Home » Dinler Tarihi » Mitlerin kısa tarihi – Karen Armstrong – Kitap Özeti

Mitlerin kısa tarihi – Karen Armstrong – Kitap Özeti

Mitlerin kısa tarihi – Karen Armstrong
Mit nedir ?
Hayvanlar birbirlerinin ölümünü seyretseler de bu konuya pek kafa yormazlar. Oysa Neandertal insanının gömütleri, ölümlü olduklarının bilincine vardıklarında, bu gerçeğe bir takım karşı-öyküler türeterek cevap verdiklerini gösterir bize.

İlki, çoğu zaman ölüm deneyimi ve yok olma korkusuna dayandıklandır. İkincisi, hayvan kemikleri, gömütün yanında bir kurban kesildiğini gösterir. Mitoloj i dinsel geleneklerden ayrı tutulamaz. Mitlerin çoğu onlara can veren tapınma ortamından çıkarıldıklarında anlamsızlaşır, dindışı alanlarda anlaşılmaz olur. Üçüncü nokta, Neandertal m itinin nedense insan yaşamının biti m inde, mezar başında anımsanmasıdır. En güçlü mitler aşırılıkları konu edenlerdir; bizi yaşadığımız deneylerin ötesine geçmeye zorlarlar. Hepimiz şu ya da bu biçimde hiç görmediğimiz bir yere gitmek ve hiç yapmadığımız bir şeyi yapmak zorunda kalmışızdır. Mit de bilinmeyenle ilgilidir işte; dile getirmek için uygun sözcükleri bulamadıklarımızla ilgilenir. Dolayısıyla, mit büyük sessizliğin can alıcı noktasına iner. Dördüncü olarak mit laf olsun diye anlatılan b ir öykü değildir. Nasıl davranmamız gerektiğini öğretir bize. Neandertal gömütlerinde ölünün bazen cenin pozisyonunda yatırıldığı görülür, bu da yeniden doğuşu çağrıştırır: bundan sonrası ölen kişiye bağlıdır. Doğru anlaşılırsa, mitoloji bizi, ister bu dünyada olsun ister öbür dünyada, uygun adımı atmak için doğru ruhsal ya da psikolojik duruşa getirir.
Sonuncusu, mitoloji tümüyle kendi dünyamızla birlikte var olan ve bir şekilde onu destekleyen başka bir düzlemden söz eder. Tanrılar dünyası adı da verilen, gözle görünmez, ama daha güçlü bu gerçekliğe inanış, mitolojinin temelidir.
Kalıcı felsefeye göre, bu dünyada yaşanan her şeyin, işittiğimiz ve gördüğümüz ne varsa hepsinin, bizimkinden çok daha zengin, güçlü ve daha dayanıklı olan tanrılar dünyasında mutlaka bir sureti vardır. 1
Mitler, insanların sezgileriyle algıladıkları bir gerçeğe belirgin bir biçim ve kalıp verirlerdi. Erkeklerle kadınlar bu güçlü varlıkları taklit etsinler, kendileri de tanrısallığı yaşasınlar d iye insanlara tanrıların nasıl davrandıklarını gösterirlerdi.
Dolayısıyla, mitoloji insanın içinde yaşadığı sorunlu durumla baş edebilmesine yardım etmek üzere kurgulanmıştı.

Hepimiz nereden geldiğimizi öğrenmeye can atarız, Ayrıca nereye gittiğimizi de bilmek isteriz
insanlar aradıklarını tapınaklarda, sinagoglarda, kiliselerde ya da camilerde bulamadıklarında, başka yerlere yönelirler: arayışlarını sanat, müzik, şiir, rock, dans, uyuşturucu, seks veya spor aracılığıyla sürdürürler. Ş iir ve müzik gibi mitoloji de, ölüm ve yok olma olasılığı yüzünden kapıldığımız umutsuzluk karşısında bile, bize coşku verebilmelidir.
miti, insanoğlunun akıl çağına geldiğinde bir kenara bırakabileceği bir şey, gelişmemiş bir düşünce şekli olarak görmek yanlış olur. Mitoloji, tarihi ilk belgeleme girişimi de değildir, üstelik anlattığı masalların nesnel gerçeklik taşıdıklarını savunmaz.

Öyleyse mit gerçeklere dayalı bilgi verdiği için değil, etkili olduğu için gerçektir. Ancak, eğer hayatın derin anlamına yepyeni bir ışık tutmuyorsa, başarısız olmuş demektir. Yok, eğer işe yararsa, açıkçası, zihnimizden ve gönlümüzden geçenleri değiştirmemize zorlar, yeni bir umut verir ve bizi daha dolu yaşamaya iteklerse, demek ki geçerli bir mittir.

Koşullar değiştikçe, sonsuz gerçeği ortaya çıkarmak adına öykülerimizi başka türlü dile getirmemiz gerekir. Mitolojinin tarihçesinde erkeklerle kadınların ileri doğru attıkları her adımda, mitolojilerini gözden geçirdiklerini ve onu yeni koşullara uydurduklarını göreceğiz. Bundan başka insan doğasının pek fazla değişmediğini ve toplumların içinde kurgulanan bu mitlerden çoğunun bizlerinkinden pek farklı olmadığını, hala en temel korkularımızı ve isteklerimizi yansıttıklarını anlayacağız.

Paleolitik Çağ
Avcı Toplumların Mitolojisi
(MÖ yaklaşık 20.000-8.000)
Paleolitik çağın insanları gibi avcı toplumlarda yaşayan ve tarım devrimi geçirmemiş doğal insanlar olan Pigmeler ve Avustralya yerlilerinden de ilkel insanların deneyimleri ve kaygıları hakkında çok şey öğrenebiliriz.

Düşleraleminde güçlü, arketipal (ilkörneksel) varlıklar olan atalar yaşar, insanoğluna yaşamak için gerekli olan avcılık, savaş, seks, dokumacılık ve sepetçilik gibi becerileri öğretirler.

ava giden Avustralya yerlisi ava çıktığında, davranışlarını İlk Avcıya öyle bir uyarlar ki, daha güçlü bir arketipal dünyaya ait olarak onunla bütünleşir. Yaşamı Düşleralemiyle gizemli birlik kurduğu sürece anlam kazanır.

Yitik cennet miti bütün kültürlerde vardır, insanoğlunun bir zamanlar göksel varlıklarla daha yakın yaşadığı ve günlük ilişkiler kurdukları kabul edilir. Göksel varlıklar ölümsüzdüler, birbirleriyle, hayvanlarla ve doğayla uyum içinde yaşarlardı. Dünyanın ortasında, insanların tanrılar alemine ulaşmak için kolaylıkla tırmanabildiği, yeryüzüyle gökyüzünü birbirine bağlayan bir ağaç, bir dağ ya da bir sırık vardı. Derken bir felaket yaşandı: dağ çöktü, ağaç kesildi ve cennete ulaşmak güçleşti . En erken ve neredeyse evrensel bir mit olan Altın Çağın öyküsünün tarihsel olması amaçlanmamıştı.

Antik toplumlarda mitolojilerle dinler çoğu zaman yitik cennete özlemleri yansıtmaktadır.

Hiçbir şeyi inançlarından ayrı tutmayan Paleolitik avcılar açısından bu durum anlaşılmaz olurdu. Gördükleri ya ela yaşadıkları her şey, tanrılar dünyasındaki sureti tarafından anlaşılırdı. Ne kadar aşağı olursa olsun her şey, içinde kutsallığı barındırabilirdi. Yaptıkları her iş onları tanrılarla ilişkiye sokan bir ayindi. En s ıradan etkinlikleri, ölümlü varlıkların zaman dışı ve sonsuz dünyaya katılmasını sağlayan törenlerdi.

Yeryüzündeki herhangi bir nesneyi derin düşündüğünüzde, kendinizi onun gökyüzündeki suretinin huzurunda bulurdunuz. Bu yolla tanrılar arasına katılma anlayışı mitler dünyasının temeliydi : bir mitin amacı, insanları kendilerini dört bir yarıdan çevreleyen ve yaşamın doğal bir parçası olan ruhsal boyutun bilincine vardırmaktı.

Bu ilk insanlar bir taşa baktıklarında cansız, niteliksiz bir kaya parçası görmezlerdi. Gücü, kalıcılığı , dayanıklılığı ve insanın incinebilir durumundan epey farklı mutlak bir varlığı temsil ederdi taş . O nu kutsallaştıran ötekilik özelliğiydi. Antik dünyada taş, kutsalın yaygın bir tezahürü – kutsal olanın kendini göstermesiydi. Çaba harcamaksızın kendini yenileme yeteneğine sahip olan ağaç da canlanır ve ölümlü erkeklerle kadınlardan esirgenen mucizevi diriliği ortaya koyardı . Ayın küçülmesiyle büyümesini seyrederken insanlar kutsal güçlerin yeniden dirilişine, 7 katı ve acımasız, bağışlayıcı ve ürkütücü olduğu kadar avutucu da olan bir yasanın varlığına tanık olurlardı. Ne ağaçlar, ne taşlar ne de göksel varlıklar tapınma araçlarıydı; kutsal sayılmalarını n nedeni bütün doğal süreçlerde işlediği görülen, insanlara bambaşka, daha etkili bir gerçekliğin ipuçlarını veren gizli gücün dışavurumu olmalarıydı.

karşı konulmaz gizem, dehşetli ve büyüleyici.

ŞU YAŞADIĞIMIZ KUŞKUCU ÇAĞDA İNSANLARIN TAPINDIKLARI TANRILARDAN BİR ŞEYLER BEKLEDİKLERİ İÇİN DİNE BAĞLANDIKLARI VARSAYILIR. GÜCÜN KENDİLERİNDEN YANA OLMASINA ÇALIŞIYORLARDIR. UZUN ÖMÜR, HASTALIKTAN UZAK OLMAK VE ÖLÜMSÜZLÜK İSTERLER, TANRILARI KENDİLERİNDEN BUNLARI ESİRGEMEMELERİ İÇİN İKNA EDEBİLECEKLERİNE İNANMIŞLARDIR. OYSA KUTSALIN BU İLK KENDİNİ GÖSTERMESİ (TEZAHÜR) TAPINMANIN KENDİNE HİZMET ETME AMAÇLI OLMASI GEREKMEDİĞİNİ GÖSTERMEKTEDİR.

Yoksulların, zayıf insanoğlunun isteklerini yerine getirmesi için gökyüzünün “kandırılabileceği” akla hayale getirilmezdi.

Hemen her tapınağın bir Gök Tanrısı vardır.

O her şeyin İlk Nedeni ve gökle yerin Yöneticisidir. Asla imgelerle temsil edilmez, ne türbesi vardır ne de rahibi, çünkü insan kültü için fazlasıyla yücedir. İnsanlar yakarırken özlemle Ulu Tanrıya döner, kendilerini izlediğini ve yanlış yaptıklarında onları cezalandıracağına inanırlar. Ancak günlük yaşantılarında O görünmez.

Yüce Tanrı, en iyi yönüyle tanrılar tapınağının kuşkulu, güçsüz bir varlığı, kenarında köşesinde kalmış b ir figürüdür; İndra, Enli! Ve Baal gibi daha etkili, ilgi çekici ve ulaşılabilir tanrısal varlıklar öne çıkmıştır.

GREKLERİN GÖK TANRISI U RANOS’UN KENDİ OĞLU KRONOS TARAFINDAN İĞDİŞ EDİLDİĞİ, İNSANOĞLUNUN GÜNLÜK YAŞANTISI NDAN ÇOK UZAKLAŞARAK ÖNEMSİZLEŞEN BU YARATICILARIN İKTİDARSIZLIĞINI KORKUNÇ B İR BİÇİMDE GÖZLER ÖNÜNE SEREN BİR MİTLE DİLE GETİRİLMİŞTİ. OYSA BAAL’İN KUTSAL GÜCÜ HER YAĞMUR FIRTINASINDA KENDİNİ BELLİ EDERDİ; İNSANLAR KENDİLERİNİ SAVAŞIN ÖFKESİNE HER KAPTIRDIKLARINDA İNDRA’NIN GÜCÜNÜ HİSSEDERLERDİ. GELGELELİM ESKİ GÖK TANRILARI İNSANLARIN YAŞAMLARINA EL BİLE SÜRMEZLERDİ. BU EN ERKEN GELİŞMELER AÇIKÇA GÖSTERİR Kİ MİTOLOJİ DOĞAÜSTÜ VARLIKLARA YOĞUNLAŞTIĞI SÜRECE BAŞARISIZ OLACAKTIR; ANCAK İNSANLIKLA İ LİŞKİ KURARSA GEÇERLİLİĞİNİ KORUYACAKTIR.

Gök Tanrının öyküsü tam anlamıyla böyle bir kurguyu temsil ediyordu, fakat mit başarıya ulaşamadı, çünkü insanların s ıradan yaşantılarına değinmiyor, insan doğası hakkında hiçbir şey söylemiyor ve kalıcı sorunlarını çözmede yardım etmiyordu. Gök Tanrıların yok olması Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanların tapındığı Yaratıcı Tanrının Batı dünyasındaki insanların çoğunun yaşamından neden çıktığını açıklamaya yardım eder. Mit, gerçekçi bilgi vermemekte, daha çok davranışlara yol göstermektedir.
Yüce Tanrılar yerlerinden edilmiş olabilirlerdi, fakat gökyüzü insanlara kutsalı anımsatma gücünü hiç yitirmedi.

Mitolojide ve gizemcilikte (mistisizm) erkekler ve kadınlar düzenli aralıklarla gökyüzüne ulaşır, göğe yükselme öykülerin i uygulamaya geçirmelerini sağlamak, daha “yüksek” bir bilince “yükselmek” için kendinden geçme ayinleri ve yöntemleri uygularlar. Bilgeler, tanrılar alemine (arşa) ulaşana dek göğün çeşitli katlarına çıktıklarını ileri sürerler. Yoga yapanların havada uçtukları; gizemcilerin (m istik) havaya yükseldikleri; peygamberlerin yüksek dağlara tırmanıp daha yüce bir varlık biçimine girdikleri anlatılır.

Mitolojide dağların kutsal kabul edilmesinin altında da bu yatar: yerle göğün ortasındaki dağlar Musa gibi insanların tanrılarıyla görüşebildikleri yerlerdi. Uçuş ve göğe yükselişle i lgili, aşkınlık deneyimi yaşama ve insan olmanın baskılarından kurtulma konusundaki evrensel isteği dile getiren mitler bütün kültürlerde görülür.

İsa’nın göğe yükselişini okurken onun stratosferde fırıldak gibi döndüğünü hayal etmekten söz etmiyoruz. Muhammed Peygamber Mekke’den Kudüs’e uçup oradan da Tanrının Katına uzanan merdivene tırmandığında, bambaşka bir ruhsal boyuta eriştiğini anlamalıyız. İlyas Peygamber ateş arabasıyla göğe yükseldiğinde, insan olmanın zayıflığını geride bırakmış ve dünyadaki varoluşumuzun ötesine geçerek kutsal aleme göçmüştür.

Av çok tehlikeliydi. Avcılar her ava çıktıklarında kabilelerinden günlerce uzak kalır, güvenli mağaralarını geride bırakarak kabilelerine yiyecek getirmek için yaşamlarını tehlikeye atarlardı. Ancak, daha ileride göreceğimiz gibi, bu yalnızca yaşam savaşımı değil, yürüttükleri diğer bütün faaliyetler gibi aşkın bir boyuta sahipti.

Kendinden geçtiğinde havaya süzülür ve halkının iyiliği için tanrılarla görüşürdü.

Şaman özel kuttörenlerde davu llar eşliğinde dans ederek kendinden geçer. Çoğunlukla, bir zamanlar yerle göğü birbirine bağlamış olan Ağaç, Dağ ya da Merdiveni simgeleyen bir ağaca veya sırığa tırmanır.

Halk şarkılar söyler, ben dans ederim . Toprağa karışırım . Herkesin su içtiği yere benzeyen bir yere girerim . Uzun, uzak b ir yol katederim . . . Oradan çıktığımda tırmanıyorumdur. İplere tırmanırım, güneyde uzanan i plere . . . ve Tanrının katına vardığınızda, kendinizi ufacık görürsünüz . . . Orada yap manız gerekeni yaparsınız. Sonra
da herkesin bulunduğu yere geri dönersiniz

İnsanlarının arasına döndüğünde ruhu hala bedeninde değild ir, onu yeniden diriltmesi gerekenler meslektaşlarıdır, “başını tutup yüzünün iki yanına üflerler. Yeniden canlanmayı ancak böyle başarabilirsiniz. Arkadaş larınız, bunu size yapmazlarsa, ölürsünüz . . . oracıkta ölür ve ölü olursumız

Önce yeryüzünün derinliklerine inmeden göğe yükselmek söz konusu olamaz. Ölüm olmadan yeni bir yaşam da yoktur

insanın içinde bulunduğu durumun “üstüne” geç me isteği olduğunu gösterir

Avcı toplumlarda hayvanlara aşağı varlıklar değildir, üstün akla sahiptirler. U zun yaşamanın ve ölümsüzlüğün sırlarını bilirler, onlarla konuşmak şa manlara daha seçkin bir yaşam kazandırır. Altı n Çağda, insanoğlunun günah işlenmeden önce hayva nlarla konuşabileceği düşünülür; bir şaman, insanlığın (Ademle Havva’nın) düşüşünden önceki yetiyi kazanana dek göksel dünyaya yükselemez.

Onların da kanı insan kanı gibi akardı.

Demek ki mitoloj inin ilk büyük yeşermesi homo sapiens, ilk insanların homo necans “öldüren insanlara” dönüşüp şiddet dolu bir dünyada varolma koşullarını kabul etmek zorunda kaldığı zamana rastlar. Mitoloji genellikle özünde yaşamsal sorunlardan duyulan ve salt mantıksal önermelerle giderilemeyen kaygıdan kaynaklanır.

Mitler kutsal arketiplerin hayali dünyasına ya da yitik cennete yönelirken, logos ileriye atılarak sürekli yeni bir şeyler keşfetmeye, eski içgöıüleri iyileştirmeye, irkiltici buluşlar yaratmaya ve çevre üzerinde daha çok denetim elde etmeye çalışır

Bir mit avcıya avını nasıl öldüreceğini ya da av gezisini nas ıl düzenleyeceğini anlatamazdı, ancak hayvanların öldürülmesiyle ilgili karmaşık duygularıyla başa çıkmasına yardım ederdi. Logos ise etkili, elverişli ve akılcıydı, ne var ki insan yaşamının son değeriyle ilgili sorulara yanıt vermekten de insanın çektiği acıyla üzüntüyü dindirmekten de uzaktı

Yeni silahlar geliştirmek için logos’tan yararlanmış, mitos ve ona eşlik eden kuttörenleri, altında ezileceğini hissettiği hayatın acı gerçekleriyle barışık kalmak ve onların etkisinde kalmamak için kullanmıştı.
ergen, çocukluğunu öldürüp yetişkinlere özgü sorumluluklar dünyasına adım atmalıdır. Ergenlik çağındakiler toprağın altına ya da bir mezara gömülür; bir canavarın kendilerini parçalayıp yiyeceği ya da bir ruhun canlarını alacağı söylenir. Yoğun fiziksel acıya ve karanlığa maruz kalırlar; genellikle sünnet edilir ya da derilerine dövme yapılır. Yaşadıkları öyle yoğun ve sarsıcı bir deneyimdir ki ergen genç bir daha hiç geri dönmemecesine değişir.

Çile çekme süresi bitince çocuk ölümün yeni bir başlangıç olduğunu öğrenir. Kabilesine döndüğünde erkek ruhu ve bedeni taşıyordur. Öl ümü ensesinde hissetmiş olan ve onun yeni bir varoluş biçimine geçiş töreninden başka bir şey olmadığını öğrenen genç bir avcı ya da savaşkan olup halkı uğruna canını tehlikeye atmaya hazırdır artık.

M it, dünya işlerinin görüldüğü ya da sıradan bir ortamda anlatılacak bir öykü değildir

İnisiyasyon ayini olmaksızın bir miti okumak, müziğini dinlemeden b ir opera metnini okumaya benzer. Yeniden canlanma, ölme ve yeniden doğma sürecinin bir parçası olarak algılanmadıkça mitoloji hiçbir anlam ifade etmez. Kahramanlık mitlerinin , Lascaux gibi ibadethanelerde yapılan kuttörenlerden, şamanlarla avcıların deneyimlerinden doğduğunu neredeyse kesin olarak söyleyebiliriz.

Bütün kültürlerde kahramanca arayışlarla ilgili benzer mitoloj iler geliştirilmiştir. Kahraman kendi yaşamında ya da yaşadığı toplumda bir şeylerin eksik olduğunu hisseder. Kuşaklar boyunca geçerli olan eski fikirler artık ona yeterli gelmemektedir. Böylece yuvadan ayrılıp ölüme meydan okuduğu serüvenlere atılır. Canavarlarla dövüşür, ulaşılmaz dağlara tırmanır, karanlık ormanlardan geçer, bu süre boyunca eski kişiliği ölür ve halkını n arasında yepyeni bir içgörü ya da yetenek kazanmış olarak döner.

Aineias eski yaşamını geride bırakmaya, yurdunu alevler içinde yanarken görmeye ve yeni Rom a kentini bulmadan önce yeraltına inmeye zorlanmıştı . Kahramanlık mitosu insanın içine öyle işlem iştir ki Buddha, İsa ya da Muhammed gibi tarihsel kişilerin yaşamları bile, ilk olarak Paleolitik çağda biçimlenmişe benzeyen bu arketipal örüntüye göre anlatılır.

Mitos bize tam bir insan olmak istiyorsak, ne yapmamız gerektiğini anlatır. Yaşamımızın bir döneminde her birimizin kahraman olması gerekir. Her bebek Lascaux’daki labirentleri aratmayan daracık doğum kanalından geçmek, güvenli rahim ortamını bırakıp hiç bilmediği dünyaya çıkmanın sarsıcı deneyimini yaşamak zorundadır. Doğum yaparken çocuğunun canını tehlikeye atan her anne kahramandır. Her şeyden vazgeçmeye hazır değilseniz kahraman olamazsınız; önce karanlığa inmeden yükseklere çıkış, ölümün bir biçimi olmaksızın yeni bir yaşam söz konusu değildir. Yaşamımız boyunca bilinmeyenle yüzleştiğimiz durumlarla karşılaşırız, kahramanlık miti de bize nasıl davranmamız gerektiğini öğretir. Sonunda hepimiz kendimizi adına ölüm denen son ayinde buluruz.

Herakles’in avcılık döneminden yadigar kaldığı neredeyse kesindir

Herakles hayvanlarla başa çıkmakta gösterdiği ustalıkla ünlü bir şamandır; yeraltı dünyasına gider, ölümsüzlük meyvesini arar ve Olimpos Dağında tanrılar alemine çıkar.

Paleolitik çağın en güçlü avcılarından biri dişiydi.

Artemis yalnızca Büyük Tanrıçanın özelliklerini üzerinde toplamış Hayvanlar Tanrıçası değil, aynı zamanda yaşam kaynağı olan, korku salan bir tanrısal varlıktır.

Mitolojinin zevk için yaratılmadığını göstermektedir. İnsanoğlunun acıklı bir imgelemi vardı. Göklere tırmanmaya can atardı, ancak bunu gerçekleştirmenin tek yolunun ölümlülükle yüzleşmekten, güvenli dünyadan ayrılıp derinliklere inmekten ve eski kişiliğini öldürmekten geçtiğini anlamıştı . Mitolojiyle onla eşlik eden kuttörenler Paleolitik insanların yaşamın bir evresinden diğerine geçmelerine yardım eder, sonunda ölüm kendini gösterdiğinde, onun varlığın bir başka, hiç bilinmeyen bir yönüne en son adım olarak görülmesini sağlardı. Bu erken içgörüler hiç yitirilmedi, insanlık tarihinin bir sonraki büyük devriminde erkeklerle kadınlara kılavuzluk etmeyi sürdürdü.

Neolitik Çağ:
Tarım Toplumlarını n Mitolojisi
(MÖ yaklaşık 8. 000-4. 000)

Tarım İnsanlara kendileri ve dünyalarıyla ilgili yeni anlayışlar kazandıran büyük bir ruhsal uyanışa yol açmıştı.
Paleolitik çağın insanları avlanmayı kutsal bir faaliyet olarak görmüşlerdi, şimdi de tarım aynı niteliğe bürünmüştü. Çiftçilerin tarlalarını işlerken ya da ekin kaldırırken tam bir ayinsel havaya girmeleri gerekiyordu
İlk olarak h içbir şey karşılıksız değildi; almak i ç i n bir şey vermen gerekirdi. İkincisi de gerçekliğin bütünsel olduğu görüşüydü. Kutsalın, doğal dünyanın ötesi nde, metafizik bir gerçeklik olduğu düşünülmezdi . Yalnızca kendi de kutsal olan toprakta ve onun ürünlerinde kendi n i gösterirdi o.

mitoloj ide hasat, kutsal evlilik anlamına gelen hiyerogaminin meyvesiydi: toprak dişiydi ; tohumlar tanrısal ersuyu; yağmur da gökle yerin cinsel birleşmesiydi . Ekim sırasında kadınlarla erkekler arasında cinsel ayinler yaygındı.

Kudüs tapınağında bile Kenanların bereket tanrıçası Asherah’ın (Aşera) ve kutsal fahişelerin onuruna törenler yapılırdı

Nasıl b ir kadın çocuk doğuruyorsa, toprak da rahminden bütün canlıları çıkarıyordu. ilk insanların bitkiler gibi topraktan türediklerini varsayıyordu: tohumlar gibi onların da yaşamı yeraltında başlar, yeni insanlar toprak üstüne çıkana ya da çiçek açıp insan anneleri tarafından toplanana dek orada büyürlerdi

bütün evreni kaplayan yaratıcı bir enerjinin varlığını fark etmelerini sağlamıştı .

Gökyüzünü yüceltme nasıl Gök Tanrının kişileştirilmesini getirdiyse, anaç, besleyici toprak nasıl Ana Tanrıçaya dönüştüyse, bu da benzer b ir gelişmeydi. Suriye’ de Yüce Tanrı El’in karısı Aşera ya da kızı Anat ile özdeşti; M ezopotamya’ da Sümerler ona İnanna adını vermişlerdi; M ısır’da İsis’ti; eski Yunan’da, Hera, Demeter ve Afrodit. Ana Tanrıça avcı toplumların Ulu Anasıyla kaynaştı, onun ürkütücü özelliklerini üzerinde topladı. Anat acımasız bir savaşçıdır, örneğin, genellikle kan denizinde yüzerken tasvir edilir; Demeter öfkeli ve kinci olarak anlatılır, aşk tanrıçası Afrodit bile öç alarak korku salar.

tarım huzurlu, i nceden inceye düşünülen bir uğraş olarak yaşanmıyordu. Verimsizlik, kuraklık, kıtlık ve kutsal gücün de dışavurumu olan doğanın öfkeli güçlerine karşı hep bir savaş, umutsuz bir çaba vardı .

Yaradılış kitabında başlangıçta varolan cennet benzetmesinin yitirilmesi tarımın kölesi hal ine gelmek o larak yaşanır. Aden’de ilk insanlar Tanrı’nın bahçesiyle ilgilenirken çaba harcamak zorunda değillerdi. Günah sonrasında kadın çocuklarını acı içinde doğurmaya, erkek de ekmeğini alnının teriyle topraktan çıkarmaya mahkum edildi .Erken mitolojide ekme b içme işleri şiddetle iç içedir, yiyecek elde etmek uğruna ölüm ve yıkı mın kutsal güçlerine karşı sürekli savaşmak gerekir. Tohumun toprağın içine girmesi, meyve vermeden önce ölmesi gerekir, ölümü acılı ve sancılıdır. Tarım araçları silahlara benzer, mısırdan un elde etmek için öğütülmesi, üzümlerden şarap yapmak için ayaklar altında çiğnenip özlerinin çıkarılması gerekmektedir.

Bu mitlerin hepsi ölüme karşı meydan okumaktan söz eder.

Ölümle yaşamın sahibesi Ereshkigal de sürekli doğum yaparken tasvir edilen bir Ana Tanrıçadır

İnanna’ya Babilliler İshtar adını
verdiler, Suriye’ de Astarte (ya da Asherah) adını aldı; Dumuzi Yakındoğu’da Tammuz diye bilinirdi, öldüğü zaman bölgedeki kadınlar ağıtlar yakmışlardı.40 Yunanistan’daysa Adonis denilirdi, çünkü Sami kavimleri, efendilerinin (adon) kaybına yas tutarlardı. Adonis’in başından geçenler yıllar boyunca değiş i me uğradı, ancak tanrıçanın eşini ölüme teslim ettiğinin gösterildiği özgün biçimi Sümerlerin mitosunun temel yapısına uymaktaclır. Avcıların Ulu Tanrıçası gibi Neolitik Ana Tanrıça da erkeklerin daha güçlü görün melerine karşın, aslında kadınların daha güçlü olduklarını ve deneti mi ellerinde tuttuklarının göstergesidir.

Demeter ekinleri ve toprağın bereketini koruyan Ulu Tanrıçadır.

Demeler törenleri ne ekim ne de ürün kaldırmayla eşzamanlıdır. Persephone tohum gibi toprağa girmiş olabilir, ne var ki Akdeniz’de bir tohumun filiz vermesi dört ay sürmez, yalnızca birkaç hafta yeterlidir yeşermesine. İnanna mitosu gibi bu da ortadan kaybolan ve geri dönen tanrıçanın bir başka öyküsüdür. Ölümle ilgili bir mittir. Eski Yunan’ da ürün tanrıçası Demeter aynı zamanda Ölülerin Sahibesidir, Atina yakınlarında Eleusis’te gizem kültünü yönetir.
Genç kızın simgesel ölümü olmaksızın ne ekin toplanır, ne yiyecek bulunur ne de yaşam sürer.
Ölüm korkutucu, ürkütücü ve kaçınılmazdı, fakat son değildi. Bir bitkiyi keser, ölen dalını fırlatıp atarsanız, yeni bir filiz elde ederdiniz.

Tohumun yeni ürünler vermesi için ölmesi gerekiyordu; budama işlemi bitkilere yardım eder ve yeniden büyümelerini desteklerdi.

her geçen gün kazandığımız kişiliği öldürmek zorunda kalırız. Neolitik çağda da bu geçiş sürecinin mitleri ve ayinleri insanlara ölümlü olduklarını kabul etmeye, bir sonraki evreye geçmeye ve değişip büyüme yürekliliğini göstermeye yardımcı olurdu.

İlk Uygarlıklar
(MÖ yaklaşık 4. 000-800)

M Ö yaklaşık 4000 yıllarında insanoğlu büyük bir adım daha atarak önce Mezopotamya ve Mısır’da, arkasından Çin, Hindistan ve Girit’te kentler kurmaya başlamıştı.

Kerpiç yapıların sürekli bakım ve onarım istediği, yeniden inşa edi lmelerinin gerektiği Mezopotamya kentlerinde yaşanan buydu. Yeni yapılar yerle bir edilen daha önceki yapıların kalıntıları üzerine inşa edilirdi, dolayısıyla çurume ve yenilenme süreci kent planlamacılığı sanatını doğurmuştu

Ortadan kaldırmanın anlamı onca zorluklarla oluşturulmuş olan kültürün defalarca yeniden inşa edilip kurulmasıydı. Eski barbarlık günlerine geri döneceğinden hep korkulurdu. Karmaşık kuşkular ve umutla beslenen yeni kent mitleri düzen ve kargaşa arasındaki bitmek bilmeyen çekişmeye odaklanmıştı.

Kutsal kitapların yazarlarına göre Cennetten kovulmaya yol açan Tanndan kopmanın göstergesiydi.

Kent kuran ilk insan Kabil’di, ilk katil,46 onun torunları uygar sanatları yaratm ışlardı: Habil “lir ve gayda çalanların atası” idi, Tubalcain “tunçtan ve dem irden her türlü aleti yaptı”

Yitik cennet -neredeyse- yeniden yaratılmıştı. Ziggurat, dünyanın merkezindeki, ilk insanlann tanrılar dünyasına tırmanmasını sağlamış bulunan dağın yerini almıştı. Tanrılar kentlerde, göklerdeki saraylarının yansıması olan tapınaklarda kadın ve erkeklerle yan yana yaşıyorlardı. Antik dünyada her kent kutsaldı. Onların ataları avcılık ve tarımcılığı kutsal ve dinsel faaliyetler olarak gördükleri için i lk kentlerde yaşayan bu insanlar da kültürel edinimlerinin, özünde tanrısal olduğunu kabul ediyorlardı. Mezopotamya’da insanlara zigguratların yapılmasını öğreten tanrılardı, bilgelik tanrı sı Enki saraçların, nalbantların, berberlerin , inşaatçıların, çanak çömlekçilerin, sulama emekçilerinin, sağlık görevlilerinin , çalgıcıların ve hattatların efendisiydi.

Uygarlığın korunması doğanın kararlı ve yıkıcı güçlerine karşı yiğitçe bir çabayı gerektiriyordu. Bu korkular sel mitlerinde daha ela bellidir. Mezopotamya’ daki akarsular doğal engellerle çevrili olmadığından anlık yön değişimlerine açıktır, tufanlar sıktır, dolayısıyla çoğu zaman afet yaşanırdı.

Yeni kent mitolojisi için Sel, göksel varlık-insan i lişkilerinde bunalımın göstergesiyd i. Mezopotamya’nın en uzun Tufan manzumesi olan Atralıasis’te tanrılar da insanlar gibi kent planlamacısıdır. Küçük tanrılar grev yaparlar, toprakları yaşama elverişli kılmak için sulama kanalları kazmaktan yorulmuşlardır, Ana Tanrıça da bu pis işleri yerine getirsin diye insanoğlunu yaratır. Ancak sayılan öyle artar, öyle çok gürültü yaparlar ki patırtı yüzünden uyuyamayan fırtına tanrısı Enlil, nüfus artışını denetim altına alacak acımasız bir yöntem uygulayarak dünyayı sular altında bırakır. Enki ise Atrahasis’i , 50 Shuruppak şehrinin “pek bilge adamını” kurtarmak ister. İkisi arasında özel bir arkadaşlık kurulmuştur, böylece Enki bir tekne yapmasını söyler Atrahasis’e, su geçirmez olmasını sağlayacak teknolojiyi öğretir ona, Atrahasis de tıpkı Nuh gibi göksel bir varlıktan aldığı destekle, ailesini ve bütün canlıların tohumlarını koruyabilir. Ne var ki sular çekildikten sonra görünen yıkım karşısında tanrılar dehşete kapılırlar. Mezopotamya mitinde, Tufan tanrıların dünyadan ellerini ayaklarını çekmelerinin başlangıcına işaret etmektedir. Enki Atrahasis ile karısını Dilmun’a götürür. Ölümsüzlüğün tadını çıkaracak ve tanrılarla eskiden olduğu gibi ilişki kurmayı sürdürecek tek insanlardır onlar.

İnsanlar yine de yeryüzündeki her varlığı göklerdeki gerçekliğin yansıması olarak kabul eden kalıcı (kadim) felsefeye bağlıydılar.

ilk tanrısal varlıklar sulu, tanımsız bir tözden, kutsal ilk özdekten türemişti. Tuzlu ve acı sular birbirine karışmıştı, gökyüzü, yeryüzü ya da deniz birbirinden ayrılmazdı; tanrılar da “adı, doğası, geleceği olmayan” varlıklardı.

Apsu tatlı su pınarıydı, Tiamat tuzlu su, Mummu da sisli bulutlar. Bu kavramların karşılığına “boşluk”, “yokluk” ve “dipsizlik” sözcüklerini koyabiliriz.

Bu öncel tanrılar hala biçimsiz ve hareketsizdirler. Onlardan türeyen öteki tanrılarsa çifttir

Yeni tanrılar daha etkindiler, ana ve babalarına karşı gelebiliyorlardı:

Mit, tanrıların gelişimiyle başa baş giden insanın değişim sürecini irdelemektedir.

Yengiye ulaşan Marduk, Babil’in kurucusu olur.

Esagila’da tanrılar oturur, “evrenin yapısını aldığı, saklı dünyanın basitleştirildiği ve tanrıların evre ndeki yerlerini belirledikleri”54 kutsal ayinleri kutlarlar. Demek ki Altın Çağda kent, gökyüzüyle yeryüzü arasında bağlantı kuran axis mımdi , dünyanın direğinin yerine geçebiliyordu

Uygarlığın süregelen bir çekişme, kılıksız barbarlığa geri dönüşü engellemek uğruna bastıran korkunç çabalara karşı bir savaşım olduğu yönündeki inanışlarını dile getirirdi.

yeni bir işe girişme aşamasında bilinmeyenle karşı karşıya olduklarında, Yeni Yılda, düğünlerde ya da taç giyme törenlerinde . . .

İnsanlar yaklaşan felaket karşısında, çatışmaya son vermek istediklerinde ya da hastaları iyileştirmek için okunan evrenbilimsel mitosu dinlerlerdi

Kargaşadan düzenli bir kozmos çıkabilmesi için önce onların öldürülmeleri, paramparça edilmeleri gerekir. Sağ kalma savaşımı ve uygar toplum başkalarının ölümüne ve yok olmasına bağlıdır, kendilerini feda etmeye hazır olmadıkça ne tanrılar ne de insanlar gerçek anlamda yaratıcı olabilirler.

canavarlarla dövüşmek, yeraltı dünyasını ziyaret etmek ve tanrıçayla karşılıklı konuşmak gibi kahramanlıkla ve şamanlıkla ilgili bildik başarılar yer alır. Sonradan bu öykülere daha derin anlamlar yüklendi ve sonsuz yaşam arayışına dönüştü.

Yüreğinde fırtınalar kopmakta, halkına kan kusturmaktadır, o nlar da durumu düzeltsin diye tanrılara yalvarırlar. Fakat tanrılar artık insan ilişkilerine doğrudan el atmaya hevesli değildirler, aracılarını kullanmaya karar vermişlerdir.

Dolaşırlarken Ishtar ile karşılaşırlar. Daha eski mitolojide Ana Tanrıçayla evlilik, yüce aydınlanmayı ve kahramanın arayışının doruğunu temsil ederdi; ancak Gılgamış Ishtar’ı geri çevirir. Kentli erkeklerle kadınların artık ilgisini çekmeyen geleneksel mitoloj inin güçlü bir eleştirisidir bu.

Ishtar kültürü yok etmektedir: taşıyıcısını ıslatan su tulumu, giyenin ayağını sıkan bir ayakkabı, rüzgarı dışarıda tutamayan bir kapıdır. Hiçbir ilişkisi uzun sürmez; her sevgilisini mahveder

Oysa insanoğlu ilkel tinsell iğe geri dönemez, dolayısıyla tanrılar dünyasını aramak kültürel gerilemeyi temsil etmektedir

seçilmiş insanlar için doğanın yasalarını askıya alamayacaklarını anlatır. Eski m itler artık insanın tutkularına kılavuzluk etme görevini yerine getiremez. Dilmun’a yolculuk eski mitsel yaklaşımı tersine çevirmiştir

Adonis mitosunda Dumuzi ile İshtar’ın öyküsünün yeniden sahnelenmiş ve s iyasal m ite dönüştürülmüştür.66 Adonis yurttaşlığa elverişli değildir. İşe yaramaz bir avcı olarak Grek delikanlılarının avcılık becerilerinin sınandığı topluma kabul törenlerinde başarısız olur.

Kent yaşamı mitolojiyi değiştirmişti. Tanrılar uzak görünmeye başlıyorlardı. Eski ayinlerle öyküler giderek erkeklerle kadınları bir zamanlar çok yakın görünen göksel aleme yöneltmekte başarısız kaldılar.

Eksene! Çağ
(MÖ yaklaşık 800-200)

MÖ sekizinci yüzyılda huzursuzluk daha da yayılıyordu, belli başlı dört bölgede peygamberlerle bilgelerden oluşan etkili bir kalabalık yeni bir çözüm arayışına girdi.

Eksene) Çağla ilgili bilinmeyen çok şey vardır. Neden yalnızca Çinlileri, Hintlileri, Grekler ve Yahudileri kapsalığını , Mezopotamya’da ya da M ısır’da neden bu doğrultuda bir gelişme yaşanmadığını bilmiyoruz. Eksene! Bölgelerin siyasal, toplumsal ve ekonomik çalkantılar yaşadıkları kesindi . Savaşlar, sürgünler almış başını gidiyordu, soykırımlar yapılıyor, kentler yakılıp yıkılıyordu. Aynı zamanda yeni bir pazar ekonomisi gelişmekteydi; güç papazlarla kralların elinden tüccarlara geçiyordu, buysa eski hiyerarşileri sarsıyordu. Tüm bu yeni i nançlar uzak çöllerde ya da dağlardaki keşişlerin arasında değil , kapitalizm ve yüksek finans çevrelerinde gelişme gösteriyordu.-

Tüm bilgeler yaşadıkları dönemde görülen şiddetten uzak durur, merhamet ve adalet ahlakı telkin ederlerdi. Müritlerine doğruyu kendi içlerine aramalarını, papazlar ve diğer din uzmanlarının öğretilerine güvenmemeleri gerektiğini öğretirlerdi. Hiçbir şeye gözü kapalı güvenmemek, her şeyi sorgulamak gerekirdi; o güne dek doğru d iye varsayılan eski değerler eleştirel gözle irdelenmeliydi.

Kent yaşamının gelişi mitolojinin artık eskisi gibi gerçek varsayılmaması anlamına geliyordu. İnsanlar onu eleştirmeyi sürdürdüler, fakat ruhun gizemiyle karşılaştıklarında içgüdüsel olarak eski mitlere yöneldiklerinin de farkına vardılar.

kutsalı ataları kadar kolay hissetmiyorlardı. Tanrılar ilk kent yaşayanlarını n bilincinden çıkmaya başlayalı çok olmuştu.

Erken İbrani mitleri tanrıyı yemek yiyen, İbrahim’le arkadaş gibi konuşan bir varlık olarak imgelemişti,

Ölmüş akrabalar için yapılan ayinler Çinlilere, aile olarak kavranan ve görgü kurallarıyla yönetilen i deal toplumsal düzen modeli sağlamıştı. Irmakların, yıldızların, rüzgarların ve ekinlerin içine işlemiş , Gök Tanrı Di’ye (daha sonraki adıyla Tian: “cennet”) bağlı, b ir arada uyum içinde yaşayan cinler vardı .

Eski mitlerden bazıları yaratıcılığın özveriye dayalı olduğuna işaret ediyordu, fakat Eksenel Çağın Bilgeleri bu içgörünün ahlaki sonuçlarını daha da açıklığa kavuşturdu. İnsanlığım en üstün duruma getirmek için günlük yaşantısında herkesin özveride bulunması gerekiyordu

Size yapılmasını istemediğinizi başkalarına yapmayın.

Önce kendi gereksinimlerini, dürtülerini ve eğilimlerini irdelemezsen, başkalarına da doğru davranamazdın; başkalarına uygun biçi mde saygı göstermek için shu (kendine benzemek) sürecini yaşamak gerekirdi.

Çinlilerin tanrılara ilişkin hiç öyküleri yoktu, ama aslında mitolojik olan, ancak tarihsel kişilikler oldukları düşünülen kültür kahramanlarına saygı duyarlardı

Kuttörenler, doğru anlaşılırsa, böyle mitolojik öykülerden daha önemliydiler

insanlar, yardım için tanrılara yönelmeyeceklerdi ; kuttörensel alanda kendilerine düzenli bir dünya yaratmak zorundaydılar.

Hintlilerle Çinlilerin toplu tapınmaya önem vermeleri bize mitin bu bağlamdan soyutlanmış olarak ele alınamayacağını anımsatır.

Karma kavramını yeniden tanımlamıştı, onları olağan eylemlerimizin esin kaynağı olan amaçlar d iye görürdü.

Eksene! çağın bilgeleri, merhametle adalet günlük yaşama uygulanmadığı sürece mitin gerçek önemini ortaya koyamadığını göstermişlerdi.

Uygarlığın insanoğlunu doğru Yol’dan (Dao) ayıran bir hata olduğuna inanırdı. Laozi, insanların teknolojisiz, sanatsız, kültürsüz ve savaşsız bir şekilde yaşadıkları, tarıma bağlı basit toplumun Altın Çağını arıyordu.

Yapılacak en iyi şey büyük güçler kendi kendilerini alt edene dek geri çekilmek, susup beklemek ve hiçbir şey yapmamaktır.

Uygarlığın amaca yönelik yapısından vazgeçtiğimiz zaman “Yol” a uyum sağlarız

Gerek Laozi gerekse Buddha i nsanların yeni fikirleri anlamalarına yardımcı o lmak için eski m itlerden yararlanmaya istekliydiler.

Eski öyküler şimdi anla msız geldiğinden onların yalan olduğunu duyurdular. Yüce aşkmlığıyla eski masalların saçmalığını gösteren Yahova, tek tanrıydı artık. Eski dine karşı tartışma başlattılar.

Yeoşua, Davut ve Kral Josiah yerel putperest kültleri şiddetle bastıran kültür kahramanları olarak gösterilir, Baal ya da Marduk’un altın ve gümüşten yapılma, bir, iki saat içinde bir ustanın bir araya getirdiği tasvirleri insan yapımı diye alaya alınır.

Din tarihi nin bize gösterdiği üzere, bir mit insanlara üstünlük çağrıştırmaya son verince itici olur. Salt bir tek tanrıya inanmak demek olan tektanrıcılık başlangıçta bir savaşımdı . İsrailoğullarınm çoğu hala eski mitlerin albenisinden kurtulamamışlardı, buna karşı savaşmaları gerekiyordu.

Tanrı Hezekiel’e dışkı yemesini buyurmuştu; ölen karısının yasını tutması yasaktı; korkunç, bir türlü dinmek bilmeyen bir titremeye tutulmuştu. Eksene! Dönemin peygamberleri , insanları bilinmeyen bir dünyaya götürdüklerini düşündüler; orada hiçbir şey ol muş varsayılamayacak ve doğal tepkiler kabul görmeyecekti. Sonunda bu s ıkıntı yerini belli bir güvene bıraktı, bugün Yahudilik dediğimiz din doğdu. Tuhaftır, bu yeni kendine güven duygusu büyük bir felaketin ardından geldi. 5 8 6 yılında Babil Kralı Nebuçadrezzar (Nebuçadnezzar?) Kudüs kentini fethetmiş ve Yahova tapınağını yerle bir etmişti. İsrailoğu llannın çoğu, sürgünlerin ziggurat kulelerinde tutulduğu, toplu ayinler açısından zengin ve de dev Esagila tapınağının yer aldığı Babil’e gönderildi.

Marduk’un tersine, İsrail’in tanrısının dünyayı yarat mak için umutsuz savaşlarda çarpışması gerekmemektedir; o bütün varlıkları bir tek komutla çaba harcamaksızın var eder. Güneş, ay, yıldızlar, gökyüzü ve yeryüzü kendi başlarına, Yahova’ya karşı tanrılar değild irler. Ona boyun eğerler. Deniz canavarı da Tiamat değildir, Tanrı’nın yarattığı ve buyruklar verdiği bir canlıdır. Yahova’nın yara tıcılığı Marduk’unkinden öyle üstündür ki bir daha tekrarlanması ya da yenilenmesi gerekmez. Babil tanrıları kaosun güçlerine karşı süre giden savaşa girip enerji depolamak için Yeni Yıl kuttörenlerine gerek duyarken, Yahova işini bitirdiği yedinci günü dinlenmeye ayırabilir.

Ne ki İsrailoğulları kendilerine uyduğu sürece eski Ortadoğu mitoloj is inden yararlanmaktan pek mutluydular. Büyük Kaçış (Exodus) kitabında Sazlık Denizini geçişleri tamı tamına bir mit olarak dile getirilir
Suya batma geleneksel olarak geçiş törenini simgelemekteydi; öteki tanrılar dünyayı yarattıklarında denizi ikiye yarmışlardı – öte yandan Büyük Kaçış mi tinde var edilen evren değil bir halktı .

Rekabet ortadan kalktı. Yeşayah aynı zamanda Yahova’nın dünyayı yaratmak için deniz canavarlarına savaş açtığını dile getiren eski yaratılış mitlerini, Ortadoğu’nun bütün yüce varlıkları gibi ilk Deniz’e karşı kazanılan bu zaferi, Yahova’nın Büyük Kaçış sırasında S azlık Denizini ikiye yarmasını akla getirmektedir.

göksel bir varlığın eliyle değil evrenin düzenli yasalarına göre varolduğunu kabul ederlerd i . Anaksimandros’a göre , (yaklaşık 6 1 1 -547) özgün a rche ( ilk özdek) insan gözüyle yaşad ığım ı z hiçbir şeye benzemezdi. Ona Sonsuz Varlık adını vermişti ; dünyamı zın bildik elementleri sıcakla soğuğun sırayla etkilediği bir süreç sonucunda oluşmuşlardı

Mit kendini sorgulamaz; bir ölçüde özdeşleme ister. Tanrılar gerçekten adil ve dürüst müydüler?
Aristoteles mitleri tıpkı felsefi metinler gibi okurdu.
Pluton ruh hakkında yazarken , doğunun ruhgöçü (reenkarnasyon) mitine başvurur

Greklerin logos’u mitolojiye karşı çıkıyor gibiydi, ancak filozoflar onu usçu düşüncenin ilkel atası diye görerek ya da dinsel söylem için gerekli olduğunu düşünerek m iti kullanmayı sürdürdüler.

Grekler tanrılara kurban vermeyi sürdürdü, Eleusis gizemlerinde rol aldılar, ta Milattan Sonra altıncı yüzyılda bu putperest din İmparator Justinianus tarafmdan zorla yasaklanana ve yerine H ıristiyanlık m itosu konana dek şölenlerini kutladılar.

Eksenel Çağ Sonrası
(MÖ yaklaşık 200-MS yaklaşık 1 500)

Tinsel ve dinsel konularda bugün hala Eksene! dönemin bilge leriyle filozoflarının içgörülerine güveniriz; MS on altıncı yüzyıla dek mitin durumu temelinde aynı kalmıştır.
üç tektanrıcı inanç da, bir ölçüde, mitolojik değil tarihsel olduklarını ileri sürer.

Hinduizmde tarihe geçici ve yanıltıcı gözüyle bakılır, bundan dolayı tinsel açıdan göz önünde bulundurmaya değmez. Hindular mitlerin ilk örneksel dünyasında kendilerini daha rahat hissederler. Budizm büyük ölçüde psikolojik bir dindir, psikolojinin erken biçimi olan mitolojiyi kendine yakın görür. Konfüçyüsçülükte kuttören her zaman mit anlatılarından daha önemli olmuştur.

Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar kendi tanrılarının tarih içinde etkin olduklarına ve bu dünyadaki güncel olaylarda kendini gösterdiğine inanırlar.

Yahudilik başka insanların mitoloj ilerine yönelik çatışkılı bir tutum izledi.

Yahudilik daha çok mite esin kaynağı olmayı sürdürdü. Bunlardan biri Hıristiyanlıktı. İsa ve ilk havarileri Yahudiydi ve Yahudi tinselliğine derin kök salmışlardı, İsa’yı mitolojik bir mite dönüştürmüş olduğu söylenen Aziz Paul de öyle.

mit bir zamanlar -bir biçimde- yaşanmış, aynı zamanda da hep yaşanan bir olaydır. Meydana gelişini belli bir dönemi kapsayan sınırlardan kurtarmak ve günümüzde tapınanların yaşamlarına taşımak gerekir, yoksa eşi benzeri olmayan, tekrarlanamayan bir olay ya da başkalarının yaşamlarına gerçekten etki edemeyen tarihsel bir gariplik olarak kalır.

kendilerini M ısır’ dan kaçmış bir kuşağın çocukları olarak görmelerini anlatmaktadır.

Mit eylemi gerektirir: Büyük Kaçış miti Yahudilerin özgürlüğe kutsal bir değer veri lmesinin aşılanmasını; köle olmanın da eziyet etmenin de reddini gerektirir. Kuttörensel uygulamalar ve ahlaki tepkilerle öykü uzak geçmişte yaşanmış bir olay ol maktan çıkar, yaşayan bir gerçekliğe dönüşür.

Önemli olan onun ölümünde ve dirilmesinde yatan “gizem”

Paul, İsa’yı ölen, sonra da yeniden canlanan sonsuz, mitolojik bir kahramana dönüştürmüştü. İsa çarmıha gerildikten sonra Tanrı tarafından eşsiz ulu bir konuma çıkarılmış, varl ığın daha yüksek bir biçimine “yükselmeyi” başarmıştı.95 Öte yandan vaftiz olan herkes (suya batışla gelen geleneksel dönüşüm) isa’nın ölümünü yaşar ve yeni yaşamını paylaşır

Bu mitin doğru olduğunu tarihsel belgelerden değil, dönüşümü yaşamış oldukları için biliyorlardı. Demek ki İsa’nın ölümü ve “dirilişi” bir mitti: bir zamanlar İsa’nın başından geçmiş ve artık hep yaşanan bir durumdu. Hıristiyanlık Eksene! Çağdaki tektanrıcılığın zamana uygun yeniden ifadelerinden biriydi; diğeri de Müslüman-

lıktı. Müslümanlar Muhammed Peygamberi ( M S yaklaşık 540-632) kitap getirmiş peygamberlerin ve İsa’nın varisi olarak görürler. Onun Araplara getirdiği kutsal kitap olan Kuran’ın mitle hiç sorunu olmamıştı.

anlatılan bütün öyküler ayet, diğer bir deyişle “mesel, teşbihtir” , çünkü tanrısal varlıklardan yalnızca işaret ve simgelerle söz edilebilir

Bu tarihsel dinlerin mitolojik boyutu nedeniyle Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar kendi içgörülerini açıklamak ya da bir bunalıma karşılık vermek için mitolojiden yararlanmayı sürdürdüler. Gize mcileri (mistikler) hep mite başvurdular. Gizemcilik ve gizem sözcüklerinin Grek dilinde anlamı: ‘gözleri ya da dudakları kapatmak’tır. İkisi de belirsiz ve dile getirilemeyen deneyimlere gönderme yapar, çü nkü sözün ötesindedirler ve dış dünyadan çok iç dünyayla ilişkilidirler.

Yahudilerin gizemci geleneği Kabala’da bu durum özellikle belirgindir. Kutsal kitap yazarlarının Babil’e ya da Asur mitolojisine düşmanca yaklaştıklarını görmüştük. Oysa Kabalacıların imgelediği tanrısal evrim süreci Enwna Eliş’te dile getirilen tedrici tanrıdoğumdan çok da farklı değildir. Akıl sır ermeyen ve bilinemeyen, gizemci-!erin En ‘Sof (Sonu olmayan) dediklerini yüce varlıktan on tanrısal sefirot (rakam) çıkmış, En Sof’tın Kendi tekliğinden iniş ve Kendini insanoğluna anlatma sürecini temsil eden on ışık doğmuştur.

Her biri sınırlı insan aklını tanrının gizemine daha erişilebilir kılar. Her biri Tanrı Sözü, aynı zamanda da Tanrının dünyayı yaratma nedenidir. Son sefira Shekhinah (Sakine) adını alır, Tanrının yeryüzündeki hazır bulunmasıdır bu. Shekhinah çoğu zaman kadın, Tanrının dişi yönü olarak imgelenir.

Shekhinah kaybolmuş ve tanrıdan uzaklaştırılmış, tanrısal dünyadan sürgüne gönderil m iş ve kendi kaynağına dönme özlemi çeken bir gelin olarak dünyayı dolaşır. Musa Yasaları özenle gözetilirse, Kabalacılar Shekhinah’ın sürgününe son verip dünyayı Tanrıya geri verebilirler. Kutsal kitap çağında Yahudiler, Anat gibi tanrısal eşini aramak adına dünyayı dolaşan ve Baal ile yeniden cinsel birleşmesini kutlayan yerel tanrıça kültlerinden nefret ederlerdi. Ancak Yahudiler göksel varlığın gizemli bir yolla kavranmasını dile getirmenin bir çaresini bulmaya çalışınca, sövgüler düzdükleri bu putperest miti üstü kapalı onaylamış oldular.

Kabalacılar Kutsal Kitabı olduğu gibi okumazlardı; kutsal metindeki her bir sözcüğün şu ya da şu se(ira ya gönderme yapan eleştirel yorumlama yöntem i geliştirmişlerdi. Örneğin, Yaradılışın ilk bölümündeki miter dörtlük Tanrının saklıyaşamında karşılığı olan bir olayı anlatıyordu. Dahası Kabalacılar Yaradılış’ta anlatılanlarla hiç benzerlik taşımayan yeni bir yaratılış miti türetmekten de çekinmemişlerdi.
Yahudiler 1492 yılında Katolik monarşinin başı Ferdinand ve Isabella tarafından İspanya’ dan sınır dışı edildikten sonra birçoğu I. Yaradılış’taki yatıştırıcı ve düzenli yaratılış mitiyle ilişki kuramaz oldular, o zaman da Kabalacı İsaac Luria ( 1 534-72) kusurlu yaratı lışın sonucunda oluşan yanlış başlangıçlar, tanrısal yanlışlar, patlamalar, kesin yasaklamalar ve şiddetli felaketlerle dolu, her şeyin yanlış yerde bulunduğu bambaşka bir yaratılış miti anlattı.

BATIDAKİ ROMA İMPARATORLUĞU YIKILDIĞINDA, KUZEY AFRİKA’DA HİPPO PİSKOPOSU AZİZ AUGUSTİNE (3 54- 430) ADEM VE HAVVA MİTİNİ YENİDEN YORUMLAMIŞ VE İLK GÜNAH MİTİNİ GELİŞTİRMİŞTİ . ADEM’İN BOYUN EĞMEZLİĞİ YÜZÜNDEN TANRI BÜTÜN İNSAN IRKINI SONSUZA DEK LANETLEMİŞTİ (HİÇBİR KUTSAL KİTAPTA DAYANAĞI OLMAYAN BİR FİKİR DAHA) .

Duygu karmaşası ve kural tanımaz tutkular tarafından aşağılanan bu anlayış biçimi, Batı’daki usçuluğun, yasa ve düzenin barbar kabileler tarafından ayaklar alt ına alındığı Roma’nın görünümüne çok benziyordu. Batılı Hıristiyanlar İlk Günahı çoğu zaman inançlarının temeli olarak görür, fakat Roma’nm düşmediği Bizans’ta Rum Ortodokslar bu öğretiyi hiçbir zaman tam olarak onaylamaz, İsa’nm bizleri İlk Günahtan korumak adına öldüğüne ve eğer Adem günah işlemeseydi Tanrı ‘nın insana dönüşeceğini ileri sürdüğüne inanmazlar.

Muhammed Peygamberin Kudüs’teki Tapmak Tepesinden ( Harem-i Şerif) Tanrı Katına gizemli bir biçimde yükseldiği söylendi

Her İmam göksel bilginin (ilm; ilim) yeniden doğmasıydı . Soy tükenince son İmam için “gizli bilinmeze” (okültasyon) girdi ve bir gün adalet ve barış çağını başlatmak üzere geri dönecek dediler.

Abbasi Halifesinin buyruğuyla ev hapsinde yaşadığı döneme göre Şiileri n yaşamlarında, aykırı olarak, daha canlı bir yer edinmişti

Platon ile Aristoteles sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda Arapça’ya çevrildiğinde, kimi Müslümanlar Kuran’ın dinini logos dini yapmaya çalışmışlardı. Aristoteles’in işaret ettiği İlk Neden’i örnek alarak Allah’ın varlığına “kanıtlar” türetmişlerdi. Feylozoflar adı verilen bu kimseler İslam dinini i lkel diye gördükleri mitolojik öğelerinden temizlemek istiyorlardı.

İlk Neden İncil ile Kuran’ın tanrısından daha mantıklı olabilir, ne var ki onlarla pek ilgilenmeyen tanrısal bir varlığın ilgisini çekmek çoğu kimse için zordur.

Rum Ortodoks Hıristiyanlar bu akılcı çalışmayı belirgin biçimde hor gördüler.

Kutsalı tartışmak için mantığı kullanmak çorbayı çatalla içmeye çalışmak kadar yararsız bir çabaydı . Tanrı bilim ancak yakarışlar ve ayinler eşliğinde izlenirse geçerli olurdu . Müslümanlarla Yahudiler sonunda aynı sonuca varmışlardı. On birinci yüzyılda Müslümanlar felsefenin tinsellikle, kuttören ve yakarışlarla bağdaştırılması gerektiğine karar verdiler ve Sofilerin mitoloj ik, gizemci dini on dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar İslam’a örnek oluşturdu. Benzer bir yaklaşımla, Yahudi ler de İspanya’dan kovulmak gibi trajediler yaşadıklarında filozoflarının akılcı dinin kendi!erine yardımcı olmadığını fark etmiş ve zihnin derinlerine inerek acı ve özlem leri nin içsel kaynağına ulaşan Kabala mitlerine dönmüşlerdi. Hepsi mitolojiyle mantığın birbirini tümlediği görüşüne yeniden sarıldı.

Büyük Batı Dönüşümü
(MS yaklaşık 1 500-2000)

Batılı yeni toplumlar kaynakların teknolojik üretimi ve sermayenin sürekli yeniden yatırımı üzerine kuruldu.
Batının başarısı yararcı ( pragmatik), bilimsel ruhun zaferiydi . Yeni düstur yeterlikti . Her şeyin işlemesi gerekiyordu. Yeni bir fikir ya da buluş akla yatkın kanıt ortaya koyabilmeli ve dış dünyayla uyumlu olduğunu gösterebilmelidir.

Yaşama yapısını ve anlamını kazandıran m it olmuştu, oysa modernleşme ilerledikçe ve logos ses getiren sonuçlar başardıkça, mitoloji giderek daha az değer görmekteydi.

Acı veren bunalımlar ve öfke nöbetleri Martin Luther’ı ( 1 4 8 3 – 1 546) yiyip bitiriyordu. Ulrich Zwingli ( 1 484- 1 5 3 1 ) ile John Calvin ( 1 509-64) insan varlığının sınava çekilmesinden -onları çözüm bulmaktan alıkoyan bir hastalık– önce Luther’ın tüm çaresizliğini paylaşmışlardı .

Toplu olarak ezberden okumanın yerini tek başına , sessizce okuma alıyordu. Artık herkes İncil’i ayrıntısıyla öğreniyor ve kendine göre bir görüş geliştiriyordu, fakat artık kuttörensel bağlamda okunmadığından diğer bütün çağdaş metinler gibi orada yazanları da somut bilgiler olarak dindışı bir tutumla ele almak kolaydı.

Mit insanoğlunu evrenin kendisiyle sarılı olduğuna inandırmıştı, oysa şimdi anlaşıldığına göre ufacık bir yıldızın çevresinde göze bile çarpmayan bir gezegenin kıyısındaydılar.

Britanya’da Francis Bacon ( 1 56 1 – 1 626) bilimi mitolojinin zincirlerinden kurtarmak adına bağımsızlık ilan etmişti
Bilim insanlığın acısına son verecek ve dünyayı kurtaracaktı. Hiçbir şey bu gelişimin önüne geçemezdi. Dinin bütün mitleri sıkı eleştiri süzgecinden geçirilmeli, eğer kanıtlanmış gerçeklerle çelişirlerse, bir kenara bırakılmalıydılar. Mantık tek başına bu gerçeğe ulaşmaya yeterdi . Deneye dayalı değerleri tümüyle özümseyen ilk bilim adamı Sir Isaac Newton ( 1 642- 1 727) olsa gerek, kendinden öncekilerin bulgularını en ince noktasına kadar kullanarak bilimsel deney ve çıkarsama kuralları geliştirmişti.
Hıristiyanlığı Kutsal Üçlü gibi mantık yasalarına aykırı öğretilerden temizlemeyi kendine görev bilmişti. Bu öğretinin dördüncü yüzyılın Grek tanrıbilimcilerince, Yahudi Kabalacılarınkine benzer bir mit olarak yaratıldığını göremiyordu. Nyssa ( Kapadokya bölgesinde bir kasaba) Piskoposu Gregory’nin (33 5-395) açıklamış olduğu gibi Baba, Oğul ve Kutsal Ruh nesnel, varlıkbilimsel gerçekler değil, “adlandırılamayan ve dile getirilemeyen” tanrısal yapının sınırlı insan zihinlerimize kendini uyarlamasını belirtmek için “kullandığımız terimler” oluyordu.

Herhangi bir şey mantıksal olarak açıklanamıyorsa, uydurma demekti.

Newton gibi onlar da Tanrı’nın nesnel, kanıtlanabilir bir gerçeklik olması gerektiğini düşünürler. Böylece Batılı Hıristiyanların önemli bir bölümü Kutsal Üçlü’yle sorun yaşar. Onlar da Newton gibi Kutsal Üçlü mitinin Hıristiyanlara, tanrısal varlığı basit bir kişilik olarak düşünmeye kalkışmamaları gerektiğini anımsatmak üzere uydurulduğunu anlamaktan uzaktırlar.

John Locke ( 1632- 1804) kutsalın varoluşunun kanıtlanmasının olanaksız olduğunu anlamıştı ,
Katolik ve Protestan ülkelerinin çoğunu kasıp kavuran büyük Cadı Çı lgınlığı bilimsel usçuluğun zihnin karanlık
güçlerini uzak tutmayı ille de başaramayacağını göstermişti. Cadı Çılgınlığı binlerce erkekle kadına işkence uygulanmasına ve idam edilmesine yol açan toplu şeytan fantezisiydi .

Püritenler ( Bağnaz) de sarsıcı tinsell ik ve din değiştirme deneyimleri yaşamışlard ı, ancak dayanacak donanımları eksikti.

Dönem bilim çağıydı, insanlar geleneklerinin yeni çağa uygun olduğuna inanmak istiyorlardı, ancak bu mitlerde dile getirilen öykülerin olduğu gibi anlaşılması gerektiğini düşünüyorsanız, bu olanaksızdı.

o sırada halk Yaradılış evrenbilimlerini gerçekmiş gibi okuduğundan, pek çok Hıristiyan inanç yapısının tehlikede olduğunu düşünüyordu – hala da öyle düşünür. Yaratılış öyküleri tarihsel doğrular olarak görülmemişti hiç; onların amacı tedavi etmekti. Oysa Yaradılış’ı bilimsel anlamda geçerli gözüyle okumaya başlarsanız, bilimde ve dinde yanlış sonuçlara varırsınız.

Beş Kitap (Pentateuch) aslında Musa tarafından değil, ondan çok daha sonra ve farklı yazarlarca yazılmıştı; Kral Davut Mezmurları kendi bestelememişti; mucizeleri anlatan öykülerin çoğu imgesel (mecazi) anlam taşıyordu. İncil’de anlatılanlar “mit” idi, konuşma dilinde söylersek, gerçek değildiler.

Toplum mitolojiyle akılcı bilim arasında bir seçim yapmalıydı, uzlaşma söz konusu değildi.

Mitolojik düşünme ve uygulama insanların tükenme ve hiçlik olgusuyla yüzleşebilmelerine, bir ölçüye kadar bu gerçeği kabullenmelerine yardımcı olmuştu.

çağdaşlığın ve Aydınlanmanın aşın umutlarından çoğunun yalan olduğunu ortaya koydu. 1 9 1 2 yılında Titanic gemisinin batması teknoloj inin kırılganlığının göstergesiydi; Birinci Dünya Savaşı dostumuz bilimin silahlara ölümcül etki olarak uyarlanabildiğini göstermekteydi; Auschwitz, Gulag ve Bosna kutsallık duygusu elden gittiğinde neler olabileceğine sahne oldular. Akılcı bir eğitimin insanlığı barbarlıktan kurtaramayacağını, ölüm kamplarının büyük bir üniversitenin çevresinde bulunabileceğini öğrendik. Hiroşima ve Nagasaki üzerinde patlayan ilk atom bombalan çağdaş kültürün yüreğinde yer alan kendi yıkımını getiren nihilist mikrobu bütün çıplaklığıyla gözler önüne serdi ; 11 Eylül 200 1 günü Dünya Ticaret Merkezine yapılan saldırı çağdaşlığın yararlarının -teknoloj i , seyahat kolaylığı ve küresel iletişim- terör araçları olarak kullanılabileceğinin kanıtıydı.

Beklenmedik olaylarla karşı karşıyayız. Öteki toplumlar, ölümü varlığın başka boyutlarına geçiş diye kabul ederlerdi . Ölümden sonraki yaşama yönelik basit ve kaba fikirler beslemeseler bile uydurdukları ayinlerle mitler onların dile getirilmez olanla yüzleşmelerine yardımcı olurdu. Hiçbir öteki kültürde, kimse geçiş ya da kabul töreninin ortasında, kapıldığı dehşetten kurtulmadan kalmazdı.

M itin bugünkü reddinde etkili , hatta kışkırtıcı bir çilecilik vardır. Yine de düşüncenin tümüyle doğrusal, mantıklı ve tarihsel boyutları, kadın ve erkeklerin kabul edilemezle yaşamak için insanlığın bütün kaynaklarına yaklaşmalarını sağlayan terapilerden ve eğilimlerden çoğumuzu yoksun bırakırlar.

Bugün hala kendi koşullarının “ötesine geçme” ve “tümüyle” daha yoğun, doyurucu bir varoluşu yaşama özlemi duymaktayız. Bu boyuta sanat, rock müzik, uyuşturucuyla girmeye çalışır ya da yaşamdan daha iyi bir sinema fil m inin yaşamdan daha fazlasını kapsayan bakış alanına girmeyi deneriz. Hala kahraman arayışımızı sürdürüyoruz.

Mit öykünmeye ya da katılıma yöneltmelidir, edilgin düşünmeye değil. Artık m ite dayalı yaşamlarımızı tinsel açıdan zorlayıcı ve dönüşümcü olacak biçimde yönetmesini unuttuk. Mitin yalan olduğunu ya da düşüncenin önemsiz bir boyutunu temsil ettiğini söyleyen on dokuzuncu yüzyıl safsatasından kendimizi kurtarmalıyız .
Ne var ki mitolojiye karşı daha aydın bir tutum takınabiliriz. Bizler mit üreten yaratıklarız, yirminci yüzyıl boyunca sonu toplu öldürmelere ve soykırıma varan çok yıkıcı çağdaş mitlerle karşılaştığımız oldu . Bu mitlerin başarısızlıkla sonuçlanmasının nedeni Eksene! Çağın ölçütlerine uymamalarıdır. Ne merhamet ruhuyla işlenmişlerdi, ne bütün yaşamın kutsallığına saygı duyulması gerektiğiyle ne de Konfüçyüs’ün “eğilim” (temayül) dediği olguyla. Bu yıkıcı mitolojiler enikonu ırkçı, etnik, küçültücü ve bencildirler, ötekini umacı gibi göstererek kendini yüceltmeyi çabalarlar. Daha çok, içinde yaşayan bütün insanların kendilerini aynı belaya bulaşmış gördükleri küresel bir köy yaratan, modernleşmeyi başaramamış mitlerdir bunlar.
Bize gereken yalnızca aynı etnik, ulusal ya da ideolojik kabileden gelenlere değil, dünyayı paylaştığımız bütün insanların kendilerini özdeşleştirmelerine yardım edecek mitler. Yararcı, akılcı dünyamızda, her zaman yeterince üretken ya da verimli görülmeyen merhametin önemini anlamamızı sağlayacak mitler. Manevi tavrımızı belirlememize ve anlık gereksinimlerimizin ötesini görmemize yardım eden, tekbenciliğimize karşı deneyüstü bir anlam tecrübe etmemizi sağlayan mitler gerek bize. Onu yalnızca bir “kaynak” olarak kullanmak yerine yeryüzüne kutsal gözüyle bakarak bir kez daha saygı göstermemize yardımcı olan mitler.

Kutsal Kase mitinde çorak topraklar, insanların gerçek olmayan bir yaşam sürdükleri , derin anlayıştan gelen inançları olmayan toplum kurallarını körü körüne izledikleri bir yerdir.

Boşluğa adım atmış ve geçmişin mitolojik bilgeliğini bize bir kez daha tanıtma girişiminde bulunmuş kimseler dini liderlerden çok yazarlarla sanatçılar olmuştur.-

Başkalarının ıstırabını paylaşma yeteneğine sahip, merhamet dolu bir resimdir bu insanoğlu avlayıp öldürdüğü hayvanlara rahatsız edici bir yakınlık duyardı. Kurban etme törenlerinde duymaya başladığı acıyı dile getirir, insanlığı kurtarmak adına canlarını feda eden yaratıkları onurlandırırdı..

Tarihöncesi toplumda Ulu Ana çetin bir avcıydı, oysa Picasso’nun tablosunda ölen çocuğunun cansız bedenini tutan anne sessiz çığlıklar atan bir kurbandır. Arkasında duran boğa, Picasso’nun dediğine göre, gaddarlığı temsil eder. İspanya’nın ulusal sporu olan, kökleri antik çağın kurban törenlerine uzanan boğa güreşinin gösterişli kuttörenleri Picasso’yu hep büyülemişti.
Gaddarlığın simgesi olan boğa ölüme mahkumdur.

Dokuz Yüz Seksen Dört (bas ımı 1 949) romanı bizi hep haklı çıkmasını bilen polis devletinin tehlikeleri, geçmişin sürekli bugüne uydurulmak üzere değiştirilmesi konularında uyarır.

Big Brother (Büyük B irader), Doublethink (ikil i-düşü nce), Newspeak (uydurmadil) ve Room 101 ( 101. Oda)
Romancılarla ressamların bilinçleri mitleri yaratanlarla aynı düzeyde olduğu için doğal olarak onlarla aynı temalardan yararlanırlar.
aşın uygar bir adam olan Bay Kurtz’un Afrika’n ın balta girmemiş ormanlarında bir süre kalışını anlatır. Geleneksel m itolojide kahraman toplumsal yaşamın güvencesini geride bırakırdı. Çoğu zaman toprağın derinliklerine inmek zorunda kal ır, orada kendisinin bilinmeyen bir yönüyle karşılaşırdı. Yalnız ve yoksun kalma deneyimi psikolojik çöküntüyle sonuçlanabilir, bu da yepyeni bir içgörünün kapılarını açardı . Eğer başarılı olursa, kahraman yeni ve değerli bir şeyle halkının arasına geri dönerdi.

The Magic Mountain, Büyülü D ağ ( 1 924) adlı romanında topluma yeni katı lım temasını işler. Mann asıl amacının bu olmadığını, ancak Harvardlı genç bir öğrenci ona romanın çağdaş bir “Arayışçı Kahraman” örneği olduğuna işaret ettiğini söyleyince, onun haklı olduğunu anlamakta gecikmediğini itiraf etmişti. Kahramanlık arayışının mitolojisi onun bilinçaltında gömülüydü, dolayısıyla ne yaptığının farkında olmadan yaklaşmıştı ona.
Antik mitolojide her şey kutsal önem taşırdı, bir tek nesne ya da eylem bile zındık değildi.

Ayrıca, öneml i bir romanın da tıpkı mi toloj i gibi dönüştüıi.icü bir yanı vard ır. Bunu yapmasına i zi n verirsek, bizi sonsuza dek değiştirir
Mitolojinin bir sanat biçimi olduğunu görmüştük. Güçlü bir sanat çalışması varlığımızı ele geçirir ve onu sonsuza dek değiştirir.