Home » Yazarlar » Alev Alatlı » Bize Yön Veren Metinler cilt1 Bölüm5

Bize Yön Veren Metinler cilt1 Bölüm5

İSLAM RÖNESANSI

Batı yazınında kullanılan bir deyimle 8. yüzyıl ortalarından 13. yüzyıla kadarki dönem, bir “İslam Rönesansı” veya “İslam’ın Altın Çağı”dır. İslam siyasi tarihinde, yer yer kaos biçiminde görülen hareketlilikten kalkarak, bu ortamda bilgi ve medeniyetin nasıl gelişmiş olabileceği, hele hele İslam Rönesans’ı gibi bir kavramın nasıl mümkün olduğu sorulabilir. İslam’da bilim ve medeniyetin gelişimini, tamamen siyasi oluşumlara bağlayarak açıklamak yanlış olur. Bilgi, İslam’ın ve Müslümanların ayrılmaz bir parçasıdır; İslam kimliğinin özüdür. Çağımızda görmeye alışkın olduğumuzun aksine, erken dönem İslam medeniyetinde bilginler, devlet desteği olmaksızın ve bağımsız olarak çalışmalarını yapma geleneğindeydiler. Bu yüzden, İslam medeniyetinde bilim ve medeniyetin gelişimini, sadece devlet merkezli olarak, devlet tarafından kurulan tercüme evlerine, kütüphanelere veya medreselere dayanarak açıklamak büyük bir talihsizliktir. Örneğin Zübeydî’ye (ö. 379/989) göre sadece 8. yüzyılın ilk çeyreğinde, münhasıran Basra bölgesinde üçbin (3.000) civarında dilbilgini bulunmaktaydı.1 Üstelik bu insanların ortaya koydukları tezler, basitçe dilbilgisiyle ilgili değil, çağımızdakilerle kıyaslanabilir şekilde dilbilim teorisiyle ilgiliydiler. Bu dilbilimcilerin hepsinin devlet görevlisi olduğunu düşünebilmek mümkün değildir. Söz konusu tarihlerde İslam coğrafyasının genişliği hesaba katılırsa, o zamanlardan günümüze ulaşan eserlerle mukayese edilemeyecek kadar büyük bir külliyat ve bu külliyatın müellifi olan sayısız bilgin, kolayca hesaplanabilir. Daha sonraları İslam medeniyetinde devlet geleneği yerleştikçe, bilgi de kurumlaştırılmaya başlanmıştır. Buysa, bilgide siyasi etkilerin daha fazla oranda yer alması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla İslam tarihi boyunca, siyasi oluşumların bilgiye daha fazla veya daha az ilgi göstermesi ile bilginlerin desteklenip çalışabileceği ortamların oluşturulmasına bağlı olarak, bilgi üretiminde ivme değişimlerinin meydana geldiği söylenebilir. Devlet baskısının olduğu durumlarda bile bilginler, İslam’ın kendilerine verdiği araştırma ve bilme yetkilerini kullanmışlardır. Öte yandan İslam coğrafyasındaki gayrı mütecanis siyasi yapıdan dolayı, bir bölgede baskı gören veya itibar görmeyen bir bilgin, bir başka Müslüman siyasi otorite tarafından desteklenebilmiştir. Dolayısıyla İslam medeniyetinde, bir yandan Hz. Muhammed’in vefatından sonra başlayan ve bağımsızlaşmaya kadar giden karışıklıklar, görüş ayrılıkları ve iç savaşlar sürerken, öbür yandan bilgi ilerlemeye devam etmiştir. Böylece kendi akışında ilerlemeye devam eden ve ücra köşelerde biriken bilgiler, barış ve huzur ortamının sağladığı dönemlerde, daha ziyade devletleşmiş öğretim kurumlarında ani sıçramalar halinde kendini göstermiştir. Bu barış ve huzur ortamının sağlanmasında, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz’in yanı sıra, hiç şüphesiz Abbâsîlerin önemli bir payı olmuştur.

I – ABBÂSÎ DEVRİMİNDEN SONRA

İslam toplumundaki kargaşa, Abbâsîlerin kuruluşuyla birlikte sona ermemiştir. Emevîlerin 747deki yıkılışından 9. yüzyılın ilk çeyreğine kadar süren refah ve huzur ortamı, Abbâsîlerin yeni siyasi tutumuyla birlikte meydana gelen zaafiyet sonucu pek çok devlet ortaya çıkmıştır. Ancak bu devletler ile Abbâsîler’i birbirine düşman olarak görmek yanlıştır. Abbâsî halifesi, hem siyasi hem de dinî otorite olarak varlığını sürdürmüş, hatta çeşitli İslam devletlerindeki yöneticilerin meşruiyet kaynağı olarak görülmüştür. Ancak İslam topraklarında ortaya çıkan yeni Müslüman aktörlerin, doğu Akdeniz’deki dengelerden habersiz siyasi tutumları sonucu, önce Haçlı Savaşları ve nihayet Moğol İstilası’na kadar giden bir süreç de başlamış olacaktır.

A. ABBÂSÎ DEVRİNDEKİ BAZI GELİŞMELER

Abbasi devriminden sonra Pers bölgesi, çok daha büyük çapta İslam toplumuyla birleşmişti; yönetime gelen halifeler Pers kökenli annelerden doğmuşlardı, vezirler ve generaller Pers bölgesindendi. İbn Haldûn’a göre Abbasi devletinde vezir, genel sekreter, ordu kumandanı gibi yüksek bürokrasiye ait yirmi beş kadronun tamamı Pers bölgesi Müslümanları tarafından doldurulmuştu ve onlar başkalarını bu mevkilerden uzakta tutuyordu. Bîrûnî’ye göre (ö. 453/1061) Abbasi devleti, Horasanlı ve Doğulu bir yönetim haline gelmişti. Ancak bu durum fazla sürmedi. Çünkü Pers mevâlisi daha çok güç elde ettikçe Abbasi devleti üzerindeki denetim hırsları daha da arttı. Sonunda, 9. yüzyılın ilk çeyreğinde, İmparatorluğun Pers kanadı bağımsız bir yönetim haline geldi. Abbasi hanedanı yeterince güçlendiğine kanaat getirdikten sonra 9. yüzyıl başlarında devletin siyaset, bürokrasi, ilim gibi çeşitli kademelerinde yerleşmiş bulunan Pers-Türk kökenli Müslümanlara yönelik bir tasfiye hareketi gerçekleştirdi. İran-Sind bölgesi siyasi olarak Bağdat’tan ayrılınca, bilimsel ilişki de neredeyse tamamen kopmuştu. Arap literatürü, Yunan kanallarına kaydı. “Artık Bağdat’ta ne Hintli âlimlerin ismi zikrediliyor, ne de Sanskritçe eserlerin Arapça tercümeleri yapılıyordu. Nesturi fizikçilerin, Haranlı filozofların, Suriye’deki Hıristiyan âlimlerin ve hilafetteki diğer unsurların çalışmalarıyla tanıtılan Yunan [mirasının] öğrenilmesi, Arapların aklı üzerinde muazzam bir etkide bulunmuştu.” Sonuç olarak Pers-İslam’ıyla doğrudan iletişimin kopması, Afraspa hattında bugüne değin süren bir engel yarattı. İslam’da tercüme hareketiyle derinden ilgilenen felsefe tarihçilerinin, çoğunlukla Hıristiyanların öncülük ettiği bu hareketin zamanlamasının, neden Pers bağımsızlığıyla çakıştığı sorunundan hiçbir şekilde bahsetmemeleri son derece şaşırtıcıdır. Tercüme hareketi, saf bir öğrenme ilgisinden mi kaynaklanıyordu yoksa devletin idari ve bürokratik yapılandırmasını Pers zemininden Bizans zeminine kaydıran yeni bir düzenleme isteği miydi? Her ikisinin de muhtemelen bu süreçte bir payı olmuştur ancak ikincisi daha ağır basıyor görünmektedir.

B. TASAVVUFUN DOĞUŞU

Bir düşünce hareketi olarak İslam felsefesi ve Kelamın ortaya çıkıp sistemleşmesine zemin oluşturan şartlar İslam toplumunda bir başka hareketin başlamasına da yol açmıştır. Gerçekleştirilen fetihler İslam coğrafyasının genişlemesi ve siyasi egemenliğin güçlenmesinin yanında, bir de iktisadi büyüme ve zenginliğin artmasını sağlamıştı. Bu durum İslam toplumunun hayata, değerlere ve ilişkilere bakışında bazı değişmeleri beraberinde getirdi. Teorik ve pratik çeşitli alanlarda ilmî disiplinler oluşup gelişirken İslam toplumunda ortaya çıkan görüş ayrılıkları, rekabet ve çekişmeler, zenginleşmenin doğurduğu şımarıklık nedeniyle dinî ve ahlâki hayatta ortaya çıkan gevşeme ve yozlaşma kimi insanların tepkisini çekmeye başladı. Bu insanlar olup bitenler karşısında yanlış giden şeylerin bir parçası olmamak ve kendilerini kurtarmak düşüncesiyle köşelerine ve uzlete çekilmeyi tercih ettiler. Bu tercih giderek bir ahlak ve zühd hareketine dönüştü. Zâhid, âbid ve nâsik gibi unvanlarla anılan bu kişiler İslam’ın kuru tartışma ve çekişmeler için değil, içtenlikle ve heyecanla yaşanacak ilkeleriyle insanları her türlü kötülük ve kabalıktan arındırmak için geldiğini savunuyorlardı. Onların bu düşüncesini doğrulayıp destekleyen pek çok unsur esasında Kur’ân’da ve Hz. Peygamber’in söz, davranış onayları demek olan Sünnette mevcuttu.

Sözgelimi insanların önemseyip uygulamaya çalıştığı tevbe/kötülüklerden vazgeçmek, zühd/geçici şeylere bağlanmamak, fakr/acizliğinin farkında olmak, sabır/ kötülükten yılmamak, şükür/iyiliğin kıymetini bilmek, tevekkül/Allah’a güvenmek, rızâ/iyimser olmak, ihlâs/içtenlik, sıdk/doğruluk gibi güzel huy ve davranışlar hep Kur’ân’ın insana sunduğu değerler olup örnekleri de bizzat Hz. Peygamber ve sahâbîleri tarafından yaşanarak verilmiştir. Böylece dinî hassasiyetlere bağlı olarak ortaya çıkan ve sahabe neslinden Ebû Zerri’l-Gıfârî ile ikinci nesilden Hasan el-Basrî tarafından temsil edilen ve giderek nazarî/teorik bir boyut kazanan bu zühd ve ahlak hareketi, VIII. yüzyılın ortalarından itibaren tasavvuf adıyla anılmaya, mensuplarına da sûfî ve mutasavvıf denilmeye başlandı.

Tarihi boyunca pek çok tanımı yapılan tasavvuf, en genel anlamıyla riyazet/maddi ilgilerin azaltılması ve tezekkür/Allah’ı anıp düşünmek suretiyle nefis tasfiyesini/iç arınmayı gerçekleştirip yüksek ahlak sahibi olmayı, keşif ve ilhâm yoluyla hakikatin bilgisine ermeyi amaçlayan bir hareket şeklinde tarif edilebilir. Sûfîler, riyazet yaparak ahlâken arınmak üzere kendi iç dünyalarına döndüklerinde önce bir yokluk ve hiçlik duygusu, özellikle keşf ve ilham yoluyla elde etmek istedikleri hakikatlere ulaştıklarını hissettiklerinde ise bir mutluluk ve güven duygusu yaşarlar; bütün bu halleri dile getirebilmek için de bir sembolik dil kullanırlar.

1. Tasavvuf Nedir ? Serrac

Ebu Nasr serrac Tusi (378/988)

2.Tasavvuf’un temel Kavramları :  el- Kelâbâzî

Ebû Bekr Tâcülislâm Muhammed b. Ebû İshâk İbrahim b. Ya’kûb el-Buhârî elKelâbâzî (ö. 380/990), tasavvufun temel kaynaklarından olan et-Ta’arruf adlı eseriyle tanınan mutasavvıf, fıkıh ve hadis âlimi. Buharalı bir ailenin çocuğu olduğu dışında, yetişme tarzı ve ziyaret ettiği yerler hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır. Tasavvufla ilgili iki önemli eseri olduğu halde sufilere dair bilgi veren tabakat kitaplarında kendisine yer verilmemiş, sadece Abdurrahman-ı Câmî onu anmış; ayrıca bazı kaynaklar bir Hanefî fakihi olması dolayısıyla ondan kısaca söz etmişlerdir. Muhammed b. Fazl’dan fıkıh okuduğu bilinen Kelâbâzî’nin tasavvuftaki üstadı ise Hallâc-ı Mansûr’un takipçilerinden Fâris b. Îsâ’dır.

C. TÂHİRÎLER VE FÂTIMÎLER

Abbasilerin 9. yüzyıl başlarında gerçekleştirdiği tasfiye hareketi beklenmeyen zincirleme bir etki doğurdu.

2.Fatımi Halifesi Muiz-Lidinillah’ın Endülüs Emevi Halifesi III. Abdurrahman’a Cevabı

Endülüs Emevî Halifesi III. Abdurrahman bir elçisini Fâtımî Halifesi Muiz-Lidînillâh’a göndererek ateşkes teklif etti. Bu sırada Bizans İmparatorluğu ile Fâtımîler arasındaki mücadele yerini ateşkese bırakmıştı. Muiz-Lidînillâh Bizans’la iyi ilişkiler içerisinde bulunan Endülüs Emevî Devleti elçisine şu cevabı verdi:

Müşrikler [Bizanslılar] bir barış zemini aradılar ve bazı dert ortaklarımız da, sadece sizle [Nâsır ile] mücadele etmeye yoğunlaşalım diye böyle bir fikri desteklemekteydiler. Fakat biz, müşrikler, barış anlaşmasını hem sizden, hem de onlardan korktuğumuz için kabul ettiğimizi düşünmesin diye böyle bir teklifi reddettik. Donanmalarını ve yiğit askerlerini dize getirdikten, onların topraklarında karaya ayak basıp çok sayıda askerlerini öldürdükten ve birliklerimiz birçok savaş esiri alıp ganimet elde ettikten sonra, kısa bir süreliğine de olsa, gücümüzü yeniden kazanmak için onlarla bir ateşkese varılmasının Müslümanların faydasına olduğunu gördük. Bundan dolayı biz, İmparatorun normal şartlar altında, bizden başka Doğu ve Batı diyarlarındaki hiç kimseye yapmayı söz vermediği bir şey olan yüksek meblağlarda para ödemesini şart koşarak onlara barış anlaşmasını bahşettik. Güçlü ile zayıf arasındaki ilişkide olduğu üzere bizim tarafımızdan yapmalarını şart koştuğumuz, bizlere haraç vermeyi, Doğu diyarında ele geçirdiği ve şu anda elinde bulunan esirleri serbest bırakmayı, ve bunlara ek olarak da, burada bahsi oldukça zaman alacak olan diğer bir çok şartı da yerine getirmeyi kabul etti… Yine de, o [Nâsır], Mehdiye’ye göndermiş bulunduğu adamlarının elim akıbetini takiben gururlu bir biçimde hak iddia etti. Aslında, bu onun, İstanbul’un zalim hükümdarıyla [VII. Konstantinos] yaptığı bir anlaşmaydı. Bundan dolayı, onlardan her biri bizlere donanmalarıyla geldiler. Müşrikler bizim denizlerimize girdi ve senin efendinin [Nâsır’ın] teşviki olmasaydı, bu zamana kadar onların [Bizanslıların], bizim hilâfetimiz süresince yapmaya bile hiçbir zaman cesaret edemediği bir şeyi yaptılar, Sicilya’yla hiç uğraşmadan doğrudan bize geldiler. Fakat Allah her iki orduyu da yendi ve her ikisi üzerinden zaferler elde etmemize yardım etti…” Muiz-Lidînillâh şöyle devam eder: Bu hainin ve yalancının dediklerine şaşırmadınız mı? O Nâsır eğer bu iddiaları halkına söylemiş olsaydı, hareketlerinin rezil ve çirkin birer yalan olduğu anlaşılacaktı. Fakat, bu tür iddialar yazıya dökülüp ona atfedildiğinde, kim bilebilir ki bunların birer yalan ve gerçekten yoksun olduğunu? Bizanslılar tarafından yolu kesilen bir nakliye gemisinin içinde bulunanlardan başka Bizanslıların herhangi bir Müslüman tebaamızı ele geçirdiğini hiç duydunuz mu?

Fakat gemiyi geri aldık ve onlarla yapmayı kararlaştırdığımız bir barış anlaşmasının maddeleri arasında da, mallarıyla beraber Doğu vilayetlerinde ele geçirdikleri esirleri bizlere geri vermelerini şart koştuk. Bununla birlikte, onlar [Bizanslılar], ganimet olarak aldığımız ve ele geçirdiğimiz erkekleri, kadınları ve onların çocuklarını serbest bırakıp onlara teslim etmemizi istediklerinde taleplerini reddettik; İslâm’ın ve müminlerin ihtişamı şerefine, küfrü ve kâfirleri küçük düşürmek adına bir tane canı bile vermedik. İşte bu hain [Nâsır] bu tür yalan ve uydurmaları söylemekten utanmıyor mu?

Öztürk, Murat 2012. Fâtımîler’in Deniz Gücü ve Akdeniz Hâkimiyeti, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 89–90.

3.Bizans’ın Girit’i İşgali Karşısında Müslüman Halkın Fatımilerden Yardım İstemesi

350/960 yılında Fâtımî Devleti ile yürürlükte bulunan ateşkes sırasında Bizanslılar Girit’e büyük bir askerî harekât düzenlediler ve adayı ele geçirdiler. Bu sırada Giritli Müslümanlar, daha önce Sünnî İhşidîlerden istedikleri yardım gerçekleşmeyince Şiî Fâtımîlerden yardım istediler.

Fâtımîlerin başkadısı Kadı Numân’ın Girit adasındaki Müslüman ahalinin, Bizans kuşatması karşısında Mısır’ın İhşîdî hükümdarından talep ettiği yardım için şu ifadeleri kullanır:

“Girit ahalisi, Mısır’a sahip olan Îhşîdîlerden yardım talep etti. Girit gemileri, Mısır halkının ihtiyaçlarını karşılamak için adadan Mısır’a yiyecek taşıyor, Mısır valisi de Giritlilere hediyeler gönderiyordu. Bununla birlikte, Îhşîdîler, onları kurtarmak için gerekenleri yerine getirmedi. Giritlileri kurtarmak için halife’ye [Muiz-Lidînillâh] bir mektup gönderip yardım isteyecek birini bulmaya çalıştı. Ayrıca bir Girit heyetini de ona gönderdi. Giritlileri kurtarmakta gösterdiği başarısızlık yüzünden halkın kızgın olduğunu öğrendikten sonra, sözde Giritlileri destekleyecek bir kuvvet gönderiyormuş gibi yaparak, çok sayıda geminin denize indirilmesini emretti.” Halife Muiz-Lidînillâh, İhşîdîlere cevap niteliğinde bir mektup yazarak, çok önceden gemilerin hazırlanması ve gerekli malzemenin tedariki hususunda kendisine emirler verdiğini hatırlattı. Halife şöyle diyordu: “Bu topraklarda [Mağrib] yaşayanlara karşı savaş ilân edip onlara zarar vermek isteyen müşrikleri kontrol altında tutmamız için Allah bize her zaman yardım etmiştir. Cihad ilân etmeye ve Girit ahalisine yardımcı olmak için gemilerinizi yollamaya karar verdiğinizi öğrenmiş bulunuyoruz. Esasında, size olan yakınlıkları, sizle olan ilişkileri, sizin ülkenize göndermiş oldukları yiyecek malzemeleri ve her ikinizin de ortak olarak paylaştığı sadakat sebebiyle, onlara ilk olarak yardım eden siz olmalıydınız. Şimdi, onları sizlere bırakacak olsak ve yardım etmesek, kim bizi suçlayabilir? Şimdi gelmiş bizden yardım etmemiz için yalvarıyorlar. Biz sizin Allah yolunda cihad etmenize ve planlamış olduğunuz şeyleri yerine getirmenize mani olmuyoruz. Bizim gemilerimizin harekete geçtiğini duymanız, bu planladığınız şeyleri yapmamanız için bir bahane olmasın! Gemileriniz ve adamlarınız bizim tarafımızdan asla saldırıya uğramayacaktır. Sizin askerlerinizle doğru yolda yürüyeceğimiz, onlara kendi adamlarımızmış gibi davranacağımız, onlara gerektiğinde el uzatacağımız ve kazanılan ganimeti onlarla paylaşacağımıza söz veriyoruz. Kendi adamlarımızla onları aynı konumda tutacağız; aynı şekilde, Allah bize galibiyeti nasip edinceye kadar donanmanız bizimle birlikte hareket edecek sonra da, gemileriniz size geri dönecektir… Bundan şüpheniz olmasın ve bize güvenin. Çünkü Allah’ın düşmanlarını ezmenin yolu Müslümanların birbirleriyle dayanışmasından ve aralarında var olan farklılıkları düşman karşısında unutmaktan geçer. Şimdi sizin için bu şeyleri kolay hale getirdik ve söylediğimiz şeylere de Allah şahittir. Eğer benim sözlerime güveniyor ve cihadı tercih ediyorsan, limanın Girit’e olan yakınlığını göz önünde tuttuğumuzda, Berka kıyısındaki Tanbe limanına gemilerinin derhal gönderilmesi için hazırlıklarını yap. Orada, 350 yılının Rebîülâhir ayının ilk günlerinde (Mayıs-Haziran 961) bizim gemilerimiz sizinkilerle buluşacaktır. Aksi takdirde, bunu [öneriyi] kabul etmezseniz, bizler size tavsiyede bulunma konusunda elimizden geleni yapmışızdır ve bundan dolayı size karşı olan vazifemizden artık mesul değilizdir. Böyle bir durumda, Allah’ın kuvveti, inayeti ve desteği bize yeter. Ne sizden ne de başka kişilerden yardım isteyecek değiliz. Gemilerimizi, adamlarımızı ve gerekli levazımatı ve Allah’ın bize ihsan ederek bizi güçlü kıldığı her şeyi hemen şimdi göndermeye kararlıyız ve bunu başaracağımıza yürekten inanıyoruz.”

Muiz-Lidînillâh ve Bizans imparatoru VII. Konstantinos arasında kararlaştırılan beş yıl süreli ateşkesin Bizans’ın Girit adasına saldırmasını takiben hükümsüz kalması hakkında da Kadı Nu’mân tafsilatlı açıklamalarda bulunur:

“Bununla birlikte, ateşkesin süresi dolmadan önce Fâtımî halifesi Muiz-Lidînillâh, İmparator VII. Konstantinos’un, en yakın adamı olan domestikosunu çok sayıda gemi ve kayda değer sayıda askerinin başına geçirerek, yöneticilerinin sembolik olarak Abbâsîlerin hâkimiyetindeki Girit’e gönderdiğini öğrendi. Bizans saldırılarıyla başa çıkamayacaklarını ve Abbâsîlerin kendilerine yardım edemeyeceğini anlayan Girit ahalisi, bölgenin ileri gelenlerinden birini taşıyan bir gemiyi Fâtımî halifesine göndererek onun yardım ve desteğini talep ettiler. Giritliler her ne kadar Abbâsî hâkimiyetini tanımış olsalar da Fâtımî halifesi onların umutlarını gerçekleştirmeye ve kâfirlerden onları kurtarmaya karar verdi. Bununla birlikte, Girit’ten yola çıkan elçi ulaşmadan önce Bizans’ın Girit harekâtından haberdâr olan Muiz-Lidînillâh, donanmanın Giritlilere olabildiğince çabuk bir biçimde yardımcı olması için hazırlık talimatı verdi. Nihai olarak, elçi geldi ve halkın mesajını Fâtımî Halifesine ulaştırdı… Muiz-Lidînillâh Allah’ın emrine uygun olarak kâfirlerle vardığı anlaşmayı iptal etmeye karar verdi. Halife, bu mesele hakkında [Bizans İmparatoruna] bir mektup gönderilmesi emrini verdi. Sözlerinin belâgatı ve ihtişamıyla yarışabilecek sözleri daha önce hiç duymamıştım.” Girit ahalisine karşı yürütülen düşmanca politikaların sona ermesi tercihini Bizans İmparatoruna sunduktan, aksi takdirde halife tarafından aralarında yapılan anlaşmanın feshedileceğini söyledikten sonra, şöyle buyurdu: “Girit ahalisinin başka birilerine [Abbâsîlere] sadık olduğunu düşünmeyin. Onlar şimdi bize geldiler ve bizden yardım talep ettiler. Ateşkes maddeleri bizleri bağlamaz. Girit dâhil her yer bizim mülkümüzdür. Bize gelip yardım talep etmiş insanlara karşı savaş ilân etmekte ısrar ederseniz, bu vesile ile anlaşmanız sona erer. Kendinize ve aynı dini paylaşan insanlara dikkat edin çünkü Allah’ın yardım ve desteğiyle size ve onlara karşı savaşmaya karar vermişizdir.”

Bizans’ın istilâsı karşısında yardım talep etmek için gelen Girit elçisi ve Muiz-Lidînillâh arasındaki geçen konuşmalar hakkında ise Kadı Nu’mân şunları söyler:

“Girit elçisi geldiğinde, Muiz-Lidînillâh onu huzura kabul etti. Elçi yeri defalarca öptü ve Girit halkı tarafından ihtiyaç duyulan yardımı ona bildirdi. Elçi Halife’ye bu adanın önemini, Bizans toprakları ve Mısır’a nazaran konumunu, ve iki yer için de bir kapı rolü oynadığını izah etti. Netice itibariyle, eğer Allah ona, müşrikleri püskürtmeyi ve adayı hâkimiyeti altına alma imkânı tanırsa, bu Allah ’ın izniyle, hem İstanbul’un hem de Doğu diyarlarının fethine yol açacaktı. Elçi adada bulunan zenginlikleri, maden açısından var olan bolluğu, gemilerin inşâsında kullanılan kerestelerin varlığını ve adanın hem İstanbul’a hem de Mısır’a olan yakınlığını birer birer saydı.” Muiz-Lidînillâh şöyle dedi: “Allah’ın inayetiyle, bizi teşvik ettiğiniz konuda umutlarınızı boşa çıkarmayacağız. Senin bize gelmekte olduğunu öğrenir öğrenmez donanmamızın hazırlanması için gereken emirleri vermişizdir. Giritliler seni bize daha da önce göndermiş olsalardı, donanmamız şimdi onlarla birlikte olurdu. Girit ahalisinin şu anda bizden yardım talep etmesiyle birlikte, Allah ’ın yardımını almaya ve zaferlerini yaşamaya alışkın olan bizler, bizim gemilerimiz Girit halkına ulaşıncaya ve onları kurtuluşa erdirmeye yardımcı oluncaya dek, Allah Giritlilere kuvvet versin ve onlara dayanma azmi ihsan eylesin diye dua ediyoruz. Bu işteki gayemiz, Allah’ın bize emrettiği şey, diğer bir deyişle düşmanımız karşısında cihad etmeyi gerçekleştirmek ve yardım için yüzlerini bize döndüren büyük dedelerimizin [Hz. Peygamber’in] ümmetine yardım etmek ve onları kurtarmaktır. Dünya malından söz edecek olursak, Allah, bir kimse ne kadar umut edebilecekse ondan daha fazlasını bize ihsan etti. Emin olun ve bizim gemilerimizde dostlarınızla eve dönünceye kadar bizimle kalın.”

D. MÜSLÜMANLARIN DEVLETLER TARİHİNE BAKIŞI

İslam fetihlerinin kuşattığı coğrafya, aynı zamanda binyıllar boyunca büyük devletlere beşiklik etmiştir. O devletlerin nasıl kurulup başarı kazandıkları, geniş kitleleri nasıl yönettikleri gibi hususlara yönelik incelemeler, Müslümanların devlet anlayışlarının gelişmesinde rol oynamıştır. İslam toplumu, sadece Müslümanlardan oluşmadığı ve dolayısıyla kozmopolit bir yapıya sahip olduğundan, İslam sınırları içerisinde yaşayan özellikle Sasani ve Roma halklarının beraberinde taşıyageldikleri bilgi, beceri ve anlayışlar zamanla İslam siyaset ve devlet anlayışında bazı değişmelere yol açmıştır. Bu etkilerden başlıcası olan Helen mirası içinde, sadece felsefe değil, Helen-Roma siyaset ve devlet anlayışı da, İslam’da devlet anlayışını belirleyen etkenler arasındadır.

1. Devletler Tarihi: et-Taberî

Tam adı Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr b. Yezîd el-Âmülî et-Taberî el-Bağdâdî (ö. 310/923). Taberistan’da, Âmul şehrinde dünyaya geldi. Hiç evlenmemiş, Ebû Cafer künyesi ile meşhur olmuştur. Küçük yaşlarda ilme merak salan Taberî, rüyasında kendisinin âlim olacağını gören babasının da desteğini alarak Rey, Bağdat, Basra ve Kûfe gibi şehirlerde eğitim aldı. Yaklaşık iki yıl süren seyahatinin sonunda Bağdat’a geri döndü. Burada dönemin önemli hocalarından Arap dili, edebiyatı ve kıraat dersleri aldı. Bir süre sonra bu defa Mısır’a gitmek üzere Bağdat’tan ayrılıp, Suriye, Beyrut, Füstat gibi şehirlerde ilim öğrenmeye devam etti. 870 yılında Bağdat’a kesin olarak döndü. Bağdat’ta Abbasi halifesi Muktefî Billâh’ın da desteğini alarak birçok eser telif etti, talebeler yetiştirdi. 923 yılında Bağdat’ta vefat etti. Tefsir, fıkıh ve hadise dair eserleri olan Taberî’nin en önemli eseri Târihü’l-Mülûk ve’l-Ümem başlığını taşıyan, ancak kaynaklarda Târih-i Taberî ismiyle şöhret kazanmış büyük tarihidir. Taberî, Câmi’u’l-Beyân adlı meşhur tefsirini bitirir bitirmez (903) bu eserine başlayıp 916’da eserini tamamlamıştır. Eser, tarihin tanımının yapıldığı meşhur bir ’Mukaddime’yi takiben en eski devir peygamber ve hükümdar tarihleri ile başlar. Daha sonra sırasıyla Sasanî devri tarihi, Peygamber ve Dört Halife devri tarihi, Emeviler tarihi ve Abbasiler tarihi gibi bölümlere ayrılmış, 915 senesi olayları ile son bulmuştur. Yazıldıktan sonra birçok tarihçiyi etkileyen esere zeyiller yazılmış, böylece daha geniş bir tarihî dönemi kapsamasına zemin hazırlanmıştır. Taberî, eserindeki bilgileri sözlü ve yazılı kaynaklardan almış, bunları herhangi bir tenkit süzgecinden geçirmeksizin olduğu gibi metnine dahil etmiştir. Eserin orijinal olmasını sağlayan en önemli unsur budur. Eser, birçok tarihçiyi derinden etkilemiştir. Öyle ki İbn Miskeveyh, Ebu’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, İbnü’l-Esîr, İbn Kesîr ve İbn Haldun gibi tanınmış tarihçiler, eserlerinde Taberî Tarihi’ni esas almaktan, hatta yer yer onu özetlemekten kaçınmamışlardır. Aynı zamanda bir hukukçu olan Taberî, fakihler arasındaki ihtilafları konu edinen İhtilâfü’l-fukahâ isimli eserinde Hanbelî mezhep mensuplarının tepkisini de çekmiştir. Taberî fıkıh alanındaki otoritesi sebebiyle kendi adıyla da anılan Cerîriyye adıyla anılan fakat daha sonra izleyicileri kalmayarak kaybolan mezhebin de imamı olup müçtehit derecesinde bir fakihtir. Yazdığı Câmi’u’l-beyân ’an te’vîli âyi’l-Kur’ân isimli tefsiri sebebiyle “îmâmü’l-müfessirîn” (müfessirlerin imamı) olarak meşhur olduğu gibi, tarih alanında yazdığı Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk ve Zeylü’l-müzeyyel gibi eserleri sebebiyle de “şeyheü’l-müverrihîn” (tarihçilerin şeyhi) adıyla meşhur olmuştur.

II – İSLAM HUKUKU VE HUKUK METODOLOJİSİNİN GELİŞİMİ

A. HUKUK METODOLOJİSİ

“Fıkıh” ve “fıkıh usulü”, İslam hukuku ve İslam hukuk metodolojisini ifade eden terimlerdir. Gerek İslam hukukuyla gerekse hukuk metodolojisiyle ilgilenen kimseye “fakîh” denir. İslam dini birbirine bağımlı inançlar, tercihler ve davranışların oluşturduğu tümdengelişli bir sistemdir. Yani bütün davranışlar belirli tercihlerden, bütün tercihlerse İslam inanç esaslarını belirleyen Kur’ân ve sünnet gibi temel yasama (teşrî) kaynaklarından ortaya çıkar. Bununla birlikte koşulların yarattığı zorunluluklar, bazı hükümlerin uygulanmasını askıya alabilir veya sınırlandırabilir. İslam hukukunda benimsenen genel ilkeye göre “zorunluluklar haramları mübah kılar.” Dolayısıyla toplumsal hayatı belirleyen ve zamana göre farklı şartlar içerisinde gerçekleşebilen davranışlardan, İslam inanç esaslarına hangilerinin uygun olduğu İslam hukukuyla, yasal sayılan davranışların temel yargılardan nasıl çıkarılacağıysa İslam hukuk metodolojisiyle belirlenmiştir. Yasamanın temel kaynakları, Arapça olan Kur’ân ve sünnet olduğu için, çeşitli şubeleriyle Arap dilbiliminin İslam hukuk metodolojisinde her zaman ağırlıklı bir yeri olmuştur. Mantığın Arap dilbilimi içerisine nüfuz etmesi sonucu zamanla mantık da İslam hukuk metodolojisinde özellikle “fikhî kıyas” başlığı altında yer edinmiş, hem fakîhler hem de filozoflar tarafından incelenmiştir.

Fıkıh usulü veya İslam hukuku metodolojisi, terim olarak “fakihin, şer’î ve amelî hükümleri (itikâdî ve ahlâki değil), tafsîlî delillerden (her bir şeyin hükmünü gösteren cüz’î delil) çıkarmasına yarayan kurallar bütünü veya bunun kural ve usullerini bildiren ilim” anlamındadır. Kitap ve sünnetten hüküm çıkartmayı amaçlayan bu ilmin konusunu genel hatlarıyla;

a) Kendisiyle şer’î bir hükme ulaşmayı mümkün kılan deliller (kitap, sünnet, icma, kıyas vb.),

b) Şârî’nin (Allah’ın), isteme, istememe veya serbest bırakma gibi mükellefin fiillerine hitap eden şer’î hükümler (farz, haram, mübah, mekruh, mendûb vs.)

c) Hüküm çıkartılırken uyulması gereken kaidelerle lafızların delaletleri oluşturmaktadır.

Fıkıh usulü ilminin tedvininde başlangıçtan itibaren üç metot vardır. İlki daha çok önce usûl ve akli istidlaller temelinde, usûle ait meselelerin fıkıh örneklerinden ayrıldığı daha çok kelam âlimleriyle Şafii âlimlerinin oluşturduğu mütekellimin (kelamcılar) usûlüdür. İkincisi, kaidelerinin fıkhın tatbikatından çıkartıldığı, bahislere dair çokça örneklerin verildiği metottur. Bu, daha çok Hanefi fakihlerince takip edilmesi sebebiyle ’Hanefi usulü’ olarak anıldığı gibi “Fukahâ usûlü” olarak da meşhurdur.

Şâfiî’nin er-Risâle’sinden sonra onun eserini şerheden, onu eleştiren veya kendi usûlünü kurmaya çalışan birçok usûl âlimi gelmiştir. Şâfiî (204/820) ile Cassas (370/980) arasındaki bu dönemde yazılan eserlerin hemen hemen hiçbiri günümüze ulaşmamıştır. Ancak sonraki eserlerde bu eserlerden yapılan birçok alıntı bulunmaktadır.

Bütün bir İslam hukuku sırasıyla Kur’ân, sünnet, icmâ ve kıyas ilkelerine dayanmaktadır. İslam’ın oluşumunda olduğu kadar İslam hukukunun da gelişmesinde Hz. Muhammed örneğini her hususta gözlemleyerek izlemek (sahabe), gözlemleyenleri gözlemlemek ve izlemek (tabiûn) ve bunları gözlemleyerek izlemek (tebeu’t-tâbiîn) İslam hukukuna kaynaklık etmesi bakımından riayet edilen bir sıradüzenini ifade eder.

1.Kur’an : Temel Hükümler

Kur’ân, İslam dininin olduğu gibi İslam hukukunun da birinci temeli olması bakımından, İslam hukukuyla ilgili bütün ana hükümlerin ya doğrudan doğruya kendisinde bulunduğu ya da kendisinden çıkarıldığı kaynaktır.

“O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı” (Kur’ân 2: 29).

“De ki: Gelin, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım:

O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.

Ana-babaya iyilik edin.

Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de onların da rızkını biz veririz.

Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın.

Ve Allah’ın yasakladığı cana haksız yere kıymayın. İşte bunlar Allah’ın size emrettikleridir. Umulur ki düşünüp anlarsınız.

Rüşd çağına erişinceye kadar, yetimin malına, sadece en iyi tutumla yaklaşın.

Ölçü ve tartıyı adaletle yapın. Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz.

Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız dahi olsa adaletli olun.

Allah’a verdiğiniz sözü tutun. İşte Allah size, iyice düşünesiniz diye bunları emretti” (Kur’ân 6: 151–152).

“Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder” (Kur’ân 4: 58).

“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz –Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız– onu Allah’a ve Resul’e götürün; bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir” (Kur’ân 4: 59).

“Onlara güven ve korkuya dair bir haber gelince hemen onu yayarlar; halbuki onu Resul’e veya aralarında yetki sahibi kimselere bıraksalardı, onların arasından işin içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi” (Kur’ân 4: 83).

“Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kitab’ı hak ile indirdik” (Kur’ân 4: 105).

“Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber’e karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir” (Kur’ân 4: 115).

“Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et… Yoksa onlar (İslam öncesi) cahiliye idaresini mi arıyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?” (Kur’ân 5: 49–50).

“Hüküm sadece Allah’a aittir” (Kur’ân 12: 40).

“Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorun” (Kur’ân 16: 43).

“İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’ân’ı indirdik” (Kur’ân 16: 44).

“Bu kitabı da sana her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik” (Kur’ân 16: 89).

“Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt verir” (Kur’ân 16: 90).

“Ey akıl sahipleri, ibret alın” (Kur’ân 59: 2).

“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine ’Of!’ bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle. Onları esirgeyerek alçak gönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: ’Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara öyle rahmet et!’ diyerek dua et. Rabbiniz sizin kalplerinizdekini çok iyi bilir. Eğer siz iyi olursanız, şunu bilin ki Allah, kötülükten yüz çevirerek tövbeye yönelenleri son derece bağışlayıcıdır.

Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma. Zira böylesine saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdırlar. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür. Eğer Rabbinden umduğun bir rahmet için onların yüzlerine bakamıyorsan, hiç olmazsa kendilerine gönül alıcı bir söz söyle.

Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun. Rabbin rızkı dilediğine bol verir, dilediğine daraltır. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır, onları çok iyi görür.

Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz onların da, sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur.

Zinaya yaklaşmayın; zira o, bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur.

Haklı bir sebep olmadıkça, Allah’ın, haram kıldığı cana kıymayın. Bir kimse zulmen öldürülürse, onun velisine (hakkını alması için) yetki verdik. Ancak bu veli de kısasta ileri gitmesin; zaten (kendisine bu yetki verilmekle) o, alacağını almıştır.

Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar, ancak en güzel bir niyetle yaklaşın,

Verdiğiniz sözü de yerine getirin; çünkü verilen söz sorumluluğu gerektirir.

Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu, hem daha iyidir hem de neticesi bakımından daha güzeldir.

Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.

Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir, ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.

Bütün bu sayılanların kötü olanları, Rabbinin nezdinde sevimsizdir.

İşte bunlar Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdir…” (Kur’ân 17: 23–39).

2.Hadisler

Sünnet veya hadisler, İslam dininin olduğu gibi İslam hukukunun da Kur’ân’dan sonraki ikinci temeli olması bakımından, İslam hukukunda ya Kur’ân’da bulunmayan hükümleri veren ya da kendisinden hareketle yeni hükümlerin çıkarıldığı kaynaktır. İlkece sünnet, Kur’ân’ı tamamlayan bir hukuk kaynağıdır ve Kur’ân’ın hükümleri ile sünnetteki hükümler, birbiriyle çelişemezler.

Hz. Muhammed, Muâz b. Cebel’i Yemen’e göndermek istediğinde ona “Hüküm vereceğin bir konu ortaya çıkarsa nasıl hüküm vereceksin?” dedi. Muâz: “Allah’ın kitabıyla hüküm vereceğim” dedi. Hz. Peygamber: “Eğer Allah’ın kitabında bulamazsan?” dedi. Muâz: “O zaman Allah’ın elçisinin sünnetiyle” dedi. Hz. Peygamber: “Pekiyi, ne Allah’ın elçisinin sünnetinde ne de Allah’ın kitabında bulamazsan?” dedi. Muâz: “Kendi görüşümle ictihad eder ve bu konuda elimden gelen gayreti gösteririm” dedi. Hz. Peygamber onun göğsüne vurdu ve: “Allah’a hamdolsun ki; o, Peygamberin elçisini, Peygamberi memnun eden bir cevap vermeye muvaffak kılmıştır” dedi.

Ebû Dâvûd, Akdiye, 11; Tirmizî, Ahkâm 3.

Benim sözümü işitip başkasına ulaştırmak için onu ezberleyen kişinin Allah yüzünü ağartsın! Kendisinden daha fakih/anlayışlı olan bir kimseye fıkıh (bilgisi) taşıyan ne kadar çok insan vardır ve fakih olmadığı halde fıkıh taşıyan ne kadar çok insan vardır.

Ebû Dâvûd, İlim 10; Tirmizî, İlim 7.

Allah ümmetimi sapıklık üzerine birleştirmez.

Ebû Dâvûd, Fiten, 1; Tirmizî, Fiten 7.

Hâkim hüküm verirken ictihad eder ve isabet ederse iki sevap alır; hüküm verirken ictihad eder ama yanlış yaparsa bir sevap alır.

Buharî, İtisam 21; Müslim, Akdiye 15.

el-Kütübü’s-sitte ve şurûhuhâ 1412/1993. İstanbul: Çağrı Yayınları; Tunus: Dâru Sahnûn.

Çeviren: Mehmet Boynukalın

4. İlk Halife ve Kadıların İzledikleri Yön

Hz. Peygamber’den sonra onun yanında yetişmiş olan sahabîler ve özellikle halife seçilenlerin fıkıh usûlüne dair söz ve görüşleri önem taşımaktadır. Hz. Peygamber’in en yakın iki sahabisi/arkadaşı ve hayatı boyunca her konuda yardımcısı olan Hz. Ebû Bekir (13/634) ve Hz. Ömer’in (23/644) söz ve uygulamaları fıkıh ve usûl bakımından ayrı bir öneme sahiptir. Hatta kimi alimler Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in ittifak etmelerini başlı başına bir delil/hüccet olarak kabul etmiştir. Hz. Ebû Bekir, Hz. Peygamber’in vefatından sonra halife seçilmiş ve iki yıl halifelik yapmış, Hz. Ömer ise Hz. Ebû Bekir’in vefatından sonra halife seçilmiş ve on yıl halifelik yapmıştır.

Hz. Ebû Bekir kendisine davacılar geldiğinde Kur’ân’a bakar, onların arasında vereceği hükmü Kur’ân’da bulursa onunla hükmederdi. Kur’ân’da bu konuda hüküm yoksa ve o, Hz. Peygamber’in konuyla ilgili sünnetini biliyorsa onunla hükmederdi. Hükmü sünnette de bulamazsa çıkar ve Müslümanlara: “Bana şöyle bir mesele geldi. Hz. Peygamber’in bu konuda bir hüküm verdiğini biliyor musunuz?” derdi. Bazen bir grup insan onun yanında toplanır ve hepsi Hz. Peygamber’in bu konuda verdiği hükmü anlatır, Hz. Ebû Bekir de: “Peygamberimizden (aldığı bilgiyi) ezberleyip koruyanları içimizde bulunduran Allah’a hamdolsun” derdi. Eğer Hz. Peygamber’den bu konuda aktarılan ve bilinen bir sünnet bulmakta zorlanırsa insanların ileri gelenlerini ve en iyilerini toplar, onlarla istişare eder ve onların hepsi aynı görüşte birleşirse onunla hükmederdi. Hz. Ömer de aynı şeyi yapardı; eğer Kur’ân ve sünnette aradığını bulmakta zorlanırsa Hz. Ebû Bekir’in o konuda verdiği bir hüküm var mı diye bakar ve eğer Hz. Ebû Bekir’in o konuda bir hüküm verdiğini öğrenirse onunla hükmederdi; yoksa Müslümanların ileri gelenlerini çağırırdı; eğer onlar bir görüş üzerinde birleşirlerse onunla hükmederdi.

Beyhakî. es-Sünenü’l-kübrâ, Beyrut, Dârü’l-Ma’rife, ts., X, 114-115.

Hz. Ömer Şam’da görev yapan genç bir kadıyı çağırdı ve ona: “Ne ile hükmediyorsun?” dedi. Kadı: “Allah’ın kitabıyla” dedi. Hz. Ömer: “Allah’ın kitabında aradığın hükmü bulamazsan?” dedi. Kadı: “O zaman Rasûlullah’ın verdiği hükümle hükmederim” dedi. Hz. Ömer: “Rasûlullah’ın verdiği hükümler arasında aradığın hükmü bulamazsan?” dedi. Kadı: “O zaman Ebû Bekir ve Ömer’in verdiği hükümlerle hükmederim” dedi. Hz. Ömer: “Onların verdiği hükümler arasında aradığın hükmü bulamazsan?” dedi. Kadı: “O zaman Kendi re’yimle/görüşümle ictihad ederim” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer: “Sen Şam’ın kadısı olmaya layıksın” dedi.

el-Hâkimü’ş-şehîd. el-Kâfî, Atıf efendi kütüphanesi, no. 1005, I, 216a.

İlk Müslümanlardan olan Abdullah b. Mes’ud (ö. 32/653), sahabe içinde ilim ve ahlakıyla tanınan bir simaydı. Uzun süre Hz. Peygamber’in hizmetinde bulunan Abdullah b. Mes’ud, insanlara İslâm’ı öğretmesi ve kadılık yapması için, Hz. Ömer tarafından Kûfe şehrine gönderilmiştir.

Bir gün Abdullah b. Mes’ud’a çok soru sordular. Bunun üzerine Abdullah b. Mes’ud şunları söyledi: “Bir zamanlar kadı ve makam sahibi değildik. Sonra Yüce Allah gördüğünüz mevkiye gelmemizi takdir etti. Bugünden sonra içinizden birisi kadı olursa Allah’ın kitabında bulunanla hükmetsin. Allah’ın kitabında aradığını bulamazsa Rasulullah’ın verdiği hükümle hükmetsin. Rasulullah’ın verdiği hükümlerde aradığını bulamazsa salih insanların verdiği hükümle hükmetsin. Bunu da bulamazsa kendi görüşüyle ictihad etsin ve “Ben korkarım” demesin. Helâl açıktır, haram da açıktır. Bu ikisinin arasında şüpheli şeyler vardır; bunlara gelince, şüphelendiğin şeyi terk et, şüphelenmediğin şeyi kabul et.

Nesaî. Âdâbü’l-kudât 11

el-Hâkimü’ş-şehîd, el-Kâfî. Atıf efendi kütüphanesi, no. 1005, I, 216a.

Allah kullarının kalplerine baktı. Hz. Peygamber’in kalbinin kullarının kalpleri içinde en iyisi olduğunu gördü. Onu seçip elçisi olarak gönderdi. Hz. Peygamber’in kalbinden sonra kullarının kalplerine bir daha baktı. Onun arkadaşlarının kalplerinin kullarının kalpleri içinde en iyisi olduğunu gördü. Onları peygamberinin vezirleri ve dini için savaşan insanlar kıldı. Dolayısıyla Müslümanların iyi gördüğü şey Allah katında da iyidir; Müslümanların kötü gördüğü şey Allah katında da kötüdür.

Hanbel, Ahmed b. 1413/1992. Müsned, I-VI, İstanbul, I, 379.

Çeviren: Mehmet Boynukalın

5. Medine’deki Dini ve Hukuki Uygulamaların Kaynak değeri Üstüne

Mezhep kurucusu, büyük fıkıh âlimi ve müctehit olan Mâlik b. Enes (ö. 179/795) Medine’de yaşamış ve Hicaz bölgesindeki İslam hukuk anlayışını temsil etmiştir. Maliki mezhebi günümüzde Mısır, Libya, Tunus, Cezayir ve Fas’ta yaygındır. Mâlik b. Enes sünnet ve hadislere uyma, özellikle de “amelü ehli’l-Medine” adıyla bilinen Medine halkı ve âlimleri tarafından kabul edilen dinî ve hukuki uygulamalara bağlılığıyla tanınmıştır. Rivayet ettiği hadis ve uygulamaları topladığı eseri el-Muvatta meşhur olmuştur. Mâlik b. Enes’in Medine’deki uygulamaları esas alması diğer bilginler tarafından eleştirilmiştir. Mâlik b. Enes’le tanışmış olan Leys b. Sa’d (ö.175/791) Mısır’da ikamet eden müctehid âlimlerden biriydi. Leys b. Sa’d’ın Medine’deki uygulamaya aykırı düşen bazı fetvalar verdiğini duyan Mâlik b. Enes ona bu konuyu içeren bir mektup yazmış, Leys b. Sa’d da ona aynı şekilde bir mektupla cevap vermiştir. Her iki mektup tarih ve biyografi kaynaklarında yer almaktadır. Aşağıda Mâlik b. Enes ve Leys b. Sa’d’ın mektupları peş peşe verilmektedir.

Mâlik b. Enes’in Leys b. Sa’d’a Gönderdiği Mektup

Mâlik b. Enes’ten Leys b. Sa’d’a

Selamün aleyküm (Selâmet/Esenlik üzerine olsun). Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a hamdederim. Allah gizli ve açık her halimizde sizi ve bizi kendisine itaat etmemizi sağlayarak korusun, bizi ve sizi her türlü kötülükten muhafaza etsin.

Sana yazdığım şu anda ailem ve çocuklarım hepimiz iyiyiz, Allah’a hamdolsun. Bana mektubun ulaştı. Mektubunda halini ve Allah’ın sana verdiği nimetleri anlatıyorsun. Bunun için memnun oldum ve Allah’ın sana ve bize verdiği güzel nimetleri devam ettirmesini ve bizi ona şükretmeye muvaffak kılmasını dilerim. Senin bana gönderdiğin kitapları bendeki asıllarıyla karşılaştırmamı ve sana geri göndermemi istemişsin, bunu yaptım ve senin istediğin şekilde içinde bulunan bazı yanlışları düzelttim, her bir kitabı mühürledim, mührümde “Hasbiyallah ve nime’l-vekil” yazmaktadır. Senin dostluğunu korumak ve dileğini yerine getirmekten memnunum ve sen buna layıksın. Bir süre bu kitapları sana göndermeyi geciktirdim; çünkü hac mevsiminin bitmesini bekliyor ve onları mektubunu bana getiren kişiyle geri göndermeyi istiyordum. Ona bu mektup ve kitapları verdim ve senin hak ve yakınlığının gerektirdiği şekilde bu kitaplarla ilgili elimden gelen gayreti gösterdim. Senin böyle bir konuda bana başvurman beni sana bir tavsiyede bulunmaya teşvik etti ve senin katında bu tavsiyemin kabul görmesini ümit ettim. Senin hakkında görüşüm öteden beri iyi olmakla birlikte bu günden önce sana bu tavsiyede bulunmamamın sebebi senin bu tür konularda bana daha önce danışmaman ve bana mektup yazmamandır.

Bil ki; senin –Allah’ın rahmeti üzerine olsun– bizim burada içinde bulunduğumuz şehirde (Medine’de) yaşayan insanların bildiğine aykırı ve farklı görüşlerle insanlara fetva verdiğini duydum. Güvenilirliğin, üstünlüğün, memleketindeki halkın sana verdiği değer, oradaki insanların sana olan ihtiyacı ve senden duyduklarına itimat etmeleri sebebiyle sen, kendi iyiliğin için endişe etmek ve uymakla kurtulmayı umduğumuz şeylere uymak durumundasın. Yüce Allah kitabında şöyle der: “İslâm’ı ilk önce kabul eden Muhâcirler ve Ensar4 ile, iyilikle onlara uyanlar var ya, işte onlardan Allah razı olmuştur…” (Kur’ân 9: 100) ve şöyle demiştir: “Sözü dinleyip onun en güzeline uyan kullarımı müjdele…” (Kur’ân 39: 17–18).

İnsanlar Medine halkına uyarlar; çünkü hicret oraya yapılmıştır; Hz. Peygamber onların arasındayken Kur’ân orada inmiş, helâl ve haram orada bildirilmiştir. Onlar vahye ve Kur’ân’ın inişine şahit olmuşlardır. Hz. Peygamber onlara emreder ve onlar itaat ederdi; onlar için hüküm koyar ve onlar buna uyardı. Allah onun ruhunu alana ve kendi katındakini onun için seçene kadar durum böyle devam etti, Allah’ın salât, rahmet ve bereketi onun üzerine olsun.

Sonra onun ardından ümmetinden ona en çok uyan ve ondan sonra işi üstlenenler başlarına gelen olaylarda hükümler verdiler; bildiklerini uyguladılar; bilmediklerini ise sordular ve gerek ictihadlarıyla, gerekse Hz. Peygamber dönemine yakın olmaları itibariyle o konuda ulaştıkları en güçlü kanaate uydular. Onlara birisi karşı çıktığında veya bir adam başka bir görüşün bundan daha güçlü ve öncelikli olduğunu söylediğinde onun görüşü terkedilir ve başkasıyla amel edilirdi.

Sonra onların ardından gelen ve onlara uyanlar aynı yolu izlediler ve aynı sünnetlere uydular. Bir iş Medine’de yaygın şekilde biliniyor ve uygulanıyorsa kimsenin buna karşı çıkmasını doğru görmem; çünkü onlar kimsenin yalan yoluyla sahiplenemeyeceği bir mirasa sahiptir. Diğer şehir halkları: “Bizim şehrimizde uygulama bu yöndedir ve bizden öncekiler de bu şekilde hareket ediyordu deseler bundan emin olamazlar ve Medine halkı için söylenen şey onlar için söylenemez.

4 Muhacirler Mekke’den Medine’ye göç eden Müslümanlar, Ensar ise Medine’nin yerli halkından Müslüman olanlardır.

Benim sana yazdıklarımı kendin için düşün –Allah’ın rahmeti üzerine olsun– ve şunu bil: Ben öyle ümit ediyorum ki; beni sana bunları yazmaya iten tek sebep Allah için öğüt vermek, senin iyiliğini düşünmek ve seni esirgemektir.

Her işte ve her durumda Allah bizi ve sizi kendisine ve peygamberine itaat etmeye muvaffak kılsın. Yüce Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun.

el-Fesevî, Yakub b. Süfyan 1410. el-Ma’rife ve’t-târîh, nşr. Ekrem Ziya el-Umerî, Medine, Mektebetü’d-Dâr, I, 695–697; Kadı Iyaz 1418/1998. Tertîbü’l-Medârik (nşr. M. Sâlim Hâşim), I, s. 21. 

Çeviren: Mehmet Boynukalın

Leys b. Sa’d’ın Mâlik b. Enes’e Gönderdiği Mektup

Selamün aleyküm. Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a hamdederim. Allah bize ve size afiyetler versin, dünya ve ahirette sonumuzu güzel kılsın.

Halinizin iyi olduğunu ifade ettiğiniz mektubunuz bana ulaştı, buna memnun oldum, Allah iyiliğinizi devamlı kılsın, sizi kendisine şükretmeye muvaffak etsin, ihsanını artırıp üzerinizdeki nimetini tamama erdirsin.

Sana gönderdiğim kitaplara baktığını, onları düzelttiğini ve onları mührünle mühürlediğini ifade etmişsin. Bu kitaplar bana ulaştı, onlarla ilgili yaptıkların için Allah senden razı olsun; bu kitaplar sana nispet edilerek bize gelmişti; ben de senin onlara bakmanı ve bu şekilde kitapların gerçeğini öğrenmek istedim.

Ayrıca, sana gönderdiğim ve kitaplarımı düzeltmeni istediğim mektubumun, seni bana öğüt verme hususunda cesaretlendirdiğini ve verdiğin bu öğüdü önemsememi istemişsin… Bu yazdıklarında isabet etmişsin ve mektubu senin benden istediğin şekilde algıladım ve okudum.

Ortağı olmayan ve âlemlerin rabbi olan Allah’a hamdolsun ki; ilim sahibi olduğu söylenenler arasında, aykırı (şaz) fetvalardan nefret etme, önceki Medine âlimlerini üstün görme ve görüş birliği içinde oldukları konularda onların fetvasına uyma hususlarında benden daha ileride olan kimse bilmiyorum.

Hz. Peygamber’in Medine’de ikamet etmesi, ashabının arasındayken orada Kur’ân’ın ona inmesi, Allah’ın onlara Kur’ân’dan öğrettikleri ve insanların bu konuda onlara uyması hususlarında söylediklerin tamamen dediğin gibidir.

Yazdığın “İslâm’ı ilk önce kabul eden Muhâcirler ve Ensar ile, iyilikle onlara uyanlar var ya, işte onlardan Allah razı olmuştur…” (Kur’ân 9: 100) âyetine gelince, İslâm’ı ilk kabul edenler Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla onun yolunda cihad etmek için seferlere çıkmışlar, ordu-şehirler kurmuşlar, insanlar onların etrafında toplanmış, onlar da bu insanların arasında Allah’ın kitabını ve peygamberinin sünnetini yaymış, bildikleri hiçbir şeyi onlardan saklamamışlardır. Her bir ordu-şehirde onlardan bir grup bulunuyor, Allah’ın kitabını ve peygamberinin sünnetini öğretiyor, Kur’ân ve sünnetin açıklamadığı hususlarda reyleriyle/görüşleriyle ictihad ediyorlardı. Bu hususta Müslümanların kendilerini yönetmek için seçtikleri Ebû Bekir, Ömer ve Osman önde gidiyordu. Bu üç kişi Müslümanların ordu-şehirlerini ihmal etmiş veya onlardan habersiz değildi; tam aksine onlar küçük konularda bile dinin emrinin yerine getirilmesi ve Kur’ân ve sünnete bağlı kalınıp ihtilafa düşmekten kaçınılması için oralara mektuplar gönderiyorlardı. Onlar bu şekilde, Kur’ân’ın açıkladığı, Hz. Peygamber’in uyguladığı veya ondan sonra kendi aralarında birbirlerine danıştıkları her konuyu insanlara öğrettiler. Hz. Peygamber’in ashabının, Ebû Bekir, Ömer ve Osman dönemlerinde Mısır, Şam ve Irak’ta uyguladıkları ve vefat edene kadar değiştirmeden uygulamaya devam ettikleri hususlarda, bugün Müslümanların şehirlerinde yaşayanların, kendilerinden önceki Hz. Peygamber’in ashabından ve onlara uyan ikinci nesilden (tâbiinden) oluşan seleflerinin ortaya koymadığı yeni bir uygulamayı ortaya çıkarmalarını biz de kabul etmiyoruz. Bununla birlikte Hz. Peygamber’in ashabı fetva verirken birçok konuda farklı görüşler ortaya koymuşlardır; senin bunları bildiğini bilmeseydim örneklerini burada yazardım.

Onlardan sonraki nesil (tâbiin), meselâ Saîd b. Müseyyeb (94/713) ve emsalleri, Hz. Peygamber’in ashabından sonra birçok konuda çok farklı görüşler ortaya koymuşlardır.

Onlardan sonra gelenler de farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Medine’de ve başka yerlerde bu nesilden olanlara yetiştik. Bunların başında İbn Şihâb ez-Zührî (124/742) ve Rebîa b. Ebû Abdurrahman (136/753) geliyordu. Rebîa’nın önceki nesillerin kimi görüşlerine aykırı görüşler ortaya koyduğunu sen de biliyorsun ve buna şahit oldun. Ben, onun hakkında senin ve Medinelilerden görüşlerine güvenilen Yahya b. Said (143/760), Ubeydullah b. Ömer (147/764), Kesir b. Ferkad ve Kesir’den daha yaşlı olan başkalarının sözlerini işittim. Hoşuna gitmeyen bu sözler yüzünden sen onun meclisinden ayrılmak zorunda kalmıştın. Ben, seninle ve Abdülaziz b. Abdullah’la (164/780) Rebîa’nın gözünden kaçan bazı hususları müzakere etmiştim ve siz benim yanlış bulduğum hususlarda bana muvafakat etmiştiniz, benim yanlış bulduğumu siz de yanlış bulmuştunuz. Bununla birlikte Rebîa’da – Allah’a hamdolsun– çok hayır, güçlü bir akıl, üstün bir dil, açık bir fazilet, İslâm üzere güzel bir yol izleme, genelde kardeşlerine ve özelde bize karşı sadık bir dostluk vardır. Allah ona rahmet eylesin, onu affetsin ve yaptıklarının sevabını fazlasıyla versin.

Kendisiyle görüştüğümüzde veya birimiz kendisiyle yazıştığında İbn Şihâb’ın (124/742) birçok defa farklı görüş açıkladığı olurdu. Bazen bir şeyde –görüş ve bilgisinin üstünlüğüne rağmen– birbiriyle çelişen üç çeşit cevap yazar ve o konuda daha önce açıkladığı görüşünü hatırlamazdı.

İşte terk etmemi yanlış bulduğun görüşleri ben bu sebeplerle terk ediyorum. (Meselâ) yağmurlu gecelerde Müslümanların şehirlerinde namazların cemedilmesi (akşam ve yatsı namazlarının birlikte kılınması) konusunda onu ayıplayıp yanlış bulmamı sen de biliyorsun. Şam’ın yağmuru Medine’nin yağmurundan Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği kadar fazla olmasına rağmen orada hiçbir imam yağmurlu gecelerde namazları cemetmemiştir. Onların içinde Ebû Ubeyde b. Cerrah (18/639), Halid b. Velid (21/642), Yezid b. Ebû Süfyan (18/639), Amr b. As (43/664) ve Muaz b. Cebel (18/639) (gibi sahabiler) vardı. Hz. Peygamber’in “Helâl ve haram hakkında en bilgiliniz Muaz b. Cebel’dir” ve “Kıyamet günü Muaz âlimlerin bir adım önünde gelir” dediği bize ulaşmıştır. Yine onların içinde Şurahbil b. Hasene (18/639), Ebü’d-Derda (32/652) ve Bilal b. Rebah (20/641) bulunmaktaydı. Mısır’da Ebû Zer (32/652), Zübeyr b. Avvam (36/656) ve Sa’d b. Ebû Vakkas (55/675) bulunuyordu. Humus’ta Bedir savaşına katılmış yetmiş sahabi vardı. Irak’ta ve Müslümanların yaşadıkları şehirlerde İbn Mes’ud (32/653), Huzeyfe b. Yeman (36/656) ve İmran b. Husayn (52/672) bulunuyordu. Ali b. Ebû Talib (40/661) senelerce Irak’ta kaldı ve yanında birçok sahabi vardı ve bunların hiç biri akşam ve yatsı namazlarını cemetmedi.

Bir şahidin şahitliği ve hak sahibinin yeminiyle hüküm verme meselesi de buna benzer. Sen eskiden beri Medine’de bu şekilde hüküm verildiğini biliyorsun; ama Şam, Humus, Mısır ve Irak’ta bulunan Hz. Peygamber’in ashabı bu şekilde hüküm vermemişlerdir ve bu şekilde hüküm vermeleri için doğru yolu izleyen halifeler: Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali onlara bir yazı da yazmamışlardır. Sonra Ömer b. Abdülaziz (101/720) halife olunca –ki; onun sünnetleri ihya, dinin hükümlerini yerine getirmede ciddiyet, görüşte isabet ve daha öncekilerin uygulamalarını bilme hususlarındaki durumunu biliyorsun- Ruzeyk b. Hakim ona yazdığı mektupta şöyle dedi: ’Sen Medine’de (valiyken) bir şahidin şahitliği ve hak sahibinin yeminiyle hüküm verirdin’. Ömer b. Abdülaziz ise ona şu cevabı yazdı: “Medine’de biz öyle hüküm veriyorduk; Şam’a gelince buranın halkının böyle yapmadığını gördük; artık iki güvenilir erkek ya da bir erkek ve iki kadının şahitliği olmadan hüküm vermeyiz.” Ayrıca o, yağmurlu gecelerde akşam ve yatsı namazlarını hiç cemetmemiştir; halbuki bazen Hunasıra’da oturduğu evinin üstüne yağmur bardaktan boşanırcasına yağardı.

Buna benzeyen başka bir mesele şudur: Medineliler kadınların mehri7 konusunda şöyle hüküm verirler: Bir kadın dilediği vakitte müeccel (tecil edilen, sonraya bırakılan) mehrinin hemen ödenmesini isteyebilir ve bu durumda mehri ona ödenir. Irak, Şam ve Mısır halkı da bu konuda Medinelilerle aynı görüştedir. Ancak Hz. Peygamber’in ashabından ve onlardan sonraki nesilden (tâbiinden) hiçbir kimse ölüm ya da boşanma –ki kadın bu durumda hakkını ister– sebebiyle eşlerin ayrılması durumu dışında kadına müeccel mehrinin verilmesine hükmetmemiştir.

Bir diğer mesele şudur: Medineliler, dört ay geçse bile, hâkim neye karar verdiğini sormadığı sürece, îlâ yapan (eşinden uzak durmaya yemin eden) kimsenin boşanmış sayılmayacağı görüşündedir. Bu görüş Abdullah b. Ömer’den rivayet edilmekteydi. Halbuki Nâfi (117/735) bana, Kur’ân-ı Kerim’de geçen îlâ hakkında Abdullah b. Ömer’in (73/692) şöyle dediğini aktardı: “Süre bittiğinde, îlâ yapan için Allah’ın emrettiği gibi eşine dönmek ya da boşanmaya kesin karar vermek dışında helâl olan bir seçenek yoktur.” Siz ise onun Kur’ân-ı Kerim’de belirtilen dört aydan sonra hâkim önüne çıkmadan beklemesi halinde boşanmış sayılmayacağını söylüyorsunuz. Bize ulaştığına göre Osman b. Affan (35/656), Zeyd b. Sâbit (45/665), Kabîsa b. Züeyb (86/705) ve Ebû Seleme b. Abdurrahman b. Avf (94/713) îlâ hakkında şöyle demişlerdir: ’Dört ay geçince bu bir bâin (dönüşü olmayan) boşanma sayılır’. Saîd b. Müseyyeb (94/713), Ebû Bekir b. Abdurrahman b. Hâris b. Hişam (94/713) ve İbn Şihab (124/742) ise: “Dört ay geçince bu bir boşanma sayılır ve iddet süresi içinde dönüş olabilir” demiştir.

Bir diğer mesele şudur: Zeyd b. Sâbit şöyle derdi: “Bir adam eşine boşanma yetkisi verdiği zaman, eşi evliliği devam ettirmeye karar verirse bu bir boşanma sayılır, kendisini üç defa boşarsa bu da geçerli olur.” Abdülmelik b. Mervan (86/705) bu yönde hüküm vermiştir. Rebîa b. Ebû Abdurrahman da bu görüşteydi. Halbuki insanların neredeyse hepsi kadının evliliği devam ettirmeye karar vermesi halinde bunun boşanma sayılmayacağı, kendisini bir veya iki defa boşaması halinde evliliğe dönüşün mümkün olduğu, kendisini üç defa boşaması durumunda ayrılığın kesinleştiği ve kadının ancak başka bir erkekle evlenip onunla birlikte olduktan sonra bu eşinin ölmesi veya onu boşaması durumunda eski eşine dönebileceği görüşündedir. Ancak adam aynı mecliste eşine: “Ben sana sadece bir defa boşama yetkisi verdim” derse kendisine yemin ettirilir ve eşiyle evli kalmasına müsaade edilir…

Ayrıca sizin, bizim uygun görmediğimiz bazı fetvalar verdiğinizi duyduk. Bunların bir kısmıyla ilgili sana mektup yazdım, ama bana cevap vermedin, ben de bunun hoşuna gitmediğini düşünerek yanlış bulduğum bazı konularda senin görüşünü eleştirmek için sana mektup yazmaktan vazgeçtim. O konulardan biri şuydu: Senin, istiska namazı kıldırmak isteyen Züfer b. Asım el-Hilâlî’ye namazı hutbeden önceye almasını emrettiğini duydum. Bunu çok yanlış buldum; çünkü hutbe ve istiska namazında Cuma namazının kılınışı örnek alınır; sadece imam hutbeyi bitirmeye doğru dua ederken ridasının (bedenin üst kısmını örten kumaş parçasının) içini dışına çevirir, sonra iner ve namazı kıldırır. Ömer b. Abdülaziz (101/720), Ebû Bekir b. Muhammed b. Amr b. Hazm (120/737) ve başkaları istiska namazı kıldırmış, hepsi hutbe ve duayı namazdan önce yapmıştır. İnsanların hepsi Züfer b. Asım’ın bu yaptığını saçma ve yanlış bulmuştur.

Bir diğer mesele şudur: Duyduğuma göre sen, her bir ortağın malı kendi başına nisap miktarına ulaşmadıkça ortakların mallarından zekât vermelerinin gerekmediği görüşündeymişsin. Hz. Ömer’in mektubunda onların mallarından zekât ödenmesi gerektiği ve ortakların kendi aralarında eşit bir şekilde hesaplaşacağı yazılıdır. Bu, Medine valiliği döneminde Ömer b. Abdülaziz (101/720) ve başkaları tarafından da uygulanmaktaydı. Kendi zamanında üstün âlimlerden sayılan Yahya b. Saîd (143/760) bunu bize anlatmıştı, Allah ona rahmet eylesin, onu affetsin ve cennetine yerleştirsin.

Bir diğer mesele şudur: Duyduğuma göre sen, bir adam iflas ettiğinde, daha önce ona mal satan kişi malın bedelinin (semenin) bir kısmını almış ya da müşteri bedelin bir kısmını harcamışsa, davacının malın ne kadarını buluyorsa o kadarını alması gerektiğini söylüyormuşsun. Halbuki eskiden beri insanlar şu görüştedir: Satıcı bedelin bir kısmını alır veya müşteri bedelin bir kısmını harcarsa borç artık malın aynıyla (kendisiyle) ödenmez.

Bir diğer mesele şudur: Sen Hz. Peygamber’in Zübeyr b. Avvam’a sadece bir at için ganimetten pay verdiğini söylüyorsun. Halbuki insanların hepsi Hz. Peygamber’in Zübeyr’e iki atı için dört pay verdiğini, üçüncü atı için pay vermediğini rivayet ediyorlar. Ümmetin tamamı, Şam, Mısır, Irak ve Afrika halkının hepsi bu hadiste görüş birliği içindedir, bu konuda aralarında hiç ihtilaf yoktur. Bunu güvenilir bir kişiden duymuş olsan da bütün ümmete karşı gelmemen gerekirdi.

Bunlara benzeyen başka birçok meseleye burada değinmedim. Uzakta olsan da varlığınla ünsiyet bulmamın yanında, insanlara faydalı olmanı umduğum ve senin gibi birisinin gitmesi halinde ortaya çıkacak boşluktan korktuğum için Allah’ın seni muvaffak kılmasını ve sana uzun ömür vermesini dilerim.

Senin benim katımda yerin ve hakkındaki görüşüm budur; bundan emin ol. Kendin, çocukların ve ailenin durumuyla ilgili haberlerine dair mektuplarını eksik etme. Senin veya ilgilendiğin herhangi bir kimsenin bir ihtiyacı olursa bana bildir; ben bundan sadece memnun olurum.

Bu mektubumu yazarken biz –Allah’a hamdolsun– iyiyiz ve afiyetteyiz. Bize verdiği nimetlere karşı şükretmeyi nasip etmesini ve bu nimetleri tamama erdirmesini Allah’tan dileriz. Allah’ın selam ve rahmeti üzerine olsun.

el-Fesevî, Yakub b. Süfyan 1410. el-Ma’rife ve’t-târîh (nşr. Ekrem Ziya el-Umerî), Medine, Mektebetü’d-Dâr, I, s. 687–695. 

Çeviren: Mehmet Boynukalın

6. İslam Dünyasında İlk Kanunlaştırma Teklifi : Abdullah b. Mukaffa

Mezhep kurucusu, büyük fıkıh âlimi ve müctehit olan Mâlik b. Enes (179/795) Medine’de yaşamış ve Hicaz bölgesinin fıkhını temsil etmiştir. Mâlikî mezhebi günümüzde Mısır, Libya, Tunus, Cezayir ve Fas’ta yaygındır. Mâlik b. Enes sünnet ve hadislere uyma, özellikle de “amelü ehli’l-Medine” adıyla bilinen Medine halkı ve âlimleri tarafından kabul edilen uygulamalara bağlılığıyla tanınmıştır. Rivayet ettiği hadis ve uygulamaları topladığı eseri “el-Muvatta” çok meşhurdur.

Abbasî halifesi Ebû Cafer el-Mansur’un (ö. 158/775) kâtibi Abdullah b. Mukaffa’ (ö. 142/759), halife için yazdığı raporda Mâlik b. Enes’in el-Muvatta başlıklı eserini kanunlaştırma teklifinde bulunmuştur.

… Bu iki bölge (Irak ve Şam) ve diğer şehir ve bölgelerle ilgili Emirü’l-müminîn’in (müminlerin emirinin, halifenin) bakması gereken başka bir husus ise kan, namus ve mal davalarında birbiriyle çelişen hükümlerin aşırı derecede artmış olmasıdır. Bir kişinin kan ve namusu Hîre’de13 helâl kılınırken Kûfe’de14 haram kılınmaktadır. Kimi zaman bu çelişki Kûfe’nin içinde yaşanabilmektedir; Kûfe’nin bir semtinde helâl kılınan şey başka bir semtinde haram kılınmaktadır. Ancak çok farklı olmalarına rağmen bu hükümler Müslümanların kan ve namusları hakkında geçerli sayılıp uygulanmaktadır. Bu hükümler emir ve hükümleri geçerli olan kadılar/hâkimler tarafından verilmektedir. Irak veya Hicazlılardan herhangi bir grup bu farklılıklarla ilgili görüşlerini ortaya koymaya gelince her bir grup kendi görüşünü böbürlenerek savunmakta ve diğer grubu küçümsemektedir. Bu sebeple bütün gruplar, akıl sahiplerinin işittiklerinde ayıpladıkları durumlara düşmüşlerdir.

Bunlardan sünnete bağlı olduğunu iddia edenler aslı olmayan bir şeyi sünnet gibi kabul edip, sünnet olduğunu iddia ettiği şey hakkında açık bir delil veya hüccet bulunmadan kan dökme gibi önemli bir meselede karar verebilmektedir. Bu konuda kendisine soru sorulduğunda Hz. Peygamber veya ondan sonra doğru yol üzere olan halifelerden birinin zamanında bu suç için ölüm cezası verildiğini söyleyememektedir. Onlara “Bu iddia ettiğiniz sünnete göre uygulanan ilk ölüm cezası hangisidir?” denildiğinde “Bunu Abdülmelik b. Mervan (86/705)15 veya onun gibi bir yönetici yapmıştır” demektedirler. Rey taraftarlarına gelince onların da kendi görüşlerine aşırı derecede güvendikleri ve Müslümanları ilgilendiren büyük meselelerde dahi hiç bir Müslümanın kendilerine muvafakat etmediği kimi görüşler ortaya koydukları, bu tür görüşlerin Kur’ân ve sünnete dayanmayıp, sadece kendi görüşlerine dayandığını itiraf etmelerine rağmen tek başlarına da kalsalar bu tür hükümleri uygulamaktan hiç çekinmedikleri görülmektedir.

Emirü’l-müminîn bu çelişik hüküm ve uygulamaların kendisine bir kitapta sunulmasını ve bu kitapta her grubun dayandığı sünnet ve kıyas gibi delillerin ortaya konulmasını emretse, sonra bunlara baksa ve her meselede Allah’ın kendisine ilham ettiği ve karar verdirdiği görüşünü uygulamaya koyup buna aykırı hüküm verilmesini yasaklasa ve bununla ilgili kuşatıcı kesin bir yazı yazsa ümit ederiz ki; doğrusu yanlışıyla karışmış bu hükümleri Allah tek ve doğru bir hüküm haline getirir ve Emirü’l-müminîn’in görüşü ve sözü sayesinde uygulamada birliğin sağlanması işlerin icmayla (görüş birliğiyle) düzene koyulmasına yol açar.

Hükümlerin çelişkili olmasına gelince bu ya önceki nesillerden çelişkili şekilde rivayet edilen, bir grubun bir şekilde, başka bir grubun başka bir şekilde uyguladığı bir şeydir ki; bu durumda doğru kabul edilmeye en layık olan kesim ve adalete en uygun olan görüşe bakılır; ya da bu kıyas yoluyla ulaşılan bir görüştür ve yanlış bir asla kıyas yapılarak çelişik görüşler ortaya konulmuş, doğrudan uzaklaşılmış ve işe yanlış bir benzetmeyle başlanmıştır; ya da bu görüşün sahibi kıyas konusunda aşırı gitmiştir; çünkü din ve hüküm işlerinde sürekli kıyas yapıp ondan hiç ayrılmayan büyük yanlışlara düşer, şüpheli hükümler verir ve kıyastan vazgeçmek istemediği için bildiği ve gördüğü yanlışı görmezden gelir.

İbn Mukaffa’, Abdullah 1409/1989. “Risaletü’s-sahâbe”, Âsâr İbnü’l-Mukaffa’, Beyrut, Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, s. 316–317.16

Çeviren: Mehmet Boynukalın

7. Hadislerin Kur’ana Aykırı Olmaması Şartı : Ebu Hanife

Ebû Hanîfe Numan b. Sâbit (ö. 150/767) meşhur mezhep imamı ve fıkıhta çığır açan büyük bir âlim ve müctehittir. Irak’ta Kûfe şehrinde yaşamış, yetişmiş ve ilmî faaliyetlerini sürdürmüştür. Irak bölgesinin ve rey taraftarlarının temsilcisi kabul edilen Ebû Hanîfe farazî/varsayımsal fıkıh meseleleri türetme ve öğrencileriyle bunları tartışmakla meşhur olmuştur. Kıyas ve istihsan gibi aklî yöntemlere sıkça başvurmuş ve rivayet edilen hadislerin kabulünde sıkı şartlar getirmiştir. Hanefî mezhebi günümüzde Türkiye, Türkî cumhuriyetler, Irak, Suriye, Pakistan, Hindistan ve Mısır’da yaygındır. Ebu Hanife’nin ders halkalarında ortaya koyduğu kelâm ve fıkıh alanındaki görüşleri öğrencileri tarafından kaydedilmiştir. Bunlar el-Fıkhu’l-ekber, el-Fıkhu’l-ebsat, el-Vasiyye, Risâle ilâ Osman el-Bettî ve el-Âlim ve’l-müteallim gibi eserlerdir. Sonuncu eserde Ebu Hanife’nin öğrencilerinden Ebû Mukatil Hafs b. Selm es-Semerkandî (ö. 208/824) farklı konularda sorular sormakta ve hocası Ebu Hanife’nin verdiği cevapları kaydetmektedir.

Öğrenci şöyle dedi: “Bir mümin zina ederse gömleğin çıkarıldığı gibi iman onun başından çıkarılır, sonra tövbe ederse imanı ona geri verilir” hadisini rivayet eden insanlar hakkında ne dersin? Onların sözü hakkında şüphe mi edersin yoksa onlara inanır mısın? Onlara inanırsan Haricîler’in görüşüne19 uymuş olursun… Onların sözünü yalanlarsan “Sen Hz. Peygamber’in sözünü yalanlıyorsun” derler; çünkü onlar bu hadisi Hz. Peygamber’e ulaşan raviler aracılığıyla rivayet etmişlerdir.

Hoca (Ebû Hanîfe) şöyle dedi: Onları yalanlarım. Onları yalanlamam ve rivayetlerini reddetmem Hz. Peygamber’i yalanlama anlamına gelmez. Hz. Peygamber’in sözünü yalanlamak bir adamın “Ben Hz. Peygamber’in sözünü yalanlıyorum” demesiyle gerçekleşir. Ama bir kişi “Ben Hz. Peygamber’in söylediği her şeye iman ederim, ancak Hz. Peygamber hiçbir zaman haksız olan bir şeyi söylememiş ve Kur’ân’a ters düşmemiştir” derse onun bu sözü Hz. Peygamber’i ve Kur’ân’ı doğrulama ve Hz. Peygamber’i Kur’ân’a ters düşmekten uzak tutma anlamına gelir. Eğer Hz. Peygamber Kur’ân’a ters düşseydi ve Allah’a karşı hak dışında bir söz isnad etseydi Allah onu bırakmaz, sağından yakalar ve şahdamarını keserdi; nitekim Allah Kur’ân’da şöyle buyurur: “Eğer o kimi sözleri bize yalandan isnad etseydi onu sağ elinden tutar ve şah damarını keserdik ve sizden hiç kimse onu koruyamazdı” (Kur’ân 69: 44–47). Allah’ın peygamberi Allah’ın kitabına ters düşmez ve Allah’ın kitabına ters düşen Allah’ın peygamberi olamaz. Onların bu rivayet ettikleri şey Kur’ân’a aykırıdır; çünkü Yüce Allah Kur’ân’da “Zina eden erkek ve kadın…” (Kur’ân 24: 2) demiş ve onlardan iman vasfını kaldırmamıştır. Yine Yüce Allah ’Sizden onu yapanlar (zina edenler)’ (Kur’ân 4: 16) demiş ve ’sizden’ demekle Yahudi ve Hıristiyanları değil Müslümanları kastetmiştir. Hz. Peygamber’den Kur’ân’a aykırı bir şeyi rivayet eden kişi(nin rivayetini) reddetme Hz. Peygamber’in sözünü reddetme ve onu yalanlama anlamına gelmez; bu Hz. Peygamber’den batıl bir şeyi rivayet edeni(n rivayetini) reddetme anlamına gelir. Töhmet altında olan bu ravidir; Hz. Peygamber değil. Hz. Peygamber’in, işittiğimiz veya işitmediğimiz, söylediği her şey başımız ve gözümüz üstünedir; ona iman eder ve onun Hz. Peygamber’in dediği gibi olduğuna şahitlik ederiz. Yine Allah’ın yasakladığı bir şeyi Hz. Peygamber’in emretmediğine ve Allah’ın nitelediği bir şeyi Hz. Peygamber’in başka bir şekilde nitelemediğine şahitlik ederiz… Hz. Peygamber’in her işte Allah’ın emrine uyduğuna, kendiliğinden bir şey uydurmadığına, Allah’ın demediği bir şeyi ona isnad etmediğine ve olduğundan başka türlü görünenlerden olmadığına şahitlik ederiz. Bu sebeple Yüce Allah ’Kim Peygamber’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur’ (Kur’ân 4: 80) buyurmuştur.”

Ebû Hanîfe 1368. el-Âlim ve’l-müteallim (nşr. Muhammed Zahid el-Kevserî), Kahire, s. 24–25. 

Çeviren: Mehmet Boynukalın

8. Hukukun Kaynakları ve Yargılama Esasları

İslam hukukunun temel kaynaklarının Kur’an ve sünnetten meydana geldiği her kaynakta vurgulanmıştır. Ancak yargılama için bunlar yeterli değildir, çünkü yargıcın davayı iyi anlaması, eşitlik ilkesine göre davranması gibi yargılama esasları adaletin gerçekleşmesi için gereklidir.

Hz. Ömer

Hz. Muhammed’den sonra onun yanında yetişmiş olan sahabîler ve özellikle halife seçilenlerin fıkıh usûlüne dair söz ve görüşleri önem taşımaktadır. Hz. Peygamber’in en yakın arkadaş ve yardımcılarından biri olan Hz. Ömer’in (ö. 23/644) söz ve uygulamaları İslam hukuku bakımından ayrı bir öneme sahiptir. Hz. Peygamber’in vefatından iki yıl sonra Hz. Ebû Bekir’in ardından halife seçilen Hz. Ömer on yıl halifelik yapmıştır. Bu dönemde Hz. Ömer’in Basra valisi Ebû Musa Abdullah b. Kays el-Eş’arî’ye (ö. 44/665) gönderdiği yargıyla ilgili mektubu İslam hukuk tarihinde meşhur olmuş ve kendisinden sonra gelen yönetici ve bilginler için yönlendirici birçok ilkeye değinmiştir. Bu mektup birçok hadis ve tarih kaynağında yer almıştır.

Allah’ın kulu ve müminlerin emiri Ömer’den Abdullah b. Kays’a. Selamün aleyküm. Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a hamdettiğimi sana bildiririm. Konumuza gelince;

Yargı hükmünün kaynağı ya kesin bir farz ya da uyulan bir sünnettir.

Sana arzedilen davayı iyice anlamaya çalış; zira uygulanmayan bir hakkı dile getirmenin faydası yoktur.

Meclisinde, yüz vermende ve yargında insanlara eşit davran ki; soylu senden bir kayırma ummasın, zayıf da adaletinden ümit kesmesin.

İspat davacıya, yemin ise inkâr edene düşer.

Haramı helal, helali de haram kılmadıkça Müslümanlar arasında yapılan sulh geçerlidir.

Kim uzakta bir hak veya delilinin bulunduğunu iddia ederse onun için belirli bir süre tayin et; eğer bu süre içinde davasını ispat ederse hakkını ona verirsin, bunu yapamazsa onun aleyhine hüküm vermende bir sakınca olmaz; bu şekilde davranmak davacının bahanesini ortadan kaldırma ve belirsizliği açıklığa kavuşturma açısından daha iyidir.

Bugün verdiğin bir hüküm üzerinde tekrar düşünüp gerçekten doğruya ulaştığına kanaat getirirsen, bu konuda hakka dönmekten geri durma; zira hak kadimdir/önceliklidir, hiçbir şey onu iptal etmez ve hakka dönmek bâtılda/yanlışta ısrar etmekten daha iyidir.

Yalan şahitlik yaptığı görülen, namusa iftira (kazif) suçu işlediği için cezalandırılan, velâ (dostluk, kölelik) veya akrabalık sebebiyle töhmet altında olanlar dışında Müslümanlar birbirleri hakkındaki şahitliklerinde adl/ güvenilir sayılırlar; zira kulların sırlarını Allah bilir ve o, kesin bir delil veya yemin yoluyla ispat edilmedikçe kulların işledikleri had suçlarının örtülmesini istemiştir.

Sana getirilen davalardan Kur’ân ve sünnette hükmü bulunmayanlar hakkında iyice düşün, sonra meseleleri birbiriyle kıyasla, benzer olanları bul, sonra sana göre Allah’a en sevimli ve hakka en yakın olana yönel.

Davaya bakarken kızgınlık, endişe, sıkılmak, insanlardan bunalmak ve onlara kötü davranmaktan sakın; zira gerektiği yerde hak ile hükmetmek Allah’ın mükâfat verdiği ve insanın iyilikle hatırlanmasını sağladığı bir iştir; kendi aleyhine de olsa hak konusunda niyeti samimi olanın insanlarla arasındaki sorunları Allah giderir; kim de kendinde olmayan şeyle süslenirse Allah onu çirkinleştirir; çünkü Allah kullarından sadece hâlis niyetle yaptıklarını kabul eder; bunun dışında Allah katından mükâfat olarak verilecek dünya rızkını ve onun (ahiretteki) rahmet hazinelerini bir düşün. es-Selâmü aleyküm ve rahmetullah (Selâmet ve Allah’ın merhameti üzerinize olsun).

b. Şebbe, Ömer. Tarîhü’l-Medine (nşr. Abdullah ed-Düveyş), Dârü’l-Uleyyân, II, 345–346.

Çeviren: Mehmet Boynukalın

eş-Şeybânî

Ebû Hanîfe’nin en meşhur talebelerinden biri olan Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî (ö. 189/804) hocasının vefatından sonra onun görüşlerini toplama ve savunma görevini üstlenmiş, Hanefî mezhebinin el-Asl, el-Câmiü’s-sagîr, el-Câmiü’l-kebîr, es-Siyerü’s-sagîr, es-Siyerü’l-kebîr ve ez-Ziyâdât gibi “zâhirü’r-rivâye” (meşhur rivayet) adıyla bilinen temel kaynaklarını ve başka birçok eseri telif etmiştir. Bu eserler Hanefî mezhebinin omurgasını oluşturduğu gibi, diğer fıkıh mezheplerinin temel kaynaklarının yazımına da önemli bir katkı sağlamıştır. Hayatının sonlarına doğru Şeybânî Abbasi halifesi Harun Reşid (ö. 193/809) döneminde başkadılık da yapmıştır. Şeybânî’nin eserlerinin büyük bir kısmı günümüze kadar gelmiştir. Günümüze kadar ulaşmayan bazı eserleri ise önemli bir değişikliğe uğratılmadan el-Hâkimüş’ş-ehid el-Mervezî’nin (ö. 334/945) el-Kâfî adlı eserinde özetlenmiştir.

Kadı/Hâkim Allah’ın kitâbındaki hükümle hükmetmelidir. Onda bulunmayan bir meseleyle karşılaşırsa Rasûlullah’tan kendisine gelen hükümle hükmetmelidir. Onda bulamazsa Rasûlullah’ın ashâbından kendisine gelen hükümlere bakmalı ve onunla hükmetmelidir. Sahâbe arasında o meselede ihtilaf varsa onların sözleri arasından kendisine en güzel görüneni seçmeli, onların hepsine birden muhâlefet edip kendi görüşüyle yeni bir şey ortaya koymamalıdır. Onlardan nakledilenler arasında bu meseleyi bulamazsa kendi görüşüyle (re’yiyle) ictihad edip hüküm çıkarmalı, onlardan gelen üzerine kıyas yapmalı, sonra kesin kanaatine ve hak gördüğü karara göre hüküm vermelidir. Bir konu kendisine zor gelirse fıkıh (İslam hukuku) uzmanlarından oluşan bir gruba danışmalı, uzlaşamazlarsa onların görüşlerinden kendisine en güzel ve hakka en yakın gözükeni almalı, onların görüşlerinin dışında bir görüşü daha güzel ve hakka daha yakın görürse onunla hükmetmelidir. Meseleyi açık şekilde anlamadıysa düşünüp fıkıh uzmanlarına danışmadan hüküm vermede acele etmemelidir.

el-Hâkimü’ş-şehîd. el-Kâfî, Atıf efendi kütüphanesi, no. 1005, 216b.

Çeviren: Mehmet Boynukalın

9.İslam Hukukunun Kaynakları : eş-Şafii

Şâfiî (ö. 204/820) fıkıh usûlü üzerine ilk eser yazan âlimdir. Onun er-Risâle adlı eseri bu ilim dalının kurucu eseri sayılır. Abdurrahman b. Mehdi (198/814) Şâfiî’ye bir mektup yazarak, kendisi için, Kur’ân’ın anlamlarını, haberlerin kabul şartlarını, icmaın hüccet oluşunu, Kur’ân ve sünnette olan nâsih ve mensuhun açıklanmasını içeren bir kitap yazmasını istedi. Mektup anlamına gelen er-Risâle bu isteğe karşı yazılan bir cevabî mektup mahiyetindedir. Fıkıh tarihinde önemli bir yere sahip olan Şâfiî hakkında Ahmed b. Hanbel: “Şâfiî gelip aramızı bulana kadar biz ve rey taraftarları birbirimize lanet okurduk” demiştir. Şâfiî hadis taraftarlarınca “hadis savunucusu” (nâsıru’l-hadis) lakabıyla anılmıştır. Fahreddin er-Râzî insanların Şâfiî’den önce fıkh usûlüne dair meselelerden söz ettiklerini, ama bu konuda küllî bir metot ortaya koyarak eser telif eden ilk kişinin Şâfiî olduğunu, akli ilimlere nisbetle Aristoteles neyse şer’î ilimlere nisbetle Şâfiî’nin o konumda olduğunu söylemiştir. Şâfiî fıkıh usûlünde yerleşik bir formülasyon haline gelen Kitap, sünnet, icma ve kıyastan oluşan dört temel delil anlayışını açık ve net bir şekilde ortaya koyan ilk kişidir. Bir taraftan kendisiyle amel edilsin veya edilmesin haber-i vahidin başlı başına bir hüccet olduğunu savunan Şâfiî hadis ehline yaklaşmış, diğer taraftan kıyasın hüccet olduğunu belirterek rey ehline yaklaşmıştır. Ancak o istihsan metodunu açık bir şekilde reddederek bu noktada rey ehlinden uzaklaşmıştır.

Allah’ın dinine inanmış olan bir insanın başına gelen herhangi bir olayda doğru yolu gösteren delil Kur’ân’da kesinlikle vardır. Yüce Allah şöyle buyurur: “İnsanlara indirileni kendilerine açıklaman ve onların da düşünmeleri için sana Kur’ân’ı indirdik” (Kur’ân 16: 44); “Her şeyi açıklamak ve Müslümanlara hidayet, rahmet ve müjde olması için sana Kur’ân’ı indirdik” (Kur’ân 16: 89)…

Beyan (açıklama), kökleri bir, dalları çok olan ve birçok anlamı kapsayan bir kelimedir. Bu (özünde) bir ama teferruatlı olan anlamlar en azından şu noktada birleşir: Bu açıklamaların hepsi, bu sözlere muhatap olan ve Kur’ân’ın kendi lisanlarında indiği insanlar için bir tür beyan (açıklama) hükmündedir, bir kısmı diğerine göre daha açık olmakla birlikte bu insanlar açısından bu sözler birbirine yakın derecede açık sayılır, ancak Arap dilini bilmeyenler bakımından bunların birbirine ters düştüğü zannedilebilir.

Yüce Allah’ın kadim/ezelî hükmü gereği, insanlara kendisine kulluk etmeleri için Kur’ân’da yaptığı açıklamalar özetle şu kısımlara ayrılır:

1. Kimi hükümleri Allah insanlara nas (açık ve kesin ifade) yoluyla açıklamıştır. Mesela namaz, zekât, hac ve oruç gibi farzlar, açık ve gizli fuhşiyatın haram kılınması, zina, içki, meyte (şer’i usûle göre kesilmeden ölen hayvan), kan ve domuz eti yemeyle ilgili nasla bildirilmiş hükümler ve abdestin nasıl alınması gerektiğiyle ilgili açıklamalar ve benzerleri Allah’ın nas yoluyla açıkladıklarındandır.

2. Kimi hükümler Kur’ân’da kesin bir şekilde farz kılınmış, nasıl yapılacağı ise Hz. Peygamber’in diliyle açıklanmıştır. Meselâ namazın kaç vakit olduğu, zekâtın miktarı ve vakti ve Kur’ân’da bildirilen (ama açıklaması Hz. Peygamber tarafından yapılan) diğer farzlar gibi.

3. Kimi konularda Allah nas yoluyla bir hüküm koymamış, Hz. Peygamber o hükümleri sünnet yoluyla bildirmiştir. Allah Kur’ân’da Hz. Peygamber’e itaat etmeyi ve onun hükmüne boyun eğmeyi farz kıldığına göre, kim Hz. Peygamber’in hükmüne uyarsa Allah’ın bunu farz kılması sebebiyle ona uymuş olur.

4. Kimi konularda Allah insanlara hükmü arayıp ictihad etmeyi farz kılmış ve diğer farz kıldığı şeylerde onları itaat etmekle imtihan ettiği gibi burada da ictihad emrine itaat etmekle onları imtihan etmiştir… Meselâ Allah kıble olarak insanların Mescid-i Haram’a yönelmesini emretmiş ve Hz. Peygamber’e şöyle hitab etmiştir: “…Seni razı olacağın bir kıbleye yönlendirececeğiz; yüzünü Mescid-i Haram’a doğru yönelt ve nerede olursanız olun yüzünüzü o yöne çevirin” (Kur’ân 2: 144)… Yüce Allah, Mescid-i Haram’ın kendisine uzak oldukları zaman, insanları doğru bir şekilde ictihad etmeye yönlendirmiş ve onlara yerleştirdiği, eşyayı ve zıtlarını birbirinden ayırt eden akıl ve kendisine doğru yönelmelerini emrettiği Mescid-i Haram’ın yolunda onlar için diktiği alâmetler aracılığıyla bu ictihadı yapmayı farz kılmıştır. Yüce Allah şöyle der: “Kara ve denizin karanlıklarında yol bulmanız için yıldızları yaratan odur” (Kur’ân 6: 97); “ve (yeryüzüne) alâmetler (koymuştur) ve onlar yıldızlarla yollarını bulurlar” (Kur’ân 16: 16). Bu alâmetler dağlar, gece, gündüz, bunların içinde farklı yönlerden esen ve isimleri bilinen rüzgârlar, güneş, ay ve gökyüzünde doğup battığı ve bulunduğu yerler bilinen yıldızlardır. Yüce Allah bu anlattığım şeylerden yola çıkılarak Mescid-i Haram’a doğru yönelme konusunda insanların ictihad etmelerini farz kılmıştır. Bu sebeple, ictihad ettikleri sürece insanlar Allah’ın emrinden çıkmış sayılmazlar. Ancak Mescid-i Haram’ın kendisinden uzakta oldukları zaman Allah onların istedikleri yere yönelmelerine izin vermemiştir. Ayrıca Allah onlara şu hükmünü de haber vermiştir: “İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor” (Kur’ân 75: 36)… Bu da gösteriyor ki; Hz. Peygamber dışında kimsenin delil göstermeden bir şey söylemesi mümkün değildir… Kimsenin kendi görüşüne dayanarak güzel gördüğü bir sonuca ulaşması (istihsan yapması) mümkün değildir. Zira kişinin kendi görüşüne dayanarak güzel gördüğü bir sonuca ulaşması önceden benzeri olmayan bir şeyi (yeni bir hükmü) ortaya koyması demektir…

Bu tür bilgi (ictihad) daha önce anlattığım şu hususu gösterir: Bir bilgi kaynağından gelmedikçe kimsenin herhangi bir şey hakkında helâl ya da haramdır demesi mümkün değildir. Bilgi kaynağı ise Kitab veya sünnette yer alan haber, icma ve kıyastır…

Kıyas Kitab veya sünnette yer alan habere uygunluğu çeşitli yollarla aranan bir hüküm kaynağıdır. Zira Kitab ve sünnet aranması farz olan hakkın göstergeleridir/alâmetleridir…

Onlara uygunluk iki şekilde gerçekleşir:

1. Yüce Allah’ın veya Hz. Peygamber’in bir şeyi nas yoluyla haram veya helal kılması bir anlam (mana) sebebiyle olmaktadır. Eğer biz bu anlamı Kitab veya sünnetin nas yoluyla hükmünü belirtmediği bir konuda görürsek onun da helal veya haram olduğuna hükmedebiliriz; çünkü bu şey de helal veya haramla aynı anlamı taşımaktadır.

2. Bir şeyin bir yönüyle bir konuya, başka bir yönüyle de başka bir konuya benzediğini (şebeh), ancak bu iki konudan birine daha çok benzediğini görebiliriz. Bu durumda o şeye, kendisine en çok benzeyen şeyin hükmünü veririz.

İlim

İlim iki kısımdır:

1. Umumi/Genel İlim: Ergin ve akli melekeleri yerinde olan herkesin bu tür bilgileri bilmesi gerekir… Mesela beş vakit namaz, insanların Ramazan ayında oruç tutmasının, güçleri yeterse Kâbe’yi haccetmelerinin ve mallarından zekât vermelerinin Allah’ın emri olması, Allah’ın onlara zina, insan öldürme, hırsızlık ve içkiyi haram kılması ve buna benzer biçimde kulların anlama, uygulama, can ve mallarından verme ve haram kıldığını terk etmesiyle ilgili bilgiler gibi. Bu tür ilim Allah’ın kitabında nas şeklinde (açık biçimde) bulunduğu gibi Müslümanların geneli de bu tür bilgilere sahiptir. Bütün Müslümanlar bu bilgileri kendilerinden önceki bütün Müslümanlardan nakleder, bu bilgileri Hz. Peygamber’e dayandırır ve bu bilgilerin ondan nakledilmesi ve Müslümanların üzerlerine farz olması hakkında görüş ayrılığına düşmezler. Bu bilgiler, kendisinde haber ya da tevil (yorum) yönünden yanlışlık bulunması mümkün olmayan ve üzerinde görüş ayrılığına düşülmesi kabul edilmeyen umumi/genel ilmin konusunu oluşturur…

2. Hususi/Özel İlim: Hakkında Kur’ân nassı bulunmayan, çoğu hakkında sünnet nassı da olmayan, ama kulların yerine getirmesi gereken, farzların teferruatı, bazı özel hükümler ve bunlara benzeyen meselelerle ilgili bilgilerdir. Bunların bir kısmıyla ilgili sünnet bulunsa da bu, özel kişilerin naklettiği haberler kısmındandır ve Müslümanların genelinin bildiği haberlerden değildir ya da tevil ihtimali bulunan ve kıyas yoluyla telafi edilebilecek bir haberdir… Bu tür ilim insanların geneli tarafından elde edilemez ve özel insanların hepsi de bu ilmi elde etmekle mükellef/yükümlü kılınmamıştır. Ama bu ilmi elde etme ihtimali bulunan özel insanların hepsinin onu bırakması kabul edilemez; onların içinden yeterli sayıda bir grubun bu ilmi elde etmeleri durumunda onu elde etmeyen diğerleri inşaallah günahtan kurtulmuş olurlar. Bu tür ilmi elde edenler onu elde etmeyenlerden daha üstündür.

Haber-i vâhid

Bana birisi dedi ki: Az sayıda kişinin verdiği haberin (haberü’l-hâssa) ilim adamlarına göre hüccet/kaynak kabul edilip doğru kabul edilmesi için gereken asgari şartı benim için tanımla.

Ben de şöyle dedim: (Bunun asgari şartı) Hz. Peygamber’e veya onun dışında kimden rivayet ediliyorsa ona ulaşıncaya kadar bir kişinin bir kişiden naklettiği haberdir (haberü’l-vâhid). Bu tür haberin hüccet/kaynak sayılabilmesi için şu özelliklere sahip olması gerekir:

Onu nakleden din açısından güvenilir, sözünde doğrulukla tanınmış, naklettiğini anlayan, hadisin manasını/anlamını değiştirecek lafızları/sözcükleri bilip, hadisi işittiği şekilde aynı harflerle nakletmeye dikkat eden ve anlam ile rivayet etmeyen bir kişi olmalıdır; çünkü anlamı değiştiren sözcükleri bilmediği halde anlam ile rivayet ederse bilmeden helâli haram yapabilir; ama hadisi aynı harflerle rivayet ederse onu değiştirmekten korkmayı gerektiren bir sebep kalmaz. Ayrıca onun, hadisi ezberinden naklederse onu eksiksiz ezbere bilmesi, kitabından naklederse kitabını iyice korumuş ve hatırlıyor olması, bir hadisi iyi ezberleyenlerle birlikte rivayet ettiğinde onların rivayetine uyması, bir kişiyi gördüğü halde ondan işitmediği bir şeyi ondan işitmiş gibi rivayet edenlerden (müdellis) olmaması, Hz. Peygamber’den rivayet ettiği hadislerin güvenilir ravilerin rivayetlerine ters düşmemesi gerekir. Kendisinden rivayet ettiği ravi de onun gibi olmalı ve bu şekilde hadis Hz. Peygamber ya da başka bir kimseden rivayet ediliyorsa ona ulaşana kadar kesintisiz (mevsûl) biçimde gitmelidir; çünkü ravilerden her biri rivayette bulunduğu kişiyi bildirmiş ve kendisinden rivayette bulunana bir şey bildirmiştir; bu sebeple anlattığım özellikler her birinde ayrı ayrı bulunmak zorundadır.

İcma

Bana birisi dedi ki: “…Allah’ın nas (açık bir ayet) yoluyla bir hükmü bulunmadığı ve Hz. Peygamber’den de nakledilmeyen, ama insanların görüş birliği içinde olduğu hükümlere uymanda dayanağın nedir? Başkalarının dediği gibi sen de onların icma’ının (görüş birliğinin), nakletmeseler de sahih bir sünnete dayandığını mı iddia ediyorsun?”

Ben de ona dedim ki: Onların görüş birliği ederek Hz. Peygamber’den naklettiklerini söyledikleri şeyler –inşallah– onların dediği gibidir; ancak ondan nakletmedikleri şeylerin Hz. Peygamber’den bir nakle dayanılarak söylenmiş olması muhtemel olduğu gibi başka türlü olması da muhtemeldir ve bunun ondan nakledildiğini varsaymak doğru olmaz; çünkü ondan işitilmemiş bir şeyin ondan nakledilmesi mümkün değildir ve başka bir şekilde olması muhtemel olan bir şeyin zayıf bir ihtimal (tevehhüm) yoluyla ondan nakledilmesi doğru olmaz.

Eğer bu soruyu soran: “Bu dediğini kanıtlayan ve onu güçlendiren bir dayanağın var mı?” derse, ona şöyle denir: … Hz. Peygamber şöyle demiştir: “… Kim cennetin ortasına yerleşmek isterse cemaatten ayrılmasın, çünkü şeytan tek kişiyle beraber olur, ama o iki kişiden daha uzaktır…” Bunun tek bir anlamı vardır. Müslümanların cemaati farklı şehirlerde bulunduğuna göre kimse farklı yerlerde bulunan insan cemaatinin bedenlerine bağlı kalamaz… çünkü bu mümkün değildir; ayrıca bedenlerin bir arada bulunmasının bir faydası da yoktur. Bu durumda, helâl ve haram kılma ve bu konularda (Allah’a) itaat etme hususunda cemaatin izlediği yoldan ayrılmama dışında cemaatten ayrılmamanın bir anlamı yoktur. Kim Müslümanların cemaatinin söylediği şeyi söylüyorsa o onların cemaatine bağlanmış olur; kim de Müslümanların cemaatinin dediğine muhalefet ederse ayrılmamanın emredildiği o cemaate muhalefet etmiş olur. Hata/yanlış ancak ayrılıkta olur; cemaatte/toplulukta ise herkesin Kitab, sünnet veya kıyasın gösterdiği bir manayı gözden kaçırması –inşallah– mümkün değildir.

Kıyas

… Dedi ki: Kıyas nedir, o ictihadla aynı anlama mı gelir, yoksa ikisi birbirinden farklı mıdır?

Dedim ki: İkisi de aynı anlama sahip iki isimdir.

Dedi ki: İkisinin ortak anlamı nedir?

Dedim ki: Bir Müslümanın başına gelen her olayla ilgili uyulması gereken bir hüküm ya da o konuda hakkın yolunu gösteren bir delalet (işaret, alâmet) vardır. Müslüman, o olayın kendisiyle ilgili bir hüküm varsa ona uymalı, olayın kendisiyle ilgili hüküm yoksa hakkın yolunu gösteren delaleti bulmak için ictihad yoluna gitmelidir. İctihad ise kıyastır.

Dedi ki: Âlimler kıyas yaptıkları zaman Allah katındaki hakkı bulduklarını kesin olarak bilirler mi? Onların kıyasta ihtilafa düşmeleri caiz midir? Her konuda tek bir yoldan gitmekle mi yoksa farklı yollardan gitmekle mi emrolunmuşlardır? Onların kesin olan hükmü (bâtını, işin içyüzünü) bilmeden kuvvetli ihtimale (zâhire, görünüşe) dayanarak kıyas yapmalarının geçerli olduğunun delili nedir?..

Ona dedim ki: İlim farklı kısımlara ayrılır:

1. Onun bir kısmının hem görünüşe (zâhire) hem de işin içyüzüne (bâtına) göre doğru olduğu kesindir; bir kısmının ise sadece görünüşte (kuvvetli ihtimale göre) doğru olduğu bilinir. Onun kesin olan kısmı Allah’ın hükmünü bildiren nas (açık bir ayet) veya Müslümanların genelinin kendilerinden önceki Müslümanların genelinden naklettiği Hz. Peygamber’in sünnetidir. Bu iki yolla helal kılınan şeyin helal, haram kılınan şeyin de haram olduğuna kesin tanıklık edilir. Hiç bir kimsenin bu tür hükümleri bilmemesi ya da onlar hakkında şüpheye düşmesi mümkün değildir.

2. Özel bilgi (ilmü’l-hâssa) ise daha az sayıda insanın haberine dayanan sünnet bilgisidir. Âlimler bu bilgiye vâkıftır ve onların dışında kalanlar bunu bilmekle mükellef/yükümlü değildir. Hz. Peygamber’den haber veren özel kişilerin doğruluğuna dayanan bu bilgiler âlimlerin tamamı ya da bir kısmı tarafından bilinir. İlim sahipleri bu bilgiye uymalıdır. Bu bilgi sadece zâhiren/görünüşte doğrudur (doğruluğu kuvvetli ihtimaldir).

3. İcma bilgisi.

4. Hakkı arayıp bulmak için yapılan kıyas ve ictihada dayanan bilgi. Bu tür bilgi âlimlerin hepsine göre olmasa da kıyası yapana göre görünüşte doğrudur/haktır ve onun içyüzünün doğruluğunu kesin olarak Allah’tan başkası bilemez. Eğer böyle bir konuda bilgiye ulaşmak için kıyasa başvurulur ve doğru şekilde kıyas yapılırsa çoğunlukla bu kıyası yapanlar aynı sonucu elde eder; bazen de farklı sonuçlara ulaşırlar.

Kıyas ise iki kısımdır:

1. Birisi şudur: Bir şey (kendisine kıyas edilen) asılla aynı anlamı taşır; bu durumda kıyasta görüş ayrılığı olmaz.

2. Diğeri şudur: Bir şeyin benzediği birden çok asıl vardır. Bu durumda o, en yakın olduğu ve en çok benzediği asla benzetilir. Kıyas yapanlar bu kısımda kimi zaman görüş ayrılığına düşerler.

Şâfiî 1399/1979. er-Risâle (nşr. Ahmed M. Şâkir), Kahire, Mektebetü Dâri’t-Türâs, s. 20–25, 39–40, 357–360, 369–372, 471–476, 476–479. 

Çeviren: Mehmet Boynukalın

10. Fıkıh Usulu : Ebu Hanife

Ebû Hanîfe Numan b. Sâbit (ö. 150/767) meşhur mezhep imamı ve fıkıhta çığır açan büyük bir âlim ve müctehittir. Irak’ta Kûfe şehrinde yaşamış, yetişmiş ve ilmî faaliyetlerini sürdürmüş olan Ebû Hanîfe yöneticilerin kadı olması için yaptıkları teklifleri reddetmiş ve bu yüzden bir süre hapiste kalmış, bir rivayete göre hapiste vefat etmiştir. Irak bölgesinin ve rey taraftarlarının temsilcisi kabul edilen Ebû Hanîfe farazi fıkıh meseleleri türetme ve öğrencileriyle bunları tartışmakla meşhur olmuştur. Aslında diğer müctehitlerce de kabul edilen kıyas ve istihsan23 gibi akli yöntemlere çok sık başvurduğu ve rivayet edilen hadislerin kabulünde sıkı şartlar getirdiği için kimi hadis taraftarlarınca haksız yere eleştirilmiştir. Hanefi mezhebi günümüzde Türkiye, Türki cumhuriyetler, Irak, Suriye, Pakistan, Hindistan ve Mısır’da yaygındır.

Ebû Hanîfe’nin Genel Yaklaşımı

Ebu Hanife şöyle demiştir: Ben bir hükmü Allah’ın kitabında bulduğum zaman ona uyarım; hükmü Allah’ın kitabında bulamazsam Rasulullah’ın sünneti ve güvenilir kişilerin güvenilir kişilerden rivayet ettiği meşhur ve sahih hadislere uyarım; Allah’ın kitabında ve Rasulullah’ın sünnetinde bulamazsam onun ashabından dilediğim kişinin sözüne uyar, dilediğim kişinin sözünü de bırakırım, ama onların sözlerinin dışında başka bir kişinin sözüne uymam; iş İbrahim (96/815), Şa’bî (103/721), Hasan (110/728), İbn Sîrîn (110/729) ve Said b. Müseyyeb’e (94/713) –başkalarını da saydı– kadar inerse ben de onların ictihad ettiği gibi ictihad edebilirim.

Saymerî. Ahbaru Ebû Hanîfe ve ashâbih, Beyrut, Dârü’l-kitâbi’l-Arabî, 1976, s. 10.

Hasan b. Salih (168/785) şöyle demiştir: Ebû Hanîfe hadislerin nâsih (önceki hükmü kaldıran) ve mensuh (hükmü kaldırılmış) olanlarını çok iyi araştırır ve bir hadisin Hz. Peygamber ve ashabından sahih şekilde rivayet edildiğine kanaat getirirse ona uyardı. Ebû Hanîfe Kûfelilerin rivayet ettiği hadisleri ve onların fıkhî görüşlerini iyi bilirdi ve memleketindeki insanların yerleşik uygulamalarına sıkı şekilde bağlıydı. Ebû Hanîfe: “Allah’ın kitabında nâsih ve mensuh vardır; hadislerde de nâsih ve mensuh vardır” derdi ve o, memleketinin âlimlerine ulaştığı ölçüde Rasulullah (s.a.s.)’in vefatına kadar sürdürdüğü son uygulamalarını çok iyi bilirdi.

Saymerî. Ahbaru Ebû Hanîfe ve ashâbih, Beyrut, Dârü’l-kitâbi’l-Arabî, 1976, s. 10.

Sehl b. Müzâhim26 şöyle demiştir: Ebû Hanîfe’nin görüşü(nün esası) ihtiyatlı davranmak, kötülükten/tutarsızlıktan (kubuhtan) kaçmak, insanlar arasındaki muamelâtın ve işlerin düzgün ve faydalı bir biçimde yürümesini sağlayan şeylere bakmaktır. Ebu Hanife meseleleri kıyasa dayanarak çözerdi, ama kıyas kötü bir sonuç verirse, tutarlı olduğu sürece istihsana göre hüküm verirdi. Bu da tutarlı değilse Müslümanların teamülüne/örfüne başvururdu.

b. Ahmed el-Mekkî, el-Muvaffak 1321. Menakıbü’l-İmami’l-Azam Ebû Hanîfe, Haydarabad, I, 82.

Katâde b. Diâme (118/736)27 Kûfe’ye geldi. İnsanlar onun etrafında toplandı. Aralarında Ebû Hanîfe de vardı. Katâde: ’Bana fıkıhtan sorun’ dedi. Ebû Hanîfe kalktı ve “… Kayıp kişinin karısı hakkında görüşün nedir?” dedi. Katâde: “Bu konuda Ömer’in görüşüne uyuyorum, kadın dört yıl bekler, bu süre içinde kocası geri gelmezse kocası ölen kadının beklediği iddeti (dört ay on gün) bekler, sonra da evlenebilir” dedi. Ebû Hanîfe: “Eğer ilk kocası gelir ve ’Ben hayattayken nasıl evlenirsin’ derse ve buna karşılık ikinci kocası kalkıp ’Kocan varken benimle nasıl evlenirsin’ derse bu kadın kimin eşi olur?’ dedi. Bunun üzerine Katâde kızdı ve ’Size hiç cevap vermeyeceğim” dedi… Sonra Katâde Ebû Hanîfe’ye (ve yanındakilere): “Bu mesele gerçekten oldu mu?” diye sordu. Oradakiler: “Hayır” dediler. Katâde: “Bana neden olmamış bir şeyle ilgili soru soruyorsunuz?” dedi. Bunun üzerine Ebû Hanîfe: “Âlimler zor durumlar için hazırlık yapar ve bu durumlar gelmeden önce tedbirlerini alırlar, başlarına gelince de bu meseleleri tanır ve bunlara karşı nasıl davranacaklarını bilirler” dedi.

Saymerî 1976. Ahbaru Ebû Hanîfe ve ashâbih, Beyrut, Dârü’l-kitâbi’l-Arabî, s. 23.

İbn Ahmed el-Mekkî, el-Muvaffak, 1321, Menakıbü’l-İmami’l-Azam Ebû Hanîfe, Haydarabad, I, 102-104. 

Çeviren: Mehmet Boynukalın

Kıyas

Anlamadığı bir meseleyi açıklaması için kıyas yapmasını isteyen talebesi Ebû Mukâtil’e Ebû Hanîfe şöyle demiştir:

Kıyas yapmamı istemekle ne iyi ettin. Arkadaşıyla müzakereden faydalanmak isteyen böyle yapmalıdır; kendisine söylenileni bilemediği zaman kıyasa yönelmelidir. Bil ki; doğru kıyas hakkı arayanın hakkı bulmasını sağlar. Kıyas, hak sahibinin dava ettiği hakkı (ispatlamak) için (gösterdiği) güvenilir şahitlere benzer. Cahillerin hakkı inkâr etmesi olmasaydı âlimler kıyas yapmak zorunda kalmazlardı.

Ebû Hanîfe 1368. el-Âlim ve’l-müteallim (nşr. Muhammed Zahid el-Kevserî), Kahire, s. 15.

Çeviren: Mehmet Boynukalın

İstihsan

Muhammed b. Hasan dedi ki: Ebû Hanîfe –Allah ona rahmet eylesin– yaptığı kıyaslarda arkadaşlarıyla/talebeleriyle tartışır, onlar da onunla yarışır ve ona karşı çıkarlardı; ancak “istihsan yapıyorum” dediğinde, istihsanla ilgili getirdiği meselelerin çokluğu sebebiyle artık içlerinden kimse ona yetişemezdi, bundan sonra tartışmayı bırakır ve onun doğruluğunu teslim ederlerdi.

İbn Ahmed el-Mekkî, el-Muvaffak 1321. Menakıbü’l-İmami’l-Azam Ebû Hanîfe, Haydarabad, I, s. 90.

Çeviren: Mehmet Boynukalın

Rey ve İctihadın Yanılabilirliği

Ebû Hanîfe’ye ictihadının şüphesiz hak/doğru olup olmadığı sorulduğunda o şöyle cevap verirdi: Vallahi bilmiyorum, belki de o şüphesiz batıldır/ yanlıştır.

b. Ahmed el-Mekkî, el-Muvaffak 1321. Menakıbü’l-İmami’l-Azam Ebû Hanîfe, Haydarabad, II, s. 153.

Ebû Hanîfe dedi ki: Bu konuştuklarımız reydir (görüştür); kimseyi buna zorlamıyoruz ve kimsenin bunu istemeden kabul etmesi gerektiğini söylemiyoruz; kim bundan daha güzelini getirebiliyorsa getirsin.

İbn Abdülber 1417/1997. el-İntikâ fî fezâili’l-eimmeti’s-selâseti’l-fukahâ (nşr. Abdülfettah Ebû Gudde), Beyrut, Dârü’l-beşâiri’l-İslâmiyye, s. 258.

Bizim bu ilmimiz reydir (görüştür); bizim yapabildiğimizin en güzeli budur; bize bundan daha güzelini getiren olursa onu kabul ederiz” ya da “o doğruya bizden daha yakındır.

b. Ahmed el-Mekkî, el-Muvaffak 1321. Menakıbü’l-İmami’l-Azam Ebû Hanîfe, Haydarabad, I, s. 76–77.

Benim kitaplarımdan fetva verenin, neye dayandığımı bilmeden fetva vermesi helâl değildir.

İbn Abdülber 1417/1997. el-İntikâ fî fezâili’l-eimmeti’s-selâseti’l-fukahâ (nşr. Abdülfettah Ebû Gudde), Beyrut, Dârü’l-beşâiri’l-İslâmiyye, s. 267.

Çeviren: Mehmet Boynukalın

Fıkıh Meclisi

Ebû Hanîfe’nin kitaplarını yazan talebeleri kırk kişiydi. İçlerinde ileri gelen on kişinin içinde Ebû Yusuf (182/798), Züfer b. Hüzeyl (158/775), Davud et-Tâî (165/781), Esed b. Amr (190/806), Yusuf b. Halid es-Semtî (189/804) ve Yahya b. Zekeriyya b. Ebû Zâide (182/798) vardı. Yahya bu kitapları onlar için otuz yıl boyunca yazmıştı.

İbn Ebü’l-Avvâm1431/2010. Fezâilü Ebû Hanîfe (nşr. Lâtîfürrahman el-Kâsımî), Mekke, el-Mektebetü’l-imdâdiyye, s. 342.

Ebû Hanîfe’nin yanında bir meselenin çözümünde farklı görüşler ortaya koyuyorlardı, şu bir çözüm getiriyor, başkası başka bir çözüm getiriyordu. Sonra meseleyi ona arzediyor ve çözümünü ona soruyorlardı. O da kısa bir süre içinde meseleye çözüm getiriyordu. Bazen bir mesele üzerinde üç gün tartışıyorlardı. Sonra o meseleyi kitaba yazıyorlardı.

İbn Ebü’l-Avvâm 1431/2010. Fezâilü Ebû Hanîfe (nşr. Lâtîfürrahman el-Kâsımî), Mekke, el-Mektebetü’l-imdâdiyye, s. 341–342.

Ebû Hanîfe’nin öğrencileri onunla birlikte bir meseleyi tartışıyorlardı. Âfiye b. Yezîd28 gelmediği zaman Ebû Hanîfe: “Âfiye gelmeden meselenin tartışmasını bitirmeyin” derdi. Âfiye gelip onlara muvafakat ederse Ebû Hanîfe: “Meseleyi yazın” derdi; onlara muvafakat etmezse: “Meseleyi yazmayın” derdi.

Saymerî 1976. Ahbaru Ebû Hanîfe ve ashâbih, Beyrut, Dârü’l-kitâbi’l-Arabî, s. 149–150. 

Çeviren: Mehmet Boynukalın

11.Hukuk Metodolojisi Üzerine Eş-Şeybani

Tam adı Ebû Abdillâh Muhammed b. el-Hasen b. Ferkad eş-Şeybânî (ö. 189/805)’dir. Hanefi mezhebinin imamı Ebû Hânife’nin ileri gelen öğrencilerindendir. Eserleri sayesinde Hanefî mezhebinin görüşleri büyük ölçüde kayıt altına alınmıştır. İlk Abbasi halifeleri zamanında yaşayan eş-Şeybânî Abbasi halifesi Hârunürreşîd tarafından Rakka kadılığına, daha sonra Ebû Hanife’nin bir diğer öğrencisi Ebû Yusuf’un vefatıyla boşalan başkadılık makamına tayin edilmiş ve vefatına kadar bu görevi sürdürmüştür. Maliki mezhebinin kurucusu kabul edilen İmam Mâlikten el-Muvatta’ı okuyan eş-Şeybânî Şafii mezhebinin kurucusu İmam Şâfiî’ye ve Maliki fıkhını tedvin eden Esed b. Furât’a hocalık yapması sebebiyle re’y ve hadis merkezli ekoller arasında merkezi konumda bulunmaktadır. En önemli eserleri arasında zâhirü’r-rivâyenin (Hanefî fıkhının temelini oluşturan şöhret derecesinde rivayet edilen İmam Muhammed’in eserlerinin bir kısmına verilen isimdir) temelini ’el-Asl’ oluşturmaktadır. Bu eser, Hanefi mezhebinin en temel ve en önemli kaynağı olduğu gibi zâhirü’r-rivâye eserleri arasında en hacimli olanıdır. Müellife âit, Câmiü’s-sagîr, Ebû Yusuf’un kendisinden öğrendiği Ebû Hanîfe’ye ait görüşleri ihtiva eden el-Câmiü’l-kebîr ve Medine ehlinin görüşlerinin ele alınıp değerlendirilerek yer yer tenkit edildiği el-Hücce alâ ehli’l-Medîne de diğer önemli kitapları olarak zikredilebilir.

İslam’da Yargının Kaynakları

İlim dört kısımdır:

1. Kur’ân’da yer alan hükümler ve bunlara benzeyenler.

2. Hz. Peygamber’in sünnetinde yer alan hükümler ve bunlara benzeyenler.

3. Sahâbenin icmâsıyla sâbit olan hükümler ve bunlara benzeyenler. Sahabenin ihtilaf ettiği meselelerde onların görüşlerinin dışına çıkılmaz, birisi seçilir ve ona benzeyenler ona kıyas edilir.

4. Müslümanların bütün fakihlerinin iyi gördüğü hükümler ve bunlara benzeyenler. İlim bu kısımların dışına çıkmaz.

İbn Abdülber 1398. Câmiu beyâni’l-ilm ve fazlih, Beyrut, II, s. 26.

Bu dört kaynağı bilen kişi namaz, oruç, hac ve her tür emir ve yasakla ilgili ortaya çıkan meselelerde ictihad edebilir, fetva ve yargı hükmü verebilir, düşünce, kıyas ve ictihad yolunda elinden gelen gayreti gösterirse ulaştığı sonuçla amel edebilir ve hata yapsa da bundan sorumlu olmaz.

İbn Abdülber 1398. Câmiu beyâni’l-ilm ve fazlih, Beyrut, II, s. 61.

Hüccet Kitâb, sünnet, icma ve kıyastır.

Ebû Nuaym 1409/1988. Hilyetü’l-evliyâ, Beyrut, Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, VI, s. 329, IX, s. 74.

Hadisin olduğu yerde kıyas yapılmaz.

Şeybânî 1403/1983. el-Hücce alâ ehli’l-Medîne (nşr. Mehdi Hasan el-Kîlânî), Beyrut, Âlemü’l-kütüb, I, s. 204. 

Çeviren: Mehmet Boynukalın

İkrah, Zaruret ve Ruhsat

Allah Teâlâ tarafından haram kılınan ve hiç bir durumda helal kılınmayan, ancak ikrah (zorlama) altında ruhsat verilen konularda ikraha maruz kalan kişi ruhsatla amel etmeyip bu yüzden öldürülürse, böyle davrandığı için günahkâr olmaz. Ruhsatın var olduğunu bilse de hüküm aynıdır. Ancak, Yüce Allah’ın, zaruret halinde helal kıldığı meyte ve domuz etinin yenilmesi ve hastalık ya da yolculukta oruç tutulmaması gibi ruhsat durumlarında kişi Allah’ın helal kıldığı şeyi yapmayıp ölür ya da öldürülürse günahkâr olur. Birinci durumda ruhsat bulunmakla birlikte kişi ruhsatı terk ederek dini aziz kılmak/yüceltmek istemiştir ve bu yüzden Allah katında mükâfat alacaktır. İkinci durumda ise Allah’ın zaruret, hastalık veya yolculuk sebebiyle helâl kıldığı şey yapılmamaktadır; burada dini yüceltme anlamı yoktur. Bu durumda Allah’ın helal kıldığı şey, normal şartlarda Allah’ın helal kıldığı şeyle aynı seviyededir ve Allah’ın helal kıldığı şeyi yapmayan (ve bu sebeple ölen kişi) bize göre günahkâr olur. Bildiğin gibi, ihrama girmiş bir kişi ya meyte eti yemek ya da harem bölgesine ait bir av hayvanını kesmek zorunda kalsa, bize göre onun için meyte eti yemek helal olur, ama meyte elinde olduğu sürece av hayvanını kesmek helal olmaz; çünkü meyte zaruret durumunda helal kılınmış, ama harem bölgesindeki av hayvanı zaruret ya da başka bir durum istisna edilmeden genel olarak haram kılınmıştır. Kur’ân’ın helal kıldığı şey, zaruret durumu için ruhsat verdiği şeye benzemez. Bildiğin gibi, Yüce Allah ikrah durumunda küfrü (dinden çıkmayı) gerektiren davranışta bulunmaya ruhsat verirken Kitab’ında: “Bu helaldir” dememiş, ama şunu demiştir: “Kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse –kalbi iman ile dolu olduğu halde zorlanan başka– fakat kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah’ın gazabı bunlaradır” (en-Nahl 16/106). Bu durumda, ikrah altında olandan kınanma kalkmıştır. Yüce Allah, “Ben bunu helal kıldım” dememiş, ama buna ruhsat verdiğini bildirmiştir. Kişinin bu fiili (küfrü) yapmayıp öldürülmeyi kabul etmesi daha erdemli bir davranıştır. Bildiğin gibi, Hubeyb30 kâfir olmayı reddettiği için öldürüldüğü halde o kınanmamış, Ammar (37/657) ise küfür sözünü söylemiş ve kendisine ruhsat verilmiştir. Ayrıca küfre zorlanan kişinin bunu reddedip öldürülmesi durumunda kıyamet gününde arşın gölgesinde gölgeleneceği rivayet edilmiştir. Dinden çıkaran söz söylemeye zaruret durumunda ruhsat verilmiştir. Meyte ve domuz etini yemek ise zaruret halinde Yüce Allah’ın helal kıldığı bir şeydir. Bu durumda kim Yüce Allah’ın helal kıldığı bir şeyi yemeyip ölürse o günahkâr olur.

Şeybânî 1433/2012. el-Asl (nşr. Mehmet Boynukalın), Beyrut, Dar İbn Hazm, VII, s. 416–418. 

Çeviren: Mehmet Boynukalın

İctihat Hatası

Ebû Hanîfe şöyle dedi: Şahitlik konusunda yalancı oldukları düşünülmüyorsa bidat ehlinin (ashâbü’l-ehvâ, sapkın mezheplere mensup olanların) şahitliği caizdir. Ebû Yûsuf ve Muhammed de bu görüştedir. Ebû Yûsuf ve Muhammed şöyle dediler: Bu sapkın görüşler (el-ehvâ) aslında bu kişilerin verdiği birer fetva niteliğindedir; fetvasında hata yaptığı için bir insanın şahitliğinin reddedilmesi gerekmez. Kimi insanlar günahları çok büyük görerek onları küfre denk saymış ve bu şekilde hataya düşmüşlerdir. Bu onların bir fetvasıdır. Bundan dolayı onların şahitliği geçersiz olmamalıdır. Kimi insanlar da dinlerinde şüpheye düşmüş ve “(Kesin bir şekilde) mümin olduğumuzu ikrar edemeyiz” demişlerdir; bu zayıf görüşleri sebebiyle onların şahitliği de geçersiz sayılmamalıdır. Bildiğin gibi, kâfirlikten sonra en büyük günah insan öldürmektir. Hz. Peygamber’in ashabı da öldürülmesi günah olan en büyük insanlardır. Ama onların bir kısmı diğer bir kısmını öldürmüştür. Sence Hz. Âişe (58/678) Hz. Ali’nin (40/661) önünde şahitlik yapsaydı ya da kendisine katılmadıkları halde Sa’d b. Ebû Vakkas (55/675) ve Abdullah b. Ömer (73/693) Hz. Ali’nin önünde şahitlik yapsaydı onların şahitliğini kabul etmez miydi! Bu insanların arasında meydana gelen görüş ayrılığından daha büyüğü var mıdır!

Şeybânî 1433/2012. el-Asl (nşr. Mehmet Boynukalın), Beyrut, Dar İbn Hazm, X, s. 477–478.

Çeviren: Mehmet Boynukalın

İctihadın Şartları

Dürüstlüğü, aklı, salâhı, anlayışı, sünnet ve hadis bilgisi ve sözlerin nasıl anlaşılacağını gösteren fıkıh yollarını bilme yönünden güvenilir kişiler dışında kimse kadı tayin edilmemelidir; çünkü sünnet ve hadisleri bilmeyen rey/görüş sahibi yeterli olmayacağı gibi fıkhı bilmeyen hadis sahibi de yeterli olmaz. Bu ikisinden (rey ve hadisten) biri olmadan diğeri yeterli olmaz. Bu nitelikte olmayan kişi müftü de olamaz, ancak işittiği şeyleri naklederek fetva verebilir.

el-Hâkimü’ş-şehîd. el-Kâfî, Atıf efendi kütüphanesi, no. 1005, I, 218a-218b.

Çeviren: Mehmet Boynukalın

12.Haber

İslam bilgi anlayışına göre insan duyular, akıl ve haber olmak üzere üç bilgi kaynağına sahiptir. Haber doğru yahut yanlış olan bir bilgidir. İslam hukuk metodolojisi bakımından hukukun temel kaynaklarından sayılan Kur’ân ve sünnet, haber sayılır. Haberin doğasıyla ilgili bütün özellikler ve sorunlar, Kur’ân ve sünnet hakkında geçerli olacağından dolayı, gerek Kur’ân’ın güvenilir bir haber kaynağı olduğunun, gerekse Hz. Muhammed’den günümüze ulaşan söz ve uygulamaların güvenilirliği, yüzyıllar boyunda geniş incelemelere konu edilmiştir. Bu bölümde İslam hukukunun kaynakları, haber olmaları bakımından çeşitli başlıklar altında incelenmektedir.

Akılcı Okulun Haber Teorisi: İsâ b. Ebân

Ebû Mûsâ İsâ b. Ebân (ö. 221/836), İran kökenli Hanefi fakihlerindendir. Irak’ın çeşitli bölgelerinde kadılık görevi yapmıştır. Mihne yıllarında görev yapmış bir devlet görevlisi olarak kendisinin de Kur’ân’ın yaratılmış olup olmadığı tartışmasına muhatap olanlardan birisi olduğu anlaşılmaktadır.

Haberler üç kısımdır: Bir kısım haberin doğruluğu ve içeriğinin gerçekliği kesin şekilde bilinir; bir kısım haberin içeriğinin yalan olduğu ve haberi verenin yalan söylediği kesin şekilde bilinir; diğer bir kısım haberin ise doğru veya yalan olma ihtimali bulunur. Birinci kısım, tevatür yoluyla geldiği ve nakledenlerin aralarında sözleşip anlaşarak uydurmaları mümkün olmadığı için içeriğinin kesin doğru olarak bilindiği haberdir. Mesela dünyada Mekke, Medine ve Horasan adındaki yerlerin varlığı, Hz. Peygamber’in insanları Allah’a çağırdığı, Kur’ân’ı getirdiği, onun Allah tarafından kendisine indirildiğini söylediği, onun bize namaz, zekât, Ramazan ayını oruçla geçirme ve Kâbe’yi haccetme gibi ibadetleri emrettiği konusunda (haber yoluyla edinilen) bilgimiz gibi.

Bu şeyler ve saydığımız emirler hakkındaki bilgimiz zorunlu ve kendini kabul ettiren türdendir. Bu emirleri reddeden sanki onları Hz. Peygamber’in ağzından işitip reddeden gibidir ve bu sebeple kâfir olup İslâm dininden çıkar; çünkü bu tür bilgi zorunlu bir bilgidir; bu tür bilgi duyu organlarıyla hissedilen ve gözle görünen şeyler hakkındaki bilgimiz, dünyada bizden önce insanların yaşadığı ve şimdi var olanların onların çocukları olduğu, biz doğmadan önce göğün var olduğu konusunda ve benzeri konulardaki bilgilerimiz gibidir. Bu tür kesin bilgiye ulaştıran haberlerde (haber verenlerin sayısı bakımından) bilinen bir sınır ve belirli bir rakam yoktur. Kimi zaman on veya yirmi kişi bile haberin tevatür derecesine ulaşmasını sağlamaz… Çünkü bu konuda dikkat edilmesi gereken şey o haberin bizi ulaştırdığı, şüpheye yer bırakmayan kesin bilgidir.

(Cassas şöyle der: İsa b. Eban bu kısımda Kur’ân’da gelecekte olacağı bildirilen ve haber verildiği şekilde gerçekleşen gaybla ilgili haberleri de zikretmiştir). Meselâ “Elif, Lam, Mim. Size yakın olan bir yerde Rumlar yenildi. Ama onlar yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir” (Kur’ân 30: 1-4); “Siz Allah dilerse kesinlikle Mescid-i Haram’a güven içinde gireceksiniz” (Kur’ân 48: 27); “Sizden iman edip iyi işler yapanları, onlardan öncekileri hâkim kıldığı gibi, Allah yeryüzünde kesinlikle hâkim kılacağını vadetmiştir” (Kur’ân 24: 55) ve benzeri âyetlerde verilen haberler Allah’ın bildirdiği şekilde gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber de buna benzer şekilde geleceğe yönelik pek çok haber vermiş ve bunlar dediği ve anlattığı şekilde meydana gelmiştir. Bunların bir kısmı onun hayatında gerçekleşmiş, bir kısmının da ondan sonra meydana geleceği bildirilmiş ve haber verdiği şekilde meydana gelmiştir. Bunlar gibi kesin bilgi ifade eden başka haberler de vardır: Mesela biz Cuma günü caminin yolundan gelen insanları görüp onlara nereden geldiklerini sorduğumuzda “Biz camiden geliyoruz ve namazı kıldık” derlerse, bu insanların bir kısmının kendisi hakkında yalan söylemiş olma ihtimali bulunsa da, onların hepsinin verdiği bu haberin doğru bir bilgi içerdiğini zorunlu olarak biliriz. Bunun gibi Mekke yolundan dönen hacı kafilesiyle karşılaşıp sorduğumuzda “Biz hacdan dönüyoruz ve Arafat’ta vakfe yaptık” derlerse, bu insanların bir kısmının kendisi hakkında verdiği haberin yalan olma ihtimali bulunsa da, onların hepsinin verdiği bu haberin doğru bir bilgi içerdiğini zorunlu olarak biliriz.

Yalan olduğu kesinlikle bilinen haber ise Müseyleme ve ona benzeyen yalancı peygamberlerin haberleri gibidir. Onlar gelecekle ilgili kimi şeyleri haber vermiş, ancak bunların yalan olduğu ortaya çıkmıştır. Ayrıca onlar uydurdukları peygamberlikleri hakkında delilleri bulunduğunu iddia etmiş, ancak bunların hiç birini getirememişlerdir. Böylece onların yalan söyledikleri ortaya çıkmış ve iddialarının boş olduğu açıkça görülmüştür. Bir insanın “ben bir anne-babadan olmayan, aniden yaratılmış adamlar gördüm” veya “Ben kimse tarafından yapılmamış bir ev gördüm” demesi ya da “ben Arife günü Arafat’ta insanların hepsinin öldürüldüğünü ve bunu haber verecek kimsenin kalmadığını gördüm” dedikten sonra Mekke’den gelen kimsenin onun verdiği haberi vermemesi de bunun gibi şüphesiz yalan olduğu anlaşılan haberlerdir.

Doğru ve yalan olma ihtimali bulunan haberler ise bir kişinin veya tevatür sayısına ulaşmayan ve aralarında anlaşmaları mümkün olan bir topluluğun verdiği haberlerdir. Böyle bir topluluğun verdiği haberin de (bir kişinin verdiği haber gibi) doğru veya yalan olma ihtimali bulunmaktadır. Dıştan bilindiği kadarıyla dindar, güvenilir (adl) ve yalan söylemeyen bir kişinin rivayet ettiği haber, sayacağımız kimi şartlarla ve kesin doğru olduğuna tanıklık etmemekle birlikte, hükümler konusunda delil kabul edilir. Dıştan bilindiği kadarıyla günahkâr (fâsık) ve yalancı olan bir kişinin haberi ise kabul edilmez…

İnsanların tanıyıp bildiği şekilde ve meşhur bir biçimde gelmeyen bir haber-i vâhidin, Kur’ân’ın açık bir ayetinin anlamını daraltması (tahsis etmesi) veya hükmünü kaldırması (neshetmesi) kabul edilemez. “Mirasçıya vasiyet yoktur” ve benzeri hadisler ise meşhurdur… Bu şekilde gelen hadisler kabul edilir; çünkü bunlarda yanılma olması mümkün değildir. Ancak Hz. Peygamber’den rivayet edilen bir haber-i vahidin görünen anlamı sünnet ve hükümleri açıklama yönündeyse veya bu haber icma edilmiş (görüş birliğiyle kabul edilmiş) bir sünneti reddediyor veya Kur’ân’ın görünen anlamına ters düşüyorsa bakılır: Eğer bu hadisin bunlara ters düşmeyen bir yön ve anlamı varsa onun anlamı en güzel yönde, sünnete en çok benzeyen şekilde ve Kur’ân’ın görünen anlamına en uygun tarzda anlaşılır; eğer bu şekilde anlaşılması mümkün değilse o hadis şazdır (kurala aykırıdır, hatalı rivayet edilmiştir). Âlimlerin hepsinin has (özel bir anlamı) olduğunu kabul ettiği bir Kur’ân ayetinin kimlerle ilgili olduğunun belirlenmesinde hadisler (açıklayıcı) kabul edilir.

Âlimler bu konuda kendilerine ulaşan en güzel ve sünnete en çok benzeyen hadislere dayanarak fikir yürütebilirler. Mesela “Hırsız erkek ve kadın…” (Kur’ân 5: 38) ayeti âlimlerin hepsine göre has (özel) bir anlama sahiptir ve hırsızların bir kısmını içine alırken diğer bir kısmını içermez; işte bu ayetle kastedilenin kimler olduğunun tespitiyle ilgili hadisler (açıklayıcı) kabul edilir. Mesela “Eşlerini zina ile suçlayan ve kendilerinden başka şahitleri olmayanlar…” (Kur’ân 24: 6) ayeti bütün âlimlere göre has (özel) bir anlama sahiptir; çünkü temyiz yaşına gelmemiş küçükler hiç bir âlime göre bu ayetin kapsamına girmez. Bu hususta bütün âlimler icma (görüş birliği) etmiş olduğundan bununla kimlerin kastedildiğinin tespitiyle ilgili haber-i vahid rivayetler kabul edilir. Buna benzeyen ayetler de aynı durumdadır…

Kur’ân’da açık bir şekilde bildirilen (mansus) herhangi bir konu hakkında, onu reddeden veya genel bir anlama sahipken anlamını daraltan (has kılan) bir hadis gelir ve bu hadisin anlamı açık olup farklı anlamlarda yorumlanma ihtimali bulunmazsa, eğer bu hadis insanların tanıyıp bildiği ve sadece içlerinden çok az sayıda insanın bilmediği, meşhur bir hadis değilse bu hadis terkedilir…

Birbirine zıt iki hadis rivayet edilir ve insanlar sadece bunlardan birini kabul ederse bu nâsih olan (önceki hükmü kaldıran) hadistir; eğer insanlar görüş ayrılığına düşmüşse bu hadisler hakkında ictihad etmek ve asıllara (bilinen âyet ve hadislere) en çok benzeyen hadise uymak gerekir. Eğer bu hadislerin tarihleri bilinirse ve uzlaştırılmaları da mümkün olmazsa sonraki öncekini nesheder (hükmünü kaldırır); eğer uzlaştırılması mümkünse bu yönde ictihad edilir; eğer insanlar önceki hadise göre hareket ediyor ve âlimlerin arasında bu hadis meşhur, diğeri sadece azınlık tarafından uygulanan garip bir hadis ise bakılır; önceki hadise uyanlar sonraki hadise uymayı caiz görüyorsa onun hakkında ictihad etmek caiz olur; ama onlar sonraki hadise uyanları ayıplıyorlarsa insanların (çoğunun) uyduğu hadise uymak gerekir; çünkü burada nesih gerçekleşmiş olsaydı onlar önceki hadisi bilmez ve birinci ihtimalde olduğu gibi bu hadisin neshedildiği onların arasında yaygın şekilde bilinir ve ancak çok az kişi bundan habersiz kalırdı. Senin de gördüğün gibi, kurban etleri(nin saklanması) hakkında hem yasaklama hem de serbestlik getiren hadisler aynı derecede meşhur olmuştur. Mezar ziyareti, içki kapları ve mut’a evliliğiyle ilgili hadisler de böyledir.

Cassas, el-Fusûl fi’l-usûl (nşr. Uceyl en-Neşmî), İstanbul, Mektebetü’l-İrşâd, ts., I, 156-158; II, 291; III, 35-37. 

Çeviren: Mehmet Boynukalın

Az Sayıda Kişinin Rivayet Ettiği Hadislerin Durumu (Haber-i vahid): eş-Şeybânî

Bir veya az sayıda kişinin Hz. Peygamber’den rivayet ettiği hadise haber-i vahid denilmektedir. İlk dönemden itibaren bu nitelikteki rivayetlerin delil olarak kabul edilmesi tartışma konusu olmuştur. Şeybânî bildiğimiz kadarıyla bu konuya değinen ilk müelliflerden biridir. O, bu konuya daha çok fıkıh meseleleri bağlamında değinmekle birlikte ortaya koyduğu deliller onun konunun fıkıh usûlüyle ilgili boyutunu da bildiğini göstermektedir. Ancak Şeybânî (ö. 189/804) döneminde fıkıh usûlü henüz bağımsız bir ilim dalı haline gelmediği için onun ifadelerinde konunun usûl boyutu zımnen ele alınmış olmaktadır. Yine bu ifadelerde Şeybânî’nin ravilerde aranan şartlara değindiği görülmektedir. Şeybânî’ye öğrencilik yapmış olan Şâfiî’nin (ö. 204/820) er-Risâle’sinde konu fıkıh usûlü açısından ele alınmış, Şeybani’nin kullandığı delillerin bir kısmına yer verilmiş ve konu daha detaylı biçimde incelenmiştir.

Yolcu bir adam gelip namaz kılmak istediğinde sadece bir kapta bulunan bir su bulur ve bir adam ona bu suyun pis olduğunu haber verir veya ona bir çocuğun idrarını yaptığını veya içine kan veya dışkı düştüğünü veya onu necis (pis) kılan başka bir şey düştüğünü söylerse, yolcunun kendisine haber veren adamın durumuna bakması gerekir: Eğer onu tanıyorsa ve bu adam ona göre dürüst, Müslüman ve iyi bilinen bir kişiyse o suyla abdest almaz, teyemmüm yapar ve namazını kılar. Bu adam köleyse veya haber veren kişi hür ve Müslüman bir kadınsa veya bir cariyeyse, söylediği şey hakkında dürüst ve güvenilir bir kişi olduktan sonra, durum aynıdır. Eğer o kişi güvenilir değilse veya haber veren kişinin güvenilir olup olmadığını bilmiyorsa bakar: Düşünce ve zannına göre bu kişinin doğru söylemiş olma ihtimali daha yüksekse yine teyemmüm yapar ve o suyla abdest almaz. O suyu döküp sonra teyemmüm yaparak ihtiyatlı davranırsa bu daha iyi olur. Kendisine haber verenin yalancı olma ihtimalini daha yüksek görüyorsa o suyla abdest alır ve onun sözüne bakmaz, namazını kılar ve namazı geçerli olur; teyemmüm yapması da gerekmez. Sen de biliyorsun ki; Hz. Ömer bir kabileye ait bir havuza geldiğinde Amr b. As bu kabileden bir adama: “Yırtıcı hayvanlar bu suya geliyor mu?” diye sormuş, Hz. Ömer de “Bize bir şey söyleme” demişti. Gördüğün gibi Hz. Ömer adamın ona böyle bir haber vermesini istememiştir. Eğer o, adamın sözünün haber değerinde olduğunu kabul etmeseydi onun haber vermesine engel olmazdı. Eğer kaptaki suyun necis/ pis olduğunu haber veren kişi zimmî (gayr-i müslim) bir adamsa onun sözüne inanılmaz; ama kendisine haber verilen kişinin kalbi onun doğru söylediğine meylediyorsa bence en iyisi o suyu döküp sonra teyemmüm yapması ve namazını kılmasıdır; suyu dökmeden abdest alırsa bu da geçerli olur; ama kalbi onun doğru söylediğine meylediyorsa bununla birlikte teyemmüm yapıp namaz kılması bence daha iyidir. Eğer onun yalancı olma ihtimalini daha yüksek görüyorsa o suyla abdest alır ve onun sözüne bakmaz. Her iki durumda da abdest alıp namazını kılar ve teyemmüm yapmazsa bu onun için yeterli olur; çünkü bu dinî bir konudur ve bu konularda hüccet sadece Müslümanın haberidir. Ne dediğini bilen büluğa ermemiş çocuk ve ne dediğini bilen ama akıl zayıflığı bulunan bir insanın verdiği haber de böyle değerlendirilir.

Bir adam yemek yiyen ve içecek içen bir grup Müslümanın yanına gelse ve onlar onu yemeğe davet etse, bunun üzerine Müslüman ve güvenilir olduğunu bildiği bir adam ona: “Bu yedikleri et Mecusi (Zerdüşt dinine mensup, ateşe tapan) bir kişinin kestiği bir hayvanın etidir veya bu ete domuz eti karışmıştır veya bu içtikleri içeceğe şarap karışmıştır” dese, onu yemeğe davet edenlerse: “Durum onun dediği gibi değil” deyip yediklerinin helâl olduğunu haber verip doğru bir şekilde konuyu açıklar ve durumun anlattıkları gibi olduğunu söylerlerse, onların haline bakar: Eğer bu insanlar dürüst ve güvenilir olduklarını bildiği kişilerse o tek adamın sözüne bakmaz ve onların sözüne uyar; eğer bu insanlar ona göre dürüst olmayıp töhmet altındaysa o tek adamın sözüne uyar ve bu şeylerden yemesi caiz olmaz. Dürüst ve güvenilir bir Müslüman adam(ın haberi) bu konuda hüccettir; hür kadın, cariye ve köle de (bu konuda) onun gibidir. Eğer içlerinden iki adam hariç bu insanlar güvenilir değilse, bu iki güvenilir adam tek adamın verdiği habere aykırı şekilde haber veren kişilerin arasındaysa, bu iki adamın sözüne uyar ve tek adamın sözünü bırakır. Eğer bu grubun içinde sadece bir adam güvenilir durumdaysa, birbirine aykırı iki haber veren bu iki adamın haberlerine bakar: Eğer yiyeceğin haram olduğunu iddia edenin doğru söylemiş olma ihtimalini daha yüksek görüyorsa onun sözüne uyar. Eğer bir kanaate ulaşamadıysa ve iki durum da ona göre eşitse o yiyecekten yemesi ve içecekten içmesinde bir sakınca olmaz. İki adam birbirine ters düştüğünde, sana anlattığım her türlü ihtimalde abdest de bu mesele gibidir. Yiyeceğin helal olduğunu haber verenler iki güvenilir adam olmakla birlikte bunlar köleyse, yiyeceğin haram olduğunu iddia eden ise sadece bir hür adamsa o yiyeceği yemekte bir sakınca yoktur. O yiyeceğin haram olduğunu iddia eden iki güvenilir erkek köle, helal olduğunu iddia eden bir güvenilir hür adamsa o yiyeceği yememesi gerekir. Bunun gibi, iki şeyden birini haber veren güvenilir bir köle, diğerini haber veren hür bir adamsa bu konuda kendi kanaatine göre en güçlü ihtimale bakıp ona uyar ve başkasına bakmaz. İki şeyden birini kendisine haber veren iki güvenilir hür adam, diğerini haber veren iki güvenilir erkek köleyse iki hür adamın sözüne uyar ve iki kölenin sözünü bırakır; çünkü hürler hüccet bakımından kölelerle aynı derecededir; ayrıca onların şahitliği yargıda kesin delil sayılır; bu sebeple hür olmaları durumunda onların şahitliği kabul edilmeye diğerlerinden daha lâyıktır.

Sen de biliyorsun ki; Hz. Ebû Bekir es-Sıddık’ın (13/634) yanında Muğîre b. Şu’be (50/670) Hz. Peygamber’in nineye mirastan altıda bir hisse verdiği yönünde şahitlik ettiğinde Hz. Ebû Bekir ona: “Başka bir şahit daha getir” dedi; o da Muhammed b. Mesleme’yi (43/663) getirdi ve o aynı şekilde şahitlik yaptı. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir nineye altıda bir hisseyi verdi. Bu dinî bir konudur. Hz. Ömer’in (23/644) yanında Ebû Musa elEş’arî (44/665) Hz. Peygamber’in: “Biriniz üç defa izin ister ve kendisine izin verilmezse geri dönsün” dediği yönünde şahitlik ettiğinde Hz. Ömer: “Seninle birlikte buna şahitlik edecek birini daha getir” dedi. Bu ihtiyat bakımından daha iyidir; ama bir kişi de yeterlidir. Sen de biliyorsun ki; Hz. Ömer bunu ona sadece ihtiyatlı davranmak için söyledi. Eğer o başka bir şahit getirmeseydi onun şahitliğini yine kabul ederdi; çünkü Hz. Ömer, Abdurrahman b. Avf’ın (32/652) şahitliğini buna benzer bir meselede kabul etmiştir; Abdurrahman b. Avf Hz. Ömer’in yanında tek başına, Hz. Peygamber’in yanında Mecusîlerin anıldığı ve Hz. Peygamber’in haraç alma konusunda: “Onlara kitap ehliyle ilgili hükümleri uygulayın” dediği yönünde şahitlik yapmış ve Hz. Ömer tek başına onun sözünü geçerli saymıştır. Yine Hz. Ömer veba salgını varken Şam’a gitmek istediğinde Abdurrahman b. Avf’ın vebayla ilgili sözünü geçerli saymıştır. Hz. Ömer Şam’a gitme hususunda insanlara danıştığında kimi Muhacirler ona gitmesi yönünde görüş bildirmiş, Ebû Ubeyde b. Cerrah (18/639): “Ey müminlerin emiri! Allah’ın kaderinden mi kaçıyoruz?” demişti. Mekkeli bir grup ise ona “Gitme” dedi. Bu sırada Abdurrahman b. Avf geldi ve: “Ben Hz. Peygamber’in: ’Bu kötü hastalık bir yerde yayılırsa oraya gitmeyin, sizin olduğunuz bir yerde yayılırsa oradan çıkıp kaçmayın’ dediğini işittim” dedi. Hz. Ömer de onun sözüne uydu. Başka bir hadis şöyledir: Hz. Ömer, bir kadının, öldürülen kocasının diyetine mirasçı olmaması yönünde hüküm vermeye niyetlenmişti ki; Dahhak b. Süfyan Hz. Ömer’e gelerek, Eşyem ed-Dibâbî’nin karısını onun diyetine mirasçı kılması için, Hz. Peygamber’in kendisine bir mektup yazdığı yönünde şahitlik yaptı ve Hz. Ömer onun sözüne uydu. Hz. Peygamber Bizans kralı Kayser’e tek başına Dihye el-Kelbî’yle (50/670) bir mektup göndererek onu İslam’a çağırdı ve bu, Kayser’e İslam’ı ulaştırma konusunda yeterli (hüccet) görüldü. Hz. Ali (40/661): “Ben bir şeyi Hz. Peygamber’den işitmeyip başkasından dinlediğim zaman o kişiye söyledikleri üzerine yemin ettirirdim; ama bunu bana Ebû Bekir es-Sıddık anlattı ve o doğru söyledi…” demiştir. Bütün bu rivayetlerde bir Müslüman adamın şahitliği kabul edilmiştir. Bize ulaşan bir rivayete göre içlerinde Ebû Talha’nın (34/654) da bulunduğu bir grup sahabi fadîh (hurmadan yapılan bir içki) içiyorlarken onlara bir kişi geldi ve şarabın haram kılındığını haber verdi. Bunun üzerine Ebû Talha: “Enes! Kalk ve şu çömlekleri kır” dedi. (Enes (93/711)): “Ben de kalkıp onları kırdım ve içlerindeki içki döküldü” (dedi). Bu konuda delil çoktur.

… Hz. Peygamber Ramazan ayının hilalini görme konusunda bir bedevinin şahitliğini kabul etti. Bu kişi Medine’ye gelip hilali gördüğünü onlara haber verdi ve Hz. Peygamber onun şahitliğine dayanarak Müslümanların oruç tutmasını emretti. …

Bir bedevi Hz. Peygamber’in yanında hilali görme konusunda şahitlik yaptı. Hz. Peygamber ona: “Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim onun elçisi olduğuma şahitlik eder misin?” diye sordu. O da: “Evet” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber’in verdiği emirle insanlar oruç tuttular.

Bu, dinî konularda bir kişinin şahitliğinin geçerli olduğunu gösterir. Bayram hilali hakkında iki hür erkek veya bir erkek ve iki kadın şahitten az sayıda kişinin şahitliği kabul edilmez; çünkü bu dinî bir konu olsa da oruç tutmayı bırakmaları ve orucu bozmaları sebebiyle bayram hilalini görmede insanların bir tür menfaati vardır; bu sebeple bu konu yargı hükmü gibi ele alınır ve bu konuda sadece yargı hükümlerinde kabul edilen şahitlik türleri kabul edilir. Eğer şahitlikleri geçerli olmayan ve töhmet altında olan kişilerdense, Ramazan ayının hilali konusunda bir veya iki Müslümanın şahitliği kabul edilmez. Güvenilir Müslüman bir erkek köle veya ister hür ister cariye olsun güvenilir Müslüman bir kadın veya kazif suçundan dolayı cezalandırılmış olsa da güvenilir Müslüman bir erkeğin bu konuda şahitliği ise geçerlidir. Bu konuda şahitlik yapan şehir içindeyse ve gökyüzünde (hilali) görmeyi engelleyici bir durum yoksa onun bu konudaki şahitliği kabul edilmez; çünkü bu şahitliğin batıl/yanlış olduğu anlaşılmaktadır. Ancak gökyüzünde bulut gibi bir engel varsa ve güvenilir olan bu kişi hilali bulutların arasından gördüğünü haber verir veya başka bir yerden gelerek haber verirse Müslümanların onun şahitliğiyle oruç tutmaları gerekir.

Şeybânî 1433/2012. el-Asl, nşr. Mehmet Boynukalın, Beyrut, Dar İbn Hazm, II, 243–249.

Çeviren: Mehmet Boynukalın

14.(Beyanın) Hükümlerini Açıklanma Biçimleri : Ebu Bekir el Cassas

Hanefî fıkıh usûlünün (hukuk metodolojisinin) günümüze ulaşan ilk eseri Kadı Ebû Bekir Ahmed b. Ali er-Râzî el-Cassâs’ın (ö. 370/980) el-Fusûl fi’l-usûl adlı eseridir. Genel olarak fıkıh usûlü tarihine bakıldığında da bu alanda Şâfiî’den (ö. 204/820) sonra yazılan ilk kapsamlı eser budur. Cassâs bu eserini Kur’ân’daki hükümleri incelediği Ahkâmü’l-Kur’ân adlı eserine giriş olarak yazmıştır. Bu eserde Cassâs Şâfiî’yi ve kendisinden önce bu sahada eser vermiş olan kimi âlimleri eleştirmiş, günümüzde kayıp sayılan bazı fıkıh usûlü eserlerinden alıntılar yapmıştır. Hanefî mezhebinin önde gelen şahsiyetlerinden sayılan Cassâs’ın fıkıhla ilgili Şerhu Muhtasari’t-Tahâvî ve Şerhu Edebi’l-Kâdî gibi önemli eserleri bulunmaktadır.

Beyânın (hükümleri açıklamanın) kısımlarının anlatımı:

Şeriatın hüküm açıklaması çeşitli şekillerde olur:

1. Baştan konulan hükümler.

2. Sözün zahirine/görünüşüne bakıldığında umumî (genel) şekilde anlaşılması mümkün olan ifadenin anlamının daraltılması (umumun tahsisi); böylece kasdedilenin (genel anlamın tamamı olmayıp sadece) bir kısmı olduğu açıklanmış olur.

3. Sözün gerçek anlamdan mecaza çevrilmesi, emrin (kesinlikten) nedb (teşvik) veya ibahaya (serbest kılmaya) çevrilmesi ve haberin emir anlamına çevrilmesi; böylece lafızla onun gerçek anlamı dışında bir anlamın kasdedildiği açıklanmış olur.

4. Hükmü ifade edebilmesi için açıklanmaya ihtiyaç duyan (sözdeki) kapalılığın açıklanması (beyânü’l-cümle). Bu tür açıklama tahsis (daraltıcı yorum) değildir; kapalı ifade ile kastedilen anlamın açıklanmasıdır. Mesela “Hasat edildiği gün onun hakkını verin” (Kur’ân 6: 141) âyet-i kerimesiyle öşürün veya onun yarısının kasdedildiği Hz. Peygamber tarafından açıklanmıştır. Burada ne tahsis ne de sözün gerçek anlamından çıkarılması söz konusudur.

5. Nesih. Bizim kalıcı olduğunu sandığımız hükmün süresinin (bittiğinin) açıklanmasıdır.

Açıklanmaya İhtiyacı Olanlar ve Olmayanlar

Zâhir (görünen) ve gerçek anlamı üzere kullanılması mümkün olan ve gerektirdiği hükmün uygulanmasını engelleyen bir hususun kendisiyle birlikte bulunmadığı lafızların/sözlerin hiç biri açıklanmaya muhtaç değildir. Ancak o sözle hitap eden, sözün anlamının bir kısmını kastediyorsa ya da sözün gerçek anlamı dışında bir anlam kastediyorsa, onunla istenilen şeyin açıklanmaya ihtiyacı vardır. Kendisinin kapalı (mücmel) olması ya da –’mücmel ve onunla aynı anlama gelen lafızlar’ hakkında daha önce anlattığımız üzere– bitişiğindeki bir şeyin kendisini kapalı (mücmel) hale getirmesi sebebiyle hükmünün uygulanması mümkün olmayan her lafız/söz ise açıklanmaya muhtaçtır.

Birincisi “Allah alışverişi helâl kılmıştır” (Kur’ân 2: 275) ve “Anneleriniz size haram kılınmıştır” (Kur’ân 4: 23) âyet-i kerimeleri gibidir… Bu sözlerin anlamları anlaşılır ve açıktır ve okunmalarıyla birlikte açıklanmaya gereksinim duymadıkları anlaşılır. İkincisi ise “Hasat edildiği gün onun hakkını verin” (Kur’ân 6: 141) ve “Onların mallarında bilinen bir hak vardır” (Kur’ân 70: 24)… gibi (açıklanması gereken) âyet-i kerimelerdir.

Beyanın (Açıklamanın) Neyle Olacağı

Şeriatın hükümleri açıklaması (beyânı) Kitab, sünnet, icma ve kıyasla olur.

Önceki dönemde kimi ilim adamları (maksadı) açıklamanın/beyanın beş yolla gerçekleşeceğini söylemişlerdir: Söz, yazı, işaret, parmaklarla rakamları ifade etme (akd) ve delâlet eden bağlantı(lar üzerinde düşünme) (en-nisbetü’d-dâlle).

Bununla ilgili şunları söyleyebiliriz: Yüce Allah (hükümlerini) söz ve yazı ile beyan edebilir/açıklayabilir. (Mesela ilahi) hitabın zahirinden/oku nuşundan anlamları anlaşılan ve baştan konulan farzlar sözle açıklanmıştır. Yazıyla da açıklama olur; çünkü Kur’ân Yüce Allah’ın kelamı (olduğu gibi) Levh-i Mahfuz’da ve başka yerlerde yazılı kitabıdır. Dolayısıyla baştan konulan hükümler bu iki şekilde açıklanabilir. Yine sözlü ve yazılı şekilde umumi bir hüküm tahsis edilebilir (genel bir anlam daraltılabilir). Mesela “Beğendiğiniz kadınlarla evlenin” (Kur’ân 4: 3) ayetinin (genel) hükmü, “Anneleriniz size haram kılındı…” (Kur’ân 4: 23) ayetiyle tahsis edilmiş, haram kılınan kadınların (muharremâtın) bu genel hükmün kapsamının dışında olduğu açıklanmıştır. Kapalı ifadelerin açıklanması da sözlü ve yazılı şekillerde yapılmıştır. Mesela “Anne-baba ve akrabaların (miras olarak) bıraktığından erkeklerin alacağı bir hisse vardır; kadınların da anne-baba ve akrabaların bıraktığından alacağı bir hisse vardır…” (Kur’ân 4: 7) ayeti, sonra gelen “Allah çocuklarınız hakkında size şunu emrediyor…” (Kur’ân 4: 11) âyet-i kerimesiyle açıklanmıştır (Bu hisselerin miktarları belirlenmiştir). Yine sözlü ve yazılı şekillerde farzın süresi açıklanabilir ki; bu nesihtir (hükmün kaldırılmasıdır). Mesela “Yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz” (Kur’ân 2: 144) ayetinden sonra “Yüzünü Mescid-i Haram’a doğru yönelt (Kur’ân 2: 144, 149, 150)” ayeti gelmiş; “Sizden vefat edip zevcelerini arkada bırakanlar zevcelerine bir yıl yetecek kadar nafaka ve evlerinden çıkarılmamayı vasiyet etsinler” (Kur’ân 2: 240) ayetinin hükmü “Sizden vefat edip zevcelerini arkada bırakanların zevceleri dört ay on gün kendi başlarına (iddet) beklerler” (Kur’ân 2: 234) ayetiyle neshedilmiş ve bu süre dört ay on güne indirilmiştir…

Yüce Allah, delalet eden bağlantı(lar üzerinde düşünme) (en-nisbetü’d-dâlle) yoluyla da açıklama yapar. Bu iki alanda olur:

1. Birincisi akli konular (akliyyât) ve onların delilleridir. Bunlar yoluyla yapılan açıklama sözün anlamı (lafzın delaleti) yoluyla yapılan açıklamadan daha çoktur; çünkü sözün tahsis edilmesi (anlamının daraltılması) ve gerçek anlamından mecaz anlamına çevrilmesi mümkündür; ama Yüce Allah’ın birliği, adaleti ve bütün sıfatlarını gösteren akli delillerin değişmesi veya anlamının daraltılması mümkün değildir. Bu konuda akli deliller sözden daha kuvvetlidir ve açıklama onlarla gerçekleşir.

2. Diğer alan ise İslam hukukunun hükümleri içinde ictihad yoluyla ulaşılan kısımdır. İctihadın caiz olduğunu gösteren deliller ortaya konduğuna göre onun bizi –kuvvetli ihtimale uyma (gâlib-i zan) yoluyla da olsa– götürdüğü sonuç ’açıklama’ olarak adlandırılabilir.

Hz. Peygamber’in hükümleri açıklaması da sözlü şekilde olabilir. Meselâ baştan sünnetle konulan hükümlerin tamamı ve Hz. Peygamber’in Kur’ân’ın genel ifadesini daraltması (umumun tahsisi) gibi. Meselâ Hz. Peygamber’in, insanın yanında olmayan veya teslim almadığı bir şeyi satmasını yasaklaması, “Bana iki şeyin ölüsü helâl kılındı: (Balık ve çekirge)” hadisi ve “İhramlıyken av hayvanı öldürmeyin” (Kur’ân 5: 95) ayetini(n genel hükmünü) “İhramlı beş şeyi öldürebilir…” sözüyle tahsis etmesi (daraltması) gibi.

Hz. Peygamber’in hükümleri açıklaması yazıyla da olabilir: Mesela Amr b. Hazm için yazdırdığı zekât, diyet ve diğer birçok hükümle ilgili yazısı, Hz. Ebû Bekir için zekâtla ilgili yazdırdığı yazısı… gibi. Böylece, açıklamanın sözle yapıldığı gibi yazıyla da yapıldığı görülmektedir.

Hz. Peygamber’in Kur’ân’daki mücmeli (kapalı ifadeyi) açıklaması da sözlü ve yazılı şekillerde olabilir. Mesela Hz. Peygamber’in “Beş ukiyeden az gümüşte zekat yoktur” ve “Üzerinden bir yıl geçmedikçe bir malda zekat yoktur” hadisleri, hayvanlardan alınacak zekat miktarlarını söz ve yazı yoluyla açıklaması, bütün bunlar “Onların mallarından kendilerini temizleyecek olan zekatı al” (Kur’ân 9: 103) ayetiyle ne istendiğinin açıklanmasıdır…

Hz. Peygamber’in hükümleri açıklaması fiil/uygulama yoluyla da olur. Mesela “Namazı dosdoğru kılın” (Kur’ân 2: 43) ayetindeki kapalılık Hz. Peygamber’in farz kılınan namazın rekâtlarının sayısını ve nasıl kılınacağını fiilen göstermesiyle açıklığa kavuşmuştur. Yine Hz. Peygamber’in hacla ilgili fiili uygulamaları “Allah’ın evini haccetmek insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır” (Kur’ân 3: 97) ayetinin açıklaması sayılır. Hz. Peygamber bu hususu “Benim nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız öyle namaz kılın” ve “Haccınızı nasıl yapacağınızı benden öğrenin” hadisleriyle vurgulamış ve bu sözleriyle, Kur’ân’da kapalı olarak geçen ifadelerin açıklanmasında, kendisinin uygulamasına bakmanın gerekli olduğuna dikkat çekmiştir. Ancak Hz. Peygamber’in namaz ve zekâtla ilgili bütün uygulamaları Kur’ân’daki kapalı ifadelerin açıklaması niteliğinde değildir; çünkü onun kendi başına kıldığı namazın “Namazı dosdoğru kılın” (Kur’ân 2: 43) ayetinin açıklaması olduğu veya verdiği herhangi bir sadakanın “Zekâtı verin” (Kur’ân 2: 43) ayetinin açıklaması olduğu anlaşılmaz. Açıklama sayılan uygulamalar onun insanlara cemaatle kıldırdığı farz namazlar veya onun hareket tarzından farzı yerine getirmek niyetiyle yaptığı anlaşılan uygulamalardır. Bu hareket tarzı Kur’ân’dan anlaşılanın bu olduğunu ve bu uygulamanın onun açıklaması olduğunu gösterir; çünkü “Namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin” ayeti bu iki şeyin farz olduğunu göstermektedir; ama Hz. Peygamber’in kendi başına yaptığı uygulamanın farzı yerine getirme niyetiyle yapıldığını gösteren bir husus yoktur; başka bir ifadeyle bu tür uygulamada onun açıklama maksadıyla yapıldığını gösteren bir karine yoktur.

Hz. Peygamber Kur’ân veya sünnette nas yoluyla (açık bir biçimde) bildirilmiş bir farzın süresini de açıklayabilir. Meselâ “Mirasçıya vasiyet yoktur” hadisinin anne-baba ve akrabaya yapılan vasiyet hükmünü neshettiği (kaldırdığı) ifade edilmiştir… Sünnette yer alan “Sizin mezarları ziyaret etmenizi yasaklamıştım, artık ziyaret edebilirsiniz” ve “Sizin kurbanların etlerinden yemenizi yasaklamıştım, artık yiyebilir ve saklayabilirsiniz” hadisleri de bu niteliktedir.

Hz. Peygamber işaret yoluyla da açıklama yapmıştır. Mesela “Ay böyle, böyle ve böyledir” diyerek on parmağını üç kez göstermiş ve ayın otuz gün olduğunu ifade etmiştir. Sonra “Ay böyle, böyle ve böyledir” diyerek iki kez on parmağını göstermiş, üçüncüsünde başparmağını saklayarak ayın yirmi dokuz gün olabileceğini ifade etmiştir…

Hz. Peygamber’in hükmü nas yoluyla sarih/açık şekilde ifade etmeyip ima yoluyla işaret ettiği açıklamaları da vardır. Mesela… içinde fare ölmüş olan bir tereyağı hakkında “Eğer katıysa fareyi ve etrafındaki yağı atın, sıvıysa hepsini dökün” hadisinde sıvıyla katının birbirinden ayrılması, sıvıların içlerine düşen pis bir şey sebebiyle pis sayılacağını göstermektedir…

Hz. Peygamber kimi zaman da bir kişinin bir şeyi belli bir şekilde yaptığını görüp ona karşı çıkmayarak bu davranışın yapılabileceğini onaylama yoluyla hükmü açıklamıştır. Bu davranış, o şeyin onaylandığı şekilde yapılmasının caiz olduğunu ya da vacip olarak yapıldığı görülüp o şekilde onaylanmışsa onun vacip olduğunu gösteren bir açıklama sayılır. Mesela ortaklık, mudarebe (emek-sermaye ortaklığı), borç ve benzeri akitlerin Hz. Peygamber zamanında ve onun önünde, onun bilgisi dâhilinde yapıldığını, bunların o günün insanları arasında yaygın olduğunu ve Hz. Peygamber’in bu akitlere karşı çıkmadığını biliyoruz. Onun bu şekilde insanların yaptığı akitleri onaylaması bu akitlerin mubah (serbest) olduğunu gösterir; çünkü bu akitler haram olsaydı onlara karşı koyar ve iptal ederdi. Zira Hz. Peygamber’in bir insanın kötü bir söz veya davranışını görüp onu onaylaması ve buna karşı çıkmaması mümkün değildir; çünkü onun bu karşı çıkışı iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama mahiyetindedir. Yüce Allah bütün insanların iyiliği emredip kötülüğü yasaklamalarını emretmiştir; Hz. Peygamber ise bu konuda en büyük paya sahiptir; zira onun ümmetinden iyiliği emreden ve kötülüğü yasaklayan herkes bunu ona uyarak ve onun emriyle yapmıştır…

Bizim ashabımız (Hanefî hukukçular) halkın örf olarak bildiği ve insanların arasında yaygın olan muamelâta (alışveriş vb. uygulamalara) âlimler tarafından karşı çıkılmamasını bu muamelâtın caizliği/geçerliliği konusunda oluşmuş bir icma (görüş birliği) saymıştır. Meselâ yaygın olarak bilinen istisna (sipariş) akdini yapanlara karşı selef (ilk dönem) bilginlerinin karşı çıkmaması onların bu akdin geçerliliği konusunda görüş birliği içinde olduğunun kanıtı sayılmıştır…

Kapalı ifadelerin açıklanması (mücmelin beyanı) icma (İslam bilginlerinin görüş birliği) yoluyla da olabilir. Çünkü icma Allah’ın uyulmasını emrettiği ve doğruluğuna hükmettiği delillerden biridir. Bu bakımdan onunla açıklama yapılabilir. Mesela hata yoluyla insan öldürme durumunda diyetin âkıle tarafından ödeneceği konusundaki icma gibi. Halbuki Allah’ın kitabında “ailesine teslim edilecek bir diyet” (Kur’ân 4: 92) buyrulmuş, diyetin âkıle tarafından ödeneceği bildirilmemiştir; burada icma ayetle ne istendiğini açıklamıştır…

Kur’ân ve sünnetin hüküm açıklamasında olduğu gibi icma da baştan konulan bir hükmü açıklayabilir. Mesela içki içmenin cezasının seksen sopa olduğu konusunda selefin (ilk Müslüman nesillerin) icma etmesi gibi…

İcma yoluyla genel bir ifadenin daraltılması (tahsis) şeklinde de açıklama yapılabilir. Mesela âyet-i kerimede “Zina eden erkek ve kadına yüz sopa vurun” (Kur’ân 24: 2) buyrulmuş, ancak ümmet köleye elli sopa vurulacağı hükmünde icma etmiştir. Mutlaka vahiy ya da ictihada dayanmakla beraber icma bağımsız bir delildir ve onunla yapılan açıklamaya itibar edilmesi gerekir.

Cassâs. el-Fusûl fi’l-usûl (nşr. Uceyl en-Neşmî), İstanbul, Mektebetü’l-İrşâd, ts., II, 31-43.

Çeviren: Mehmet Boynukalın

B. AİLE HUKUKU

İslam hukukunda aile bahsine nikâh (evlenme) ve talak (boşanma) başlıkları altında yer verilir. Fıkıh kitaplarında müstakil başlık altında işlenen nikâh bahsinde “evlenme akdi, mahiyeti ve keyfiyeti”, “evlenme mânileri”, evliliğin neticesinde oluşan “mehir” ve ’nafaka’ gibi sonuçlarla ilgili hükümlere yer verilir. Talak (boşanma) başlığı altında ise “boşanmanın mahiyeti”, “boşanma çeşitleri”, “sonuçları”, “iddet”, boşanma esnasındaki “nafaka” gibi bahislere yer verilmektedir. Bunun yanında bu başlıklarda süt emzirme ve süt emzirme ile oluşan akrabalık ile akrabalık neticesindeki nafaka konuları da yer almaktadır. Klasik fıkıh kitapların tamamında, “kitâbü’n nikâh” (nikâh kitabı) ve “kitâbü’t-talâk” (talak kitabı) başlıkları altında yer alan evlilik ve boşanma hükümleri modern dönemde İslam aile hukuku ahvâlü’ş-şahsiyye başlığı altında müstakil kitaplarda ele alınmaktadır. Aile hukukuyla ilgili olarak filozof ve hekim kimliğiyle de öne çıkan dönemin önde gelen Mâlikî fakihlerinden tam adı İbn Rüşd el-Hafîd Kadı Ebü’l-Velîd Muhammed b. Ahmed b. Muhammed el-Kurtubî (ö. 595/1198)’in eserinden alıntı yapılacaktır. Çok yönlü bir âlim olan İbn Rüşd’ün fıkıh alanındaki en meşhur ve günümüze ulaşan eseri ise Bidâyetü’l-müctehid ve nihâyetü’l-muktesid adını taşımaktadır.

1. Zeydiyye Mezhebinde Aile Hukuku: Zeyd b. Ali

Tam adı Zeyd b. Ali b. el-Hüseyin b. Ali b. Ebî Tâlib (ö. 122/740)’dir. Zeydiyye mezhebinin kurucusu aynı zamanda Hanefî mezhebinin imamı Ebû Hanîfe’nin hocalarından birisi olarak da kabul edilmektedir. İslam tarihinin ilk yazılı kaynaklarından birisinin müellifi olan Zeyd b. Ali’ye nisbet edilen el-Mecmûʿ veya el-Mecmûʿu’l-fıkhî veya el-Müsned olarak da isimlendirilen eser ilk defa Eugenio Griffini tarafından İtalyanca notlarla neşredilmiştir (Milano 1919). Bundan sonra da defalarca basılmıştır. Eser ibâdet, muâmelât ve ukûbat şeklinde fıkhın konularını ele alması sebebiyle hem bir fıkıh kitabı hem de Peygamber’den (sav) nakledilen çok sayıda hadis ile Ali b. Ebî Tâlib ve Hz. Hüseyin’den nakledilen çeşitli haberleri içermesi yönüyle de hadis mecmûası niteliğindedir. Bu eser üzerine çok sayıda şerh de yazılmış olup bunlardan en önemlileri olarak Şerefeddin Hüseyin b. Ahmed es-Seyyâgi’nin er-Ravzü’n-nâdir şerhu Mecmû’i’l-fıkhi’l-kebîr’i, Muhammed b. Mutahhar’ın el-Minhâcü’l-celî isimli eserleri zikredilebilir.

Nikâhın Önemi

Haled el-Vasitî dedi ki: Bana Zeyd b. Ali, babası ve dedesi yoluyla Ali (ra)’den şöyle nakletti: Peygamber (sav), “Evleniniz, siz ümmetin en çoğusunuz” dedi.

Zeyd b. Ali, babası, dedesi ve Ali b. Ebî Tâlib yoluyla Peygamber (sav)’in şöyle dediğini nakletti: Eğer bir koca karısının yüzüne bakarsa ve karısı da kocasının yüzüne bakarak karşılık verirse Allah Teâlâ da o ikisinin yüzüne rahmet bakışıyla bakar. Koca, hanımının ellerini avuçlarına aldığında, karısı da erkeğin ellerini tutarsa, kadının parmakları arasından günahları dökülür.

Zeyd b. Ali, babası, dedesi ve Ali b. Ebî Tâlib yoluyla Peygamber (sav)’in şöyle dediğini nakletti: Kadınların en hayırlısı çok seven ve doğurgan olanıdır. Yüzüne baktığında mutluluk verir, sen başka bir yere gittiğinde ise malını korur.

Mehir

Zeyd b. Ali, babası, dedesi ve Ali b. Ebî Tâlib yoluyla Peygamber (sav)’in şöyle dediğini nakletti: On dirhemden aşağı mehir olmaz. Bağînin (isyankâr) mehri gibi nikâh helal (geçerli) olmaz.

Zeyd b. Ali, babası, dedesi yoluyla Ali b. Ebî Tâlib’in şöyle dediğini nakletti: Mehir olmaksızın cinsel birleşme caiz değildir.

Zeyd b. Ali, babası, dedesi yoluyla Ali b. Ebî Tâlib’in şöyle dediğini nakletti: Peygamber (sav), kızı Fâtıma ile beni on iki okiyye (kırk dirhem) ve yarım gümüş mukabilinde nikâhladı.

Zeyd b. Ali, babası, dedesi yoluyla Ali b. Ebî Tâlib’in şöyle dediğini nakletti: Peygamber (sav) evlendiği eşlerine verdiği mehrin hiç biri 12 okiyye (kırk dirhem) gümüşten fazla değildi.

Zeyd b. Ali, babası, dedesi yoluyla Ali b. Ebî Tâlib’in şöyle dediğini nakletti: Mehirde kolaylık gösterin, aşırıya gitmeyin. Çok mehir düşmanlığa sebep olur.

Zeyd b. Ali, babası, dedesi yoluyla Ali b. Ebî Tâlib’den şöyle nakletti: Bir adam, bir kadınla evlendiler fakat aralarında mehir belirlemediler. Daha sonra adam, mehrini vermeden ve kadınla münasebette bulunmadan öldü. (Ali b. Ebî Tâlib) şöyle dedi: O kadına miras vardır ve iddet beklemesi gerekir. Fakat onun mehir alması gerekmez.

Nikâhta Veli ve Şahitler

Zeyd b. Ali, babası, dedesi yoluyla Ali b. Ebî Tâlib’in şöyle dediğini nakletti: Veli ve iki şahit bulunmaksızın nikâh geçerli olmaz. Bir dirhem veya iki dirhem (gümüş mehirle) de olmaz. Bir gün, iki gün süreyle de nikâh olmaz. Nikâhta şart yoktur.

Zeyd b. Ali, babası, dedesi yoluyla Ali b. Ebî Tâlib’in şöyle dediğini nakletti: Hayber senesinde Peygamber (sav) mut’a nikâhının (süreli nikâh) yapılmasından nehyetti.

Zeyd b. Ali, babası, dedesi ve Ali b. Ebî Tâlib yoluyla Peygamber (sav)’in şöyle dediğini nakletti: Bekâr evlenecek kimselere evlilik kararıyla ilgili kendilerine sorulur. Dediler ki: Bakire kızlar cevap verme konusunda utanırlar. Peygamber (sav) de, bakirelerin susması onların izin vermesi anlamına gelir, dedi…

Karı-Kocanın Akrabalarından Kendileriyle Evlenilmesi Haram Olanlar

Zeyd b. Ali, babası, dedesi yoluyla Ali b. Ebî Tâlib’in şöyle dediğini nakletti: Allah Teâlâ nesep yoluyla yedi kimseyi haram kıldı, sıhriyet (evlilik) sebebiyle de yedi kimseyi haram kıldı. Nesep yoluyla (kan bağı yoluyla akrabalık) evlenilmesi haram olanlar şöyledir: Anne, kız çocuk, kız kardeş, kız kardeşin kızı, erkek kardeşin kızı, hala ve teyzedir. Sıhriyet (evlilik bağı) sebebiyle de haram kılınanlar şöyledir: babanın annesi, oğlun karısı, kızıyla cinsel münasebette bulunulmuş olsun olmasın bu kadının annesi, annesiyle münasebette bulunulmuş kişinin kızı, eğer münasebette bulunulmamışsa bu kızla evlenilebilir. İki kız kardeşi aynı anda nikâhlamak da helal değildir. Sütanne ve süt kızkardeşi nikâhlamak da caiz değildir.

Nikâhta Denklik

Ebû Hâlid –Allah kendisine rahmet etsin– şöyle dedi: Zeyd b. Ali’ye nikâhta denklik hakkında sordum. O da şöyle dedi: İnsanlar birbirlerine denktirler. Arap olsun, Acem olsun Kureyşten olsunlar Haşimîlerden olsunlar Müslüman olduktan iman ettikten sonra dinleri birdir. Onların bize karşı denk hakları olduğu gibi bizim de onlara karşı denk haklarımız vardır. Kanları (öldürülmelerinin haram olması) ve diyetleri (hataen öldürme durumunda ödenecek fidye) birdir. Ve uymaları gereken Allah’ın hükümleri birdir. Bir kısmının diğerine karşı bir üstünlüğü bulunmamaktadır. Allah Teâlâ, “Müşrik kadınlarla iman edinceye kadar evlenmeyin” (Kur’ân 2: 221) buyurdu. Mümin Arap ve Acem Müslümanların, Arap olsun Acem olsun müşrik kadınların Müslüman oldukları takdirde onlarla evlenebileceğini söyledi. Azatlı köle olan Zeyd b. Hârise (ra), Zeyneb bint Cahş el-Kureşî ile evlendi. Bilal, Abdurrahman b. Avf’ın kız kardeşi Hâle bint Avf ile evlendi. Peygamber (sav)’in mevlâsı Ruzeyk de Amre bint Beşr b. Ebi’l-As el-Ümeyye ile evlendi. Muaviye’nin mevlası Abdullah b. Rezâh da Amr b. Harîs’in kızıyla evlendi. Ammâr b. Yâsir de Amr b. Harîs’in kız kardeşiyle evlendi…

2. Nafaka: el-Kudûrî

Tam adı Ebü’l-Hüseyn Ahmed b. Ebî Bekr Muhammed b. Ahmed el-Kudûrî (ö. 428/1037)’dir. Hanefî kaynaklarında kendisine âit görüşlere atıflar yapılan Kudûrî müçtehit seviyesinde fakihliğinin yanında hadis yönüyle de öne çıkmaktadır. Döneminde Bağdat’ta Hanefî mezhebinin lideri konumundadır. Müellifin, Şerhu Muhtasari’l-Kerhî isimli eseri, hilaf ilminde et-Tecrîd gibi eserleri yanında mezhebin fıkhını özetlediği el-Muhtasar’ı Hanefî mezhebinin temel metinlerinden (mütûn-i selâse = üç temel metin) birisi kabul edilmektedir. Özet niteliğinde, delillere yer verilmeyen eserde İmâm Muhammed ile Ebû Yusuf’tan nakledilen görüşler de bulunmaktadır. Bu eserin erken dönemlerden itibaren matbu olarak neşredilmiş olup aynı zamanda yüzyıllarca medreselerde ders kitabı olarak okutulmuş, bu esere çok sayıda şerh ve hâşiye yazılmıştır.

Kadına nafaka vermek, kocanın üzerine farzdır. Karısı isterse Müslüman olsun isterse kâfir olsun yine de farz olur. Kadın, kocasının evinde oturmaya başlarsa bu durumda kocanın kadının nafakası, giyimi, ikamet masraflarının karşılanması sorumluluğu doğar. Bu nafaka kadın ve erkeğin zengin veya fakir olmalarına göre değişiklik gösterebilir. Eğer kadın, kocasının kendisine vermesi gereken mehr-i muaccelini (peşin ödenmesi gereken mehir) vermeden önce kocasıyla münasebetten uzak durursa, bu durumda da kocanın, hanımı kendisiyle birlikte olmasa da kadının nafakasını karşılaması gerekir. Fakat kadın, nâşize olarak (meşrû aile düzenini bozarak) evden uzaklaşır, eş olarak görevlerini yerine getirmezse bu durumda kocadan nafaka sorumluluğu düşer…

Eğer koca, karısını boşarsa ve iddet süresi içerisinde ister bâin talakla ister ric’î talakla boşamış olsun kadının nafakasını kocasının karşılaması gerekir. Kocası vefat eden kadının iddet beklemesi esnasında nafakasının karşılanması gerekmez. Kadın tarafından günah yollar sebebiyle oluşan tüm ayrılıklarda nafaka gerekmez. Eğer koca karısını boşar, daha sonra kadın irtidat ederse (dinden çıkarsa) bu durumda nafaka sorumluluğu düşer…

Eğer kadın borcu sebebiyle hapsolsa veya bir başkasının zoruyla kaçırılırsa ve onunla gitse veya mahremi olmaksızın haccetse bu durumda kocanın ona nafaka vermesi gerekmez. Eğer kocasının evinde hasta olarak bulunsa bu durumda nafaka gerekir. Kocanın durumu yerindeyse ayrıca hizmetçinin nafakasını da karşılaması gerekir. Birden fazla hizmetçinin nafakasını karşılaması gerekmez. Kocanın, karısını münferit ve ailesinden kimselerin olmadığı bir evde ikametini sağlaması gerekir. Fakat o kendi isteğiyle kabul ederse durum farklıdır…

Eğer koca, karısının nafakasını karşılamakta zorlanırsa araları ayrılmaz. Kadının kocası adına borçlanması istenir. Eğer adam kaybolsa, kaybolan kocanın başka bir adamın elinde mevcut malı bulunsa ve bu itiraf edilse bu durumda hâkim bu malla kadının ve küçük çocuklarının ve anne babasının nafakasının karşılanmasını sağlar. Bu sayılan kimseler dışında hâkimin bu maldan nafaka takdir etmez. Eğer hâkim, kadın için asgari miktarda bir nafaka tayin ederse ve daha sonra koca zengin olsa ancak karısıyla arasındaki husumetten dolayı koca hanımına hâlâ bu asgari nafakayı vermeye devam etse bu durumda karısı hâkime müracaat ederek nafaka miktarını artırılmasını talep edebilir…

Eğer koca karısının nafakasını peşin olarak bir senelik verse ve hemen verdikten sonra ölse kadından bu nafaka geri alınamaz. İmâm Muhammed’e göre ise geçmiş dönemin nafakası alınır.

Eğer bir hür kadın bir köle adamla evlenmiş olsa, kadının nafakası o kölenin üzerine gerekir. O’na borç olarak yazılır. Ve bu borç için satılır…

Eğer bir hür adam, bir cariyeyle evlense daha sonra cariyenin efendisi de bunlar için bir ev hazırlamış olsa, cariyenin nafakasını karşılaması o hür adamın sorumluluğundadır. Eğer efendi cariye ile bu adam için bir ev hazırlamazsa o adamın cariyenin nafakasını karşılaması gerekmez. Küçük çocukların nafakası da babanın üzerinedir. Bu nafakayı karşılamak için ona kimse yardımcı ve ortak olmak zorunda değildir. Nasıl ki karısının nafakasını karşılaması için başkası kocaya ortak olmuyorsa bu da öyledir. Eğer çocuklar henüz emzikte olsalar anneleri onu emzirmeye zorlanamaz. Çocukların babası, çocukların süt emmesi için bir sütanne kiralar. Eğer karısını veya iddet bekleyen eşini çocuklara süt emzirtmek için kiralasa bu caiz olmaz. Kadının iddeti tamam olursa bu durumda koca bu kadını (çocuğun annesini) sütannesi olarak kiralayabilir. Eğer çocuğun babası, ben o kadını sütannesi olarak kiralamam diyerek başka bir kadın getirse ve çocuğun annesi de bu gelen yabancı kadının kira ücretinin misline râzı olsa annenin çocuğu emzirmesi daha uygun kabul edilir. Fakat annesi süt emzirme kirası olarak daha fazla ücret talep ederse baba bu fazla ücreti ödemeye zorlanamaz. Çocuğun nafakası baba ve dedenin üzerinde bir sorumluluktur…

Eğer anne ile baba arasında ölüm veya başka bir sebep ile ayrılık vuku bulsa annesi çocuğuna karşı daha layıktır. Eğer çocuğun annesi bulunmuyorsa babasının annesi kız kardeşlerden daha uygundur. Eğer çocuğun ninesi bulunmuyorsa kardeşleri teyze ve halalara nazaran daha lâyıktırlar. Öncelikle anne baba bir kız kardeş tercih edilir. Daha sonra anne bir kız kardeş, daha sonra da baba bir kardeş tercih sebebidir. Daha sonra teyzeler aynı şekilde devam eder. Yani anne baba bir teyze, ondan sonra anne bir teyze ondan sonra baba bir teyze gelir. Bu zikredilen kadınlardan herhangi birisi evlenmiş olsa hidâne (çocuğa bakma) hakkı ortadan kalkar…

Eğer çocuğun ailesinden kadınlar bulunmuyor ve erkekler çocuğun bakımında ihtilaf halinde olsalar, asabe cihetinden akrabaları tercih edilir. Yani çocuğun amcası dayısına tercih edilir…

Tüm mahrem rahim sahibi akrabaya nafaka yükümlülüğü doğar. Eğer kişi küçük ve fakirse, buluğu yaşını geçmiş fakir kadınsa, kötürüm durumda olan erkekse, fakir bir âmâ ise, miras oranın nispetinde rahim sahiplerinin nafaka vermeleri gerekir. Buluğ yaşına ulaşmış kızın nafakası ile kötürüm erkek çocuğun nafakası anne babanın üzerinedir. Bu sorumluluk iki hisse babanın, bir hisse annenin karşılaması şeklindedir. Din farkı sebebiyle bu durumda nafaka vâcip olmaz. Yine aynı şekilde fakir olan kimse de nafakayla sorumlu olmaz. Kaybolan çocuğun geride malı varsa bu maldan anne ve babasının nafakaları karşılanır. Çeşitli metaları anne baba satarsa bu caiz olur. Fakat akar cinsinden malları satarsa bu câiz olmaz. Eğer kaybolan çocuğun malı anne ve baba yanında olsa, anne ve babası bu maldan infak etseler çocuk geldiğinde infak ettiklerini tazmin etmeleri gerekmez…

el-Kudûrî 1422. el-Muhtasar, thk. Nâim Eşref Nur Ahmed, Karaçi, İdâretü’l-Kur’ân ve’l-Ulûmi’l-İslâmiyye, s. 567–574.  

Çeviren: Abdurrahman Yazıcı – Reşadet Ahmadov

C. MİRAS HUKUKU (FERÂİZ)

Miras, İslam hukukunda “ferâiz” adı altında incelenmiş bir hukuk dalıdır. Ferâiz, anlam olarak takdir ve tayin edilmiş şey belirlenmiş pay anlamında farz kökünden türemiş farîza kelimesinin çoğuludur. Istılah olarak da bu “belirlenmiş paylar ilmi” anlamında İslam miras hukukunun adı olmuştur. Fıkıh, hadis kitaplarında ferâiz bahsinde bu ilme özel yer ayrılmasının yanında ilk dönemlerden itibâren çok sayıda müstakil eser yazılmıştır. Kaynaklarda sahâbeden Zeyd b. Sâbit’in, tâbiînden Eyyûb es-Sahtiyânî, İbn Şübrüme, İbn Ebî Leylâ’nın ferâiz ilminde eser verdikleri kaydedilmektedir. İlk dönemlerden itibaren gerek usul farklılığı, gerek kaynak açısından fıkıhtan ayrı özel bir ilim haline gelmesi sebebiyle el-Hidâye ve Bedâiu’s-sanâ’î gibi çeşitli klasik eserlerde ferâiz ilmine yer verilmemiş müellifler tarafından bu alanda müstakil eserler yazılmıştır.

1. Hanbelî Hukukunda Vasiyet: Ahmed b. Hanbel

Tam adı, Ebû Abdillâh Ahmed b. Muhammed b. Hanbel eş-Şeybânî el-Mervezvî (ö. 241/855)’dir. Hanbelî mezhebinin imamı fakih ve hadis ilminde büyük otoritedir. Abbasi döneminde ortaya çıkan mihne hadisesinde işkence ve hapse maruz kalan İbn Hanbel’e çok sayıda eser nisbet edilmişse oğlu Abdullah ile öğrencisi Ebû Bekir el-Katîî’nin de kendisinden sonra hadis ilave ettikleri el-Müsned’i kaleme almış, diğerleri de oğlu başta olmak üzere öğrencileri tarafından rivayet edilmiştir. Hadis ilminin muhtelif alanlarında kendisinden çok sayıda eser nakledilmiş bunların bir kısmı günümüze gelmiştir. Müellifin fıkıh, akaid ve ahlaka dair sorulan sorulara verdiği cevaplar oğlu ve öğrencileri tarafından el-Mesâil adıyla bir araya getirilmiş, günümüze ulaşanlardan bir kısmı neşredilmiştir.

Babama, “bir adamın ölümü esnasında bir kişiye, bir başka kişiye malının üçte birini ve miskinlere vasiyet ettiği, bunların nasıl paylaşacağını” sordum. Babam da, “adam, eğer şu kişiye, bu kişiye ve miskinlere malının üçte birini vasiyet etmiş ve kime ne kadar üçte birden alacağını belirlememişse, veresenin kendilerinin üçte birden istedikleri gibi vermeleri gerektiğini düşünüyorum. Eğer şu kişiye, bu kişiye ve miskinlere malımın üçte biri derse üçte birer şeklinde üçte birini veya şu kişiye, şu kişiye, bu kişiye ve miskinlere de derse üçte birinin dörtte birini paylaşırlar” dedi.

Babama, “bir adamın bir başka kişiye, bu kişiye olan borcunu vasiyet ettiği durumu” sordum. Babam da, “eğer bu kimse, şu kişiye bu kadar, bu kişiye şu miktarda borcum var demezse ve miktar belirli olmazsa alacaklılar adil kimselerse mirasçılar onların doğruluğunu kabul ederler. Ve borçtan kurtulmak için terekeden ilgili miktarı verir. Bu durum, beyyine olmaksızın câiz değildir. Eğer verese bu durumu kabul etmezse alacaklıların beyyine (tanıklık) getirmeksizin paylarını almaları mümkün olmaz. Beyyine olmaksızın kendisine vasiyet edilenlerin de, bir kanıt olmaksızın alacaklılara bir şey vermesi gerekmez. Fakat veresinin izni olursa verilir…” dedi.

Babama, “adamın birisinin, malının üçte birini hayır maksadıyla vasiyet ettiği durum, bir diğer ifadeyle, atını, silahını, elbisesini, bir başkasına isim olarak belirterek vasiyet ettiği durumu” sordum. O da, “vasiyet ettiği miktar olan terekenin üçte biri çıkartılarak kendisine vasiyet edilenlere verilir” dedi.

Babama, “Bir kavmin, ölen bir kimsenin kendilerine borcu olduğunu iddia ettikleri, fakat herhangi bir kanıt getiremedikleri durumu” sordum. O da, “kim, bir şey iddia ederse, iddiasını ispatlayacak bir kanıt getirmesi gerekir. Beyyine olmaksızın iddia sahiplerine bir şey verilmez” dedi.

Babama, “bir arazisi olan ancak ölürken geride mirasçı bırakmayan, herhangi bir vasiyette de bulunmayan adamın durumu” sordum. O da, “ileri gelen komşuların bir araya gelerek terekeyi satmaları ve aralarında paylaşmaları gerektiğini düşünüyorum. Fakat vasiyet veya kadı bulunursa durum farklıdır” dedi.

Adamın birisinin terekenin üçte birini komşusuna vasiyet etmesi: Abdullah, babam “bir vasiyette bulunan kimsenin vasiyet ettiği malı satın alması, Abdullah b. Mesud’un rivâyetine göre bana hoş görünmüyor” dedi…

Babama, “adamın birisinin terekesinin üçte birisini komşularına vasiyet ettiği, komşunun/komşuluğun sınırının ne olduğu” sordum. O da, “eliyle işaret ederek evinden başlayacak şekilde üç ev komşuluğun sınırıdır” dedi. Evzâî, Zührî yoluyla Peygamber (sav)’den nakletmektedir… Babama, “adamın birisinin fakir ve fukara ehlinden kimselere vasiyette bulunduğu durumu” sordum. O da, “bu fakir kimselere, ihtiyaç sahibi oldukları nispette verilir. Kimin ihtiyacı daha fazla ise ihtiyacı nisbetinde verilir” dedi.

Babam şöyle diyordu: “Eğer bir çocuğun yaşı on iki ve on üç civarında olursa, bir varlığı da bulunursa yaptığı vasiyet geçerlidir”. Babama, “bir adamın terekesinin üçte birini akrabalarına vasiyet ettiği durum” soruldu. O da, “akrabaların kapsamına baba ve anne tarafından olanlar girer. Eğer akrabalığı anne tarafından değil de baba tarafındaysa bu akrabalık dört babadan fazlası olmaz” dedi. Babamın şöyle dediğini işittim: “Borçların ödenmesinden sonra vasiyet varsa onlar yerine getirilir. Eğer borçların ödenmesinden sonra fazla bir şey kalırsa kendilerine vasiyet edilmiş olanlara bakılır ve onlara üçte bir verilir. Eğer üçte birden fazlası vasiyet edilmişse onlar üçte biri aralarında paylaşırlar. Her bir kimse, kendisine vasiyet edildiği oranda alır”. Babama, “Bir adamın Yahudi veya Hıristiyan akrabasına yaptığı vasiyetin geçerli olup olmadığını” sordum. O da, “bunda bir beis yoktur” dedi. “Eğer kendisine vasiyet edilen kimse Mecusi ise” dedim. O da, “bir sakınca yoktur. Peygamber (sav)’in karısı Safiyye de Yahudi olan akrabasına vasiyet etmişti” dedi…

Babama, “bir adamın ne kadar isterse o kadarının verilmesini, onunla benim aramda bir hesap vardır, dediği durumu” sordum. Babam da, “eğer bu adam güvenilir biriyse onun verilmesinde bir sakınca yoktur” dedi. “Eğer bu kimse güvenilir değilse bu durumda ne olacak” diye sordum. O da, “Bu durumda mirasçılara zarar vermiş olurlar” dedi. Ben de, “onlara verilmeli midir?” diye sordum. O da, “bilmiyorum” dedi. Babama, “adamın birisinin malının bir kısmının ailesinden fakir kimselere verilmesini vasiyet ettiği, bunların da Bağdat ile kendi bulunduğu şehirde bulundukları durum…” soruldu. Babam da, “Bağdat’ta ve kendi bulunduğu şehirde bulunanlardan ailesinden fakir olanlara verilir” dedi. Abdullah, “Ben hasta olduğum sırada babam ziyaretime geldi ve ben ona terekenin üçte birinden fazla vasiyetin caiz olup olmadığını” sordum. O da, “caiz değildir. Üçte bir hoş geliyor” dedi.

Babama, “Bir Hristiyanın, kölesiyle alakalı bir kilisede veya başka bir yerde beş yıl kadar hizmette bulunacağı, bundan sonra onun hür olacağını vasiyet ettiğini, kölenin de adamın vefatından sonra Müslüman olduğunu, bu kişiye ne gerekeceğini” sordum. O da, “artık bu kimse hürdür fakat ücret karşılığında dört yıl çalışacak bir başka köleyi bulur” dedi. Babama, “Bu nasıl olur” diye sordum. O da, “kilisede hizmette bulunacak kimseye ücretini verir” dedi…

2. Vakıf ve Hibe: el-Hırakî

Hanbelî mezhebinin fakihlerinden Ebû’l-Kâsım el-Hırâkî’nin (ö. 334/946) el-Muhtasar başlıklı eseri Hanbelî mezhebinde büyük öneme sahiptir. Bu eser, medreselerde okutulmuş ve üzerine şerhler yazılmıştır. Eser, Muvaffıkuddîn el-Makdisî (ö. 620/1223) tarafından yazılan el-Mukni’e varıncaya kadar yegâne Hanbelî fıkıh metni olma özelliğini korumuştur.

Kim akıl ve bedenen sıhhatli olduğu bir döneminde bir topluluğa, çocuklarına ve kendisinden sonra gelenlere, daha sonra da miskinlerin istifade etmesi şartıyla vakıfta bulunursa bu kişinin bu vakfettiği maldaki mülkiyeti biter. O vakfettiği şeylerin menfaatlerinden herhangi bir şeyi geri alması caiz olmaz. Eğer vakfederken ondan yiyebilmeyi şart koşmuşsa sadece şart koştuğu kadar ondan alabilir ve yiyebilir. Vakfedilen şeyden kalan ise oğlunun erkek çocuklarıyla kız çocukları (müellif çocukların bulunmadığı durumu kastediyor) arasında eşit olarak paylaştırılır. Eğer vakfeden kimse bir kısmına daha fazla almaları şeklinde vakıfta bulunmuşsa bu durumda alabilirler. Eğer onlardan hiç kimse kalmazsa bu durumda vakıf miskinlere intikal eder. Eğer onun kalanını miskinlere has kılmadıysa ve kendilerine vakıf yapılan miskinler de kalmazsa bu durumda vâkıfın mirasçılarına tekrar geri döner. Bu (Ahmed b. Hanbel’den nakledilen) bir rivâyettir. Bir başka rivâyete göre de, vâkıfın en yakın asabesine verileceği şeklindedir.

Eğer bir kişi ölüm hastalığına yakalandığı esnada vakıfta bulunursa veya öldükten sonra malım vakıftır derse, bu kişinin malından sadece üçte biri vakıf olarak kabul edilir. Fakat mirasçıları bu konuda izin verirlerse malın diğer kısmı da vakıf olarak geçerli olur.

Eğer vakıf harap olur zarar görürse ondan bir şey vakfeden kimseye geri dönmez. Bu harap olan şeyler satılır ve bunların bedeli ilk vakıfta olduğu gibi tekrar vakıf ehline vakfedilir. Vakfedilen bir atın durumu da böyledir. Savaş için gidemeyecek durumda olduğu için satılır, bedeliyle yeni at alınır…

Hibe eden kimse çocukları arasında birine diğerinden fazla verirse Peygamber (sav)’in yaptığı gibi bu durumda ona diğerine de aynısını vermesi emredilir. Eğer diğerine de aynı şekilde eşit vermeden önce ölürse sağlığında iken nasıl hibe etmişse o şekilde sâbit olur. Hibe eden kimsenin yaptığı hibeden dönmesi helal değildir. Hediye eden kimsenin de yaptığı hediyeden geri dönmesi câiz olmaz…

Eğer bu evim hayatta olduğun sürece veya hayatta olduğun sürece senindir derse, o ev o kişiye ait olur. Ölümden sonra ise mirasçılarına intikal eder.

3. Terekenin Üçte Birini Vasiyet: eş-Şeybânî

Muhammed b. Yakub, Ebû Hanîfe’den şöyle nakletti: Bir adam terekesinin üçte birini üç tane anne tarafından üvey kardeşine, fakirlere ve miskinlere vasiyet etse anne bir kardeşlere beş hisse üzerinden üç hisse düşer. Fakirlere bir hisse, miskinlere de bir hisse düşer. Eğer üçte birini bir şahıs ve miskinler için vasiyet etmiş olursa iki hisseden bir pay miskinlere bir pay da kendisine vasiyette bulunulan şâhsa verilir.

Bir adam, bir kişiye yüz, bir başka kişiye de yüz (dinar) kıymette vasiyette bulunursa, daha sonrada başka birisine, “seni onlara ortak yaptım” derse bu durumda kendisine vasiyet edilen kimseye her bir yüz (dinar) kıymetteki malın üçte biri vardır. Yakub ve Muhammed şöyle dedi: Eğer bir adama dört yüz kıymette, başka birine de iki yüz kıymette vasiyette bulunursa, daha sonra da diğerine “seni onlara ortak yaptım” derse kendisi lehine vasiyette bulunulan kişi, onların paylarından her birinin yarısı kadar payı almış olur.

Eğer adamın birisi, “Malımın altıda birisi, şu kişiye aittir” derse, daha sonra o mecliste veya başka bir mecliste “onun için malımın üçte biri vardır” derse ve mirasçılar da buna onay verirlerse kendisi lehine vasiyette bulunulan bu kişi terekeden üçte birlik payı almış olur. Eğer, “malımın altıda biri şu kişi içindir” derse, daha sonra o mecliste veya başka bir mecliste, “malımın altıda biri şu kişi içindir” derse hakkında vasiyette bulunulan bu kişiye terekeden sadece altıda birlik bir pay vardır.

Eğer adamın birisi malından bir kısmını vasiyet ederse, bu vasiyet ettiği miktar mirasçılarından herhangi birisinin alacağı kadar bir pay ise, mirasçılar da terekeden yapılan üçte biri aşan vasiyet konusunda izin vermiş olurlarsa o kişiye terekeden mirasçılardan birisinin alacağı pay kadar verilir. Fakat bu hisse terekenin altıda birinden fazla olamaz. Yakub ve Muhammed şöyle dedi: Onlardan birisinin hissesi gibidir. Onların hissesi üçte birden fazla olamaz. Sadece mirasçılar izin verirse üçte birden fazla da olabilir…

Bir adam yabancı birisine ve mirasçısına vasiyet ederse bu durumda vasiyetin yarısı o yabancıya verilir. Mirasçıya yapılan vasiyet ise hükümsüz kalır.

Bir adamın üç elbisesi vardır. İyi, orta ve kötü vasıflardadır. Bunlardan her birisini bir adama vasiyet etmiş olsa, hangi elbisenin vasiyet edilmiş olduğu bilinmese, mirasçılar da bu duruma razı olmazlarsa yapılan vasiyet hükümsüz kalır.

Eğer iki çocuk babalarından kendilerine intikal eden malı biner (dinarlık) kıymette paylaşırlarsa ve daha sonra onlardan birisi babasının başka birisine malının üçte birini vasiyet etmiş olduğunu ikrar ederse, mirasçılardan mukırr (itiraf ve ikrar eden) kendi elinde terekeden intikal eden malın üçte birini o kişiye verir.

Eğer bir adam üç dirhemin üçte birini birisine vasiyet ederse, iki dirhem kaybolur bir dirhem geride kalırsa, bu üçte birden çıkartılmış olur ve dirhemin tamamı ona ait olur. Aynı şekilde aynı cins elbise de böyledir…

Eğer kişi bir adama vasiyet ederse kabul ve reddi vasiyet edenin hayatta olduğu vakitte olursa bu vasiyet geçersiz olur.

Bir hayvanın henüz daha doğurmadığı ve rahminde olan şeyin vasiyet edilmesi caizdir. Fakat onun hibe edilmesi caiz değildir.

Savaş hali bulunan harbî olarak adlandırılan kimselerin lehine yapılan vasiyet hüküm ifade etmez. Eğer kendileriyle savaş hali bulunan toplumdan olan harbî kişi eman olarak Müslümanların ülkesi olan dârü’l-İslâm’a girerse ve girdikten sonra bir Müslümana veya bir zımmîye vasiyette bulunursa bu câizdir.

Bir adam altı yüz dirheme ve üç yüz dirhem kıymetinde bir câriyeye sahipse daha sonra bu câriyeyi bir adama vasiyette bulunur ve kendisi ölürse, taksimden önce üç yüz dirhem kıymetinde bir çocuk doğarsa annenin ve çocuğun üçte biri kendisine vasiyette bulunulan kişiye âittir. Ebû Yusuf ve Muhammed şöyle dedi: O ikisinden her birinden üçte iki pay vardır. Eğer çocuğu terekenin taksiminden sonra doğurursa o kendisine vasiyet edilen kişiye ait olur.

4. Müşerreke Meselesi: eş-Şeybânî

Medine ehli, “siz anne baba bir kardeşler anne tarafından da kardeştirler dediğiniz halde, babaları yoluyla da akraba olan anne baba bir kardeşleri terekeden mahrum ediyorsunuz. Baba sadece akrabalık katmamış mıdır?” diyorsunuz (diye itirazda bulunurlarsa). Cevap olarak onlara şöyle denir: “Neden onları terekeden mahrum etmeyelim çünkü baba onları asabe yapmıştır, asabe de terekenin kalanını alır, terekeden de bir şey kalmamıştır.” Onlar, “biz öz kardeşleri anne bir kardeşlerinin hisselerine ortak ediyoruz” diyorlar. Onlara, “Siz bir başka yönden ise onları baba yoluyla akraba da oldukları halde terekeden mahrum ediyorsunuz. Şöyle ki, miras bırakanın geride kocasını, annesini, baba bir erkek kardeşini ve anne baba bir kardeşlerini bıraktığı meselede ne diyorsunuz?” Onlar, “koca yarım hisse, anne altıda bir, anne baba bir kardeşler üçte bir” dediler. Onlara, “anne baba bir kardeşler anne bir kardeş olsalardı nasıl olurdu? …” ve “Eğer, anne baba bir iki erkek kardeş ile iki anne bir erkek kardeş bulunursa neden anne baba bir kardeşlerin hisselerini anne bir kardeşlerin hisselerinden az yapıyorsunuz” denirse onlar, “evet” derler. Onlara, “Biz babanın mirasta terekenin sonrasını aldırması haricinde bir artırımda bulunmadığını görüyoruz. Bu sebeple burada onlara bir şey kalmadığı için onlara terekeden hisse yoktur, denir.”

6. Kişi Ölür ve Geride Asabesi Olmazsa: eş-Şeybânî

Muhammed, Ebû Hanîfe’den şöyle nakletti: Bir adam ölür, ve geride asabe bırakmazsa hala ve teyzesini bırakırsa teyzesi üçte iki, halası üçte bir alır. Medine ehli şöyle dedi: O ikisine de bir şey verilmez. Terekenin tamamı Müslümanlara verilmek üzere beytü’l-mala verilir. İmam Muhammed şöyle dedi: Siz bu rivâyeti Zeyd b. Sabitten de naklediyorsunuz. Sizin görüşünüze aykırı olarak çok sayıda haber vardır. Muhammed b. el-Hasen dedi: İbnü’d-Dahdâh geride vâris bırakmayarak öldü. Resûlullah da terekeyi Ebû Lübâbe b. Abdülmünzir’e verdi. O, mûrisin kız kardeşinin oğluydu. Medine ehli bu rivayeti nasıl almaz. Bu hadis bizde bulunmaktadır ve Medine ehli tarafından rivayet edilmiştir. Abdurrahman b. Ebi’z-Zinâd’a sorduk ki, ki o ferâizi en iyi bilenlerdendir. O şöyle dedi: Biz bu hadisi rivayet ettik, anladık fakat onu almıyoruz. O’na denildi ki: Bu sizin aleyhinize Peygamber (sav)’in bu konuda sizin görüşünüze aykırı uygulamasının olduğunun delilidir. Muhammed dedi ki: Peygamber (sav) şöyle dedi: Ben mirasçısı olmayanın mirasçısıyım, o’nun yerine diyetini öderim. Dayı da mirasçısı olmayanın mirasçısıdır, onun yerine diyetini öder.

Süfyan b. Uyeyne, Abdullah b. Tavus’tan babası yoluyla Peygamber (sav)’in şöyle dediğini nakletti: Ben mevlâsı olmayanın mevlâsıyım. Dayı da mirasçısı olmayanın mirasçısıdır.

7. Miras Taksimi Yapan Hâkimin Ücreti: el-Müzenî

Tam adı Ebû İbrâhîm İsmâîl b. Yahyâ b. İsmâîl el-Müzenî el-Mısrî (ö. 264/878)’dir. İmam Şâfiî’nin önde gelen öğrencilerindendir. Müzenî, Şâfiî’nin öğrencisi ve görüşlerini savunsa da kendine has görüş ve içtihatları bulunmakta olup mezhepten bağımsız olarak müçtehit seviyesinde kabul edilmektedir. Taklit karşıtı görüşleriyle de bilinen müellifin bu konuda Fesâdü’t-taklit isimli eser kaleme almıştır. Müellifin fıkıh alanında kaleme aldığı en önemli eseri de el-Muhtasar (el-İhtisar)’dır. Bu eser Şâfiî fıkhının temel metinlerinden kabul edilmekte olup medreselerde ders kitabı olarak okutulmuş ve üzerine çok sayıda şerh ve hâşiye kaleme alınmıştır. Bu esere yapılan çok sayıda şerhten en önemlisi de Şâfiî fakihi el-Mâverdî’nin kaleme aldığı el-Hâvî’lkebîr isimli eserdir.

İmam Şâfiî şöyle dedi: Kassamın (miras taksimini yapan hâkim) ücretinin beytü’l-maldan verilmesi gerekir. Çünkü onlar hâkimdirler. Eğer onların ücretleri verilmemiş olursa terekenin paylaştırılmasını isteyen iki tarafın veya bir tarafın bu paylaşımını yapmaktan imtina eder. Az olsun çok olsun taksimi talep eden kişi kassamı ücret mukabilinde tutabilir. Eğer her bir mirasçı, hissesinden belirli bir oranı da ücret olarak belirlerse bu caizdir…

Kâsımın (veya kassamın) aralarında taksim edilecek kimseleri, paylaşacakları hakların meblağını sayması gerekir. Aralarında altıda bir, üçte bir ve yarım hisse alacak olanlar varsa en düşük hisse alacak olana göre mahreci belirler. Eğer altıda bir ise, altıda bir alacak olan kişiye altı üzerinden bir hisse verir. Üçte bir hisse alacak olan kimseye altı üzerinden iki hisse, yarım hisse alacak olan kişiye de altı üzerinden üç pay verir. Daha sonra ise taksim edilecek evi altı kısma ayırır. Daha sonra pay sahiplerini küçük bir kâğıt parçasına yazar. Daha sonra onları çamurdan yapılan kura sahiplerinin isimlerinin yazıldığı bir şeyin içine koyar. Daha sonra onları dolaştırır kimin hizasına gelirse onu çukura atar. Kendisine isabet etmeyen ve adı yazılı olmayan devam eder. Öncelikle iki pay olarak isimlendirir, sonra ikinciyi sonra üçüncüyü. Daha sonra ilkine der ki bunlardan bir tane çıkart, o kişi de bunu çıkartır ve onu atarsa, ismi çıkan kimse o ilk paylaştırılan kısmı alır. Eğer o altıda birin sahibiyse o onundur. Diğerlerine burada bir şey verilmez. Eğer üçte birlik hissenin sahibiyse bu pay onundur ve devamında gelecek pay da onundur. Eğer yarım hisse alacak kimse çıkarsa bu pay onundur. Ve bundan sonra gelecek sıradaki iki pay da onundur. Daha sonra denir ki: Bundan sonra gelen hisse için çıkart. Eğer hangi hissenin ismi çıkarsa o hisse (pay) onundur. Bu hisseler paylaştırılana kadar böyle devam eder. Eğer taksimde red varsa bu durum her bir kimsenin payının yerini, ne gerektiğini ne düştüğünü bilmesine kadar caiz olmaz… Bazı taksim sahiplerinden burada hata edildiğini iddia ederse, onlardan beyyine getirmeleri istenir. Eğer o da getirirse tereke yeniden taksim edilir. Bazı taksim edilecek şeyler hak sahipliğine geçerse veya ölen kişiye borç terettüp ederse bu durumda bazıları satılır. Taksim iptal edilir. Borç ve vasiyet durumunda onlara şöyle denilir: Eğer isteyerek borç ve vasiyet sahiplerine veriyorsanız veriniz… Bir sınıf mal başka bir sınıf mal ile birlikte taksime tabi tutulmaz. Üzüm hurmayla birlikte taksim edilmez. Aynı şekilde arazisi sulak olan bir yer ile arazisi susuz olan bir yer birlikte taksim edilmez…

5. Dedenin Mirasçılığı: eş-Şeybânî

Muhammed’in Ebû Hanife’den şöyle naklettiğini duydum: Dede kardeşlerle birlikte bulunduğunda ve miras bırakanın babası bulunmazsa onun babası mesâbesindedir. Dedeyle birlikte bulunduğunda anne baba bir kardeş, baba bir kardeş ve anne bir kardeş mirasçı olamaz. Medine ehli ise dedenin mirasçılığıyla ilgili Zeyd b. Sâbit’in görüşündedir. Muhammed b. el-Hasen şöyle dedi: Ebû Hanife’nin görüşü, sahabeden Ebû Bekir, Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Zübeyr, müminlerin annesi Âişe bint Ebî Bekir, Abdullah b. Utbe ve Hasan el-Basrî’nin görüşü gibidir. Bu görüş aynı zamanda müminlerin emiri Ömer b. Hattab’dan da nakledilmiştir. Muhammed şöyle dedi: Cumhurun görüşü ise Zeyd b. Sâbit’in görüşü gibidir.