Home » Yazarlar » Alev Alatlı » Bize Yön Veren Metinler cilt1 Bölüm 4

Bize Yön Veren Metinler cilt1 Bölüm 4

III – HZ. MUHAMMED’İN VEFATINDAN SONRA İSLAM

Hz. Muhammed’in vefatıyla birlikte, Müslüman toplumun her türlü soruna anında çözüm getiren otorite kaynağı ortadan kalkmış oldu. Hz. Muhammed, kendisinden sonra olacakların farkındaydı. İslam toplumunun, Hıristiyanlara ve Yahudilere oranla daha büyük bir kargaşa içerisine gireceği uyarısını yapmıştı. Ona göre İslam birliğini sağlamanın iki anahtarı vardı: Kur’ân ve sünnet. Hz. Muhammed’in vefatından sonra ortaya çıkan ve bölünmeye kadar giden tartışmalarda her ne kadar Kur’ân ve sünnete müracaat edilmişse de, sonuçta çeşitli siyasi etkenlerden dolayı kaçınılmaz bölünmeler gerçekleşmiştir. Kur’ân ve sünnete müracaat etmek, bazı sorunların çözümünü sağlamışsa da, Müslümanlar savaşarak çözüm bulma yoluna gitmişlerdir. Hz. Muhammed’in vefatından sonra dört halife devri başlar; son halife Hz. Ali’nin Ümeyyeoğulları tarafından devrilmesiyle birlikte Emevîler, ardından Abbâsiler devri gelir. Özellikle Hz. Ali’nin devrilmesiyle birlikte başlayan hilafet ve imamet sorunları, İslam siyasetinin ana gündemlerinden birisini oluşturur.

A. DÖRT HALİFE (HULEFÂ-Yİ RÂŞİDÎN)

Hz. Muhammed’in vefatından Emevîlerin kuruluşuna kadar (632-661) İslam devletini yöneten halifeler, İslam yazınında Dört Halife veya Hulefâ-yi Râşidîn diye bilinir. Dört halifenin her biri, Hz. Muhammed’in vefatından sonra ortaya çıkan otorite boşluğunu gidererek, İslam toplumunda meydana gelen çeşitli sapmaları ve İslam açısından ortaya çıkan düzensizlikleri, Kur’ân ve sünnet esaslarına göre yeniden zapturapt altına almaya çalışmışlardır.

Dört halifenin diğer bir özelliği, onlardan her birinin halife seçilmesinin farklı yöntemlerle gerçekleşmiş olmasıdır.

1. Hz. Ebû Bekir ve Dönemi

Hz. Ebû Bekir’in Hz. Muhammed’in Vefatından Sonra Yaptığı Konuşma

“İçinizde Muhammed’e tapanlar varsa, iyi bilsinler ki, Muhammed artık ölmüştür. Allah’a tapanlara gelince, bilsinler ki, Allah bâkîdir, asla ölmez” dedi. Arkasından şu âyeti okudu:

“Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Eğer o ölür veya öldürülürse geriye mi döneceksiniz? Her kim ökçeleri üzerinde geriye dönerse Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır” (Kur’ân 3: 144).

Hz. Ebû Bekir’in bu konuşması, ashâbı sakinleştirdi. Rasûlullah’ın öldüğü gerçeğini acı da olsa kabullenmişlerdi.

Hz. Ebû Bekir’in Halife Seçildikten Sonra Yaptığı Konuşma

Hz. Peygamber kendisinden sonra halife olmak üzere kimseyi tayin etmemişti. Resûlulah’ın vefatından sonra Ensârın Benî Sâide Sakîfesi’nde toplanarak halife seçimi konusunu görüştüğünü öğrenince Hz. Ömer ve Ebû Ubeyde b. Cerrah’la birlikte oraya gitti. Çeşitli tartışma ve konuşmaları dinledikten sonra İslâm birliğini sağlamak için tek bir lider etrafında toplanmak gerektiğini söyledi ve Hz. Ömer veya Ebû Ubeyde b. Cerrah’tan birini halife seçmelerini istedi. Fakat sahabîler Hz. Ebû Bekir’in halife olmasını uygun görerek kendisine biat ettiler (11/632). Hz. Ebû Bekir, Benî Sâide sakîfesinde halife olarak seçildikten sonra Mescid-i Nebevî’de umumi biat aldı. Bu sırada yaptığı konuşmada takip edeceği siyasetin genel esaslarını ortaya koydu. Hz. Ebû Bekir’in bu konuşması şöyledir:

Allah’a yemin olsun ki, benim asla hilâfet makamında gözüm olmamıştır. Ne gündüz, ne de gece bunu asla kendim için istemedim. Bu işin bana verilmesi için ne kendi içimden ve ne de açıktan Allah’a duada bulundum. Ancak bu görevi kabul etmemem hâlinde toplumda fitne ve karışıklıkların çıkacağından endişe ettim. Bu vazife üzerimde iken asla rahat ve huzur içinde bulunamayacağım. Allah’ın bana nasip edeceği kuvvet ve imkânlar bir yana, bana verilen bu işi tam olarak yerine getirebilmem için şahsen elimde ne bir güç, ne de bir imkân vardır. Bugün benim yerime bu göreve daha yetkin birinin seçilip görevlendirilmesini isterdim.

Ey insanlar! En iyiniz olmadığım halde sizin idareciniz olarak seçilmiş bulunuyorum. Biliniz ki, Kur’ân tamamlanmış ve Resûlullah sünnetiyle bize yol göstermiştir. Akıllı insan takva yolunu seçer. Basiretsiz olanlar ise fitne ve fücûra yönelir. Şayet görevimi lâyıkıyla yaparsam, bana yardım ediniz. Yanlış hareket ve davranışta bulunursam, bana doğru yolu gösteriniz. Doğruluk, itimat ve emniyet, yalancılık ise hâinlik ve itimadı kötüye kullanmaktır. Güçsüz olanınız şayet haklı ise, hakkını alıncaya kadar benim yanımda güçlüdür. Güçlü olanınız haksız ise, kendisinden hak sahibinin hakkını alıncaya kadar benim yanımda güçsüzdür. Bir millet, Allah yolunda cihadı terk ederse zillete mahkûm olur. Bir millet arasında kötülükler yaygın olursa Allah onlara umumî bir belâ verir. Allah’a ve Resûlü’ne itaat ettiğim sürece bana itaat ediniz. Şayet onlara isyan edersem, bana itaatiniz gerekmez. Allah’ın rahmeti üzerinize olsun.

Hz. Âişe ve Hz. Ali’nin Hz. Ebû Bekir Hakkındaki Görüşleri

Hz. Âişe, bu nazik durumu ve babasının bu süreçte yüklendiği misyonu şu sözleriyle tasvir eder:

Araplar irtidat ettiler. Yahudiler ve Hıristiyanlar başkaldırdı; nifak ortaya çıktı. Peygamberlerini kaybeden Müslümanlar, bir kış gecesinin yağmuru altında kalmış koyun sürüsüne döndüler. Nihayet Allah, onları tekrar Ebû Bekir’in etrafında topladı. Resûlullâh vefat edince babamın karşılaştığı zorluklar, koca dağlara yüklenseydi, onları param parça ederdi. Medine’de nifak hâkimdi. Allah’a yemin ederim ki babam, insanların ihtilâfa düştükleri her konuyu, İslâmiyet’teki değer ve ilgisine göre en süratli bir şekilde çözdü.

Belâzürî 1407/1987. Fütûhu’l-Buldân, nşr. Abdullah Enîs et-Tabbâ’-Ömer Enîs et-Tabbâ’, Beyrut, s. 132.

Hz. Ebû Bekir vefat ettiğinde Hz. Ali’nin de şu sözleri söylediği nakledilir:

Sen fırtınaların ve en şiddetli kasırgaların kımıldatamadığı bir dağ idin. Resûlullâh’ın dediği gibi sen, bedeninde zayıf, Allah’ın dininde kuvvetli, gönlünde mütevazı, Allah’ın katında ve yeryüzünde makamı yüce, mü’minlerin nazarında büyük idin. Sende hiç kimsenin kini, hiç kimsenin değersiz bulduğu bir taraf yoktu. Senin katında kuvvetli, ondan hak alınıncaya kadar zayıf, zayıf da hakkını alıncaya kadar kuvvetli idi. Yüce Allah, senin sevabından bizi mahrum etmesin, senden sonra bizi saptırmasın!

Halife Hz. Ebû Bekir’in Üsâme Ordusuna Yaptığı Konuşma

Üsâme ordusunu göndermekten vazgeçmesini isteyenlere Hz. Ebû Bekir şu cevabı verdi:

“Vallahi! Medine’de benden başka kimse kalmasa, vahşi hayvanların gelip beni parça parça edeceklerini bilsem, yine de orduyu göndereceğim. Zira Üsâme’nin gitmesini bizzat Resûlullâh emretmişti”.

z. Ebû Bekir 1 Rebîülevvel 11 (26 Haziran 632) tarihinde orduyu sefere çıkardı. Üsâme at üzerinde, kendisi yaya olarak bir süre yürüdü. Üsâme kendisinin inip ata halifenin binmesini teklif edince Hz. Ebû Bekir: “Ayağım kısa bir süre için de olsa cihad yolunda tozlansın istiyorum. Çünkü gazinin bir adımına yedi yüz sevap verilir, derecesi yedi yüz kat yükseltilir ve yedi yüz hatası bağışlanır” diyerek nazikçe reddetti. Bu sırada Hz. Ebû Bekir’in Üsâme ordusuna yaptığı tavsiyeler hem İslâm hem de insanlık tarihi açısından önemlidir:

“Ey insanlar! Size tavsiye edeceğim on hususa uymanızı istiyorum: Hainlik yapmayınız. Vefasızlık etmeyiniz. Haddi aşmayınız. Kimsenin uzuvlarını kesmeyiniz. Çocukları, kadınları ve yaşlıları öldürmeyiniz. Hurma ağaçlarını kesip yakmayınız. Meyve ağaçlarını kesmeyiniz. Koyun, inek ve deve gibi hayvanları gıdadan başka bir maksat için kesmeyiniz. Yolda manastırlara çekilmiş insanlara rastlayacaksınız, onları kendi hâllerine bırakınız”.

Hz. Ebû Bekir’in Necran Halkına Mektubu

Necranlıların canları, arazileri, dinleri, malları, maiyyetleri, ibadetleri, hazır bulunanları ve bulunmayanları, papazları, rahipleri, kiliseleri, sahip oldukları az veya çok her şey, Allah’ın ve Resûlullah’ın himayesi altındadır. Onlar askere alınamaz. Hiçbir papazları ve rahipleri değiştirilemez. Resûlullah’ın onlar hakkında verdiği ahidnâmeye uyulacaktır. Bu sahifede yazılanlar da ilelebed Hz. Peygamber’in koruması altındadır. Onlar da hak ve sorumluluklarını en iyi şekilde yerine getirmek zorundadırlar.

Hz. Ebû Bekir’in Ridde (İrtidat: Dinden Dönme) Hareketlerine Karşı Tepkisi

Hz. Peygamber’in Veda Haccı’ndan dönüp Medine’de rahatsızlandığı sırada Arap Yarımadası’nda bazı kimseler peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkmış ve bir grup cahil insanlar da onların etrafında yer almıştı. Bazı bedevî kabileleri de namaz kılacaklarını ancak zekât vermeyeceklerini söyleyip giderek genişleyen bir isyana sebep olmuşlardı. Bu sırada sahabîler “Lâ ilâhe illallah” diyen, Müslüman olduğunu söyleyen, ancak zekat vermek istemeyenlerle savaşmanın doğru olup olmayacağını tartıştılar. Hz. Ömer, halifeye Hz. Peygamber’in şu hadisini hatırlattı:

“Ben insanlarla ’Lâ ilâhe illallâh’ deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu söyleyenler canını ve malını korumuş olur ve onların hesabı artık Allah’a aittir”. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir kesin tavrını koydu ve şöyle dedi: “Allah’a yemin ederim ki, namaz ile zekâtın arasını ayıranlara karşı savaşacağım. Çünkü zekât malın hakkıdır. Onlar Resûlullâh’a verdikleri zekât hayvanının yularını dahi bana vermekten çekinirlerse, yine onlarla savaşırım”.

Hz. Ebû Bekir, Müseylimetü’l-kezzâb, Tuleyha b. Huveylid ve Secâh gibi peygamberlik iddiasında bulunanlar (mütenebbî) ve zekât vermek istemeyenler üzerine Hâlid b. Velîd, Şurahbil b. Hasene ve İkrime b. Ebû Cehil gibi sahabîler kumandasında ordular göndererek isyanları bastırdı.

Hz. Ebû Bekir’in Yezîd b. Ebû Süfyan’a Tavsiyeleri

Hz. Ebû Bekir irtidat hareketlerini bastırdıktan sonra 13/634 yılı başlarında Suriye fethi için bazı ordular sevk etti. Bu ordulardan birine kumandan tayin ettiği Yezîd b. Ebû Süfyan’a şu tavsiyelerde bulundu:

“Ben seni bazı zorluklarla karşı karşıya bırakarak denemek ve bu sayede yeterli seviyeye gelmen için kumandan tayin ettim. Bu görevini hakkıyla yaparsan seni görevinde bırakır ve sana daha büyük görevler veririm. Eğer görevini hakkıyla yerine getiremezsen seni azlederim. O halde Allah’tan kork. Çünkü Allah senin dışını gördüğü gibi kalbini ve içinden geçenleri de bilir. Allah’a en yakın olan kişi, onun emirlerini en çok yerine getiren kişidir. İnsanların en iyisi Allah’ın dostluğunu en çok kazanandır. Ben sana Hâlid’in görevini veriyorum. Câhiliyye devrinin taassubuna sakın kapılma ve böbürlenme. Çünkü Allah büyüklenen kimseleri sevmez. Askerlerin yanına gittiğin zaman aralarına karış ve onlarla güzelce sohbet et. Hayırlı şeyler konuş ve hayırlar vadet. Onlara öğüt verdiğin zaman sözü uzatma. Çünkü sözün fazlası bir kısmını unutturur. Söylediğin şeyleri önce kendin yap. Nefsini ıslah et ki, başkaları da seni sevsin ve itaatte kusur etmesin. Namazlarını vaktinde ve ta’dîl-i erkâna uyarak huşû içinde kıl. Düşman elçileri yanına geldiğinde onlara ikramda bulun. Fakat yanında fazla tutma. Böylece senin ordun ve hazırlıkların hakkında fazla bilgi edinemeden dönmüş olurlar. Onlara hiçbir şey göstermemeye çalış. Aksi takdirde senin zayıf taraflarını görür ve senin bildiklerini bilirler. Onları seçkin askerlerinin arasında ağırla. Yanındaki askerlerin onlarla konuşmasına izin verme. Sadece sen konuş. Sırrını açığa vurma ki, işlerin bozulmasın. İstişare ettiğin zaman doğru konuş ki, onlar da sana doğruyu söylesinler. Geceleri uyanık ol ve vaktini arkadaşlarınla sohbetle geçir. Bu sayede sana çeşitli haberler gelecek ve önündeki perdeler açılacaktır. Nöbetçilerin sayısını artır ve askerler arasına dağıt. Onları haber vermeden sık sık ansızın kontrol et. Görevini ihmal eden nöbetçiyle karşılaşırsan onu güzelce terbiye et ve aşırıya kaçmamak şartıyla cezalandır. Geceleri nöbetçileri sık sık değiştir. İlk nöbetler daha sonraki nöbetlerden uzun olsun. Çünkü gündüze yakın olduğu için ilk nöbet saatleri daha kolaydır. Müstehak olanı cezalandırmaktan çekinme. Ceza verme konusunda ne çok aceleci ol ne de çok gevşek davran. Askerlerinin ailesinden sakın gafil olma. Aksi halde askerin bozulur. Onların gizli şeylerini merak edip araştırmaya kalkma. Çünkü böyle yaparsan onları rezil edersin. İnsanların sırlarını açığa çıkartmaya çalışma ve onların anlattıklarıyla yetin. Lüzumsuz işlerle uğraşanlarla düşüp kalkma. Sadakat ve vefa sahibi insanlarla oturup kalk. Görüşmelerde samimi ol. Sakın korkma, sen korkarsan insanlar da korkuya kapılır. Ganimet peşinde koşma. Çünkü bu fakirliğe sebep olur ve zaferi engeller. Kendilerini manastıra kapatmış kimselerle karşılaşacaksın. Onları kendi haline bırak.”

Hâlid b. Velîd’in Hire Halkıyla Yaptığı Antlaşma

Bismillâhirrahmanirrahîm. Bu antlaşma Hâlid b. Velîd ile Hire temsilcileri Adiyy b. Adiyy, Ömer b. Adiyy, Amr b. Abdülmesîh, İyâs b. Kabîsa ve Hîrî b. Ekkâl arasında imzalanmıştır. Hireliler yıllık 90.000 dirhem cizye ödeyeceklerdir. Tevrat ve İncil ehlinden Allah’ın almış olduğu ahid ve misak aleyhlerine olmak üzere onlara şu şartlar koşulmuştur:

a. Antlaşma şartlarına hiçbir hususta muhalefet etmeyeceklerdir.

b. Müslümanlara karşı hiçbir kâfire yardımcı olmayacaklardır.

c. Müslümanların açıklarını ve askerî sırlarını ifşa etmeyeceklerdir. Bu hususta herhangi bir ihlal olursa Allah’ın peygamberine taahhüd ettiği antlaşma şartlarını çiğneyenlerin görecekleri cezanın en şiddetlisi ile cezalandırılacaklardır.

d. Eğer sözlerinde durmaz ve muhalefet ederlerse kendileri için artık güvenlik söz konusu olmayacaktır. Eğer sözlerinde durur antlaşma şartlarına riayet eder, Müslümanlara karşı vergi borçlarını öderlerse, zimmîlere tanınan haklardan istifade edeceklerdir.

e. İç ve dış düşmanlara karşı onları korumak, can ve mal güvenliğini sağlamak bizim görevimizdir. Onlar verdikleri sözde dururken Allah bize fetihler ihsan ederse bu hususta Allah’ın onlara tanıdığı haklar korunacaktır. Biz nasıl onlara karşı görevimizi yapmakla mükellef isek, onlar da muhalefet etmeksizin görevlerini yerine getirmek zorundadırlar.

f. Çalışmaktan aciz olan yahut hastalık, sakatlık vb. musibetlere maruz kalan veya zenginken fakir düşüp kendi dindaşlarının yardımlarıyla geçinir hale gelenler cizyeden muaf tutulur. Medine’de ve Dârülislâm sayılan diğer yerlerde ikamet ettikleri sürece kendilerine ve bakmakla yükümlü oldukları aile fertlerine beytülmalden nafaka verilir. Bunlar Dârülislâm dışına çıkarlarsa devlet onlara nafaka vermek zorunda değildir.

g. Onların elinde bulunan ve Müslüman olan köleler Müslümanların pazarlarına getirilir ve makul bir sürede en yüksek fiyatla satılarak kıymeti sahibine ödenir.

h. Savaş elbisesi hariç giyimlerinde Müslümanlara benzememeleri şartıyla her türlü elbiseyi giyebilirler. Onlardan biri savaş kıyafetiyle yakalanırsa sorguya çekilir, meşru bir mazeret gösterirse serbest bırakılır; aksi halde cezalandırılır.

i. Onlar ödemekle yükümlü oldukları vergileri bizzat kendileri toplayıp memurları vasıtasıyla beytülmale teslim edeceklerdir. Eğer bu konuda Müslümanlardan bir yardımcı istenirse gönderilecek ve masrafı beytülmalden karşılanacaktır.

j. Kiliseleri, havraları ve sarayları yıkılmayacaktır. Çan çalmalarına ve bayram günlerinde haç çıkarmalarına mani olunmayacaktır. Onlar da buna karşılık hiç kimseyi isyana teşvik etmeyecek, kendilerine uğrayan Müslümanlara helal olmayan yemek ve içkilerle ziyafet vermeyeceklerdir.

Hâlid b. Velîd’in İran Reislerine Notası

 Hâlid b. Velîd’den Fars merzubanlarına,

Hidayete tabi olanlara selam olsun. Kendisinden başka ilah bulunmayan Allah’a hamd olsun. Muhammed (sav) onun kulu ve resûlüdür. Yaptıklarınızı boşa çıkaran, birliğinizi bozan ve sizi anlaşmazlığa düşüren, gücünüzü zayıflatan, mülkünüzü elinizden alan Allah’a hamd olsun. Bu mektubum elinize geçince rehinelerinizi bana gönderiniz. Benim himayem altında olduğunuza inanınız. Cizyeleri toplayıp bana gönderiniz. Eğer dediklerimi yapmazsanız kendisinden başka ilah bulunmayan Allah’a hamd olsun ki, sizin hayatı sevdiğiniz gibi Allah yolunda ölmeye can atan bir orduyu üzerinize göndereceğim. Hidayete tabi olanlara selâm olsun.

2. Hz. Ömer ve Dönemi

Hz. Ebû Bekir, namaz kılamayacak derecede hasta olup ölümünün yaklaştığını anlayınca Hz. Muhammed’in vefatından sonra ortaya çıkan riskin tekrarlamaması için sahabenin ileri gelenleriyle toplantı yaparak, kimin halife olması gerektiği konusunda müzakerede bulundu. Sonunda varılan görüş birliği Hz. Ömer’i işaret ediyordu. Yanına Hz. Osman’ı alarak gittiği Mescid-i Nebevî’de Müslümanlara Ömer’i halife tayin ettiğini tebliğ etti. Hz. Ömer, Müslümanlar tarafından Müminlerin Emiri (emîru’l-mu’minîn) ünvanıyla nitelendi ve bu unvan sonraki bütün halifeler tarafından kullanıldı.

Hz. Ebû Bekir’in Hz. Ömer’i Halife Tayin Etmesi ve Tavsiyeleri

Hz. Ebû Bekir kendisinden sonra kimin halife olacağı konusunda birçok sahabî ile istişare etti ve bu görüşmeler sonunda en uygun adayın Hz. Ömer olduğu kanaatine vardı. Ardından Hz. Osman’a bir ahidnâme yazdırarak vefatından önce halka okuttu. Hz. Ebû Bekir’in ahidnâmesi şöyledir:

Bu, Ebû Bekir b. Ebû Kuhâfe’nin dünyadan ayrılırken son deminde, âhirete giderken ilk anında, kâfirin iman ettiği, günahkârın tevbe ettiği ve yalancının doğru söylediği bir anda yaptığı ahiddir. Ben, Ömer b. Hattâb’ı kendime halef tayin ettim. Onu dinleyip itaat ediniz. Ben bu davranışımla Allah’a, Resûlüne, dinime, kendime ve size iyilik dilemiş bulunuyorum. Ondan umduğum ve beklediğim, adaletli davranmasıdır. Aksi hareket ederse, herkes iyi veya kötü, yaptığının karşılığını elbette bulur. Ben iyilik istiyorum. Gaybi Allah’tan başka kimse bilemez. “Zulmedenler, nasıl tepe taklak devrileceklerini er geç göreceklerdir” (Kur’ân 26: 227). Allah’ın selâmı ve rahmeti üzerinize olsun.

Muhammed Hamidullah 1965. el-Vesâiku’s-siyâsiyye, Beyrut, s.405.

Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer’e şu tavsiyelerde bulundu:

Ey Hattaboğlu! Ben seni geride bıraktıklarıma bakarak yerime geçirdim. Resûlullah ile uzun süre arkadaşlık ettim. Gördüm ki, o bizi daima kendisine, aile halkımızı da kendi aile halkına tercih ederdi. Öyle ki, onun bize verdiklerinden arta kalanları biz tekrar onun aile halkına hediye ederdik. Sen de benimle arkadaşlık ettin. Benim daima benden öncekilerin, yani Resûlullah’ın yolunu takip ettiğimi gördün. Vallahi, uyumadım ki, rüya göreyim. Vehme kapılmadım ki hataya düşeyim. Ben asla hak yoldan ayrılmadım. Ey Ömer! Senin kaçınmanı istediğim ilk şey nefsinin arzularına uymandır. Çünkü her nefsin bir şehevi arzusu vardır. Onu yerine getirdiğin vakit ısrarla başka şeyler ister. Resûlullah’ın ashabından şu karınları şişmiş, gözlerini dünya hırsı bürümüş, sevdiklerini kendisi için sevmiş olan kimselere karşı dikkatli olmanı, onları uyarmanı, senin de titiz davranmanı istiyorum. Şüphesiz onlardan birinin hataya düşmesi şaşılacak bir şeydir. Sakın hayret edenlerden olma. Bil ki, sen Allah’tan korktuğun müddetçe onlar da senden çekineceklerdir. Sen doğru olduğun sürece onlar da senin yolunda doğruluğa devam edeceklerdir. Bu benim sana vasiyetimdir. Ey Ömer! Allah’ın geceleyin yerine getirilmesini istediği bazı hususlar vardır ki, onları gündüz kabul etmez. Gündüz yapılmasını istediği bazı şeyler vardır ki, onları da gece kabul etmez. O, farz ibadetler yerine getirilmedikçe nafileyi kabul etmez. Görmez misin ey Ömer! Kıyamet gününde terazilerin kefesi ağır basanlar Hakk’a tabi olup kendilerine yüklenen sorumlulukları yerine getirenlerdir. Yarın üzerine haktan başka hiçbir şeyin konulmadığı bir terazi kefesinin ağır basması elbette ki haktır. Görmez misin yâ Ömer! Kıyamet gününde terazilerinin kefesi hafif gelenler, batıla uymaları yüzünden bu sonuçla karşılaşacaklardır. Hiç şüphesiz yarın üzerine batıl şeylerin konulup tartıldığı bir terazi kefesi de hafif gelecektir. Görmez misin, Kur’ân-ı Kerim’de rahatlık âyeti zorluk ve sıkıntı âyeti ile birlikte, sıkıntı âyeti de rahat ve huzur âyetiyle nâzil olmuştur (“Elbette her güçlükle birlikte bir kolaylık vardır. Şüphesiz her güçlükle bir kolaylık vardır” Kur’ân 94: 5-6). Böylelikle mü’minin Allah’ın cennetinden ümitvar, cehenneminden de korku içinde olması amaçlanmıştır. Dolayısıyla kendisinin hakkı olmayan bir şeyi arzulamasın ve kendisinin sebep olduğu bir şeyden de korkmasın. Görmez misin ki, Allah cehennemlikleri en kötü amelleriyle birlikte zikretmiştir; ben bunları hatırladığım zaman, cehennem ehlinden olmamayı ümit ediyorum. Diğer taraftan cennet ehlini de en güzel amelleriyle birlikte zikretmiştir. Çünkü onların günahlarını bağışlamıştır. Bunları düşündüğüm zaman da “benim amelim nerede, onlarınki nerede!” diye hayıflanırım. Benim vasiyetimi tutarsan dünyadaki hiçbir şey, sana gelmesi yakın ve kaçınılmaz olan ölümden daha sevimli olmasın.

Hz. Ömer’in Halife Olunca Yaptığı Konuşma

Hz. Ebû Bekir’in vefat ettiği gün Hz. Ömer Mescid-i Nebevî’de biat alan (13/634) Hz. Ömer bir konuşma yaptı. Bu konuşmada şunları söyledi:

Allah beni sizinle, sizi de benimle imtihan ediyor. Eğer insanlar güzel davranırlarsa kendilerine de güzel davranılır. Eğer onlar kötülük yaparlarsa kendilerine de aynı şekilde muamele edilir. Araplar sürücüsünün peşinden giden uysal develere benzer. Bu bakımdan develer sürücünün kendilerini nereye götürdüğüne dikkat etsin. Kâbe’nin rabbine yemin olsun ki, ben bu ümmeti en doğru yola götüreceğim.

Hz. Ömer’in Adalet ve Sorumluluk Anlayışı

Hz. Ömer’in şu sözü onun sorumluluk ve adalet anlayışını veciz bir şekilde ifade eder:

“Muhammed’i hak üzere gönderen Allah’a yemin ederim ki, Fırat kenarında bir deve helâk olsa Allah’ın onun hesabını benden sormasından korkarım”

Hz. Ömer’in Mali Konularda Halka ve Yöneticilere Yaptığı Konuşma

Ey İnsanlar! Hiçbir kimse hakkını elde edebilmek için başkasının Allah’a asi olmasını isteyemez. Bana göre bir malı ancak şu üç şey meşru hale getirir: 1. Hak ile (meşru yollardan) alınması 2. Hak edenlere sarf edilmesi 3. Alınışında ve harcanmasında haksızlıklardan mutlaka kaçınılması.

Benim bu mallarınızla olan alakam yetimin velisi olan kişinin yetimle olan alakası gibidir. Eğer kendi gelirim bana yeterse beytülmalden hiçbir şey almam. Eğer ihtiyacım olursa o zaman da sadece meşru olanı yeteri kadar alırım. Bir kimsenin başkasına zulüm ve haksızlık etmesine asla izin vermem. Haksızı yere serip Hakk’a boyun eğinceye kadar başını ezerim. Ey insanlar! Sizin benden isteyeceğiniz birtakım haklarınız vardır. Bu haklara sahip çıkın ve hakkınızı arayın. 1. Benim görevim, sizden tahsil edeceğim vergileri ve arazi gelirlerinden alacağım öşürleri hak ve adalet üzere almaktır. 2. Bana düşen görev, mal benim elime geçtiği zaman hak edenlere sarf edilmesini sağlamaktır. 3. Benim vazifem, sizin maaş ve erzakınızı artırmak, Allah’ın yardımı ile kale ve sınırları korumak ve müdafaa etmektir. 4. Bana düşen, sizi tehlikeye maruz bırakmamak ve uzun müddet kalelerde tutmamaktır.

Yakında öyle bir zaman gelecek ki, bu dönemde güvenilir insanlar az, dünyalık peşinde koşan hafızlar çok; gerçek fakihler az, muhteris kimseler çok olacaktır. Öyle insanlar vardır ki, ahiret için çalışıyormuş gibi görünürler; halbuki onlar sonu gelmez dünyevi istekler peşindedirler. Ateşin odunu yakıp bitirdiği gibi bu davranışlar da sahibinin din ve imanını bitirir. Dikkat edin, sizin aranızdan her kim bu insanlara yetişirse Allah’tan korksun, ona sığınsın ve sabretsin.

Ey insanlar! Allah kendi hukukunu yarattıklarının hukukundan üstün tutmuştur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır. “O melekleri ve peygamberleri ilâh edinmenizi emretmez. Zaten kendinizi Allah’a tam teslim ettikten sonra hiç o sizi hakikati inkâra davet eder mi?” (Kur’ân 3: 80).

Dikkat ediniz! Ben sizi halka baskı yapasınız ve zorbalık edesiniz diye tayin etmedim. Ben sizi ancak halkı doğru yola sevk edecek rehberler ve idareciler olarak gönderiyorum. Müslümanların haklarını vakit kaybetmeksizin veriniz. Onları döverek zillete düşürmeyiniz. Ayrıca gereğinden fazla övüp de onları şımartmayınız. Böyle yaparsanız fitneye sebep olursunuz. Halka kapılarınızı daima açık tutunuz. Aksi takdirde kuvvetliler zayıfları ezer. Halkın bir kısmını diğerlerine tercih etmeyiniz. Böyle yaparsanız haksızlık etmiş olursunuz. Halkın dert ve sıkıntılarından bihaber yöneticiler olmayınız. Onları küffârla savaşa sevk ederken güç ve takatlerini göz önünde bulundurunuz. Düşmanla karşılaştıkları zaman zaafa düşeceğini bildiğiniz kimseleri savaşa göndermeyiniz. Savaşta dikkat edilmesi gereken en önemli husus budur.

Ey insanlar! Ben sizi şehirlerdeki valilere şahit tutuyorum ve onların icraatlarını yakından takip etmenizi istiyorum. Ben onları ancak size dininizi öğretmek, fey gelirlerini taksim etmek ve aranızda adaletle hükmetmeleri için gönderiyorum. İçinden çıkamadıkları zor meselelerle karşılaşırlarsa onları bana havale etsinler.

Hz. Ömer’in Fethedilen Arazileri Eski Sahiplerine Bırakması

Ben Allah’ın sana ihsan ettiği ganimetleri ve şehir ve kasaba halkıyla yaptığın antlaşmaları inceledim. Bu konuda sahabîlerle istişare ettim. Ben Allah’ın kitabına uyarak şu görüşü benimsedim. Haşr Sûresi’nde (59: 10) yer alan “Gelecek nesiller…” ifadesinden Hz. Âdem’in beyaz, siyah ve kırmızı [derili] çocukları kastedilmektedir. Allah onlardan sonra gelecekleri bu fey’e ortak etmiştir. Allah’ın sana fethini nasip ettiği ülkelerin fey’ini sahiplerinin elinde bırak. Onlara güçleri nispetinde cizye koy ve bu cizye gelirlerini Müslümanlar arasında paylaştır. Toprağı onlar işlemeye devam etsinler. Çünkü onlar bu işi daha iyi bilirler ve tarım işlerine daha yatkındırlar. Ne senin ne de beraberindeki Müslümanların anlaşma gereğince bu insanları fey kabul etmeye hak ve yetkileri yoktur. Onlardan ödeyebilecekleri kadar cizye al. Çünkü Allah bize ve size takip edeceğimiz esasları beyan etmiştir (Kur’ân 9: 29). Sen onlardan cizye aldığın vakit bu Allah’ın emri olduğu için bir mesuliyet doğmaz. Eğer biz o ülkeleri halkıyla beraber alıp Müslümanlar arasında paylaştıracak olursak bizden sonra gelecek olan Müslüman nesillere hiçbir şey kalmaz. Allah’a yemin ederim ki, eğer bu araziler sahipleriyle birlikte Müslümanlar arasında taksim edilirse geriden gelecek Müslümanlar ve zimmîler konuşacak bir insan dahi bulamayacakları gibi kendilerinin emeği olan iş ve kazançlardan da faydalanamayacaklardır. Arazileriyle birlikte taksim edilen bu insanlara gelince Müslümanlar sağ kaldıkları sürece onları sömürmeye devam ederler. Netice itibariyle bizler vefat edince çocuklarımız onların çocuklarını sömürmeye ve köle olarak kullanmağa devam edeceklerdir. Artık onlar İslam dininin hâkimiyeti sürdüğü müddetçe Müslümanların kölesi olurlar. Ben buna asla razı olamam.

3. Hz. Osman ve Dönemi

Hz. Osman’ın Halife Olunca Yaptığı Konuşma

Hulefâ-yi Râşidîn’in (Dört halifeden) üçüncüsü olan Hz. Osman, Hz. Ömer’den sonra halife olmuş ve 644-656 yılları arasında halifelik yapmıştır. İlk Müslümanlardan olup önce Hz. Peygamber’in kızı Rukıyye ile, onun vefatı üzerine de diğer kızı Ümmü Gülsüm ile evlendi. Bundan dolayı kendisine “iki nur sahibi” manasında “Zinnûreyn” lakabı verilmiştir. Onun en meşhur vasfı engin bir haya duygusuna sahip olmasıydı. Hz. Peygamber, Hz. Osman hakkında “Kendisinden meleklerin haya ettiği bir kimseden ben haya etmeyeyim mi?’ diye buyurmuştur. Zengin ve cömert bir sahabi idi. Medine’de Rûme kuyusunu satın alıp vakfetmiş, Tebük Seferi sırasında en büyük yardımı yapmıştır. Bir kıtlık sırasında 1.000 deve yükü buğday vs. dağıtmıştır. Onun halife olduktan sonra yaptığı ilk konuşma şöyledir:

Ey Müslümanlar! Siz İslâmiyet’le gerçekleşen huzur ve refah içinde yaşıyorsunuz. Bu nimetlerle ömür sürdünüz. Allah âkıbetinizi hayreylesin. Gücünüz yettiği kadar gece gündüz demeyip çalıştınız. Fakat unutmayın ki, dünya hayatı aldatıcıdır. Dünya hayatı sizi aldatmasın. Allah’a karşı mağrur olmayın. Olup bitenlerden ibret alın. Dikkat edin, gafil olmayın. Çünkü Allah sizin yaptıklarınızdan haberdardır. Dünya hırsıyla yaşayan, ona bağlanıp köşkler saraylar yaptıran bizden önceki insanlar şimdi nerede? Dünya onlara vefasızlık etmedi mi? Allah’ın değer vermediği dünya hayatına rağbet etmeyin. Ahirete hazırlık yapın. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Onlara dünya hayatını örnek ver: (Dünya hayatı), gökten indirdiğimiz yağmur gibidir ki, onun sebebiyle yeryüzünün bitkileri boy verip birbirine karışırlar. Fakat bütün bu canlılık sonunda rüzgârın savurduğu kuru bir çer çöpe döner. Allah, her şey üzerinde kudret sahibidir. Mallar ve evlatlar, dünya hayatının süsüdür. Baki kalacak salih ameller ise, Rabbinin katında, sevap olarak da ümit olarak da daha hayırlıdır” (Kur’ân 18: 45–46).

Hz. Osman’ın Vali ve Komutanlara Mektupları

Allah’ın selamı üzerinize olsun. Cenâb-ı Hak, idarecilerin birer vergi toplayıcısı değil iyi birer yönetici olmalarını emretmiştir. Bu ümmetin ilk idarecileri vergi toplayıcıları değil, halkın hukukunu gözeten kimseler olmuşlardır. Günümüzde ise valiler bir idareci olmaktan çok birer vergi toplayıcısı olmuşlardır. Eğer bu durum böyle devam ederse haya, emniyet ve vefa ortadan kalkar. Dikkat edin. En adaletli yol, Müslümanların hem haklarını gözetmek hem de onların sorumluluklarını yerine getirmelerini istemek, ayrıca zimmîlerin de hukukunu gözetmek, haklarını vermek ve cizyelerini toplamaktır. Düşmanlarla yaptığınız antlaşmalara da sadık kalınız.

Allah’ın selâmı üzerinize olsun. Siz İslâm’ın koruyucularısınız. Hz. Ömer’in kumandanlarına verdiği talimatları hepimiz biliyoruz. Onun bütün tavır ve davranışları herkesin gözü önünde cereyan ederdi. Onun koyduğu prensipleri bozmaya ve değiştirmeye kalkmayın. Eğer buna teşebbüs ederseniz iyi bilin ki, Allah da sizi değiştirir ve İslâm’ın yayılması ve savunması görevini başka bir millete verir. O halde davranışlarınıza dikkat edin. Ben de Allah’ın bana emanet ettiği ve yapmamı istediği şeyleri sürekli olarak gözetmekteyim.

4. Hz. Ali ve Dönemi

Önemli devlet görevlerine Emevi ailesi mensuplarını ataması ve hilafetinin sonlarına doğru ganimet gelirlerinin azalmasının yarattığı memnuniyetsizlik gibi nedenlerle, on iki yıl süren hilafetinin sonunda Kûfe, Basra ve Mısır’dan Medine’ye gelerek evini kuşatan isyancıların Hz. Osman’ı şehit etmeleriyle birlikte Hz. Ali halife seçildi.

Hz. Ali’nin Halife Olduktan Sonra İlk Hutbesi

Hz. Osman’ın şehid edilmesinden sonra hilâfet makamına geçen Hz. Ali (656661) ilk Müslümanlardan olup Hz. Peygamber’in kızı Hz. Fâtıma ile evlenmiş ve Resûlullah’ın soyu bu evlilikten dünyaya gelen Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’le devam etmiştir. Hz. Peygamber, Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i abasının altına alarak “Allah’ım! Bunlar benim Ehl-i Beytimdir. Onları günahlarından temizle” diye duâ etmiştir. İslâm toplumu Ehl-i Beyt’e hürmet ve muhabbet göstererek bunu Hz. Peygamber’i sevmenin bir tezahürü olarak kabul etmiş, onların isimlerini, şecerelerini tespit eden teşkilatlar kurmuş, sadaka almaları haram kılındığı için kendilerine beytülmalden tahsisat bağlanmıştır. Hz. Ali’nin halife olarak ilk hutbesi şöyledir:

Hiç şüphe yok ki, Azîz ve Celîl olan Allah, insanları doğru yola götüren bir kitap indirdi. Bu kitapta hayır ve şerri beyan etti. Öyleyse hayra sarılın ve şerden uzak durun. Farz ibadetleri Allah’ın rızasına uygun olarak yerine getirin ki, Cennete giresiniz. Allah haramları açık bir şekilde bildirdi. Müslümanın kanının dökülmesini haramların en büyüğü saydı. İhlasa ve Müslümanların birlikte hareket etmelerine önem verdi. Müslüman, insanların elinden ve dilinden emniyette olduğu kimsedir. Bir Müslüman ancak suçlu bulunması halinde cezalandırılır. Halkın işini yapma konusunda acele ediniz ve özellikle ölülerinize karşı son görevlerinizi yerine getiriniz. Şu an itibariyle insanlar sizin gözünüzün önünde, kıyamet ise arkanızdadır. İnsanlara zorluk çıkarmayınız ki, ayıplarınız ve kusurlarınız gizli kalsın. Zira insanlar başkalarına bakarlar. Kulları konusunda Allah’tan korkun. Siz onlardan, onların yaşadığı topraklardan, hatta oradaki hayvanlardan da sorumlusunuz. Aziz ve Celîl olan Allah’a itaat ediniz; asla isyan etmeyiniz. Bir hayır görürseniz hemen alınız. Şer görürseniz ondan kaçınınız. Unutmayın ki, siz de bir zamanlar yeryüzünde mustaz’aftınız.

Hz. Ali’nin Mısır Valisi Eşter’e Tavsiyeleri

Eşter (Mâlik b. Hâris) (ö. 37/657), Hz. Ali’nin sadık taraftarı ve onun Seyfullah (Allah’ın kılıcı) unvanını verdiği meşhur cengâver olup Hz. Ali tarafından Mısır’a vali tayin edilmiştir. Bu sırada Hz. Ali’nin Eşter’e verdiği emirnâme İslâm siyaset tarihinin önemli vesikalarından biridir:

Bismillâhirrahmanirrahîm. Vergisini toplamak, düşmanlarına cihad açmak, ahalisine barış, dirlik ve memleketlerine bayındırlık sağlamak için Malik b. Hâris el-Eşter’i Mısır’a vali tayin ettiği zaman Allah’ın kulu, mü’minlerin emîri Hz. Alî’nin, kendisine emri şudur: Ona Allah’tan korkmayı, Allah’a itaati seçmeyi ve kitabında emrettiği farzlarıyla sünnetlere uymayı emreder. O farzlar ve sünnetler ki, hiç kimse onlara uymadıkça saâdet yüzü görmez ve onları tanıdıkça kayba uğramaz. Bir de ona eliyle, kalbiyle, diliyle Cenab-ı Hakk’a yardımda bulunmayı emreder. Çünkü yüce Allah, kendisine yardım edene yardım, kendisini ağırlayana şeref vermeyi garanti ediyor. Sonra, ona şehvetlere saldırdıkça nefsini kırmasını, serkeşlik ettikçe dizginlerini çekmesini emreder. Zira nefis, alabildiğine kötülüğü emredicidir. Meğerki Cenab-ı Hak merhametiyle insanı korumuş olsun.

Şimdi bilmiş ol, ey Mâlik, ben seni öyle memleketlere gönderiyorum ki birçok hükümetler senden önce oralarda adaletle hüküm sürdü veya zulmetti. Sen vaktiyle nasıl senden önceki valilerin yaptıklarını gözden geçirdin ise, halk da şimdi öylece senin yaptıklarını gözetecek. O zaman senin onlar hakkında söylediklerini halk da şimdi senin hakkında söyleyecek. Kimlerin sâlih (iyi) olduğu, ancak Allah’ın kendi kulları dilinden söylettiği sözlerle anlaşılır. Onun için biriktireceğin en sevimli azık, güzel işler olsun. Heveslerine hâkim ol. Sana helâl olmayan şeylerde nefsine karşı cimri ol. Zira gerek hoşlandığı, gerek istemediği şeylerde nefse karşı cimrilik, onun hakkında adaletin ta kendisidir.

Tebaa için kalbinde sevgi, merhamet duyguları, lütuf eğilimleri besle. Sakın bîçarelerin başına kendilerini yutmayı ganimet bilen yırtıcı bir canavar kesilme. Çünkü bunlar iki sınıftır: Ya dinde kardeşin, ya yaratılışta bir eşin. Evet, kendilerinden ufak kusurlar çıkabilir; kendilerine birtakım ârızalar gelebilir. Hatâ ile yahut kasıtlı olarak işledikleri kabahatlerden dolayı ellerinden tutup yola getirmek pek mümkündür. Kendin hakkında nasıl Allah’ın affını, hoşgörüsünü istersen, sen de onlara affını, hoşgörünü bol et. Çünkü sen onların üstünde bulunuyorsun; valilik emrini sana veren, senin üstünde bulunuyor; Allah ise sana valilik verenin üstünde bulunuyor ve kulların işlerini hakkiyle görmeni istiyor, seni onlarla imtihan ediyor. Sakın Allah ile harbe girip de kendini (O’nun) gazabına siper etme. Çünkü ne intikamına dayanacak kudretin var, ne de af ve merhametinden müstağnisin.

Sakın hiçbir affından dolayı aslâ pişman olma; sakın hiçbir cezalandırman için de katiyen sevinme. Savmak imkânını buldukça hiçbir tehlikeye atılma. Bir de sakın “ben tam kudret sahibiyim, emrederim, itaat ederler” deme. Çünkü bu, kalbi fesada vermek, dini za’fa uğratmak, felâkete yaklaşmaktır. Şayet elindeki kudret, sana bir büyüklük duygusu verirse derhal üstündeki melekûtun büyüklüğüne bak ve senin kendi nefsine karşı güç yetiremeyeceğin şeylerde Allah’ın sana karşı gücü yettiğini düşün. İşte bu düşünce, senin o yükseklerden uçan bakışını yere indirir; şiddetini giderir; seni bırakıp giden aklını, başına getirir. Sakın Allah ile ululuk yarışına kalkışma, sakın ululuk ve büyüklüğünde kendisine benzemeye özenme. Çünkü Yüce Yaratıcı, her zorbayı alçaltır, her kibirliyi hakir eder bırakır.

Nefsin hakkında, sana yakınlığı olanlar hakkında, tebaan arasından kendilerine eğilim beslediklerin hakkında Allah’a ve Allah’ın kullarına karşı adâletten katiyen ayrılma. Şayet böyle yapmazsan zulmetmiş olursun, Halbuki Allah’ın kullarına zulmedenin, Allah’ın kulları tarafından davacısı Allah’tır. Allah da birinin hasmı oldu mu o kimsenin tutunabileceği bütün deliller batıldır. Ve ölünceye yahut tevbe edinceye kadar kendisiyle harb içinde bulunur. Dünyada zulüm kadar Allah’ın lûtfunu değiştirecek, kahrını çabuklaştıracak bir şey olamaz. Zira Cenab-ı Hak zulüm altında inleyenlerin inkisarını (bedduasını) işitiyor; zalimleri ise gözetleyip duruyor.

İşlerin içinden öylesini seçmelisin ki hak hususunda en ortası, adâlet bakımından en yaygını olsun; sonra halkın rızasını en çok çeksin. Zira kamunun hoşnutsuzluğu, kişilerin razı olmasını hükümsüz bırakır; kişilerin kızması ise kamunun rızası içinde kaynar gider.

Sonra vali için hassa takımı (yakın adamları) kadar iyi günlerde yükü ağır basan, kara günlerde yardımı az dokunan, adaletten hoşlanmaz, istemekten usanmaz, verilince teşekkür bilmez, verilmezse değme özürle savulmaz, felâkete dayanıksız tek adam yoktur. Halbuki İslâm’ın esası, Müslümanların şirazesi, ümmetin kamusu olduğu gibi düşmana karşı duracak bir silah varsa ancak odur. Onun için samimiyetin, meylin daima bunlara yönelik bulunmalı.

Tebaan arasında yanına yaklaştırmayacağın, kendisinden en çok nefret edeceğin adamlarsa, halkın kusurlarını en çok araştıran kimseler olmalıdır. Zira insanların öyle kusurları var ki örtülmesi herkesten fazla valiye düşer. Bundan dolayı bu kusurların sana gizli kalanlarını sakın eşme. Senin görevin, bildiklerini düzeltmeden ibarettir. Bilmediklerine gelince onların hakkındaki hükmü Allâh verir.

Evet, sen tebaanın kusurunu gücün yettiği kadar ört ki, Allâh da senin, tebaandan gizli kalmasını istediğin şeylerini örtsün.

İnsanlar hakkında bütün kin düğümlerini çöz; seni intikama doğru sürükleyecek iplerin hepsini kes. Sence açıklık kazanmayan şeylerin tümü hakkında anlamamış görün, şunu bunu çekiştirenin sözüne sakın çarçabuk inanma. Çünkü çekiştiren kişi ne kadar sâf görünürse görünsün yine hilekârdır. Sakın, ne seni yoksulluk ihtimaliyle korkutarak kereminden çevirecek cimriyi, ne büyük işlere karşı azmini gevşetecek korkağı, ne de zulme saparak sana ihtirası iyi gösterecek ihtiraslı kişiyi danışma meclisine sokma. Çünkü cimrilik, korkaklık, ihtiras ayrı ayrı huylardır ki Yüce Allâh hakkında beslenen kötü zan bunları bir araya getirir.

Sana müşavir (danışman) olacakların en kötüsü, senden önce şerlilere yâr olan, onların suçlarına ortak olan kimselerdir. Böyleleri katiyen senin mahremin (özel sır dostun) olmamalı. Çünkü (bunlar) canilerin yardımcıları ve zalimlerin dostlarıdırlar. Ne hacet! Hiçbir zalime zulmünde, hiçbir günahkâra cürmünde yardım etmeyenler içinden bunların yerini tutacak öylelerini bulacaksın ki, ötekilerin görüş ve tedbirini tamamen bilirler, fakat onların günâh ve vebalinden masundurlar. İşte senin için böylelerinin yükü en hafif, yardımı en çok, sana şefkati herkesinkinden fazla, senden başkasına muhabbeti o oranda az olur. Bu gibilerini hem özel, hem genel meclislerinde kendine yakın edin. Sonra, bu adamların içinden en çok onu beğenmelisin ki sana acı gerçekleri herkesten çok o söylesin ve gayet sevdiği kullarından çıkmasına Allah’ın razı olmadığı bir harekette bulunmak istersen, hoşuna gidip gitmeyeceğini hiç düşünmeyerek seni eleştirsin.

Bir de doğru ve Allah’tan korkan kişileri kendine sırdaş yap. Seni alkışlamamalarına, yapmadığın birtakım işleri sana mal edip keyfini getirmemelerine dikkat et. Zira alkışın çoğu insanı büyüklenmeğe sevk eder, gurura yaklaştırır. Sakın, adamın iyisi ile kötüsü senin katında bir olmasın. Zira bu eşitlik iyileri iyilikten soğutur; kötülerin de kötülüğe eğilimini sürdürür.

Bilmiş ol ki; valinin, halkına güzel zan beslemesini en çok sağlayan, onlara iyilikte bulunması, yüklerini hafifletmesidir. Güzel zan beslersen uzun uzun yorgunluklardan kurtulursun. Sonra, güzel zan beslemene en çok lâyık olan adam, senin hakkındaki tecrübeleri iyi çıkanıdır; kötü zannına en lâyık olanı da hakkındaki tecrübeleri fena çıkanıdır.

Bu ümmetin ileri gelenleri tarafından işlenerek herkesin alıştığı ve halkın güzelce uyguladığı güzel bir âdeti, sakın kaldırayım deme. Ve bu eski âdetlerin herhangi birine aykırı gelecek yeni bir âdet çıkarmaya da aslâ yanaşma. Çünkü sevap, o güzel âdeti koyanın, vebal de kaldırdığından dolayı senindir. Memleket işlerine uygun gelen tedbirleri tespit ve senden evvelki insanlara doğruluk temin eden sebepleri ayakta tutma hususunda sık sık bilginlerle müzakere et, hikmet sahipleriyle tartış, konuş.

Bil ki tebaa (halk) tabaka tabakadır. Bunlardan her birinin iyiliği, diğerinin iyiliğine bağlıdır ve hiçbiri diğeri olmadan edemez. Bu tabakalardan bir kısmı Allah yolunda askerlik edenler, bir kısmı kamunun ve seçkinlerin yazı işlerini yapanlar, bir kısmı adâlet dağıtmaya memur kadılar, bir kısmı merhamet ve insafla işleri yönetecek valiler, bir kısmı cizye ve haraç veren zimmîlerle Müslümanlar, bir kısmı ticaret ve sanat sahipleri, bir kısmı da fakirlik ve ihtiyaç içinde bulunan tabakadır. Cenab-ı Hak bunlardan her birinin hissesini bildirmiş ve her birine ait hadleri ve farzları ya kitabıyla, ya Hz. Peygamber (sav) Efendimizin sünnetiyle gösterdikten sonra gözetilen ve korunan bir ahid olarak bizlere vermiş.

Askerler, Allah’ın izniyle, halkın kaleleri, valilerin şerefi, dinin izzeti, âsayişin vasıtalarıdır. Halk ancak bunlar sayesinde ayakta durabilir. Bununla beraber askerin düzeni de Allah’ın kendilerine ayırdığı haraç ile sağlanır ki düşmanlarına karşı onunla cihad edebilirler; işlerini yoluna koyabilmek için ona güvenirler ve bütün ihtiyaçlarını temin etmek üzere arkalarında o bulunur. Sonra bu iki sınıfın varlığı, kadıların, âmillerin (vergi memuru), kâtiplerin varlığına bağlıdır. Çünkü akidleri gerektiği şekilde başaranlar, faydaları toplayanlar, özel ve kamu bütün işlerde güvenilir insanlar bunlardır.

Hepsinin bekası için de ticaret ve sanat erbabının varlığı şart. Zira faydalı işleri, ticaret kurumlarını ve başkalarının yapamayacağı sanat eserlerini bunlar temin edecektir. Sonra fakirlik ve ihtiyaç erbabını teşkil eden son tabaka geliyor ki, iyilik ve yardıma muhtaçtırlar. Bunlardan her birinin Allah’tan payı ve ihtiyacı ölçüsünde vali üzerinde hakkı vardır. Vali, Allah’ın kendisine verdiği bu teklifin altından ancak son derece dikkatle ve Allah’tan yardım isteyerek, bir de hafif, ağır bütün işlerde nefsini hakka, sabır ve tahammüle alıştırmakla kalkabilir.

Sonra, askerlerinin başına öyle birini geçir ki, Allâh’a ve Resulüne ve îmâmına karşı sence hepsinden daha samimi bulunsun; kalbi hepsinden temiz olsun ve aklı başında olmak bakımından hepsinden üstün olsun; kızdığı zaman ağır davransın; mazereti sükûnetle dinlesin; zayıflara acısın; kuvvetlilerden uzak dursun; öyle şiddetle kalkıp âcizlikle oturan takımdan olmasın.

Sonra gerek mürüvvet sahibi soylu kişilere, gerek iyiliğiyle, güzel işleriyle tanınmış aile fertlerine, daha sonra yiğit ve cömert insanlara iltifat et. Çünkü bunlar kerem halkıdır, lütuf topluluğudur. Ana baba, çocuklarının işini nasıl araştırırsa sen de askerlerinin işlerini öylece gözet. Kendilerini güçlendirmek için verdiğin şey çok bile olsa gözünde asla büyümesin; haklarında taahhüt ettiğin lütuf az bile olsa gözüne katiyen küçük görünmesin. Çünkü sana karşı samimiyetle davranmalarına ve güzel zan beslemelerine sebep olur. Bir de onlara ait işlerin büyüğünü görüyorum, diye küçüğünü takipten geri durma. Zira ufak bir lûtfundan yararlanacakları yer de olur, büyük lûtfundan müstağni kalamayacakları yer de olur.

Ordunun başında bulunanlar içinde sence en makbulü o kimseler olmalı ki askere iyilikte bulunsun ve hem şahıslarını, hem geride kalan ailelerini sıkıntıdan kurtaracak kadar kendi servetinden fedakârlık etsin de bu sayede düşmana karşı savaşırken hepsinin düşüncesi bu noktada birleşebilsin.

Valiler için memlekette adaletin kurulmasından, bir de halkın kendisine sevgi göstermesinden büyük bir teselli kaynağı yoktur. Zira yürekler sağlam olmadıkça sevgi göstermez. Sonra askerin, senin hakkındaki samimiyeti, ancak âmirlerinden memnun olmalarına ve onları yüksünüp bir an önce başlarından çekilmelerini istememelerine bağlıdır. Sen kendilerine ümit alanı aç. Övgüye lâyık olanları övmekte, büyük vakalar geçirmiş olanların maceralarını saymakta kusur etme. Zira bunların kahramanlıklarını sık sık anmak –inşallah– yiğitleri galeyana, savaş istemeyenleri de gayrete getirir. Sonra, bunlardan her birinin fedakârlığını iyice tanı; hem sakın birinin hizmetini başkasının hizmetiyle beraber zikretme. Kimseye de gösterdiği yiğitliğe uygun düşmeyecek alçak bir paye verme. Bir de; ne mevkiinin büyüklüğü, bir adamın ufak hizmetini büyük görmene, ne de mevkiinin küçüklüğü bir adamın değerli yararlığını küçültmene aslâ sebep olmamalı.

Sonra altından kalkamadığın olayları, kestirip atamadığın işleri Allah’a ve Resûlüne havale et. Zira Cenab-ı Hak irşadını dilediği bir topluma “Ey îman edenler, Allah’a itaat edin, peygambere ve içinizdeki emir sahibine itaat edin; şayet bir şeyde anlaşamazsanız onu Allah’a ve peygambere havale edin” buyuruyor. Allah’a havale etmek demek kitabındaki muhkem (açık ve anlaşılır) âyetlere sarılmak demektir; Resûle havale etmek demek onun birleştiren, ayrılığa meydan vermeyen sünnetine uymak demektir.

İnsanlar arasında hüküm için öyle bir adam seç ki sence halkın en değerlisi olsun, işten sıkılmasın; duruşmaya gelenlerden sinirlenerek inada kalkışmasın; hatâsında ısrar etmesin; hakkı gördüğü gibi, döneceği yerde dili tutulup kalmasın; hiçbir zaman tamah ettiği menfaatin kaybolacağı endişesine düşmesin; meseleyi özüne kadar anlamadıkça ilk anda edindiği kanaati yeterli görmesin. Şüphelerde en çok durur, delillere en çok sarılır, hasmın müracaatından en az usanır, işlerin açıklığa kavuşmasını en fazla bekler, hükmün açıklık kazanmasında en kesin davranır, övme ile şımarmaz, heyecanlandırma ile eğilip bükülmez olsun. Ama böyleleri de pek azdır. Sonra bu adamın vereceği hükümleri sık sık araştır ve kendisine ihtiyacını giderecek, halka muhtaç olmayacak kadar maâş bağla, hem senin yanında öyle bir mevki ver ki sana yakın olanlarından, kimse o mevkie göz dikemesin ve o adam başkalarının sana gelip de kendisine hainlik edemeyeceğinden emin olabilsin.

Evet, bu hususta gayet dikkatli bulunmalısın, çünkü bu din kötü adamların elinde esir oldu: Onun adına istenilen yapılıyor ve onunla dünyayı elde etmeye uğraşılıyor.

Sonra âmillerine (vergi memuru) dikkat et. Kendilerini iş başına öyle getir. Yoksa taraftutarlık, bencillik dolayısiyle kimseye vazife verme, Çünkü bu iki sebep zulme ve hainliğe yol açar. Bir de bu iş için iyiliğiyle tanınmış ailelerden yetişmiş, tecrübeli, hayâ sahibi, İslâm’a hizmeti geçmiş adamlar araştır. Zira ahlâkı en dürüst, namusu, şerefi en sağlam, tamahın câzibesine en az kapılır, işlerin sonucunu en doğru görür insanlardır. Geçimlerini de geniş bir biçimde temin et. Çünkü nefislerini dürüstlüğe sevk hususunda bu bir kuvvet olacağı gibi elleri altındaki şeylere uzatmaktan o sayede uzak kalırlar. Bundan başka şayet emrine aykırı giderler yahut emaneti sakatlarlarsa senin için aleyhlerinde kullanacak bir dayanak olur. Sonra bunların yaptığı işleri takip et. Arkaları sıra vefalı, dürüst gözcüler gönder. Zira işleri nasıl gördüklerini gizlice öğrenmen, emaneti korumalarına ve halk hakkında şefkatle işlem yapmalarına sebep olur.

Yardımcılarına karşı da ihtiyatlı bulun. Şayet içlerinden biri elini hıyanete uzatır ve gözcülerinin vereceği haberler, adamın bu hainliği üzerinde toplanırsa, şahitliğin bu kadarını yeterli görerek hak ettiği bedenî cezayı üzerinde icra edersin; topladığı paraları alır, kendisini zillet mevkiine dikersin; alnına hıyanet lekesini vurur, boynuna töhmet arını (utancını) geçirirsin.

Sonra, haraç işini, haraç verenlerin iyiliğini de gözeterek birlikte takip et. Çünkü haraç işinin ıslâhıyla haraç verenlerin iyiliği içinde başkalarının da iyiliği dahildir. Zaten başkalarının iyiliği, ancak bunlarınkine bağlıdır. Çünkü halkın hepsi haraca ve haraç ehline muhtaç. O halde memleketin bayındırlığına harcayacağın vakit, haraç toplamaya çevrilen arzundan fazla olmalı. Zira haraç, ancak ümran (bayındırlık) ile elde edilebilir. Umransız haraç isteyen kimse, memleketleri harabeye çevirir, kulları helâk eder. İşi de pek kısa bir zaman için yürür. Şayet yükün ağırlığından yahut bir âfetten, yahut yağmurların, suların kesilmesinden, yahut toprakların su altında kalmasından, yahut kuraklık istilâsından şikâyette bulunurlarsa, tesirini umduğun bütün vasıtalara baş vurarak dertlerini hafifletmeye çalış. Bu hususta hiçbir fedakârlık sana katiyen ağır gelmesin. Zira o bir sermaye ki memleketlerini imâra, vilâyetini süslemeğe sarf için sana iade edecekler. Fazla olarak övgülerini kazanacaksın, haklarında gösterdiğin adâletten dolayı iftihar edeceksin. Hem sen bu sermayeyi fazlasıyla vereceklerine güvenerek veriyordun. Zira kendilerini refaha kavuşturduğun için biriktireceklerine ve adâlet, şefkat ile muamele etmen sebebiyle sana emin bulunduklarına güvenin vardı.

Evet, günün birinde, yardımlarına dayanacağın bir olay çıkar. Bakarsın ki gönül hoşluğuyla bütün yükü üzerlerine almışlar, taşıyorlar. Ümran (bayındırlık) dayanıklıdır, yüklediğin kadarını götürebilir. Memleketi harap edenler, ahalinin sefilleridir; ahaliyi sefil eden sebep de ancak valilerin servet toplama hırsları, uzun müddetle mevkilerinde kalacaklarını zannetmeleri, bir de geçmiş ibretlerden gereği kadar hisse almamalarıdır.

Sonra, kâtiplerinin haline iyi dikkat et. İşlerine en iyilerini getir. Özellikle tertiplerini, sırlarını tevdi edeceğin mektuplarını öyle adamlara yazdır ki, huyu temiz, ahlâkı düzgün olsun; gördüğü itibar ile şımarıp başkalarının yanında sana karşı gelmeye cür’et edenlerden olmasın. Âmillerinin sana yazdıklarını getirip göstermekte, senin tarafından verilecek cevaplan dosdoğru yazarak göndermekte ve senin hesabına alıp, senin hesabına vereceği şeylerde gafleti sebebiyle kusur etmesin. Senin lehinde bulduğu bir akdi sağlam tutsun, aleyhinde bulduğunu da çözmekte zayıflık göstermesin. Kendisine verilen işler bakımından nasıl bir mevkii olduğundan habersiz bulunmasın. Zira kendi değerini bilmeyen başkasınınkini hiç bilmez. Sonra, bunların seçiminde yalnız simalarını incelemen, bir de iyi zannın kâfi gelmemeli. Çünkü insanlar daima yapmacık yaparak ve güzel hizmet edermiş görünerek görünüşe göre hükmeden vâlilerin gözüne girebilirler. Halbuki işin ötesinde ihlâs (samimiyet) namına bir şey yoktur. Onun için senden önceki sâlih vâlilere hizmet etmişleri araştırarak halk arasında en iyi ad bırakmış, eminlikleriyle en ziyade tanınmış olanlarını seç. Böyle bir hareket senin Allâh’a ve kendisinden işi aldığın kimseye karşı samimiyetini gösterir. Bir de işleri tasnif ederek her sınıfın başına kâtiplerden birini geçir ki, iş büyük olursa altında ezilmesin, çok olursa toplamasını bilemeyip de dağıtmasın. Şayet kâtiplerinin hatâsını görür de aldırmazsan kendin azarlanırsın.

Sonra ticaret ve sanat erbabı gibi bir kısmı oturduğu yerde çalışır, bir kısmı şuraya buraya mal götürür, bir kısmı da elinin emeğiyle geçinir. Cümlesi hakkında iyi muâmele et ve başkaları tarafından da o suretle muâmele edilmesine dair vasiyetlerde bulun. Çünkü bunlar memleket için hayır sebepleridir, menfaat araçlarıdır. Ve o hayır ve menfaati senin toprağındaki, denizindeki, ovalarındaki, dağlarındaki uzak uzak yerlerden ve başkalarının gidemeyeceği yahut cür’et edemeyeceği mevkilerden getiriyorlar. Bunlar memleket için sulh ve esenlik adamlarıdır: Ne gaile çıkarmalarından korkulur, ne fesatlarından endişe edilir. Kendilerinin gerek yanındaki, gerek memleketinin diğer yönlerindeki işlerini takib et. Maamafih şurasını da bil ki bunların çoğunda aşırı bir tamah, çirkin bir hırs ile beraber menfaatlerde ihtikâr, alım satımda hile olur. Bu ise halk için zarar, vali için ayıptır. Binaenaleyh ihtikâra (karaborsa) engel ol. Çünkü (salât ve selâm üzerine olsun) Efendimiz, ihtikârı yasakladı. Alım satım doğru tartılarla olmalı ve alanı da satanı da ezmeyecek mutedil fiyatlar üzerinden yapılmalı. Kim senin yasağından sonra ihtikâra yanaşırsa, aşırı gitmemek şartiyle hemen cezalandır.

Hele alt tabakadaki her türlü çareden yoksun fakirler ve biçareler ile felâkete uğramışlar, kötürümler hakkında Allâh’tan korkmalı, hem çok korkmalısın. Bu tabakada halini söyleyen de var, söylemeyen de var. Allah’ın bunlara ait olmak üzere korumasını sana verdiği hakkı koru. Oradakilere devlet hazinesinden bir hisse, başka yerlerde bulunanlara da her memleketin, Müslümanların fakirlerine mahsus ödeneğinden birer hisse ayır. Çünkü en uzaktakilerinin de en yakındakiler gibi hakları var. Cümlesinin hakkını gözetmek ise sana bırakılan bir görev. Sakın kibir seni onlarla uğraşmaktan alıkoymasın. Zira işlerin mühimmini iyi gördüğün için önemsizini yüz üstü bırakırsan mazur görülmezsin. Bu sebepten kendilerini düşünmekten geri durma ve zavallılara suratını ekşitme. Yine bunlardan olup da bakışların alçaltması, ileri gelen adamların yüksünmesi yüzünden işleri sana kadar gelemeyenleri araştır. Sırf bunlar için Allah’tan korkan ve alçak gönüllü olduğunda kuşku bulunmayan bir adam görevlendir ki, arada vasıta olsun, işlerini sana bildirsin. Hâsılı, öyle çalış ki Allah’ın huzuruna çıktığın zaman “Gücüm yeterince çalıştım” diyebilesin.

Halkın bu tabakası adâlete ve infaka (sadakaya) başkalarından çok muhtaçtır. Onun için her birinin hakkını vermeye son derecede itina et. Sonra yetimleri ve yaşlı bulunduğu halde hiçbir çaresi olmayan kimseleri üzerine al. Gerçi bu işler valiye ağır gelir ama ne kadar hak varsa hepsi ağırdır; bunu Allah yalnız o kimselere kolaylaştırır ki halden çok sonucu düşünerek nefsini tahammüle alıştırır ve kendi hakkında Allah’ın verdiği sözün doğruluğundan emin olur.

İhtiyaç sahipleri için, sırf kendileriyle meşgul olacağın bir zaman ve yer ayır. Ve hepsiyle beraber otur da seni yaratan Allah’ın rızasını celbedecek bir alçak gönüllülük göster. Sonra, askerini, yardımcılarını, muhafızlarını, zabıta memurlarını yanlarında bulundurma ki söylemek isteyen, çekinmeden derdini dökebilsin. Ben, salât ve selâm üzerine olsun Efendimizden birkaç yerde işittim: “İçindeki zayıfın hakkı serbestçe kuvvetlisinden alınamayan bir ümmet, hiçbir zaman kuvvetlenemez” buyurmuştu.

Bir de bunların münasebetsiz sözlerini yahut dertlerini anlatmadaki acizliklerini hoş gör. Kendilerine hırçınlık etme, büyüklük gösterme. Bu yüzden Cenab-ı Hak sana rahmet kanadını açar; taatine karşılık sevabını ihsan eder. Hem verdiğini güler yüzle, gönül hoşluğuyla ver. Vermediğin takdirde de kabul edilebilecek özürler dile.

Sonra, işlerinin içinde öyleleri olur ki bizzat görmen lâzım. Meselâ kâtiplerin, acizliklerini gösterince âmillerine cevabı sen vereceksin. İnsanların ihtiyaçları artık yardımcılarının dayanamayacağı dereceyi buldu mu gereğine yine sen bakacaksın. Bir de her günün işini o gün gör; çünkü diğer günlerin kendine mahsus işi vardır.

Gerçi niyet temiz olmak ve tebaanın işine yaramak şartıyla bu çalışmaların hepsi Allah için iseler de sen yine vakitlerinin en hayırlısını Allah ile arasındaki işler için nefsine hasret. Sırf Allah rızâsı için eda edeceğin ibâdetlerin en başlıcası da Allah’ın zatına mahsus olan farzları yerine getirmekten ibaret olsun. Gecende, gündüzünde bedeninden Allah’a ait bulunan kulluk hissesini ayır ve seni Yüce harîmine yaklaştıran bu ibâdetleri, vücuduna her neye mal olursa olsun, eksiksiz, gediksiz yap. Şayet namazında halka imam olmuşsan, sakın ne bıktıracak, ne de bir hayra yaramayacak gibi kıldırma. Çünkü insanların içinde öyleleri vardır ki hastadır; öyleleri de vardır ki işi vardır. Salât ve selâm üzerine olsun Efendimiz, beni Yemen’e gönderirken: “Onlara namazı nasıl kıldırayım” diye sorduğumda: “En zayıflarının namazı gibi” buyurmuşlardı. Mü’minlere merhametli ol. Bundan sonra, sakın tebaandan uzun süre saklı durma. Çünkü valilerin halktan saklanması bir çeşit sıkıntı olduktan başka memleket işlerine karşı bilgilerini azaltır. Bunların perde arkasında oturmaları, perdenin dışında dönen işleri bilmelerine engel olur. Bundan dolayı bakışlarında olayların büyüğü küçülür; küçüğü büyür; güzeli çirkin, çirkini güzel olur; hak batıl ile karışır, vali de nihayet insandır. Halkın kendi gözünden gizli kalan işlerini nereden bilecek? Hakkın üzerinde nişanları yok ki ona bakarak doğrunun her türlüsünü, yalanın her türlüsünden ayırmak mümkün olabilsin. Şimdi, sen mutlaka ikiden birisin: Ya Hak yolunda verir, gönlü zengin bir adamsın.. O halde neye farz olan bir hakkı ödemekten yahut cömertçe bir harekette bulunmaktan çekinip de saklanıyorsun. Yahut öyle değilsin de cimriliğe tutulmuş bir adamsın. Bu ihtimale göre de halk iyiliğinden ümidi kestikleri gibi istemekten o kadar çabuk vazgeçer ki!.. Bununla beraber halk tarafından sana sunulacak dileklerin çoğu ya bir zulümden şikâyet, ya bir işlemde adâlet isteği gibi senin yardımını istemeyecek şeylerdir.

Sonra valinin özel dostları, yakınları vardır ki bunların iltiması, hakka tecavüzü, işlemlerde insafsızlığı görülür. Sen onların zararını böyle durumları meydana getiren sebepleri ortadan kaldırmak suretiyle kes. Etrafındakilerden, özel adamlarından, yakınlarından hiçbirine katiyen toprak verme. Ve bunlardan hiçbiri senden cesaret alıp da müşterek su yahut müşterek diğer bir iş tutarak etrafındakileri zarara sokacak ve zahmeti başkalarına yükletecek şekilde azık biriktirmeye katiyen tamah edemesin. Çünkü bunun kârı senin değil, onun; ârı ise dünyada âhirette senindir. Sonra sana yakın uzak herkesi hakkı kabule mecbur et ve özel ve yakın dostların için her neye mal olursa olsun bu hususta sebat ve dikkat göster. Nefsine ağır gelecek olan bu hareketin sonunu gözet, çünkü sonu hayırdır.

Şayet halkta senin zulmettiğin zannı uyanmışsa kendilerine özrünü bildirerek zanlarını değiştir. Çünkü böylece hem nefsini kırmış, hem tebaana yumuşaklıkla muâmele etmiş, hem kendini mazur göstermiş oluyorsun ki, onları hak üzerinde devam ettirmekten ibaret bulunan maksadını o sayede elde edebilirsin.

Düşmanın tarafından sana teklif olunan barış, Allâh’ın rızasına uygun ise katiyen reddetme, zira barışta askerine istirahat, sana endişeden rahat, ülken için de selâmet var. Fakat barıştan sonra düşmanından sakın, hem çok sakın. Öyle ya! belki seni gafil avlamak için sana yaklaşmak istemiştir. O sebepten ihtiyatlı ol, bu hususta hüsn-i zanna kapılma.

Şayet düşmanla aranızda bir sözleşme yaptıysan yahut ona karşı bir taahhüdün varsa, sözleşmeye uy, ahdini yerine getir, verdiğin sözü tutmak için gerekirse hayatını bile feda et, çünkü arzularının çeşitli, görüşlerinin ayrı olmasına rağmen insanların, Allah’ın farzları arasında ahitlere vefâ göstermek kadar üzerinde birleştikleri bir şey yoktur. Hattâ müşrikler de hainliğin vahîm sonuçlarını gördükleri için Müslümanlara karşı ahde vefayı gözetiyorlar. Sakın verdiğin sözden dönme; sakın ahdine hıyanet etme; sakın düşmanı aldatma. Zira başarısızlığa ve yoksun kalmaya mahkûm akılsızlardan başkası Allah’a karşı gelmek cür’etini gösteremez. Çünkü Yüce Allah, ezelî rahmeti gereği, ahid ve zimmetini, kulları için şefkati sayesinde barınacakları bir eman (güven) evi, dokunulmaz alanında âsude kalacakları, yakınına koşacakları bir huzur harîmi kılmış. Onun için fesad etmek, hiyanette bulunmak yahut aldatmak olamaz.

Bir de birtakım tevillere müsait olacak akidlerde bulunma. Pekiştirdiğin, kuvvetlendirdiğin bir akdi bozmak için de sakın sözün gizli manalarından istifadeye kalkışma. Allah’ın ahdi gereği girmiş olduğun bir işin darlığı, haksız yere onu genişletmene katiyen sebep olmasın. Zira genişleyeceğini ve sonunun iyi olacağını umduğun bir darlığa dayanmak, senin için elbette günahından çekindiğin ve dünyada âhirette Allah’ın cezasından kurtuluş imkânı olmadığını bildiğin bir hıyanetten daha hafiftir.

Sonra, kandan ve haksız yere kan dökmekten son derecede sakın. Çünkü haksız yere kan dökmek gibi felâketi celbeden, bunun kadar sorumluluğu büyük, bunun kadar nimetin gitmesini, devletin batmasını hak eden bir şey yoktur. Yüce Allâh, kıyamet günü, kulları arasında hükmünü verirken döktükleri kanlardan başlayacak. Sakın haram bir kanı dökerek saltanatını kuvvetlendirmek sevdasına kapılma! Zira bu hareket onu zayıflatacak, daha doğrusu zevale erdirecek, başka ellere geçirecek sebeplerdendir. Hele kasden yapacağın bir cinayet için ne Allah’ın indinde, ne benim indimde hiçbir özrün olamaz. Çünkü bedenen kısas lâzım. Şayet bir kazaya uğrarsan terbiye ederken kırbacın yahut kılıcın yahut elin ifrata varırsa –zira zaman olur ki yumruk yahut daha biraz fazlası ölüme sebep olur– sakın sahip olduğun nüfuza güvenerek maktulün velilerine haklarını vermeyeyim demeye kalkışma.

Bir de sakın kendini beğenme, sakın nefsinin sana hoş gelen yanlarına güvenme, sakın yüzüne karşı övülmeyi isteme. Zira iyilerin ne kadar iyiliği varsa hepsini mahvetmek için şeytanın elindeki fırsatların en sağlamı budur. Sonra, sakın tebaana yaptığın iyiliği başlarına kakma; yahut yaptığın işleri abartma; yahut kendilerine verdiğin sözden dönme. Çünkü başa kakma, iyiliği tüketir; mübâlağa gerçeği söndürür. Sözden dönme; Yaratıcının da, yaratığın da nefretini çeker. Cenab-ı Hak “Böyle, sizin yapmadığınızı söylemeniz Allah indinde ne menfur bir harekettir!” buyuruyor. Sakın işlere vaktinden önce atılma. Sakın vakit gelince de acelecilik gösterme; sakın açıklık kazanmayan işlerde inad etme. Sakın açıklık kazandığı zaman da gevşeme. Sonra her işi yerine koy; işlerin her birini mevkiinde bulundur. Herkesin bir olduğu noktalarda kendini kayırmaktan çekin. Kullandığın adamlarının açığa çıkmış fenalıklarına karşı senden beklenen hareketten habersiz gibi davranma. Çünkü başkasının hesabına sen cezalanırsın. Az zaman sonra işlerin üzerindeki perdeler gözlerinin önünde açılır ve mazlûmun hakkı senden alınır.

Hiddetine, gazabına, eline, diline hâkim ol; ve bunların hepsinden masun kalabilmek için felâketlerden geri durup şiddetini ertele ki, öfken geçsin de iradene mâlik olasın. Bundan başka Yaratanına döneceğini anarak endişeye düşmedikçe nefsine hâkim olmak imkânını katiyen bulamazsın.

Şimdi üzerine gerekli olan, senden öncekilerin, geçen âdil bir hükmünü yahut doğru bir hareketini, yahut salât ve selâm üzerine olsun Efendimizden gelmiş bir haberi, yahut Allah’ın kitabında zikredilen bir farzı hatırlamaktır. Tâ ki o gibi mes’elelerde bizden gördüğün hareket tarzına uyasın ve şu emirnamemde bildirdiğim ve ileride nefsinin arzusuna kapılmanı mazur göstermemen için elimde sana karşı sağlam bir delil bildiğim hükümleri uygulamaya çalışasın.

Artık, Allah’ın geniş rahmetinden ve bütün istekleri kuşatan büyüklük ve kudretinden dilerim ki İlâhi rızası üzere kullar arasında güzel övgü ve ülke içinde hayır eserleri bırakmak için gücümüz yettiği kadar çalışmaya seni de, beni de muvaffak etsin; hakkımızdaki nimetini tamamlayıp, keremini kat kat yapıp sana da bana da saâdetle, şehadetle can vermek nasib eylesin. Bizim niyazımız Allah’adır. Salât ü selâm Allah’ın Resûlüne ve onun Ehl-i Beyt’ine olsun.

B. İSLAM’DA İLK BÖLÜNME VE EMEVÎLER

Muaviye, üçüncü halife Hz. Osman’ın akrabasıydı. Muaviye, Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra halife olan Hz. Ali’nin, olayın failleriyle işbirliği içerisinde olabileceği ve yakalanması konusunda isteksiz davranmasını gerekçe göstererek isyan başlattı. Böylece Sıffin savaşı meydana geldi. Hakem olayında Muaviye’nin hakeminin yaptığı hile, yeni halifeyi belirlemişti. İslam toplumu, pek hazmedememişse de Muâviye’nin Hz. Ali’yi devirerek onun yerine halife olarak geçmesini kabullenmiştir. Ancak bu olayın yarattığı bölünme, İslam dünyasında yeni siyasi ve dinî görüş ayrılıklarıyla beslenerek büyüdü. Hilafet, hem bir kavram hem de bir sorun olarak, İslam siyasetinin temellerinden birisi haline geldi. İslam öncesinde Kureyş kabilesinin önde gelen ailelerinden Ebû Sufyân’ın oğlu Muaviye’nin kurduğu Emevi Devleti (661-750), hem diğer Arap kabilelerine karşı hem de Arap olmayanlara karşı bir kabile ırkçılığı siyasetini izledi. Bu nedenle Emevi hanedanının kurulduğu yerde Suriyeli Hıristiyanlardan siyasi ve idari destek aradılar. Bunun en somut göstergelerinden birisi de istihdam ettikleri Hıristiyan bürokrat ve siyasetçilerden dolayı Emevi devletinin resmî dilinin kurulduğu tarihten 720 yılına kadar Yunanca olmasıdır. Bununla birlikte Emevi siyasetin, zamanla Arap milliyetçiliği fikrini de oluşturduğundan şüphe yoktur. Emevilerle birlikte İslam’daki zimme ve ihtidâ siyasetinde ikilemler baş gösterdiğinden, Emevi siyaseti, yeni Müslümanların İslam ümmetiyle birleşmesine ve özellikle de İslam’ın sosyo-siyasi ideallerine engel olmuştur. Emevilerin, Müslümanlaşan acemlere yönelik siyaseti, çoğunlukla Perslerden oluşan bir ikinci sınıf Müslüman kavramını yarattı. Bu gelişmenin iktisadi nedenleri de vardı: Çoğu Zerdüşt Müslümanlaştı, çünkü İslam onların güç ve itibarlarını korumalarına imkân veriyordu. Müslümanlaşmak, İslam otoritesi altında yaşayan gayrı Müslimlerin baş vergisi ödeme yükümlülüğünü ortadan kaldırıyordu. Bu gerçek, Emevilerin, Pers kökenlileri baş vergisi ve diğer vergilere tabi kılarak, ikinci sınıf Müslüman olarak görmelerine yol açtı. Böylece Arap olmayan Müslümanlar, özellikle Pers kökenliler arasında eş-Şu’ûbiyye adıyla yükselen bir siyasi tepki ortaya çıktı. Bütün mevâlî sınıfı Pers kökenli değilse de, zamanla Arap olmayan Müslümanlar eş-Şu’ûbiyye hareketini ve onunla ilişkili hale gelen Şiîliği, yönetici seçkinlere karşı direnç gösteren siyasi bir kategori olarak görmeye başladılar. Bu süreç, önce Emevilerde bir yumuşama döneminin ortaya çıkmasına neden olsa da Abbâsî devrimine kadar sürecektir.

1. Sıffin Savaşında Tahkim Kararı

Hz. Ali ile Suriye valisi Muâviye b. Ebû Süfyan arasında cereyan eden Sıffîn Savaşı (37/657), Muâviye’nin hezimeti ile sonuçlanmak üzere iken Amr b. Âs’ın teklifiyle meselenin Allah’ın Kitabı’nın hakemliğine havale edilmesine karar verildi. Buna göre her iki taraf birer hakem belirleyecek ve onların vereceği karara uyulacaktı. Hz. Ali’nin hakemi Ebû Mûsâ el-Eş’arî ile Muâviye’nin hakemi Amr b. Âs bir araya gelerek tahkimnâme adı verilen şu kararları aldılar:

Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu Ali b. Ebû Tâlib ile Muâviye b. Ebû Süfyan arasında yapılmış bir antlaşmadır. Ali, Irak halkı ve müttefikleri adına, Muâviye de Suriye halkı ve müttefikleri adına bu kararlara uyacaklarını taahhüd ederler. Hakemler Ebû Mûsâ ve Amr b. Âs, Allah’ın kitabını esas alarak hüküm verecekler, Kur’ân’da uygun bir hüküm bulamazlarsa Sünnet’e müracaat edeceklerdir. Hakemler ümmeti ihtilaf ve tefrikaya düşürmeden, tekrar savaşa sebep olmadan âdil karar vereceklerini taahhüd ederler. Karar verirken kendi isteklerine göre hareket etmeyeceklerdir. Ali ve Muâviye hakemlerin Kitab ve Sünnet’e göre verecekleri kararları kabul ederler. Her iki tarafın müttefikleri de kararları itirazsız kabul edeceklerdir. Hz. Ali ile Muâviye ve her iki taraf mensupları karar nasıl olursa olsun hakemlerin malları, canları ve yakınlarını emniyet içinde tutacaklarına söz verirler. Bu husustan bütün Müslümanlar sorumludur. Hakemler şayet Kur’ân ve Sünnet dışına çıkarlarsa kararlarına itibar edilmeyecek, Müslümanlar da onların bu kararlarını kabul etmeyeceklerdir. Karar bu senenin ramazan ayında açıklanacaktır. Meşru bir mazeret sebebiyle kararlar erkene alınabileceği gibi tehir de edilebilir. Hakemler Kûfe ile Şam’ın tam ortasındaki Dûmetü’l-Cendel’de bir araya gelecekler, eğer bu gerçekleşmezse ertesi yıl Ezruh’ta toplanacaklardır. İsterlerse toplantı yerini değiştirebilirler. Hakemlerden biri ölürse yerine bir başkası seçilir. Taraflar buluşma yerine karşılıklı 400 kişiyle gelecekler ve sadece kendilerine izin verilenler müzakereyi takip edeceklerdir. Karar verdikten sonra her iki taraf da silahlarını bırakacak ve asla savaşa teşebbüs etmeyeceklerdir.

C.BÜYÜK GÜNAH

Hilafet tartışmasının çatışmaya dönüşmesi, İslam dünyasında Hz. Muhammed’in vefatından sonra yaşanan en önemli siyasi sorunlardan birisidir. İslam’a göre cinayet büyük bir günahtır; ancak özellikle Müslüman’ın Müslüman’ı katletmesinin cezası hem ayetlerde (Kur’ân 4: 93) hem de hadislerde, ancak kafirler için geçerli olan ebedî cehennem olarak ifade edilmiştir. Hilafet çatışmasında Müslüman’ın Müslüman’ı katletmesi ve özellikle de bu Müslümanların sahabe sıfatına sahip olması, İslam düşünürleri tarafından tartışılmaya başlanan ilk önemli sorunlardandır. Sahabenin İslam geleneği bakımından ayrıcalıklı bir yere sahip olması, yaşanan sıkıntıların hür irade sonucu mu kader mi olduğu ile hayır ve şerrin kaynağının ne olduğu sorularını ayrıca anlamlı kılmaktadır. Böylece siyasi ve dinî sorunlar iç içe girmektedir.

2. Büyük Günah: Vâsıl b.’Atâ – ’Amr b.’Ubeyd

Vâsıl b.’Atâ (ö. 131-748) 80/699 tarihinde Medine’de doğmuş azadlı bir köledir. Hz. Ali’nin torunu Muhammed b. el-Hanefiyye’den ilim tahsil etti. Sonra Basra’da Hasan Basri’nin ilim halkasına katılmıştır. Burada Cehm b. Safvan ve ’Amr b. ’Ubeyd ile (ö. 144/761) tanışmış, nihayet ’Amr’ın kız kardeşi ile evlenmiştir. Vasıl, devrinin felsefi akım ve kelami problemlerine vakıf cedelci kişiliğiyle meşhurdur. Bütün bunların yanında o, “ne bir dinara, ne de bir dirheme dokunmamış” bir zahid olarak medhedilmiştir. ’Amr b. ’Ubeyd için de aynı tasvirler yapılmıştır. Öyle mazlum bir görünüşü vardı ki, onu görenler “anne babasını yeni toprağa vermiş” zannederlerdi. Bu kişilerde dikkati ilk çeken husus, dinin ahlaki hayata verdikleri değerdi. ’Amr’ın, Hasan Basri’nin tefsir ravisi olduğu nakledilir.

Mu’tezile adının nereden kaynaklandığı ile ilgili olarak bu iki isim gündeme gelir. Vasıl’ın, Hasan Basri’nin meclisinden ayrılma sebebiyle ilgili benzer bir olay, Katade ve ’Amr ile ilişkili olarak anlatılmaktadır. Ayrıca daha eskilere de dayandırılmaktadır. Nitekim Kadı Abdulcebbar; büyük günah işleyenle ilgili olarak Havariç, Mürcie ve Hasan Basri’nin görüşlerini zikrettikten sonra, ’Amr b. ’Ubeyd’in hocasının düşüncesinde olduğunu, daha sonra kendisiyle yaptığı münazara sonucu ayrılıp Vasıl’ın mezhebine döndüğünü anlatır. İşte “ehl-i adl”in Mu’tezileye dönüşmesinin aslı budur.

Vasıl ile ’Amr’a göre Allah adildir; zira önce insanların fiillerini takdir ederek cezalandırmaz. İlahi adalet bunu gerektirir. Allah, insanlara seçme hürriyeti vermiştir. ’Amr’a göre, Ebû Leheb gibi kişilerin günahlarına işaret eden ayetler, Levh-i Mahfuz’da yazılı ise, bunlar günahları sebebiyle suçlanmamalıdır.

“Büyük günah işleyen ne mü’min, ne kâfir ve ne de münâfıktır; ancak fâsık olabilir.” Günah işleyen bir Müslüman, tam anlamıyla iman kavramına layık değildir; diğer taraftan kâfir de sayılamaz. O ancak, Kur’âni ifade ile fasık olabilir ve (tevbe etmediği takdirde) cehennemliktir. Müslümanlar arasında ortaya çıkan iç savaşta fasıklar/günahkârlar, bu hareketleriyle Müslümanlar arasındaki birliği zedelemişlerdir. Burada, Vasıl’a göre taraflardan biri hatalıdır. Amr’a göre her iki taraf da hatalı idi.

Hayyât, Aşağıdaki parçada, İbn Râvendi’nin, ’el-Menziletu beyne’l-menzileteyn’ (iki yer arasındaki yer) sözünden dolayı Vasıl’ın şahsında Mutezile’ye reddiyesi ve ona verilen cevabı aktarır:

Kitap Sahibi (İbn Ravendi) şöyle der: Mutezile, “el-Menzileti beyne’l-menzileteyn” sözlerinden dolayı bütünüyle icmadan ayrıldı. Bu şöyle olmuştur:

Onların zuhurundan evvel ümmet arasında, ikrar eden günahkârların ne mümin, ne kâfir ve ne de münafık oldukları iddiasıyla böyle fasit söz söyleyen çıkmadı. Halbuki insanlar arasında üç temel görüş vardı: Birincisi Haricilerin tekfir ile ilgili görüşü. İkincisi Mürcie’nin gürüşü. Üçüncüsü Hasan (Basri)’ın nifak görüşü. Nihayet Vâsıl geldi ve kendisinden evvel, bu üç görüşün dışına çıkmayan hak üzere bir icma vardı. O, bu görüşlerin dışına çıkarak ehl-i salât (namaz kılan) günahkârların mümin, kâfir ve münâfık olmadıkları iddiasında bulundu… Mutezile böylece bütünüyle dinin temel konusunda icmadan ayrılmış oldu.

Kendisine şöyle denir: Vasıl b. Ata, ümmetin söylemediği bir sözü ortaya atmadı ki, icmadan çıkmış olsun. Fakat o, ümmeti, büyük günah işleyeni fısk ve fücür ile isimlendirmede müttefik; verdikleri isimlerle bunun dışında ihtilaf eder buldu. Böylece o, onların icma ettiği şeyi aldı; ihtilaf ettikleri şeyi ise terk etti. Bunun açıklaması şöyledir:

Hariciler, Hasan’ın taraftarları ve Mürcie, hepsi, kebire sahibinin fasık ve facir olduğu konusunda icma ettiler. Sonra ihtilafa düşerek tek başına Hariciler: O, fıskı ve fücuru ile kâfirdir; Mürcie: O, fıskı ve fücuru ile mümindir; Hasan ve kendisine tabi olanlar: O, fıskı ve fücuru ile münafıktır, dediler. Bu durumda Vasıl onlara şöyle dedi: Siz böylece büyük günah işleyeni fısk ve fücurla isimlendirmede icma ettiniz. Bu da icmaınızla kebire sahibi hakkında doğru bir isim oldu. Kur’ân da, kâzif ayetinde ve diğer ayetlerde bunu böyle zikretti. Öyle ise onu böyle isimlendirmek zorunlu oldu. Sizden her biriniz bu isimlendirmede tek kaldığına göre iddia ancak Allah’ın kitabı ve peygamberinin sünnetinden bir delil ile kabul edilebilir.

Sonra Vasıl Haricilere şöyle der: Kur’ân’da ittifakla naslarla belirlenmiş kâfirlerle ilgili hükümlerin hepsi kebire sahibi hakkında söz konusu olmadığını gördüm. Böylece hükmün zevali ile kendisinden küfür isminin zevali gerekir. Çünkü isim fiile tabi olduğu gibi, hüküm de isme tabidir. Kur’ân’da ittifakla nasslarla belirlenmiş küfürle ilgili hükümler iki kısımdır: Allah şöyle buyurdu: “Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan ve Allah ve rasulünün haram saydığını haram kabul etmeyenler ve hak dini din edinmeyenlerle, boyun eğerek kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın” (Kur’ân 9: 29). İşte Allah’ın Ehl-i Kitap hakkındaki hükmü budur ve bu kebire sahibi hakkında zaildir. Ve yine ayette: “İnkâr edenlerle karşılaştığınızda onların boyunlarını vurun. Öyle ki onları vurup sindirdiğinizde bağlarını sıkıca bağlayın. Sonra onları ya bırakır ya da fidye karşılığı salarsınız” (Kur’ân 47: 4).

İşte bu da Allah’ın, Ehl-i Kitap dışında, Arap müşrikleri ve her kâfir hakkındaki hükmüdür. Ayrıca sünnet, bu konuda ayetlere uygun olarak küfür ehlinin varis olamayacağı ve ehl-i kıblenin kabristanına gömülemeyecekleri ile ilgili hükümle geldi. Bu da sahib-i kebire hakkında uygulanmaz. Allah’ın münafık hakkındaki hükmü, nifakını gizler de ilan etmezse zahirde İslam olmasıdır; o böylece bize göre Müslümandır; Müslümanların lehinde ve aleyhinde olan onun için de geçerlidir. Küfrünü izhar ederse, tevbeye davet edilir; tevbe ederse ne âlâ, yoksa katledilir. Bu hüküm kebire sahibi hakkında söz konusu değildir. Allah’ın mümin hakkındaki hükmü, velâyet, muhabbet ve cennetle müjdelemedir. Allah (cc) şöyle buyurdu: “Allah inananların velisidir” (Kur’ân 2: 257;) “Allah müminlerin velisidir” (Kur’ân 3: 68); “Müminleri Allah’tan kendilerine büyük bir fadl ile müjdele” (Kur’ân 33: 47); “Allah kadın-erkek müminlere altından nehirler akan cennetler va’detti” (Kur’ân 9: 72); “Allah’ın, peygamberi ve kendisiyle beraber inananları utandırmayacağı günde…” (Kur’ân 66: 8).

Allah’ın kitabında kebire sahibi hakkındaki hükmü, ona lânet etmesi ve kendisinden uzak olmasıdır; onun için büyük bir azap hazırlamıştır. O şöyle buyurdu: “İyi bilin ki Allah’ın lâneti zalimlerin üzerinedir” (Kur’ân 11: 18); “Facirler yakıcı azap içindedir” (Kur’ân 82: 14) ve Kur’ân’dan benzeri ayetler.

Böylece kebire sahibinin, Allah’ın kitabında, mümin hükümlerinin zevali sebebiyle mümin; kâfirlerle ilgili hükümlerin zevaliyle kâfir; peygamberin (sav) sünnetinde münâfıklarla ilgili hükümlerin zevaliyle münâfık olmayacağı ortaya çıkar. Sonuç olarak, Allah’ın, kitabında ve ümmetin icmaıyla, kebire sahibinin böyle isimlendirilmesi sebebiyle fasık-facir olması gerekir. İmdi Vâsıl b. ’Atâ (r.) ve Mutezile nasıl olur da el-menzile beyne’l-menzileteyn sözü ile icmadan çıkmış olabilir? Ve el-menzile beyne’l-menzileteyn sözünden doğrulukta daha açık ve mana bakımından daha sahih bir söz olabilir mi? Şayet dinde zaruri olarak doğruluğu bilinen bir şey varsa o da zaruri olarak el-menzile beyne’l-menzileteyn sözüdür.

el-Hayyât 1957. Kitabu’l-İntisâr, terc., A. N. Nader, Beyrut, s. 118-119.

3. Büyük Günah: Ebû Hanife

Bir Müslümanı, haramı helal kabul etmedikçe, büyük dahi olsa günahı sebebiyle tekfir etmeyiz. Ondan iman ismini izale etmeyiz; onu gerçekten mümin olarak isimlendiririz. Onun, kâfir değil, fâsık mümin olması caizdir…

Mümin kula günahı zarar vermez demeyiz. Bu kişi, fâsık olsa da, mümin olarak dünyadan ayrıldıktan sonra, cehenneme girmez demeyiz ve ebedî olarak orada kalacaktır da demeyiz…

Sahibinin tevbe etmeden mümin olarak öldükten sonra, şirk ve küfrün dışında işlediği günahlara (seyyiat) gelince, onlar Allah’ın iradesine kalmıştır. İsterse onu ateşle azap eder, isterse affeder ve asla ateşle onu cezalandırmaz…

Ebû Hanife 1308. el-Fıkhu’l-Ekber, Ali el-Kari Şerhi (ile birlikte), Lahor, s. 86–94.

Çeviren: Osman Karadeniz

4. Allah, İnsan ve Büyük Günah: Bişr b. Mu’temir

Bişr özellikle insanın iradeli olarak yaptığı fiilden başka fiillerin doğması anlamındaki tevellüd fikriyle birlikte anılmıştır. Bunu şöyle açıklayabiliriz. Meselâ bir insan bir silah vasıtasıyla ateş edebilir. Görünüşte insanın doğrudan etkili olduğu kısım sadece tetiğe basmaktır. Merminin namludan barutun patlamasıyla fırlaması, isabet ettiği kişide hız ve sıcaklık sebebiyle zarara yol açması zincirleme işler olmaktadır. Bu zincirleme olaylar dizisi kişinin kendi iradesiyle ilk olarak gerçekleştirdiği tetiğe basma ameliyesinin dışında gözükse de Bişr’e göre tetiğin hareketine sebep olan insan, yaptığı fiilin doğuracağı sonuçları önceden bildiği için diğer olaylardan da sorumlu olmalıdır. İnsan sorumluluğuyla ilgili olarak üzerinde durduğu bir konu da günah işleyen kişinin tövbe etmesi ve bu tövbeden dönmesiyle ilgilidir. Buna göre tövbesinden sonra günaha dönen hem tövbe öncesindeki hem de sonrasındaki günahın cezasını çekecektir. Çünkü günaha dönmek sorumluluk duygusuyla bağdaşmaz. Bişr’in iman ve küfür hususundaki görüşleri üzerinde de durulmuştur.

Sonra (İbn Râvendî) şöyle demiştir: “Bişr b. Mutemir şunu iddia ediyordu: Allah iman esnasında mümine yardım etmediği gibi, küfrü esnasında da kâfire düşmanlık etmez. Kâfirlere küfürlerinden sonra düşmanlık eder, müminlere de imanlarından sonra düşmanlık eder.” Bişr adına aktardığın bu söz yanlıştır. Çünkü onun görüşü bu değildir. Bişr’in sözünün doğrusu şudur: Allah müminlere ilk iman edişleri esnasında yardım etmez, kâfirlere de ilk inkârları esnasında düşmanlık etmez. Bilakis inkârlarının devamı halinde düşmanlık eder. Bişr’in görüşü budur. Onun bu husustaki delili Allah teâlânın mümine (devamlılık gösteren) imanı sebebiyle yardımcı olması; kâfire de (devam edip giden) küfrü sebebiyle ona ceza olarak düşman olmasıdır. Yoksa küfrün ya da imanın ilk hâlinde hemen ceza/sevap vermek câiz olsaydı bu durum sevap ya da ceza gerektiren bütün fiiller için düşünülebilirdi…

Sonra yine Bişr’in şöyle söylediği iddia edilmiştir: “İnsan renkler, tatlar, kokular, sıcaklık-soğukluk, yaşlık-kuruluk, yumuşaklık-sertlik gibi cisimlere ait nitelikleri yaratmaya kâdirdir.” Bunu söyleyen yalan ve geçersiz bir söz söylemiştir. Çünkü Bişr’in cisimlerin bu tür heyet/nitelikleriyle ilgili söylediği bu değildir. Çünkü ona göre bu tür işlerin Allah’tan başkasının bir fiili olarak meydana gelmesi imkânsızdır. Bişr’in söylediği renkler gibi arazların, kendinden önce gelen sebebe bağlı bir fiil sayılmasıdır.

Bişr’in (büyük günah işleyen) hakkında bilinen sözü şudur: Kul büyük günah işlerse tövbe etmediği müddetçe vaîde (yani cezaya) müstahak olur. Tövbe ederse, tekrar büyük günaha dönmedikçe cennet vadini hak etmiş olur. Ancak tövbesinden dönerse hem ilk hem de ikinci günahından sorumlu tutulur. Ona göre kişi büyük günah işler sonra tövbe eder, sonra tekrar günaha dönerse hem ilk hem de ikinci günah işleyişinden ötürü azap görür… Onun ilk günahı ancak ona tekrar dönememesi şartıyla affedildiği için buna döndüğünde azap da çekecektir. Bişr’in bu konudaki görüşü işte budur.

el-Hayyât, Ebû’l-Hüseyin 1957. el-İntisâr ve’r-red ala İbni’r-Ravendi el-mülhid; tahk. Albert Nasri Nader, Beyrut, s. 51–52.

Çeviren: Mehmet İlhan

D. EMEVÎLERDE YUMUŞAMA DÖNEMİ

Muaviye’nin kirli oyunları, oğlu Yezîd’in Kerbelâ’da peygamberin oğlu Hz. Hüseyin’i katlettirmesi, Emevî valisi Haccâc’ın katliamları ve belki en çok hatırlanan Ka’be’yi yıktırması, İslam toplumunda bugüne değin süren derin izler bırakmıştır. Öyle ki İslam öncesinde Ebrehe’nin yapamadığını, sonradan halifenin emriyle tamir ettirse de, Haccâc yapmıştı. Ömer b. Abdülazîz, Emevîlerin bıraktığı bu izleri adeta silmek için ömrünü geçirmiştir. Cuma hutbelerinde dördüncü halife Hz. Ali’ye lanet okuma geleneği başta olmak üzere, Emevîlerin acımasız ve İslam dışı pek çok uygulamasına son vermiştir.

E. ENDÜLÜS’TE İSLAM’IN BAŞLANGICI

İspanya, İtalya’yla birlikte Avrupa’da Rönesans’ın başladığı iki yerden birisidir. Her iki bölge de 8. yüzyıl başlarında İslam egemenliği altına girmiş, özellikle İspanya’nın İslam’la olan yoğun ilişkisi, 1492de İspanyolların bağımsızlığını elde edişine (Reconquista) kadar sürmüştür. Burada konuşlanan İslam devletleri ile doğu bölgesindeki devletler arasındaki siyasi ve bilimsel ilişkiler, İslam bilgeliği ürünlerinin buraya taşınmasına ve buradan da Avrupa’nın içlerine aktarılmasına neden olmuştur. Öte yandan Hıristiyan İspanya’nın İslam’ın merkezi coğrafyasına olan etkileri, İbn Rüşd ve Muhyiddîn İbnu’l-Arabî gibi düşünürler vasıtasıyla yayılmıştır.

1. Ukbe b. Nâfi’nin Konuşması

“Rabbim! Eğer şu deniz engel olmasaydı küfür ehliyle savaşmak için Zülkayneyn’in yaptığı gibi nice ülkeler fethederdim.”

F. HZ MUHAMMED’TEN SONRA DİPLOMASİ

1. Sasaniler’le yapılan Kadisiye Savaşı Öncesi elçi Muğire b. Zürare’nin Yezdicerd’e Cevabı

Hz. Ömer döneminde Sâsânîlerle yapılan Kâdisiye Savaşı (16/637) öncesi İslâm ordusu kumandanı Sa’d b. Ebû Vakkâs, Kisrâ Yezdicerd’e aralarında Mugîre b. Zürâre’nin de bulunduğu Nu’mân b. Mukarrin başkanlığında bir elçilik heyeti gönderdi. Heyeti dinleyen Yezdicerd daha önce kendi hakimiyeti altında yaşayan Arapları nankörlük etmekle suçlayınca Mugîre b. Zürâre söz alarak şöyle dedi:

Ey hükümdar! Şu anda senin huzurunda bulunanlar Arapların reisleri ve eşrafıdır. Eşraftan olanlar eşrafa saygı duyar ve birbirlerine iyi davranırlar. Birbirlerinin hukukuna riayet eder ve yüceltirler. Senin her sözüne onların verecekleri bir cevap vardır. Onlar iyi davrandılar, ancak karşılığını göremediler. Onların şahitliğinde sana şunu söylemek isterim ki, bizim hakkımızda söylediklerin doğru değildir. Sizin idareniz altında iken bugünden çok daha kötü durumdaydık. O zamanki açlığımızı tasvir etmek mümkün değildir. Gıdamız böcek, yılan, çıyan ve akrepten ibaretti. Evlerimiz kuru topraktı. Giysilerimiz deve tüyü ve koyun yününden ibaretti. Dinimiz birbirimizi öldürmek ve insanları birbirine düşürmekti. Kız çocuklarını soframıza ortak olmasınlar diye diri diri toprağa gömerdik. Daha düne kadar böyle yaşadık. Bugün ise Allah bize öyle bir insan gönderdi ki, onun soyunu ve doğumunu biliyor, yüzünü tanıyoruz. Onun yaşadığı topraklar bizim topraklarımızdan daha hayırlıdır. Onun soyu bizden daha şereflidir. Ailesi bizden daha üstündür. Kabilesi bizden daha iyidir. Bizzat kendisi de zaten bizim en hayırlımız, en doğru sözlümüz ve en yumuşak huylumuzdur. Allah onu bize peygamber olarak gönderdi. Bize onu tasdik etmeyi ve ona uymayı nasip etti. O Allah’la bizim aramızda elçi oldu. Bize söyledikleri Allah’ın sözü, bize emrettikleri Allah’ın emirleridir. O bize her şeyi Allah’ın yarattığını, eşi ve benzeri olmadığını, her şeyin nihayetinde ona döneceğini, kendisinin Allah tarafından gönderildiğini ve hakkı tebliğ ettiğini söyledi. Ona tabi olanlar bizim sahip olduğumuz hak ve sorumluluklara sahip olurlar. Kabul etmeyenlere cizye teklif edilir. Cizyeyi kabul edenler can, mal ve dinlerini güvence altına alırlar. Cizye vermeyi reddedenlere ise savaş açılır. Şimdi isteyen cizyeyi seçsin, isteyen de kılıca razı olsun. Veya İslâm’ı kabul edin ve kurtuluşa erin.

2.Hz Ömer’in Kudüs Halkıyla Yaptığı Antlaşma

Suriye Yermük zaferiyle (15/636) Bizans’ın elinden alınmış ve sıra Filistin ve kutsal şehir Kudüs’e gelmişti. Kudüs, Yahudi ve Hıristiyanlar için olduğu kadar bir süre Müslümanların kıblesi olması ve Hz. Peygamber’in Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya, oradan da Mirâc’a yükseldiği yer olması itibariyle Müslümanlar için de kutsal bir yerdir. Kudüs halkı şehri kuşatan başkumandan Ebû Ubeyde b. Cerrâh’tan eman dileyerek şehri bizzat Halife Hz. Ömer’e teslim etmek istediklerini söylediler. Bunun üzerine Câbiye’den Kudüs’e gelen halife şehri patrik Sophronios’tan teslim aldı ve Kudüs halkına cizye ve haraç karşılığında can ve mal güvenliğini, din ve ibadet hürriyetini içeren bir antlaşma imzaladı (17/638). Antlaşma metni şöyledir:

Bismillahirrahmanirrahim. Allah’ın kulu, mü’minlerin emiri Ömer tarafından Kudüs halkına verilen emândır. Bu emân onların canları, malları, kiliseleri, haçları, hastaları, sağlamları ve diğer dindaşlarına verilmiştir. Buna göre kiliseleri ve müştemilatı yıkılmayacak, haçları ve diğer eşyalarına dokunulmayacaktır. Dinlerinden dolayı asla rahatsız edilmeyecekler ve kendilerine asla zarar verilmeyecektir. Buna karşılık Kudüs halkı da diğer şehirlerin halkı gibi cizye vereceklerdir. Kudüs’ten ayrılmak isteyen olursa gidecekleri yere kadar güvenlikleri sağlanacaktır. Kudüs’te kalmak isteyenler cizye ödeyeceklerdir. Burada kalanlar topraklarının mahsulünü alacaklardır. Bu antlaşmada yer alan hükümler onlar cizyelerini verdikleri sürece Allah’ın, Resûlü’nün, halifelerin ve mü’minlerin güvencesi altındadır.

IV-SİYASİ VE DİNİ TARTIŞMALAR

Hilafet tartışmasından başka dinî ve siyasi tartışmaları genişleten başka etkenler de söz konusudur. Müslüman fetihleriyle birlikte İslam dünyasını etkisi altına alan dış kültür ve dinî eğilimler, zamanla Müslümanlar arasında, dinî alanda bazı şüpheleri de gündeme getirerek farklı yorumlara sebep olmuştur. Özellikle kader inancını siyasi malzeme olarak kullanan bazı Emevi idarecilerinin cebri anlayışlarına ilk reaksiyon Suriye’de Hristiyan kültürü atmosferinde yetişmiş Müslümanlardan geldi. Şüphesiz Suriye’de yayılan kader tartışmaları, Şam’daki hükümdarların hoşuna gitmedi. Bu idareciler, zaman zaman isyana kadar zorlanan hür irade taraftarlarına, kendi siyasetleri aleyhine tehlike oluşturdukları için düşmanca davrandılar. Onlara göre başlarına gelen musibet ve haksızlıklar, ilahi kader sonucu idi; dolayısıyla kendilerine yapılacak her türlü başkaldırılar, tabii olarak Allah’a karşı yapılmış sayılacaktı.

Öte yandan bazı oryantalistlere göre, eski Müslüman müderrisler, Hristiyan ilahiyatçılarla olan ilişkileri sonucu bu cebri anlayıştan şüpheye düşmüşlerdi. Zira o tarihlerde Doğu kilisesi için de bu mesele önemli bir problem teşkil ediyordu. Emeviler döneminde, Müslüman bilginlerin merkezi olan Şam, aynı zamanda kader tartışmalarının da odağı durumunda idi ve ilk olarak problem buradan hızla etrafa yayılmaya başlamış oldu. Abdullah b. Ömer’in, orada, ilahi takdirden şüphe eden bir dostu olduğu nakledilir. Yine bu bölgeye saldıranların, orada ilahi takdiri inkâr edenlerle karşılaştıkları nakledilir. Bu tarihi süreç içinde Ma’bed el-Cüheni’nin, bir kaderî olarak Basra’da ikamet etmesine rağmen Şam’da (ö. 80/699) idam edilişi; öte yandan Kur’ân’ın mahluk olduğunu söyleyen Ca’d b. Dirhem’in katli (ö. 125/742); aynı yıl Gaylan ed-Dımeşki ve diğer bazı kaderîlerin öldürülüşü ve sürgün edilişi hep bu dönemde gerçekleşmiştir. Bundan sonra da Cehm b. Saffan (ö. 128/795) Horasan’da mülhid diye idam edilmişti. Bu olaylarda görünürdeki gerekçe, bazı idarecilerce, siyasi otorite ve düzene karşı gelmek şeklinde ifade edildi. Bütün bunlar bir yana, Şehristânî’ye göre, bazı Emeviler kaderîleri korumuşlardır. Nitekim III. Yezid ile II. Mervan’ın kaderî görüşte oldukları rivayet edilir.

A. İSLAM TOPLUMU (ÜMMET) VE YÖNETİMİ

“Ümmet” kavramının sadece Müslüman toplumunu ifade ettiğini savunan düşünürler bulunuyorsa da, bizzat Hz. Muhammed tarafından 622 yılında oluşturulan Medine Sözleşmesi, İslam toplumunun, çeşitli ırk ve dinlerin İslam çatısı altındaki birliğini ifade etmektedir. Ancak bu ümmet birliğinde, Müslümanların, İslam tarafından korunan gayrı Müslimlerden üstündür. Ne var ki tarih boyunca İslam devletlerinin uygulamada bu ilkeyi yavaş yavaş ortadan kaldırdığı gözlemlenebilmektedir. Böylece çeşitli ırk, din, dil ve geleneklerden oluşan İslam toplumunun yönetimi, tarihte Kartacalıların, Perslerin ve Romalıların yaşamadığı karmaşık deneyimlere sahne olmuştur. Bütün bu deneyimler sonucu, adalet ve barışın sağlanmasının, İslam toplumunu yönetmenin yegâne yolu olduğu vurgulanmıştır.

1. Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Muâz b. Cebel ve Hz. Ömer’in İslam Toplumu Sorunları Üzerine Mektupları

Hz. Ömer halife olunca Ebû Ubeyde b. Cerrâh ve Muâz b. Cebel ona şu mektubu gönderdiler:

Allah’ın selâmı üzerine olsun. Kendisinden başka ilah bulunmayan Allah’a hamd ederiz. Biz senin sorumluluk bilincine sahip olduğunu bilmekle beraber sana bazı tavsiyelerde bulunacağız: Ey Ömer! Sen halife olarak Ümmet-i Muhammed’in kırmızı [derilisinin] de siyah

[derilisinin]

de sorumluluğunu üstlenmiş bulunuyorsun. Senin huzuruna dost da düşman da, şerefli ve sıradan insanlar da, zayıf ve güçlüler de çıkabilir. Bunlardan her birine adaletle hükmetmelisin. Böyle bir durumda nasıl hareket edeceğini düşün. Sana, bütün sırların ortaya döküleceği, bütün gizliliklerin açığa çıkarılacağı, bütün insanların mutlak hükümdar ve kahhar olan Allah’a boyun eğip hükmünü beklediği, cezasından korkup rahmetini umduğu kıyamet gününü hatırlatıyoruz. Bize ulaşan haberlere göre bu ümmet içerisinde görünüşte kardeş, aslında birbirine düşman olan insanlar ortaya çıkacaktır. Biz mektubumuzun yanlış anlaşılmasından Allah’a sığınırız. Biz bu mektubu içimizden gelen bir nasihat düşüncesiyle yazdık. Allah’ın selâmı, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.

Hz. Ömer, Ebû Ubeyde b. Cerrâh ve Muâz b. Cebel’e çu cevabı yazdı:

Allah’ın kulu, Mü’minlerin Emîri Ömer’den Ebû Ubeyde ve Muâz b. Cebel’e,

Allah’ın selamı üzerinize olsun. Kendisinden başka ilah bulunmayan Allah’a hamd ederim. Size Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Rabbiniz sizden razı olsun. Mektubunuzu aldım. Benim sorumluluğumun bilincinde olmama rağmen bana tavsiyelerde bulunduğunuzu yazıyorsunuz. Bu ümmetin kırmızı ve siyah [derilisinin] sorumluluğumu üzerime aldığımı, her çeşit insanın huzuruma çıkabileceğini ve herkese adaletle muamele etmem gerektiğini belirtiyorsunuz… Böyle bir durumda nasıl hareket edeceğimi soruyorsunuz. Ben böyle bir durumda Allah’ın yardımı, gücü ve kuvveti olmadan hiçbir şey yapamam. Gece ve gündüzün peş peşe gelişi her yeniyi eskitir, her uzağı yakınlaştırır ve vadedilen her şey gerçekleşir. Beni ümmet arasında görünürde kardeşlik, gerçekte ise düşmanlık çıkacağını yazarak beni ikaz ediyorsunuz. Bu zaman öyle bir zaman değildir. Sizin bahsettiğiniz zaman, âhir zamandır ki, o gün insanlar birbirinden korkacak veya birbirine rağbet edecektir. Mektubunuzda yazdıklarınızın yanlış anlaşılmasından endişe edip Allah’a sığındığınızı yazıyorsunuz. Ben sizin mektubunuzdan ve nasihatlerinizden müstağni olamam. Bana mektup yazmayı ihmal etmeyin. Allah’ın selâmı ve rahmeti üzerinize olsun.

2. İç Karışıklıklar Üzerine Yaptığı Valiler Toplantısında Hz. Osman’ın Kararları

Hz. Osman döneminde özellikle ikinci altı yılda Müslümanlar arasında iç karışıklıklar (fitne) çıkınca ve özellikle Kûfe, Basra ve Mısır’da isyanlar baş gösterince Hz. Osman valileri Medine’de topladı ve onlarla durumu istişare etti. Onları dinledikten sonra şöyle dedi:

Sizin bana söylediklerinizi dinledim. Her meselenin bir çıkış yolu vardır. Bu ümmetin başına gelmesinden korkulan şey de olacaktır. Fitnenin kapalı duran kapısı açılacak, fakat biz bunu insanların bir kusur bulup da tenkid edemeyeceği bir şekilde mülayemetle halledeceğiz. Artık insanların da fitnenin çıkmasıyla ilgili olarak benim aleyhimde kullanacakları bir delil kalmayacaktır. Andolsun ki, bu fitne gelip çatacaktır. Ne mutlu Osman’a ki, ölüm pahasına da olsa bu fitnenin baş göstermesine engel olacaktır. İnsanları fitneden uzak tutun. Onlara haklarını verin. Onları bağışlayın. Ancak Allah’ın hukuku konusunda sakın gevşek davranmayın.

B. İRADE VE KUDRET

İrade ve güç yetirme, hem Allah hem de insan hakkında tartışma konusu olan kavramlardır. Ancak mademki Allah her şeyi yoktan varetme gücüne sahiptir ve bunu yapmıştır, o halde insan için gerçek anlamda irade ve kudretten bahsedilebilir mi? İnsan, filozofların düşündüğü gibi gerçekten isteme gücüne sahip midir yoksa bu güç mecazi midir? Gerçek anlamda iradi seçim, sadece imkân aleminde yaratılmış seçeneklerden bazılarını seçmekle mi ilgilidir yoksa istenilen seçeneğin yaratılmasıyla mı ilgilidir? Eğer Allah her şeyi ezelden biliyorsa, insan seçimlerinde ve yapıp ettiklerinde sorumlu tutulabilir mi? Kader ne anlama gelmektedir? Kelamcılar, işte bu sorunlar çerçevesinde irade ve kudret kavramlarını ele almışlardır. Bu bölümde kelam tarihinde en çok tartışılan irade ve kudret kavramlarının Allah ve insan açısından ne ifade ettiğini ele alan metinler yer almaktadır.

1. Ezelî İlim Açısından İnsanın İrade ve Kudreti: Hasan el-Basrî

Hasan el-Basrî (ö. 110/728), sahabeden sonra gelen ikinci nesil Müslümanların (Tabiun) en seçkinlerindendir. Hz. Osman’ın Medine’de şehid edildiği gün 14 yaşlarındaydı. Sıffin Vak’ası’ndan (h. 37) bir sene sonra Basra’ya gitmiş, Doğu İran’ın fethine (h. 43) katılmış, nihayet Horasan valisi Rebi’ b. Ziyad’ın kâtipliğini yapmıştır. İlim ve fazileti, zühd ve takvası yönünden büyük bir mevkiye sahip olup alçak gönüllü ve mütevazi kişiliği ile şöhret bulmuştur. Daha sonra ortaya çıkan tarikat ve mezheplerin kendisine önder olarak sahip çıkma ihtiyacını duymalarının temelinde, bu ruhsal özellikler yatmaktadır. Devrin bazı idarecilerinin kaderle ilgili yanlış anlayış ve tutumları ve buna dinî kılıf uydurmaları, Basrî gibi birçok bilgini rahatsız etmiştir. Bu atmosfer içinde o, gerektiği zaman idarecileri uygun bir dille uyarmıştır. Ancak idarecilere karşı isyan etmek isteyenlere, Allah’a isyan dışında itaatı tavsiye etmiştir. Nitekim İbnu’l-Eş’as gibi bazı kişilerin isyanlarına taraftar olmamış; kötü bir fiili düzeltme gayretinde olan bir Harici’ye, isyan etmekle daha büyük bir günah işlemiş olacağını hatırlatmıştır. Bazı araştırıcılar Abdulmelik b. Mervan’a gönderdiği risaleye dayanarak onun kaderi olarak kabul edilebileceğini ileri sürerler. Ona göre Muaviye de, iktidarı zorla ele geçirmek ve Yezid’i halife tayin etmek gibi fillerinden dolayı günahkârdı. Bu tür hareketlerin ilahi takdir sonucu ortaya çıktığını söyleyenlere Hasan’ın cevabı sertti: “Allah’ın düşmanları yalan söylüyorlar!” Böylece o, Hz. Osman’ın katillerini de lânetliyordu. Hasan Basrî’nin de içinde yer aldığı, hür irade ve kader etrafında dolaşan tartışmalar çerçevesinde, Müslümanlar arasında üç temel görüş ortaya çıkmıştır: 1. Çoğunlukla kabul edilen ve beşerî sorumluluğu kaldırmayan anlayış. 2. İrade hürriyetini tanımayan ve sorumluluğu kaldıran cebri (fatalist) anlayış. Bu anlayışa göre küfür ve şer/kötülük dahi Allah’ın takdiri iledir. 3. Hür iradeye yer veren, dolayısıyla kaderin, Allah’tan değil, insanların kendi kudretleriyle olduğunu savunanların (kaderî) anlayışı. Bu tartışmalar çerçevesinde Hasan Basrî, halife Abdulmelik’e yazdığı risalede, ana hatlarıyla büyük günah etrafında gündeme gelen problemlere vurgu yapmıştır. Bunlardan en önemlileri arasında, ilahi ilim ve kulun iradesi, hayır-şer, hidayet-dalalet vb. konular yer almaktadır.

Allah’ın olacak şeyleri bilmesi, insanın hür irâdesini kullanmaya engel değildir. Yani Allah Teâlâ’nın, yaptığımız işleri bilmesi, onları yapmakta iken irâdemizi herhangi bir yönde kullanabilmemize mani değildir:

Yanlış yolda olanlar, Allah’ın ilmi konusunu boş yere münakaşa eder ve: “Allah bir kavmin küfrünü bilir, artık onlar îmân edemezler. Zira Allah’ın ilmi buna engel olmaktadır” derler. Bu durumda onların iddiaları şöyle demek oluyor: Allah, kullarına yapmaya ve terk etmeye muktedir olamayacakları şeyi yapmayı ve terk etmeyi teklif ediyor. Allah, şu şözü ile onları yalanlamaktadır: “Allah bir kimseye gücünün yeteceği şeyi yükler” (Kur’ân 2: 286). Kuşkusuz Allah bilir ki küfür onların tercihleri ve hevalarına uymalarıyla ortaya çıkmaktadır…

Allah Teâlâ, Âdemoğlunun tabiatına ilhamla, iyiliği kötülükten ayırma gücünü vermiş ve bu sebeple pek çok ayette: “O kullarımı müjdele ki, sözü dinler ve onun en güzeline uyarlar. Allah’ın hidâyet ettikleri bunlardır” (Kur’ân 39: 18); “İmân ediniz, hakkınızda hayırlı olur” (Kur’ân 4: 169) ve “Bundan vazgeçmek hakkınızda daha hayırlı olur” (Kur’ân 4: 170) buyurmuştur.

Diğer taraftan, “Hiçbir kimse Allah’ın izni olmaksızın îmân edemez” (Kur’ân 10: 100) âyetinde ’izin’ kelimesi, ’serbest bırakma’ manasınadır. O halde Allah, herkesi imân karşısında serbest bırakmış ve imân edebilmeye muktedir kılmıştır. Allah’ın kitap, emir ve adaletine muhalefette ifrata gidenler, söyledikleri ile yaptıkları arasındaki çelişkiyi anlayamayacak kadar gâfildirler. Bunlar cehaletlerinden dolayı her şeyi kadere yüklerler, öte yandan dünya işlerinde bununla yetinmeyip azim ve tedbiri de elden bırakmazlar. Onlardan birine: “Dünya yolunda nefsini yorma, sıcak ve soğukta kendini işe koşma ve canını yolculukta tehlikelere atma; nasıl olsa rızkın hazırlanmıştır” desen kabul etmez. Ve yine: “Sakın dükkânını ve evinin kapısını – malının ve eşyanın kaybolmasından korkarak– kilitleme, zira senin kapıyı kilitlemen, Allah’ın takdirini değiştirmez” desen, bunu da kabul etmez… Bütün bunlara rağmen din meselelerini kadere terk eder. Bütün bunlar hakkın ağır, bâtılın hafif olmasından ileri gelmektedir.

Şayet hakikat bu cahillerin dediği gibi olsaydı, Allah Teâlâ: “Dilediğinizi işleyin” (Kur’ân 41: 40) yerine, “Üzerinize takdir ettiklerini işleyin”; “Dileyen inansın, dileyen kâfir olsun” (Kur’ân 18: 29) yerine, “İstediğim kimse îmân etsin, istediğim kimse de kâfir olsun” derdi. Öyle ise Allah, bir kulu kör edip sonra: “Gör, yoksa sana azâb ederim!” demeyecek kadar insaflı ve âdildir.

2. İnsanın İrade ve Kudreti: eş-Şehristânî

Kaza-Kader konusu, şüphesiz İslam düşünce tarihinde üzerinde ciddi tartışmaların yapıldığı ve özellikle Cehmiyye diye kendisine izafe edilen cebri anlayışın temsilcisi Cehm’in bu konu ile ilişkili düşünceleri yadırganamaz niteliktedir. Özet olarak bu konudaki düşünceleri şöyledir:

Sonradan yaratılan kudrete gelince, insan hiçbir şeye muktedir değildir; dolayısıyla istitaa (güç yetirme) ile nitelendirilemez. İnsan, fiillerinde mecburdur. Onun kudreti, irade ve seçimi yoktur. Allah Teâlâ, diğer cansızlarda yarattığı şekilde fiilleri kendisinde yaratır; ve fiiller kendisine, ağaç meyve verdi, su aktı, taş hareket etti, güneş doğdu ve battı… gibi cansızlara nispet edildiği şekilde mecazen nispet edilmektedir. Bütün fiiller cebri olduğu gibi, sevap ve ceza da cebridir. Böylece cebir sabit olunca teklif de cebren olur.

Cennet ve cehennemdekilerin hareketleri son bulacaktır. Cennet ve cehennem; cennet ve cehennem ehli oraya girip oranın nimetlerini tattıktan ve cezalarını çektikten sonra son bulacaktır. Zira hareketlerin, önceden sonsuz olmamaları düşünülemediği gibi, sonradan da sonsuz olmamaları tasavvur edilemez. Cehm, Allah Teâlâ’nın “hâlidine fihâ (orada ebedî kalacaklardır)” sözünü, tahlid (ebedî kılma) konusunda hakiki anlama değil, te’kid ve mübalâğaya hamletmiştir. Nitekim şöyle bir ifade vardır: Allah filanın mülkünü ebedî kılsın. Cennet ve cehennemin son bulacağına şu ayeti delil olarak getirmiştir: “Gökler ve yer devam ettikçe onlar da orada Rabbinin dilediği kadar kalıcıdırlar.” (Kur’ân11:108) Ayet şart ve istisnayı içermektedir. Halbuki huld (ebedilik) ve sonsuzlukta şart ve istisna söz konusu değildi.

4. İrade Hürriyeti ve Kesb (Kazanma) Hakkında: Kâdı Abdülcebbâr

Kelam tarihinde irade hürriyeti ile kader ilişkisinin tartışılmaya başlanması, Emevi devletinin baskıcı ve zulümlerle dolu bir dönemine rastladığı için, kaçınılmaz olarak irade hürriyeti, kelami olduğu kadar siyasi bir sorundur. İslam inancına göre bireyin dinen mükellef tutulabilmesi için hür seçimlere sahip olması son derece önemlidir. Aksi halde Tanrı’nın insanları günahlarından dolayı cezalandırması adil olmaz. Öte yandan insan, diğer mümkün varlıklardan birisi olduğuna göre, Tanrı’nın imkân aleminde meydana gelen seçimlere hiçbir şekilde karışmadığı düşüncesi de İslam’ın doğasına aykırıdır. Bu teorik zemin üzerinde kelamda irade hürriyeti ve kader ilişkisi konusunda üç temel görüş ortaya çıkmıştır. Ma’bed el-Cühenî’ye (ö. 83/702) göre insan, seçimlerinde ve yapıp ettiklerinde tamamen hürdür ve kaderin hiçbir etkisi yoktur. “Kaderiyye” adını alan bu tez, İbnü’l-Eş’as hareketinden sonra siyasi bakımdan, Emevi devletinin uyguladığı zulümlerden tamamen sorumlu olduğu anlamına geliyordu; böylece Ma’bed idam edilerek öldürülmüştü. Bu görüşe karşı çıkan Cehm b. Safvân’a (ö. 128/745) göre insanın seçimleri ve eylemleri, Allah’ın takdiriyle zorlayıcı bir şekilde belirlenmiştir ve insan hiçbir hürriyete sahip değildir. İnsan irade ve eylemlerinin kaderin zorlamasıyla meydana geldiğini ifade ettiği için “Cebriyye” adını alan bu görüş, hiç şüphesiz Emevi yönetiminin yaptıklarından sorumsuz olduğu anlamına geliyor ve onu meşrulaştırıyordu. Eş’arilere göreyse bir eser üzerinde iki kuvvetin birden etkide bulunamayacağı dolayısıyla, gerçek yaratıcı sadece Allah’tır. Bununla birlikte insan iradesi bir şeyi yapmaya yöneldiğinde, Allah o insan için o eylemi yaratır. Böylece yaratma Allah’a, kazanmaysa (kesb) insana mahsustur. Felsefi bakımdan bu görüş, olabilen şeyler ile olan şeyler arasında insanın gerçekleştirdiği “üretimler” gibidir; olabilen ile olan şeylerin mantıksal yapıları farklıdır. Olabilen şeylerle ilgili olarak çelişki mümkünken, olanlarda çelişki mümkün değildir. İşte Allah’ın yaratması, olabilirliklerle yani imkân alemiyle ilgilidir; insanın kazanmasıysa olabilir olanlardan bazılarının seçilmesiyle ilgilidir.

Kulların fiillerini Allah Teâlâ’ya nisbet eden Cebriyye’nin (Mücebbire, Müdebbire) söylediği sözün yanlış olduğu kesin olarak aklen ve şer’an bilinmektedir.

Bu konudaki sözlerinin özeti şöyledir: Yapıp ettiklerimiz, ortaya çıkışları bakımından bize muhtaç ve bizimle ilişkilidir.

Cehb b. Safvan’a göre, onlar bizimle de ilişkili değildir. O şöyle der: Biz o fiiller için sadece bir ortam durumundayız; öyle ki onlar bizde yaratılırsa olur, yaratılmazsa olmaz.

Dırar b. Amr’a göre, onlar bizimle ilgili ve bize ihtiyaç duyarlar, fakat ihtiyaç ciheti, kesbden ibarettir; bu görüşte Cehm’le beraberdir, ancak (fiili) ihale konusunda ona ilave etti. Çünkü Cehm’in yanlışlığını zikretmesi makuldür; fakat ötekinin zikrettiği ise asla makul değildir.

Cebrilerden ihtilaf edenlere gelince, onlar tasarrufatları ikiye ayırırlar: Birinci kısmı bizimle ilişkili kıldılar ki o da doğrudan temastır. İkinci kısım bizimle ilişkili değildir, o da mütevellittir. Bunlar öncekilerle mezhepte birleştiler, ve ihalede onlara ilave ettiler. Şöyle ki, aralarında ayırım yapmaya imkân olmamasına rağmen, doğrudan ve dolaylı yapılan işleri birbirinden ayırdılar.

İmdi, biz bu mezhebin yanlış olduğuyla meşgul olmadan evvel, kesbin hakikatini açıklamaya çalışalım.

Bil ki, kesb, kendisiyle fayda kesbedilen, veya zarar defedilen her fiildir. Bunun delili şudur: Arap(lar), bir fiilde kendisini fayda celbetmek veya zarar defetmek söz konusu olduğunda, onu kesb diye isimlendirirler. Bundan dolayı, bu mesleklere (hiraf) mekâsib, işi yapanı kâsib, kuşun organlarını da kevâsib diye isimlendirirler…

Kesbe kail olanlara söylenecek söze gelince, bu hususta bilinmesi gereken, bu görüşün iki yoldan biriyle yanlışlığı söz konusu olabilir:

Birincisi, bunun yanlışlığını delil getirmekle ortaya koymandır.

İkincisi, bunun aslında makul olmadığını açıklamandır. Aslında makul olmadığı sabit olunca, kelamı uzatma külfetine katlanmana gerek yoktur. Çünkü akledilmeyen üzerinde söz söylemek mümkün değildir. Bu yol, tabiat ve teslis sözünün yanlışlığı konusunda izlediğimiz yoldur. Tabiatçılara şöyle dedik: Tabiat konusundaki görüşünüz makul değildir. Hristiyanlara da: Bire üç diye itikad etmek mümkün olmayan şeylerdendir; bu konudaki görüşünüz makul değildir. Konu üzerinde söz söylemenin sağlam bir tarafı yoktur. Bu yolla kesb sözünün yanlışlığı ortaya çıkar. Şüphesiz bu, diğer saydığımız görüşler gibi makul değildir.

Söylediğimiz şeyin doğrulunu açıklayan şey şudur: Şayet o makul olsaydı, Zeydiyye, Mutezile, Hariciler ve İmamiyye’den Cebriyyeye muhalif olanların bunu makul görmeleri gerekirdi; halbuki onların bunu makul görmedikleri malumdur…

C. İSLAM DÜNYA GÖRÜŞÜNÜN TEMELLENDİRİLMESİ: HAYIR VE ŞER

Bütün kültürlerde Tanrı’nın iyi olduğu yahut iyiliğin kaynağı olduğu inancı hakimdir. Ancak toplumlarda görülen kötülükler, doğal afetler, canlı evrende gözlemlenen ölüm ve zulümler, hatta kişinin uğradığı felaket ve haksızlıklar, ilahiyatçıların ve filozofların açıklamakta zorluk çektiği hususlar arasındadır. Ateist tezlerin çoğunluğunda görülebileceği üzere iyi olan bir Tanrı, neden bu kötülükleri yapsın? Eğer bu kötülükleri yapan Tanrı değilse, o zaman tek tanrılı bir dinde durum daha vahim hale gelecektir. Tanrı her şeyi takdir edip yaratıyorsa, bu durumda bir insanın kendisine iman edip etmemesi, yani onun ebedî olarak mutlu yahut mutsuz olacağını da belirlemiş olacaktır. Bu sorunlar üzerine yapılan tartışmalar, daha sonraları Ehl-i Sünnetin kader inancında, ’hayır ve şerrin Allah’tan olduğu’ şeklinde ifade edilen temel bir ilke haline gelmiştir.

1. İyiliğin Allah’a, Kötülüğün İnsanlara İsnadı: Hasan el-Basrî

Hasan Basrî, kader tartışmaları etrafında cereyan eden şerrin Allah’a isnadı meselesinde, Müslümanlar arasında yaygın olan bu kanaate karşı çıkmış ve bunu her defasında düzeltme vazifesini üstlenmiş bir şahsiyettir. Hasan Basrî’nin görüşlerindeki yenilik, Emevî idaresini rahatsız etmiştir. Bunun üzerine halife Abdulmelik b. Mervân (saltanatı 685–705) Hasan Basrî’ye mektup göndererek kendisinin erdemli bir kişi olarak tanınmasına rağmen görüşlerini beğenmediğini, bu görüşlerin kaynağının Kur’ân mı, hadis mi, yoksa kendi şahsi görüşü mü olduğunu açıklamasını istemiştir. Hasan Basrî’nin halifeye gönderdiği mektuptan bir bölüm şöyledir:

“Allah’ın nimetini küfre çevirip değiştirenleri ve kavimlerini, cehennem olan helak yurduna sokanları görmüyor musun?” (Kur’ân 14: 27-28) âyetinde buyurulduğu gibi, nimet Allah’tandır, onu değiştirmek kuldandır… Allah’ın nehyettiği kendisinden değildir; zira, hoş görmediğine razı olmaz ve razı olmadığından da hoşnut olmaz. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Küfrederseniz şüphe yok ki Hak Teâlâ sizden müstağnidir, kullarının küfretmesine razı olmaz, şükrederseniz hoşnut olur” (Kur’ân 39: 7). Küfür, Allah’ın kaza ve kaderinden olsaydı, Allah yaptığından hoşnut olurdu.

Hz. Âdem, Rabbine âsi olduğu zaman: “Rabbimiz! Kendi nefsimize zulmettik..” (Kur’ân 7: 23). Hz. Mûsâ bir adam öldürünce: “Bu iş şeytan işidir… Yüce Rabbim! (dedi) Ben öz nefsimi ziyana uğrattım” (Kur’ân 28: 15–16) diye buyurmuşlardır. Mûsâ, bu iş şeytandandır; câhil ise, bu, Rahmân’ın işidir, der. İnsanlar arasında “Sen zâlimsin, kötülüklerin sebebi sensin” sözünü kabul edecek kimse yoktur. Hoşlanmadıklarını Allah’a, hoşlandıklarını ise kendi nefislerine nisbet ederler.

2. Hidâyet-Dalâlet: Hasan el-Basrî

Kur’ân-ı Kerim’in pek çok yerinde, ilk bakışta Allah’ın, insanlara hidayet ettiği gibi onları saptırdığı şeklinde ifadeler yer almaktadır. Dikkatlice bakılmadığı ve bağlamından koparıldığı zaman bu ifadeler yanlış anlaşılabilmektedir. Hasan Basrî, kader tartışmaları etrafında cereyan eden hidayet-dalalet meselesinde yine Müslümanlar arasındaki yaygın kanaate karşı çıkmış ve ayetlerde ifade edilen zahiri anlamın yanlış anlaşıldığını anlatmaktan çekinmemiştir. Bu bağlamda Abdulmelik’e yazdığı risalede bu hususa da açıkça vurgu yapmıştır.

“İnsanları ve cinleri ancak bana ibadet etmeleri için yarattım. Onlardan ne bir rızık, ne de beni beslemelerini istiyorum” (Kur’ân 51:56-7) âyetinde Allah, kendilerini ibadet için yarattığı kullarını ibadetle emretmiştir. Allah onları bir iş için yaratıp sonra işle onlar arasına girmemiştir. Zira Allah, kullarına karşı zâlim değildir.

Ey Mü’minlerin Emiri! Dikkatli ol, sakın Allah’ın nehyettiği şeyi kullarına takdir etttiğini, kulları ile emrettiği şeyin arasına girdiğini, kulları arasında kazâ ettiğinin aksine davet eden peygamberler gönderdiğini, sonra da (doğru) yola gitmelerine müsaade etmediği halde, emirlerine uymayan kullarına ebediyen azâb edeceğini söyleme; zira Allah zâlimlerin itirazlarından beri ve yücedir.

Bu câhiller kime itiraz ettiklerinin farkındalar mı? Onlar: “İmân ediniz, hakkınızda hayırlı olur” (Kur’ân 4: 169) diyen Allah Teâlâ’ya itiraz ediyorlar.

Câhiller: Onlar îmân edemezler (derler).

Allah Teâlâ: “Allah’a davet edene (peygambere) icabet ediniz…” (Kur’ân 46: 31) diyor.

Câhiller: Allah onlarla icabet arasına girmiştir, (derler)

Halbuki Allah, “Gönderdiğimiz her peygamberi ona Allah’ın izniyle itaat olunsun diye göndeririz” (Kur’ân 4: 63) buyurmaktadır. O halde Allah, itaat edilmesi için bir peygamber gönderip sonra onunla halkı ve tâatı arasına girmek istemez. Bu, Allah’ın sıfat, adalet ve hikmetinden ne kadar uzaktır!

Allah, herkesi kendi ameline göre mükâfatlandırmak için –peygamberinin zorlayıcı bir tavır almamasını ve kendisine icabet edilmediğinden dolayı da üzülmemesini (Kur’ân 18: 6) hatırlatmakla– onların bu şekilde hareket etmelerini irâde ederek buyuruyor ki: “Allah dileseydi, hepsini hidâyet üzere toplardı, öyleyse sakın câhillerden olma!” (Kur’ân 6: 35), “Rabbin dileseydi yeryüzünde bulunanların hepsi îmân ederdi. Hal böyle iken, insanları mü’min olsunlar diye zorlayacak mısın?” (Kur’ân 10: 99).

“Allah dilediğini saptırır, istediğini de doğru yola götürür” (Kur’ân 13: 27) âyetini, siyak ve sibakına bakmadan ve orada ifade edilen mânayı düşünmeden dalâlete düşenler, “Vaktaki onlar döndüler, Allah da onların kalplerini döndürdü” (Kur’ân 61: 45). “… Zâlimleri sapıklıkta bırakır” (Kur’ân 14: 27) âyetleri üzerinde düşünselerdi sapıtmazlardı…

“Yeryüzünde ve kendi öz canınızda uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki yaratılmadan evvel kitapta bulunmasın” (Kur’ân 57: 22) âyetini kendi görüşleriyle küfür ve îmân, tâat ve masiyetle (günah) te’vil ettiklerini, halbuki hakikatin böyle olmadığına âyetin devamıyla dikkat çekilmiştir: Bu musibetler, ancak mallarda, nefislerde ve yapılan işlerin neticelerindedir… Bu dünyanın metâıyla, şımarık kimselerin yaptıkları gibi sevinmememiz ve ele geçiremediğimiz şeylere müteessir olmamamız için bizi zenginlik ve fakirliğe, zorluk ve kolaylığa mübtelâ kılmıştır. Sonra bize, sabredenleri açıklayarak diyor ki: “Fakat sen sabredenlere müjdele, onlar ki bir musibete uğradıkları zaman: ’Biz Allah’ınız ve Allah’a döneceğiz’ derler..” Eğer bu, îmân ve küfürde olmuş olsaydı, Allah, “Tâki elinizden çıkana tasalanmayınız ve Allah’ın size verdiği ile sevinip şımarmayınız…” (Kur’ân 57: 23) buyurmaz, bilâkis “Tâ ki îmânınızı kaybettiğinize tasalanmayınız ve (Allah’ın) size ondan verdiği ile sevinip şımarmayınız” derdi.

3. İman Hakkında: el-Eş’arî

Ebû’l-Hasan el-Eş’arî (ö. 324/936), 260/873’te Basra’da doğmuş, 324/936’da Bağdat’ta vefat etmiştir. Ashabtan Ebu Musa el-Eşarî (ö. 44/665)’nin neslindendir. Meşhur Mutezile kelamcılarından Ebû Ali el-Cübbaî (ö. 303/915)’nin öğrencisi olup 40 yaşına kadar Mutezile mezhebini savunmuş, mezhebin önde gelenleri arasına katılmıştır. Eş’arî de fıkıh cephesinde Hanefi idi ve nihayet 300/912 tarihlerinde Mutezile’den ayrılmış ve selef akidesine, yani İbn Küllâb’ın yolu, sıfatiyyeye geçmiştir. Mu’tezile’den ayrıldığı için usullerine vakıftı; bu sebeple onları bilimsel anlamda reddediyordu. el-İbane isimli eseri kelami istidlallerle doludur; son eseri olmakla Eş’ariyye’de temel olarak kabul edilir. Burada daha çok halk-ı Kur’ân’a kail olanlar hedef alınarak reddedilmeye çalışılmıştır. Eş’arî, bir taraftan bid’at uyduran kimselerin aleyhinde hem münazara, hem de telif yoluyla şiddetli bir mücadele başlatmış, diğer taraftan Mutezile’nin akidelerini kendi silahlarıyla, yani aklî delillerden istifade ederek mantıkî yoldan reddetmiştir. Böylece o zamana kadar Ehl-i Hadis arasında hoş görülmeyerek yalnız Mutezile tarafından tedvin edilmiş olan Kelam İlmi’nin gerekliliğini, yazdığı er-Risale fî İstihsani’l-Havd fî ’İlmi’l-Kelam isimli eseriyle savunmuş ve bu ilmi Ehl-i Sünnet bünyesinde tesis etmiştir. Eş’arî’nin en önemli eserleri; el-İbâne ’an Usuli’d-diyane, el-Luma’ fî’r-redd ala Ehli’z-zeyğ ve’l-bid’a, Makâlâtu’l-İslâmiyyîn, er-Risâle fî istihsâni’l-havd fî İlmi’l-Kelâm’dır.

Birileri: Size göre Allah Teâlâ’ya iman nedir, diye sorarsa, kendisine şöyle denir: İman, Allah’ı (kalb ile) tasdiktir. Bu konuda, Kur’an’ın kendisiyle indiği dil ehli icma etmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Biz her peygamberi kavminin lisanı ile gönderdik” (Kur’ân 14:4). Ve yine: “Apaçık Arapça lisaniyle…” (Kur’ân 26:195) buyurdu. Vaktaki iman, Allah Teâlâ’nın indirdiği lügatta tasdik (anlamında) olunca, bu takdirde iman, lügat ehline göre iman olur ki bu da tasdiktir. Nitekim Allah şöyle buyurdu: “Biz doğru söylesek de sen bize inanmazsın” (Kur’ân 12:17); yani bizi tasdik etmezsin. Yine lügatçılar, tasdiki kasdederek: “Filanca, kabir azabına ve şefaate inanır” derler.

Birileri: “Kıble ehlinden fasık bir kimsenin mümin olup olmadığından bahseder misiniz?” derse, kendisine şöyle deriz: “Evet, imanı ile mümin; fısk ve büyük günahı ile fasıktır.” Lügat ehli şu konuda ittifak etmiştir: Kimde dövme fiili (darb) söz konusu ise o dövendir; kimde katl fiili var ise, o katildir; kimde küfür söz konusu ise, o kâfirdir; kimde fısk varsa, o fasıktır; kimde tasdik varsa, o da tasdik edendir. Aynen öyle, kimde iman varsa, o da mümindir.

Şayet fasık, kendisinden iman ve küfür sadır olmayan ne mümin ne de kâfir olsaydı, o zaman ne muvahhid, ne mülhid, ne veli ve ne de düşman olurdu. Bu husus imkânsız olunca, Mutezile’nin dediği gibi, fasıkın da ne mümin ve ne de kâfir olması imkânsız olurdu.

Yine fasık, tevhidiyle fıskından önce mümin olunca, tevhitten sonra zinanın ortaya çıkışı, kendisinden ayrılmayan iman ismini iptal etmez.

Yine insanlar, Mutezilenin reisi Vasıl b. Ata ortaya çıkmadan önce iki görüş üzere idiler. Onlardan biri, büyük günah işleyeni tekfir eden Haricilerdir; diğeri ise, o, imanı ile mümin, fıskı ile fasık olduğunu söyleyen Ehl-i İstikamettir. Onlardan, Vasıl b. Ata’nın ortaya çıkışından önce, büyük günah işleyenin ne mümin ve ne de kâfir olmadığını söyleyen çıkmadı. Vasıl, ümmetten ayrılınca ve onların sözlerinden çıkınca, icmaya muhalefetinden dolayı Mutezili diye isimlendirildi. Böylece onun sözü üzere icma olmadığı için –ki Müslümanlar, salât ehlinden isyan edenin mümin veya kâfir olduğunda ittifak etmişlerdir– sözünün yanlışlığına hükmedilir.

Yine, eğer, “kim kendinde iman olduğu halde büyük günah işlerse, mümin ve kâfir değildir”, diye söyleyenin sözü caiz olsaydı, o zaman, “o imanı ile mümindir, fakat fıskı ile fasıktır denmez”, diyenin de sözü caiz olurdu. Şayet, fasıka ait olmayan bir fısk sözü imkânsız ise, bu takdirde, onların, mümine ait olmayan bir imanın da bulunduğu ile ilgili sözleri imkânsız olur.

4. Üç Kardeş Meselesi: el- Eş’arî ile el-Cübbaî Arasındaki Tartışma

“Üç kardeş meselesi” bir problem olarak, Mutezile’nin “adl” (adalet) ilkesi bağlamında “kul için en iyi olanı yaratmak Allah için zorunludur” şeklinde ifade edilen görüşüne tepki maksadıyla ortaya konulmuştur. Allah’a hiçbir şeyin vacip olmayacağı görüşünü benimseyen Eş’arî, bunu ispat etmek için, senaryo şeklinde bir “üç kardeş meselesi” tasarlamış ve hocası el-Cübbaî’ye biri mümin, diğeri kâfir, üçüncüsü de henüz çocukken ölen üç kardeş hakkındaki kanaatini sormuştur. Cübbaî; birincisinin cennete, ikincisinin cehenneme konulacağı, üçüncüsünün ise azaptan kurtulmakla birlikte cennete giremeyeceği şeklinde cevap vermiştir. Bunun üzerine Eş’arî üçüncü kardeşin şöyle itiraz edebileceğini söyler: “Rabbim! Bana ömür verseydin de sana iman ve itaat ederek yaşasaydım ve cennete girseydim. Zira benim için en iyi olanı (aslah) yapman gerekirdi.”

Cübbaî bu itirazı, Allah’ın söz konusu çocuk için en uygun olanı yarattığını, zira yaşadığı takdirde asi olup cehenneme gireceğini söylemek suretiyle cevaplamışsa da, Eş’arî bu çözümün kâfir olarak ölen kardeşe uygun düşmediğini hatırlatmış ve kendisinden tatminkâr bir cevap alamadığını ifade etmiştir. Bu mesele, her ne kadar Eş’arî’nin Mutezile’yi terk ediş sebebi olarak gösterilse de bazıları, kendisinin bu soruları Mutezile’yi terk ettikten sonra ilahi bilgi ve adalet görüşlerinin tutarsızlığını göstermek amacıyla ortaya attığını ileri sürerler. “Üç kardeş meselesi”, çoğunlukla Mutezile’nin “aslah” anlayışıyla irtibatlandırılarak anlatılır. Halbuki aslah telakkisini Bağdat Mutezilîleri benimseyip Allah’a vacip görürken Basra Mutezilîleri bunu vacip değil, bir ilahî lütuf olarak kabul ederler. Basra Mutezilîleri’den olan Cübbaî’nin de aslah fikrini savunmadığına, hatta aleyhinde kitap yazdığına dair görüşler bulunmaktadır.

Şehristânî’nin aktardığına göre, Eş’ariliğin kurucusuyla ilgili tuhaf rastlantılar vardır. Onun savunduğu fikirler, Ebû Musa el-Eş’arî tarafından da aynen dile getirilmiştir. Bilindiği üzere Ebû Musa el-Eş’arî ile Amr b. el-As arasında bir münazara yaşanmıştı. Aralarındaki diyaloğun bir kısmı şöyledir:

Amr: Rabbim önünde muhâkemeleşebileceğim birini nerede bulabilirim?

Ebû Musa: Aradığın kişi benim.

Amr: Allah hakkımda bir şey takdir ettikten sonra bu yüzden bana azap edebilir mi?

Ebû Musa: Evet!

Amr: Niçin?

Ebû Musa: Çünkü O sana zulmetmez.

Bu cevap karşısında Amr (radıyallahu anh) sustu, karşılık veremedi.

5. Kendisine Davet Ulaşmayanın Durumu Hakkında: en-Nesefî

İslam düşünürleri, insanların dinle mükellef (sorumlu) tutulma durumu hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Akılcı düşünürlere göre insanın akıllı olması, dinen sorumlu tutulmak için yeterlidir. Onlar Kur’ân’da geçen İbrahim peygamberin Allah’ın varlığını anlaması ayetini bu iddianın delili sayarlar. Diğer bir gurup düşünürse dinen sorumlu tutulmak için Allah tarafından peygamberin gönderilmesi gerektiğini söylerler. Böylece onlara göre dinle mükellef (sorumlu) tutulma, bir kimsenin İslam dinine davet edilmesiyle başlar. Aşağıda İslam düşünürlerince tartışmalı olan bu konu çeşitli görüşlerle irdelenmektedir.

Akıllı olup kendisine vahiy ulaşmaz da Rabbini bilmez bir kişi mazur sayılır mı sayılmaz mı?

Bize göre mazur olmaz; Ashab-ı Kehf’in akılyürütmesi gibi, âlemin yaratıcısı olduğu hususunda kendisinin akılyürütmesi gerekir. Ashab-ı Kehf şöyle dediler:

“Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir” (Kur’ân 18: 14).

İbrahim (as) de şöyle demişti:

“Güneşi doğarken görünce: İşte Rabbim, bu en büyük, dedi. O da batınca dedi ki: Ey Kavmim, ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım” (Kur’ân 6: 78).

Mu’tezile şöyle dedi: O kişinin akıl yürütmesi gerekli değildir; fakat aklın Allah Teâlâ’yı bilmesi gerekir.

Eşariler ve Hanbelîlerden bir topluluk da şöyle dedi: O kişi mazur sayılır; (Allah’ın varlığı hakkında) akılyürütmesi gerekmez. Onların dedikleri, Allah’ın şu ayetinin zahiridir: “Biz rasul göndermedikçe azap etmeyiz” (Kur’ân 17: 15).

6. İman-Küfür Hakkında: Sümâme b. Eşras

Sümâme b. Eşras (ö. 213/828), Bağdat ekolünün önde gelen şahsiyetlerindendir. Halife Memûn üzerindeki etkisine rağmen onun vezirlik tekliflerini reddetmiştir. Pek çok Mutezilî alimin saraya yakınlaşmasını sağlamıştır. Basralı olan Sümâme muhtemelen Harun er-Reşîd zamanında Bağdat’a gelmiş onun ve sonrasında halife Memun’un nezdinde de önemli bir yer edinmiştir. Hicrî 213’te ölmüştür. Mutezile’nin yedinci tabakasında yer aldığı kaydedilir. Sümâme, ilim ve edebiyatta ileri gitmiş ve bu özellikleri sebebiyle halifelerin ve devlet adamlarının yanında iyi bir yer edinmişti. Bu durum Mutezile mezhebinin gelişiminde etkili olmuştur. Onun dil ve edebiyat sahasındaki kabiliyet ve uslubu Câhız gibi Mutezilî âlimleri etkilemiştir. Sümâme’nin görüşlerini Hayyât’ın Kitâbu’l-İntisâr’ında, Mutezile mezhebinden ayrılıp onlar hakkında eleştirilerde bulunan İbn Râvendî’nin görüşlerine reddiye sadedinde bulabilmekteyiz. Kâdı Abdülcebbar’ın el-Münye ve’l-Emel’inde de onunla ilgili bir anekdota rastlamaktayız. Alıntılanan pasajlarda mezhep tarafgirliğiyle muhaliflerin görüşlerinin nasıl yanlış yansıtılabildiğinin örneklerini görmemiz mümkündür.

Sonra yalancı Mâcin (İbn Râvendî) “Sümâme şöyle iddia etmiştir” dedi: Yahudilerin, Hıristiyanların, Mecûsîlerin, zındıkların, dehrîlerin/ateistlerin çoğu Müslümanların kadınları, avam tabakası müminlerin bütün çocukları, oğulları kıyamet gününde bunların hepsi toprak olacaklar. Dolayısıyla ne Yahudiler, Hıristiyanlar ve bize göre diğer kâfirler ne de Müslümanların avam tabakası ve ergenliğe erişmemiş çocukları kıyamette cennete girecektir. Bu, Sümâme hakkında uydurulmuş bir yalandan ibarettir. Sümâme’ye göre bütün Hıristiyanlar, Yahudiler ve kâfirler cehennemdedir: “orada ebedî kalırlar” (Kur’ân 4:12). Ancak ona göre kâfirler (Allah tarafından) kendilerine neyin emredildiği ya da yasaklandığını bilenler ve kasden Allah’ı inkâr eden O’na isyan edenlerdir. İşte kimin durumu böyleyse kâfir odur. Ancak ona göre Allah’a kasden isyan etmeyen kişi kâfir değildir. Durum böyleyken kitap sahibinin bu iddia ettiği şeyleri Sümâme nasıl söylemiş olsun! Fakat onun iddia ettiği şudur: Bu isimler ancak bu görüşü bildikten sonra benimseyenlere verilir yoksa bilgisi olmadığı halde bunları benimseyenlerin aleyhine bir delil söz konusu olmadığı gibi bunlar Yahudi, Hıristiyan veya kâfir olarak isimlendirilmezler.

7. İyiliği Emretmek ve Kötülüğü Nehyetmek: Kâdı Abdülcebbâr

Kâdı Abdülcebbâr (ö. 415/1025), İran’ın Hemedan bölgesinde tahminen 320325 yılları arasında doğmuştur. Temel eğitimini Hemedan ve Esedabad bölgesinde yapmıştır. Özellikle fıkıh, hadis ve kelam tahsil etmiştir. Ayrıca İsfahan, Basra ve Bağdat’ta bulunmuş ve oralarda eğitimini tamamlamıştır. Basra Mutezilesinin meşhur kelamcısı ve Şafii fukahasındandır. Mutezilenin son büyük imamı ve kelamcısı olarak kabul edilir. Büveyhîler döneminde baş Kâdılık (Kâdıulkudat) görevinde bulunmuştur. Büveyhoğullarından ilme değer veren vezir Sâhib b. Abbâd (ö. 385/959), Kâdı Abdulcebbar’ın ilmini takdir etmiş, kendisini Rey’e dâvet ederek himayelerine almıştır. Nihayet Re’y’de tedris görevinde bulunmuş ve burada 415 yılında vefat etmiştir. Devrin çeşitli ilimleriyle meşgul olmuş, 400 bin sayfa civarında eser te’lif ettiği söylenir. Kendisinden önceki Mutezili alimlerin görüşlerini sistematik bir halde bir araya getirmiş ve devrinde bağlı olduğu mezhebe yeni bir ruh kazandırmıştır.

Mutezile usulüne dair yazdığı Şerhu Usuli’l-Hamse ve yirmi ciltlik el-Muğni, Tesbitü Delaili’n-Nübuvve, Tenzihu’l-Kur’ân ’ani’l-Meta’in… adlı eserleri, Mutezilî düşünce hakkında en önemli kaynak eserlerdir.

Bu “beş esas” üzerine ilk olarak yazı yazan kişinin Ebû’l-Huzeyl, daha sonra Cafer b. Harb ve Kâdı Abdülcebbar olduğu ifade edilmektedir. Mutezile’ye göre, bu beş ilke İslam düşüncesi çerçevesinde tartışılan tüm konularla ilişkilidir. Kâdı Abdülcebbar kendisine yöneltilen “düşüncenizi neden bu beş ilke ile sınırlandırdınız?” sorusuna şu cevabı vermiştir:

“Hiç kuşkusuz, bize karşı çıkan grupların her birinin ihtilaf ettikleri konular, bu beş ilkeden birinin kapsamına girmektedir. Mülhide, Tabiiyyun ve Müşebbihe gibi ekollerin ihtilafları tevhidi ilgilendirmektedir. Cebriye fırkasının ihtilafı adalet konusu kapsamındadır. Mürcienin ihtilafı vaad ve vaîd ilkesiyle ilgilidir. Haricilerin ihtilafı el-menzile beyne’l-menzileteyn ilkesini ilgilendirmektedir. İmamiye mezhebinin ihtilafı ise emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker esasına aittir.”

Beş esasın tesbiti ile ilgili bazı fikir ayrılıkları vardır. Kâdı Abdülcebbar tevhid ve adl, yani adalet ilkelerini esas kabul etmekte ve diğerlerini adl ilkesine dâhil etmektedir.

Önce emir, nehiy, maruf ve münkerin hakikatini açıklayalım. Emir, rütbe bakımından kendisinden aşağıda olana birinin söylediği ’yap’ sözüdür. Nehy de yine birinin, kendisinden rütbece aşağıda olana söylediği ’yapma’ sözüdür.

Marufa gelince, o, failinin, iyi (hasen) veya iyiye delalet eden şeyi bildiren her fiildir; bu sebeple Allah Teâlâ’nın fiilleri hakkında, güzellikleri ve ona delalet eden şey bilinmediği için, ’maruf’ kullanılmaz.

Münker ise, failinin çirkinliğini ve ona delalet eden şeyi bildiği her fiildir. Allah Teâlâ’dan çirkin bir fiil vuku bulsa, buna münker denmez; çünkü onun çirkinliği veya kendisine delalet eden şey bilinmez.

Bu cümleyi anladığın zaman, bil ki, “iyiliği emredip kötülüğü yasaklamanın” (emr-i bi’l-ma’ruf ve’n-nehy ani’l-münker) vacip olduğunda bir ihtilaf yoktur. İhtilaf, ancak, bunun aklen mi, yoksa naklen (şer’an) mi bilinip bilinmeyeceği hususundadır. Ebû Ali şu görüştedir: Bu, akıl ve naklen bilinir. Ebû Hâşim ise, onun ancak bir konuda naklen bilinebileceği görüşündedir. Bu da bir kişinin, bir başkasına zulmettiğini müşahede etmen ve bunun da senin kalbine bir öfke ve acı vermesi, nefisten bu zararı defetmek için o fiilden nehyetmen gerekir.

Emr-i bi’l-ma’ruf ve’n-nehy ani’l-münkerin gerekliliğine, nakilden delalet eden şeye gelince, kitap, sünnet ve icmadır.

Kitaptan delil Allah’ın şu sözüdür: “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz” (Kur’ân 3: 110) Allah Teâlâ, bundan dolayı bizi medhetmiştir; eğer bunlar yapılması gereken şeyler (vacibat) olmasaydı, böyle yapmazdı.

Sünnete gelince, o, Nebi’nin (as) şu sözüdür: “Allah’a isyan edildiğini gören hiçbir göz (kişi) yoktur ki onu değiştirinceye veya oradan ayrılıncaya kadar göz kapağını oynatmaz.”

İcmaya gelince, onda müşkil yoktur; zira onlar bu konuda ittifak etmişlerdir.

Sonra emr-i bi’l-ma’ruf ve’n-nehy ani’l-münker için birtakım şartlar vardır ki onların varlığı ile gerekli olur, yokluğu ile de düşer.

Birincisi şudur: Emredilen şeyin maruf, nehyedilenin ise münker olduğu bilinmesidir. Aksi halde bu bilinmezse, kişinin münkeri emretmesi, marufu yasaklaması konusunda emin olunamaz. Bu da caiz değildir. Bu durumda galip zan, ilim makamında değildir.

Diğer bir şart, içki aletlerinin hazırlanmış, oyunların hazır ve çalgı aletlerin toplanmış bir şekilde görmesi gibi münkerin ortada olduğunun bilinmesidir. Bu durumda, burada zann-ı galip ilim makamındadır.

Diğer şart, kendisinden daha büyük bir zarara götürmesinin bilinmesidir. Şöyle ki, şarap içmeyi nehyetmek bir Müslüman topluluğun katline veya bir mahallin yanmasına sebep olacağı bilinse veya zannı galebe çalarsa gerekmez. Gerekmediği gibi, güzel de değildir…

Bil ki emr-i bil’l-ma’ruftan maksat, marufu gerçekleştirmek; nehy-i ani’l-münkerden maksat ise münkeri yok etmektir. Amaç kolay bir iş üzerinde olursa daha zor bir işe dönmek caiz olmaz. Bu husus aklen ve şer’an bilenen şeylerdendir. Akla gelince, bizden biri, amacını kolay işle elde etme imkânını bulduğu zaman, ondan zor olan bir emre dönüşü caiz değildir. Şer’an olana gelince Allah’ın şu sözüdür: “Eğer müminlerden iki grup, mukatele ederlerse, onların aralarını düzeltin. Şayet biri diğerine saldırırsa, Allah’ın emrine dönünceye kadar saldıran tarafla mukateleye devam edin…” (Kur’ân 49: 9). Görüldüğü üzere Allah Teâlâ önce, aralarını ıslah etmeyi; bundan sonra, mukatele sona erinceye kadar sonra geleni emretti.

D.İSLAM’DA BÖLÜNME ÜZERİNE ANALİZLER : İSLAM MEZHEPLERİ

Kur’ân’da Müslümanların birlik halinde kalması gerektiği, müşrikler gibi çeşitli fırkalara ayrılmamaları öğütlenmiştir (Kur’ân 30:32). Hz. Muhammed ise bir hadisinde Yahudilerin yetmiş bir ve Hıristiyanların yetmiş iki fırkaya (guruba) ayrıldığını, Müslümanlarınsa yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, ancak bunlardan yalnızca bir fırkanın kurtuluşa ereceğini belirtmiştir. İslam düşünürleri, yaşanan olaylar ve tartışmalar boyunca İslam toplumunda kaç adet fırkanın ortaya çıktığını ve bunlardan hangisinin kurtulacak doğru grup olduğunu tartışırlarken, bu tartışmaların amacının tamamen dışında önemli bir bilimsel gelişme olmuştur; o da etnoloji, kültür tarihi ve dinler tarihi gibi çeşitli disiplinlerin gelişmesidir.

Bütün İslami ilimlerde olduğu gibi, kelamın tarihi seyri açısından, hicri 2. ve 3. yüzyıllar, önemli dönemlerdir. Hulefa-i raşidin döneminde, Hz. Osman’ın şehid edilişi ve özellikle Cemel ve Sıffın olayları sonucu gündeme gelen ’büyük günah’ (el-Kebire) ve onunla bağlantılı olarak ’takdir-i ilahi/kader’ problemi, dış kültürlerin de etkisi altında Müslümanların kafasını tarih boyunca hep meşgul edegelmiştir. Adı geçen problemlerle ilgili olarak, ilk defa ortaya çıkan gruplar arasında, Hariciler (Va’idiyye kolu), Mürcie ve Mutezile, biraz da selefin hoş karşılamadığı anlamda, çözüm üretmeye çalışmışlardır. Nihayet 3. yüzyıla gelindiğinde, bu çeşitli dinî ve felsefi tartışma ve yorumların tesiri altında, selef çizgisinden metod bakımından ayrılma durumunda kalan ilk Ehl-i Sünnet temsilcileri, yavaş yavaş selef yolunda kelam ilminin kapılarını aralamaya başlamışlardır. Bu gruplar arasından Mürcie, diğerleri gibi kalıcı bir iz bırakmamış; çeşitli bilgin ve mezheplerin düşünceleri arasında zaman içinde eriyip gitmişlerdir. Ancak bunlara nazaran daha radikal görüş sergileyen Hariciler, belki Mutezile’yi de zorlayacak bir tarzda kalıcı olmaya ve tarihin derinliklerinden günümüze kadar ulaşmaya muvaffak olmuşlardır. Bu düşüncenin katı selefîlik çizgisi, Ahmed b. Hanbel ve İbn Teymiyye kanalıyla Vehhabiliğe kadar uzandığı gerçeği inkâr edilmez. Bu nedenle her dönemde, özellikle günümüz İslam dünyasında tesirini her vesile ile hissettiğimiz Harici/İbadiyye, daha sonra da Mutezile üzerinde kısaca bilgi vermek faydalı olacaktır. İslam mezheplerinin ortaya çıkmasında bazen siyasi olaylar, bazen Kur’ân’daki ’el’, ’yüz’ gibi Allah’a isnad edilen kavramlar rol oynamıştır. Bu bölümde İslam toplumunun kaç guruba ve niçin ayrıldığı konusundaki tartışmalara yer verilecektir.

1.Millet ve Mezhepleri Sınıflandırma Yöntemi : Eş – Şehristani

Abdulkerim eş-Şehristânî (ö. 548/1153) 464/1076 yılında Horasan’ın Şehristan köyünde dünyaya geldi. Selçuklu döneminde, Şehristan, Nişapur ve Harizm gibi ilim merkezlerinde bulunmuş ve devrinin meşhur alimlerinden çeşitli ilimler tahsil etmiştir. Özellikle kelâm ve ilahiyat felsefesi, akli ve nakli ilimler sahasında haklı şöhrete ulaşmıştır. Daha sonra hac görevini ifa için Hicaz’a, oradan dönüşte Bağdat’a uğramış ve bu arada Bağdat Nizamiyye Medresesi’nde hocalık yapma imkânına kavuşmuştur. Eserleri arasında, kelam sahasındaki Nihayetu’l-ikdam fi İlmi’l-Kelam’ın yanında, kendisini haklı şöhrete ulaştıran adı geçen el-Milel ve’n-nihal isimli eseri, İslam fırkaları ve muhtelif dinler hakkında geniş malumat veren, mezhepler ve dinler tarihi sahasında sayılı kaynaklardandır.

Şehristânî, nihayet el-Milel ve’n-nihal isimli eserini, kendisine ithaf ettiği Selçuklu Sultanı Sencer’in veziri Muhammed b. el-Muzaffer’in hizmetine girmiştir. Buradan Tirmiz’e gitmiş ve nihayet ömrünün son yıllarını memleketi Şehristan’da geçirmiştir. Sultan Sencer’in dostluğunu kazanması sonucu, Zemahşeri gibi Şehristânî’nin de Mu’tezili olduğu, diğer taraftan kırtas hadisesi diye bilinen olayla ilgili olarak ortaya çıkan ihtilafı aktarması sebebiyle Şi’a’ya meylettiği şeklinde iddialar vardır. Halbuki onun, inanç sahasında tam bir Sünni-Eş’ari taraftarı olduğunda şüphe yoktur. Muhtelif vesilelerle, kelam sahasındaki eseri Nihayetu’l-ikdam’da, İmam Eş’arî’den ’şeyhüna/üstadüna’ diye söz etmesi bu hususu kanıtlamaktadır. Ayrıca burada da görüleceği üzere, eserindeki fikirleri tamamiyle Ehl-i Sünnet çizgisindedir.

Şehristânî, belirttiği metod ve hareket tarzına rağmen, yine de hadisin zahirine kapılarak mezhepleri ’yetmiş üç fırka’da sınırlama konumuna düşmesi dikkat çekicidir. Halbuki Pezdevî’nin de ifade ettiği gibi, İmam Mâturidî, Ebû’l-Hasen Eş’arî ve Kaderiye’den Ka’bî gibi bazı alimler, yazdıkları makalat kitaplarında mezhepleri belli bir sayıyla sınırlandırmamışlardır. Fahreddin Râzî de, fırkaları belli bir sayıda dondurmadan ve hiçbir eleştiriye tabi tutmadan ele almıştır. Yalnız Şehristânî’nin, mezhepler ve düşünceleri hakkında bilgi verirken takip ettiği ve her devir için geçerli bilimsel metodu, son derece kayda değerdir.

İnsanlardan bir kısmı, insanlığı, yaşadıkları yedi iklime göre taksim etmiş ve her iklim ehlini renk ve dillerinin delalet ettiği tabiat ve psikolojik yapılarına göre değerlendirmiştir. Bir kısmı da, onları Doğu, Batı, Güney, Kuzey olmak üzere yaşadıkları dört yöne göre taksim etmiş ve her yönü tabiatlarının farklılığı ve dinlerinin ortaya çıkışı bakımından ele almıştır. Üçüncü grup ise, insanları mensup oldukları milletlere göre ayırmış ve şöyle demiştir: Milletlerin büyükleri, Araplar, İranlılar, Romalılar ve Hintlilerdir. Sonra bu milletleri de ortak özellikleri sebebiyle ikiye ayırmış ve Araplarla Hintlilerin tek bir görüş etrafında birbirlerine yaklaştıklarını; her ikisi de eşyanın özelliklerini araştırma, mahiyet ve hakikatlerine göre hükmetme ve ruhsal olayları kullanmaya; Romalılar ile İranlıların da bir görüş üzere birbirlerine yaklaştıklarını ve eşyanın tabiatlarını tespit, keyfiyet ve kemmiyet hükümleriyle hükmetme ve cismani olayları kullanmaya daha çok meyilli olduklarını zikretmiştir. Bir başka topluluk ise insanları görüş ve mezheplerine göre taksim etmiştir; işte bizim bu kitabı telifimizdeki maksat budur.

Bu doğru taksime göre onlar, dinlere ve mezheplere mensup olanlar (ehlu’d-diyânât ve’l-milel) ile kendi heva ve düşüncelerine uyanlar (ehlu’l-ehvâ’ ve’n-nihal) şeklinde ikiye ayrılır. Dine mensup olanlar, mutlak olarak Mecûsîler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlardır. Heva ve görüşlerine uyanlar ise filozoflar, dehriyye, Sâbiîler, yıldızlara ve putlara tapanlarla Brahmanlardır.

Bunların hepsi kendi içlerinde pek çok fırkaya ayrılmışlardır. Heva ve düşüncelerine uyanların görüşleri belli bir sayıda tespit edilemez. Din sahiplerinin mezhepleri ise, bu konuda gelen haberin hükmüne göre sınırlandırılmıştır. Buna göre “Mecûsîler yetmiş, Yahudiler yetmiş bir, Hıristiyanlar yetmiş iki, Müslümanlar ise yetmiş üç fırkaya ayrılmıştır.” Bütün bu fırkalardan ebedî kurtuluşa erecek olan tek bir fırkadır. Zira hak, iki zıt hükümden sadece birindedir… Hak, her aklî meselelerde tek olduğuna göre, diğer bütün meselelerde de onun bir fırka nezdinde olması gerekir.

Biz bu hususu, nakil yoluyla, Kur’ân’ın haber vermesinden anlıyoruz, Allah (cc) şöyle buyuruyor: “Yarattıklarımız içinde hakka ileten ve onunla adalet yapan bir topluluk vardır” (Kur’ân 7: 181).

Nebi (as) de şöyle haber vermiştir: “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır; onlardan biri kurtuluşa erecektir, diğerleri helak olacaktır.” Kurtuluşa erecek olan kimdir? diye sorulduğu zaman, buyurdu ki “Ehl-i Sünnet ve’l-cemaattir.” Ehl-i sünnet ve’l-cemaat kimdir? diye sorulunca: “Benim ve ashabımın üzerinde bulunduğu yolda olanlardır” şeklinde cevap vermiştir.

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ümmetimden bir topluluk kıyamet gününe kadar hak üzere olmaya devam edecektir”. “Ümmetim, dalâlet üzerinde birleşmez.”

… Bil ki makâlât sahipleri için, İslam fırkalarının sayısını belirleme konusunda, ne nassa dayanan bir kanuna, ne de varlığından haber verilmiş bir kaideye bağlı bir yol (metod) söz konusu değildir. Onlardan hiçbir müellifi, fırkaların sayısını belirlemede bir metod üzere müttefik bulmadım… Onlar, ümmetin mezheplerini ortaya koyma hususunda, istikrarlı bir kanuna ve kalıcı bir asla dayanmadan rasgele ve nasıl buldularsa, öyle hareket ettiler. Ben ise, elden geldiği kadar, onları, her biri temel esas olan dört kaidede belirledim.

Birinci Kaide: Sıfatlar ve bunlarda tevhid: … Bu konularda, Eş’ariyye, Kerramiyye, Mücessime ve Mu’tezile arasında temelde ihtilaf (hilaf) vardır.

İkinci Kaide: Kader ve ’adl: … Bu konuda da Kaderiyye, Neccariyye, Cebriyye, Eş’ariyye ve Kerramiyye arasında ihtilaf vardır.

Üçüncü Kaide: Va’d, va’id, esmâ ve ahkâm: … Bu meselelerde Mürcie, Va’idiyye, Mu’tezile, Eş’ariyye ve Kerramiyye arasında ihtilaf vardır.

Dördüncü Kaide: Sem’, akıl, risalet ve imamet: … Bu konularda Şi’a, Hariciler, Mu’tezile, Kerramiyye ve Eş’ariyye arasında ihtilaf vardır.

… Temel ihtilaflara konu olan meseleler belirlendiği vakit, fırkaların taksimi de ortaya çıkar ve onların bir kısmı diğerine karıştıktan sonra büyükleri dörde hasredilmiş olur. İslam fırkalarının büyükleri dörttür: Kaderiyye, Sıfatiyye, Haricîler ve Şî’a.

Sonra bunların bazısı bazısıyla birleşir ve her bir fırkadan sınıflar ortaya çıkarak sayı yetmiş üçe ulaşır.

Makâlât kitap sahipleri için mezhepleri tertipte iki yol vardır: Birincisi, önce usul olarak meseleleri ortaya koymuşlar, sonra da her meselede grup grup, fırka fırka görüşlere yer vermişlerdir. Diğeri ise, önce kişi ve makalat sahiplerini ortaya koymuşlar, sonra da mesele mesele görüşlerine yer vermişlerdir.

Bu muhtasar eserimizin tertibi ikinci yol üzeredir. Çünkü ben bu yolu, bölüm ve kısımları hesaplama bakımından daha uygun ve mazbut buldum. Burada kendim için belirlediğim metod, her fırkanın görüşünü, kendi kitaplarında nasıl buldu isem, ön yargıya ve taassuba düşmeden, sahih fasit, doğru batıl diye belirtmeden anlattım.

Biz de her mezhebi, mezhep sahiplerinin kendi kitaplarında yazdıklarına dayanarak nakledeceğiz. Böylelikle hiçbir kelam mezhebine bağlı kalmayacak, önyargılı davranmayacak, görüşlerini sahih ve fasit, hak veya bâtıl olarak nitelemeyeceğiz. Çünkü, akli deliller ortaya konulduğu zaman, zeki anlayışlar hakkın parıltıları ve batılın sönüklüğü gizli değildir.

3.Yetmişüç Fırka Yorumu : el-Pezdevi

Ebû’l-Yusr el-Pezdevî (ö. 493/1100), 421 yılında Türkistan’da Nesef/Pezde’de doğmuş; ilk tahsilini, Hanefi-Maturidi geleneği içinde babasından almıştır. Semerkant ve Buhara’da bulunmuş; bu arada Kadılık yapmıştır. Tahsili sırasında İmam Mâturîdî ve Eş’arî’nin eserlerini inceleme fırsatını bulmuştur. Eserlerinde çok kolay bir üslup kullanmasından dolayı (kardeşi Ebû’l-’Usr’un aksine) Ebû’l-Yusr adıyla anılmaktadır. Buhara ve Maveraünnehir’de önde gelen Hanefi-Maturidi bilginidir. Maturidiliğin sistemleşmesi ve yayılmasında ciddi katkı ve gayretleri vardır. 493 yılında Buhara’da vefat etmiştir.

Ehl-i Kıblenin görüşleriyle (mezheb) ilgili olarak, Ebû Mansur el-Maturîdî ve Ebu’l-Hasan el-Eş’arî, Kaderiyyeden el-Ka’bî ve yine böyle diğer bazıları gibi, eski âlimler (mutekaddimin), Makalat’larında, görüşlerini bir sayı ile sınırlamamışlardır. Ancak bazıları Hz. Peygamber’den rivayet edildiği üzere bunu yetmiş iki fırkaya hasrettiler: “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır; bunlardan biri hariç diğerleri nardadır.”

Lü’lüyat sahibi Mekhul Nesefî’nin bu konuda bir eserini gördüm; orada onları altı sınıfa ayırmıştır: Kaderiye, Cehmiyye, Revafız, Haruriyye, Cebriye ve Mürcie. Bundan sonra her sınıfı altı fırkaya bölmüş; böylece sayı 72’e çıkmış oldu. Mekhul’den başkaları da bazı tasnifler yaptılar ve farklı bir şekilde bölümlere ayırdılar. Ebu’l-Hasan el-Eş’arî ise bunları on sınıfa ayırmıştır…

Hz. Peygamber’in “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Onların biri hariç hepsi cehennemdedir” hadisi, hasr üzere değil, kesret (çokluktan kinaye) üzeredir. Nitekim Allah Teâlâ, şöyle buyurmuştur: “Onlar için ister af dile, ister dileme, yetmiş defa af dilesen de yine Allah onları affetmeyecektir…” (Kur’ân 9: 80). Hasan Basrî’den (ra) de böyle rivayet edilmiştir. Akıllı kişiler ayeti böyle anlamaktadır. İhtilaflar yetmiş bine ulaşır ve bidatler her vakit artar. Mezhebin esasları ise altıyı gelmez…

4.Selef Mezhebini Belirleme Hakkında : er Razi

Allah’ın kitabında, bizim için bilinemeyecek şeylerin varlığı caiz midir?

Bil ki birçok fakih, hadisçi ve mutasavvıf bunu caiz görürler; kelamcılar ise bunu reddederler ve bu görüşlerini ayet, hadis ve akılla delillendirirler. Ayetlere gelince onlar çoktur:

1. Allah şöyle buyurur: “Kur’ân’ı (araştırıp) düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?” (Kur’ân 47: 24). Burada Kur’ân üzerinde düşünmeyi emretmektedir. Şayet Kur’ân anlaşılmayacaksa, bu durumda nasıl onun üzerinde düşünmemizi emretsin?

2. Allah’ın şu sözü: “Kur’ân’ı düşünüp durmuyorlar mı? Eğer Allah’tan başkasından gelseydi, orada kesinlikle çelişkiler bulurlardı” (Kur’ân 4: 82). Öyle ise nasıl oluyor da Allah, insanlar için anlaşılmadığı halde, çelişki halinde çelişkiyi reddetmeyi bilmek için onun üzerinde düşünmeyi bize emreder?

3. Allah şöyle buyurur: “Şüphesiz bu (Kur’ân), âlemlerin Rabbi’nden indirilmiştir. Onu kalbine, uyarıcılardan olman için, apaçık bir Arapça dille Ruhu’l-Emin (Cebrail) indirdi” (Kur’ân 26: 192–195). Eğer o, anlaşılmamış olsaydı, Peygamber’in onunla uyarması nasıl mümkün olacaktı? Ve buradaki “apaçık bir Arapça dille” sözü, onun Arap dili üzere nazil olduğuna delalet eder; hal böyle olunca onun malum olması gerekir.

4. “…onlardan onun iç yüzünü araştırıp ortaya çıkaranlar (istinbat edenler) onu kesinlikle bilirlerdi” (Kur’ân 4: 83) sözü, onunla istinbat (delil getirerek bir şeye varmak), ancak manasını kuşattıktan sonra mümkün olabilir…

10. Allah’ın şu sözü: “Bu insanlara bir tebliğdir ve bununla uyarılsınlar…” (Kur’ân 14:52). Bu takdirde, malum olmadığı halde, nasıl anlaşılır (beliğ) olacak ve nasıl kendisiyle uyarma vuku bulacak? Ayetin sonunda “…akıl sahipleri öğüt alsınlar diye” buyurdu. Şayet malum olacaksa ancak böyle olabilir…

Haberlere gelince, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Size öyle bir şey bıraktım ki onu sımsıkı bağlanırsanız, asla sapıtmazsınız: Allah’ın kitabı ve benim sünnetim ve benim neslim.” Bir şey bilinmediği halde kendisine bağlanmak nasıl mümkün olabilir?

Hz. Ali (ra), Hz. Peygamber’den (sav) şöyle aktarıyor: “Allah’ın kitabı(na yapışmak) gerekir. Onda sizden öncekilerin ve sonrakilerin haberleri vardır; o aranızda bir hakemdir. O, iyi ile kötüyü birbirinden ayırır; o oyun değildir. Azgınlardan kim onu terk ederse, Allah onun belini kırar, kim onun dışında hidayet ararsa, Allah onu sapıklıkta bırakır (hidayete erdirmez). O Allah’ın metin ipidir; hikmetli öğüdüdür; müstakim yoludur. O öyle bir kitaptır ki nefisler onunla sapıtmaz, âlimler onu doymaz. Onu ne kadar reddederlerse etsinler, ondan bir sonuç çıkmaz. Onun mucizeleri bitmez. Kim onunla konuşursa doğru söyler; kim onunla hükmederse adalet eder; kim onunla düşmanlık ederse kurtuluşa erer; kim ona çağırırsa, doğru yola varır.”

Akli delillere gelince; bunlar birkaç kısımdır. Evvela, eğer Kur’ân’da kendisine ulaşmaya yol bulamayacağımız şeyler bulunsaydı, bu hitap edilenler, Arapça değil, zenci dilinde olurdu ki bu da caiz değildir. İkinci olarak, burada kelamdan maksat anlamaktır; şayet anlaşılmış olmazsa bu kesinlikle abes olurdu. Üçüncü olarak, meydan okuma, Kur’ân ile vakidir; eğer malum olmazsa kendisiyle meydan okuma caiz olmaz. İşte bunlar Kelamcıların sözlerinin tamamıdır…

Onların muhalifleri; ayet, haber ve akli deliller getirdiler. Ayete gelince, iki kısımdır:

1. Müteşabihat konusunda Allah’ın şu sözü: “Onun te’vilini ancak Allah bilir” (Kur’ân3: 7). Burada vakıf (durmak) lazımdır…

2. Sure başlarındaki huruf-ı mukatta’alar.

Habere gelince Peygamber (as)’in şu sözü: “Bazı ilimler vardır ki gizli durumdadır; onu ancak Allah’ı tanıyan âlimler bilir. Bunu onlara söyledikleri zaman Allah’ı yüceltenler (izzet ehli) onu yadırgarlar.”

Akli delile gelince; onlar da şudur: Mükellef tutulduğumuz fiiller iki kısımdır: Genel olarak, aklımızla, namaz, zekât ve oruç gibi onlardaki hikmetleri bildiğimiz fiiller: Şüphesiz namaz, yaratıcı için tevazu ve yakarmadır. Zekât muhtaçlara bir yardımdır (ihsan). Oruç, nefsi dizginlemedir (kahr). Hacdaki fiiller gibi hikmet yönünü anlamadığımız fiiller: Şüphesiz biz, (şeytana) taş atma, Safa ve Merve arasında sa’y etmedeki hikmetleri bilmiyoruz.

Sonra muhakkik âlimler şunda ittifak ettiler: Allah Teâlâ’nın, nasıl ki birinci nevi ibadetleri kullarına emretmesi güzel ise, ikinci kısımdakiler de aynen öyle güzeldir. Çünkü birinci çeşit ameller, itaat etmenin kemaline delalet etmez. Şu ihtimalle ki emredilenler, onlardaki maslahatları akılla bildiği için yerine getirmiştir. İkinci tür amellere gelince, onlar, boyun eğmenin kemaline ve teslim olmanın doruğuna delalet eder; çünkü onlardaki maslahatı bilmeden yapılan işler, elbette, sırf boyun eğme ve teslimiyetle yerine getirilebilir. Fiillerde durum böyle olunca, niçin sözlerde böyle bir durum caiz olmasın?..

5.Şia’da Yanılmazlık ve Takıyye : el Kummi

Şeyh Sadûk’un tam adı Ebû Câfer Muhammed b. Ali el-Huseyn b. Mûsâ İbn Bâbeveyh el-Kummî’dir (ö. 381/991). Horasan ya da Kum’da doğduğu ifade edilmektedir. Şîa tarafından dört büyük kitaptan biri olarak değerlendirilen Men lâ yahzuruhu’l-fakîh’ in yazarıdır. (Diğerleri Kuleynî’nin (ö.940-941) el-Kâfî’si ve Muhammed b. Hasan et-Tûsî’nin(ö.1067/1068) el- İstibsâr fî-mahtulife mine’l-Ahbâr ile Tehzîbu’l-Ahkâm adlı eserleridir.) Şeyh Sadûk, Şîa tarafından hadis âlimlerinin başı sayılır. Özellikle hadis almak üzere Horasani Nişabur, Serahs, Semerkand, Mekke, Medine gibi pek çok yere gitmiş, Bağdat’ta Buveyhî Ruknü’d-Devle’nin sohbet halkasına katılmıştır. Şeyh Sadûk’un kendinden sonra gelen Şiî hadis ve kelâm âlimlerine etkisi büyüktür.

Alıntıladığımız metinde Şia’nın, onu diğer mezheplerden ayıran en bâriz görüşlerinden olan ismet, takıyye, gibi görüşlerini birinci elden görme imkânı bulunmaktadır.

Allah’ın rahmeti üzerine olsun Şeyh Ebû Cafer der ki: Bizim nebîler, resuller, imamlar ve melekler hakkındaki inancımız şudur: Onlar mâsumdur, her türlü lekeden temizlenmişlerdir. Küçük ya da büyük hiç günah işlemezler. Kendilerine emrettiği hususlarda Allah’a karşı gelmezler ve emrolunanı işlerler. Onların halleri ile ilgili bir hususta günahsızlıklarını (ismet) inkâr eden bir kimse, onları tanımamaktadır. Onları tanımayan (câhil) kimse ise bir kâfirdir.

(…)

Allah’ın rahmeti üzerine olsun Şeyh Ebû Cafer der ki: Bizim takıyye (imanı gizleme, korunma) hakkındaki inancımız şudur: Takıyye vâciptir ve onu terk eden namazı terk edenle aynı durumdadır… Buna göre İmâmu’l-kâim ortaya çıkana kadar takıyye vâciptir ve vazgeçmek câiz değildir. Takıyye’yi Kâim’in ortaya çıkışından önce terk eden kimse Yüce Allah’ın dininden ve İmamiyye mezhebinden çıkmış ve Allah’a, O’nun Resûlüne (sas) ve İmamlara (as) muhalefet etmiş olur. Ve (İmam Câfer) es-Sâdık’a (as) Güçlü ve Ulu Allah’ın “Doğrusu Allah katında en üstün olanınız, en çok sakınanızdır” (Hucurât, 49/13) ayeti hakkında soruldu. Dedi ki: En çok sakınanız, takıyye ile amel edeninizdir.

Kutlu ve yüce Allah kâfirlere dostluk göstermenin ancak takıyye hâli ile olabileceğini söylemiştir: “Müminler, müminler dururken kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah ile dostluğu kalmaz; ancak onlardan korunmanız başka…” (Âl-i İmrân, 3/27) ve güçlü ve ulu Allah şöyle buyurmuştur: “Allah sizi din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kişilere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan alıkoymaz. Çünkü Allah adaletli davrananları sever. Allah sizi ancak, sizinle din hakkında savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimselerle dost olmaktan alıkoyar. Kim onlarla dost olursa, işte zâlimler onlardır.” (Mumtehine, 60/8–9)

Ve (İmam Câfer) es-Sâdık (as) şöyle dedi: “Doğrusu mescitte bana sövmekte olan birini duyduğum takdirde, beni görmesin diye hemen bir sütunun arkasına gizlenirim” ve (İmam Câfer) es-Sâdık (as) şöyle dedi: “Emirlik (Kîmin çıkışı) bir görüş meselesi olduğu sürece, insanlarla (düşmanlarla) dıştan kaynaşın, ama içten onlara karşı çıkın.” (İmam Câfer) es-Sâdık (as) dedi ki: “Doğrusu mümine karşı riya ile davranmak şirktir; evinde münafığa karşı riyâkâr olmak bir ibadettir…”

6. Kur’an’da Geçen El, Göz, Yüz Terimlerinin yorumu : el-Cüveyni

Ebü’l-Meâlî Rükniddîn Abdülmelik b. Abdillâh b. Yûsuf (ö. 478/1085) Nîşâbur yakınında Ezâzvâr (veya Büştenikân) köyünde 18 (veya 10) Muharrem 419’da doğan, Hicaz bölgesinde dört yıl kadar Mekke ve Medine’de kalıp buralarda ders okuttuğu, ünü yayıldığı için İmâmü’l Haremeyn olarak tanınıp meşhur olan Eş’arî kelâmcısı ve Şafiî fakihidir. En ünlü öğrencisi şüphesiz kelam ilminde yeni bir çığır açan Gazâlî’dir. Büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul Beyin mutaassıp bir Mutezilî-Şiî görüş sahibi olan veziri Amîdülmülk el-Kündürî, Eşarî âlimleri bidatçı olarak değerlendirip onların ders vermesini, vaaz etmesini yasaklayınca Bağdat’a oradan Hicaz’a gitmek zorunda kaldı. Bu bakımdan eserlerinde sıkça Mutezileyi hedef almasına şaşmamak gerekir.

Sultan Alparslan Kündürî’yi azledip yerine ünlü siyaset adamı Nizâmül-mülk’ü getirince bir bakıma Cüveynî için rüzgâr tersine esmeye başladı. Bunun üzerine önce memleketi Nîşâbur’a döndü (455/1063) sonra da burada yaptırılan Nizamiye Medresesi’nin bugünkü anlamda kurucu rektörü/müderrisi olarak atandı. Vefatına kadar ilmî çalışmalarını sürdürdü.

Kelâm ilminin oluşmasında ve bu şekilde isimlendirilmesinde âyet ya da hadislerde Allah hakkında kullanılan ’el’, ’yüz’, ’göz’ vb ibarelerin nasıl anlaşılması gerektiği hususu etkili olmuştur. Bu gibi kullanımları sözlük anlamlarıyla anlamlandırmaya yönelen ve böylece Allah hakkında insanbiçimci yorumlara kaçan Müşebbihe, Mücessime, Haşeviyye adı verilen bazı akımların görüşleri Kelâm âlimleri tarafından eleştirilmiştir. Ancak diğer taraftan bunlara nasıl bir mânâ verilmesi gerektiği hususu da gündeme gelmiştir.

Cüveynî bu konuda ilklerden sayılır ve bu tür lafızları tevhîd ve tenzih anlayışına uygun yorumlayan Kelâm âlimlerinin başında gelir.

Bazı imamlarımız yedeyn (iki el), ayn (göz) ve vech (yüz) gibi lafızların Allah’ın niteliklerini bildirdiğini ve bunların akılla değil, nakille bilinebileceklerini kabul etmişlerdir. Bizce doğrusu, yedeyn lafzının kudret, ayn’ın görme ve vech’in de varlık olarak yorumlanmasıdır.

Nakle dayalı bu gibi sıfatları kabul edip bunları aklî delillerin gösterdiği şekilde Allah’ın özüne ilave anlamlar olduğunu benimseyenler, secde etmekten kaçınan İblis’in kınandığı, “İki elimle yarattığım şeye secde etmekten seni alıkoyan nedir?” (Kur’ân 38: 75) ayetini delil getirip şöyle derler: Yaratılmışların hepsi Allah’ın kudreti ile yarattığı şeyler olduğu için Yedeyn lafzı kudret olarak yorumlanamaz. Çünkü bu yorum ifadenin “iki elimle” şeklinde tahsis edilmesini anlamsız kılar ki bu da doğru değildir. Zira akıl, yaratmanın ancak kudretle veya kâdirin güç yetirir oluşuyla gerçekleşeceğini bilir.

… Hz. Âdem, “iki elle yaratılma”nın kendisine has kılınması sebebiyle secde edilmeyi hak etmiş değildir… Secde etmek, ancak Allah’ın emrine uymak için gereklidir… Öyleyse ayetin zahiri terk edilir; akıl da yaratmanın kudret vasıtasıyla meydana geldiğine hükmeder…

Ayn kelimesinin zikredildiği ayetin anlamıyla ilgili olarak da, bunun zahirî manası (göz) ittifakla terk edilir. Hz. Nuh’un gemisinden bahseden “… (gemi) gözetimimiz altında akıp gidiyordu” (Kur’ân 54: 14) ayetinde de durum aynıdır… Hiç kimse burada, Allah’ın gözleri olduğunu kabul etmez. Bu ayette geminin, meleklerin kuşattığı bir mekânda, koruma ve gözetim altında bulunması kastedilir. Meselâ bir kimse hükümdarın inâyeti ve gözetimi altında olduğu zaman “Hükümdar falanca kimseye göz kulak olmaktadır” denir…

“Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin vechi (zâtı) bâki kalacak” (Kur’ân 55: 27) ayetinde geçen vech lafzının bir sıfata hamledilmesi mümkün değildir. Zira mahlûkatın yok oluşundan sonra Allah’a ait (bu tür) hiçbir sıfat bâkî kalmaz; bâkî kalan, zorunlu sıfatlarıyla yalnızca Allah’tır. Dolayısıyla en doğrusu, vechin “varlık” olarak yorumlanmasıdır. Bazıları vech ile Allah’a yaklaşmanın kastedildiğini söylemişlerdir. Nitekim “Bunu Allah uğruna (li vechillah) yaptım” denilmiştir; bundan da Allah’ın emrine uyma maksadının gözetildiği anlaşılır. Bu yoruma göre ilgili ayette, Allah rızası gözetilmeyen her şeyin boşuna olduğu kastedilmiştir.

Bu sıfatları ilgili ayetlerin zahiri anlamlarıyla kabul etme yolunu benimseyen arkadaşlarımızın, istivâ, mecî’, nüzûl ve cenb gibi sıfatlara ait görüşlerini de ayetlerin zahirine tutunarak açıklamaları gerekir. Bu lafızların ittifak edildiği şekliyle tevili mümkünse, bizim zikrettiğimiz şekliyle tevili de mümkündür. Her ne kadar biz, zahire göre konuşmaktan kaçınıyor olsak da, mademki konu açıldı, o halde bu husus ile ilgili Kitap ve Sünnet’te yer alan ifadeleri ortaya koyalım. Mücessime’nin ayak takımı Haşeviyye, bu ifadelerinin zahirî anlamlarını gönül rahatlığıyla benimsediklerini açıklamışlardır.

Tartışma konusu olan ayetlerden birisi de “Allah yer ve göklerin nurudur” (Kur’ân 24: 35) ayetidir. Bazılarına göre ayetin anlamı, Allah’ın yerde ve göklerde bulunanların yol göstericisi (hâdî) olduğudur. Yoksa İslâm’a gerçekten bağlananların, yer ve göklerin nurunun ilahın kendisi olduğunu söylemeleri uygun görülemez. Söz konusu ayette, (benzetme yoluyla) örnek (darb-ı mesel) vermek amaçlanmıştır; dolayısıyla bu ayet mücmeldir. Nitekim aynı ayetin devamında yer alan “Allah insanlara birçok misaller verir” cümlesi zikrettiğimiz bu hususu ifade eder.

Hakkında soru sorulanlardan biri de “Allah’a karşı aşırı gitmemden dolayı bana yazıklar olsun!” (Kur’ân 39: 56) ayetidir. Bu ayetin anlamı hususunda ahmak bir aceminin dışında kimsenin aklı karışmaz. Zira cenb lafzı, sözün akışı içinde tefrit kelimesiyle birlikte kullanıldığı için uzuv anlamında yorumlanamaz. Dolayısıyla bu lafız, ancak Allah’ın emrinin yönleri ve bunların kaynağı anlamında yorumlanabilir. Bazen cenb lafzıyla, şeref (cenâb) ve yücelik kastedilir… Bizim bu söylediğimiz, tevile başvurmak değildir; ayette tefrit (aşırı gitme) ile birlikte kullanılan cenb kelimesinin uzuv anlamına yorumlanması geçersizdir.

Üzerinde soru sorulan bir diğer ayet ise, Allah’ın “Bacağın (sâk) açılacağı/eteklerin tutuşacağı gün” (Kur’ân 68: 42) sözüdür. Bu ayetle, kıyamet gününün korkunç ve çetin halleri ile suçlulara uygulanacak cezalar anlatılmaktadır. Savaşta durum ciddiye bindiğinde, göğüsler kinle dolduğunda, gözleri nefret bürüdüğünde, insanlar burunlarından solumaya ve meydanlar cesetlerle dolmaya başladığında (Arapçada) “Savaş bacağı/ayakları üzerine dikildi” denilir. Dolayısıyla akıl sahibi bir kişi, sâk lafzını uzuv/bacak anlamında yorumlamaz.

Şu ayetler hakkında da tartışma söz konusudur: “Rabbin ve melekler sâf sâf geldiler” (Kur’ân 89: 22); “Onlar Allah’ın ve meleklerin bulutlardan oluşan gölgelikler içinde gelmesini mi bekliyorlar. (Kur’ân 2: 210). Bu ayetlerde yer alan gelme (mecî’) kelimesiyle kastedilen, bir yerden bir yere gelip gitme değildir. Allah bu gibi hallerden yücedir. Aslında “Rabbin geldi” ifadesiyle, Rabbinin emri, suçluları suçsuzlardan ayıran adaletli hükmü geldi, anlamı kastedilmektedir.

Ta’zîm (ululamak/yüceltmek) maksadıyla, emrin sahibini ifade etmek yaygın bir kullanımdır. Meselâ, “Hükümdar gelince onun dışındakiler yok oldular” ifadesinde, hükümdarın gelişi değil, onun emir ve yasaklarının ulaşması kastedilir…

Haşeviyye’ye karşı çıkarken, onların da tevilini uygun gördükleri ayetlere önem vermek gerekir. Hakkında tartışma bulunan konularda ayetleri tevil etmeye kalkışırlarsa, kendilerine aynı metotla mukabele edilir. Onlara itiraz sadedinde ileri sürülen ayetlerden birisi şudur: “Her nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir” (Kur’ân 57: 4). Bu ayeti zahirine göre anlamak isterlerse, Allah’ın arş üzerine istivâsını, O’nun orada bulunması olarak anlamadaki ısrarlarından vazgeçmek zorunda kalırlar. Böylece akıllı bir kimsenin kabul edemeyeceği çirkinlikleri benimsemeye mecbur olurlar. Onlar, Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir” ile “Herhangi üç kişinin fısıldaşması halinde dördüncüsü O’dur; beş kişinin fısıldaşması halinde de altıncı O’dur” (Kur’ân 58: 7) ayetini gizli şeylere vâkıf olmaya hamlettikleri takdirde tevile cevaz vermiş olurlar. Kur’ân’ın zahirlerini tevil hususunda bu kadarı yeterlidir.

Bu hususta sarıldıkları hadisler ise âhad haberler olup kesin bilgi ifade etmezler. Bütün bunlardan vazgeçsek bile, tevil câizdir. Fakat biz onların âhad haberleriyle uğraşmayıp, sahih hadislerdeki tevile işaret edeceğiz. Meselâ nüzûl hadisi bunlardan biridir. Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Allah her Cuma gecesi dünya semasına iner ve ’Tövbe eden yok mu, tövbesini kabul edeyim; af dileyen yok mu, affedeyim; dua eden yok mu, duasını kabul edeyim’ der.” Buradaki nüzûlü, yer değiştirmeye ve bir yeri terk edip başka bir yeri işgal etmeye hamletmenin imkânı yoktur. Çünkü bu durum, cisimlerin sıfatlarından, maddelerin özelliklerindendir. Böyle bir şeye cevaz vermek iki yönlü çelişkiyi doğurur. Bu çelişkilerden biri, ilâhın hâdisliğine hükmetmek, diğeri de cisimlerin hâdis oluşuna dair delili reddetmektir.

Burada nüzûl kelimesi Allah’a izafe edilerek kullanılmakta ise de, ondan, Allah’ın mukarrabûnun (Allah’a yakın olan büyük melekler) inişinin anlaşılması mümkündür ve akla aykırı değildir. Benzer bir kullanım, “Allah’a ve Resûlüne karşı savaşmaya kalkışanların cezası…” (Kur’ân 5:33) ayetinde de vardır. Bu ayet, ’Allah dostlarına/yöneticilere (evliyâullah) karşı savaşanların cezası…’ manasına gelir. Burada evliyâ kelimesinin kaldırılması, yerine Allah lafzının konulması söz konusudur.

İlgili hadisin tevilinde, nüzûl kelimesine, kulların taşkınlık ve isyanda ısrar etmelerine, geceleri Allah’ın ayetleri ve Ahiret üzerinde düşünmeyi ihmal etmelerine rağmen Allah’ın kullarına nimetlerini bolca bahşetmesi anlamını yükleme de vardır. Nüzûl kelimesi, insanlar hakkında tevazu maksadıyla da kullanılır ve baskıyı arttırma imkânı olduğu halde hükümdar, halkına yumuşaklıkla ve şefkatle muamele ederek kendi gücüne bir sınır koyduğunda, “Hükümdar yüce makamından aşağı derecelere indi” denir.

Yer değiştirmenin (intikâl) nüzulün şartlarından olmadığına dair delillerden bir tanesi, daha önce geçtiği üzere, Kelâm’ın intikalinin imkânsız oluşunu bilmekle birlikte, bu lafzın ona nispet edilerek kullanılmasıdır.

Hz. Peygamber’den rivayet edilen şu hadis hakkında da tartışma mevcuttur: “Kıyamet Günü geldiğinde cennet ehli nimetlere gark olup cehennem ehli de ateşe atıldığında, cehennem ’daha yok mu?’ diye sorar. Günahkâr (cebbâr) ayağını ateşin içine sokar ve cehennem ona ’Haydi! Haydi!’ der.”

Bu hadisi, Muhammed b. İsmail (el-Buhârî), Sahih’inin Kitâbu’t-tefsîr bölümünde rivayet etmiştir. Bunun geniş bir tevil imkânı vardır. Meselâ, cebbâr kelimesinin günahkâr/zalim bir kul olarak yorumlanması pekâlâ mümkündür. Böyle bir kimse, Allah indinde en küstah biridir. Cehenneme o kişiyi beklemesi ilham edilmiştir. Cehennem, kendisine gelenlerin sayısının artmasını sabırsızlıkla beklerken, o cebbâr kul, cehenneme adımını atar; adımını atınca da cehennem ona “Haydi! Haydi!” der.

Hadislerde yer aldığına göre, insanların iyileri ya da günahkârlarının ayakları, cehennemin kenarında sanki bir yağ kütlesi gibi dona kalır. Ayaklar cehenneme dokunduğunda o, cehennemlikleri yutar; zira o, cehennem ehlini, bir annenin çocuğunu tanımasından daha iyi tanır. Zikrettiğimiz üzere, cebbâr lafzına bu anlamı yüklemenin doğruluğuna “Cehennem ehli kibirliler, zorbalar, küstahlar, burnu büyükler ve böbürlenenlerden oluşur” hadisi işaret eder.

Burada kadem (ayak) lafzının, Allah’ın ilminde ateşe girmeye müstahak olan bazı toplumlara hamledilmesi de mümkündür. Bu durumda, isim tamlamasında yer alan ’kadem’ kelimesi hükümdar manasına gelir.

Haşeviyye’nin tutunduğu şeylerden biri de Hz. Peygamber’den rivayet edilen “Şüphesiz Allah, Âdem’i kendi suretinde yaratmıştır” hadisidir. Bu, sahih hadis kaynaklarında yer almamıştır. Eğer sahih ise bu, Haşeviyye’nin bilmediği bir sebepten dolayı nakledilmiştir: Güzel yüzlü bir köleyi tokatlayan bir kişiyi Hz. Peygamber görmüş ve “Şüphesiz Allah, Âdem’i kendi suretinde yaratmıştır” buyurarak o kişinin bu davranışını yasaklamıştır. Burada kendi sureti ifadesindeki hûzamiri, dövülmesi yasaklanan köleye gider. Bu zamirin Hz. Âdem’e gönderilmesi de mümkündür. Bu durumda hadisin manası şöyle olur: Allah, Hz. Âdem’i anasız-babasız, düzgün/pürüzsüz bir insan (beşeran seviyyâ) olarak yaratmıştır.

Bu hadisten maksat şudur: Âdem (as) sonraki insanların tâbi olduğu yaratılış aşamalarından geçmemiştir; Allah onu, kendi suretinde yaratmıştır.

Zikrettiğimiz bu hususları kavrayan bir kimse, reddedilen haberlerle ilgili her meseleyi hemen tevil etmeye kalkışmaksızın, iyice tahkik edip araştırdıktan sonra tartışma konusu olan hususun yorum ve açıklamasında zorlanmaz…

7. Cehmiy’ye Reddiye : Ahmet b. Hanbel

Ahmed b Hanbel (ö. 241/855) İslam düşünce tarihinde özellikle inanç esaslarıyla ilgili konulardaki görüşleriyle Selefiyye olarak bilinen anlayışın öncülerinden, etkisi hala devam eden âlimlerinden biri kabul edilmektedir. Eşarî de, Ahmed b. Hanbel’in kendisi üzerindeki tesirini dile getirmiştir. Ahmed b. Hanbel’in, halife Memun, Mu’tasım ve Vâsık döneminde Mutezile mensupları tarafından dönemin ilim adamlarına, hatta halka dayatılan “Kur’ân mahlûktur (yaratılmıştır)” tezine karşı çıktığı bilinmektedir. O, bu iddiaya karşı “Kur’ân Allah Kelamıdır; bunun dışında bir şey söylemeyiz” diyerek kendi görüşünü ifade etmiştir. Bundan dolayı Mutezile tarafından tatbik ettirilen soruşturma/dayatma (mihne) uygulamasının mağdurlarından biri olmuştur.

Halku’l-Kur’ân konusundaki görüşü dışında Ahmed b.Hanbel’in diğer bazı itikadî görüşleri şunlardır: Allah hakkında sadece Kur’ân ve Sünnet’te bildirilen sıfatlar kullanılabilir, hataya düşülme ihtimali kaçınılmaz olduğu için aklen O’na bazı sıfatların verilmesi uygun değildir. Bunun için en sağlıklı yol ayet ve hadislerde Allah hakkında kullanılan sıfatları kabul etmek, ancak bunların özellikleri ve nitelikleri bakımından diğer varlıklarınkinden farklı olduğuna inanmaktır. Ahmed b. Hanbel, Cehmiyye’nin Allah hakkındaki görüşlerini; yine Cehmiyye’nin ve Mutezile’nin “Kur’ân mahlûktur” tezlerini ispat etmek için ayetlerden getirmeye çalıştıkları delilleri isabetli bulmamış ve tenkid etmiştir.

Cehm (b. Safvân) ve taraftarları da bu şekilde insanları Kur’ân’ın ve hadislerin (açık/muhkem) değil farklı yorumlanabilecek (müteşabih) ifadelerine yönlendirdiler ve hem kendileri saptılar, hem de görüşleriyle pek çok insanı yanlışa götürdüler.

Allah’ın düşmanı Cehm hakkında bize ulaşan bilgilere göre o Horasan’ın Tirmiz şehrinden cedelci ve kelamcı bir kişidir. Umumiyetle Allah hakkında tartışmalara girerdi. Bir gün kendilerine ’Sümeniye’ adı verilen ve Allah’a şirk koşan insanlarla karşılaştı. Bunlar Cehm’le tanıştılar ve ona şöyle dediler:

(Bizimle de) tartış! Eğer bizim kanıtlarımız seninkine üstün gelirse sen bizim dinimize girersin; seninki üstün gelirse biz senin dinine gireriz.

Cehm’le tartışmalarından biri şöyleydi:

— Sen bir tanrının olduğunu söylüyorsun değil mi?

— Evet, söylüyorum.

— Peki, tanrını gördün mü?

— Hayır.

— Ya sözünü (Kelâmını) işittin mi?

— Hayır.

— Kokusunu aldın mı?

— Hayır.

— Hissettin mi?

— Hayır.

— Ona hiç dokundun mu?

— Hayır.

— O halde O’nun senin tanrı olduğunu nereden biliyorsun?

Bu soru karşısında Cehm şaşakaldı ve kırk gün gerçekte nasıl bir ilaha ibadet ettiğini bilemedi.

Sonra, Hıristiyan zındıkların kanıtlarına benzer bir kanıt bulabildi. Nitekim onlar, Hz. İsa’nın ruhunun, Allah’ın zâtından bir ruh olduğunu iddia etmekteydiler. Buna göre Allah, bir şey meydana getirmek isteyince yarattıklarından birinin içine girer, yarattıklarının diliyle konuşur ve bu dille dilediğini emreder, dilediğini yasaklar. O gözlerden uzak, onların göremediği bir ruhtur…

Cehm de buna benzer bir delillendirmeyi alır ve Sümeni’ye şöyle der:

— Sen, içinde bir ruh olduğunu iddia etmiyor musun?

— (Sümenî) Evet

— Peki, sen ruhunu gördün mü?

— Hayır, görmedim.

— Sözlerini duydun mu?

— Hayır.

— Onu hissettin mi veya ona dokundun mu?

— Hayır.

— İşte Allah da böyledir. Yüzünü göremez, sesini işitemez, kokusunu alamazsın. O gözlerden uzaktır, görülmez. Bir mekâna bağlı değildir.

Cehm bu iddiasına temel olarak üç müteşâbih (yoruma açık) ayet buldu:

1- “O’nun benzeri olan hiçbir şey yoktur” (Kur’ân 42: 11).

2- “O Allah yerlerde ve göklerde ibadete layık olandır. Gizlinizi ve açığınızı bilir; kazanmakta olduklarınızı da bilir” (Kur’ân 6: 3).

3- “Gözler O’nu idrak edemez; O gözleri idrak eder; O Latif’tir, her şeyden haberdardır” (Kur’ân 6: 103).

Böylece tartışmalarının esasını bu ayetler üzerine bina etti ve Kur’ân’ı olmayacak biçimde yorumladı ve Allah Resûlünün(sav) hadislerini de yalanladı. Sonra Allah’ın Kur’ân’da kendisini nitelediği ya da Hz. Peygamber’in hadislerinde haber verdiği şekilde O’nu niteleyen kişinin küfre düştüğünü ve Müşebbihe’den (Allah’ı insana benzetenler, Antropomorfistler) olduğunu iddia etti. Neticede bu tartışmalarıyla birçok insanı saptırdı. Basra’da kendisine Ebû Hanife’nin ve Amr bin Ubeyd’in görüşünde olanlardan pek çok kimse ona uydu ve böylece Cehm ’Cehmiyye’ mezhebini kurmuş oldu.

İnsanlar Cehmiyye mensuplarına “O’nun benzeri olan hiçbir şey yoktur” (Kur’ân 42: 11) ayetinin yorumu hakkında sordukları zaman onlar şöyle cevap vermişlerdir: “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O arş üzerinde bulunduğu gibi yedi kat yerin altında da bulunur. O’nun olmadığı hiçbir yer yoktur fakat, O belli bir mekânda da değildir. Konuşmamıştır ve konuşmaz. Bu dünyada ya da ahirette kimse O’nu göremez. O, herhangi bir sıfatla ya da fiille nitelenemez, bilinemez. O’nun sonu ve sınırı yoktur. Akılla idrak edilemez, O bütünü/özü itibariyle ’vech’ (yüz, zat), ilim, ’sem’ (işitme), ’basar’ (görme) dir, bütünüyle nurdur, kudrettir. Kendisinde iki ayrı şey bulunmaz/birleşik varlık değildir, iki farklı sıfatla da nitelenmez. Onun için aşağı yukarı, yön, taraf, sağ-sol söz konusu değildir. Yine O’nun ağırlığı ya da hafifliğinden; ışığından, cismi olmasından bahsedilemez. O akılla idrak edilemez. O aklından/içinden geçen ve bildiğin her şeyden farklıdır.”

Onların “O diğer şeyler gibi olmayan bir şeydir” dediler. Biz buna karşılık şöyle cevap veririz: “O diğer şeyler gibi olmayan şey” sözünün “O, bir şey değildir” demek olduğunu akıllı kişiler kavrar. Böylece onların gerçekte bir şeye inanmadıkları fakat açıkça ifade ettiklerinin kötülüğünü kendilerinden uzaklaştırmaya çalıştıklarını her insan için açık hale gelmiştir.

Kendilerine “Siz kime ibadet ediyorsunuz?” diye sorulursa, “Bütün Yaratılmışların işlerini idare edene ibadet ediyoruz” derler. “Yaratılmış varlıkların işlerini düzenleyen bu Zât hiçbir sıfatla bilinemeyen, meçhul bir varlık mıdır?” diye sorduğumuzda “evet” derler. Buna karşılık onlara “Öyleyse Müslümanlar sizin hakikatte bir şeye inanmadığınız halde ancak ileri sürdüğünüz iddianın çirkinliğinden kendinizi kurtarmaya çalıştığınızı anlamıştır” deriz.

Sonra onlara, “İşleri düzenleyen bu varlık ile Hz. Musa’ya konuşan aynı değil midir?” diye sorduğumuzda onlar “Hayır, O konuşmamıştır ve konuşmaz. Zira konuşmak (kelam) ancak bir organ vasıtasıyla olur. Halbuki Allah’a organ nispet edilmesi söz konusu değildir” derler. Câhil biri bunların sözlerini işittiği zaman, Allah’a en çok saygı gösterenin bunlar olduğunu zanneder de görüşlerinin ancak Allah hakkında uydurulmuş şeyler olduğunu fark etmez.”