Home » Z_Ders Notları » Uluslar_arası_İlişkiler » 5.Dönem » STRATEJİ VE GÜVENLİK

STRATEJİ VE GÜVENLİK

STRATEJİ VE GÜVENLİK
Strateji ve Güvenlik Kavramları
Strateji Kavramı
Dar anlamda strateji, Eski Yunan geleneğinde generallik sanatını, yani askeri araçların savaşın amacına ulaşmada kullanılmasını ifade eder. Bir başka tanıma göre strateji, politikanın amaçlarının gerçekleştirilmesi için askeri imkanların dağıtımı ve uygulanması sanatıdır.

Taktik, Askeri Strateji ve Genel Strateji Tanımları

Askeri araçlar-siyasi hedef ilişkisini açıklayan bu kavram literatürde askeri strateji olarak tanımlanmaktadır. Askeri araçların kullanılması eylem olarak savaşa dönüşüyorsa, bu tutumun düzenlenmesi ve yönetilmesi taktik terimiyle tanımlanır.
Genel strateji, yüksek strateji ya da ulusal strateji olarak da anılan bu kavram bir milletin siyasi, ekonomik, askeri, psikolojik kaynaklarını savaş ve barış zamanında hükümetin belirlediği ulusal siyasi hedefleri elde etmeye yönelik en fazla desteği verecek şekilde yönlendirme bilim ve sanatıdır.

Strateji Düşüncesinin Gelişimi
Stratejik düşüncenin gelişimini üç dönemde incelemek mümkündür:

• 18.yüzyıl öncesi klasik dönem
• 18.yüzyıl sonrası modern dönem
• Nükleer silahların geliştiği dönem Klasik Dönemde Strateji:
Klasik dönemde stratejinin eş anlamlısı olarak algılanan
savaş sanatı, genel itibariyle düşmana ya da rakibe tuzak kurma vb. hayvan avcılığı döneminden kalma taktiklerle ifade ediliyordu.

Sun Tzu’nun Strateji Anlayışı: Sun Tzu’nun strateji anlayışı en iyi “Savaş Sanatı” başlıklı eserindeki şu şekilde ifade edilmiştir:0

“Strateji uzmanı bir komutan, nihai zaferi kazandıktan sonra küçük muharebelerle uğraşır, hâlbuki yenilmeye mahkum bir komutan önce küçük muharebelerle kendini yıpratır, daha sonra nihai zafer yollarını arar.”

Strateji teorisinin köklerini içinde bulabildiğimiz “Savaş Sanatı”, tarih boyunca Caesar’dan Napoleon’a, Hitler’ den Mao’ya kadar birçok komutan ve lider tarafından okunmuş ve onlara yol göstermiştir.

Thucydides’in Strateji Anlayışı: Thucydides, işbirliği ve yüksek moral değerlerden çok güç politikasının, yani ulusal çıkar ve güç peşinde koşmanın savaşa neden olduğunu belirtmiştir.
Uluslararası ilişkilerde “güçlünün yapabileceklerini yapacağını, güçsüz olanlarınsa bunları kabullenmek zorunda olduklarını” ileri süren Thucydides bu yaklaşımıyla strateji kavramının güç kavramıyla özdeş olduğunu ortaya koymaktadır.

Machiavelli’ nin Strateji Anlayışı: Machiavelli’ ye göre yöneticilerin devletin varlığını sürdürebilmek için bireyin sahip olduğundan farklı ahlaki değerlerle hareket etmesi gerekir.

Modern Dönemde Stratejik Düşünce

Modern dönem 18. yüzyılda Napoleon savaşları ile başlar. Modern dönemde stratejik düşüncenin dört önemli öncüsü Napolyon, Jomini, Clausewitz ve Hart’ ın strateji anlayışları aşağıdaki gibi açıklanabilir:

Napoleon’ un Strateji Anlayışı: Napoleon Bonaparte, tarihin akışını değiştiren önemli siyasetçi ve askerlerden birisidir ve ulus devlet anlayışının yaygınlaştığı bir dönemi temsil eder. Napoleon Bonaparte, modern dönemin ilk büyük stratejisti olarak kabul edilir.

Strateji kavramına en büyük katkısı askeri yöntemleri, yani kuvvet kullanımını belli prensipler çerçevesinde ele alıp, politik bir hareketin parçası olarak tanımlamasıdır.

Jomini’nin Strateji Anlayışı: Jomini’ nin stratejik bilgisini önemli kılan kendi ordusunu, çağdaşı olan ordulardan birkaç adım öne çıkartacak hamleler yapmış olmasıdır.

Clausewitz’ in Strateji Anlayışı: Clausewitz, strateji ile savaş arasında doğrudan ilişki kurmuş; bu tartışmayı da aldığı felsefe eğitim çerçevesinde esas itibariyle felsefi bir temele oturtmuştur.

Hart’ ın Strateji Anlayışı: Hart’ ın çalışmalarının en önemlilerinden biri olan “Strateji-Dolaylı Tutum” hem dünya tarihinde yazıldığı güne kadar gerçekleşen savaşların tarihini analitik bir görüşle irdelemesi, hem de stratejinin tarihsel gelişimini ele alması bakımından önem taşımaktadır.

Nükleer Dönemde Stratejik Düşünce

İkinci Dünya Savaşı’ nın ardından başlayan nükleer döneminde strateji anlayışı kendinden önceki dönemlerden dört temel noktada farklılık taşır:

• Fransa başbakanlarından Georges Benjamin Clemenceau’nun “savaş, generallere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir” sözünü hâkli çıkaracak şekilde, özellikle nükleer dönemde politikacılara tavsiyelerde bulunan stratejistler artık akademik kuruluşlarda görev yapan sivil uzmanlardır.
• İlk iki dönemde, strateji daha çok askerlik bilimi ile ilintili bir kavram iken, yeni dönemde disiplinler arası bir nitelik kazanmıştır. Dönemin ünlü stratejistleri farklı disiplinlerdeki uzmanlıklarıyla ünlüdürler. Örneğin, Herman Kahn fizikçi, Thomas Schelling ekonomist, Henry Kissenger tarihçi, Albert Wohlstetter matematikçi, Morris Janowitz sosyolog, Paul Keskemeti psikolog, Bernard Brodie, William Kaufmann ve Glenn Synder ise siyaset bilimcidir (Walt, 1991).
• Bernard Brodie’ nin özellikle ekonominin yöntemlerinin kullanılmasını salık vererek başının çektiği bir akım doğrultusunda bilimsellik anlayışı nükleer dönemde strateji düşüncesinin özünü oluşturmuştur.
• Nükleer silahların varlığı, strateji kavramını barışa daha yakın hale getirmiştir. Nükleer silahların yıkıcı gücü nedeniyle, düşman üzerinde zafer kazanmak ikinci plana düşmüş, caydırıcılık stratejisi ön plana çıkmıştır.

Güvenlik Kavramı

Kelime anlamıyla güvenlik kişilerin korkusuzca yaşayabilmeleri durumu ve zarar veya tehlikeye karşı emniyet halidir.

Güvenlik Kavramının Tanımında Dönüşüm

Güvenlik kavramı, Soğuk Savaşın başladığı 1940’ lardan Soğuk Savaşın sona erdiği 1980’lere kadar neredeyse tamamen Stratejik Çalışmalar’ ın gölgesinde tanımlanıyordu.

Soğuk Savaşın son yıllarında yalnızca güvenlik tehditleri bazında değil, bu tehditlerden etkilenen ana özneler bakımından da değişim gözlenmiştir.

Güvenlik kavramının Stratejik Çalışmalar ötesinde de Tanımlanmasıyla birlikte güvenlik çok-boyutlu bir kavram olarak karşımıza çıkmıştır. Bugün artık tek ve yeknesak bir güvenlik kavramından söz etmek mümkün değildir. Günümüzde bireysel, ulusal, bölgesel, uluslararası, küresel güvenlik ile askeri, siyasi, toplumsal, çevresel, ekonomik, insani güvenlik kavramları bir arada bulunmaktadır.

Güvenlik Kavramının Ana Unsurları

Güvenlik kavramını tanımlayan eserleri genel olarak incelediğimizde, yoğunlukla iki unsurun kullanıldığını görürüz. Bu unsurlardan ilki olan güvenlik özneleri, kim için güvenlik sorularında, ikincisi olan güvenlik tehditleri ise neye karşı güvenlik sorusuna cevap vermektedir. Güvenlik kavramına bu soruların cevaplarına bağlı olarak devlet güvenliği ya da ekonomik güvenlik örneklerinde olduğu gibi etiketler yapıştırılmaktadır.

Güvenlik Özneleri: Kimin güvenliği sorusunun cevabını ortaya koymayan güvenlik kavramı bir anlam ifade etmez. Günümüz Güvenlik Çalışmaları literatüründe güvenlik öznelerinin kimler olduğuna dair bir uzlaşı yoktur.

Güvenlik Çalışmaları alt-disiplininde “kim için güvenlik” sorusuna yaklaşık kırk yıl boyunca neredeyse hep bir ağızdan “devlet” yanıtı verilmişti. 1940’lardan 1980’lerin sonlarına kadar devam eden devlet-merkezli güvenlik anlayışının kökeninde Stratejik Çalışmalar’ın başat gücünden kaynaklanan analitik ve normatif nedenler bulunmaktadır. Stratejik Çalışmalar’ın dayandığı geleneksel realist anlayışta devletler Uluslararası İlişkilerin merkezindedir.

Bireyin, güvenliğin ana öznesi olduğu fikri özellikle Eleştirel Güvenlik Çalışmaları ve 1990’larda Kanada’ da gelişmeye başlayan İnsan Güvenliği yaklaşımları tarafından savunulmaktadır.

Kanada kökenli İnsan Güvenliği yaklaşımında da güvenliğin ana öznesi insandır. Bu yaklaşım, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’ nın (UNDP) 1994 yılı raporu çerçevesinde doğmuş, ardından akademik çevrelerin ilgisini çekmiştir. UNDP raporunda şöyle denilmektedir: “İnsan güvenliği, ölmemiş bir çocuk, yayılmamış bir hastalık, sonlandırılmamış bir iş, şiddete varmamış etnik bir gerilim, susturulmamış bir muhaliftir. İnsan güvenliği silahlarla değil, insan yaşamı ve onuruyla ilgilenir.”

Kim için güvenlik sorusunun bir başka cevabı da sistem düzeyinde karşımıza çıkar. Örneğin, çevre sorunları güvenlik tehditleri olarak kavramsallaştırıldığında, biyosferin kendisi güvenlik öznesi haline dönüşür. Benzer şekilde, liberal ekonomik düzen de liberal güvenlik anlayışını savunanlar için bir güvenlik öznesi olarak algılanır.

Sonuçta, kim için güvenlik sorusunun tek bir cevabı yoktur. Güvenlik teorilerinin büyük bir kısmı tek bir aktöre yönelmek suretiyle güvenliği kavramsallaştırsa da, yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere Güvenlik Çalışmaları’ nı tek ve yeknesak bir aktör çerçevesinde şekillendirmek mümkün değildir. Bu çerçevede, “ güvenliği tehdit edilen şey” bazen birey, bazen devlet, bazen de sistem düzeyinde kendini gösterebilir. Son yıllarda, Kopenhang Okulunun da böylesine bir yaklaşım benimsediğini söylemek mümkündür.

Güvenlik Tehditleri: Geleneksel güvenlik anlayışında benimsenen güvenlik gündeminin özünde askeri tehditler vardır. Buna karşılık, uluslararası politikada meydana gelen değişimler sonucunda 1970’lerden itibaren güvenliğin askeri nitelik taşımayan sorunlarla da tehdit edildiğine ve güvenliğin analizinde bu geleneksel olmayan tehditlere yer verilmesi gerektiğine dair çağrılar yapılmaktadır. Günümüzde, realist akımlar dışında neredeyse tüm güvenlik teorileri, güvenliğin çevreden sağlık sorunlarına, ekonomik istikrarsızlıklardan göçe kadar çok geniş bir çerçevede ele alınması gerektiği konusunda hemfikirdir.

Eleştirel Güvenlik Çalışmaları’nda bireyleri veya grupları tehdit eden her şey güvenlik sorunudur. Kopenhag Okulu, her şeyin güvenlik sorunu olarak algılanması görüşüne karşıdır. Çünkü böylesi bir tutum Güvenlik Çalışmaları alanını sınırlarından yoksun hale getirecektir. Bunu engellemenin yolu “güvenlikleştirme” kavramıdır. Bu çerçevede, askeri, ekonomik, toplumsal, çevresel ve siyasi sektörlerde bir sorunun güvenlik tehdidi olarak benimsenmesi, yani güvenlikleştirilmesi şartlara bağlanmıştır. Başka bir deyişle, bir sorun ilgili aktör tarafından söylem doğrultusunda tehdit olarak inşa edilmediği sürece güvenlik tehdidi olarak nitelendirilemeyecektir.

STRATEJIK ÇALIŞMALAR

Stratejik Çalışmaların Kapsamı

Stratejik Çalışmalar, “Uluslararası ilişkilerin askeri boyutunu anlamak ve açıklamakla ilgilenen alan” olarak tanımlanabildiği gibi, “şiddet veya şiddet araçlarının siyasi birimler tarafından diğer siyasi birimlere karşı çıkarlarının savunulması amacıyla kullanılması ya da kullanma tehdidinin incelendiği alan” olarak da tanımlanabilmektedir (Booth ve Herring, 1994; Buzan, 1981).

Soğuk Savaş döneminin ABD kaynaklı eserleri incelendiğinde Stratejik Çalışmalar yerine Ulusal Güvenlik Çalışmaları başlığının yaygın olarak kullanıldığı görülmektedir.

Öte yandan, Ulusal Güvenlik Çalışmaları etiketi kimi yazarlarca herhangi bir devletin güvenlik politikasının tek taraflı analizini çağrıştırdığı için eleştirilmiş; genellikle İngiliz literatüründe benimsenen Stratejik Çalışmalar başlığının Soğuk Savaş döneminin güvenlik ilişkilerini daha doğru yansıtan bir ifade olduğu savunulmuştur (Garnett, 1987).

Devlet-merkezli analiz yapan Stratejik Çalışmalar, askeri konulara öncelik verir ve Uluslararası ilişkilerin realist varsayımlarını kullanır. 1930’ların başından 1980’lerin ortasına kadar Uluslararası ilişkiler disiplininde başat role sahip olan ve bu nedenle de “uluslararası ilişkilerin teorisi” olarak anılan realist okulun varsayımları 1980’lere kadar Stratejik Çalışmaları şekillendirmiştir.

Stratejik Çalışmaların Gelişimi

Literatürdeki yaygın görüşe göre Stratejik Çalışmaların bir disiplin olarak 1940’ların ortalarında doğduğu, 1955-65 döneminde altın çağını yaşadığı, 1965-80 arasında durakladığı ve neredeyse çöküş yaşadığı, 1980’lerden itibarense hem canlanma hem de sorgulama dönemine girdiği kabul edilir.

Stratejik Çalışmalar 1940’larda nükleer silahlanmanın etkilerinin hissedilmeye başlanmasıyla birlikte ABD’de doğmuştur. Stratejik Çalışmaların doğuşunda İkinci Dünya Savaşının ardından ortaya çıkan nükleer gerilim çerçevesinde sivil uzmanlara duyulan gereksinim etkili olmuştur.

1950’lerin ikinci yarısından “détente” olarak adlandırılan yumuşama dönemine kadar yaklaşık on yıl literatürde Stratejik Çalışmaların “altın çağı” olarak anılır. Altın çağ, esas olarak Batı Bloğunda 1954’te benimsenen ve Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) üyelerine yönelik ortaya çıkabilecek bir komünist saldırı karşısında, nükleer silahlarla karşılıkta bulunulmasını öngören kitlesel karşılık stratejisi ile başlamıştır.

Stratejik Çalışmaların doğuşuyla birlikte karşımıza çıkan ve altın çağa damgasını vuran altı temel özellikten

bahsedilebilir. İlk olarak, Stratejik Çalışmalar düşünce kuruluşlarında doğan ve neredeyse 1960’ların sonuna kadar tamamen düşünce kuruluşlarında gelişen bir alandır. Özellikle RAND Stratejik Çalışmaların ana alt dalı olan caydırıcılık teorisinin ve caydırıcılığın dayandığı oyun teorisinin gelişiminde büyük rol oynamıştır.

Düşünce kuruluşlarında gelişen, disiplinler arası niteliğe sahip, realizmden varsayımlar ithal eden, bilimsel, Amerikan-merkezli ve politika-güdümlü Stratejik Çalışmaların uzun yıllar boyunca güvenlik analizlerinin neredeyse tek hâkimi olması eleştirilere hedef olmadığı anlamına gelmez. Bu çerçevede, ilk olarak, özellikle Anatol Rapoport stratejistlerin milyonlarca hayatı tehlikeye atma kapasitesine sahip stratejiler geliştirirken, etik değerleri dışarıda bırakıp, yalnızca nesnel kaygılarla hareket etmelerini eleştirir.

Doğduğu andan itibaren nükleer gerilim üzerine uzmanlaşan Stratejik Çalışmalar, iki kutup arasında savaş tehlikesinin azaldığı ve farklı boyutlarda anlaşmaların sayılarının arttığı yumuşama (détente) döneminde atalet içine girmiştir.

Bir başka deyişle, alanın ana gündem maddesinin göreli önemini yitirmesi sonucunda literatürde duraklama dönemi başlamıştır. Kurumsallaşmaya ek olarak, dönemin en önemli özelliği, Stratejik Çalışmaların Uluslararası ilişkilerin alt-disiplini haline dönüşümüdür. Altın çağda, herhangi bir disiplinin çatısı altında bulunmayan Stratejik Çalışmalar, 1970’lerden itibaren Uluslararası Ekonomi- Politik ile birlikte Uluslararası ilişkiler disiplinin alt dallarından birisi haline gelmiştir.

Güvenlik gündemine yerleşen diğer bir konu da kapsamlı bir şekilde ilk kez 1972’deki Birleşmiş Milletler insan Çevresi Konferansı’nda dile getirilen ‘çevresel güvenlik’ kavramı olmuştur.

Aynı dönemde, dünyanın ekonomik açıdan karşılıklı bağımlı hale geldiği, ekonomik ve refah meselelerinin askeri güç karşısında önem kazandığı ve devletin uluslararası ilişkilerdeki baskın konumunu çokuluslu şirketler gibi ‘devlet dışı’ aktörlere ve güçlere kaptırdığı anlayışı da gelişmiştir.

Sonuç olarak, Stratejik Çalışmalar, “terör, iki kutuplu militer Soğuk Savaş sistemi, süper güçlerin hâkimiyeti ve Üçüncü Dünyanın suiistimalinin buluştuğu bir denge” olarak nitelendirilmiş ve Barış Araştırmacıları tarafından yoğun bir eleştiri bombardımanına tutulmuştur (Buzan ve Wæver, 2007).

Détente döneminde yaşanan durağanlık nedeniyle, bu eleştirilere karşı kendini geliştirme imkânını bulamayan Stratejik Çalışmalar, 1970’lerin sonu ile 1980’lerin başında yumuşamanın sona ermesiyle eski canlılığını ve başat gücünü bir süreliğine tekrar kazanmasına rağmen, eski parlak günlerine dönememiştir.

ABD-SSCB ilişkilerinin, tarafların Avrupa’ya orta menzilli nükleer füzeler yerleştirmesi ve Sovyetlerin 1979’da Afganistan’ı işgal etmesiyle yeniden gerginleşmesinin ardından Stratejik Çalışmalarda yeniden bir canlanma gözlendi.

Öncelikle, 1979’un sonunda SSCB’nin SS-20 füzelerini kendi topraklarının yanı sıra, ve Doğu Avrupa’daki müttefiklerinin topraklarına da yerleştirmesi sonucunda, 12 Aralık 1979’da toplanan NATO Bakanlar Konseyi’nden Batı Avrupa ülkelerine ABD’nin orta menzilli Pershing II ve karadan karaya fırlatılan Cruise güdümlü füzelerinden toplam 572 adet yerleştirilmesi kararının çıkması ile taraflar arasındaki silahlanma yarışı yeni bir boyut kazandı.

Stratejik Çalışmalar 1980’lerde gözlenen bu canlanmaya paralel olarak kapsamlı biçimde sorgulanmaya başlanmıştır. 1980 öncesinde güvenlik kavramının başat güvenlik anlayışı olan Stratejik Çalışmaların devlet- merkezli askeri konuların ötesinde tanımlanmasına ilişkin girişimler yok denecek kadar azdı ve güvenlik kavramının bu sınırlı çerçeveden bağımsız analizi literatürde neredeyse tamamen göz ardı edilmişti. Stratejik Çalışmalar kapsamında güç kavramının gölgesinde tanımlanan güvenlik, devletlerin askeri sorunlara karşı güç politikaları ile korunmasını ifade ediyordu.

Güvenlik gündeminin genişlemesine katkıda bulunan akademik tartışmaların yanı sıra, yeni gelişen bazı güvenlik teorileri de Stratejik Çalışmaları kendi perspektiflerinden sorgulamaya başlamıştır.

Kant’ın 1795 tarihli Perpetual Peace (Kalıcı Barış) başlıklı çalışmasındaki fikirlerin 1980’lerde, özellikle Michael Doyle tarafından geliştirilmesiyle birlikte ortaya çıkan Demokratik Barış akımı demokratik düzenler arasında savaş olmayacağını ve bu suretle güvenliğin Stratejik Çalışmaların öngördüğünden farklı yöntemlerle sağlanabileceğini iddia etmektedir.

Liberal Kurumsalcılığın bir dalı olarak “ortak kuruluşlara (Avrupa Toplulukları ya da kapitalist küresel ekonominin merkezi teşkilatları gibi) katılan devletlerin benimsediği normların önemini vurgulayan rejim teorisinin” güvenlik alanına uyarlanmasıyla gelişen Güvenlik Rejimleri yaklaşımı, stratejistlerin varsayımlarının aksine, güvenlik alanında “devletler arasında işbirliğine dayalı davranışları, açık veya zımnî normlar ve kurallar çerçevesinde düzenleyen sistemi ifade etmektedir” (Booth ve Herring, 1994).

Üçüncü Dünya Güvenlik Okulu mensupları, genel olarak Stratejik Çalışmaları Batı (Amerikan) merkezli olduğu için eleştirip, konuyu gelişmişlik güvenlik bağlantısına/ikilemine getirirler. Gelişmiş Batı ülkeleri için tehditler dışarıdan gelirken, gelişmekte olan Üçüncü Dünyanın güvenliği temelde iç tehditlerden etkilenir ve bunlar genellikle askeri karakterli değildir.

Bu dönemde, Stratejik Çalışmalara eleştirel bakan diğer bir akım da bünyesinde birbiriyle bağlantılı iki ayrı alt- akımı Ortak Güvenlik ve Alternatif Savunma- barındıran Alternatif Güvenlik yaklaşımıdır. Kökeni 1982 tarihli Palme Komisyonu Raporuna dayanan Ortak Güvenlik anlayışında, güvenliğe sıfır-toplamlı yaklaşımın uygun olmadığı iddia edilir.

1980’lerde Stratejik Çalışmalara alternatif olarak doğan bu akımlara ek olarak, yumuşama döneminin ürünü olan Barış Araştırmaları da, bu dönemde geleneksel anlayışın sorgulanması yaklaşımını sürdürmüştür. Fakat bu dönemin en önemli özeliklerinden birisi Barış Araştırmalarının, sınırlı da olsa Stratejik Çalışmalara yakınlaşması ile sonuçlanan dönüşümüdür.

Daha önceleri kuvvet kullanımını rasyonel bulmayan, askeri strateji konularıyla ilgilenmeyen ve hatta bunları savaş nedeni sayan Barış Araştırmacıları, bu dönemde savunma ve askeri strateji meselelerini incelenmeye başlamışlar ve bu anlamda Stratejik Çalışmalara yaklaşmışlardır.

Stratejik Çalışmaların Mevcut Durumu

Güvenlik gündeminin askeri sorunlar ve devlet- merkezlilik ötesinde tanımlanması çabaları ve Stratejik Çalışmalara alternatif anlayışların doğuşu/gelişimi ile paralel olarak literatürde 1980’lerde alanın adının “Güvenlik Çalışmaları” veya “Uluslararası Güvenlik Çalışmaları” olarak tanımlanması fikri benimsendi. Bu görüşü savunanlar, Stratejik Çalışmaları da diğerlerinin yanı sıra Uluslararası Güvenlik Çalışmaları genel çatısı altına yerleştirmekteydi.

Yukarıda açıklanan alternatif yaklaşımlardan da açıkça anlaşıldığı üzere, 1980’lerden itibaren Stratejik Çalışmalar güvenlik analizinde artık ne yalnız ne de başattır. Üstelik kendi içinde de bir dönüşüm yaşamış ve Betts’in iç içe geçen halkalar yaklaşımından esinlenilerek geliştirilen aşağıdaki şekilde de görüleceği üzere “muharebelerin kazanılması için gerekli teknoloji, örgütlenme ve taktiklerin toplamı” olarak tanımlanan askerlik bilimine yaklaşan bir alan haline gelmiştir.

Bu dönemde, güvenliğin kavramsallaştırılmasında realist teorilerin temel varsayımlardan yararlanan yaklaşım için artık askerlik bilimine yakınlaşan Stratejik Çalışmalar yerine yukarıda da belirtildiği üzere Realist Güvenlik Çalışmaları ifadesi yaygın biçimde kullanılmaya başlanmıştır.

Bir başka ifadeyle, önceleri realizmle beraber anılan Stratejik Çalışmalar 1980’lerden itibaren daha teknik nitelik taşıyan askerlik bilimine yakınlaşınca eskiden Stratejik Çalışmaların temsil ettiği genel alanın adı Realist Güvenlik Çalışmalarına dönüşmüş ve Güvenlik Çalışmaları çatısı altında konumlandırılan bu alt-alan Stratejik Çalışmaları bir alt-dalı olarak kapsar hale gelmiştir. Dolayısıyla, günümüzde Realist Güvenlik Çalışmaları ile Stratejik Çalışmalar birbirinin yerine geçecek şekilde kullanmak doğru değildir.

STRATEJIK ÇALIŞMALAR VE SAVAŞ
Stratejik Çalışmalar ve Savaş

Stratejik Çalışmalar savaşın üç boyutu olarak tanımlanan savaşın nedenleri, yürütülmesi ve sonuçları ile ilgilenen bir araştırma alanıdır. Savaşların ortaya çıkış nedenlerinin, sürdürülmesinin, sonlandırılmasının ve sonrasında oluşacak koşulların anlaşılabilmesi, askeri gücün analiz konusu haline getirilmesiyle mümkündür. Stratejik Çalışmalara gösterilen entelektüel ilgi ile savaşın gelişim çizgisi doğru orantılı olmuş, savaş olasılığı arttıkça akademik ilgi de artmış, savaş olasılığı azaldıkça Stratejik Çalışmaların bir araştırma alanı olarak önemi azalmış ve savaş, Stratejik Çalışmalar alanının varlık nedeni olmuştur.

İnsanlık tarihi büyük oranda savaşlarla şekillendiğinden savaş çok tanıdık ve bilinen bir kavramdır. Savaşın genel kabul gören bir tanımını yapmak kolay değildir. Savaş denildiğinde aklımıza ilk gelen, devletler arasındaki silahlı çatışmalar olmaktadır. Türk Dil Kurumu sözlüğünde savaş, “iki ya da daha çok devletin, istediklerini kabul ettirmek ya da başkasının isteklerine boyun eğmemek amacıyla, birbiriyle diplomatik ilişkilerini keserek silahlı güçlerle vuruşmaları” olarak tanımlanmaktadır. En geniş anlamıyla savaş, bir topluluğun farklı konulardaki hedeflerine ulaşabilmek adına “kuvvet” kullanmasıdır. Strateji düşüncesine önemli katkılarda bulunmuş olan Carl Von Clausewitz savaşı, “sosyal ve siyasal bir faaliyettir ve savaşa dair genel tanımlamanın bu niteliği de içermesi gerekir” tanımlamıştır. Savaşın, “siyasal birimlerin farklı hedeflere ulaşmak için birbirlerine karşı uyguladıkları düzenli şiddet” olarak tanımlanması daha kapsayıcı olacaktır.

Dönemlere göre bazı stratejist ve siyasi düşünürlerin savaşa dair görüş ve tanımlamaları ise (s:42, Tablo 3.1); Klasik dönem stratejist ve siyasi düşünürleri, Sun- Tzu’nun düşüncesinde var olma/ yok olma sorunu açısından tanımlanan savaş, sevk ve idare edilmesi gereken bir olaylar silsilesi olarak görülür. Thucydides’e göre ise, savaş gücün ve güç arayışının sonucudur. İnsan doğasına özgü güç arayışı, zayıf olanın duyduğu korkuyla birleşince savaşlara yol açar. Rönesans Dönemi stratejist ve siyasi düşünürü Machiavelli için savaş, en önemli politik amaç olan devletin bekâsı için gerekli bir araç olmaktan öte anlam taşımamaktadır. Modern Dönem- Aydınlanma stratejist ve siyasi düşünürleri arasından Thomas Hobbes’a göre savaş, devletlerarası ilişkileri belirleyen “doğa durumu”nun bir uzantısıdır. Doğa durumu, düzen, hukuk ve adaletin var olmadığı ve insanların daha fazla güç elde etme arzusundan kaynaklanan “herkesin herkesle savaştığı” durumdur. Jean-Jacques Rousseau’a göre ise, savaş sosyal bir kurumdur ve bireyler arasında değil, devletler arasındaki çatışmaları ifade eder ve sebebi de uluslararası eşitsizlikler olduğundan savaş sorununu ortadan kaldırmak olanaklı değildir. Modern Dönem-Ondokuzuncu Yüzyıl stratejist ve siyasi düşünürlerinden Carl Von Clausewitz savaşı, düşmana irademizi zorla kabul ettirmek için kuvvet kullanma eylemidir ve politik niyet amaç, savaş ise sadece bir araçtır. Georg Wilhem Friedrich Hegel’e göre savaş devletlerarası alana ait bir kavramdır ve başarılı savaşlar, devletlerin gücünü sağlamlaştırır ve bu yolla insanların ahlaksal sağlıklarını ve ulusal onurlarını korurlar. Antoine Henri Jomini ise savaşı bir sanat değil, bilim olarak tanımlamış ve bu çerçevede savaşı geometrik yöntemlerle anlamaya ve açıklamaya çalışmıştır. Yirminci yüzyıla gelindiğinde ise, Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkıcı etkiyle savaş, yasaklanması öngörülen bir eylem biçimi haline gelmiştir. Nitekim savaşın hukuken yasaklanmasına dair ilk uygulama, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Milletler Cemiyeti’nin (MC) kurulmasıyla ortaya çıkmış ve en kapsamlı girişim ise, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulan Birleşmiş Milletler (BM) Şartı’nda yer almıştır.

Savaşlar farklı ölçütler çerçevesinde sınıflandırılmaya çalışılmıştır. Savaşın biçimini ve niteliğini belirleyen unsurlar olarak, güç kullanan topluluğun niteliği ve büyüklüğü, kullanılan şiddetin ve araçların türü, kullanılan yöntem gibi birçok farklı ölçüte göre yapılmış sınıflandırmalara rastlamak mümkündür. Savaşların yoğunluk dereceleri ve kapsadığı coğrafi alanın büyüklüğüne göre topyekûn savaş (çatışan tarafların kesin zafer elde etme hedefiyle askeri, ekonomik ve hatta ideolojik tüm kaynaklarını seferber ettikleri savaşlardır, İkinci Dünya Savaşı topyekûn savaşın en iyi örneklerindendir) – sınırlı savaş (hedefleri, kullanılan silahlar ve savaş alanı açısından sınırlı tutulan savaşlardır ve Birinci Dünya Savaşı’na kadar görülen savaşlar büyük ölçüde bu özelliktedir); kullanılan silahların türüne göre konvansiyonel savaş (konvansiyonel silah sistemlerinin kullanıldığı, çatışan tarafların birbirlerinin savaşma iradesini kırmaya çalıştıkları, geleneksel çatışma şeklini temsil eden savaşlardır ve savaş geleneksel askeri strateji ve taktiklere göre yürütülür) – nükleer, biyolojik, kimyasal savaş (nükleer silahların kullanıldığı savaşlardır ve nükleer silahlar şu ana kadar sadece İkinci Dünya Savaşı’nda ABD tarafından Japonya’ya karşı kullanılmış, bu tarihten sonra kullanılmamış olmakla birlikte, varlıkları askeri stratejiyi değiştiren ve şekillendiren bir unsur olmuştur. Biyolojik ve kimyasal savaşlar ise, kitle imha silahları olarak adlandırılan silahlarla yürütülen savaşlara verilen addır.); kullanılan yönteme göre düzenli savaş- gerilla savaşı (zayıf tarafın güçlü tarafa karşı yürüttüğü bir savaş olarak ortaya çıkar. Vietnam savaşında ABD’ye karşı yürütülen gerilla savaşı başarısı dolayısıyla akıllara gelen ilk örneklerdendir.); savaşan tarafların niteliklerine göre uluslararası savaş -iç savaş (aynı ülkede yaşayan ve belirli bir bölge ya da hükümet üzerinde kontrol sağlamayı amaçlayan örgütlü gruplar arasındaki savaşlardır)- asimetrik savaş (hem devletlerle orduları olmayan aktörler arasındaki çatışmaları, hem de devletlerarasında dolaylı olarak yürütülen çatışmaları tanımlamada kullanılmaktadır.); savaşan tarafların nitelik ve bu niteliklerinden kaynaklanan güdülere göre dini savaş-etnik savaş; ve son olarak, silahlı çatışma ile ideolojik çatışma ayrımına göre sıcak savaş-soğuk savaş (taraflar arasında silahlı çatışmaya varmayan, çok yoğun ideolojik ve siyasal mücadeleleri tanımlamak üzere kullanılmaktadır) gibi ayrımlar yapılabilir.

Haklı savaş, en geniş anlamıyla Batı kültüründe siyasal amaçlar doğrultusunda kuvvet kullanımının ne zaman haklı görülebileceğini belirlemeye ve böyle haklı bir durumda bile kuvvet kullanımını sınırlamaya çalışan tüm düşünce ve pratikleri içermektedir. Haklı savaş kuramı, iki temel ilkeye dayanarak gelişmiştir. İlk temel ilke, savaşın belirli bir durumda haklı olup olamayacağını belirlemeye yönelik jus ad bellum (savaşın haklı ve adil oluşu) ilkesidir. Haklı Savaş kavramının ikinci temel ilkesi, jus in bello (savaşta adil olma) ilkesidir. Savaşta kuvvet kullanımının haklılığını sağlamaya yönelik bu ilkenin iki önemli koşulu bulunmaktadır; sivil dokunulmazlığı ve oranlılıktır.
İlkçağlardan günümüze haklı savaş kuramına katkıda bulunan düşünürler (s:47-48, Tablo 3.3);

Antik Çağ: St. Augustine’nin, haklı savaş kuramına ilk kaynaklık eden De Civitate Dei (Tanrı Devleti Üzerine) başlıklı eseridir. Tanrı Devleti- İnsan Devleti ayrımını yapan Augustine’e göre mutlak haklı olan Tanrı’nın savaşlarıdır. Bunun dışında bir savaşın haklı sayılabilmesi için, haklı bir nedenin olması, savaşın meşru otorite tarafından yapılması ve iyi niyetin bulunması gereklidir.

Ortaçağ: Thomas Aquinas’ın, Summa Theologica başlıklı çalışmasında cevap aradığı temel soru, bazı savaşların izin verilir olup olmadığıdır. Aquinas’a göre, haklı bir savaş için kaçınılmaz üç koşul bulunmaktadır: Haklı bir neden, savaşı tek merkezden örgütleyip sürdürebilecek bir otoritenin varlığı ve iyi niyettir.

Rönesans ve Modern Dönem: Francisco De Vitoria, ilk olarak dinsel farklılığın kesinlikle bir haklı neden olamayacağını söylemiştir.
Hugo Grotius, De Jure Belli Ac Pacis (Savaş ve Barış Hukuku) başlıklı çalışmasında, savaşın tek haklı nedeninin haksızlığa uğrama olduğunu belirtmiştir. Thomas More “Ütopya” başlıklı çalışmasında yalnızca ülkeyi savunmak, dostların topraklarını düşmanlardan ya da zorbalardan kurtarmak ve daha önce yapılmış kötülüklerin öcünü almak için yapılan savaşları ‘haklı’ saymaktadır.

Aydınlanma: Immanuel Kant’ın “Ebedi Barış” eserinde göre savaş, bütün kötülüklerin ve ahlaksal bozulmaların kaynağıdır ve ebedi barış için önerisi, “barışçı bir birlik” kurulmasıdır.

Stratejik Çalışmalar alanında savaşların nedenlerine yönelik ortaya koyulan kategoriler, John Garnett tarafından sınıflandırılmıştır. Garnett, savaşların çeşitli nedenleri arasında benzerlik ve farklılıklar yoluyla birtakım genellemelere ulaşılmasının olanaklı ve gerekli olduğunu öne sürmüştür. Garnett’in savaş nedenleri sınıflandırması ise (s:50-51, Tablo 3.4);

1. Görünen neden-temel neden: Görünen neden, savaşların ortaya çıkışını tetikleyen neden olarak tanımlanabilir. Görünen nedene dair en iyi ve en fazla kullanılan örnek, Birinci Dünya
Savaşı’nın nedeni olarak Avusturya-Macaristan veliahdının Sırp bir milis tarafından öldürülmesidir. Buna karşın esas neden, devletlerin politikalarından çok uluslararası sistemin yapısal etkilerinin analiz edilmesiyle anlaşılabilecek nedendir.

2. Etkili neden-izin veren neden: Etkili neden, belirli bir savaşı ortaya çıkaran belirli koşullara atfen kullanılır. Örneğin, 2002’deki Irak Savaşı’nın etkili nedeni ABD ve İngiltere’nin Saddam Hüseyin’i devirme ve ardından da Irak’a demokrasi getirme arzularıdır. Buna karşın, bu etkili nedenlerin altında yatan, izin verici nedenlerdir. İzin verici neden, aktif olarak savaşı çağrıştırmayan, fakat savaşın çıkma olasılığını yaratan nedenlerdir.

3. Yeterli neden-gerekli neden: Yeterli neden, ortaya çıktığında mutlaka savaş meydana getiren nedendir. Örneğin silahlı kuvvetlerin varlığı bir savaşın yaşanması için olmazsa olmaz nedenlerdendir. Savaş için silah gerekir, ama diğer yandan silahların varlığı savaşın çıkışı için yeterli değildir.

Savaşın nedenlerini analiz düzeyleri yoluyla düzenlemek ve bir tipolojiye dayandırmak, Waltz’un Man, The State and War (İnsan, Devlet ve Savaş) kitabında yaptığı “üç imaj” ayrımına dayanmaktadır. Birey Analiz Düzeyi; sıradan insanların ve daha çok politika yapıcıların kişisel özellikleriyle ilgilidir. Birey düzeyinde analizler, savaşların nedenlerinin insanlardan kaynaklandığı savıyla doğrudan insana odaklanmaktadır. Bu analiz düzeyinde savaşların insan kaynaklı nedenlerine dair farklı görüşler ortaya koyulmuştur. İlk görüşe göre, savaş insan doğasından kaynaklanmaktadır. ikinci görüşe göre, insanlar bir şeylerin eksikliğini hissettikleri zaman savaş çıkarmaya daha yatkın olurlar. Üçüncü görüşe göre savaşlar, devlet adamlarının yanlış algılamalara dayalı kararlarından kaynaklanmaktadır. Dördüncü görüşe göre, savağın nedenleri grup faaliyetleri çerçevesinde açıklanır.

Devlet (Birim) Analiz Düzeyi; devletlerin özellikleri ve bu özelliklerin uluslar arası alanda devlet davranışlarına etkisiyle ilgilidir. Bu analiz düzeyinde uluslararası ilişkilerin temel aktörü devlettir. Devlet veya toplumların savaş ya da şiddete eğilimli olmalarına yol açan temel niteliklerine odaklanırlar. Bu nedenle, karar verme süreçlerine odaklanılarak devletlerin politikalara nasıl karar verdiklerini anlamak, uluslararası ilişkilerin işleyişinin anlaşılmasına yol açacaktır.

Sistem Analiz Düzeyi; devletler ve devlet-dışı global aktörler arasındaki etkileşimle ilgilidir. Bu analiz düzeyine göre, dünyanın sosyal-siyasal ekonomik yapısı ve etkileşim kalıpları devletlerin ve diğer aktörlerin politikalarını etkiler. Bu nedenle, dünyanın sosyal-siyasal- ekonomik yapısının ve etkileşim kalıplarının anlaşılmasının, uluslararası ilişkilerin işleyişinin de anlaşılmasına yol açacağı kabul edilir.
Ele alınan analiz düzeylerinden hiçbirisinin tek bağına savağa dair tüm sorularımızı yanıtlayabilecek açıklayıcılıkta olmadığı gözden kaçırılmamalıdır. Her bir analiz düzeyi esasında analiz yapanın sorduğu sorular, yani nereden baktığı ile ilgilidir. Her bir düzey belirli bir ölçüde açıklayıcılığa sahiptir ve muhakkak diğerleriyle ilişki içerisindedir.

YİRMİNCİ YÜZYIL SAVAŞLARINDA SAVAŞ STRATEJİLERİ VE TAKTİKLER

İkincisi çıkana kadar “Büyük Savaş” olarak anılan Birinci Dünya Savaşı, tarihteki ilk topyekûn savaş olarak kabul edilmektedir. Çünkü tarihte ilk kez, savaşan ülkelerde yaşayan hemen herkes savaştan bir şekilde etkilenmiştir ve bu tarihten önce strateji ve savaşın gidişatı açısından başkomutanlar belirleyici iken, Birinci Dünya Savaşı ile devlet adamlığı önem kazanmıştır. Bir başka deyişle, askeri strateji ve siyasetin iç içeliği ilk kez bu savaşta görünür olmuştur. Taktik açıdan, Birinci Dünya Savaşı’nda savunma anlayışı, topçu ve tank birliklerindeki gelişmeler, hava gücü kapsamında yaşanan gelişmeler, denizlerde sürdürülen savaşlarda dretnot (savaş gemisi) ve denizaltıların etkileri ve son olarak topyekûn bir savaş olmasına karşın Birinci Dünya Savaşı’nda gayr-i nizami savaş taktikleri de kullanılmıştır.

İki savaş arası dönemde Stratejik Çalışmaların en temel konusu, Birinci Dünya Savaşı sırasındaki etkileriyle hava ve tank gücü olmuştur. Bu çalışmalarda hava gücünün saldırı, kara gücünün ise savunma amaçlı kullanılması görüşü belirleyici olmuştur.

İkinci Dünya Savaşında da genel strateji anlayışının hâkimiyeti söz konusudur ve yine ülkelerin siyasi liderleri stratejistler olarak başroldedir. Almanya’nın bu savaştaki genel stratejisi temelde saldırgandır ve toprak genişletmeyi hedeflemiştir. İngiltere’nin genel stratejisi ise, İngiliz İmparatorluğu’nu ve büyük güç konumunu korumaktı. Dönemin İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain’in 1930’ların sonlarında yatıştırma stratejisini izlemiştir. Yatıştırma stratejisi, İkinci Dünya Savaşına giden dönemde İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain ile özdeşleştirilen politikadır. İkinci Dünya Savaşı, teknik gelişmenin yoğun yaşandığı bir dönemi simgelemektedir. ‹kinci Dünya Savaşı’nın sonunda ABD’nin Japonya’ya karşı kullandığı iki atom bombası ise, savaşın gidişatıyla ilgili etkilerinin çok ötesinde, nükleer strateji dönemini başlatmıştır.

STRATEJIK ÇALIŞMALARDA CAYDIRICILIK VE OYUN TEORISI

Stratejik Çalışmalarda Caydırıcılık ve Oyun Teorisi
Caydırıcılık, stratejik çalışmaların önemli bir unsurudur. Soğuk savaş döneminde teorik çalışmalarda ve uygulamada genel anlamı ile karşı tarafı saldırmaktan men etmeyi öngören caydırıcılık anlayışının çoğunlukla kullanılan analiz yöntemi ise oyun teorisidir.

Caydırıcılık

Caydırıcılık, en genel anlamda karşı tarafı olası bir davranıştan vazgeçirmek için tehdit ve vaat gibi mekanizmaların bilinçli olarak kullanılmasına yönelik strateji olarak tanımlanabilir. Kesin ve yakın bir saldırı olmadığı halde, taraflar arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinde kullanılan etkili bir yöntemdir. Stratejik çalışmalar alan yazınında ise farklı tanımlara rastlamak mümkündür. Alexander L. George caydırıcılığı, “düşmanı belirli bir davranış biçimini seçmesinin maliyetinin faydasından çok olacağına ikna etmektir” diye tanımlamıştır. Glenn Snyder ise caydırıcılığı, “bir tarafın diğer bir tarafa belirli bir davranış karşısında cezai yaptırım uygulayacağını veya ödül verileceğini açık ya da örtülü olarak belirtiği bir havuç-sopa taktiğidir” şeklinde tanımlamıştır. Bruce Russett ise, “tarafların potansiyel düşmanın beklenen davranışlarına dayalı bir fayda ve maliyet hesabı üzerine oturan bir stratejik etkileşim oyunudur” diye bir caydırıcılık tanımı yapmıştır. Literatürde geçen farklı caydırıcılık türleri vardır (S:62, Şekil 4.1):
• Genel Caydırıcılık
• Dolaysız Caydırıcılık
• Genişletilmiş Genel Caydırıcılık
• Genişletilmiş Dolaysız Caydırıcılık

Genişletilmiş caydırıcılık, bir devletin koruduğu müttefik devlete karşı gösterilen düşmanca davranışları caydırmasıdır. Tanımdan da ifade edildiği gibi burada genel anlamda caydırıcılıktan farklı olarak, caydırıcı devlet kendisine yönelik gösterilen bir tehdide maruz kalmadığı halde, müttefiki kabul ettiği başka bir devletin karşı karşıya olduğu olası saldırı tehdidini caydırmaya çalışması söz konusudur.

Dolaysız caydırıcılık, taraflardan en az birisi ciddi ve kesin bir saldırı planı içindeyse ve karşı taraf da misilleme tehdidiyle bu saldırıyı önlemeye çalışıyorsa ortaya çıkan caydırıcılık türüdür.

Genişletilmiş dolaysız caydırıcılık ise, saldırgan devletin, bir başka devlete karşı saldırı olasılığı yakın tehdittir. Tehdide maruz kalan devlet ise bir başka devlet için korunan müttefik konumunda olduğundan, bu üçüncü devlet açık ya da örtülü olarak saldırganı caydırmak amacıyla misilleme yapacağı tehdidinde bulunur.

Caydırıcılık Teorisinin Gelişimi
Bazı araştırmacılara göre caydırıcılık stratejisinin gelişimi, Soğuk Savaş döneminin iki süper gücü ABD ile Sovyetler

Birliği’nin birbirlerine karşı konumlarına göre belli dönemlere ayrılmaktadır. Bazı çalışmalarda caydırıcılık stratejisinin gelişimi, Soğuk Savaş döneminin iki süper gücü ABD ile Sovyetler Birliği’nin birbirlerine karşı konumlarına göre de dönemlerine ayrılmaktadır. Örneğin, Bruce Russet’in yaptığı dönemlendirme, 1945-1952 ABD’nin Nükleer Tekeli, 1953-1957 ABD’nin Nükleer Hakimiyeti, 1958-1966 ABD’nin Nükleer Üstünlük Dönemi ve 1967-1983 ABD-Sovyetler Birliği Nükleer Eşitlik Dönemi şeklindedir.

1945-1962 Dönemi

1945-1962 dönemi caydırıcılık stratejisinin ilk gelişme dönemi olmakla birlikte, birçok yazar bu dönemi caydırıcılık değil, zorlayıcı ikna (compellence) kavramıyla ifade etmeyi tercih etmektedir (S: 64, Şekil 4.2). Schelling’e ait olan bu ayrıma göre caydırıcılık, düşmanın belirli politikalarını engelleme gibi negatif bir etkiye sahipken, zorlayıcı ikna düşmanı belirli davranışları göstermeye ikna etmek şeklinde pozitif bir etkiye sahiptir. 1950’li yıllar caydırıcılık teorisinin belirginleştiği ve keskinleştiği dönemdir. Kasım 1954’te NATO’nun benimsediği kitlesel karşılık stratejisi, komünizmden gelecek herhangi bir saldırıya karşılık nükleer güçle karşılık verileceği beyanıdır.
1962-1983 Dönemi

Bu dönem 1962’de ABD ve Sovyetler Birliği arasında çıkan Küba Krizi’yle başlamıştır. Süper güçler arasında karşılıklı caydırıcılık döneminin başlamasıyla, kitlesel karşılık stratejisinin yerini Başkan Kennedy tarafından açıklanan ve NATO stratejisine dönüşen esnek karşılık stratejisi aldı. Esnek karşılık stratejisi, düşman saldırısına taktik nükleer silahlar yanında konvansiyonel güçleri de dâhil eden bir stratejik karşılık olarak geliştirilmişti. Karşılıklı caydırıcılık stratejisine geçilmesi süper güçler arasındaki nükleer silah yarışını dizginlemek yerine, daha da tetikledi. Bunun nedeni tarafların bu dönemde “ikinci vuruş” kapasitesine ulaşmalarıdır. Caydırıcılık çalışmaları 1970’lerden itibaren, daha bilimsel ve sistematik olma çabasıyla ağırlıklı olarak ampirik analizlere dayanan ve en önemli özelliği rasyonellik varsayımını sorgulayacak şekilde karar alıcıların rasyonelliğini etkileyen psikolojik unsurların çalışılması olan “üçüncü kuşak” çalışmaları ortaya çıkardı.

1983-2001 İkinci Nükleer Çağda Caydırıcılık

Reagan 1983’te Yıldız Savaşları (Star Wars) olarak bilinen ‘Stratejik Savunma Girişimi’ni başlattığında nükleer stratejide yeni bir aşamaya geçildi. Balistik füzelerin havada vurulması ve ABD’ye ulaşmadan imha edilmesini öngören bu projeyle, ağırlıkla uzayda konuşlandırılacak silahlarla bir savunma kalkanı oluşturulması anlayışı ile yeniden savunma sistemleri öne çıktı. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından George Bush döneminde de sürdürülen Yıldız Savaşları Projesi, 1993’te dönemin Başkanı Bill Clinton tarafından durduruldu Soğuk Savaş bittikten sonraki yapılan çalışmalar, asimetrik tehdit ve kitle imha silahlarını içeren terör gibi konular üzerine odaklanan çalışmalar olmuştur.

11 Eylül Sonrası Caydırıcılık Dönemi

11 Eylül 2001’de ABD’ye karşı gerçekleştirilen terörist saldırılar ilk anda caydırıcılık stratejisinin sonunun ilan edilmesine yol açtı. ABD’nin nükleer güç bakımından tartışılmaz üstünlüğüne karşın bu tür bir saldırıya maruz kalması, Soğuk Savaş dönemi caydırıcılığının artık geçerli olmadığı anlayışını ortaya çıkardı. Bu dönemde tehdit oluşturan yeni aktörlere karşı caydırıcılık, nükleer güç kullanma ihtimali gibi klasik güvenlik yöntemlerinin artık işe yaramayacağını belirten George W. Bush yönetimince önalıcı vuruş (pre-emptive strike) olarak nitelenen yeni bir savunma anlayışını ortaya çıkarttı. Bu gelişmeler neticesinde dördüncü kuşak caydırıcılık çalışmaları, dönemin şartlarına uygun şekilde, ilk kuşak çalışmalar gibi, teorik tartışmaları geliştirmekten ziyade strateji geliştirmeye yöneldi.

Oyun Teorisi

Oyun teorisi, pazarlık ve çatışmayı analiz etmenin özel bir yoludur. Teorinin en önemli varsayımı, her tür sosyal durumun matematiksel değerlere indirgenebileceğidir. Oyun teorisi politikaya, daha çok karar alma, diplomasi, stratejik caydırıcılık ve savaşa uyarlanmıştır. Oyun teorisinin en önemli özelliği, sosyal durumları analiz ederken çatışmanın kötü bir şey olmak dışında, insan hayatının bir parçası olduğunun göz önüne alınmasına olanak tanımasıdır. Oyun teorisinin temel varsayımlarından birisi, rasyonellik kavramıdır. Rasyonel birey, birçok alternatifle karşı karşıya olsa da her zaman seçim yapabilen, alternatiflerini önceliklerine göre değerlendirebilen, alternatifler içinde her zaman önceliklerini en fazla karşılayanı seçebilen ve aynı alternatiflerle karşı karşıya kaldığı her seferde aynı kararı verebilendir.

Oyunlar iki kişili sıfır toplamlı oyundan n-kişili değişken toplamlı oyuna kadar çeşitli şekillerde ortaya çıkabilir. Fakat siyasal yaşam çok daha karmaşık unsurlar içerdiğinden, bu basit oyuna başka unsurların da eklenmesi gerekir. Siyasal yaşama çok daha uygun bir oyun elde etmek amacıyla yapılacak başka bir önemli değişiklik de oyunun değişken toplamlı (variable-sum) hale getirilmesidir. İki kişili değişken toplamlı oyun modelleri olan “tavuk oyunu” ve “mahkûm ikilemi”, gerçekten bütünüyle uzak olmayan ve analiz edilmesi mümkün oyun örnekleridir.

Tavuk Oyunu

Stratejik Çalışmalar açısından tavuk oyunu ABD ile SSCB arasındaki krizlerde görülebilir. ABD A oyuncusu, SSCB de B oyuncusu olarak alındığında, sapma nükleer savaşın eşiğinden dönme, sapmama nükleer savaş riskine rağmen kesin kararlılık içinde olma anlamına gelmektedir. Tavuk oyunundaki başat strateji, Soğuk Savaş döneminde neden bir nükleer savaş olmadığını açıklamaya yarar. Yine, Küba Krizi’nde SSCB’nin nükleer savaştan kaçınmak için önemli oranda prestij kaybına göz yummasını da açıklamaktadır (S:73, Şekil 4.6).

Mahkum İkilemi

Stratejik Çalışmaların doğasına ışık tutabilecek ikinci oyun mahkûmun ikilemidir. Bu oyunun en bilineni, tutuklanan iki şüphelinin birbirinden ayrı tutularak sorgulanması örneğidir. Soruşturmayı yapan, şüphelilerin suçlu olduğundan emindir ama elinde kanıt yoktur. Şüphelilere yalnızca itiraf etme ya da etmeme seçenekleri sunulur. Şüphelilerin ikisi de suçlu olduklarını itiraf etmeyerek susarsa, ikisi de hafif birer cezayla kurtulur. Her ikisi de itiraf ederse, ikisi de suçlanabilir ama itiraf ettikleri için alabilecekleri en ağır cezadan daha az ceza alırlar. Fakat sadece birisi itiraf eder, diğeri susarsa itiraf eden işbirliği yaptığı için çok düşük bir ceza alırken, diğeri en ağır cezayı alır.

Mahkûm ikilemi oyunundan çıkarılabilecek en önemli ders, bazı oyunlarda farklı ve karşılıklı olarak tercih edilecek seçenekler olduğundan, rasyonel hesabın her iki oyuncunun da felaketine yol açabilecek olmasıdır. Bu oyun uluslararası ilişkilere uyarlandığında, kriz ortamında tarafların istemeseler de nasıl çatışmaya sürüklenebileceklerini göstermektedir. Bu durum için yine iki ülke arasındaki silahlanma yarışı iyi bir örnek oluşturur (S:75, Şekil 4.9).

Oyun Teorisinin Eksikleri ve Yararlı Yönleri

Oyun teorisi belirgin varsayımlara dayanmaktadır. Örneğin, matristeki rakamlar tarafların sonuçlara atfettikleri değerleri yansıtır, ama keyfi bir durum da yaratır. Yine, oyun teorisinde karar alıcıların tercihlerinin sabit olduğu, çeşitli alternatifler konusunda yeterli bilgiye sahip oldukları, ortaya çıkacak sonucun değerini doğru algıladıkları varsayılmaktadır. Oysa gerçek hayatta zaman baskısı, eksik ya da yanlış bilgi gibi unsurlar nedeniyle bu süreç sorunludur. Ayrıca, oyuna dâhil tüm tarafların doğrudan oyunu aynı şekilde algıladıkları varsayılmaktadır. Algılama sorunu oyun teorisinin en önemli eksikliklerinden birisidir.

Bütün eksik yönlerine karşın oyun teorisinin yararlı yönleri de vardır. Oyun teorisinin rasyonellik varsayımı, çatışma durumlarını etik hesaplardan uzak, tarafların nasıl davranmaları gerektiğine göre değil, rasyonel olarak nasıl davranabileceklerine göre inceleme ve bu bağlamda da çatışmayı düşman tarafın bakış açısına göre değerlendirme olanağı sağlar. Oyun teorisi farklı olası sonuçlar ortaya koymasıyla sezgisel bir değere de sahiptir. Uluslararası çatışmanın doğası ve dinamikleri konusunda önemli ipuçları verir. Dikkatleri yapısal özelliklere çekerek, çatışmaların devlet adamlarının kötülüğünden ve beceriksizliklerinden kaynaklandığı türündeki değerlendirmelerden uzaklaşılmasını sağlar. Yine çok çeşitli alternatif çözümler ortaya koyduğu ve bir sorunda her zaman en iyi çözümün seçilmeyebileceğini gösterdiği için de önemlidir.

REALIST GÜVENLIK ÇALIŞMALARI
Realist Güvenlik Çalışmaları
Realist Güvenlik Çalışmaları, adından da anlaşılacağı üzere realist teorilerden faydalanarak 1940’larda ortaya çıkan,1980’lerde güvenliğin realist perspektifinden analizine getirilen eleştirilerle çeşitlenerek dallara ayrılan Güvenlik çalışmalarının bir alt koludur. Realist güvenlik çalışmalarında realizmde olduğu gibi “devlet” uluslararası politikanın temel aktörü olarak görülür. Uluslararası sistemin içinde bulunduğu varsayılan anarşik yapı, devletlerin self-help tepkisi vermesine yol açar ve bu tepki de güvenlik ikilemi, kutupluluk, güç dengesi ve dengeleme gibi birbirleri ile etkileşim içinde olan kavramların oluşmasına neden olmaktadır. Geçmişten günümüze dünya nüfusu temel örgütlenme olarak devleti benimserler. Bu nedenle de ona yüklenen bireyin güvenliğinin sağlanması sorumluluğu sebebiyle devlet içte ve dışta kendi güvenliğini korumak amacıyla tüm birimlerini bu işe koşar. Dolayısıyla hangi sebeple güvenlik tehdidi oluşması fark etmeksizin, realist teoride esas olan devletin güvenliğidir.

Realist teori ailesinde ortak savunulan bu varsayımlar aracılığıyla güvenliğin analiz edilmesi sebebiyle, Uluslararası İlişkilerin realist teorisi “realist güvenlik teorisi” olarak adlandırılmaktadır.

Realizmde Güvenlik Aktörü
Realist teoride, antik Yunan’dan itibaren kim için güvenlik sorusuna verilen tek cevap uluslararası arenada oynadığı rol sebebiyle günümüzün modern örgütlenmesi olan devlettir. Thucydides, Antik Yunan’da Melos ve Sparta kent-devletleri arasındaki ilişkileri inceleyerek bu varsayımı doğrulamaktadır.

Thomas Hobbes ise Leviathan ile insanları içindeki bulundukları doğa halinden kurtaracak olan devlete ihtiyacı vurgulamıştır. Hobbes’un Leviathan’ı Max Weber’e göre, belirli bir alanda meşru şiddet tekeline sahip, bu alanda çatışan nüfus üzerinde düzen dayatan birim olarak tanımlanan ve günümüzdeki temel örgütlenme biçimi olan modern devlettir .

Devleti, realistlere göre ana aktör haline getiren iki nedenden birisi, devletin dünya nüfusu tarafından, din, dil, kültür, vb. gözetmeksizin temel örgütlenme biçimi olarak kabul edilmesi, diğeri ise güvenliği sağlama işlevidir. Bu sebeple de devlet hem güvenliği tehdit edilen hem de güvenliği tehdit eden olarak karşımıza çıkmaktadır.

Gerekçeleri ne olursa olsun, realistlere göre uluslararası politikanın ana aktörü devletlerdir; dolayısıyla güvenliği tehdit edilen ana özneler de devletlerdir. Yapısal realist yazarlardan Barry Buzan, devletin üç kurucu unsuru itibarıyla güvenlik öznesi olduğunu vurgular: Ulus ve ideoloji gibi düşünsel unsurları; yasama, yürütme, yargı birimleri ve normlar›, yani devletin işleyişine dair unsurlar›; ve son olarak da fiziksel bileşkeleri, yani nüfusu ve ülkesi bakımından devletler güvenlik tehditleri ile karşı karşıya kalabilir.

Benzer şekilde, Patrick Morgan da devlet güvenliği denildiğinde, devletin fiziksel güvenliği ile rejiminin ve hükümetinin özerkliği gibi unsurların güvenliğinin kastedildiğini ifade etmektedir. Dolayısıyla, hangi unsurları itibarıyla güvenliği tehdit edilirse edilsin, realist teoride esas olan devletin güvenliğidir.

Realizmde Güvenlik Tehditleri
Güvenlik tehdidi, kuvvet kullanımı ya da kullanılma ihtimali ile ortaya çıkan kavramdır. Siyasal bir sorunun taraflarından biri ya da hepsi amaçlarına ulaşmak için kuvvet kullanımına veya bu yönde bir tehdide başvurduğunda güvenlik sorunu vardır.

Çağdaş realizmin öncülerinden Kenneth Waltz’a göre, “bir devletin, diğer devletlerle ilişkisini şiddet gölgesi altında yürüttüğü söylenir. Bazı devletler her an kuvvet kullanabileceği için, tüm devletler de aynı şeyi yapmak üzere haz›r bulunmalıdırlar… Devletler arasındaki doğa hali, savaş halidir” (Waltz, 1979). Dolayısıyla, realist paradigman›n entelektüel kökenlerinde olduğu kadar, günümüz realizminde de kuvvet kullan›m› ya da tehdidi devletlerin ya da devlet benzeri birimlerin, karşılaştığı ve çözüm bulmak zorunda olduğu birincil güvenlik problemidir.

Realist teoriye göre, güvenlik tehditleri; iradi-devletlerin bilinçli olarak ortaya çıkardıkları tehdit- ve yapısal görüş- devletlerin iradesi dışında sistemin dinamiklerinin dayatması sonucu oluşan tehdit- olarak ikiye ayrılır.

Devlet İradesinden Kaynaklanan Güvenlik Tehditleri
Klasik realizm devletleri insana atıf yaparak hırs sahibi, açgözlü birimler olarak ele alır. Bu sebepten devletler hem güç için sahip oldukları arzu ve ele geçirme isteği sebebiyle, hem de bu istekten dolayı oluşacak kendini koruma cevabı sebebiyle, kendilerini şiddet/savaş doğurma ihtimali olan bir mücadelenin içinde bulurlar.

Bu modelde, devletlerin tümü güç peşinde koşan egoist varlıklardır ve yayılma şeklindeki saldırgan eğilimlerini engelleyebilecek bir üst otorite yoktur. Bu şartlar altında herkes için şiddete maruz kalma ve yok olma tehlikesi mevcuttur. Bu tehlikeyi unutan ve güç artışıyla ilgilenmeyen devletler yok olur. Bu noktada devletler hem güce duydukları karşı konulmaz arzu ve saldırgan eğilimleri ile, hem de güdüsü çerçevesinde her an şiddete/savaşa dönüşme olasılığı bulunan maksimum güce erişme mücadelesine girişeceklerdir. Kısaca, bu iki güdünün iç içe geçmesiyle şiddet, uluslararası ilişkiler arenasına damgasını vuracaktır.

Yapıdan Kaynaklanan Güvenlik Tehditleri

Neorealizmde güvenlik tehdidi, uluslararası sistemin anarşik yapısı ve bu yapıdan doğan self-help düzeninden meydana gelir. Waltz’a göre, uluslararası politikada, bir devletin diğerine karşı kuvvet kullanması olasılığına karşı “gerekli yetkiyle donatılan ve kendi kendine eylem yapabilme kabiliyetine sahip üst bir otorite”nin bulunmaması olarak tanımlanan anarşi, sistemin yapısının düzenleyici ilkesidir.

Bu anarşik uluslararası sistemde, devletler kendilerini ancak kendi çabalarıyla koruyabilirler. Bu durum self-help kavramı ile açıklanır.

Ancak self-help kimsenin kimseye güvenmediği bir ortamın oluşmasına sebep olur. Her devlet karşısındaki devletin self-help düzeninde ne kadar gelişme gösterdiğini bilemediği için, her iki devletin karşı karşıya gelebileceği bir güç arttırma durumu ortaya çıkar. Bu da sonu kötü bitebilecek bir ikileme sebep olur.

Güvenlik İkilemi, diğer devletlerin niyetlerinden emin olmayan devletlerin güvenlikleri için silahlanarak kısır döngü yarattıkları bir durumdur. Self-help düzenin yarattığı bu durum, bir devletin güvenliğini arttırması, diğer devletin güvenliğinin-bu yönde bir niyet ve arzu olmaksızın- azalmasına yol açar. Ve diğer devlet de kendi güvenliğini bu sebeple arttırır. Bu da kimse savaş çıkmasını istemese dahi, savaşın çıkabileceği bir duruma işaret etmektedir.

Güvenlik ikilemi farklı kutup sistemlerinde farklı sonuçlar doğurmaktadır. Çok kutuplu sistemlerin güvenlik ikilemi açısından savaş ihtimaline daha yakın olduğunu, iki kutuplu sistemlerin ise güvenlik ikilemi açısından istikrar eğilimli olduğunu belirtir. Bir başka görüşe göre ise, çok kutuplu sistemin içindeki öğeleri daha fazla dikkate iteceğinden daha istikrarlı olacağını dile getirir.

Devletlerin iyi niyetli olsalar dahi beka kaygısı sonucu geliştirdikleri ve her devlet tarafından güvensizlik ortamı oluşmasına neden olan, şiddeti kutup sayısı temel alındığında kimilerine göre artan, kimilerine göre azalan güvenlik ikilemi, neorealizmin/yapısal realizmin güvenlik tehdidi anlayışının merkezinde yer almaktadır.

Realizmde Güvenlik Politikaları ve Güç Dengesi

Realist yazarların hepsi, nedeni ne olursa olsun bir devletin güç artırımının diğer için güvenlik tehdidi oluşturacağı konusunda hem fikirdir. Çünkü bir devlet güç artırdığında diğer devletler buna karşı güvenli politikalarına yatırım yapacaklardır. Devletler bunun için birçok yola başvursalar da, en fazla tercih ettikleri yol dengeleme politikasıdır.

Bir devlet ya da devletler grubunun sistemin içinde bulunduğu dengeyi lehine yönde tehdit edecek şekilde güç artımına gitmesi, diğer devletleri yetenekleri ölçüsünde bir araya getirecektir. Güç dengesi kavramı için, çeşitli yazarlar tarafından birçok tanım yapılmıştır. Bu tanımlardaki ortak nokta ise, bir sistemdeki devletlerin arasında hiçbir devletin ya da var olan ittifakın başat güce sahip olamayacak şekilde gücün dağılımı olarak ifade edilebilir. Yani, sistemdeki devlet ya da devletler ittifakı gücü geri kalan tüm birimlerin toplam gücünden az olduğu sürece sorun yoktur.

Güç dengesi, realist alan yazında dengeleme davranışı sonucunda oluşan sistem ya da alt sistem düzeyinde bir çıktı, dengeleme ise bir devlet stratejisi ya da dış politika davranışı olarak tanımlanmaktadır. Dengelemenin amacı, yükselen bir gücün hegemonya kurmasını engellemektir ve bu başarılı olursa güç dengesi ortaya çıkar.

Dengeleme stratejisi üç şekilde meydana gelir. Birincisi, hegemonya kurmak isteyen devlet kendisine karşı koyma ihtimalini ya da bir ittifakın oluşmasını hisseder ise saldırganlık seviyesini artırır. İkincisi olarak saldırgan eğilimlerde bulunan potansiyel hegemon, bu eğilimlerine karşılık, bir silahlanma ve koalisyon görürse geri çekilir. Üçüncü olarak ise saldırgan eğilimli hegemona karşı savaş başlar.

Küçük ve orta büyüklükteki devletler hegemonya kurmaya çalışan devleti sınırlamaya çalışırlar ancak dengeleme davranışını sadece büyük devletler tarafından gerçekleştirilebilir.

Devletler, bir yandan askeri güçlerine takviye yaparak, bir yandan da ittifaklar kurarak ya da hali hazırdaki ittifaklarını kuvvetlendirerek yükselen bir güce karşı koymaya çalışırlar. Bir devletin ya da ittifakın askeri gücüne takviye ederek yaptığı güçlendirmeye iç dengeleme yöntemleri, ittifaklar eliyle yapılan güçlendirmeye ise dış dengeleme yöntemleri adı verilir. Realizmde bunlardan hangisinin tercih edileceği kutupluluk ilkesi ile ilişkilidir.

İki kutuplu bir sistemde, dengelemeyi yapabilecek tek şey karşıdaki süper güç olduğu için iç dengeleme yöntemleri tercih edilirken, çok kutuplu bir sistemde ittifak yolu tercih edilerek dış dengeleme yöntemlerine başvurulur. Çok kutuplu sistemlerde dış dengeleme yöntemlerinin tercih edilmesinin sebebi ise maliyetin daha az olmasıdır.

GÜVENLIK ÇALIŞMALARINDA DEĞIŞIM

Güvenlik Çalışmalarında Değişim
1940 yıllarında Stratejik çalışmalar adıyla doğan Güvenlik Çalışmaları, uzun yıllar realist görüşün etkisinde kalmıştır. Günümüzde ise Realist Güvenlik Çalışmaları da dahil pek çok güvenlik teorisini de içine alan geniş kapsamlı bir disiplin haline gelmiştir. Güvenlik Çalışmaları Soğuk Savaş yıllarında eleştirilerle karşılaşmıştır ancak savaşın sona ermesi bu çalışmalarda etkili olmuştur. SSCB’nin dağıtılması ve iki kutuplu düzenin sona ermesi Uluslararası ilişkiler disiplininde değişimleri başlatmış ve bunun sonucu olarak Güvenlik Çalışmaları alt-disiplini şu üç sonucu doğurmuştur;

• Güvenlik gündeminin dönüşümü
• Güvenlik çalışmalarının sorgulanması
• Yeni yaklaşımların doğması yada gelişmesi

Güvenlik Çalışmalarında Gündem Değişimi
Güvenlik çalışmalarının genişleme tartışmaları esas olarak Soğuk Savaş’ın sona ermesinin bir ürünüdür. Soğuk Savaş döneminde SSCB-ABD nükleer gerilimi nedeniyle ikinci plana atılan askeri nitelik taşımayan sorunların bu gerilim ortadan kalktığı detente (yumuşama) yıllarında Güvenlik Çalışmaları kapsamında incelenmesi çoğunluk tarafından desteklenen bir yaklaşım haline dönmüştür.

Güvenlik gündeminin çevresel, ekonomik ve benzeri sorunları kapsayacak şekilde genişletilmesi gerektiği anlayışının Batı yazınındaki temeli 1983’te Barry Buzan ve Richard Ullman’ın eserleriyle atılmıştır. Buzan ve Ullman güvenlik kavramını askeri tehditlerin ötesine geçiren iki yazardır. Buzan’ın “beş sektörde güvenlik yaklaşımı devletlerin askeri, siyasi, toplumsal, ekonomik ve çevresel sorularla tehdit edildiğini öne sürer. Ullman da, “güvenlik tehdidini, bir devlette yerleşenlerin yaşam kalitesini düşüren veya bir devletteki özel, hükümet dışı birimler (birey, grup, şirket) ile hükümetlerin politika tercihlerini daraltan tehdit” olarak tanımlar. Bu yazarlara ek olarak pek çok yazar güvelik gündeminin geniş bir yelpazede ele alınması gerektiğini öne sürmüşlerdir (S:104, Tablo 6.2). Bütün gelişmeler sonunda, güvenlik gündeminin yalnızca askeri konuları değil; insan, devlet ve hatta üzerinde yaşadığımız gezegenin güvenliğini ilgilendiren konuları da içermesi gerektiği fikri ortaya çıkmıştır.

Güvenlik Çalışmalarının Sorgulanması
Güvenlik gündeminin genişletilmesi gerekliliğinin ortaya atılması ile birlikte Güvenlik Çalışmalarının alanının geleceği konusunda üç farklı ortaya çıkmıştır;

1. Alan askeri konularla sınırlı tutulmalıdır. Bu çerçevede Güvenlik Çalışmalarının Realist Güvenlik Çalışmaları ile sınırlı kalması düşüncesi hakimdir.
2. Alanın anlamını yitirmesi nedeniyle Uluslararası
İlişkiler disiplinine entegre edilmelidir.

3. Alan askeri tehditler dışındaki sorunları da içerecek şekilde Uluslararası ilişkiler disiplininin parçası olamaya devam etmelidir.

Bugün gelinen noktada genel eğilimin üçüncü görüşe uyumlu olduğu söylenebilir. Yani yeni Güvenlik çalışmaları genişleyen güvenlik gündemini de içerecek şekilde Uluslararası ilişkiler disiplinin bir parçası olarak varlığını sürdürmektedir. Buna karşılık, Güvenlik Çalışmalarının yeni tartışmalarına baktığımızda, gündemin ya da güvenlik sektörlerinin ötesinde güvenlik özneleri, tehditlerin iç/dış boyutları, güvenlik siyaseti ve Güvenlik Çalışmalarında epistemoloji gibi konuların yeni yaklaşımların merkezine yerleştiği gözlemlenmektedir.

Bundan sonraki dönemler için Güvenlik Çalışmalarının yeni tartışmalara yönünü çevirdiği dikkat çekmektedir. Buzan ve Lene Hansen’a (2009) göre yeni Güvenlik çalışmaların başlıca tartışmalarını şu beş soruda özetlemek mümkündür;

1. Kimin güvenliği korunmalı ve çalışılmalı?
2. Askeri güvenlik temel güvenlik sektörü müdür?
3. Güvenlik sadece dış sınırlara yönelik tehditlerle mi ilgilidir, iç tehditleri de kapsar mı? (Örn. Paris Okulu: Fransız filozof Michel Foucault ve Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’dan geliştirdiği Paris Okulu’nun güvenlik yaklaşımı Avrupa merkezidir. Okul, iç güvenlik sorunlarının sınırlar ötesine taşmasıyla iç ve dış güvenlik alanlarının birleştiğini ve bunun sonucunda ulus-ötesi bir “polis” mekanizmasının oluştuğunu ve güvenlik politikaları ürettiğini savunur. Güvensizlikler, Paris Okuluna göre söylemle ve uygulanan güvenlik politikaları, yani pratikle inşa edilir.
4. Güvenlik siyasetinin belirleyici kavramı aciliyet midir?
Güvenlik Çalışmalarında rasyonel açıklamalar çeşitli yaklaşımlarca kullanılır ve materyal tehditler karşısında aktörlerin (özellikle devletlerin) rasyonel davranıp, gerekli önlemleri alacakları varsayılır. Bazı yaklaşımlarda ise güvenlik aciliyet içeren siyasi bir kavram olarak değerlendirilir ve bu aciliyet/tehlike aktörlerce radikal ve istisnai önlemler alınmasını gerektirir. Bu da güvenliğin siyasiliğini ortaya koyan bir yaklaşımdır. Bu kapsamda, ilgili istisnai güvenlik önlemlerine dair kararlar› alırken kimi zaman materyal unsurlardan da etkilenen aktörler mutlaka rasyonel davranmayabilirler.
5. Güvenlik epistemoloji nedir?
Epistemoloji: bilgi felsefesi olarak tanımlanır. Bilgiye nasıl ulaşacağı konusundaki ilke ve yollara işaret eden bir felsefe dalıdır.
Nesnel Güvenlik: Örneğin, A devletinin yeni teknolojiye sahip silahlar edinmesi, her durumda B devleti için tehdittir. A devletinin bu silahları ne amaçla aldığı B devletini ilgilendirmez. B devleti için önemli olan dış dünyada var olan nesnel gerçekliktir, bu gerçekliğin nasıl algılandığı değil.
Öznel Güvenlik: A devletinin sınırlarına tank girmesi objektif bakış açısından tehdittir, fakat bu tankların barış gücüne ait kuvvetler olması tehdide bakışı değiştirir.)

Güvenlik Çalışmalarında Yeni Yaklaşımlar
Soğuk Savaşın sona ermesiyle Güvenlik Çalışmalarındaki alt disiplinler pek çok parçaya bölünmüştür. Soğuk savaşın sona ermesi teorileşme dönemini başlatmış ve bu durumun en verimli yılları 1990’lar sonrası olmuştur. Buzan/Hansen’a göre ortaya atılan güvenlik teorilerini şöyle özetlemek mümkündür;

• Geleneksel inşacılık (İnşacılık: Uluslararası ilişkiler disiplininde inşacılık, dünya siyasetinde aktörlerin sosyal etkileşimine odaklanan bir yaklaşımdır. İnşacılara göre devletler arası etkileşim, kimlik, çıkar ve değerlerin eylemleri biçimlendirdiği ve aynı zamanda eylemler tarafından biçimlendirildiği bir öğrenme sürecini yansıtmaktadır.
• Eleştirel inşacılık
• Kopenhag Okulu
• Eleştirel güvenlik çalışmaları (Eleştirel Teori: Kavram ilk kez Frankfurt Okulu (Frankfurt Sosyal Araştırmalar Enstitüsü) temsilcilerinden Max Horkheimer tarafından kullanılmıştır. Eleştirel teorinin amacı sosyal bilimlerdeki pozitivist yaklaşımlara meydan okuyup alternatifler sunarak, sosyal ve politik teoriyi yeniden kurgulamaktır.
• Feminist güvenlik çalışmaları (Feminizm: Feminizm kadın kavramını değil, cinsiyet kavramını odak noktası olarak alır. Bu anlamda kullanıldığından cinsiyet biyolojik cinsiyetten farklıdır. Cinsiyet herhangi bir toplum ya da kültürde cinsiyetler arası ilişkilere işaret eder. Uluslararası ilişkiler alanında feministler çatışma ve şiddet, barış ve güvenlik konuları ile ilgilenir, gücü yeniden kavramlaştırmaya çalışır, kimlik ve toplum konusunda alternatif bakış açıları ortaya koyar ve dünya düzeni konusunda da alternatifler geliştirirler.
• İnsan güvenliği
• Barış araştırmaları
• Post-kolonyal güvenlik çalışmaları
• Post-yapısal güvenlik çalışmaları (Post- yapısalcılık): Uluslararası ilişkilerde post-yapısal yaklaşımlar öncelikle bilgi, gerçeklik ve anlamın nasıl inşa edildiğini sorunsallaştırarak Batı rasyonalizmi ve pozitivizmin dayandığı temelleri sarsmak hedefiyle ona meydan okumaktadırlar. Anlamın nasıl yerleştirildiği, sorgulandığı ve nasıl yorumlanıp yeniden yerleştirildiği sorusunu sorarak, bilgi pratiklerinin ortaya koyulduğu

metinleri ele alarak hakim hiyerarşileri tersyüz etmeye yönelirler.
• Stratejik çalışmalar
• (Neo) realizm (Bkz. Tablo 6.5)

Smith ise 1999 yılındaki makalesinde teorileri yedi başlık altında toplamıştır;

• Alternatif Savunma ve Ortak Güvenlik
• Üçüncü Dünya Güvenlik Okulu
• Kopenhag Okulu
• İnşacı
• Eleştirel
• Feminist
• Post-Yapısal Güvenlik Çalışmaları

Teoriler bakımından Avrupa ve ABD’de farklı anlayışların hakim olduğunu söylemek mümkündür. Bu durum 1990’larda biri Avrupa diğeri ABD olan iki güvenlik teorisi merkezi oluşmuştur. İlk ayrışma Uluslararası İlişkilerin genel teorileri ile bağlantıları bakımından olmuştur. ABD salt güvenliğe ait teorileri içermemektedir. Buna karşılık, Avrupa merkezli Güvenlik Çalışmaları sadece güvenliğe özgüdür. Uluslararası İlişkiler teorileri ABD’deki Güvenlik Çalışmalarını yönlendirirken, salt güvenliğe özgü teoriler Avrupa merkezli Güvenlik Çalışmalarını şekillendirmiş ve Uluslararası İlişkiler teorilerini etkilemiştir.

ABD ve Avrupa merkezli Güvenlik Çalışmaları arasındaki bir diğer farklılık epistemolojik açıdandır. Yani, Avrupa’da gelişen Eleştirel, Feminist ve Post-modern Güvenlik Çalışmalarında neden-sonuç ilişkileri ortaya koyan ampirik analizler reddedilerek, güvenlik gözlemlere, değer yargılarına ve söyleme bağlı olarak post-pozitivist yöntemlerle incelenmektedir. Bir genelleme yapıldığında, ABD merkezli Güvenlik Çalışmalarının pozitivist, Avrupa merkezli Güvenlik Çalışmalarının da post-pozitivist epistemolojiye sahip olduğu görüşünü benimsemek mümkündür.

Son olarak ise bu iki merkez Güvenlik Çalışmaları güvenlik teorilerinin işlevleri bakımından da farklılık gösterir. Avrupa kökenli güvenlik teorilerinin özünde güvenliğin kavramlaştırılması vardır. Yani ilk önce kavram oluşturulur sonrasında kavram pratiğe dökülür. Avrupa kökenli güvenlik teorilerinin amacı teoriye ve akademiye hizmet etmektir. Bunun aksine ABD merkezli teorilerin genel işlevi neden-sonuç ilişkilerini ortaya koyarak politika oluşturuculara yol göstermektir. ABD merkezli güvenlik teorileri pratiğe hizmet etmektedirler.

Sonuç olarak, günümüzdeki Güvenlik Çalışmaları alt disiplinleri ABD ve Avrupa merkezli teoriler den etkisi altında şekillenmektedir ve çok çeşitli kavramlaştırmalar söz konusudur. Bu noktada güvenlik kavramını tek bir merkez ya da teori desteğinde açıklamak mümkün değildir.

BÜYÜK GÜÇLERIN GÜVENLIK POLITIKALARI: ABD, RUSYA, AVRUPA BIRLIĞI, ÇIN

Büyük Güçlerin Güvenlik Politikaları
Uluslararası politikada meydana gelen olayları etkileyebilme ve değiştirebilme kapasitesine sahip olan ve “büyük güç” olarak tanımlanan devletlerin anlaşılması gerektiği vurgulanmaktadır. Bu bağlamda bu niteliklerle dünyadaki gelişmeleri etkileyebilme potansiyeline sahip güçler olarak, ABD’nin yanı sıra Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti ve Avrupa Birliği’nin (AB) ön plana çıktığı görülmektedir.

ABD’nin Güvenlik Politikaları
ABD’nin güvenlik politikaları Soğuk Savaş Dönemi, Soğuk Savaş sonrası dönem ve 11 Eylül saldırıları sonrası dönem olarak üç dönemde incelenmektedir.

ABD İkinci Dünya Savaşı’na kadar yalnızcılık politikası izlemiştir. Bu politikanın özünde, kendi kendine yetebilen Amerika kıtasının Avrupa sömürgeciliğine kapatılması ve ABD’nin Avrupa’nın iç çekişmesine müdahil olmaması anlayışı yatmaktadır. Soğuk Savaş Dönemi boyunca ABD’nin ulusal güvenliğini ve iki kutuplu dünya düzeninde üstünlüğünü sağlamaya yönelik izlenen farklı stratejileri içeren ve ABD Başkanlarının kendi isimleriyle anılan doktrinler görülmektedir. Amerikan ulusal güvenlik mekanizmasını yapılandıran bu doktrinler, Soğuk Savaş yılları boyunca devam etmiştir.

Soğuk Savaş Döneminde tehdit olarak görülen SSCB’nin Aralık 1991’de yıkılmasının ardından ABD sahip olduğu siyasi, askeri ve ekonomik nitelikler çerçevesinde Soğuk Savaş sonrası dönemin tek süper gücü olarak belirmiştir. Soğuk savaşın ardından ABD’nin genel stratejisinde “ çevreleme” ve “caydırıcılık” gibi politikalar, Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkması ve uluslararası sistemin tek kutuplu dünya düzenine doğru evrimini göstermektedir. Mutlak egemenliğini kabul ettiren ABD, 1991’de hazırlanan “ Ulusal Güvenlik Stratejisi” başlıklı belgede bütün uluslararası müdahalelerde ortak güvenlik stratejisine bağlı kalıp, geleneksel müttefikleri ve yeni dönemde “küresel güç” ABD’yle iş birliği yapmaya hazır devletlerle birlikte çalışma, çok taraflı iş birliği ile bölgesel ittifaklara yöneleceğini belirtmiştir.

11 Eylül saldırılarından sonra ABD’nin güvenlik yaklaşımında değişimler söz konusu olmuştur. Dönemin başkanı George W. Bush izleyeceği güvenlik politikasının temellerinin ortaya konulduğu, “ Bush Doktrini” olarak anılan ABD’nin yeni “ Ulusal Güvenlik Stratejisi” ön plana çıkmıştır. Bu strateji çerçevesinde “ Amerikan ulusal değerleri ve çıkarlarının” tek taraflı olarak korunması hedeflenmiş, ABD uluslararası ilişkilerinde gerekli gördüğü hallerde ve diğer devletler iş birliği yapmadığında tek başına hareket edeceğini açıklamıştır. ABD’nin yeni strateji belgesinde ortaya konulan tehditlerin başında terörizm gelmekle beraber, güvenlik tehditi yaratabilecek diğer konulara ilişkin de bir dizi önlem ortaya koyulmuştur. Küresel terörizme savaş açan ABD’nin 11 Eylül terör saldırıları sonrasında izleyeceği politikanın tek taraflılığını da açıkça ortaya koymuştur.

Mayıs 2010’da Barack Obama’nın döneminde “ ABD’nin Ulusal Güvenlik Stratejisi” belgesinde tek taraflılık ve kuvvet kullanımı politikalarının yerine diyaloğu ön plana çıkaran ve yumuşak güç unsurlarını barındıran bir politika anlayışına vurgu yapılmıştır. ABD’nin yeni güvenlik politikasını oluşturan dört ana tema, yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde;

• Güvenlik,
• Refah,
• Değerler,
• Uluslararası düzen olarak belirtilmiştir.
Rusya’nın Güvenlik Anlayışı
SSCB, II. Dünya Savaşı’nda ekonomisi büyük hasar görmesine rağmen savaş sonrasında dünyayı şekillendiren iki süper güçten biri olarak varlığını sürdürmüştür. Soğuk savaş süresince SSCB güvenliğini tehdit eden en önemli unsur olarak ABD’nin liderliğindeki Batı Blokunu görmüştür. Soğuk Savaş Dönemi’nde izlenen stratejilerin tamamının ABD’nin iki kutuplu dünya düzeninde SSCB’yi dengelemek veya SSCB karşısında üstünlük sağlamaya çalışmakla ilintili olduğu görülmektedir. Sovyetler Birliği’nin çevrelenmesi ve izole edilmesini dış ve güvenlik politikasının temel hedefi haline getirmiştir. Bu bağlamda, Soğuk Savaş süresince Sovyetler Birliği’nde yönetime gelen liderlerin tamamı aynı tehdide karşı koyabilmek, uluslararası sistemde Batı ittifakına rağmen varlığını sürdürebilmek ve kimi zaman da bu ittifak karşısında üstün gelebilmek için farklı güvenlik politikaları izlemişlerdir. SSCB Liderlerinin izlediği güvenlik doktrinleri;

1. Tek Ülkede Sosyalizm
2. Barış İçinde Bir Arada Yaşamak
3. Brejnev Doktrini
4. Perestroyka (yeniden yapılanma) ve Glasnost (açıklık)

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte uluslararası sistemde yaşanan dönüşüm tüm dünyayı olduğu gibi, SSCB’nin halefi olarak 1991’de kurulan Rusya Federasyonunu da derinden etkilemiştir. Rusya’nın kuruluşunun ilk yıllarında, Devlet Başkanı Boris Yeltsin ile izlenen strateji Batı’ya uyumu öne çıkartan, Batı yanlısı ılımlı politikalar olmuştur. Ancak ABD’nin eski Sovyet coğrafyasında bağımsızlığını yeni kazanan ülkelere yönelik ilgisi ve bölgede enerji kaynaklarına yönelik politikaları, Rusya’yı tehdit algılaması güvenlik politikalarını yeniden gözden geçirmesine neden olmuştur. 1992’de Yeltsin’in girişimiyle yeniden canlandırılan silahlı kuvvetlerin ilk işi yeni bir askeri doktrin yaratmak olmuştur. Askeri doktrin çerçevesinde Rusya’nın uluslararası alanda tekrar aktif nüfuz politikasına ve ABD ile rekabete döndüğü söylenebilmektedir.

Mart 2000’de yapılan seçimler sonucunda Rusya devlet başkanlığı görevini devralan Vladimir Putin, bir taraftan Avrasyacı bir yaklaşımla yakın çevrede Rusya Fedarasyonu’nun etkinliğini arttırmaya çalışırken diğer yandan Rusya’nın Avrupa ve ABD ile ilişkilerini de geliştirmeye çaba harcamış ve Rusya’yı tekrar uluslararası alanda dikkate alınan bir ülke haline getirmeyi hedeflemiştir. Putin döneminde güvenlik politikalarının neredeyse tümü yeniden tanımlanmış ve bu çerçevede Ocak 2000’ de açıklanan Rusya Fedarasyonu “Ulusal Güvenlik Doktrini” benimsenmiştir. Bu dönemin güvenlik algılamalarında Putin, tek kutuplu dünya düzeninin artık sürdürülemez olduğunu ifade ederek, ABD’nin tek taraflı olarak izlediği Füze Kalkanı politikasını sert bir dille eleştirmiştir. Putin dönemi sonrasında Medvedev’in Rusya güvenlik algılarında ciddi bir farklılaşma yaşanmamıştır. Ancak Medvedev döneminde Rusya’nın 2020 yılına kadar “Ulusal Güvenlik Stratejisi”ni belirleyen yeni bir belge hazırlanmıştır. Bu belgede, bir önceki Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde ortaya koyulan tehditler aynen korunurken güvenliğin yeni ve farklı boyutları da ele alınmıştır.

Avrupa Birliği’nin Güvenlik Politikaları
Devlet benzeri özelliklere sahip, kimi zaman küresel bir güç olarak dünya politikasında rol oynayan ve büyük güç olarak tanımlanan AB, kendine özgü bir siyasi yapıya sahip bir güç olmaktadır.

İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde ABD kıtanın batısında, SSCB de doğusunda uzun bir döneme yayılacak şekilde Avrupa bölgesinde kuvvet konuşlandırmışlardır. Avrupa bu sorunlarla mücadele edebilmek için Avrupa Topluluğu ve Avrupa Birliği (AT/AB) adına başlayan örgütlenmenin bir ürünüdür. Avrupa Topluluklarının, SSCB ve ABD’nin bölgelerine yapılan tehditlerine karşı aldıkları güvenlik politikalarının başında Almanya’nın ekonomik açıdan büyümesi ve buna paralel olarak askeri anlamda güçlenmesi ile her ikisinin yarattığı etkiyle Avrupa’yı yeniden savaşa katma gücünü denetim altında tutmak üzere savunma alnında bütünleşmeyi öngören, Avrupa Savunma Topluluğu’nun kurulması yönünde girişimler olmuştur. Ancak AST’nin erken dönemli siyasal bütünleşme çabasının başarısızlığı doğrultusunda üye devletler bütünleşmenin öncelikle ekonomik anlamda başlamasının daha gerçekçi olacağını düşünmüşlerdir. Bu yüzden güçlü bir Avrupa oluşturulması amacıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (AAET) gibi topluluklar oluşturulmuştur. Avrupa’nın güvenlik kaygılarını gidermeye yönelik aldığı önlem, ekonomi-kalkınma gibi konular üzerinde yoğunlaşan politika olmaktadır.

Soğuk savaş sonrası dönemde AB’nin gündemindeki başlıca tehditler, iki Almanya’nın birleşmesiyle birlikte su yüzüne çıkan Almanya korkusu, Orta ve Doğu Avrupa’daki komünist rejimlerin yıkılmasının yarattığı istikrarsızlık ve Balkanlar’da yaşanan krizlerdir. Bu tehdit gündemin karşısında AB ülkelerinin izlediği güvenlik politikalarının temelinde artan bir bütünleşme modeli söz konusudur, Bu model çerçevesinde değerlendirilebilecek belli başlı güvenlik politikaları ;

a. Genişleme
b. AB’nin askeri kuvvet kullanımı konusunda ortak politika izlemesi anlamı taşıyan (ODGP)
c. Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası ( AGSP)
d. Adalet ve İç İşlerinde İş Birliği

Soğuk Savaş Sonrası Dönemde AB Güvenlik Politikaları olarak değerlendirilmiş ve izlenilmiştir.

11 Eylül sonrası dönemde AB’nin etrafında da bir güvenlik çemberi yaratması söz konusu olup, yeni bir politika izlemesi öngörülmüştür. Bu politika “Doğu Ortaklığı”, “Akdeniz için Birlik”, “Değişen Dünyada Güvenliğin Sağlanması” başlıkları altında stratejik belgeler düzenlenmiştir.

Çin’in Güvenlik Yaklaşımı

Çin Halk Cumhuriyeti, Soğuk Savaş Dönemi boyunca süper güçlerin üzerinde hakimiyet kurmaya çalıştıkları bir ülke olmuştur. Çin’in Soğuk Savaş Dönemi boyunca içte birliği sağlamaya çalıştığı, sınır sorunlarıyla yoğun şekilde mücadele ettiği ve iki süper güç arasında izlediği politikalarla varlığını sürdürmeye çalıştığı görülmektedir. Bir başka deyişle, Soğuk Savaş Dönemi’nde iç güvenlik sorunları, sınır çekişmeleri ile kimi zaman ABD kimi zaman da SSCB ile rekabet Çin’in güvenlik gündeminde yer almıştır.

Soğuk Savaş sonrası dönemde Çin’in güvenlik kaygılarının temelinde ABD’nin küresel düzeyde askeri, siyasi ve ekonomik hegemonya kurma çabasının yanı sıra sınır sorunları, enerji kaynaklarına ulaşım ve ekonomik gelişmenin sürdürülebilir olması gibi unsurlar yer almaktadır. Ayrıca SSCB’nin dağılmasının ardından Çin’in Orta Asya ülkeleriyle iyi ilişkiler kurması özellikle enerji ihtiyaçlarının karşılanması açısından büyük önem taşımaktadır. Soğuk Savaş sonrası dönemde Çin’in kalkınması açısından büyük öneme haiz doğal kaynaklar, Çin’in Orta Asya politikasını ön plana çıkarmıştır. Orta Asya’da geniş kapsamlı ortak enerji boru hatları projelerine ilgi gösteren Çin, bu dönem de enerji ihtiyacını giderme adına aktif bir politika izlemiştir. Yine Soğuk Savaş sonrası dönemde Rusya’nın süper güç konumunu kaybetmesi Çin’in Doğu Asya’da aktif iş politika izlemesine neden olmuştur.

11 Eylül sonrasında ABD’nin terörle mücadele kapsamında Orta Doğu ve Orta Asya’da hakimiyet kurmaya başlaması ve ek üsler elde etmesi Rusya’yı olduğu gibi Çin’i de tedirgin etmiştir. Aralarında stratejik ortaklık kuran Rusya ve Çin, ABD’nin tek kutuplu dünya düzeninin önüne geçme adına birlikte politika izlemişlerdir. Ayrıca Çin ulusal egemenliğin, çıkarların, güvenliğin korunması ve savunmaya dayalı, barışçıl bir politikayla örtüşen “Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi” ile bir güvenlik politikası takip etmektedir.

Türkiye’de Strateji ve Güvenlik
Türkiye’de Strateji ve Güvenlik

Türkiye, geleneksel olarak sosyal ve siyasal gelişiminde güvenlik kavramını çok fazla kullanan ülkelerden birisidir. Türk toplumu uzun yıllar belirli bir güvenlik kültürüyle tanımlanmıştır ve güvenlik bu kapsamda birçok başka düşüncenin üstünde yer almıştır. Bu çerçevede, Türkiye’de güvenlik ve strateji kavramlarının nasıl tanımlandığını, güvenlik kültürünün nelere dayandığını, strateji ve güvenlik politikalarının ne şekilde hayata geçirildiğini anlamak önemlidir.

Türkiye’de Strateji ve Güvenlik Tanımlamaları

Türkiye, geçmişten günümüze sosyal ve siyasal gelişmişlikte güvenlik kavramını en üst safhada tutmuştur.

Türkiye’de “strateji” ve “güvenlik” kavramları neredeyse birbirinin yerine geçen bir kullanım alanına sahiptir. Güvenlik kavramı, kimi zaman “askeri strateji”yi çağrıştırırken; resmi söylemde kullanılan “ulusal güvenlik” ifadesinin ilgili kurumlarca yapılan tanımlarına bakıldığında, kavramın “genel strateji”yle benzeştiği görülür.

Türkiye’de güvenlik stratejisi ilk olarak 2. Dünya savaşı sonrası gündeme gelmiştir. 1961 Anayasasında Milli Güvenlik Kurulunun oluşturulması sivil ve askeri düzeyde “ulusal savunma” anlayışı yerini “milli güvenlik” anlayışına bırakmıştır.

Türkiye’nin resmi düzeydeki milli güvenlik söylemi beka, ülkesel bütünlük ve rejimin korunması gibi temel esaslarca belirlenmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda bağımsızlık, bütünlük, ülkenin bölünmezliği, Cumhuriyet ve demokrasiyi koruma hedefleri esas alınmıştır. Türk silahlı kuvvetlerinin çeşitli belge ve açıklamalarında ulusal bağımsızlığın, egemenlik ve toprak bütünlüğünün, ülkenin çıkarlarının korunmasını esas alındığı bilinmektedir.

Ulusal güvenlik politikası, Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi (MGSB) olarak anılan bir belge çerçevesinde çizilmektedir. Kamuoyunda ‘Kırmızı Kitap’ olarak da bilinen MGSB, MGK’n›n Bakanlar Kurulu adına hazırladığı ulusal güvenlik konusundaki politika belgesidir. Bakanlıklar ve Genelkurmay bu belge ışığında genel politika ve stratejilerini belirlerler. MGK, gizli bir belge niteliğindeki MGSB’yi, Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası ve Türkiye halkının refahına ilişkin izlenecek milli güvenlik siyasetinin esaslar›n› içeren; Türkiye Cumhuriyeti’nin milli menfaati ve milli hedeflerini, milli hedeflere ulaşılması için takip edilecek iç ve dış güvenlik ile savunma siyasetlerine ilişkin esaslar› kapsayan bir yol haritası şeklinde tanımlamaktadır.

TSK’ya göre Türkiye’nin güvenlik politikası;

• Bölgesinde güç ve denge unsuru olmak
• Çevresindeki devletlerle barış ve güvenlik koridoru oluşturmak, bunu geniş bölgelere yaymak

• Ulusun toprak bütünlüğün korunması, siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel temel kimliğinin korunmasını sağlamak

Türkiye’de strateji ve güvenlik kavramı askeri terimlerle tanımlanır. Strateji söylemini ilk sahiplenen kurum Genelkurmay Başkanlığı olmuştur.

Türkiye’nin Güvenlik Kültürü

Türkiye’nin güvenlik söylemi üzerinde belirleyici olan güvenlik kültürü tarihsel ve coğrafi unsurlar olmuştur. Tarihsel açıdan Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet döneminin başlangıcına denk, komşuları ve batılı müttefikleriyle belirleyici olmuştur.

Türkiye’nin güvenlik kültüründe Osmanlı İmparatorluğu’nun etkisini ortaya koyan ögelerden ilki, “yalnız kalma ve toprak kaybı” korkular›d›r. Osmanlı İmparatorluğu on dokuzuncu yüzyılda Avrupalı büyük güçlere bağımlı hale geldikçe, “ayrılma ve toprak kaybı korkusu” güvenlik kültürünün temel yönü haline gelmiştir. Bu korku esasında Sevr Antlaşmasıyla pratiğe dökülmüştür; özellikle Soğuk Savaşın sona ermesinin hemen ertesinde Türkiye’nin terörle mücadelesi ve Avrupa Birliği ile yürüttüğü sorunlu ilişkiler güvenlik söyleminde bu unsurlar›n belirleyiciliğini artırmıştır.

Türkiye’nin güvenlik kültüründe Osmanlı İmparatorluğu’nun etkisini ortaya koyan öğelerden ikincisi, güç dengesi sistemidir. Türkiye Cumhuriyeti de İmparatorluğun gücünün azalması sonucunda Avrupalı büyük güçlerle ilişkilerinde güç dengesini güvenlik davranışının ayrılmaz bir unsuru haline getirmesi yaklaşımını devralmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Türkiye’nin güvenlik kültürüne bir diğer mirası da, İmparatorluğun özellikle yakın çevresinde yarattığı olumsuz algılamalardır. Örneğin, Türkiye’nin Kuzey komşusu Rusya’ya karşı güvensizlik algılamalarının temel dayanağı Osmanlı tarihinde bulunabilir.

Osmanlı İmparatorluğundan miras kalan bir başka tarihsel unsur batılılaşmadır. 18.yy.’da Osmanlı İmparatorluğunda başlayan batılılaşma hareketi, Türkiye’nin batı odaklı politikalarını harekete geçirmiş, güvenlik politikalarında da Türkiye’nin batılı devlet sistemi içindeki yerini güvence altına alma çabasında önemli etkisi olmuştur.

Coğrafi açıdan jeostratejik konumu Türkiye’nin güvenlik ihtiyacını şekillendiren unsur olarak karşımıza çıkar. Anadolu yarımadası, üç tarafında yer alan denizler, doğudaki dağlık arazi geçilmesi zor doğal sınırlar konumundadır. Türkiye’nin savunma avantajı vardır. Boğazlar Türkiye’yi stratejik açıdan uluslararası bir güç haline getirmiştir fakat bir güvenlik sorunu da yaratmıştır. 19.Yy.’da boğazların kontrolünü ele geçirmek Avrupa diplomasisinin temelini oluşturmuştur.

Jeostratejik konumunun ortaya çıkardığı güvensizliğe bir diğer örnek de, Türkiye’nin fazla sayıda ve çok farklı nitelik, rejim, ideoloji ve hedeflere sahip komşuları olmasıyla ilgilidir.

Türkiye’nin Güvenlik ve Strateji Uygulamaları

Türkiye, soğuk savaş döneminde stratejisinin neredeyse tamamını NATO politika ve stratejileri çerçevesinde belirlemiştir.

Soğuk savaşın sona ermesiyle yeni tehdit odaklarının tanımlanması, Türkiye için yeni bir strateji ihtiyacını ortaya koymuştur. 1990’lı yılların ilk yarısında stratejinin temel motivasyonu soğuk savaş sonrası dönemde yalnızca NATO’ya bağlı kalarak güvenliğin sağlanamayacağı, dolayısıyla Türkiye’nin kendi stratejilerini belirlemesi düşüncesi ortaya çıkmıştır.

Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu bölgelerini istikrarsızlık ve krizlere teslim oluşunu caydırıcılık ve ileri savunma gibi temel stratejilere ek olarak aşağıdaki hususlar belirlenmiştir;

Kriz yönetimi: Türkiye’nin güvenliğini ilgilendiren krizlerde anlaşmazlıkların barışçı yollarla çözümüne ve ayrıca birleşmiş milletler ve bağlı olunan ittifaklar çerçevesinde uluslararası krizlerin çözümüne katkı sağlamaktır.

Kolektif güvenlik: başta NATO olmak üzere uluslararası ve bölgesel ittifaklar içerisinde aktif olarak yer almaktır.

Türkiye’nin Güvenlik Politikaları

Türkiye’de soğuk savaş döneminde güvenlik politikalarının temelini batı ittifakı içinde yer alma, kuzeydeki komşusu Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinden gelen tehdidi bertaraf etme anlayışı oluşturmuştur. Türkiye’nin güvenlik politikaları ilk olarak soğuk savaşın sonra ermesiyle, uluslararası koşulların yarattığı yeni güvenlik tehditleri karşısında 1990’lı ve takip eden yıllarda dengeleri değiştiren 11 Eylül saldırısı sonrasında yeniden şekillenmiştir.

1990’lı Yıllar: Türkiye Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla ortaya çıkan boşluktan kaynaklanan çatışmaları tehdit olarak algılamış, sonrasında yaşanan istikrarsızlık ortamında özellikle doğu Avrupa’da yürütülen istikrar misyonlarında uluslararası tolumla birlikte hareket etmiştir. Güvenlik anlayışı bakımından istikrara ihtiyacı olan bir ülke olarak Türkiye’nin çevresindeki istikrarsızlıklar karşısında denge arayışı olmak dışında fazla bir seçeneği yoktu. Genel olarak, bölgesel çatışmalara karışmama politikası gütmüş olsa da, bu dönemde uluslararası koşullarla birlikte iç siyasi koşullarında etkisiyle Ortadoğu’da Körfez Savaşı, Kafkasya’da Dağlık Karabağ, Balkanlarda Bosna Hersek ve Kosova krizlerine taraf olmak zorunda kalmış ve aktif politika izlemiştir.

Ortadoğu Türkiye’nin daha 1980’li yıllarda tehdit olarak algıladığı bir bölge olmuştur. Irak ve Suriye’nin bölgede etkin olma çabaları ve silahlanmaları karşısında endişe duymuştur. Türkiye’nin Irak ve Suriye ile Fırat ve Dicle sularını paylaşımından kaynaklanan su sorununun krize ve çatışmaya dönüşme ihtimali göz önünde bulundurularak silahlanma bütçesindeki artışa neden olmuştur. Soğuk savaş sonrasındaki körfez krizi Türkiye’nin bölgeden aldığı tehditleri daha da güçlendirmiştir. Bu dönemde Türkiye Kafkasya’da da güvenliğine yönelik tehditler algılamıştır.

1990’lı yılların ilk yarısı Türkiye Ege’den algıladığı güvenlik tehdidinin sürekli yaşanan krizlere dönüştüğü bir dönem olmuştur. 1996’da Ege denizinde bulunan insansız kayalar üzerinde hâkimiyet kurma çabaları Yunanistan ile sıcak çatışma eşiğine getirmiştir.

Doksanlı yılların sonlarına yaklaşıldığında Türkiye’nin yeni stratejisi geleneksel güvenlik tehditlerinin yanında, uluslararası terörizm, uyuşturucu kaçakçılığı ve enerji güzergâhları gibi konulara, ayrıca Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu bölgelerini de kapsayacak şekilde istikrarsızlık ve krizlere odaklanmıştır. Bu çerçevede caydırıcılık ve ileri savunma gibi temel stratejilere ek olarak aşağıdaki hususlar benimsenmiştir:

• kriz yönetimi; Türkiye’nin güvenliğini ilgilendiren uluslararası krizlerde anlaşmazlıkların barışçıl yollarla çözümüne ve ayrıca BM ve bağlı olunan itti- faklar çerçevesinde uluslararası krizlerin çözümüne katkı sağlamak;

• kolektif güvenlik; başta NATO olmak üzere, uluslararası ve bölgesel ittifaklar/kuruluşlar içerisinde aktif olarak yer almak.

Türkiye’nin Güvenlik Politikalarının Kurumsal Yapısı

Her ne kadar son yıllarda yapı hızla değişse bile hali hazırda geçerli mevzuat çerçevesinde Türkiye’nin ulusal güvenlik politikalarının belirlenmesindeki temel aktörler, Türk Silahlı Kuvvetleri, MGK ve diğer yürütme organları olarak sıralanabilir. Bu aktörlerin ulusal güvenlik sisteminin belirleyicileri olmaları 1982 anayasasının 117. Ve 118. Maddeleri ile bu maddelere ilişkin değişiklikler (2003) ve buna uygun çıkarılan 2945 sayılı milli güvenlik kanununa dayalıdır.

1982 anayasası yürütmenin başı olarak Cumhurbaşkanı’na ulusal güvenlik konularında önemli yetkiler vermektedir. TBMM adına TSK’nın başkomutanlığı temsil etmek, TSK’nın kullanımına karar vermek, Genelkurmay Başkanı atamak, MGK’yı toplantıya çağırmak ve MGK’ya başkanlı etmek bu yetkileri arasındadır.

2001 yılında başlayan AB uyum çerçevesinde yapılan değişikliklere kadar MGK, devletin milli güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulanması ile ilgili alınan tavsiye kararları ve gerekli koordinasyonu sağlaması konusundaki görüşleri Bakanlar Kuruluna bildirmek ile yükümlü olan bir kurumdu. 2003’te MGK kanununda yapılan değişiklikle MGK “bildiren” kurum olmaktan çıkarılarak “tavsiye eden” bir kurum haline dönüşmüştür.