Home » Tarih » Endülüs » SON BÜYÜK ENDÜLÜS FÂTİHİ Hâciblerinden eI-Mansûr Muhammed İbn Ebî Âmir

SON BÜYÜK ENDÜLÜS FÂTİHİ Hâciblerinden eI-Mansûr Muhammed İbn Ebî Âmir

tarc4b1k-bin-ziyad
SON BÜYÜK ENDÜLÜS FÂTİHİ
Endülüs Emevileri Hâciblerinden eI-Mansûr Muhammed İbn Ebî Âmir
(366/976-392/1002)*
Lütfi ŞEYBAN**

A. İKTİDARA KADARKİ YILLAR
Tam adı Ebu Âmir Muhammed b. Abdullah b. Mu¬hammed İbn Ebî Âmir el-Muâfirî’dir. IV./X. asırda, En¬dülüs Emevîleri’nde Halife II. Hişâm’ın hâcibi (başvezir) olarak meşhur olmuştur.1 Avrupa Hıristiyanları onu Al-Manzor olarak anarlar. Aslen Yemenli ve Muâfir ka¬bilesinden, parlak askerî başarılarla olmasa da ilmi ve er-demiyle tanınmış bir Arap aileye mensup olarak 327 (939) yılında dünyaya gelmiştir. Dedesinin dedesi Ab-dülmelik b. Âmir el-Muâfirî ispanya’ya Târik b. Ziyad ile birlikte ilk gelenlerden ve fetih hareketine ka-tılanlardandır. Müslümanların yarımadaya yerleşmeleri esnasında Abdülmelik de el-Cezîretü’l-Hadrâ’da (Al-geciras) yerleşmiş, kendisine Cebel-i Târik Boğazı’na yakın bölgeyi içine alan ve el-Cezîretü’l-Hadrâ’nın ku¬zeydoğusunda bulunan Vâdîâne’deki (Guadiana) Turtûşa (Tortosa) bölgesi ikta edilmiştir.2 Zamanla Ab-

* Bu makale, İslamî Araştırmalar Dergisinin XI. sayısında (Ankara 1998, S. 3-4, s. 250-272) yayımlanmıştır.
** Yrd.Doç.Dr.Sakarya Üniv. Fen-Edebiyat Fakültesi, Adapazarı
1 Ibnü’i-Ebbâr, el-Hulletü’s-Siyerâ, (thk.Hüseyin Munis), Kahire 1985, s. 268; İbn Izârî, el-Beyânü’l-muğrib, Leiden 1951, II, 253; Lisânüddin Ibnü’l-Hatîb, el-lhâta fi ahbâri Gırnata, Kahire 1974, II, 102; R.P. Anme Dozy, Spanish islam. A History of the Moslems in Spain, (trc, ed. J.R.VVills), London 1972, s. 458; Hâcib kelimesi, engel olmak ve girmekten alıkoymak manasındaki “hacb” kökünden kapıcı veya teş-rifatçı/mabeynci anlamına gelmektedir. Müslüman devletlerde halife veya hükümdarın makam odasının giriş kapısını korumakla görevli kimse olduğu için ziyaretçiler önce ona başvurmak durumundaydılar. Kavram kısa zamanda farklı bölgeler ve farklı devirlerde önemli de-ğişiklikler göstermesiyle birlikte, hâcibin saraydaki ve idarehanedeki pozisyonuna uyacak bir unvan haline geldi. Basit ifadeyle kabul me-rasimleri yöneticisi olan hâcib, gerçekte bir saray müfettişi, bir saray muhafızları komutanı ve bazen de bir başvezir veya hükümet baş¬kanı olagelmiştir, islam devleti olarak ilk defa Emevîler ve Abbâsîler’de benimsenen bu müessese, daha sonra diğer müslüman devletlerce de devam ettirilmiştir. Endülüs’te ise hâcibin pozisyonu doğudaki devletlerde olduğunda çok farklı idi. Emirlik ve daha sonra hilafet dönemlerinde hâciblik unvanı her zaman vezirden daha üstün olmuştur. Ülke yönetiminde halifenin baş yardımcısı olarak üç sivil yönetim hizmeti olan hilafet sarayı amirliği, başvezirlik ve hazine so-rumluluğunu deruhte ederdi.
Bk.D.Sourdel, “Hadjib”, EI2, III, 45-46; Abdülaziz Salim, Târihu ve hadâratü’l-lslâm fi’l-Endelüs, iskenderiye 1985, s. 326.
2 Ibnü’l-Ebbâr, s. 272; Abdülvâhid el-Merrâküşî, el-Mu’cib fi telhisi ahbâri’l-Mağrib, (nşr. M.S.el-Uryân), Kahire 1963, s. 72; Ibnü’l-Ebbâr, s. 275; İbn Haldun, Kitaâbü’l-iber ve divânü’l-Mübtedei ve’l-haber (S.Bölüm), Beyrut 1979, IV, 147; Ahmed el-Makkarî, Nefhu’t-Tıb min ğusni’l-Endelüsi’r-ratîb, (nşr.l.Abbâs), Beyrut 1968, II, 399; Dozy.gös.yer.

Adülmelik burada seçkin bir kişi haline gelmiş ve çoğalan ailesi ile birlikte ataları Ebu Âmir Muhammed Ibnü’l-Velîd’e nisbetle “Ebu Âmiroğulları” adıyla tanınır olmuşlardır.
Aileden bazıları kendi topraklarında kalmışlar, diğer bazıları ise Kurtuba’ya (Cordoba) giderek ilmî çevrelere karışmışlar ve içlerinden pekçok hadisçi, hukukçu ve kadı, nadir olarak da siyasetçi yetişmiştir. Nitekim, de¬desi Muhammed sekiz yıl Işbîliyye (Sevilla) kadılığı yap¬mıştır. Siyasete yakın bazı dedeleri de sarayda kâtiplik yapmışlar ve büyük itibar sahibi olmuşlardır. İbn Ebî Âmir’in babası Abdullah bilgisi, dindarlığı ve siyasetten uzak durmasıyla tanınan bir hukukçu ve iyi bir ha-disçiydi. III.Abdurrahman devrinin (300-350/912-961) so¬nuna doğru hac dönüşü Ifrîkiye’de Trablusu’l-Garb’ta (Tripoli/Arka) vefat etmiştir.3 Annesi ise, Temim ka¬bilesinden yüksek mevki sahibi bir memur olan ve İbn Bertâl adıyla tanınan Yahya b.Zekeriyâ et-Temîmî’nin kızı Büreyhe olup, Kurtuba’da Arap asıllı Birtâloğulları adıyla bilinen asil bir ailedendi.4 İbn Ebî Âmir çok iyi ye-tiştirilmişti. Tahsilini Kurtuba’da yapmış, dil ve edebiyatı Ebu Alî el-Kâlî’den, hadisi Ebu Bekr b. Muâviye el-Kureşî’den ve tarihi de Ebu Bekr Ibnü’l-Kûtiyye gibi ünlü hocalardan öğrenmişti. Meslek olarak ise, hukuk ve hâkimliği seçmişti. Bu arada kendisinde büyük işler yapma konusunda büyük bir ideal oluşmuştu. Bu idealini daima canlı tutmuş ve yakın arkadaşlarına da an¬latmıştır.5
3 Ibnü’l-Ebbâr, gös.yer; Lisânüddîn Ibnü’l-Hatîb, A’mâlü’l-a’lâm fi men
bûyia kable’l-ihtilam min mülûki’l-lslâm, (thk.-nşr., E.Levi-Provençal),
Beyrut 1956, s. 77-80; Ibnü’l-Hatîb, el-lhâta, II, 102-103; Dozy, s.
459.
4 Abdülvâhid el-Merrâküşî, s. 84; Ibnü’l-Ebbâr, s. 275, İbn Izârî, II, 256-
257; Dozy, gös.yer.
5 Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb f! fünûni’l edeb, (thk. A.Kemal Zekî), Kahire
1980, XXIII, 403; Abdülvâhid el-Merrâküşî, gös.yer; Ibnü’l-Ebbâr,
gös.yer; İbn Izârî, II, 257; Ibnü’l-Hatib, A’mâl, 77-80; Dozy, s.457-460.
emeviler-haccac-abdulmelik
1. Endülüs Emevî Devleti
Burada, İbn Ebî Âmir’in hukuk tahsilini başarıyla bi-tirmesinden sonra teşkilatları içerisinde yükselme ve kısa sürede yönetiminin zirvesine oturma şansı bulduğu dev¬letin, yani Endülüs Emevîleri’nin tarihçesine değinme ih¬tiyacı vardır. “Endülüs” kelimesi Araplar tarafından is¬panya için kullanılmış olup, ispanyolca’ya Andalucia şek¬linde ve “Müslüman ispanyası” veya “islam hakimiyetin¬deki ispanya” (Espana Musulmana) anlamında geç¬miştir.6
Endülüs’ün 711 yılında Müslüman Araplar tarafından fethedilmesinden, 1492 yılında islâm hakimiyetinin sona ermesine kadarki siyasi tarihi altı dönemden oluş¬maktadır: a. Fetih ve Valiler Dönemi (711-755): Emevîler’in Kuzey Afrika Valisi Musa b. Nusayr 711 yılı ilkbaharında, azatlısı Târik b. Ziyad kumandasında bir orduyu, ortamın fetih için müsait olduğunu tespit ettikten sonra ispanya’ya gönderdi. O sırada ispanya’da hakim olan Vizigot Krallığı’nın zayıf durumundan da ya¬rarlanarak, Müslümanlar kısa sürede tüm ispanya’ya hakim oldular. Bu dönemde Endülüs, başşehir Dı-maşk’tan atanan valiler tarafından idare edilmiştir, b. En¬dülüs Emevîleri Dönemi (756-1031): Abbâsîler’in Emevî hanedanına son vermesi esnasında çoğu öldürülen Emevî ailesi mensuplarından Abdurrahman b. Muâviye kaçıp kurtulmuş, 755 yılında Kuzey Afrika’dan Endülüs’e geçmiş ve Emevî taraftarlarının yardımlarıyla 756 yılında Kurtuba’da kendisini bağımsız Emîr ilan etmişti. 756-929 yılları arası Endülüs Emevî Emîrleri Dönemi olmuş ve 929 yılında III. Abdurrahman’ın kendisini halife ilan et¬mesiyle 1031 yılına kadar sürecek olan Endülüs Emevî Hilafeti Dönemi başlamıştı. İbn Ebî Âmir’in sahneye çı¬kışı ise, III. Abdurrahman’ın oğlu II.Hakem Dönemine (961-976) tesadüf eder. II.Hakem’in oğlu II.Hİşâm’ın çocuk yaşta tahta geçmesiyle İbn Ebî Âmir, hâcib olarak iktidarı ele geçirmiş ve ülkeyi tam bir mutlakiyetle idare etmiştir, c. Mülûkü’t-Tavâif Dönemi (1031-1090), d. Mu-râbıtlar Dönemi (1090-1147), e. .Muvahhidler Dönemi (1147-1229) ve f. Gırnata (Granada) Benî Ahmer Emîrli-ği’nden (Nasrîler) sonra Endülüs’te islam hikamiyeti 1492 yılında sona ermiştir.7
2. II. Hakem Devrinde (961-976) İbn Ebî Âmir
Genç İbn Ebî Âmir Kurtuba Medresesi hukuk sınavını
6 Yakut el-Hamevî, Mu’cemu’l-bu/dân, (thk.F.VVüstenfeld, ed.
F.Sezgin), Frankfurt 1994, l, 375-378.
7 C.F.Seybold, “Endülüs”, lA, IV, 270-273.

başardıktan sonra Kurtuba Kadısı Muhammed Ibnü’s-Salîm’e gelen dilekçeleri yazmakla görevli mahkeme fcitibi olarak hayatını kazanmaya başladı. Kısa zaman içinde zekâsı, kibarlık ve zerafetiyle dikkatleri çekmeyi başardı. Onun saltanat çevrelerine nasıl ulaştığı hu-susunda farklı rivayetler vardır. Bunlardan birine göre, halife Hakem onu Reyye (Raiyo) kadılığına tayin ettikten sonra, oğlu Hişâm’ın annesi Subh’un (Aurora) ve-kilharçlığma veya hizmetçiliğine (fî hıdmetihâ) tayin et-miştir.8 Diğer bir rivayette, İbn Ebî Âmir’in sarayda gö¬revli bazı genç arkadaşları onu halifenin hanımı Subh’a takdim etmişler ve Subh da onun nezaketine ve edebî maharetine hayran kaldığından halife nezdinde aracılık ederek ve onu bazı beldelerin kadılığına tayin ettirmiş¬tir.9 Bir diğer rivayete göre ise, İbn Ebî Âmir’in halife Hakem ile ilk görüşmesi hâcib Ca’fer Mushafî’nin onu Hakem’e, veliahd Abdurrahman’ın mal kâhyası veya ve¬kilharcı (vekîlen lehû fî hayâtihî) ve annesi Subh’un iş¬lerini görecek birisi olarak tavsiye etmesi üzerine ger¬çekleşmiştir.10
Nihayetinde kaynakların birleştiği nokta, İbn Ebî Âmir’in 356 (23 Şubat 967) yılında 27 yaşındayken Hakem’in beş yaşındaki veliahd oğlu Abdurrahman’ın mallarını idare etme görevine, onbeş dinar maaşla ge-tirilmiş olduğudur.11 Bu küçük vazife, daha sonra ona iktidar kapılarını açacak ve ikbale eriştirecek olan bir iliş¬kiye zemin olmuştur. Bundan sonra genç adam Subh’u etkilemeye çalışır, onun için yaptırdığı gümüş saray bib¬loyu kölelerin başında taşıtarak ona hediye gönderir ve bunun gibi vesilelerle Subh’un sevgisini kazanır. Bunun sonucunda onyedi ay sonra Dâru’s-sikke Nezâretine (darphane müdürlüğü) getirilir. Kısa süre sonra buna el-Hızâne Nezâreti (devlet hazinesi kontrolörlüğü) ve 969 yılında da miras-tereke mallan kadılığı gibi devletin en mühim mevkilerinden olan görevler ilave edilir.’12’ Bu arada eline bol miktarda para geçmesi İbn Ebî Âmir’in hayatının akışını değiştirmiştir. O bu imkan ve parayı is¬tikbali ve ikbali için yatırıma dönüştürmeyi bilir. Cö¬mertçe hediyeler ve rüşvetlerle Subh’dan başka
8 İbn Bessâm, ez-Zahîra fi mehâsini ehli’l-Cezîra, (thk. ihsan Abbâs),
Beyrut 1979, l, 60; Abdülvâhid el-Merâkuşî, s. 72-74; Ibnü’l-Hatîb, e/-
Ihâta, II, 103; Dozy., s. 460; II. Hakem hakkında geniş bilgi için bkz.
A.H.Miranda, “AI-Hakam II”, EI2, III, 74-75; Mehmet Ûzdemir,
“Hakem II”, DlA, XV, 174-175; Vekilharç: Bir konağın alışverişini yap¬
makla görevli kimsedir Bkz. Türkçe Sözlük, TDK, Ankara 1988, II,
1556.
9 İbn Izârî, 11,251; Dozy, gös.yer.
10 İbn Izârî, 11,251.
11 Nüveyrî XXIII, 404; Ibnü’l-Hatîb, A ‘mâl, s.59.
12 İbn Izârî, II, 251-252; Ibnü’l-Hatîb, A’mâl, gös.yer; Dozy, s. 460-462.

Hakem’in nüfuzlu adamı İbn Eflah’ın da içinde bulunduğu pekçok yüksek mevki sahibi kimsenin gönlünü ka¬zanmıştır. Sınırsız cömertliğiyle İbn Ebî Âmir, Subh’un yanısıra halifenin haremindeki pekçok kadını da et¬kilemeyi başarmıştı. Bu durum halife Hakem’in de dik¬katini çekmiş ve “Anlamıyorum, bu genç adam dünyalık herşeye sahip olan haremimdeki kadınların kalplerini ka-zanmayı nasıl beceriyor? Hiçkimsenin hediyesi onunki kadar etkili olamıyor. O, büyük bir sihirbaz ya da iyi bir hizmetçi olmalı. Doğrusu bunca masrafı nasıl ve ne¬reden karşıladığı konusunda endişeliyim” demiştir.13 Gerçekten de halife bu endişesinde haklıydı. Zira, darp¬hanenin ve hazinenin bu genç müdürü idaresindeki pa¬rayı şahsi tasarruflarıyla sorumsuzca harcayarak büyük bir riske girmişti.
İbn Ebî Âmir’in düşmanları bu durumu fırsat bilerek kendisini halifeye şikâyet ettiler. Bunun üzerine halife ona zimmetindeki parayı ve tüm hesapları alarak hemen saraya gelmesini emretti. Zor durumda kalan İbn Ebî Âmir, dostu olan vezir İbn Hudayr’a giderek durumunu anlattı ve gerekli parayı ödünç istedi, istediği parayı alan İbn Ebî Âmir, paraları ve hesapları sarayda halifeye ar-zetti. Hesaplarda herhangi bir açık çıkmaması ha¬sımlarını hayrete düşürdü. Bu durumda halife şikâyet¬çileri cezalandırırken, müdürü de mükâfâlatlandırdı.14 Bu olaydan sonra İbn Ebî Âmir yükselişini sürdürerek Aralık 969 yılında Işbîliyye ve Leble (Niebla) veya Sebte (Ceuta) kadılığına, Temmuz 970 yılında da Ab-durrahman’ın ölümü nedeniyle veliahd olan küçük Hişâm’ın iş vekilliği görevine (vekîlen lehû), daha sonra da Şubat 972 yılında Kurtuba’nın güvenliğinden sorumlu Sâhibü’ş-Şurta (polis şefi) olarak tayin olundu.’15’ Böy¬lece, İbn Ebî Âmir henüz otuzbir yaşındayken devletin önemli altı makamının başında bulunuyordu. Başşehir Kurtuba’nın en yüksek düzeydeki bir memuru olarak büyük bir gayretle çalışmış, dalkavukluğuyla olduğu kadar, maheretiyle de ikbâle ermişti. Rusâfe’de yaptırdığı köşkünde bir prens gibi lüks ve debdebeli bir hayat ya¬şamaya başlamıştı, itibarını korumak ve başarılarını sür¬dürmek için hiçbir fırsatı kaçırmayarak etrafında bir kâtipler ve hizmetliler ordusu oluşturmuştu. Bu arada,

vezir Mushafî’nin köşküne sabah-akşam gider gelir ve onunla dostluk kurmaya çalışırdı. Nezaketi, kibarlığı ve cömertliği ile kısa sürede herkesin sevgisini kazanmıştı. Gözü daima yükseklerde olduğu için büyük komutanlarla dostluk kurmaya da önem verirdi.16
Çok geçmeden el-Udve’de (Moritanya) çıkan olaylar bu konuda kendisine yardımcı olmuştu. Kuzey Afrika’da Fâtimiler’e karşı genişleme harekâtı başlatan Hakem, bölgede Fatimi yanlısı Emîr Hasan b. Gannûn üzerine komutanı İbn Tumlus’u 972 yılında şevketti. Önce galip, ancak sonra mağlup olan İbn Tumlus’un ölümü üzerine bölgedeki Idrisî emîrler isyan ettiler. Bu durumda el-Udve’de Emevî hâkimiyetinin tehlikeye girdiğini gören Hakem, seçkin bir orduyu büyük komutan Gâlib b. Ab-durrahman komutasında bölgeye göndererek duruma hâkim olmayı başardı.17 Ancak, bu başarı uğruna Gâlib’in harcadığı paranın miktarını öğrenince büyük bir israf yapıldığını anladı ve durumu teftiş için İbn Ebî Âmir’i el-Udve maliye genel müfettişliği ve el-Udve baş-kadılığına atayarak Afrika’ya gönderdi.
İbn Ebî Âmir’in oradaki görevi komutanların fa-aliyetleriyle bütün harcamaları kontrol altında tutmaktı. Ayrıca, sivil ve askeri idarecilerin İbn Ebî Âmir’e.danışıp tasvibi almadan hiçbir icraat yapmamaları halifenin em¬riydi. Böylece İbn Ebî Âmir, hayatında ilk defa kendisini ordu ve komutanlar ile yakın temas içinde buldu. Şahsî menfaati gereği komutanlarla iyi ilişkiler kurması sa¬yesinde hem vazifesini ve hem de gelecek yatırımını iyi yaptı. Hem halifeyi, hem de komutanları memnun etti. Bunun yanında, Afrikalı emîrler ve Berberî kabile re¬isleriyle de ileride kendisi için faydalı olacak dostluklar kurmayı ihmal etmedi.18 İbn Gannûn’un teslim ol¬masıyla el-Udve’de huzur sağlanmasının ardından Idrisî emîrleriyle birlikte 974 yılında Kurtaba’ya muhteşem bir dönüş yapan Gâlib’in yanında İbn Ebî Âmir de vardı. Bu arada 974 yılının Aralık ayında bir felç geçiren Hakem, devlet işlerini vezir Mushafî’ye bırakarak hayır işlerine yöneldi.19 Halifeden daha tutumlu olan Mushafî, Afrika illerinin idaresi ile Idrisî emîrlerin masraflarının devlete pahalıya mal olduğuna karar vererek onları Tunus’a gön¬derdi ve Afrika valisi vezir Yahya et-Tucîbî’yi merkeze

13 İbn izârî, II, 252.
14 İbn izârî, II, 252.
15 İbn Hazm, Naktu’l-arûs fi tevârihi’l-hıdefâ’ bi’l-Endelüs, (thk. ihsan
Abbâs), Beyrut 1987, s. 107; İbn izârî, II, 251-253; Dozy, s. 462;
Anwar G. Chejne, Müslim Spain. Its History and Culture, Minneapolis
1966,3.38-40.

16 İbn izârî, II, 252-253, 258; Dozy, s. 463.
17 İbn izârî, II, 2548; Ibnü’l-Hatib, A’mâl, s. 59-60.
18 İbn izârî, II, 252-253; Dozy, s. 463-466; Claudio Sanchez-Albornoz,
l’Espagne Musulmane, Opu/Publisud 1985, s. 354-355.
19 İbn izârî, II, 248-249.

aldı.20 Bu sırada Hakem, tahtının henüz çocuk olan oğlu Hişâm’a intikalini temin etmek ve ona biat almak için ülkenin ileri gelenlerini 5 Şubat 976 yılında topladı. On-lara maksadını açıklayarak veraset vesikasını im-zalamalarını istedi. Ancak, hiç kimse buna cesaret ede-meyince halife, İbn Ebî Âmir ile Subh’un azatlı kölesi Meysûr’a, vesikanın imzalanarak çoğaltılmasını ve Afrika dahil tüm illerin ileri gelenlerine imzalatılmasının sağ¬lanmasını emretti. Halifenin otoritesi sayesinde bu Emîr uygulandı ve artık Hişâm’ın adı hutbelerde zikredilmeye başlandı.21 Nihayet Hakem, 1 Ekim 976 yılında vefat etti.22
3. II. Hişâm Döneminde (366-369/976-1009)
İbn Ebî Âmir

a) II. Hişâm’ın Tahta Geçmesi
Halife II.Hakem’in 366 (976) yılında ölümü üzerine veliaht oğlu Hişâm, el-Müeyyed Billâh unvanıyla, En-dülüs Emevî Devleti tahtının onuncu vârisi ve üçüncü ha¬lifesi olarak, Kurtuba’da 366 yılı Safer ayında (Ekim 976) ve henüz 10 veya 12 yaşındayken tahta çıktı.23 Ancak bu çıkış, vezir Mushafî ve destekçisi İbn Ebî Âmir sa¬yesinde olmuştu. Çünkü çocuk yaşta birinin halife ol-masını istemeyenler de vardı.
Bunlar sarayın Slav kökenli muhafızları (Sakâlibe) idi. Liderleri durumundaki Faik ve Cevzer, II. Hakem’in değer verdiği komutanlar idi ve kendisi son nefesini bu ikisinin kollarında vermişti. Faik ve Cevzer, Hakem’in ölümünü duyurmadan önce kendi mevkilerini garantiye almak için plan yaptılar. Kendileri önemli, varlıklı ve nüfuzlu kim¬selerdi. Emirlerinde pekçok köle ve silahlı muhafız vardı. Dolayısıyla güçlü durumda idiler ve bunu halka karşı yaptıkları taşkınlıklara sabır gösteren halife sayesinde elde etmişlerdi. Böyle olunca yeni halife seçiminin sa¬dece kendi ellerinde olduğunu sanmışlardı. Onlara göre henüz çocuk olan Hişâm tahta geçerse, halifenin vesayeti kendilerinden hoşlanmadıkları vezir Mushafî’ye geçecek, idare tamamen vezir ile Hişâm’ın annesi
20 Dozy, s. 466.
21 İbn Izârî, II, 249.
22 Halife II.Hakem el-Müstansır hakkında geniş bilgi için bk. İbn Hazm,
s. 194-196; İbn Izârî, II, 253.
23 Nüveyri, XXIII, 402; İbn Hazm, s. 79; Ahmed b. Yahya ed-Dabbî,
Buğyetü’l-mültemis, (thk.lbrahim Ebyârî), Kahire 1989. s 43; İbn Izârî,
II, 253, 262; Halife il.Hişâm hakkında geniş bilgi için bkz.
D.M.Dunlop, “Hishâm ir, E/2, III, 495-496; Abdülmecid Na’naî,
Târîhu’d-Devleti’l-Emeviyye fi’l-Endelüs, Beyrut 1986, s. 419 vd.

Subh’un elinde olacak ve dolayısıyla kendi nüfuzları aza¬lacaktı. Ayrıca, onlara göre halk Hişâm’a isteksiz olarak biat etmişti ve kamuoyu veraset usulü saltanata karşı çı¬kıyordu. Aynı şekilde, bir çocuğun sembolik hü-kümdarlığına halkın katlanması da zordu. Buna karşın, genel istek doğrultusunda Hişâm’ın 27 yaşındaki amcası Mugîre b. Abdurrahman’ı halife yaptıkları takdirde halk nezdinde itibar bulacaklarını ve kendilerine minnet borcu olacak yeni halife sayesinde ülkedeki hâkimiyet ve ay¬rıcalıklarını sürdürebileceklerini umuyorlardı.24 Plan¬larını gerçekleştirme yolunda daha ilk anda büyük bir hata ederek düşüncelerini, kendilerine zarar gel-meyeceğine inanarak vezir Mushafî’ye açtılar. Onların fikrini beğenmeyen Mushafî, güçlerini iyi bildiği için ih-tiyatlı davranarak başlangıçta onlara güven verdi ve ar-dından İbn Ebî Âmir, Ziyad b. Eflâh ve Kâzım b. Mu-hammed gibi önemli yönetici arkadaşlarıyla toplantı yapıp durumu değerlendirdikten sonra hep birlikte, kar¬deşinin ölüm haberini almadan önce Muğîre’yi öl-dürmeye ve böylelikle sakâlibenin planını bozmaya karar verdiler. Çünkü vezir ve ekibine göre, Hişâm tahta ge¬çerse istedikleri gibi ülkeyi yönetebilecekler, bilakis ken¬dilerinden hoşlanmayan Mugîre geçerse mevkilerinden ve hatta hayatlarından olabileceklerdi. Karar gereğince Muğîre’yi öldürme işini, saraya yakınlığı ve önemli ki¬şilerin güvenini kazanmış olması sebebiyle İbn Ebî Âmir üstlendi ve Muğîre’yi boğdurdu.25 Böylece sakâlibenin planı bozularak İbn Ebî Âmir’in de istediği şekilde Hişâm’a halife olarak biat edilmiş oldu. Bu olayda Hişâm, Mugîre’ye karşı önemli iki avantajını kullanmıştı. Bi¬rincisi, hayatta iken babası tarafından veliaht ilân ve tayin edilmesi; daha önemli ikincisi ise, Hakem’in üst düzey yöneticilerinin özellikle İbn Ebî Âmir’in kendisini desteklemesiydi.26
Hişâm’a biat merasiminden sonra halkı etkilemeyi bilen İbn Ebî Âmir’in tavsiyesiyle vezir Mushafî, halkın gönlünü almak için bazı vergileri kaldırdıktan başka, hal¬kın halifeye olan sadakat duygularını canlandırmak ama¬cıyla 7 Ekim günü bir askeri tören eşliğinde yeni halifeyi halka takdim etti. Aynı gün, halife tarafından Mushafî hâcib olarak ve Sâhibü’ş-Şurta İbn Ebî Âmir ise,
24 İbn Bessâm, IV, 59; İbn Izârî, II, 259; Ibnü’l-Hatib, A’mâl, s. 60-61.
25 Nüveyri, XXIII; İbn Bessâm, IV, 59; İbn Izârî, M, 260-262; Ibnü’l-Hatîb,
A’mâl, s. 61; İbn Haldun, IV, 147; Dozy. s.469-472.
26 D.J.VVasserstein, The Rise and Fail of the Party-Kings: Politics and
Society in Islamic Spain (1002-1086), N.J.Princeton Univ. Press,
New Jersey 1985, s. 39.

halifenin annesi Subh’un arzusu üzerine vezir olarak atan¬dı.27 Bu durumda devletin yönetimi gerçekte halifenin değil, hâcib Mushafî ile Subh destekli vezir İbn Ebî Âmir’in eline geçmiş oluyordu.28 Bu arada daha Hakem hastalandığında küçük bir çocuğun tahta vâris olmasını fırsat bilen Hıristiyanların, komşuları Müslümanlara sal¬dırma teşebbüsleri İbn Ebî Âmir’in daha yükselmesine zemin hazırlamıştı. Hükümetin Hıristiyanlara karşı ha¬rekete geçmemesi, onların akınlarını Kurtuba kapılarına doğru taşımalarına sebep olmuş ve bu durum Kurtuba’da huzursuzluklara sebep olmuştu. Hâcib Mushafî ise, Hı-ristiyanları püskürtebilmek için iktisadi ve askeri gücü ha¬rekete geçirebilecek duruma sahip değildi. Ayrıca sa¬vaştan pek anlamadığı gibi, savunma için etkili hiçbir tedbir de alamıyordu. Öte yandan Hıristiyanların iler¬lemesi ve Endülüs’ün huzursuzluğu sebebiyle harekete geçmek gerektiğini düşünen Subh, beceriksizliği yü¬zünden Mushafî’ye kızıyordu. Bu konudaki endişesini söylediği İbn Ebî Âmir, kendisine ordu komutanlığı ve ye¬terli teçhizat verildiği takdirde düşmanları yeneceğine dair garanti verdi. Daha sonra İbn Ebî Âmir, Mushafî ile durumu görüşerek, harekete geçmesinin hem görevi hem de menfaati gereği olduğunu anlattı. Onun tav-siyesini doğru bulan Mushafî, vezirlerini toplayarak Hı-ristiyanlara karşı sefer kararı çıkardı. Ancak, orduya ko-muta etme sorumluluğunu üstlenmek isteyen başka vezir çıkmayınca İbn Ebî Âmir, kendisine asker seçme yetkisi ve yüzbin altın verilmesi halinde orduya komuta ede¬bileceğini söyledi. Para miktarı fazla bulunmasına rağ¬men, başka gönüllü çıkmayınca İbn Ebî Âmir’e istedikleri verildi.29
İbn Ebî Âmir, 366 (Şubat 977) yılında, seçkin as-kerlerinden oluşturduğu ordusuyla Kurtuba’dan hareket etti. Kaştâle (Castilla) topraklarındaki Talemenka (Ta-lamanca) bölgesinde bulunan Hısnü’l-Hâme (Los Banos) kalesini kuşattı ve büyük bir ganimetle muzaffer olarak Nisan ayında Kurtuba’ya döndü. Müslümanların bu ta¬arruzu öyle etkili olmuştu ki, düşmanlar uzun süre onları rahatsız etmeye cesaret edemediler. Bu zaferle halkı fazlasıyla memnun eden İbn Ebî Âmir, seferden artan parayı orduya harcayarak samimiyeti, nezaketi ve cö¬mertliği sayesinde ilk defa doğrudan temas kurmuş

olduğu askerlerin de böylece sevgisini kazanmış ve onları arkasına almış oluyordu.30 Yine bu zafer sayesinde o, devletin hemen tüm sivil kademelerinden başarıyla yük¬seldikten sonra bir ordu komutanı olarak da etkili ola¬bildiğini halifeye ve halka ispat etmişti.
b. Hâcib Mushafî ile ilişkileri
Mushafî, devletin hizmetine daha yeni girmiş böyle genç birinin yönetimde kendisine ortak olarak vezir atan¬masını oldukça yadırgamıştı. Halbuki kendisi III. Ab-durrahman ve oğlu Hakem devirlerinden beri bu devletin yükünü çekmiş ve problemleriyle uğraşarak gelmişti.31 İbn Ebî Âmir ise kısa zamanda yükseldiği vezirlik ma¬kamında, devlet içindeki gücü ve nüfuzuyla Mushafî’nin iktidarını tehdit eder hale gelmişti. Görünen o ki, İbn Ebî Âmir’in halife ile arasında, yani devlete tek başına hük¬metme emeli önündeki önemli engel Mushafî idi ve bu yüzden onu ortadan kaldırması gerektiğine inanıyordu.
Berberi asıllı hâcib Mushafî, İbn Ebî Âmir karşısında bazı dezavantajlar taşıyordu. Bunlardan en önemlisi o, insanlarla dostluk kurma yeteneğine sahip değildi. Son-radan görme olmasının da etkisiyle Kurtuba’nm seç-kinleri gözünde küstah, kibirli, tahammül edilmesi zor biri idi ve soylu bir aileden gelmediği için de hakir gö-rülüyordu. Ayrıca, zimmetine para geçirme ve devletin önemli mevkilerine akrabalarını getirerek imtiyaz ve il-timas sağlama imtihanlarından dolayı dürüstlüğünden de ciddi olarak endişe duyuluyordu. Hâcib olduğunda bu ku¬surunu düzeltmek istediyse de, bir devlet adamında bu¬lunması gereken vasıflardan mahrum olması ve ka¬rarsızlığı yüzünden bunu başaramadı. Önemli meselelerde daha zeki, kurnaz ve atak olan İbn Ebî Âmir karşısında ikinci planda kaldı ve karar mevkiinde olan genellikle İbn Ebî Âmir oldu.32 Gerçekte İbn Ebî Âmir Mushafî’ye karşı görünürde saygılı davranıyor, fakat ar¬kasından onu her konuda engelliyor ve onun kararsız ki¬şiliğinden yararlanarak her fırsatı kendi hâkimiyeti yo¬lunda değerlendiriyordu. Nitekim, bütün vezirler kendisini destekliyordu.33 Mushafî ise, İbn Ebî Âmir’i en iyi ar¬kadaşı olarak görüyordu. Mushafî’yi asıl korkutan, or¬duda büyük nüfuz sahibi Endülüs süvari birlikleri

27 Nüveyri, XXIII, 403; Ibnü’l-Hatib, A’mâl, s. 60; İbn Haldun, IV, 147.
28 Nüveyri, XXIII, 402; İbn Hazm, s. 79; Abdülvâhid el-Merrâküşî, s. 72-
74; İbn Izârî, II, 254-259; Makkarî, II, 396; Dozy, s. 467-468;
P.Chalmeta, “AI-Mansur”, E?, VI, 431.
29 Ibnü’l-Ebbâr, s. 268-269; İbn Izârî, II, 264; Dozy. s.476-477.

30 Ibnü’l-Ebbâr, s. 269; İbn Bessâm, IV, 62; İbn Izârî, II, 264; Ibnü’l-
Hatib, A’mâl, s. 60.
31 İbn Izârî, II, 254 vd; Makkarî, II, 402-403.
32 İbn Bessâm, IV, 62.
33 Makkarî, II, 420 vd.
komutanı ve Medînetüsâlim (Medinaceli) Valisi olarak Hı¬ristiyan ispanya sınırında Müslümanları’n hudut ko-mutanı olan Gâlib b. Abdurrahman en-Nâsıri idi.
Gâlib, Mushafî’yi sevmiyor ve onu zaman zaman tah¬kir de ediyordu. Katıldığı sayısız savaşta kazandığı şöh-retiyle gururlanan Gâlib, hayatında hiç kılıç çekmemiş böyle birinin hâcib olmasına çok kızıyor ve bu yüksek makama kendinin lâyık olduğunu açıkça söylüyordu. Mushafî de onu, Hakem’in vefatından sonra Hı-ristiyanlara karşı ülke müdafaasında kusurlu ve gevşek davranmakla itham ediyordu. Üstelik, ülkenin en güçlü komutanı Gâlib’in davranışları ve bu düşünceleri se¬bebiyle çok geçmeden bir ayaklanmaya teşebbüs etmesi ve hâcibi devirmesi ihtimali de zayıf görünmüyordu. Böyle bir durumda Mushafî’nin Gâlib’e karşı koyması ise imkansızdı. Bu tehdidi farkeden Mushafî, vezirlerine ve özellikle İbn Ebî Âmir’e danıştı. Onlardan aldığı Gâlib ile dostluk kurma tavsiyesine uydu ve İbn Ebî Âmir’in ken¬disine yaptığı arabuluculuk teklifini de kabul etti. Zira, İbn Ebî Âmir o sırada ikinci seferine çıkmak üzereydi. Ancak İbn Ebî Âmir, hakimiyetin zirvesine erişebilmek için ra¬kiplerini uzlaştırmak yerine, kurnaz davranarak onları bir¬birine düşürmeye karar verdi.
Öncelikle menfaatlerini samimiyetle koruyacağına dair güven verdiği Mushafî’ye, kontrol altına alınır ba-hanesiyle Gâlib’e “zü’l-vizâreteyn” unvanı verilmesi fikrini kabul ettirdi. Bu müjdeyle 977 yılında çıktığı ikinci se¬ferinde İbn Ebî Âmir, Mecrît’te (Madrid) Gâlib ile gö-rüşerek onu memnun etti. Ona, Mushafî’yi bulunduğu makama lâyık olmayan biri olarak gördüğünü söyleyerek sevgisini kazandı. Aralarında sıkı bir dostluk kuruldu. Bundan sonra hâcibi birlikte düşürmeye karar verdiler. Kaştâle’de Mola (Mula) kalesine saldırarak beraberce zafer kazandılar. Kurtuba’ya yine muzaffer olarak dönen İbn Ebî Âmir, Gâlib’in tavsiyesi ve etkisiyle başkent Kur-tuba valisi olmak isteyince, Mushafî’nin oğlu Mu-hammed’in yerine bu göreve gelmesi hiç de zor olmadı. Ayrıca bu seferin etkisiyle sarayda ve halk nezdinde iti¬barı ve şöhreti daha da arttı.34
Eski valinin şehirde huzur ve güven ortamını sağ-layamaması sebebiyle evlerinde rahat olamayan halka, özledikleri asayiş ve huzuru İbn Ebî Âmir sağladı. Bu ko¬nuda aldığı sert tedbirler etkili oldu. Nitekim vali, suç iş¬leyen kim olursa olsun affetmeyeceğini, suçlu bulunan oğlunu ölmesine neden olacak şekilde kırbaçlatarak ispat etmişti. Öte yandan, gelişen olaylar karşısında
34 İbn izâri, II, 265-266; Ibnü’l-Hatîb, A’mâl, s. 61; Chejne, s. 40-41.

oldukça tedirgin olan fakat elinden birşey gelmeyen Mus¬hafî, mevkiini muhafaza için tek umut olarak ne pa¬hasına olursa olsun Gâlib’i kendi tarafına çekmeyi gö¬rüyordu. Hemen Gâlib’e mektup yazarak ona çok cazip tekliflerde bulundu ve kızı Esma’yı kendi oğlu Osman’a istedi. Bu teklifleri samimi bulduğu için içindeki nefreti bir kenara atarak teklifleri kabul eden ve evliliğe rıza gös¬teren Gâlib’i, durumu derhal farkedip tedbir alan İbn Ebî Âmir caydırdı. Kendi aralarındaki dostluğu ve Mushafî ile arasındaki münafereti Gâlib’e hatırlattıktan başka, kızını da soylu bir kişi olarak kendisine vermesini ve şerefli bir evliliğe razı olmasını istedi. Bunun üzerine hata ettiğine hükmeden Gâlib Mushafî’ye red, İbn Ebî Âmir’e ise olumlu cevap verdi ve muhteşem bir düğünle evlilik ger¬çekleşti.35
Bundan sonra üçüncü seferine çıkan İbn Ebî Âmir, Tuleytula (Toledo) yolunda ordusunu kayınpederinin or¬dusuyla birleştirdi. 978 yılında binlerce Tuleytula böl-gesinde bazı kaleler fethettiler. Talemenka şehri çev-resindeki bazı yerleri aldılar. Kurtuba’ya yine Hristiyan liderler, askerler, halktan pekçok esir ve ganimet ile dönen İbn Ebî Âmir’e halife tarafından Gâlib’inkine denk “zü’l-vezareteyn” unvanı verildi ve maaşı hâcib maaşı olan aylık seksen dinara çıkartıldı.36 Kendisini ya¬payalnız bulan Mushafî’nin, II. Hakem zamanında em¬rinde olan Sakâlibe’nin de desteğini kaybettikten, daha doğrusu Sakâlibe’nin saraydaki nüfuzları kırıldıktan sonra artık hiçbir etkinliği kalmamış ve yakında başına gelecek kötü sonun farkında olarak çaresiz tevekkül için¬de bekliyordu. Nitekim çok geçmeden Halife Hişâm İbn Ebî Âmir’i Ca’fer’e ortak olarak hâciblik görevine getirdi. Kısa süre sonra da halifenin öfkesine maruz kalan Ca’fer başta kendisi, oğullan ve yeğenleri görevlerinden alın¬dılar ve unvanlarını kaybettiler, itham edildikleri suç¬lamalar mahkeme edilene kadar tutuklanarak mallarına el konuldu. Daha sonra Medînetü’z-Zehrâ’daki devlet ha-pishanesine götürülen sanıkların duruşmaları devlet şu¬rası önünde yapıldı. Çeşitli olaylardan dolayı suçlu bu¬lunan sanıklar, günlerce süren duruşmalar esnasında ve yayan gidiş gelişlerde iyice yorgun düşmüşlerdi. Mah¬keme sonunda canı bağışlanan Mushafî, gözden düş¬müş biri olarak bundan sonra hep perişan halde yaşadı ve nihayet, bilinmeyen bir şekilde öldü. Boğulduğu veya zehirlendiğini söyleyen tarihçiler de vardır.37
35 İbn Izârî, II, 266-267.
36 İbn izârî, II, 267.
37 İbn Bessam, IV, 62; İbn izârî, II, 256, 267-272;.Ibnü’l-Hatib, A’mâl, s.
61; İbn Haldun, IV, 147; Makkarî, II, 402-403; Na’naî, s.429 vd.

Anlaşılacağı üzere, Mushafî tutuklandıktan sonra hâciblik vazifesi, hudut (sügûr) komutanı Gâlib’in de desteğiyle İbn Ebî Âmir’e verildi.38 Böylece, sırasıyla pekçok önemli mevkileri tırmanarak gelen İbn Ebî Âmir, in¬sanların sevgisini, halifenin güvenini, halifenin annesi Subh’un ve ünlü komutan Gâlib’in desteğini kazanmış bi¬risi olarak, devletin resmen ikinci ve halifeden sonra en önemli makamı olan hâciblik makamına erişmiş olu-yordu.39
B. HÂClB el-MANSÛR BlLLAH 1. iç Siyaseti
İbn Ebî Âmir, kayınpederi Gâlib ile birlikte, devletin en yüksek otoriteye sahip kişileri olarak ülkeyi yönetiyorlar¬dı.40 Ancak kargaşa bitmek bilmiyordu. Daha çocuk olan halifenin etkisiz bir durumda ve yardımcılarının va¬siyeti altında olmasından başka, hâcib İbn Ebî Âmir’in Subh ile olan dostluğundan huzursuzluk duyarak ten¬kitlerini dışa vuran Kurtubalılar, bu duygularını isyana çe¬virmek istediler. Bu meyanda II.Hişâm’ı devirmeyi ve ye¬rine III.Abdurrahman’m torunu Abdurrahman b. Ubey-dullah’ı getirmeyi hedefleyen bir suikast tertip ettiler. Bu hareketin liderliğini, II.Hişâm’ın tahta geçmesini en¬gellemeye ve yerine Mugîre’yi getirmeye çalışmasıyla bi¬linen Cevzer yapıyordu. Cevzer, Abdülmelik b.Münzir ile işbirliği yaparak suikastı planladı. Suikastçılar arasında bazı kadınlar, âlimler ve şâir Ramâdî gibi edebiyatçılar da bulunuyordu. Cezalandırılan eski vezir Mushafî’nin ar-kadaşı ve en kötü günlerinde bile ona sadık kalmış kim-selerden olan şâir Ramâdî, Mushafî’nin düşüşünde baş¬rolü oynayan İbn Ebî Âmir’e amansız bir kin besliyordu, intikam alma özlemiyle hâcibi hicvedici pekçok şiir yaz¬mıştı. Suikastçılar başkent valisi Ziyad b.Eflah’m da ken¬dilerine katılmasıyla komplonun başarıya ulaşacağından emindiler.
Suikastı artık sarayda görevli olmasa da halifeye yakın olabilen Cevzer gerçekleştirecekti. Planlanan günde vali, şehrin diğer tarafındaki ikâmetgâhına gitmek üzere saraydan ayrıldı. Bu sırada Cevzer saraya girmek için muhafızlara ricada bulundu ve huzura çıkması kabul edildi. Hadımağası Cevzer, halifenin kabul odasına girer girmez halifeyi hançerlemek için atıldı. Fakat odada bu-
38 Nüveyri, XXIII, 403.
39 Nüveyri, XXIII, 404, İbn Izârî, II, 272-275; Dozy., s. 478-487.
40 Nüveyri, XXIII, 403.

lunan Ibni Arûs suikastçinin üzerine çullanıp onu etkisiz hale getirerek emelini gerçekleştirmesine izin vermedi. Komplonun başarısız olduğunu ve Cevzer’in tu-tuklandığını öğrenen vali Ibni Eflah hemen saraya döndü. Ancak, Ibni Arûs onu tedbirsizliğinden dolayı kı-nadı ve suikastçıların suç ortaklarından olmakla suçladı. Vali, olabildiğince kendisini mazur göstermeye ve ni-yetini gizlemeye çalıştı. Kendisiyle ilgili şüpheleri da-ğıtmak için büyük çaba göstererek, şüpheli görülen her-kesin derhal tutuklanıp Cevzer ile birlikte Medînetü’z-Zehrâ hapishanesine gönderilmesini sağladı.41 Su-ikastçılar büyük bir ihanetle suçlanarak mahkemeye çı-karıldılar. Sonuçta İbn Eflâh’ın teklifiyle Abdurrahman idam edildi. Büyük ihtimalle Cevzer de aynı cezaya çarp¬tırıldı. Şâir Ramâdî ise hâcibin affı sonucu sadece müşâhade altına alındı. Hâcib, suikast planına katılanlar arasında eski hukukçu arkadaşlarının da bulunduğunu öğrenmişti. Onlar, hâcibin felsefeye fazla merak sar¬dığını, dolayısıyla sünni çizgiden saptığını yaymaya ça¬lışıyorlardı. Zira felsefe müslümanlar arasında hüsnü kabul görmemişti. Hâcib onları haksız çıkarmak ve aley¬hinde oluşan kötü imajı yıkmak için münevver bir halife olan II.Hakem’in kurdurmuş olduğu büyük kütüphanedeki ulemanın yasak ettiği ilimleri ihtiva eden bütün ki¬tapları yaktırmakta tereddüt etmedi.42 Böylelikle o, fa-kihleri yatıştırması yanında, felsefenin düşmanı ve dinin koruyucusu olduğunu ipsat etmişti. Ayrıca hâcib, dindar görüntüsünü pekiştirmek için Kur’ân nüshalarını çoğalttı ve gittiği her yerde yanında taşıdı. Böylece dindarlığıyla meşhur olmayı başardı.43
Bundan sonra o, büyüdükçe idareyi eline almak is-teyen halifeyle uğraşmaya başladı. Çünkü onun idarede kendisine ortak olmasını, diğer bir deyişle işlerine ka¬rışmasını istemiyordu. Halife Hişâm günden güne rüşd yaşına yaklaşıyor, zekâ bakımından olgunlaşıyor ve yö¬netim işlerini öğreniyordu. Halife yerine hâcib ile birlikte yönetimi elinde bulunduran anne Subh da bu durumdan endişe duyuyordu. Probleme çare olarak, halifeyi saraya kapattılar ve uzlete çekilmesini sağladılar. Sarayın ka¬pılarına adamlarını yerleştirerek onun her hareketini kontrol altında tutmaya özen gösterdiler. Onu cariyelerle, şarkıcılarla eğlenceye teşvik ederek ahlakının
41 Dozy., s. 488-490; E.Levi-Provençal, “Mensur”, lA, VII, 303; Daha
fazla bilgi için bk. E.Habib Mutlak, el-Hareketü’l-lugaviyye fi’l-Endelüs,
Beyrut 1967, s.92.
42 İbn Izârî, II, 292-293; Dozy., s.490-491, E.Levi-Provenşal “Mansur”
l A, VII, 303.
43 İbn izârî, II, 288.

bozulmasma, akli melekelerinin bulanmasına ve yönetimi eline alma iradesinin kaybolmasına sebep oldular.44 Garib olan o ki, zeki bir kadın olmasına rağmen anne Subh, hâcibin yönetimde tek adam olma hırsıyla hareket ettiğini anlayamadığı için, oğlunun hakkına haciz koyma suçuna iştirak etmesinin sonuçlarını farkedememiş ve saray içinde hâcibin temel dayanağı olmayı sürdür¬müştür.
Hâcib, genç halife ile diğerlerinin yönetim işlerine ka¬rışmalarını engellemek, başka bir deyimle bağımsızlığını güçlendirmek amacıyla, Kurtuba’da halife sarayında bu¬lunan devlet işlerini idare müessesesini, yani hükümet merkezini kendine göre daha uygun başka bir yere nak¬letmeyi düşündü. Bu amaçla 979 yılında, Abdurrahman en-Nâsır’ın yaptırmış olduğu hükümet merkezi olan Medînetü’z-Zehrâ’ya benzer şekilde kendine has bir şehir yaptırmaya başladı. Yer olarak Vâdi’l-Kebîr (Gu-adulkivir) Nehri kenarını seçti ve şehrini “el-Medînetü’z-Zâhire” diye isimlendirdi. Orada kendisi, vezirleri ve üst düzey memurları için büyük bir idare merkezi kurdu. 981 yılında şehrin ve merkezin yapımı tamamlandığında ai-lesi ve kendisine tabi insanlarla birlikte oraya taşınıp yer¬leşti. Silahları ve techizatlarıyla birlikte bütün ordusunu ve bütün mallarını oraya nakletti. Divanlar ile birlikte bütün idari birimleri yani devlet dairelerini oraya aktardı. Ardından bütün il ve eyaletlere mektuplar göndererek, devlet adına toplanan tüm vergilerin kendi şehrine ta¬şınmasını, eyalet yöneticilerinin kendisiyle muhatap ol¬malarını ve ihtiyaç sahiplerinin kendisine gelmeleri ge¬reğini duyurdu.45 Şimdi Hâcib İbn Ebî Âmir için sırada, iktidarını sağlamlaştırma yolunda tek ciddi engel olarak önünde duran Gâlib’i ortadan kaldırmak vardı. Ayrıca o, Avrupa’nın en büyük ve en güçlü devleti olan Endülüs’ün şanını daha da yüceltmek ve gücünün devamını temin etmek arzusundaydı. Fakat bunun için orduyu dü¬zenlemeye ve tamamen hakimiyeti altına almaya ihtiyacı vardı.
Mevcut ordu daha çok Endülüslü Araplardan mü-teşekkil olduğu için her iki amacına da uygun değildi. Sı¬nırlardaki askerleri göreve çağırması ise geleneklere
44 Abdülvâhid el-Merrâküşî, s. 74; İbn izârî, II, 276; İbnü’l-Hatib, A’mâl,
s.65-66; İbn Haldun, IV, 147-148; Dozy., s. 492; E.Levi-Provençal,
Hişâm’ın bu durumda kendisini dine ve ibâdete adadığını kaydeder,
s. 223-224.
45 İbn izârî, II- 275-277; Ibnü’l-Hatîb, A’mâl, s. 62; E.Levi-Provençal,
Histoire de l’Espagne Musulmane, Paris 1950, s. 222-223;
C.Sanchez-Albomoz, s.335-356; Cnejne, s. 40-41; M.Abdullah İnan,
Dev/etü’l-islâm fi’l-Endelüs, Kahire 1988, II, 535-536.

uygun değildi ve zaten sınırdaki asker sayısı da yeterli değildi. Araplar’dan oluşan ordunun yetersiz kalması ise, onların rahatlık ve iklimin tesiriyle gevşeyerek savaşçılık ruhundan uzaklaşmalarına bağlanmaktadır. Böyle bir or¬duyla parlak zaferler kazanamayacağını ve kendisine karşı bütün orduya güvenebilecek durumunda olan Gâlib’i yenemeyeceğini çok iyi bilen hâcib, gayesini ger¬çekleştirmek için tamamen kendisine bağlı olacak yeni ordu birlikleri kurmaya karar verdi. Bu maksatla yüzünü el-Udve’ye çevirdi ve bu eyalette yeni bir siyaset güt¬meye başladı. Endülüs ordusu o zamanki yapısına göre askerleri ülke içinden temin ediyordu. Devamlı ve paralı askerlerin sayısı da çok değildi.
Hâcib’in ise yeni ücretli askerlere ihtiyacı vardı. Bu sebeple o zamandan itibaren hayatının sonuna kadar kuzey el-Udve Berberiler’inden gönüllü asker topladı. Bu icratını kolaylaştıran olayların gelişim seyrinde, hâcibin daha başkadı ve genel müfettiş olarak Afrika’da bu¬lunduğu sırada ve sonra vezir iken yaptığı bazı uy-gulamaları vardı. O zaman İbn Ebî Âmir, uzak ve çorak o bölgelerin Endülüs için bir yük olduğuna inanarak ora¬lardan askerleri tahliye etmiş, yalnız Afrika’da Cebel-i Tarık boğazısının anahtarı konumunda olan Sebte’yi tam teşkilatlı bir garnizon haline getirip elinde tutmuştu. Ül¬kenin geri kalan bölgelerinin yönetimini ise, Kurtuba’nın lafzî hakimiyeti altında küçük mahallî beylikler halinde bı¬rakmış, bu yöneticileri hediye ve ihsanlarla kendisine bağlamaya özen göstermişti. Bu durum daha sonra el-Udve açısından tehlikeli gelişmelere sebebiyet verdi. Sa¬vunma açısından bölgenin kendi haline terkedildiğini gören Abbâsîler’in Ifrikiye ya da el-Udve Genel Valisi Bu-lukkin b. Zîrî 979 yılında el-Udve’yi işgal etti. Endülüs Emevî halifesine bağlı yerli idarecileri Sebte kalesine sı¬ğınmaya mecbur etti. Ancak İbn Zîrî’nin bu zaferi İbn Ebî Âmir’in planını bozmamış, aksine gelişmesini sağ¬lamıştır. Sebte’ye sıkıştırılan Berberiler, sahip oldukları herşey yağmalandığı için çok zor durumda kalmışlar ve temel ihtiyaçlarını karşılayamaz bir duruma gelmişlerdi. Bu durumda Hâcib’in eline büyük bir fırsat geçmişti. Ber-beriler’den heran hizmete hazır büyük bir süvari birliği oluşturabilirdi. Bu fırsatı değerlendiren hâcib, onlara kendi hizmetine girmeleri halinde tüm ihtiyaçlarının kar¬şılanacağını ve kendilerine yüksek maaşlar verileceğini bildirdi. Teklifi kabul eden Berberiler Endülüs’e geldiler. Hâcib, amacına ulaşmak için bu haris insanların her türlü isteklerini karşıladı ve böylelikle onları minnet duy¬guları ile kendine bağladı. Arapça’yı tam konuşama-

dıkları için uğradıkları hakaretlere karşı bile onları ko-ruyordu.
Hâcib, paralı olarak tuttuğu bu Berberi birliklerden başka, aynı zamanda kuzey Ispanya’daki Hristiyan Liyûnlular’dan (Leon), Kaştâleliler’den ve Neberra’lılar-dan (Navarra) paralı asker toplayıp birlikler oluşturdu. Hâcib’in nezaketi, cömertliği ve yaptığı her işte adaletli davranması yüzünden bu yeni askerler ona tam ma¬nasıyla bağlanarak bayrağı altında toplandılar. Kendi ül-kelerinde yoksulluk ve zulüm altında olan bu Hristiyan askerlerin Hâcib’e bağlanmaları kısa sürede ve samimi olmuştu. Önceleri Hâcib’in Hristiyan birlikler konusunda ciddi endişeleri vardı. Onları kendisine bağlayabilmek amacıyla bazı yeni uygulamalar getirdi. Hangi dinden olursa olsun bütün askerler için Pazar gününü tatil günü olarak ilan etti. Ayrıca bir Hristiyan ile bir Müslüman ara-sında herhangi bir anlaşmazlık çıktığında tercih hakkı Hristiyan lehine kullanılacaktı. Bu gibi müsamahakar ic¬raatları sayesinde onları da kendine tam sadık askerler haline getirdi.47
Öte yandan, daha önce II. Hakem zamanında orduya hakim unsur durumundaki Slavlar’ı İbn Ebî Âmir, daha vezir iken Hâcib Mushafî ile birlikte bertaraf etmeyi ba¬şarmıştı. Slavlar’dan muhalefetin başı durumundaki Dürri’nin öldürülmesinden sonra Cevzer ve Faik de ta¬mamen etkisiz hale getirilmişlerdi. Onlardan Benu Birzal gibi çoğunu da çeşitli ihsanlarla kendi safına çekmeyi bil¬mişti.48 Bu arada Berberiler’den özel bir koruma birliği de oluşturmuştu.49 Slavlar’dan çok çekmiş olan Kur-tubalılar bu sonuca çok memnun olmuşlardı. Dolayısıyla bu başarısı halk nezdinde İbn Ebî Âmir’e itibar ka¬zandırmıştı. O, mutlak hakimiyet hırsıyla daha vezir iken elde etiği bu asken atandaki başarasmı, olaydan kısa süre sonra 977 yılında çıktığı birinci ve ikinci, 978 yılında da üçüncü seferi vesilesiyle elde ettiği ordu komutanlığı esnasında her türlü ikram ve ihsan yollarını kullanarak orduya kendisini sevdirmekle süslemiş, kazandığı parlak zaferler sayesinde ise tüm Endülüslüler arasında meşhur olmuştu. Bütün bu kazanımlara ilaveten, şimdi Hâcib ola¬rak orduyu istediği şekilde güçlü yapıya kavuşturmak için reformlar yapıyordu.
Hâcib, gönüllü ve daha çok paralı Berberi ve Hris¬tiyan askerlerle büyüttüğü ordu içinde eskiden beri var
46 İbnü’l-Esîr, Fi-Kâmil fî’t-târih, Beyrut 1979, IX, 32; İbn Bessâm, IV,
65; İbn İzârî, ü, 278 va., ^93-294: İbn Haldun, IV, 146-147; Makkarî,
II, 417 vd.; Dozy., s. taZ ;»5; Chejne, s.40-41; E.Levi-Provençal,
“Mansur”, lA, 303.
47 Dozy., s. 495-496; VVasserstein, s. 41-42; Na’naî, s. 426 vd.
48 İbn İzârî, II, 262-264; İbn Haldun, IV, 147; Makkarî, II, 397.
49 İbn Bessâm, IV, 60.

olan, ancak şimdi hakimiyeti yabancı askerlere kaptıran Arap asıllı birliklerin teşkilat yapısında değişiklikler yaptı. Önceden beri ordu süvari ve piyade birlikleri kabile sis¬temine göre düzenleniyordu. Hâcib bu durumu de¬ğiştirerek hangi kabileden olduklarına bakılmaksızın Arap askerleri farklı birliklere dağıttı. Bu köklü de-ğişiklikle o, kabile reisleri olan asillerin nüfuzuna son verdi. Eskiden olduğu gibi artık kabilecilik ruhunun za¬yıfladığı bir ortamda yaptığı için önemli bir tepki gör¬meyen bu yeni düzen sebebiyle kabile sistemi tarihe ka¬rışmıştı. Böylece, emrinde sağlam ve güçlü bir orduya sahip olan Hâcib, Hıristiyanlara karşı geleneksel mü¬cadeleye bıraktığı yerden tekrar başlama imkan ve şart¬larını hazırlamış oluyordu. Ancak, evvela askeri teş¬kilatının değişmesinden rahatsız olan ve yönetimde kendisine ortak olduğu için işlerine karışarak muhalefet eden kayınpederi Gâlib’i ortadan kaldırmaya karar verdi. Her ne kadar Mushafî’nin azledilmesi ve kendisinin dev¬let yönetimi zirvesine çıkmasında Gâlib’in büyük desteği olmuş ise de artık yolunun üzerinde bir engel teşkil edi¬yordu. Gerçekten de Gâlib, Hâcib’in icraatlarından ba¬zılarını onaylamıyor, özellikle halifenin saraya ka¬patılmasına şiddetle karşı çıkıyordu. Zira kendisi III.Abdurrahman’ın yetiştirdiği bir asker olarak ateşli bir hanedan taraftarıydı. Dolayısıyla, Hişâm’ın âdeta bir suçlu gibi hapsedilmesinden dolayı üzgün ve kızgın du-rumdaydı.50
Daha önce verildiği gibi Hâcib, Gâlib’e karşı harekete geçebilmek için güvenebileceği güçlü bir orduya ihtiyacı olduğunu bildiğinden, yeni büyük paralı birlikler oluş¬turup orduya yeni bir düzen vererek, kendisine sadık güçlü ve büyük bir orduya sahip olmuştu. Bundan sonra ise, bütün ailesi ve teşkilatıyla birlikte 981 yılında yeni merkezi Medînetü’z-Zâhire’ye taşınmış ve hükümet mer¬kezini oraya nakletmişti. Böylece Endülüs Emevî Devleti tarihinde ve İbn Ebî Âmir’in hayat hikayesinde farklı bir devreyi oluşturacak olan dönem başlamış oluyordu. Zira Hâcib, bütün ülkeye hakim ve ordunun efendisi olmuştu. Bu pozisyonuyla o, Abbasî halifelerinin zayıfladığı dö¬nemlerde ortaya çıkan ve ülkeye hâkim olan Bağdat’taki Emîru’l-Ümerâ’ya benzetilmektedir. O vakitten sonra Hâcib, ömrünün sonuna kadar devletin yegâne hakimi olmuş ve ülke yönetimine damgasını vurmuştur. Ve¬fatından sonra da iki oğlu kendisinin resmi varisi olarak aynı şekilde hâciblik görevini yürütmüşlerdir.51
50 İbnü’l-Hatîb, A’mâl, s.62; Dozy., s. 496.
51 Nüveyri, XXIII, 404; İbn Hazm, s. 196; İbnü’l-Ebbâr, s. 269.

Komutan Gâlib, Hâcib’in orduda yaptığı değişikliklerin maksadını anlamıştı ve bu yüzden onunla olan ilişkilerini kesmeye kararlıydı, iki eski dost ve müttefik arasında başgösteren bu münâferet, bir gün Hâcib ordusuyla kuzey ispanya’ya sefere giderken Mentîşe (Mentesa) ka¬lesine geldiğinde Gâlib’in kendisini davet ettiği ziyafet sonrası çıkan tartışmaları esnasında iyice günyüzüne çıktı. Gâlib onu fena halde azarlayınca Hâcib de ona aynı şekilde karşılık verdi ve Gâlib hiddetle, “sen bir kö¬peksin! En yüksek otoritenin kendinde olduğunu sa¬nıyorsun ve hanedanı yıkmayı tasarlıyorsun!” diye ba¬ğırdıktan sonra kılıcını çekerek Hâcib’e saldırdı. Araya giren görevliler Hâcib’i kurtardılar. Ancak İbn Ebî Âmir yaralanmıştı. Bu durum karşısında dehşete kapılan Gâlib’in kendini kale kulesinden aşağıya attığı, fakat şans eseri bir çıkıntıya tutunarak ölmekten kurtulduğu .anlatılmaktadır.
Olaydan sonra aralarında bir savaş olması ka-çınılmaz görünüyordu. Kısa süre sonra Gâlib, kendisini halifenin haklarının koruyucusu ilan etti. Ordunun bir kısmı kendisine katıldı ve ayrıca Liyûn’dan da destek bir¬likler sağladı. Hâcib de kuzey Afrika’dan özellikle Zenâtîler ile Berberîler arasında büyük yeri ve etkisi olan büyük komutan Cafer b. Ali b. Hamdûn el-Endelüsi’yi ya¬nına davet etti. İbn Hamdûn beraberinde iyi yetişmiş ka¬labalık Berberi birlikler olduğu halde Endülüs’e geldi ve Hâcib’in ordusuna katıldı. Hâcib onu çok iyi karşıladı ve Kurtuba’nm en muazzam köşklerinden olan Kasru’l-Ikab’da ağırladı. Ayrıca onu vezir rütbesine terfi ettirmesi Berberiler’i etkiledi ve yeni pekçok Berberi kıtaların En¬dülüs’e gelerek Hâcib’in ordusuna katılmasına sebep oldu.52 Elbette ki, Gâlib bunun anlamını pek iyi kav¬rıyordu. Artık çatışma başlamıştı. Aralarında geçen bun¬dan sonraki mücadelelerde ileri gelen saray men¬suplarından bazıları hayatlarından oldular. Gâlib’in sonunu hazırlayan ve problemi sona erdiren çarpışma, Ibn.Ebi Âmir’in komutasındaki dahili ordu (Cüyûs-hadrû) ile Gâlib’in komutasındaki Liyûnlu birliklerce desteklenen sınır ordusu (Cüyûşu’s-sügûr) arasında ve Şentbecent (San Vincente) kalesi yakınında, 981 yılında meydana geldi. Savaş esnasında durum Hâcib’in aleyhine cereyan etmekteydi. Çünkü Gâlib, hayatı savaş meydanlarında geçmiş cesur bir asker ve parlak bir komutandı. Ancak, bu esnada meydana gelen olay, sonucu bir anda de¬ğiştiriverdi. Bir şansızlık eseri Gâlib, atından düştü ve daha sonra öldü. Bunun üzerine askerleri dağıldı. Do¬layısıyla Hâcib de savaşı kazanmış oldu. Bu savaşta, Emevî hanedanı destekçisi olup Hâcib’e muhalefet eden
52 İbn Haldun, IV, 147; Dozy., s. 498-499.

pekçok komutan öldürülmüştü. Bunun dışında. Gâlib’in müttefiklerinden olan ispanyol asilzadelerinden bazıları da hayatlarını kaybetmişlerdi. Bunlar arasında Neberra kontu Ramiro da vardı.53
Gerçek şu ki Şentbecent savaşı, İbn Ebî Âmir’in hü-kümet ve saltanatı tamamen eline geçirmesi önünde kal¬mış tek engel olan Gâlib’in ortadan kalkmasına sebep ol¬muştu. Bu nedenle artık mutlak yönetici olarak Hâcib, halife unvanında başka her türlü hakimiyet alametlerine sahip olmak için önce 981 yılı Liyûn seferi dönüşü Kur-tuba’da “el-Mansür Billah” lakabını kullanmaya başladı. Sonra Cuma hutbelerinde adı halifeninkinden sonra anıl¬maya başlandı. Hilafete ve devlete has bütün payeleri al¬dıktan sonra artık, huzuruna kabul edilen herkes, hatta vezirler ve şehzadeler bile onun elini öpmek ve önünde eğilerek selam vermek zorundaydılar. Böylece İbn Ebî Âmir, sadece “halife” unvanından başka herşeyde ha¬lifeye denk bir makamda bulunuyordu. Hayatının en şe¬refli ve en güçlü ikbal dönemini yaşıyordu.54 Hatta bu sırada halife unvanını almak arzusuyla fakîhlerden Mu-hammed İbn Zerb, Ebu Amr Ibnü’l-Mekvî ve el-Usaylî’yi; özel adamlarından da İbn Ayyaş, İbn Futays ve Übeyy’i toplayarak onlara konuyu danıştı. Çoğunluğun tasvip et¬memesi ve böyle bir teşebbüsün olumsuz sonuçlara yol açacağını söylemesi üzerine bu fikrinden vazgeçti.55
Artık Mansûr’un kudretine karşı konulamazdı. Hiçbir rakibi yoktu. Ancak, şimdi değilse de ileride tehlike ar-zedebileceğine inandığı birisi vardı. O da ünlü komutan Cafer b.Hamdûn idi. Halbuki Gâlib ile mücadelesinde Cafer’den çok yararlanmıştı ve pekçok Berberi birliklerin kendisini desteklemesini sağlamıştı. Fakat, iktidar veya saltanatın mevcut ve muhtemel tehdit-tehlike arzeden kişi ve odakları yok etme şeklinde ifade edilebilecek ev¬rensel prensibi gereği Hâcib, Ca’fer’i ortadan kal¬dırmakta kararlıydı. Sarayında düzenlediği bir ziyafete onu davet etti. Şarabı fazla içmesini temin ederek ba¬yılmasını sağladı. Gece yarısı evine getirilirken yolda iki Tucîbî askeri tarafından 22 Ocak 983 yılında öldürüldü. Mansûr, suikastten haberdar olmadığını söyleyerek olay¬dan üzüntü duyduğunu göstermeye çalıştı.56
53 İbn Hazm, s. 94-95; İbn izârî, II, 278-279; İbnü’l-Hatib, A’mâl, s. 62-
65; Dozy., s. 497-499; E.Levi-Provençal, s. 224-228; C.Sanchez-
Albornoz, s. 357-359; Gâlib ite ilgili geniş bilgi için bkz., A.Huici Mi¬
randa, “Gnâlib b.Abd AI-Rahmân”, E?, II, 997-998; inan, II, 537-540;
Na’naî, s. 435-437.
54 Nüveyri, XXIII, 404; İbn Hazm, s. 196; Abdülvâhid el-Merrâküşî, s.
74-75; İbn İzârî, II, 279-280; İbnü’l-Hatîb, A’mâl, s.65; Dozy., s.511-
512; E.Levi-Provençal, s.228; Wasserstein, s.40-41.
55 İbn Hazm, s. 86-87.
56 İbn izârî, II, 279-281. 283-284; İbnü’l-Hatib, A’mâl, s.65; Haldun.
s.147; inan, II, 542; Na’nal, s.438.

Bu olaydan birkaç sene sonra, yukarı sınır bölgesindeki Sa-rakusta’da (Zaragoza), Kurtuba hakimiyetinde özerk şe¬kilde Emîr Abdullah devrinden beri hüküm süren Tucîbî Haşimoğulları lideri Abdurrahman b.Mutarrif et-Tucîbî, ilk zamanlarında selefi gibi özerk yapıyı muhafaza etmişti. Fakat, Hâcib’in istibdat politikası ve ülkeyi merkezi yö¬netim ile idare etmede ısrar etmesi, hatta bu politikasını hile ve öldürme dahil her yolla uygulaması Ab-durrahman’ı endişelendirmişti. O, bir gün sıranın ken¬disine de gelebileceğini ve atalarından kendisine miras kalan toprakları ve saltanatının Kurtuba tarafından alı-konabileceğini düşünmeye başlamıştı. Mansûr’un si¬yasetinden endişesi ve korkusu arttığında kendisini daha güçlü hissetmek için, aynı düşüncede olan Tuleytula Va¬lisi Emîr Mervanî ile anlaşma yaptı. Aynı şekilde Man¬sûr’un oğlu Abdullah da bu iki valiyle bir olup, Mansûr’un yönetimine muhalif olanlara destek ifade eder şekilde Sarakusta’da iyi muamele görüyordu. Ancak Mansûr, ül¬kenin dört bir yanındaki casusları vasıtasıyla durumun farkına varmakla gecikmedi.
Önce oğlu Abdullah’ı güzel vaadlerle yanına davet ederek gözlem altına aldı. Sonra Mervanî’yi Tuleytula va¬liliğinden normal yolla aldı ve evinde oturmaya mecbur etti. O sene, yani 989 yılı yazında adeti olduğu üzere kuzey ispanya’ya sefere çıktığında Abdurrahman, Vadi’l-hıcâre (Guadalajara) şehri yanında sefere katılmak için adamlarıyla birlikte kendisini karşılayarak bağlılık arzetti. Bu sırada Mansûr, bölge halkından bazılarının kendisine arzettikleri Abdurrahman hakkında şikâyetlerini bir nevi mezalim mahkemesi reisi olarak dinledikten sonra, Ab-durrahman’ı valilikten azletti ve yerine bölgedeki Tucîbî halkın güvenini kaybetmemek için onun oğlunu tayin etti. Bundan kısa süre sonra Kurtuba’ya döndüğünde ise, gözü önünde Abdurrahman’ın öldürülmesini emretti. Böy¬lece Mansûr, önünde tehlike arzeden birini daha ortadan kaldırmış oluyordu.57 Bundan daha önemlisi, olaydan bir yıl sonra yani 990 yılında Mansûr, kendisine sa-dakatinden şüphe ettiği oğlu Abdullah’ı ortadan kal-dırmayı planladı ve bunu gerçekleştirdi. Ancak, bu yap-tığı cinayet, halkın gözünde onun büyük bir cani addedilmesine neden oldu. Böylece etrafa saldığı korku daha da büyüdü.58 Mansûr, gerçek bir hükümdar olarak Endülüs’ü yönetirken, bu hakimiyetin kendisinden sonra
57 İbn Izârî, II, 282; E.Levi-Provençal, s. 232-233; inan, II, 548-552;
Na’nal, s.438-440.
58 İbn izârî, II, 284-285; Dozy., s.506-507; C.Sanchez-Albornoz, s.359-
361; inan, II, 550; Na’naî, s.440.

da ailesi fertlerine ait olması için 991 yılında oğlu Ab-dülmelik’i kendi makamına vâris olarak veliahdı ilan etti. Aynı zamanda Hâcib unvanıyla birlikte ordu başkomu¬tanlığını ve diğer hakimiyet alametlerini oğluna devretti. Diğer oğlu Abdurrahman’ı da vezirliğe getirdi.59 Bu icrââtı gösterir ki Mansûr, Endülüs kanun ve gele¬neklerinde olmadığı halde kendisini resmen hâciblik ma¬kamı üstünde yani, bir Emîr veya Emîru’l-Mü’minîn ola¬rak görüyordu. Asıl düşüncesi, kanuni olarak hilafet ma¬kamını ele geçirmekti. Ancak, bunu kabullenmeleri mümkün görünmeyen Kurtubalılar’dan çekindiği gibi buna teşebbüs etmedi. Bundan sonra kendisine “el-Melikü’l-Kerîm” diye hitab edilmesi yanında tazimde her¬kes birbiriyle yarışır oldu.60
Bu arada, icraatları sebebiyle Mansûr’a düşman ke-silen Subh, oğlunu da Hâcib’in aleyhine çevirmeyi ba-şarmıştır. Subh, Afrika valisi Zîrî b.Atiyye’den yardım is-tediğinde Mansûr, Hişâm’ı kendisini bütün devlet işlerini deruhte etmeye yetkili kıldığına dair bir ferman vermeye ikna etti. Ayrıca Hişâm’ın önünde oğlu Abdülmelik’in yü¬rüdüğü bir resmi geçit töreni düzenleyerek güç gösterisi yaptı. Dolayısıyla Subh’un devrim planını boşa çıkardı ve onun tüm servetine el koydu. Yani, Hişâm ve ailesinin birikmiş tüm malları, hilâfete ait sayıldığı ve ancak Mansûr tarafından korunabileceği fetvasıyla Medînetü’z-Zâhire’ye taşındı. Bu işi, Mansûr’un oğlu Abdülmelik uy¬guladı.61 Politikadan elini çeken Subh da kendisini şiire adadı. Böylece Mansûr, yolu üzerinde hiçbir engel bı-rakmamış, hepsini ortadan kaldırmış ve ülkeyi tam bir mutlakıyetle yönetirken işine karışabilecek hiçkimse sağ kalmamıştı.62
2. Dış Siyaseti
Mansûr’un hayatını nakleden Endülüslü ve doğulu islam tarihçileri, onun özel hayatı ve kişisel ilişkilerine, Kurtuba’da geçen hayatına, yönetimi eline geçirebilmek için yaptığı işler, hileler ve cinayetlere dair oldukça taf-silatlı haberler aktarmalarına karşılık; şöhretinin gerçek sebebi, güç ve şerefinin sergilendiği yer, Endülüs hal-kının çoğunluğu nezdinde kurduğu düzenin gerçek
59 İbn izâri, II, 293.
60 İbn Izârî, II, 294; E.Levi-Provençal, s.228-229; inan, II, 552-554,
Na’naî, s.440 vd.
61 IbnBessâm, IV, 52-54, 71.
62 İbn izârî, II, 286; İbn Haldun, IV, 147-148; Dozy., s.512-516; E.Levi-
Provençal, s.230; inan, II, 537, 555-557; Na’naî, s.442-444.

dayanağı ve siyasi-askeri boyutlara sahip seferleri-savaşları (gazavât) konusunu ihmal etmişlerdir. Ayrıca yönetimi süresince Hristiyan ispanya’ya karşı çıktığı se-ferlerin sayısının, yaz seferi (sâife) ve kış seferi (şâtiye) olmak üzere elliyi aştığını ifade etmelerine rağmen, bun¬ların tam sayısı ve ayrıntıları hakkında inceleme yapma gereği duymamışlardır. Mesela Nüveyrî, Mansûr’un gaz¬velerinin sayısını elli altı olarak verirken,63 Ibnü’l-Esir yaz ve kış seferleri olarak toplam elli iki olduğunu ya¬zar.64 Ancak, tarihçilerin birleştiği bir nokta var ki, o da bu seferlerin elliden fazla olduğu, Mansûr’un bunların hiçbirinden mağlup dönmediği ve Endülüs’ü ganimet ve esirlerle doldurduğudur.65
Hatta esirlerin -çoğalması Endülüslü kızların ha-yatında da bir değişikliğe yol açmıştı. Şöyle ki, Rûm kız-lar ucuza satıldığı için insanlar ellerindeki bu câriye kız-ların giyim-kuşam ve süslemesinde aşırıya gitmişlerdi. Bu durumda erkekler cariyelere düşkün olup evlilikte de onları tercih etmeye başlayınca, aileler hür kızlarını da cariyeler gibi giydirip süslemeye önem verir olmuşlardı. Çünkü böyle yapmazlarsa hür kızlarla kimse ev-lenmezdi.66 Bu konuda islam tarihçilerinin ri¬vayetlerinde müphem kalan bazı küçük noktaların ay¬dınlatılmasına yardımcı olması dışında Hristiyan ispanyol ve Fransız kaynaklan da pek farklı tavır içinde değildir.67 II.Hakem’in vefatından sonra Endülüs islam devleti içinde söz sahibi olmasıyla birlikte Mansûr, is¬panya Hristiyan topraklarına karşı giriştiği cihad si¬yasetini Müslüman halkın kalbini kazanma sebebi, siyasi emellerini destekleyici bir vesile ve şahsi saltanatını güç¬lendirici bir unsur olarak sürekli gündemde canlı tut¬muştur. Nitekim, onun hakimiyet yolunda bazı ha¬sımlarını bertaraf etmek veya yüksek bir makamı elde etmek şeklinde görülen her önemli adımının önünde veya arkasında düşman topraklarına yaptığı ve parlak zafer elde ederek döndüğü bir askeri sefer vardır. Ancak, bu özelliğinden dolayı Mansûr’un vatanperverliğinden, di-nine ve devletine bağlılığından şüphe etmek doğru de-ğildir. Zira, onun dindar bir şahsiyete sahip olduğu da
63 Nüveyri, XXIII, 405.
64 İbnü’l-Esir, IX, 33.
65 Abdülvâhid el-Merrâküşî, s.83; İbnü’l-Ebbâr, s.269; İbn izârî, II, 286;
Ibnü’l-Hatîb, el-ihâta, II, 104; İbn Haldun, IV, 148; Makkarî, II, 403
vd.; VV.Montgomery VVatt-Pierre Cachia, A.Hİstory of Islamic Spain,
Edinburgh 1992, s.83-84; Chalmeta, s.431-432; inan, II, 540-541;
Na’naî, s.444 vd.
66 Abdülvâhid el-Merrâküşî, s.84.
67 L.S.de Lucena Paredes, “New Light on the Military Campaigns of Al-
manzor”, The Islamic Ouarter/y, sy.14, s.126-129.

bilinmektedir.68 Öte yandan, bu seferleriyle Mansûr top-rak kazanmaktan çok, Hristiyan krallıkları yıpratmayı ve onları Endülüs aleyhine faaliyet göstermeye mecal bu-lamaz hale getirmeyi hedefliyordu. Bu bakımdan III. Ab-durrahman veya II.Hakem devirlerinde yapılan seferlerle Mansûr’un seferleri arasında stratejik açıdan bir farklılık yoktur.69
a) Hristiyan Dünyası ile ilişkiler
Mansûr’un Hristiyan ispanya krallıklarına karşı (Kaştâle, Liyûn ve Neberra) çıktığı askeri seferlerin sa-yısı elliyi aşkındır. Ancak, tarihi rivayetlerde bunlardan en önemli on tanesi hakkında geniş, diğer onbeş tanesi hakkında daha az, geriye kalan seferleriyle ilgili ise çok yetersiz bilgi bulunmaktadır, işte bu seferlerden bilinen ve önemli olanlar şunlardır:
a1. Hısnü’l-Hâme (Los Banos) Seferi (977) : İbn
Ebî Âmir, daha II. Hakem hastalandığı zaman sınır te-cavüzlerine başlayan kuzeyli Hristiyanlar üzerine, II.Hişâm’ın tahta geçtiği yıl olan 977 yılı Şubat ayında, o zaman vezir ve ordu komutanı unvanıyla sefere çıktı. Sı¬nırı geçerek Kaştâle topraklarında bulunan Ta-lemenka’daki Hısnü’l-Hâme kalesini kuşattı ve kaleyi ha¬kimiyetine aldıktan sonra yüklü miktarda savaş ganimeti ve esir ele geçirerek muzaffer şekilde Nisan ayında Kur-tuba’ya döndü. Müslümanların bu taarruzu düşmanlar üzerinde uzun süre etkisini gösterdi ve onlar bir süre sal¬dırma cesaretini gösteremediler.70
a2. Mola Seferi (977): Vezir İbn Ebî Âmir, yine 977 yılında kuzey Hristiyanlarma karşı sefere çıktı. Mecrît ka¬lesinde ünlü kumandan Gâlib ile ordusunu birleştirdi ve beraberce Kaştâle topraklarına girerek Mola kalesini ku¬şattılar. Sonuçta pekçok esir ve ganimetle döndüler.71
a3. Talemenka Seferi (978) : Vezir İbn Ebî Âmir, yine Gâlib ile birlikte 978 yılında Tuleytula topraklarına girerek Talemenka şehrini yağmaladı. Sefer sonunda İbn Ebî Âmir, yanında esir aldığı birçok Hristiyan liderler, diğer esirler ve pekçok ganimet olduğu halde Kurtuba’ya döndü72.
a4. ifrağa (Fraga) Seferi (978):
İbn Ebi Âmir, 978 yılında, Hristiyan topraklarına üç saldırı gerçekleştirdi. Birisi bu ifrağa saldırışıdır. Diğer
68 İnan, 11,571-573.
69 Mehmet Özdemir, Endülüs Müslüman/an, Ankara 1994, l, 120.
70 İbnü’l-Ebbâr, s.269; İbn İzârî, II, 264.
71 İbn izârî, II, 265-266; İbnü’l-Hatîb, A ‘mâl, s.61.
72 İbn izârî, II, 267.

ikisini ise Benbelûne (Pamplona) ve Berşelûne (Bar-celona) ovasına yaptı. Bu, onun “hâcib” unvanını al-masından sonra çıktığı ilk seferidir. Mayıs ayının son günü Cuma namazından sonra Kurtuba Camii’nden ha¬reket etti. Zikredilen bölgelerde yine kuşatma ve yağma harekatı gerçekleştirerek 6 Ağustos’ta geriye döndü.73
a5. Ledesma Seferi (978): 4 Ekim Cuma günü yine namazdan sonra Kurtuba Camii’nden hareket etti. Aynı talan ve tahrip harekatından sonra 6 Kasım’da geriye döndü.74
a6. ikinci Ledesma Seferi (979): İbn Ebî Âmir, 1 Mayıs’ta yola çıkarak Ledesma’yı tahrip ettikten sonra muzaffer şekilde 28 Mayıs’ta geriye döndü.75
a7. ilk San Payo Seferi (979): 29 Temmuz’da bu sefere çıktığında da aynı tahrip ve cezalandırma ha-rekatı gerçekleştirdi. Geriye dönüşü 31 Ağustos’tadır.76
a8. Keştâle Seferi (980): İbn Ebî Âmir, Mentîşe ka-lesinde kayınpederi Gâlib’in verdiği ziyafete katıldı. Ancak, bir süredir kendisine kızan Gâlib’in çıkışmasıyla kavga ettiler. Bu kavgadan hemen sonra o, 2 Nisan’da Kaştâle içlerine bir saldırı yaptı ve 28 Mayıs’da geriye döndü.77
a9. Almunia Seferi (980): 14 Ekim’de çıktığı bu se-ferinden, 20 Kasım’da ve yine zaferle döndü.78
a10. Canillas Seferi (981): 9 Şubat’ta yola çıktı ve bu kış seferinden aynı ayın 28’inde döndü.79
a11. Şentbecent (San Vicente) Seferi (981): Ka-yınpederi Gâlib ile aralarındaki mücadeleyi ne-ticelendiren savaştır. Antise yakınındaki Şentbecent ka-lesi önündeki savaşı Temmuz ayında şans eseri İbn Ebî Âmir kazandı ve Gâlib savaş sırasında öldü.80
a12. Liyûn Seferi (981): Hâcib İbn Ebî Âmir, Gâlib’ten kurtulduktan sonra, kayınpederine destek bir-likler sağladığı ve Endülüs’ün içişlerine müdahaleye kal¬kıştığı için Liyûn kralı III.Ramiro’yu cezalandırmak ama¬cıyla 981 yılı başlarında Liyûn topraklarına girdi. Hâcib’in emriyle Talemenka’nın kuzeyinde kalan Sammûre (Za-mora) şehrine giren Abdullah b.Abdulaziz adlı komutan şehri yağmaladı ve yüzlerce Hristiyanı kılıçtan geçirdi.
73 Paredes, s. 130.
74 Paredes, s.130-131.
75 Paredes, s. 131.
76 Paredes, gös.yer.
77 İbnü’l-Hatîb, A’mâl, s.66; Paredes, s.131-132.
78 Paredes, 132-133.
79 Paredes, s.133.
80 Bu savaşın tafsilatı daha önce verilmiştir. Geniş bilgi için bkz. İbn
Hazm, s.94-95; İbn Izârî, II, 278-279; E.Levi-Provençal, s. 224-228.

Bunun üzerine kral III.Ramiro, derhal Kaştâle Kontu Gar-cia Fernandez ve Neberra-Benbelûne Kralı Sancho Abarca ile hâcibe karşı bir ittifak oluşturdu. Üçü birlikte hâcibe karşı savaşmak üzere Şentmenkeş’in (Simencas) güneybatısında bulunan Rueda denilen yere geldiler. Yapılan savaşta yenildiler ve bölgenin önemli kalesi olan Şentmenkeş Müslümanların eline geçti ve savaşta pek-çok Hristiyan öldürüldü.
Bundan sonra İbn Ebî Âmir, zor kış şartlarına rağ-men kuzeydeki krallık başkenti Liyûn’a doğru ilerledi. Onun harekatını kontrol için Ramiro da ilerledi ve yine savaş başladı. Bir ara askerlerinin çözülüp dağıldığını gören hâcib, oturduğu yerden hiddetle kalkarak altın miğferini yere çaldı ve oturdu. Komutanlar onun bu ha-reketiyle başarısızlığı protesto ettiğini biliyorlardı. Bu yüzden bu hareketin etkisiyle geri çekilmekten utanç duyan askerler, bu hatalarını telafi için düşmana ani bir kontratak yaptıklarında onları dağıttılar. Peşlerinden Liyûn kapılarına kadar onları takip ettiler. O esnada şid-detlenen kar fırtınası sebebiyle şehri zaptetmekten vaz-geçen hâcib, Kurtuba’ya geri döndü. Bu seferi so-nucunda o, Liyûn ve Neberra krallıklarını kendisine haraç veren devletler durumuna düşürdü ve baş-kentlerinde birer garnizon bulundurmaya başladı.81
Bu zaferin ardından hâcib İbn Ebî Âmir, “el-Mansûr Billah” unvanını kullanmaya başladı ve hutbelerde kendi adının da okunmasını emretti. Aynı zamanda bütün resmi belge ve yazışmalarda “el-Hâcib el-Mansûr Ebi Âmir Muhammed b.Ebi Âmir” adını parafe etmeye baş¬ladı. Devletin çıkardığı paraya adının nakşedilmesin! de emrettikten sonra bütün saltanat alametlerine sahip olmuş olarak devlet adamlarını ve vezirleri çevresine topladı. Onlar huzuruna ancak el-etek öperek girebilir ol¬muşlardı. Böylece Mansûr, halife payesi dışında yönetim adına resmen ve fiilen herşeye tek başına sahip ol¬muştu.
a13. ikinci Liyûn Seferi (982): Kral III.Ramiro, Man-sûr’a karşı yenilgisinden sonra bir devrimle tahttan indi-rildi ve yerine kuzeni Bermudo geçirildi. 15 Ekim 1982’de kendisine Liyûn kralı olarak Şentya’kûb (Santiago de Compostela) Kilisesinde taç giydirildi. Zor durumda kalan Ramiro hemen harekete geçti ve Portilla de
81 İbnü’l-Hatîb, A’mâl, s.67, 69, vd.; E.Levi-Provençal, s.223, 233-237; Paredes, s.134-135; A.Ali el-Hajji, “Christian States in Northern Spain During The Umayyad Peripd (138-366/755-976)”, The Islamic Qu-arterly, 1965, sy.9, s.51-53; İnan, II, 541.

Arenos’da Bermudo ile giriştiği savaş sonuçsuz kaldı. Bu du¬rumda hem taraflara korku salmak için hem de adeti ol¬duğu veçhile 20 Eylül’de yola çıkan Mansûr, Liyûn böl¬gesinde tahrip harekatı yaptıktan sonra 27 Ekim’de geriye döndü.82
a14. Şentmenkeş Seferi (983): Bu harekâtına Mansûr, 16 Haziran’da çıktı ve 17 Temmuz’da geriye döndü.83
a15. ikinci Talemenka Seferi (983): Aynı sefer-cihad siyaseti sebebiyle Mansûr, Talemenka bölgesini yağmaladığı bu seferine 1 Eylül’de çıkıp 29 Eylül’de ge¬riye döndü.84
a16. Şakûre (Sequra de la Sierra) Seferi (983): 2
Kasım’da sefere çıktı ve otuzyedi gün sonra 8 Aralık’ta Kurtuba’ya döndü.85
a17. ikinci Sammûre Seferi (984): Ramiro ile mü-cadelesinde Kral Bermudo, yeniden Ramiro’ya saldırarak Liyûn şehrini aldı. Astorga şehrine çekilen ve zor du¬rumda kalan Ramiro, Mansûr’dan yardım istedi. Ancak, kısa süre sonra 26 Haziran 984’te öldü. Mansûr’un des¬teğiyle krallığı bir müddet idare etmeye çalışan Ra-miro’nun annesi, daha sonra bu desteği yitirdi. Bu arada Ramiro gibi davranan Bermudo, ülkesindeki inatçı prens¬lerin mukavemetini Mansûr’a boyun eğip yardım al¬madan kıramayacağını anladığı için ve Mansûr’a itaat arz edip ondan yardım istedi. Mansûr’un sağladığı Ber¬beri ordu sayesinde Bermudo, bütün ülkeyi hakimiyeti al¬tına almayı başardı. Ancak, artık kendisi sadece Mansûr’un bir vassaliydi ve kendisini korumak amacıyla büyük bir Endülüs birliğini yanına almıştı. Böylece Liyûn ülkesine hakim olmasına rağmen Mansûr, cihad ge¬leneğini terketmeyerek 13 Şubat’ta çıktığı Sammûre se¬ferinden 11 Mart’ta geriye döndü.86
a18. Berşelûne Seferi (985): Liyûn’dan sonra Mansûr, Kaştâle’ye yöneldi. Frenk krallarına vergi verir durumdaki L-u üü-.eye o zamana kadar Endülüs halifeleri saygılı davranmışlardı. Çünkü, oraya saldırırlarsa Frenk kralı ile aralarının açılacağından çekinirlerdi. Mansûr’un ise böyle bir korkusu yoktu. Büyük bir orduyla ve yanına kırk tane de şair alarak 5 Mayıs 985’te yola çıktı, llbîre

(Elvira), Beyyâse (Baeza) ve Levrka’dan (Lorca) geçerek Mursiyye’ye (Murcia) girdi. Burada bir toprak ağası olan İbn Hattab’a konuk oldu. Mansûr, ordusuyla birlikte ken¬disini her çeşit ikrama garkeden İbn Hattab’a ihsan ola¬rak onun arazi vergisinin bir kısmını kaldırdı ve böl-gc-deki saygınlığını pekiştirdi. Kaştâle’ye doğru ilerleyerek Kont Borrel’i yendi ve 1 Temmuz Çarşamba günü Berşelûne’ye vardı. Bir taarruzla şehri teslim aldı. Şehre giren askerler, büyük tahribat, yağma ve katliam yaptılar. Esirler arasında Berşelûne’ye vardı. Bir ta¬arruzla şehri teslim aldı. Şehre giren askerler, büyük tah¬ribat, yağma ve katliam yaptılar. Esirler arasında Ber¬şelûne Konto Naibi Odlerado da bulunuyordu.87 Zafer sonrasında Mansûr, Berşelûne’yi fethettiği bir yer olarak elinde tutmadı. Böyle bir niyeti de yoktu. Zira onun amacı, kuzeyli Hıristiyanları güçsüz durumda tutmak ve her yıl yaptığı seferlerle bu durumu devam ettirmekti.
a19. Talemenka, Garbü’l-Endülüs (Algarve) ve Liyûn Seferi (986): 19 Haziran’da yola çıktı. Aynı si-yaseti takiple gerçekleştirdiği harekâtını 1 Ağustos’da sona erdirdi.88
a20. Büyük Liyûn Seferi (987-988): Liyûn kral-lığında bulunan Müslüman birliklerin, burayı fethedilmiş bir ülke olarak görme tavırlarından rahatsız olan kral Bermudo, şikâyetini Mansûr’a iletti. Ancak, Mansûr’un küçümseyici bir cevap vermesine kızarak Müslüman bir¬likleri ülkesinden çıkardı. Bunun üzerine Mansûr, Ber-mudo’ya ders vermek üzere Haziran 987 yılında Ku-lumriye’yi (Coimbra) fethederek çok büyük tahribat yaptı. Öyle ki, yedi yıl süreyle şehir ıssız bir yer olarak kal¬dı.89 Bu olayın peşinde 988 yılında Mansûr’un ordusu Duvîro (Rio Duero) nehrini aşarak fırtına gibi Liyûn’a girdi Bermudo ise, Mansûr’un önce Sammûre’ya sal¬dıracağına inandığı için burada bulunuyordu. Fakat Mansûr, şehre saldırmamış ve Liyûn’a doğru ilerlemişti. Daha önceki Liyûn kuşatmasında, şehrin iyi tahkim edil¬miş surları, gözetleme kuleleri, yekpare mermerden ya¬pılmış giriş kapıları ve yirmi ayaktan daha kalın olan Ro¬malılar döneminden kalma duvarları sebebiyle fethi gerçekleştirememişti. Fakat bu sefer surların batı gi-rişinde büyük bir gedik açıldı.

82 Dozy, s.500-501; İnan, II, 542.
83 Paredes, s. 136-137.
84 Paredes, s. 137-138.
85 Paredes, s. 138.
86 E.Levi-Provençal, s. 235-237; Paredes, s. 138; inan, l

,542.

87 Ibnü’l-Hatîb, A’mâl, s.74; İbnü’l-Hatîb, el-ihâta, II, 105-106; E.Levi-
Provençal, s. 237-241; Paredes, s. 139; inan, II, 543-544.
88 Paredes, s. 139-140.
89 Paredes, s. 141-142.

Tam bu sırada garnizon komutanı Cıllîkiye’li (Galicia) Kont Gonsalvo Gonzalez, ağır hasta olmasına rağmen, zırhını giydi ve sedye ile açılan gediğin önüne getirildi. Ondan cesaretlenen askerler, Müslümanları körfezde üç gün süreyle tutmayı başardılarsa da dördüncü gün Müs¬lümanlar şehre güney kapısından bir fırtına gibi girdiler. Kısa ve çetin bir çatışmadan sonra büyük bir zafer elde ettiler.90 Kont Gonsalvo da bu arada öldürüldü. Şehrin stratejik mevkileri tahrip edildi. Ancak kuzey kapısı ya¬nındaki kule Mansûr’un emriyle tahrip edilmeden bıra¬kıldı. Bu Liyûn fethi dönüşü Mansûr, Sammûre şehrini kuşattı. Liyûn’daki yeğeni kadar cesur olmayan Bermu-do, gizlice kaçtığı için şehir halkı teslim oldu, ancak yağ¬madan kurtulamadılar. Sonuçta bölgedeki kontların ek¬serisi Mansûr’a bağlılıklarını bildirdiler. Bermudo’nun elinde ise sadece deniz kenarında bazı yerler kal¬mıştı.91
a21. Kaştâle Seferi (989): Liyûn ve Sammûre fet-hinden döndüğünde Mansûr’un karşılaştığı isyan te-şebbüsünde adı geçen kendi oğlu Abdullah, babasıyla olan ilişkisini tamamen kesme kararı vererek, Iştebîn (San Esteban) kuşatması esnasında ordugâhtan gizlice kaçarak Kaştâle Kontu Garcia Fernandez’e sığındı. Onu koruyacağına dair söz veren kont, Mansûr’un tehditlerine rağmen bir yıl kadar sözünde durabildi. Çünkü, 989 Ağustos’unda yaptıkları savaşta Mansûr’a yenildi ve Uşûne (Osuna) ile Alcoba’yı kaybettikten başka, barış is¬temek ve Abdullah’ı teslim etmek zorunda kaldı.92
a22. Kaştâle Kontu Garcia’yı Devirme Harekatı (994-995): Mansûr, kendisine karşı isyan oluşumunu da¬ğıtmış, ancak Kont Garcia’nın Abdullah’ı himaye et-mesini affetmemişti. Bu sebeple, misilleme olarak kontun oğlu Sancho’yu babasına karşı kışkırtarak ayak-lanmasını sağladı. Sancho nüfuzlu Kaştâleliler’in des-teğiyle 994 yılında silahlanarak ayaklandı. Mansûr’un kendisine gönderdiği destek sayesinde Iştebîn ve Clunia kalelerini ele geçirdi, işin uzun sürmesinden rahatsız olan Mansûr, savaşı bir an önce bitirmek istiyordu. Bu da Garcia’nın teslim alınmasıyla mümkündü. O da oldu ve 25 Mayıs 995 yılında Duvîro kıyılarındaki Kasru Ebî Dânis (Alcacer do Sal) ve Langa arasında esir alındı. Bundan beş gün sonra kont, aldığı yaraların tesiriyle öldü. Böylece Sancho, bölgede tek otorite olmuş oldu.

Ancak, kendisi her yıl Müslümanlara vergi vermek zo-rundaydı.93
a23. Kral Bermudo’ya Karşı Seferi (995):
Mansûr’a isyan oluşumunun bir diğer üyesi Taşyürekli Abdullah’ı Kral Bermudo himaye ediyordu. Halbuki kral acınacak bir durumdaydı. Otoritesi azalmış, soylular ara¬ziler ile adamlarını ve sürülerini elinden almışlardı. On¬lara karşı Bermudo’nun yaptırım gücü kalmamıştı. Bu arada, Bermudo’nun egemenliğindeki kalelerin ko-mutanlarının Mansûr’a karşı koyabilecek güçleri kal-mamıştı. Bermudo’yu cezalandırmak üzere Mansûr son¬baharda sefere çıktı. Böyle durumda Bermudo yapılması gerekeni yaptı ve barış istedi. Abdullah’ı teslim etmesi ve yıllık vergi vermesi şartıyla bu isteği kabul edildi. Şürrîn’li (Sorrion) Kont Gomez’in başkentini ele geçiren Mansûr, kendisine teslim edilen Abdullah’ı yanına alarak Kasım ayında geriye döndü.94
a24. Sent Ya’kup (Santiago de Compostela) Se¬feri (997): Mansûr’un mutlak otoritesine isyan eden el-Udve Genel Valisi Zîrî b. Atiyye, aynı zamanda Subh ile de Mansûr’a karşı ittifak yapmıştı. Halife Hişâm’dan tam yetki belgesi almakla Subh’u etkisiz hale getirdikten sonra Mansûr, Ziri’ye yönelmişti. Bu durumu fırsat bilen Bermudo, şartların artık lehine değiştiğini düşünerek vergi vermeyi reddetti. Tabidir ki, böyle yapmakla Mansûr’u kızdırmıştı. Mansûr, 3 Temmuz 997 Cumartesi günü süvari birliğinin başında yola çıktı. Aynı zamanda güçlü Endülüs donanmasını da yola çıkardı. Köriye (Coria) üzerinde Viseu’ya ilerledi. Burada kendisine bağlı bazı kontlar orduya katıldı. Oradan Oporta’ya geçti. Kasr-ı Ebi Daniş’ten yola çıkmış olan filosunu da orada hazır buldu. Donanma uzun yürüyüş yapmış olan pi-yadelere bol silah ve teçhizat getirmişti. Palamalarla bir¬birine bağlanan teknelerden oluşturulan köprü sayesinde Duvîro nehri aşıldı. Duvîro ve Minho arasındaki bölge dost kontlara ait olduğundan burası kolaylıkla geçildi. Ordu Minho’yu aştıktan sonra düşman ülkesine girerek karargâh kurdu.
Bu sırada Mansûr, bir askeri görevlendirerek: “Bütün hızınla Tamiares’e git ve orada nöbetçi muhafız kılığına girerek, geçite yaklaşak ilk adamı yakalayıp bana getir” dedi. Sabaha karşı asker, ormana ağaç kesmeye

90 İbnü’l-Esîr, IX, 33-34.
91 Dozy., s. 505-506; inan,
92 Dozy., s.507-508.

l, 547-548.

93 Dozy., s. 508-509; E.Levi-Provençal, s. 244-245; inan, II, 552.
94 Dozy., s.509-510; E.Levi-Provençal, s.241-243, 245-246; inan, II,
552.

gittiğini söyleyen yaşlı bir köylüyü alıp Mansûr’a götürdü. Adamın üzeri arandığında, Müslüman ordusu içinde bu¬lunan bazı Liyûnlular tarafından yurttaşlarına hitaben ya¬zılmış bir mektup bulundu. Mektupta ordugâhın bir ya¬nının iyi korunmadığı ve buraya saldırılırsa başarılı olunacağı bildiriliyordu. Derhal hâinler bulunup ce¬zalandırıldı. Ordu ilerleyişini durdurdu ve hızlı bir şekilde ovalara yayıldı. Bazı stratejik mevkileri imha ederek Ulla’yı aştı. 11 Ağustos’ta Şentya’kûb’a vardı şehri fet¬hetti. Şentya’kûb, Hıristiyanlığın kutsal merkezi olması sebebiyle bu sefer Mansûr için çok önemliydi. Buradaki meşhur Santiago Kilisesi, Hıristiyanlar için Müslümanla¬rın Kâbesi gibi kutsaldı. Zira, Yakup peygamberin orada gömülmüş olduğuna inanıyorlardı. O zamana kadar hiç¬bir Arap hükümdarının düşünemediğini Mansûr yapmış, uzak ve engebeli olan bölgeyi ordusuyla geçerek kutsal şehre gelmişti.95
Mansûr terk edilen Şentya’kûb’da bir hafta kaldıktan sonra askerlerine Lamego yönünde geri çekilme emri verdi. Bu şehirde müttefiki olan kontlara değerli hediyeler dağıttı. Bu arada Kurtuba’ya da seferle ilgili ayrıntılı haber gönderdi, istediği zaferi elde eden Mansûr, omuz¬larında şehrin kapıları ile kilisenin çanlarını taşıyan bir¬çok Hıristiyan esirle birlikte Kurtuba’ya döndü. Şehre gi¬rişinde muhteşem bir törenle halk tarafından karşılandı. Getirilen kapılar bir caminin çatısına yerleştirildi. Çanlar ise camide lamba olarak kullanılmaya başlandı.96 Bu arada, Mansûr 999 yılında biri Navar ve diğeri Kaştâle bölgesine olmak üzere iki sefer daha düzenlendi.97
a25. Son Seferi (1002): Savaş meydanında ölmeyi arzu eden Mansûr, son seferini Kaştâle üzerine yaptı. Sonbaharda yola çıkarak öncekilerde olduğu gibi ba-şarılar elde etti. Ancak, bir süredir kendisine ızdırap veren hastalığın iyice nüksetmesi nedeniyle hemen Medînetü’s-Sâlim’e getirildi.98
b. Bizans İmparatorluğu ve Avrupa Devletleri ile İlişkileri
Hıristiyan ispanya dışında Mansûr’un diplomatik ilişki kurduğu devletlerden birisi Bizans imparatorluğudur, iki ülke arasında önceki Emîrler ve halifeler dönemlerinden beri süregelen ve karşılıklı elçiler hediyeler gönderme şeklindeki dostluk siyasetini Mansûr da aynen devam et¬tirmiştir. Onun zamanındaki Bizans imparatoru ise,
95 İbn Hazm, s. 225; Ibnü’l-Hatîb, A ‘mâ/, s.67-68; Makkarî, II, 413-416;
E.Levi-Provençal, s.246-250; C.Sanchez-Albornoz, s. 370-373.
96 İbn Hazm, s.225;İbnü’l-Hatîb, A’mâl, s.67-68; Makkarî, II, 413-416;
E.Levi-Provençal, s.246-250; C.Sanchez-Albornoz, s. 370-373.
97 inan, II, 562-563.
98 İbn Hazm, s.226; E.Levi-Provençal, s.254-256; inan, II, 563-567.

Makedonya hanedanı üyeleri içinde en uzun hakimiyet süren ve ülkesine parlak bir dönem yaşatan II.Basileios (976-1025) idi. Mansûr’un diplomatik ilişki kurduğu Hı-ristiyan ülkelerden bir diğeri Mukaddes Romen-Germen imparatorluğu idi. Almanya ve italya’da hüküm süren im¬parator lll.Otto ile ilişkileri gayet dostâne idi. Barışsever imparator Almanca, Latince, Yunanca bilen bir bilim düş¬künü idi. imparatorluğu Şarlman devrinde olduğu gibi bü¬yütmeye çalışıyordu. Ancak, bunu başarma fırsatı ol¬madan, Mansûr ile aynı yılda, yani 1002 yılında öldü. Mansûr ile bazı ispanya kralları arasındaki ilişkiler de güçlenmiştir. Mesela, Neberra Kralı ll.Sancho Aharca (970-995) bunlardandır. Mansûr, bu kralın Müs¬lümanlığı kabul eden kızıyla evlenmiş, ondan oğlu Ab-durrahman dünyaya gelmiştir. Annesi Abdurrahman’a, babasına benzediği için ve onun hatırasına Sanchuelo, yani küçük Sancho diye hitap ederdi. Daha sonra in¬sanlar bu ismi Şancol diye söylemeye başlamışlardır. Mansûr zamanında Kaştâle’de hüküm süren bazı kont¬larla da ilişkiler olmuştur. Kont Garda Fernandez (970-995)’in hayatı, savaşta esir edilip Kurtuba’ya ge¬tirilmesiyle Mansûr’un elinde sona ermiştir. Kont burada ölmüş ve müsta’riblere ait bir kilisede defnedilmiş, sonra da kemikleri Kaştâle’deki Gardena Kilisesi’ne nak-ledilmiştir. Garcia’nın oğlu Kont Sancho Garda (995-1017) ise, uğradığı pekçok yenilgiden sonra Mansûr ile mecburen ittifak antlaşması yapmış ve kızkardeşini onunla evlendirmiştir.99 Sonuç olarak Mansûr, çağının Hıristiyan ülkeleriyle ilişkileri daima büyük ve güçlü bir devletin başkanı olarak yürütmüştür. Bu ülkelerden pek çoğu onun üstünlüğünü tanımış ve kendisiyle dostluk te¬essüs etmişlerdir.100
b. Kuzey Afrika Siyaseti ve Fâtımîler ile ilişkiler
Mansûr Afrika’daki topraklar konusunda güneydeki Fâtımî-Şîî tehlikesine karşı, III.Abdurrahman ve II.Hakim’in takip ettiği siyaseti sürdürmüştür. Ancak o, kendinden öncekilerin başaramadığını gerçekleştirmiş ve Afrika’daki toprakları güneyde Sicilmâse (980), do-ğuda ise Telimsan ve Tahert (991) vilayetlerine kadar Endülüs hakimiyeti altına almıştır. Şîî Fâtımîler Kuzey Afrika’da devletlerini kurduklarından bu yana Endülüs ile aralarında sürekli bir çatışma başlamıştı.. Fâtımîler,
99 inan, II, 583-584, 588-603 vd. 100 İbnü’l-Ebbâr, s.269.

Endülüs Emevîleri’nin hakimiyet bölgelerine uzanacak şe¬kilde batıya doğru ilerlemek istiyorlar ve bunun kendi hakları olduğunu, Emevîler’in ise meşru olan bu hak-larına tecavüz ettiklerini iddia ediyorlardı. Emevîler de bölgedeki varlıklarını korumayı, şehitlerinin kanlarıyla ka¬zandıkları toprakları savunmayı kendilerine bir hak ve görev biliyorlardı. Afrika’nın orta batı toprakları ile Ber-berî toprakları (el-Udve) bu sürtüşmenin meydana gel¬diği yerler idi. el-Mağribu’l-Aksâ denen bu bölge, Emevîler için düşmanları Fâtımîler’e karşı stratejik öneme sahipti ve iki tarafın topraklarını ayıran bir nüfuz bölgesiydi.101
Mansûr, Cebel-i Tarık Boğazı’nda stratejik bir mevki olan Sebte şehrini, donanmasından güçlü bir parçayı ve seçkin birliklerini konuşlandırdığı askeri üs haline getirdi. Bundan başka o, Emevîler’e tâbi Berberi liderleri kendi içişlerinde özgür bırakarak maddi, askeri her çeşit yar¬dımı ve hediyeyi onlara bol bol yererek gönüllerini ka¬zandı, kendine bağladı. Hatta onlardan Endülüs’te görev kabul edip yerleşen lider ve askerlere çok daha büyük bağışlar yaptı.102 Sonuçta ücretli Berberi askerlerden teşkil ettiği yeni ordusu (Mürtezikatü’l-Berber), kendisinin en büyük gücü ve güvencesi oldu. Çünkü Mansûr, Arap askerlere güvenmiyordu. Zira onların kabile reislerinin kendisine ve otoritesine bağlı kalacaklarına inanmıyordu. Mansûr’un Kuzey Afrika’daki ilk başarısı 980 yılında Haz-rün b.Fülfül ez-Zenâtî adındaki komutanı Sicilmâse şeh¬rine sevketmesiyle başlar. Hazrün, şehri Emevi hilafeti adına zaptetmiş ve camisinde hutbeyi Halife II.Hişâm adına okutturmuştur.103 Bundan memnun olan Mansûr, Hazrün’a pekçok hediye göndererek onu ele geçirdiği bölgeye vali tayin etti. Sebte’de oluşturduğu küçük, fakat etkin askeri üsse ilaveten Mansûr, Endülüs’ün üzerinde bulunduğu Iberya yarımadasının güney ucunda kalan el-Ceziretü’l-Hadrâ şehrini de Akdeniz’in diğer tarafındaki kıyı bölgelerinde Emevî nüfuzunu korumak için her an müdahaleye hazır önemli bir askeri üs haline getirdi. Öte yandan Fâtımîler’in hükümdarı Aziz, 980 yılına kadar Mısır’da kendi içişleriyle, bilhassa Karmatîler ile uğraştığı için genellikle Kuzey Afrika işleriyle ilgilenememişti. Ancak, içerde sükuneti sağladıktan hemen sonra En¬dülüs tahtında bir çocuk halifenin bulunmasından da ya-rarlanmak amacıyla Kuzey Afrika’ya yöneldi. Sanhâce kabileleri reislerinden olan tâbisi Bulukkin b.Zîrî’ye el-
101 İnan, II, 544-545.
102 Ibnü’l-Esîr, IX, 32; İbn izârî, II, 282; Makkarî, II, 417 vd.
103 İbnü’l-Esîr, IX, İbnü’l-Hatib, A ‘mâl, s.66; İbn Haldun, IV, 148.

Mağribu’l-Aksâ’daki Emevî bölgesine saldırı emri verdi. İbn Zîrî, altmış bin kişilik ordusuyla bölgeye saldırdı. En-dülüs’e bağlı Zenâtî liderler karşı koyamayarak geri çe-kildiler ve Sebte’ye sığındılar. Mansûr derhal Sebte li-manına büyük bir orduyu şevketti ve büyük donanması-na da tehdit edilen bölge limanına hareket emri verdi. Endülüs’ten gelen bu seri ve kesin tavır karşısında İbn Zîrî korkuya kapıldı ve memleketine geri döndü.104 Bu durumda Aziz, daha önce kendisine sığınmış olan Idrisîler’in lideri Hasan b.Gannûn’u, kaybettiği top-raklarını ve saltanatını geri almak üzere Kuzey Afrika’ya gönderdi. Berberi Zîrîoğullan’na da İbn Gannûn’a yardım etmelerini emretti.
Bölgeye varan İbn Gannûn’un etrafında, bütün Şiîler, Fâtımîler’e meyilli olanlar, Endülüs hakimiyetine karşı olanlar ile Zenâtîler’den büyük çoğunluk toplandı. Doğu’dan gelen bu büyük tehlike karşısında bir an te-reddüt etmeyen Mansûr, Askalâce adıyla tanınan kuzeni ve veziri Ebu Hafs b.Abdullah b.Amr İbn Ebî Âmir’i büyük bir ordunun başında İbn Gannûn’un üzerine şev¬ketti.105 Peşinden başka bir orduyu da oğlu Abdülmelik kumandasında bölgeye gönderdi. Mansûr’un ordusu önünde duramayan İbn Gannûn barış istedi ve II. Hakem devrinde yaptığı gibi Kurtuba’da halifenin hi¬mayesinde yaşamasına müsaade edilmesini talep et¬ti.106 isteği kabul edildi ve Kurtuba’ya gönderildi. Ancak Mansûr, devlete karşı birçok kez başkaldırmış olan bu inatçı hasımdan kurtulmakta kararlıydı. Verdiği can gü¬venliği sözünde durmayarak İbn Gannûn’un Kurtuba’ya ulaşmadan yolda katledilmesini emretti. 985 yılında İbn Gannûn’un kesik başı başkente getirildi. Böylece, Fâtımîler’in dostu Idrisîler’in hamlesi kırılmış ve Kuzey Afrika’da yeniden devlet kurma uğraşları boşa çıkmıştı. Başsız kalan Idrisîler’in kolları ve tabileri de çeşitli böl¬gelere dağılmışlardı. Mansûr ise bütün Kuzey Afrika’ya hakim olmuştu.107
Bu olaydan sonra Mansûr, Kuzey Afrika bölgesine, dahî veziri Hasan b.Ahmed es-Sülemî’yi idareci olarak tayin etti ve ondan zedelenmiş olan Berberiler’le dostluk antlaşmalarını yenilemesini istedi. Çünkü o, Endülüs’teki düzeninin bekası için temel dayanak olmaları itibariyle Berberîler’le olan antlaşmaların sürmesini istiyordu. Aynı
104 İbnü’l-Esîr, IX, 34; İbn Haldun, IV, gös.yer; E.Levi-Provençal, s.259
vd.
105 İbnü’l-Ebbâr, s.277.
106 İbn İzârî, II, 248.
107 İbn izârî, II, 281; Dozy., s.502-503; inan, II, 545.

şekilde, Miğrâvî kabileleri lideri olan Zîrî b.Atıyye’yi ken-disine ve Emevî hanedanına bağlılığından ötürü yakın bir dost edindi ve ona geniş yetkiler verdi. Bu Berberi lider, bazı münasebetlerle birçok defa Kurtuba’ya gelip Mansûr’u ziyaret etmiş ve sınırsız bir ikramla ağır-lanmıştır, daha sonra Mansûr, kendisine vezir unvanı vermiştir. Ancak bu ikili arasındaki dostluk bir müddet sonra beklenmedik şekilde yerini düşmanlığa bıraktı. Çünkü İbn Atıyye, Endülüs hakimiyeti uğruna yaptığı büyük hizmetlerine karşılık kendisine verilen “vezir” un-vanını az buluyordu. Halbuki kendisi Emîr oğlu Emîr idi. Bundan başka o, Emevî ailesine duygusal bağlarla bağlı olduğu için Mansûr’un halife Hişâm üzerinde kurduğu baskıyı ve onun saltanatını elinden alarak etkisiz ve yet¬kisiz halde tutmasını kabullenemiyordu. Ayrıca İbn Atıy¬ye, kabilesi arasında ve bölgesinde çok güçlü durumda oluşundan cesaret alarak müsait zamanını bulduğunda Kurtuba’dan bağımsız olmayı ve hatta kendisini daha layık gördüğü Mansûr’un makamını elde etmeyi dü¬şünüyordu. Bu düşüncesinin tezahürü olarak, Cezayir sı¬nırına yakın Melîle şehrinin güneyinde kendisi için büyük bir kasaba yaptırdı. 996 yılından itibaren de burayı or¬dusu ve yönetimi için bir başkent yaptı.
Ülkenin her ya¬nındaki casusları vasıtasıyla İbn Atıyye’nin hareketlerini takip eden Mansûr, bu durumda onu 996 yılında ve¬zirlikten azletti, maaşını kesti, aralarındaki antlaşmayı kaldırdı ve siyasi himayesine son verdi. Ertesi yıl da Slav asıllı kölesi Vazıh komutasında büyük bir orduyu üzerine gönderdi. Önce Tanca şehrine uğrayarak orduya müt¬tefik Berberilerden büyük katılımlar oldu. Daha sonra İbn Zîrî’nin ordusuyla yapılan savaşta Mansûr’un ordusu ye¬nildi ve Vazıh beraberindekilerle birlikte 1 yıl kadar Ah-biye’de yardımcı birliklerin gelmesini bekledi. Mansûr’un böyle bir yenilgiyi kabullenmesi mümkün değildi. Aksi takdirde Kuzey Afrika’daki Emevî hakimiyeti kesin olarak sona ererdi. Bu yüzden bizzat kendisi güneydeki el-Ceziretü’l-Hadra’ya giderek olaylara ve ordu şevkine daha yakından nezaret etti. Hemen oğlu Abdulmelik ko-mutasında seçkin askerlerden oluşan büyük bir orduyu Sebte’ye şevketti, iki taraf arasındaki nihai savaş yine önceki çarpışmanın geçtiği yer olan Tanca yakınındaki Vadi Mina’da gerçekleşti. Savaş esnasında kuzeni el-Hayr b. Mukatil’in ihanetine uğrayan İbn Atıyye, kafasına saplanan mızrakla yere düşünce ordusu içerisinde ka¬rışıklık başgösterdi ve mağlup olarak dağıldılar. Böylece Abdulmelik ve Mansûr’un ordusu zaferi kazanmış oldu. Savaşın kaderini değiştiren hareketin sahibi olan İbn Mu¬katil’in, bu işi Mansûr’un etkisiyle yapıp yapmadığı
ISLÂMÎ ARAŞTIRMALAR DERGiSi, CiLT : 11, SAYI 3-4

konusu tartışmalıdır. Bu savaş sonunda Kuzey Afrika ye¬niden tamamiyle Endülüs hakimiyetine girdi.
Abdulmelik, 997 yılında bölgenin başşehri olan Fas’a girerek burada 6 ay kaldı. Bu süre zarfında bölgenin iş¬lerini tanzim etti ve bazı Berberî liderlerle olan ant¬laşmaları yeniledi. Abdulmelik Endülüs’e döndükten sonra Mansûr, güvendiği adamı Sâhibü’ş-Şurta Isa b.Said’i bölgeye vali tayin etti. Bundan sonra İbn Atıyye, mecburen Mansûr’dan razı görünerek elinde kalan yer¬lerdeki hakimiyetini, Endülüs’e tabi durumda ölümüne kadar sürdürmüştür. Kendisinden sonra oğlu Muiz de babasının Emevîler’e ve onların güçlü adamı Mansûr’a olan bağlılık siyasetini sadakatle takip etmiştir. Sonuç olarak, Kuzey Afrika’daki Emevî hakimiyeti Âmirîler’in son günlerine kadar güçlü bir şekilde sürmüştür.108
3. Ölümü ve Vasiyeti
Mansûr, 1002 yılı sonbaharında çıktığı Kaştâle Seferi sırasında bir süredir çektiği bir hastalığın iyice belirmesi üzerine yatağa düştü. Hastalığının teşhis ve tedavisinde ihtilafa düşen doktorların çabalarının sonuçsuz ka¬lacağına inanmış ve iyileşmekten ümidini kesmişti. Bu arada ata binemez olduğu için bir arabada taşınmaya başlandı, iki hafta sonra Medînetü’s-Salim’e getirildi. Acı ve ızdırap içinde kalan Mansûr, elde ettiği büyük mevki ve gücün ailesinde kalmasını istiyordu. Devamlı ba-şucunda bulunan büyük oğlu Abdülmelik’e son öğütlerini verirken, orduyu kardeşi Abdurrahman’a emanet edip süratle başkente gitmesini ve idareyi ele alarak ola¬bilecek isyanları bastırmasını istedi. Abdülmelik’in ha¬reketinden bir süre sonra Mansûr biraz iyileşti ve ko¬mutanları yanına çağırdı. Artık zayıflamış ve konuşma gücünü kaybetmek üzere olarak yaptığı bu toplantıdan kısa süre sonra 27 Ramazan 392 (11 Ağustos 1002) Pa¬zartesi gecesi 64 veya 65 yaşında iken vefat etti ve Medînetü’s-Salim’de defnedildi. Kendisinin Hâciblik dö¬nemi 25 yıl sürmüştür.109
Bazı ispanyol kaynakları, Mansûr’un son seferi es¬nasında Kal’atü’n-Nüsur’da yaralandığını ve bunun etkisiyle öldüğünü iddia ederler.

108 İbn Izârî, II, 281-282; E.Levi-Provençal, s.259 vd.; inan, II, 546-547,
557-559; Burada Mansûr’un seferlerinin sonuçlan hakkında geniş
bilgi için bkz. Na’naî, s. 447 vd.; Mansûr’un Kuzey Afrika ile ilişkileri
hakkında geniş bilgi için bkz. Na’naî, s.456 vd.
109 Abdülvâhid el-Merrâküşî s. 84; İbnü’l-Ebbâr, s. 273; İbn izârî, II,
301; Ibnü’l-Hatîb, A’mâl, s.80-81; İbnü’l Hatib, el-ihâta, II, 107-108;
Makkarî, II, 399; Dozy., s.522-523; E.Levi-Provençal, s. 231; Vin-
cent Buıanelli, “AI-Mansur İbn Ebi Âmir”, Dictionary of the Middle
Ages, New York 1990, VIII 89-90.

Bu rivayet, ispanyol halkı atasözlerinden birine dayanmaktadır. O söz şöyledir: “Kal’atü’n-Nüsur’da Mansûr öldü ve davulu kayboldu”. Şüphesiz, Mansûr’un ölümü Hristiyan çevrelerde büyük sevinç dalgası meydana getirmiştir. Nitekim, kendileri için bir dönüm noktası teşkil eden bu ölümü Hristiyan ra¬hipler şöyle tescil etmişlerdir: “1002 senesinde Mansûr öldü ve cehenneme gitti”.110 Ancak, bir başka en¬teresan söz daha var ki, bir Hristiyan keşiş tarafından Mansûr’un mezar kitabesine yazılmıştır, o da şudur: “Onun tarihi okunmak üzere yeryüzüne yazılmıştır. Yıllar geçtikçe onun bir benzeri ve sahillerimizi onun gibi mü¬dafaa edecek birisi Allah tarafından yaratılmayacaktır”.111 Mansûr’un kabri o günden bu yana aynı yerinde bulunmakta ve Müslüman ziyaretçilere açık durumdadır. Mansûr’un vefatıyla hicabet makamı, oğlu Abdülmelik’e verildi. Endülüs halkına nasıl muamele edeceğini öğ¬reten önemli bir vasiyeti oğluna bırakan Mansûr, uzun yılların birikimi olan tecrübelerini orada veciz bir şekilde aktarmıştır. Oğluna, ihtiyacı olan gelirleri fazlasıyla bı¬raktığını ve bunları halka harcamada sıkı dav¬ranmamasını tenbihlemiştir. Bu prensip, devletin ha¬yatiyetini sürdürebilmesinin temel unsurudur. Vasiyetin-deki ikinci prensip, oğlunun kapısına gelecek ihtiyaç sa¬hipleriyle ilgilidir. Bunlardan hiçbirini dinlemeden ve der¬dine çare bulmadan çevirmemesini, bu konuda adam¬larına da güvenmemesini, zira çoğu zaman idarecinin yanındaki yakın adamların kendisiyle mazlum ve muh¬taçlar arasında bir engel teşkil ettiğini belirtmiştir. Üçün¬cü prensip olarak oğluna, halife ile iyi geçinmesini, fakat çevresindeki Âmiri düşmanlarına karşı dikkatli olmasını tenbihlemiştir. Emevîler konusundaki nasihati ise şöy-ledir: “Bütün gayretinle Mervânîleri kontrol altında tut-manı öneririm. Zira ben, onlara karşı olan suçumu bi-liyorum”.’112’ Bu sözdeki gerçek şu ki, o eriştiği ve elde ettiği hâkimiyetini garantiye almak için her ihtimale karşı halife ailesi ya da Mervânîler’i sıkı bir kontrol altında ya¬şamaya mahkum etmiştir. Onların yaşadığı Medînetü’z-Zehrâ’yı güvendiği adamlarının yönetimine vererek,
110 Dozy., s.523-526, E.Levi-Provençal, s.256 vd.
111 Nüveyri, XXIII, 406; İbnü’l-Ebbâr, s.273; İbn İzârl, II, 301; Makkarî,
II, 398, 402.
112 Mansûr’un ez-Zâhire’ye taşındıktan sonra kurduğu düzenin
selâmeti için Mervânîler ya da Ümeyyeoğulları’nın erkek ço¬
cuklarından bir kısmını öldürttüğü ve diğer bir kısmını da çeşitli böl¬
gelere sürgün ettiği şeklinde bazı tarihi rivayetler mevcuttur. Nü¬
veyri, XXIII, 406; İbn Bessâm, l, 77.

Mervânîler’i evlerinde oturmaya mecbur etmiş, ancak zo¬runlu hallerde dışarı çıkmalarına izin vermiştir. Adamları vasıtasıyla onların her hareketini kontrol etmiş ve yan¬larında görevli hizmetçilerden başkasıyla konuşmalarına izin vermemiştir. Bu arada onları kendi savaşlarına gö¬türdüğünden korkarak evlerine kapanmışlar ve can der¬dine düşmüşlerdir.113 Mansûr sonuncu vasiyetinde ise, oğluna annesi yanında emanet bulunan mal yüklü bir sandığı alıp ihtiyacı için kullanmasını söylemiştir.114
C. ESERİ
1. Siyasi, idari ve Askeri Alanda
Mansûr, onuncu yüzyıl Avrupasında III.Abdurra^ı-man’dan sonra en büyük devlet adamı ve en güçlü sa-vaşçıydı. Hâcibliği döneminde devlet adına ger-çekleştirilen bütün başarıların fiili sahibi kendisiydi. Onun Endülüs’teki ilk büyük eseri, Arap askerler yerine daha çok Berberi ve biraz da Hristiyan Ispanyollar’dan yeni bir düzen içinde teşkil ettiği, devamlı ve ücretli güçlü bir ordu olmuştur. Mansûr’un devrinden önce orduda uy¬gulanan düzende iki unsur hakimdi. Birincisi, Sakâlibe adıyla bilinen ve düzenli süvari birlikleri olarak sabit maaş alan başkentin devamlı-düzenli ordusudur, ikincisi ise, Ortaçağ’da Avrupa ve islam dünyasında “iktâ’ nizam”ı diye meşhur olmuş şekliyle oluşturulan ordudur. Yani, Endülüs’ün fethinde görev almış askerlere hakları karşılığında çeşitli bölgelerde arazi dağıtılmış ve onlar da çağırıldıklarında sefere katılmak üzere hazır durumda bulunmaları istenmiştir. Bu birlikler daha çok Arap-lar’dan, biraz da Mağribiler’den oluşmaktaydı.
İbn Ebî Âmir geldiğinde, daha önce Şelemanka ve Hendek mağlubiyetlerinde olduğu gibi bu ordunun, ye-nilgilere ve fitnelere yol açabilecek bir yapıda olduğunu gördüğü için orduda yeni bir düzenlemeye gitti. Bu yeni düzende ordu, her zaman emre hazır ve ahenkli bir düzen içerisinde yekpare bir güç olarak tasarlandı. Bir-liklerin düzeninde kabile sistemi kaldırıldığı gibi ikta sis-temi de kaldırıldı. Yani o, orduyu pekçok birliklerden olu¬şan, her bir birliğin Arap, Berber ve Sakâlibe gibi çeşitli unsurların karışımından meydana geldiği devamlı ve ni¬zami bir ordu haline getirdi. Askerlerden herbiri rütbesine
113 İbnü’l-Hatîb, A ‘mâl, s.76-77.
114 Mansûr’un oğluna vasiyetinin tam metni için bkz. İbn Bessâm, l, 76;
İbnü’l-Hatîb, A ‘mâl, s.81-82; C.Sanchez-Albornoz, s.377-379; inan
11,581-583.

göre maaş alırdı. Bu yeni düzen, ordu birlikleri ara-sındaki kabilecilik zihniyetini yoketmiş ve Mansûr’un eli altında demirden bir yumruk teşkil ederek özellikle Hris-tiyanlara karşı büyük zaferler kazanmasını sağlamış¬tır.115 Ancak, Mansûr ve oğlu Abdülmelik el-Muzaffer zamanlarında devam eden bu düzen bunların ölü¬münden sonra bozulmuştur. Devletin bünyesine fesat ka¬rışmış, hükümet askerlerin maaşını ödeyemez hale düş¬müş ve bu durumda karışıklık ve bozgunculuğa sebep olan ordu zayıflamış ve düşman önünde mağlup olmaya başlamıştır. Bu durum XI. asırda Murabıtlar’ın Endülüs’e gelmelerine kadar böyle devam etmiştir.
Mansûr siyasi ve askeri başarıları yanında, idareci olarak da önemli izler bırakmıştır. O, bir idareci olarak devletin küçük büyük her işiyle bizzat ilgilenirdi. Bu iş onun çok vaktini aldığı için uyku dahi uyuyamaz, ancak parça parça uyuyabilirdi. Hatta bu konuda kendisini ede-bince uyaran bir hizmetçisine şöyle söylemiştir: “Tebaası uyuduğu zaman hükümdar uyumaz. Şayet ben uyursam bu büyük beldenin evlerinde uyuyan bir göz olmaz¬dı”.116 Mansûr’un bir idareci olarak önem verdiği diğer bir konu da ülkede güven ve huzurun sağlanmasıydı. Ni¬tekim kendi devrinde karışıklık ve suç oranı en aza in¬miştir. Bunun ile ilgili onun hakkında pek çok hikaye nak¬ledilmiştir. Bunların hepsi de Mansûr’un zeki, ince fikirli ve ileri görüşlü olduğunu göstermektedir.117 Mansûr’un önem verdiği bir diğer idari birim de adalet sistemi (el-Kadâ) idi. Adaleti yerine getirme konusunda, kendi ço¬cukları ve yakın adamları aleyhine bile olsa çok ka¬rarlıydı. Nitekim, isyancılarla işbirliği yapan oğlu Ab¬dullah’ı ölümle cezalandırması buna örnek teşkil eder. Mansûr’un siyasi alandaki başarıları ile bu alanda yaptığı işler daha önce ayrıntılı olarak anlatıldığı için burada ye-niden verilmeyecektir. Şu kadar var ki, onun siyasi de-hası sayesinde Endülüs, eşine ender rastlanır bir şekilde istikrara kavuşmuştur. Onun takip ettiği dış siyaset sa¬yesinde Hristiyan dünyası ezilmiş ve uzun süre En¬dülüs’e zarar verememiştir. Onun devrinde Endülüs, si¬yasi, idari ve askeri alanlarda, III.Abdurrahman devri hariç tutulursa tarihinin en parlak devresini yaşamıştır.118
115 İbn Haldun, IV, 147, inan, II, 569-570.
116 İbn izârî, II, 298; İbnü’l-Hatîb, A ‘mâl, s. 75-76.
117 Dozy., s.526-533; inan, II, 573-575.
118 Nüveyri, XXIII, 405; Ibnü’l-Ebbâr, s.269, İbnü’l-Hatîb, A’mâl, s.77;
VVasserstein, s.43-45; E.Levi-Provençal, “Mansûr”, s. 304.

2. Mimari, Ticari, Ekonomik ve Bilimsel Alanda
Mansûr’un yaptırdığı mimari eserlere gelince, bunlar arasında en meşhuru “Medînetü’z-Zâhire” şehri ve bu¬rada bulunan saraydır. 980 yılında Kurtuba’nın kuzey do¬ğusunda, Emevî idarecilerin hükümet merkezi ve III. Ab-durrahman tarafından Kurtuba’nın kuzey batısında yaptırılmış olan “Medînetü’z-Zehrâ”ya alternatif olarak inşa ettirdiği bu yeni hükümet merkezi, Mansûr’dan sonra iki oğlu zamanında da Âmirîler’in Endülüs’ü yö¬nettikleri önemli bir merkez olarak işlev görmüştür. An¬cak, bir zaman sonra Mansûr’un oğlu olan ve Sanchol diye tanınan Abdurrahman’a karşı 1009 yılında girişilen ihtilâl hareketleri esnasında tahrip olmuş ve izi kal¬mamıştır.119
Mansûr’un ikinci önemli eseri, Kurtuba Camii’nde yaptığı genişletmedir, ilk dönemlerinde yeni oluşturduğu kalabalık ve düzenli ordunun Kurtuba’da yerleşmesi so¬nucu nüfusu büyük oranda artan şehrin camisi de artık insanları almaz olmuştu. Bu yüzden Mansûr, doğu ta¬rafındaki evleri, sahiplerine bedellerini ödemek suretiyle yıktırmış ve camiye bu yönde uzunlamasına ilave yap¬tırmıştır. Cami tavanındaki en güzel ağaç işçiliği ilâvesi de Mansûr devrinde yapılmıştır, iki buçuk yıl süren ve 990 yılında tamamlanan genişletme çalışması sırasında o, Hristiyan esirler de istihdam etmiştir.120 Diğer bir mi-mari eseri de 999 yılında Vâdi’l-Kebîr üzerine inşâ et-tirdiği Kurtuba Köprüsü’dür. Bir diğer köprü olan dağların ortasındaki Şenil (Genil) Nehri üzerinde bulunan Isticce (Ecija) Köprüsü de onun eseridir. Bazı tarihçiler Mansûr’un sadece islâm ülkesinde değil, aynı zamanda sefere çıktığı Hristiyan topraklarında da bazı imar ça¬lışmaları yaptığını nakletmektedirler. Hatta, aynı ri¬vayette onun seferleri sırasında yaptığı mimari tahribat sebebiyle sonradan pişmanlık duyduğu da anlaşılmak¬tadır.121
Endülüs’ün nüfusunun artması üzerine Mansûr, ül-kenin refah seviyesinin yükselmesi için çalışmalar yaptı. Ordunun hareketini kolaylaştırmak ve ticareti geliştirmek için eski yollan genişletti, yeni yollar ve köprüler yaptırdı. Bugün yapılan tahminlere göre, o zaman Kurtuba ve banliyölerinde halka ait ikiyüzonüç bin yetmişyedi adet ev; ileri gelen kimselere ait altmışbin üçyüz adet köşk-saray ile, cami, hastane, kışla gibi kamuya ait binalar ve seksenbin dörtyüz ellibeş adet işyeri mevcıttu. Kur¬tuba’nın nüfusu 1009 yılında iç ayaklanmalar
119 İbn izârî, II, 298-299; İbnü’l-Hatîb, A’mâl, s.76-80.
120 İbn izârî, II, 287-288; Dozy., s.504.
121 İbn İzârî, II, 288; Makkarî, II, 408-409.

başlayıncaya kadar artmaya devam etmiş ve bir milyona ulaşmıştır. Endülüs halkı, Müslüman Araplar ve Berberî-ler yanında Müvelledler, Müstâridler, Yahudiler ve Hı-ristiyanlardan oluşmuş durumdaydı. Siyasi, mali ve me¬deni bakımdan Mansûr’un elindeki Endülüs, süper güç olmanın zirvesine ulaşmış ve Kurtuba, bütün Hristiyan dünyasının gıpta ile baktığı şehir haline gelmişti.122 Endülüs’te ilim hayatına da büyük katkılar yapan Mansûr sayesinde, islâm bilim ve kültürü gelişmesini sürdürme imkânı bulmuştur. Yabancı ülkelerdeki meşhur bilginler Kurtuba’ya gelmişler ve büyük bir ilgiyle karşılanmış¬lardır, islâm fıkıh âlimlerinden Ebu Muhammed el-Bâcîk, Muhammed İbn Ömer İbn Lübâbe, Ahmed b.Hâlid, İbn Futays gibileriyle önemli konuları istişare eder ve onları desteklerdi.123
Bizzat Mansûr, haftalık olarak düzenlediği ilim mec-lislerinde onların derslerine katılmış ve onları himaye et-miştir.124 Seferlerde kendisine en çok tarihçi ve şairler eşlik ederdi. Mesela, Kaştâle Seferinde kırkbir ünlü şair ve tarihçi onun yanındaydı. Bunlar arasında en tanınmışı Bağdatlı Ebu’l-Ulâ Said (0:1019-21) idi.125 ikinci örnek olarak 985 yılında gerçekleştirdiği Berşelûne Seferi es¬nasında yanında yine pek çok şâir ve âlim bulunmuştur, işte bunlardan bazıları: Şâir İbn Hüseyin et-Tubnî, Ebu’l-Kâsım Ibnü’l-Ureyf, Ebu’l-Vaddâh b. Şeheyd, Abdurrah-man b.Ahmed, Ebu’l-Ulâ Sâid el-Bağdâdi, Ziyâdetullah el-Yemenî, Ömer Ibnü’l Müneccim el Bağdadî, Ebu’l Hasan Ali el-Kureşî, Abdülazîz Ibnü’l-Hatib, Ebu Ömer Yûsuf ez-Zeyyâdî, Musa b.Ebî Tâlib, Mervan b. Ab-durrahman, Yahya b. Hüzeyl, Sa’d b.Muhammed el-Kâdî, İbn Amrûn el-Kuraşî, Alî en-Nakkâş el-Bağdâdî, Ebu Bekr Yahya b.Ümeyye, Muhammed b.lsmail ez-Zübeydî, Endülüs’ün Mütenebbî’si Ahmed b.Derrâc el-Kastallî, Ebu’l-Ferec Mûnîl el-Eşcâî, Muhammed b.Abdilbasîr, Vezir Ahmed b.Abdülmelik, Muhammed b. Abdülmelik, Muhammed el-Mühenned, Muhammed b. Mutarrif, Said b.Abdillah eş-Şenterînî, Velîd b.Mesleme el-Murâdî, Ağleb b.Said, Ebu’l-Fazl Ahmed b.Abdülveh-hâb, Ahmed er-Rusafî, Muhammed b.Mes’ûd el-Belhî, Ubâde b.Muhammed, Abdurrahman b.Ebî’l-Fehd
122 inan, II, 575-577.
123 İbnü’l-Ebbâr, 273-274.
124 Nüveyri, XXIII, 405; Abdülvâhid el-Merrâküşî, s.75, 83; inan, II, 578
vd.; Mansûr’un Bağdatlı Saîd ve diğer şâirler ile aralarında ge¬
çenlerin hikâyesi için bkz. M.Abdülmün’im Haffâce, Kıssatü’l-Edeb
fi’l-Endelüs, Beyrut 1962, s.236 vd.
125 Sâid ile ilgili geniş bilgi için bk. Muhsin Cemalüddin, “Sâid el-
Bağdâdî”, Mecelletü Külliyeti’l-Âdâb, Bağdad 1963, VI, 265 vd.

el-Elbîrî, Ebu’l-Hasan Ibnü’l-Mudî, Abdülmelik b.Sehl, Vezir Abdülmelik b.ldris el-Cezîrî, Kasım b.Muhammed el-Ceyyânî ve diğerleri.126 Öte yandan, aynı Mansûr fel-sefe, itikâdî ve astroloji konularındaki tartışmaları sev-mez, bunu yapanlara ve dinî konuları hafife alanlara karşı şiddetli cezalar uygulardı. Bu cümleden olarak o, el-Üsaylî, İbn Zekvân, ez-Zübeydî, vb. âlimlerin önün¬de II.Hakem’in kütüphanesindeki materyalizm (ed-Dehriyye) ve felsefe içerikli kitapların hepsini yak-tırmıştır. Ayrıca, kendisinin önde gelen dostlarından biri olan şâir Abdülazîz Ibnü’l-Hatîb’in, bir şiirinde kendisine hitaben, “Senin arzu ettiğini felek arzu etmedi. Hükmet, sen mutlak hâkimsin ve hasımlarını kahredensin (el-Vâhidü’l-kahhâr). Sanki sen Nebî Muhammed’sin ve senin yardımcıların da Ensâr’dır” şiirini söylemesi üze-rine ona beşyüz kırbaç vurulmasını emretmiş, sonra onu hapse attırmış, daha sonra da Endülüs’ten sürgün etmistir.127
Buna karşın Mansûr, matematik ve astronomi öğrenimini halka yaydı ve astronomi ile astroloji için özel bir okul kurdu. Burada, astrolog Ebu Kasım Mesleme el-Mecriti (V:1004/1007) hocalık yapıyordu. el-Mecriti, Harizmi’nin Zic’ini tashih etmiş, usturlap ve ticari matematik üzerine birer kitap, Harizmi’nin tabloları için de bir özet yazmıştır. Tıp alanında Mansûr’un özel doktoru Abdurrahman Ishak b.Heytem, müshiller ve omitifler üzerine yazdığı ki¬tabı yanında, ikincisini de genel tıp konularına ayırmıştır. Saray doktorlarının şöhreti her yerde duyulmuştu. Bil¬ginleri himaye konusunda II. Hakem’in tavrını be¬nimsemiş olan Mansûr’un zamanında köleler bile edebî çalışmalara katılmışlardır. Bağdatlı Said, yazdığı el-Fusus adlı kitabını ve Hasan b.Ebi Abdih de yazdığı re¬simli bir kitabını Mansûr’a hediye etmişlerdir. Eski ve¬sikaları okumada uzman olan büyük tarihçi Ebu’l-Velid Ibnü’l-Kûtiyye’ye, Mansûr ve selefinin kütüphanesinde muhafaza edilen yazmaları tashih etme ve okuma görevi yanında, Âmiri ailesinin tarihini yazma vazifesi de verilir. Daha sonra onbirinci yüzyılda Hüseyin b.Âsim, II. Hakem’in kütüphanesindeki felsefî kitapların ya¬kılmasından sorumlu ulemânın etkisiyle “Kitâbu me-nasıri’l-Âmiriyye” adlı kitabında Mansûr’un hayat hi-kayesini yazmıştır.128 İlk zamanlarında ulemayı kendi
126 Ibnü’l-Hatîb, el-lhâta, II, 106-107.
127 İbn izârî, II, 292-293; İbnü’l-Hatib, A’mâl, s.77; inan, II, 580.
128 İbn Hazm, s. 184.

yanına alabilmek için serbest düşünürlere ve fel-sefecilere karşı müsamahasız davranan Mansûr, daha sonra bu tutumundan vazgeçerek onlara cesaret vermiş ve himaye etmiştir. Aslında kendisi de hür fikirli bir in¬sandı. Şiir ve edebiyata meyilli idi.129
3. Mansûr’dan sonra Endülüs
Endülüs’te hâciblik görevine geldikten ve iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra 1002 yılından ölümüne kadar Mansûr’un, peşinden oğulları Seyfüddevle Abdülmelik el-Muzaffer (1002-1008) ile Abdurrahman Sanchuol’un (22 Ekim 1008-Ocak 1009) hâciblik dönemleri ve daha sonra 1021-1094 yılları arasında Belensiye’de (Valencia) hüküm süren torunlarının Âmirîler hanedanı hep Mansûr’un eserlerinden sayılmaktadır. Endülüs tarihinde önemli yeri olan Âmirî ailesinin mahvına, kendisini Halife Hişâm’a veliaht tayin ettirip hutbelerde adını zikrettirecek kadar ileri giden Abdurrahman sebep olmuştur. Ab¬durrahman, kendisine karşı girişilen devrim hareketi so¬nucu öldürülürken, Âmirîler iktidarı kaybetmişler, aynı za¬manda korkunç bir katliama uğramışlardır.130 Bu sırada kaçıp kurtularak Tucibî Emîri Münzir b.Yahya’nın Sa-rakusta’daki (Saragossa)131 sarayına sığınmış olan Ab-dülaziz b. Abdurrahman halkın isteği üzerine gittiği Be¬lensiye’de dedesi gibi Mansûr unvanıyla hükümdar ilan edilmiştir. Sayıları yirmi üçü bulan Mülûkü’t-Tavâif’ten biri olan bu Âmirîler hanedanı 1021 yılında kurulmuş ve 1094 yılında sona ermiştir.132 Mansûr’un büyük oğlu Abdülmelik, babasının siyasetini takip etmiş olmakla ül¬keye büyük hizmetlerde bulunmuştur. Babasının va-siyetine uyarak halk ile yakından ilgilenmiş, ekonomi ve maliyeyi canlı tutmuş ve Hıristiyanlara karşı cihad si-yasetini sürdürmüştür. Ancak, kendinden sonra gelen kardeşi Abdurrahman, seleflerinin yolundan gitmek ye-rine tedbirsiz ve düşüncesiz adımlar attığı için daha ilk aylarında iktidardan düşürülmüştür.133
129 inan, II, 581-583, Mansûr’un eseri hakkında geniş bilgi için bkz.,
Na’naî, s.462 vd.; Mansûr’un dil ve edebiyat alanındaki tesirleri ile
ilgili daha fazla bilgi için bk. Mutlak, s.92.
130 İbnü’l-Ebbâr, 270-272; C.Sanchez-Albornoz, s.383 vd.
131 Çalışmadaki şehir isimlerinin güncel karşılıkları için bk. Selahaddin
Müneccid, “Mu’cemu eşhuri’l-Müdüni’l-Endelüsiyye”, Revue de
l’Academie Arabe, XXXXVII (Dımeşk 1972), s. 294.
132 Abdülvânid el-Merrâküşî, s.85 vd.; Chejne, s.42 vd.; Âmirîler ha¬
nedanı hakkında geniş bilgi için bk. Abdülkerim Özaydın,
“Âmirîler”, D/A III, 72-73.
133 Nüveyri, XXIII, 06-407; İbn Hazm, s.196; İbn Bessâm, l, 78 vd.;
İbnü’l-Ebbâr, 269-270; İbn izâri, II, 298; İbnü’l-Hatib, A ‘mâl, s.83-88
vd.; İbn Haldun, IV, 148 vd.; inan, II, 607 vd., 622 vd.; Na’naî,
s.469 vd.

D. KiŞiLiĞi
Mansûr hakkında çeşitli fikirler ileri sürülmüştür. Pervasızlığından, hedefine varmak için çoğu zaman baş¬vurduğu caniyane metotlardan bahsedilmiştir. Bununla beraber, onun siyasi hayatı muhteşemdir. Batılı bir yazar onun hakkında şöyle demektedir: “Bu diktatör, şüphesiz Müslümanların yetiştirdiği en büyük siyaset adam¬larından biridir. Onun zamanında Endülüs büyük devlet idi.134
Ahlâkî değerlere ters düşen yükselme metodunu be¬nimsemiş olmasına rağmen o, dindar ve mücahit biriydi. Bunu gösteren delillerden biri şudur ki o, cihada çok düş¬kün bir mücahid olarak askeri seferleri sırasında vü¬cuduna ve elbiselerine bulaşan toz ve çamurları bir san¬dık içinde muhafaza ettirir, her gittiği yere bu sandığı götürürdü. Çünkü onun en büyük arzusu savaş mey¬danında ölmek ve biriktirdiği tozlar ile defnedilmekti. Bu sebeple hayatı hep cihad yolunda ve savaşlarla geçmiş, sonunda arzusuna ermiştir.135 Ayrıca, bir keresinde kendi ailesi ve memurların çocuklarından beşyüz ka¬darını, fakir çocuklarından ise yüzlercesini sünnet et¬tirmiş, bunun için beş gün bin dinar harcamıştır.136 Ke¬fenini babasından miras kalan maldan ayırdığı para ile satın aldığı iplerden, kendi kızlarına dokuttu. Yani, kendi kazandığından kaçınması, haram şüphesiyle olsa ge¬rektir. Karakter olarak o, güleryüzlü idi. Dindarlığını, gü¬nahlarını itiraf ederek, Rabbinden korkarak ve çok cihad ederek göstermişti. Hayatı boyunca bir hükümdarı bo¬zabilecek her türlü alışkanlıktan uzak kalmıştı. Ancak, ölümünden iki sene öncesine kadar arasıra içki içtiği rivayet edilmektedir.137
Mansûr, büyük bir yönetici olarak dehasını her alan¬da göstermiştir, iktidarı boyunca halkın dertlerini çöz¬meye önem vermiştir. Korku verici heybete sahip ol¬masına rağmen kendisi adaletli, güzel ahlâklı ve cömert bir insandı. Muhtaçlar için büyük paralar harcamış ve zâlimleri de cezasız bırakmamıştır. Nitekim 985 yılında, dolu olan devlet anbarını kıtlık zamanında dağıtarak bo¬şaltmıştı. Adaleti gerçekleştiremeyen hâkimi görevinden almış ve adalet sistemine sızmış olan sûistimalleri
134 E.Levi-Provençal, “Mansûr”, s.304.
135 Nüveyri, XXIII 406; Abdülvâhid el-Merrâküşî, s.84; İbn izârî, II, 286,
288; Makkarî, II, 409; İnan, II, 571-572, 577-578.
136 Nüveyri, XXIII, 405.
137 İbn izârî, II, 289; Makkarî, II, 409.

ortadan kaldırmıştır. Bu konuda kendisiyle ilgili hikâyeler pek çoktur.138 Malî işleri düzene sokmuş ve sıkı takip altında tutmuştur.139
Sonuç olarak Mansûr, zekâsı, kabiliyeti ve azmi sa-yesinde iktidar merdivenlerini bir bir tırmanarak sonunda devlet yönetimine tek başına sahip olmayı başarmıştır^ Dirayetli ve iyi bir yönetici kişiliği ile düzenli ve adaletli bir yönetim anlayışı sergileyerek Endülüs Emevî Devleti’ni zamanın en güçlü, en müreffeh ve en medeni ülkesi ha¬line getirmeyi başardığı görülmektedir.
138 İbn izârî, II, 289-292; Ibnü’l-Hatîb, A’mâl, s.75 vd.; İbnü’l-Hatîb, el-
ihâta, II, 103-104; Makkari, II, 409-413; inan, II, 568-569, 584-587.
139 İbn izârî, II, 298; Mansur’un hayatının hikayesi anlatımı için bk. Alî
Edhem, Mansûr el-Endelüsi, Kahire 1974; Bessâm el-Aselî, el-
Hâcib el-Mansur, Beyrut 1980.

BİBLİYOGRAFYA

A. KAYNAKLAR
ed-Dabbî, Ahmed b.Yahya, Buğyetü’l-mültemis, (thk. ibrahim Ebyârî), Kahire 1989.
İbn Bessâm eş-Şenterînî, ez-Zahîra fi mehâsini ehli’l-Cezîra, (thk. ihsan Abbâs), l, Beyrut 1979.
İbn Haldun, Kitaâbü’l-iber ve divânü’l-mübtedei ve’l-haber (3. Bölüm), IV, Beyrut 1979.
İbn Hazm, Naktu’l-arûs f! tevârihi’l-Hulefâ’bi’l-Endelüs, (thk. ihsan Abbâs), Beyrut 1987.
İbn Izârî, el-Beyânü’l-Muğrib, II, Leiden 1951.
Ibnü’l-Ebbâr, el-Hulletü’s-Siyerâ, (thk.Hüseyin Munis), Kahire 1985.
Ibnü’l-Hatîb, Lisânüddin, el-lhâta fî ahbâri Gırnata, II, Kahire 1974.
, A’mâlü’l-a’lâm fî men buyla kable’l-ihtilam min
mülûki’l-lslâm, (thk.-nşr., E.Levi-Provençal), Beyrut, 1956.
el-Makkarî, Ahmed, Nefhu’t-Tıb min ğusni’l-Endelüsi’r-ratib, (nşr. I.Abbâs), II, Beyrut 1968
el-Merrâküşî, Abdülvâhid, el-Mu’cib lî telhisi ahbâri’l-Mağrib, (nşr.M.S.el-Uryân), Kahire 1963.
el-Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb fî fünûni’l edeb, (thk. A.Kemal Zekî), XXIII, Kahire 1980.
Yakut el-Hamevî, Mu’cemu’l-buldân, (thk. F. VVüstenfeld, ed. F.Sezgin), l, Frankfurt 1994.

B.ARAŞTIRMALAR
el-Aselî, Bessâm, el-Hâcib el-Mansûr, Beyrut 1980.
Buranelli, Vincent, “AI-Mansûr İbn Ebî Âmir”, Dictionary of the Middle Ages, New York 1990.
Cemalüddin, Muhsin, “Sâid el-Bağdâdî”, Mecelletü Külliyeti’l-Âdâb, Bağdad 1963, VI.
Chalmeta, P., “AI-Mansûr”, El2, VI, 431.
Chejne Anwar G., Müslim Spain. Its Histcry and Culture, Min-neapolis 1966.
Dozy, R.P.Anme, Spanish islam. A History of the Moslems in Spain, (trc, ed.J.R.VVİlls), London 1972.
Dunlop, D.M., “Hishâm II”, El2, III, 495-496. Edhem, Alî, Mansûr el-Endelüsî, Kahire 1974.
Haffâce, M.Abdülmün’im, Kıssatü’l-Edeb fî’l-Endelüs, Beyrut 1962.
el-Hajji, A.Ali, “Christian States in Northern Spain During The Umayyad Period (138-366/755-976)”, The Islamic Ouarterly, 1965, sy.9, s.51-53.
Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil fî’t-târih, Beyrut 1979, IX.
inan, M.Abdullah, Devletü’l-lslâm fî’l-Endelüs, Kahire 1988, II.
Levi-Provençal, E., “Mansûr”, lA, VII, 303.
, Histoire de l’Espagne Musulmane, Paris
1950.
Miranda, A.Huici, “AI-Hakam II”, E?, III, 74-75.
, “Ghâlib b.Abd AI-Rahmân”, E?, II, 97-98.
Mutlak, E.Habib, el-Hareketü’l-lugaviyye fî’l-Endelüs, Beyrut 1967.
Müneccid, Selahaddin, “Mücemu eşhuri’l-müdüni’l-Endelüsiy-ye, “Revue de l’Academie Arabe, XXXXVII (Dımeşk 1972), s. 294.
Na’naî, Abdülmecid, Târîhu’d Devleti’l-Emeviyye fi’l-Endelüs, Beyrut 1986.
Özaydm, Abdülkerim, “Âmirîler”, DlA, III, 72-73. Özdemir, Mehmet, “Hakem II”, DlA, XV, 174-175. Özdemir, Mehmet, Endülüs Müslümanları, Ankara 1994, l.
Paredes, L.S. de Lucena, “New Light on the Military Cam-paigns of Almanzor”, The Islamic Ouarterly, sy.14, s.126-129.
Salim, Abdülaziz, Târihu ve hadâratü’l-lslâm fî’l-Endelüs, is-kenderiye 1985.
Sanchez-Albornoz, Claudio, l’Espagne Musulmane, Opu/ Publisud 1985.
Sourdel, D., “Hadjib”, El2, III, 45-46.
VVasserstein, D.J., The Pise and Fail of the Party-Kings: Po-litics and Sodety in Islamic Spain (1002-1086), N.J. Princeton Univ.Press, New Jersey 1985.
Watt, W.Montgomery-Pierre Cachia, A.Hİstory of Islamic Spain, Edinburgh 1992.

JOURNAL OF ISLAMİC RESEARCH VOL: 11, NO 3-4, 1998