşa başvuramayacaklardır. Uyuşmazlık yargı yoluna götürülmeyecekse mutlaka Cemiyet Konseyi’ne götürülmelidir. (Milletler Cemiyeti Misakı m.15) Hakem veya mahkeme kararı kesin hüküm doğurur. (Milletler Cemiyeti Misakı m.13) Kararı kabul eden tarafa karşı savaş yapılamaz. Her iki taraf yargı kararını tanımazsa 3 aylık moratoryumdan sonra savaş hakkı doğar. Milletler Cemiyeti sistemi içinde müeyyide savaşları denilen savaşlar da kabul edilmiştir. 13. ve 15. madde ihlâl edilerek bir savaş yapılmışsa Misak’a göre bu savaş geri kalan bütün üyelere karşı yapılmış bir savaş sayılır ve aralarında bir savaş hâlinin doğduğu kabul edilir. Cemiyet’teki açıkları tamamlamak için 1924’te Cenevre Protokolü ve 1925’te Lokarno Andlaşması yapılmıştır. Bunlarda kuvvet kullanmayı tamamen yasaklamamaktadır. Bunun dışında kuvvet kullanmanın yasaklanması yönünde başka çabalar da olmuştur. En önemlisi Stimson Doktrini ve Briand-Kellog Misakı’dır. Stimson Doktrini, Amerikan Dışişleri Bakanı Stimson’un kanunsuz işgal ve işgalin doğurduğu fiili sonuçlarını tanımayacaklarını duyurması esasına dayanır. 27 Ağustos 1928’de imzalanan Briand- Kellog veya Paris Paktı ise savaş yetkisi açısından genel bir düzenleme getirir. Pakt, bütün saldırı savaşlarını yasaklamıştır. Ancak devletlerin, meşrû müdafaa durumunda, uluslararası bir zorlama önlemi olarak Pakt’a aykırı davranan devlete karşı savaşa gitme hakkı gibi, Pakt’a taraf olmayan devletlerarasında veya bu devletlere karşı savaşa gitme hakkı da muhafaza edilmiştir.

Birleşmiş Milletler Şartı Uyarınca Kuvvet Kullanımı
BM Şartı’nın 2. maddesinin 4. fıkrası, her türlü kuvvet kullanma ve kuvvet kullanma tehdidinde bulunmayı yasaklar. Ancak, hukuki denetim mekanizmaları, 1945’den beri çökmüş veya çeşitli örnek olaylarla ihlâl

edilmiştir. Şart’ta savaş ve savaşa başvurma kavramları yerine, kuvvet kullanma ve kuvvet kullanma tehdidine atıf yapılmış “savaş” teriminin anlamına ilişkin olarak önceki belgelerde sorun olan teknik zorluklar aşılmıştır. Şart, aynı zamanda açık bir şekilde savaşa varmayan zor kullanma eylemlerini de ihtiva eder. Bu eylemler de kuvvet kullanmayı gerektirdiği ölçüde, üye devletlere yasaklanmıştır. Şart’ta sadece bireylerin kuvvet kullanma veya tehdidine yasak getirilmiş değildir; aynı zamanda, uluslararası ilişkilerde kuvvet kullanma yetkisini merkezileştirme çabası da vardır. Bu merkezileştirme çabası, ortak güvenlik sorunlarını içermektedir. BM Şartı
m. 2/4’ün sadece Teşkilat’a üye olanlar üzerinde değil,
evrensel olarak bağlayıcı bir hukuk yarattığı, buradaki ilkenin, örf ve âdet hukuku olduğu söylenebilir.

Kuvvet kullanma yasağının kapsamı kuvvet kullanmada sözü geçen kuvvetten kastedilen nedir?

  1. Bu kuvvetin silahlı kuvvet olduğu genel olarak kabul edilmektedir. Bir devlet bir başka devlete karşı doğrudan silahlı kuvvet kullanırsa m. 2/4 ihlâl edilmiş olmaktadır.
  2. Bir devlet bir başka devlete karşı doğrudan kuvvet kullanmaz, ama o devlete karşı kuvvet kullananlara askeri malzeme, eğitim tesisi ya da üs sağlarsa buna dolaylı kuvvet kullanma denilmektedir. Bu çeşit kuvvet kullanma da kuvvet kullanma yasağına, yani m.2/4’e aykırı bir durum olarak nitelendirilmiştir.

Devlet uygulamasında sıklıkla karşılaşılan temel sorun, m. 2/4’ün kuvvet kullanmayı başlatmak için genel bir yasak getirip getirmediği yönündedir. Şart’ta ülke bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığa karşı veya teşkilat amaçlarıyla bağdaşmayan her hangi bir surette kuvvet kullanma söz konusu edilmiştir. Kuvvet kullanma yasağının dışında kalan başlıca iki eylem vardır:

• BM Şartı m. 51’e göre girişilen eylemler (meşrû müdafaa).
• Güvenlik Konseyi yetkesi altında girişilen eylemler.

Meşrû müdafaa hakkının kapsamı ve şartları Şart’ta kuvvet kullanma yasağına açıkça öngörülen tek istisna, meşrû müdafaa hakkıdır. Uluslararası Adalet Divanı, Nikaragua Davası’nda, BM Şartı kadar teamül hukuku altında da doğal olan meşrû müdafaa hakkını vurgular. Meşrû müdafaa hakkının kapsamı ve şartları, kuvvet kullanmanın bireylere yasak olduğu hukuk düzeninde önem taşır; zira meşrû müdafaa ancak bu takdirde istisnai bir hak olabilir. Bu aşama, en iyi şekliyle BM döneminde gerçekleştirilmiştir. Klasik uluslararası hukukta meşrû müdafaanın olabilmesi için birtakım şartlar aranmaktadır. Bu şartlara, genellikle Caroline Olayı dayanak olmuştur. Caroline Olayı 1837 yılında, Kanada’da, Birleşik Krallık’a karşı isyanda isyancılara yardımda bulunan Caroline gemisinin Niagara nehrinin Amerikan kıyısında bağlı bulunduğu bir sırada İngilizlerce ateşe verilerek, şelâleden aşağı atılması üzerine Birleşik Krallık ve Amerika arasında ortaya çıkan uyuşmazlıktır. Birleşik Krallık, meşru müdafaa hakkı olduğunu ve henüz saldırı gerçekleşmeden de bu hakkını kullanacağı iddiasında bulunmuştur. A.B.D. ise buna itiraz etmiş ve meşrû müdafaa hakkından söz edebilmek için kuvvet kullanma zaruretinin var olması ve kullanılan kuvvetin orantılı olması gerektiğini ileri sürmüştür. A.B.D.’ye göre meşru müdafaa zaruretinin, ağır, ezici ve başka hiçbir imkân vermeyen, düşünmeye zaman bırakmayan nitelikte olması gerekir. Meşrû müdafaa durumunda olunması için hakkın ihlâl edilmesi lâzımdır. Müdafaanın zorunlu olması gerekir. Zorunluluktan kastedilen şudur: Ani, ezici, alınacak tedbirlerde bir seçim olanağı ve bir düşünme zamanı bırakmayan, kendini müdafaa zorunluluğunun bulunması gerektir. Ani olması demek, misilleme yapılamayacak ve gelecekte vuku-u muhtemel ihlâllere karşı da önleyici bir tedbir olarak meşrû müdafaa esasına dayanılarak harekete geçilemeyecek olması demektir. Ama Caroline Olayı’nda olduğu gibi ihlâl edileceği muhakkak ise, bu takdirde klasik uluslararası hukukta meşrû müdafaa durumunda bulunulduğunun gerçekleştiği kabul edilmektedir. Buna önleyici meşrû müdafaa denmektedir. Meşrû müdafaayı düzenleyen BM Şartı madde 51 şu şekildedir: “Bu Antlaşma’nın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silahlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya dek, bu üyenin doğal olan bireysel ya da ortak meşru savunma hakkına halel getirmez. Üyelerin bu meşru savunma hakkını kullanırken aldıkları önlemler hemen Güvenlik Konseyi’ne bildirilir ve Konsey’in iş bu Antlaşma gereğince uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için gerekli göreceği biçiminde her an hareket etme yetki ve görevini hiçbir biçimde etkilemez.” Meşrû müdafaanın ne kapsamda uygulanacağı konusunda değişik yorumlar ortaya çıkmıştır. Acaba 51. madde meşrû müdafaa hakkını tanımlayan bir madde midir, yoksa devletlerin esasen haiz oldukları hakkı beyan eden ya da doğal olarak sahip oldukları bu hakkı saklı tutan bir madde midir? Eğer beyan edicidir ya da saklı tuttukları bir maddedir denilirse meşrû müdafaa hakkı kapsamının, yalnız 51. Maddeye göre değil, daha önce kazandığı anlama göre bunun değerlendirilmesinin yolu açılır. Bir kısım görüş der ki 51. Maddede yer alan bu hüküm, uluslararası hukukta geçerli olan meşrû müdafaaya ilişkin tek hükümdür. 51. maddenin yer almasıyla birlikte, daha önce mevcut durumun uygulanması imkânı kalmamıştır. Meşrû müdafaa hakkının kapsamıyla ilgili üzerinde durulacak diğer bir husus, hangi hak ihlâllerinin devleti meşrû müdafaa durumunda bırakacağı meselesidir. Bu konuda herhangi bir hakkın kuvvet kullanarak ihlâli acaba meşrû müdafaa hakkını verir mi? yoksa bu haklar önemlerine göre ayrılmalı mıdır? Bu konuda da tartışmalı olan görüşler vardır. Meşrû müdafaa kavramının ayrılmaz bir parçası olan zorunluluk ve orantılılık şartının, ihlâl edilen hakkın niteliğinin göz önünde tutularak bir ayrım yapılmasını

gerekli kıldığını belirtmektedirler. Dolayısıyla ülke bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığın vazgeçilmez bir unsuru olan hak ve değerler açısından doğrulanması icap eder. Meşrû müdafaanın kullanılabilmesi için önemsiz kalan hak ve değerlerin kuvvet kullanmak yoluyla da iddia edilmesi durumunda, başka tedbirlerle buna karşı korunması icap eder. Ülke bütünlüğü ve siyasi bağımsızlık açısından önem taşımak meselesinde, ülke dışında bulunan vatandaşların canına veya malına yönelmiş bir saldırı ile ülkede bulunan kişilerin canına ve malına yönelmiş saldırıların ülke bütünlüğü ve siyasi bağımsızlık açısından taşıdığı değer ve etkisi birbiriyle aynı olmaz. Ancak önemli olan bu hak ve değerlerin bulunduğu yer değil, devletin ülke bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığı ile aralarında mevcut olan ilişkisidir. Meşrû müdafaanın uygulanması açısından fiziksel konum meselesi, göz önünde bulundurulacak faktörlerden bir tanesidir. Bir başka görüşe göre meşrû müdafaa hakkı esas itibariyle devletin ülkesine ve fiziksel varlığına karşı yöneltilmiş olan kuvvet kullanma eylemlerine bir tepki olarak ileri sürülmüş bir haktır. Bu nedenle artık ülke dışında bulunan vatandaşların can ve malını korumak için veya herhangi bir hakkın kuvvet kullanılmak suretiyle ihlâline karşı meşrû müdafaa durumunda bulunulduğu ileri sürülemez. O zaman meşrû müdafaa esasıyla, hakkını kendi kuvvetiyle elde etmek arasındaki fark ortadan kalkar. Bunun Şart’ın mantığına ters düşen bir çözüm olması söz konusudur. Özellikle İngiliz doktrin ve uygulamasında bu noktada meşrû müdafaa hakkının kapsamını genişleten bir yorum ortaya çıkmaktadır. Klasik hukukta devlete, yabancı ülkede bulunan vatandaşlarını koruma hakkı tanınmıştır. Ülke devletinin, bu yükümlülüğü yerine getirmediği durumlarda vatandaşı bulunduğu devletin meşrû müdafaa hakkına dayanarak bunu kullanması mümkün olabilir. Meşrû müdafaada zorunluluk olması ve orantılılık bunu garanti eder. İngiliz uygulamasında, 1956’da Mısır üzerine yapılan silahlı müdahalede, İzlanda’yla olan balıkçılık uyuşmazlıklarında bu klasik hukukta görülen meşrû müdafaa hakkının sınırlanmadığı ve yabancı devlet ülkesinde can ve mal varlıklarını korumak için harekete geçme hakkını da kapsadığı anlayış geçerli olmuştur. Önleyici olduğu iddia edilen müdafaanın meşrû müdafaa kavramına girip girmediği veya devleti meşrû müdafaa durumunda bırakıp bırakmadığı klasik hukuk anlamında orantılı ya da makul olma ölçüsü içinde değerlendirilerek çözümlenecek bir husustur. Hukukun sağladığı bu güvenceye rağmen, devletin öldürücü bir saldırının vukuu bulmasını beklemek zorunda olduğunu ileri sürmek, saldırganın ilk darbeyi vurmasını tanıma şeklinde olacaktır. Bugünkü hukuk içerisinde düşünüldüğü zaman, önleyici meşrû müdafaayı savunan görüş, Divan’ın Korfu Boğazı Davası’na atıfta bulunmaktadırlar. Bu dava, iki Birleşik Krallık savaş gemisinin Korfu Boğazı’nın Arnavutluk kesiminden geçerken ateş açılması ve yeni döşendiği saptanan mayınlara çarpması sonucunda can ve mal kaybının doğmasıyla Arnavutluk ve Birleşik Krallık arasında çıkan uyuşmazlık üzerine görülen davadır. 1996 tarihli Divan’ın Nükleer Silahların Meşruluğuna Dair
Danışma Görüşü uyarınca meşrû müdafaa yoluyla kuvvet kullanılması için, müdafaa gerekli, orantılı ve derhal olmalı ve kuvvet kullanan silahlı saldırıya maruz kalmalıdır. Meşrû müdafaa hakkının işlevi, hukuki “status quo’yu” korumak, bozulmuşsa iade etmektir. Hukuka aykırılığı cezalandırma ve zararı tamir işlevi yoktur. Şart düzeninde önleyici meşrû müdafaa hakkının olup olmadığı hususunda Divan Nikaragua Davası’nda, hiçbir görüş ifade etmemiştir. Bush Doktrini olarak adlandırılan ve 11 Eylül olayı ile başlayan süreç, uluslararası hukukun sınırlarını, önleyici meşrû müdafaa hususunda çok daha fazla genişletmeye teşebbüs ederek klasik anlayıştan farklı olarak muhakkak değil, muhtemel olan saldırılara karşı da harekete geçme, devlet dışındaki aktörlerin gerçekleştirdiği eylemlere ve sadece haklara değil, Amerikan menfaatlerine saldırı olması durumunda da meşrû müdafaa hakkına dayanarak cevap verilmesini kabul etmektedir. Divan, Bush Doktrini uygulaması sonrasında 2005 tarihli Kongo Davası Kararı’nda da bu konuda herhangi bir görüş belirtmemeyi tercih etmiştir. Bir devlet diğer devlete karşı, silahlı saldırı niteliği taşımayan hukuka aykırı kuvvet kullanma eylemlerini önlemek amacıyla üçüncü bir devletle, ortak meşrû müdafaa esası dışında bir hukuki esasa dayanarak önlem alabilir mi? Divan, 1986 tarihli yargı kararında, bu konuda geçerli ilkeler olarak şunları ifade etmiştir: “Bir devlet ülkesindeki karşı güçleri desteklemek amacıyla o devletin milli yetkisine giren işlere karışma yasağını öngören bir kural günümüz hukukunda mevcut değildir. Karışma yasağını ihlâl eden davranışlar, doğrudan veya dolaylı kuvvet kullanımını içerirse, kuvvet kullanma yasağını ihlâl eder.” Bir komşu devletin hukuka aykırı eylemlerine hedef olan devlet, buna karşı koyabilmek için bir üçüncü devletin silahlı kuvvetlerini ülkesine çağırabilir. Bu silahlı kuvvetlerle birlikte kendi ülkesinde kuvvet kullanabilir. Ülke bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığı korumak ve bunun için bir başka devletle işbirliği yapmak her devletin meşru olan doğal bir hakkıdır. Divan’a göre, ortak meşrû müdafaa hakkına dayanarak haklı gösterilemeyecek olan, hedef devlet ülkesi dışında hedef devletin bir başka devletle beraber kuvvet kullanma yoluna gitmesidir. Divan 1986 tarihli Nikaragua Davası’nda silahlı saldırının tanımını “1970 tarihli Bildiri ve 1974 tarihli 3314 (XXIX) sayılı Genel Kurul Kararına Ekli Saldırının Tanımına İlişkin Metne” atıfta bulunarak yorumlamaktadır ve bu noktada bireysel veya ortak meşrû müdafaa arasında herhangi bir fark gözetmemiştir. 1970 tarihli Bildiri’de şu eylemler ayrıca sıralanarak yasaklanmıştır:

• Bir başka devletin mevcut uluslararası sınırlarını ihlâl etmek için ya da ülkesel uyuşmazlıklarla devletlerin sınırlarına ilişkin sorunlar dâhil, uluslararası uyuşmazlıkların çözümü için kuvvet kullanma veya tehdidinde bulunma;
• Kuvvet kullanılmasını gerektiren misillemeler;
• Halkların eşit hakları ve self-determinasyon ilkesine, dair hükümlerde açıklandığı biçimde halkların self-determinasyon özgürlük ve

bağımsızlık haklarından mahrum edecek herhangi bir zorlayıcı eylem;
• Bir başka devlet ülkesinde iç karışıklık veya terörist eylemleri teşkilatlandırma, kışkırtma, yardım etme veya bunlara katılma veya ülkesinde bu gibi eylemlerin yapılmasına yönelik teşkilatlanmış faaliyetlere rıza gösterme, eğer bu eylemler kuvvet kullanma veya tehdidinde bulunmayı içeriyorsa;
• Bir başka devletin mevcut rejimini zorla devirmeye yönelik yıkıcı, terörist veya silahlı eylemleri teşkilatlandırma, yardım etme, kışkırtma, mali destek sağlama, teşvik etme, müsamaha etme veya başka bir devletteki iç karışıklıklara karışma;
• Devletin silahlı kuvvetleriyle bir başka devlet ülkesini istilâ etmesi veya buna saldırması veya geçici nitelikte de olsa bu gibi bir istilâ veya saldırı sonucunda ortaya çıkan herhangi bir askeri işgal veya bir başka devletin ülkesinin veya bir kısmının kuvvet kullanımıyla ilhak edilmesi;
• Devletin silahlı kuvvetleriyle bir başka devlet ülkesine karşı bombardımana girişmesi veya devletin bir başka devlet ülkesine karşı herhangi bir silah kullanımı;
• Bir devletin liman veya kıyılarının bir başka devletin silahlı kuvvetleriyle ablukası;
• Bir devletin silahlı kuvvetleriyle bir başka devletin kara, deniz veya hava filolarına saldırması;
• Devletin kabul eden devletle varılan anlaşma uyarınca bir başka devlet ülkesinde bulundurduğu silahlı kuvvetlerini, antlaşmada öngörülen şartlara aykırı biçimde kullanması veya bu kuvvetlerin o ülkedeki varlığını antlaşmanın sona ermesinden sonra da sürdürmesi;
• Devletin ülkesini, bir başka devlet tarafından bir üçüncü devlete karşı bir saldırı eyleminin yapılması için kullanılmasına izin vermesi;
• Bir devlet tarafından veya onun adına, bir başka devlete karşı sıralanan saldırı eylemlerinden sayılmasını gerektirecek ağırlıkta silahlı kuvvet kullanma eylemleri yapan silahlı kişileri, grupları, gayr-ı muntazam birlikleri veya paralı askerleri gönderme veya bu gibi davranışlara esaslı biçimde karışma;
• Bu eylemler, bir savaş ilânı olmasa da, 3. Madde uyarınca saldırı eylemi olarak nitelendirilmiştir.

Uluslararası hukuk komisyonu (UHK), saldırının tanımına ilişkin çalışmalara 1951’de başlamış, ancak genel ve soyut bir tanım yapma çabaları başarılı olmayarak konuyu “İnsanlığın Barış ve Güvenliğine Karşı İşlenen Suçlarla İlgili Taslak Koduna” dâhil etmiştir. 1974 tarihli Genel Kurul’un saldırıyı tanımlayan metninin kabul edilmesinden sonra, İlgili Taslak üzerindeki çalışmalar ancak 1996 yılında tamamlanmıştır. Taslak, Komisyon’un insanlığın barış ve güvenliğini tehdit olarak algıladığı ve
bu nedenle de uluslararası ceza yargı yetkisine tabi olmasını gerekli gördüğü suçları beş kategoride sıralamıştır. Saldırı, bu listenin başında yer alır. Komisyon, insanlığın barış ve güvenliğine karşı suçlar arasına “saldırı tehdidi”ni de ekleyerek, Genel Kurul tarafından tanımlanan bütün saldırı eylemlerine dönüş yapmıştır. 1974 tarihli Genel Kurul Kararı, saldırıyı Güvenlik Konseyi’ne rehberlik etmek amacıyla tanımlarken, 1996 tarihli Uluslararası Hukuk Komisyonu Taslağı ise, saldırı için bireysel cezai sorumluluk tesis etmeye çalışır. Ancak Uluslararası Hukuk Komisyonu, saldırı suçunu örf ve adet hukuku olarak tanımlamış ve suçun genel tanımını açık bir şekilde önermemeye karar vermiştir. Nürnberg ilkelerini onaylamış ve saldırı suçlarının uluslararası hukuk çerçevesinde cezalandırılabilir olduğunu doğrulamıştır. Saldırı suçu, taslak madde 16’da yer almaktadır. Buna göre bir devlet tarafından işlenen saldırı suçunun planlanması, hazırlanması, başlatılması veya yürütülmesine lider ya da idareci olarak aktif şekilde katılan bir kişi saldırı suçundan sorumlu olacaktır. Uluslararası Hukuk Komisyonu, bir devlet tarafından yapılan saldırının, saldırı suçundan dolayı bireysel sorumluluk için bir ön koşul olduğunu vurgulamıştır. Silahlı saldırı niteliğini taşımayan kuvvet kullanma eylemlerini hedef devlet ülkesinde durdurmak mümkün değilse hedef devlet ülkesi dışında kullanılabilecek hukuka uygun kuvvet kullanma biçimi, orantılı karşı önlem alma olabilir. Ancak bu karar, başka bazı sorunları beraberinde getirir. Önlemlerin, coğrafi uygulama alanı belirtilmiş değildir.

Devletin Yargı Muafiyeti ve Diplomatik İmtiyaz ve Muafiyetler
Devletlere ve Temsilcilerine Uygulanan İmtiyaz ve Muafiyetler
Devletin yargı muafiyeti ilkesi devletlerin egemen eşitliği prensibi çerçevesinde bir devlete başka bir devlet ülkesinde tanınan hakların başında devletin yargı muafiyeti ilkesi gelir. Artık bir örf ve adet kuralı olarak kabul edilen bu ilke tarihsel olarak “par in parem non habet imperium” yani eşitin eşit üzerinde egemenliği olmaz anlayışına dayanmaktadır. Bu ilkeye göre bir yabancı devlet rızası olmadıkça başka bir devletin yargı organınca yargılanamaz ve cebri icraya tabi tutulamaz. Bu muafiyetten yararlanacak olanlar devletin kendisi, eylem ve işlemleri (kanunları, idare ve yargı kararları vb.), egemenlik yetkisini kullanan organları, resmi görevlileri, temsilcileri (diplomatik temsilciler için özel kurallar vardır), kamu yararına kurulmuş kurumları ve mallarıdır. Bu konuları ele alan 1972 tarihli Devletin Muafiyetine dair Avrupa Konvansiyonu ve 2004 tarihli BM Devletlerin ve Bunların Malvarlığının Yargısal Muafiyeti Konvansiyonu bulunmaktadır. Uluslararası hukukta ve uygulamada muafiyet konusunda mutlak muafiyet ve sınırlı muafiyet şeklinde iki anlayış mevcuttur. Günümüzde artık sınırlı muafiyet anlayışı doğrultusunda devletlerin eylem ve işlemleri “egemenlik işlemi” ve “özel hukuk işlemi” şeklinde ikiye ayrılmakta ve devlete özel kişilerin yaptığı türden işlem ve eylemlerinden doğan hükümlerine ilişkin davalarında muafiyet tanınmayıp sadece devletlerin yapabileceği ve kamu otoritesinin kullanıldığı işlemlere muafiyet tanıma yoluna gidilmektedir. Bu konuda uluslararası örf ve adet hukukuna göre bir devletin yabancı bir devlet mahkemesi önünde yargılanamayacağı ilkesinin iki temel istisnası vardır: Taşınmazlara ilişkin ayni hak iddiaları ve muafiyetten vazgeçilmesi durumu. Yabancı bir devlet ülkesinde bulunan devlet gayrimenkullerine ilişkin ayni hak davaları bunlar diplomatik temsilcilik olarak kullanılmadıkça taşınmazın bulunduğu devletin hukukuna ve mahkemelerinin yetkisine tabidir. Yine devletlerin aralarında yaptıkları antlaşmalarla veya bir özel kişi ile yapılan ticari akitte yer alan bir şartla özel hukuka ilişkin bir takım uyuşmazlıkların bir milli mahkeme önüne veya uluslararası tahkime götürülmesini önceden kabul etmeleri durumunda bu yargı muafiyetinden vazgeçme olarak değerlendirilir. Ancak yargı muafiyetinden vazgeçme cebri icra muafiyetinden de vazgeçme anlamına gelmemekte ve devlet aleyhine verilmiş bir mahkeme kararının söz konusu devlete ait mallar üzerinde icrası için ayrıca bir izin alınması gerekli görülmektedir. Devlet mallarına karşı cebri icra yapılabilmesi için bunların şu kamusal işlerde kullanılmıyor olması gerekir: diplomatik misyon malları, askeri mallar, merkez bankası hesapları, devlete ait kültürel, tarihi ve bilimsel eserler, devlet arşivleri. 2004 tarihli BM Konvansiyonu’nda şunlar devletler tarafından yapılan özel hukuk işlemi olarak sayılmıştır: mal veya hizmet satımına veya sınai veya mesleki nitelikteki ticari akit ve işlemler, borçlanma akitleri veya benzeri finansal nitelikte işlemler. 1972 tarihli Devletin Muafiyetine Dair Avrupa Konvansiyonu ve buna ek Protokol’de de şu konularda devletin yargı muafiyeti konusunda istisnalar kabul edilmiştir: taşınmaz mallara ilişkin davalar, mallara ilişkin miras, iflas ve fikri haklar davaları, kişi veya mallara karşı haksız fiillere ilişkin tazminat davaları, iş görme akdine ilişkin davalar, akitten doğan borç davaları, şirket ortaklığı davaları, fikri mülkiyet davaları ve ticari faaliyetlere ilişkin davalar.

Devlet başkanı ile hükümet başkanı ve dış işleri bakanının yargı muafiyeti günümüzde artık bir örf ve adet kuralı hâline gelmiş olup hukuk davaları bakımından sadece resmi işlemleri, ceza davalarında ise her bakımdan muafiyetten yararlanırlar. Bununla beraber bunların resmi görevi sona erdikten sonra resmi görevi sırasında işlediği suçlar bakımından muafiyeti devam etse de şayet bu suçlar savaş suçu, insanlığa karşı suç, soykırım suçu veya işkence suçu oluşturuyorsa bu suçlar bakımından milli mahkemeler önünde yargılama yapılabileceği yönünde işaretler vardır (BM Adalet Divanı’nın 2002 tarihli Tutuklama Müzekkeresi kararı, İngiliz Yüksek Mahkemesinin 2000 tarihli Pinochet kararı, İngiliz mahkemesinin eski İsrail dış işleri bakanı hakkındaki 2009 tarihli yakalama kararı). Bu muafiyetlerin yanında her devletin ülkesinde bulunan yabancı devlet başkanı, hükümet başkanı ve dış işleri bakanını ve bunlarla beraber seyahat eden aile üyelerini her çeşit saldırıya (maddi ve manevi) karşı koruma ve bu konuda gereken önlemleri alma yükümü vardır (1973 tarihli Diplomasi Ajanları dâhil Uluslararası Alanda Korunan Kişilere Karşı İşlenen Suçların Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi).Bu konuda Türk Ceza Kanunu 340-43. maddeler yabancı devlet başkanı, temsilcileri ve bayrağına karşı suçları karşılıklılık şartı ile özel olarak cezalandırma yoluna gitmiştir.

Devletin askeri kuvvetlerinin ve savaş gemilerinin statüsü bir devletin savaş gemisi o devletin egemenliğini temsil eder. Bu nedenle bir savaş gemisinin başka bir devletin deniz ülkesinde neden olduğu zarardan bayrak devletinin sorumlu olduğu ve tazminata ilişkin talebin diplomatik yoldan yapılması gerektiği kabul edilir. Uygulamada da zarara uğrayan devlet mahkemelerinin hiçbir surette olaya müdahil olmadıkları görülmektedir. Belli bir sorunla ilgilenmek veya belli bir görevi ifa etmek üzere yurt dışına ilgili ülkenin rızasını aldıktan sonra gönderilen sivil özel misyon görevlileri için 1969 tarihli Özel Misyonlar Konvansiyonu yapılmıştır. Bununla beraber yabancı asker veya resmi görevlilerin casusluk veya örtülü operasyonlar gibi faaliyetlerde bulunmaları halinde ülke devletinin rızasının ortadan kalkacağı ve bu faaliyetlerinin içişlerine karışma ve hatta kuvvet kullanma yasağını ihlâl etmesi halinde ilgili devlete müdahale hakkı vereceği kabul edilmektedir. Uluslararası hukukta ülke devletinin rızası ile o ülkede bulunan yabancı asker kişilerin görevlerini ifaları sırasında işledikleri suçlar bakımından muafiyete haiz oldukları ve bu açıdan ülke devletinin askeri birliğin disiplinine ve iç idaresine karışamayacağı görüşü kabul görmektedir. Bu meseleye özel bir düzen getiren antlaşma Türkiye’nin de taraf olduğu 1951 tarihli Kuzey Atlantik Antlaşması (NATO) ve bununla bağlantılı 1954 tarihli Türkiye ile ABD arasında Kuvvetlerin Statüsüne Dair Sözleşmenin (SOFA) Tatbikatına Dair Antlaşma’dır. Bu antlaşmaya göre vatana ihanet ve casusluk suçlarında gönderen devletin münhasıran yetkili olduğu, ayrıca gönderen devletin malına, güvenliğine ve vatandaşına karşı yine o devletin vatandaşınca işlenen suçlarda veya resmi vazifenin ifası dolayısıyla işlenen suçlarda gönderen devletin yargı yetkisini kullanmasında öncelik hakkı olduğu kabul edilmiştir. Neyin görevin ifası sayılacağı gönderen devletin takdirindedir. Hukuk davaları bakımından ise gönderen devlet askeri mensubunun resmi vazifesini ifası sırsında vuku bulan haksız fiil zararlarına ilişkin davalarda muafiyetin ileri sürülebileceği ve tazminatın gönderen ve kabul eden devletçe beraberce ödeneceği, ancak resmi vazife dışındaki fiil ve ihmallerden ya da hukuki mukavelelerden doğan borçlar bakımından muafiyetin iddiasının ileri sürülemeyeceği ve kabul eden devlet mahkemelerinin yetkili olacağı kabul edilmiştir.

Diplomatik İmtiyaz ve Muafiyetler
Diplomatik misyon ve personel yabancı bir devlet ülkesinde gönderen ülkenin kişiliğini temsil eden diplomatik temsilcilerin hukuki statüsü sorunu milletlerarası hukukun en eski konularındandır. Bu konudaki milletlerarası örf ve adet kuralları 1961 tarihinde kabul edilmiş olan Diplomatik İlişkilere dair Viyana Konvansiyonu’nda yazılı hale getirilmiştir (BMAD’nın 1980 tarihli Tahran’daki Amerikan Diplomatik ve Konsolosluk Personeli kararı). Bir diplomatik misyonda çalışanlar temsil yetkisine haiz misyon şefi, diplomatik personel, idari ve teknik personel ve müstahdemler olmak üzere dört gruba ayrılır. Misyon şefleri de büyükelçiler, ortaelçiler ve maslahatgüzarlar olarak üç sınıftan oluşur. Misyon şefinin emri altında diplomat sıfatıyla çalışan müsteşar, başkâtip, ikinci kâtip, üçüncü kâtip ve ateşeler bulunur. Bir kişinin misyon şefi olarak atanabilmesi için bu kişiye gönderen devlet tarafından atamasının yapıldığını gösteren bir güven mektubunun verilmesi ve kabul eden devletin de buna rıza göstermesi gerekir. Göreve başlamış misyon şefi kabul eden devlet tarafından istenmeyen kişi ilan edilirse gönderen devlet bu kişiyi ya makul bir süre içinde geri çağırmak ya da görevine son vermek zorundadır. İstenmeyen kişi ilan ederken kabul eden devletin herhangi bir sebep göstermesi gerekmemektedir. Ancak uluslararası hukuka göre diplomatik temsilcinin herhangi bir nedenle yerinde bulunmaması veya geri çağrılması kendiliğinden diplomatik ilişkinin bittiği anlamına gelmez. Viyana Konvansiyonu’na göre diplomatik misyonların işlev ve amaçları;

a. Gönderen devleti temsil etmek,
b. Gönderen devletin veya vatandaşlarının çıkarlarını korumak,
c. Kabul eden devletle resmi görüşmeler yapmak,

d. Hukuka uygun yollarla kabul eden devletle ilgili bilgi toplamak ve rapor vermek,
e. Gönderen devleti iktisadi, kültürel ve bilimsel olarak tanıtmak.

Misyon bu görevleri yerine getirirken kabul eden devletin kanunlarına uymak, iç işlerine karışmamak (gönderen devlet adına yapılan siyasi açıklamalar hariç), misyon binalarını amaç dışı kullanmamak ve ticari faaliyete bulunmamak zorundadır. Diplomatik personel ile bunların aile üyeleri ve yaşadıkları konut ve kullandıkları araçlar diplomatik dokunulmazlık ve muafiyetlerden yararlanır. Kabul eden devlet bunları saldırılara karşı korumakla ve saldırganları cezalandırmakla yükümlüdür. Diplomatik personel bulunduğu ülkede kar amaçlı bir faaliyette bulunamaz. Diplomatlar tutuklanamaz ve zorla aranamaz. İstisnai olarak suçüstü durumlarda kısa süreli gözaltına alınabilir. Bu çerçevede ceza davalarında diplomatik ajan tam bir yargı muafiyetine haizdir. Hukuk ve idari davalarda ise misyon faaliyetinde kullanılan taşınmaz malla ilgili olmayan diğer taşınmazlara ilişkin ayni hak davalarında, ajanın mirasçı olduğu davalarda ve ajanın bir ticari işiyle ilgili davalarda yargı muafiyeti uygulanmaz. Misyonda çalışan idari ve teknik personel ve bunların aile üyeleri ceza davalarında tam bir muafiyete haizken hukuk davalarında sadece görevleri sırasındaki eylem ve işlemler için bu muafiyeti ileri sürebilirler, müstahdemler ise yalnızca görevleri sırasında yapmış oldukları eylem ve işlemler açısından yargı muafiyetine haizdirler. Misyonda çalışıp kabul eden devletin vatandaşı olanlar sadece görevleri ile ilgili faaliyetler açısından muafiyete haizdirler.

Konsoloslar diplomatik ajanlar gibi siyasi temsilci olmayıp yetkileri yer ve konu bakımından sınırlı resmi devlet temsilcileridir. Bu çerçevede konsolosluk ilişkisi resmi diplomatik ilişki kurulmadan da bulunabilir. Bunların hukuki statüleri 1963 tarihli Viyana Konsolosluk İlişkilerine dair Konvansiyon’da düzenlenmiştir. İki tür konsolos vardır: Meslekten yetişme memurlar ve memur olmayan fahri konsoloslar. Bunlar bir atama belgesi ile göreve gider ve gönderilen devletin izni ile işe başlar. Her konsolosun kabul eden devlet ülkesinde antlaşma ile saptanmış bir faaliyet bölgesi bulunur. Bir konsolos izin verilirse birden fazla devletin konsolosluk işlevlerini ifa edebilir. Viyana Konvansiyonu’na göre konsolosun işlevleri şunlardır:

• Gönderen devletin ticari ve iktisadi çıkarlarını korumak ve bunlarla ilgili rapor vermek,
• Gönderen devletin ve bu devlet mensubu özel ve tüzel kişilerin çıkarlarını korumak ve bunlara kişisel meseleleri ile ilgili hukuki yardım ve koruma sağlamak,
• Gönderen devlet vatandaşlarına pasaport vermek veya buraya gitmek isteyen yabancılara vize vermek,
• Gönderen devletle ilgili işlerde noterlik yapmak,
• Gönderen devletin tabiiyetinde bulunan gemi ve uçaklarla ilgili işlemler yapmak.

Bu vazifelerini yaparken konsoloslar kabul eden devletin kanunlarına uymak, iç işlerine karışmamak, ticari faaliyette bulunmamak ve konsolosluk binalarını amaç dışı kullanmamakla yükümlüdürler. Konsolosluk memurları, binaları, arşivleri ve çantalarının dokunulmazlığı vardır (fahri konsoloslar hariç). Kabul eden devlet bunları korumak için gereken önlemleri almak zorundadır. Konsoloslar ceza davalarında dava görüldüğü sırada tutuklanamazlar. Ancak ağır ceza davalarında mahkeme kararıyla bu mümkündür. Konsolosluk memurları ile idari ve teknik personel cezai, hukuki ve idari davalarda yalnızca konsolosluk işlevlerinin ifası sırasında yapılmış olan eylem ve işlemlerden ötürü (trafik kazaları ve şahsi sözleşmeler hariç) yargı muafiyetine haizdirler. Gönderen devlet bu muafiyetten vazgeçebilir. Konsolosluk binaları ve burada yapılan işlemlerden alınan harçlar vergiden muaftır. Konsolosluk memurlarının vergi, gümrük ve diğer kamusal yükümlülüklere ilişkin muafiyetleri diplomatik temsilcilerinki ile aynıdır. Fahri konsolosların ve bulundukları binanın herhangi bir muafiyeti yoksa da bunların konsolosluk faaliyetleri ile ilgili eylem ve işlemlerinin cezai, hukuki ve idari konularda yargısal muafiyetleri mevcuttur.