UYGARLIK TARİHİ 1

DÜNYANIN OLUŞUMU VE TARİH ÖNCESİ ÇAĞLAR

Evren, Dünya ve Canlıların Oluşumu

Big Bang (Büyük Patlama) adı verilen teoriye göre evren, yaklaşık 15 milyar yıl önce saf enerjiden oluşan küçük, yoğun ve sıcak bir noktanın giderek büyümesiyle oluşmuştur.

Madde giderek yoğunlaşmış ve yer çekimi sayesinde dev kütleler haline gelerek galaksileri meydana getirmiştir. Bizim güneş sistemimiz ise Samanyolu galaksisindeki orta boy bir yıldızın etrafında oluşmuştur.

Güneş’in yörüngesindeki gezegenlerden biri olan Dünya, bir gaz ve toz bulutunun gittikçe küçülmesiyle meydana gelmiştir. Isı ve basınç nedeniyle maddeler katmanlaşmış ve dış yüzey zamanla soğuyarak Litosfer adı verilen yer kabuğunu oluşturmuştur. Bu yüzeyde zamanla canlılık için uygun ortam oluşmuştur.

Yaklaşık 4 milyar yıl önce inorganik bileşimlerden ilk organik moleküller ortaya çıkmıştır. Daha sonra ise ilk basit tek hücreli organizmalar oluşmuştur; bu organizma yığınlarının kum ve balçıkla kaplanıp zamanla taşlaşmasıyla oluşmuş fosil kalıntıları bulunmaktadır. Daha sonra ise çok hücreli canlılar evrimleşmiştir.

Yaklaşık 570 milyon yıl önce (Paleozoyik Zaman) ani ve hızlı çok hücreli organizma artışı yaşanmış (Kambriyen Patlama), böylece bitkiler ve hayvanlar dünyayı sarmaya başlamışlardır. Daha sonra (Mezozoyik Zaman) dinazorlar ve memeliler evrimleşmiş, dünyaya düşen bir meteorun yarattığı iklimsel değişiklikler nedeniyle dinazorların soyu tükenince memeli hayvanların sayısı ve tür çeşitliliğinde bir artış olmuştur (Senoyozik Zaman).

Pangea olarak isimlendirilen dünya üzerindeki tek ve dev kıta yaklaşık 200 milyon yıl önce parçalanmaya başlamış ve Laurasia (kuzey) ile Gondwana (güney) olmak üzere ikiye bölünmüştür (S:5, Resim 1.1). Kıtaların parçalanması ile oluşan coğrafi değişkenlik, canlıların evrimi ve çeşitlenmesi bakımından önemli bir itici güç olmuştur.

Zoolojik sınıflandırma içerisinde, temel biyolojik özellikleri ve genetik yapısındaki benzerlikler nedeniyle insanın da üyesi olduğu primatlar, ilk önce 55 milyon yıl önce ortaya çıkmışlar ve ortak bir kökenden evrilerek farklı türler oluşturmuşlardır.

Piramitlar takımının, hominidler ailesi içerisinde bir tribus (kategori) olan hominini, insanı ve insanın atalarını kapsar. Homininleri diğer primatlardan ayıran en önemli özellik bipedalizm, yani iki ayak üzerinde dik duruş ve hareket biçimidir. İlk homininlere ait en eski fosil kalıntılar 4.4 milyon öncesine aittir ve genellikle güney, doğu ve kuzey Afrika’da bulunmuşlardır.

Üç Çağ Sistemi ve Tarih Öncesi Çağlar

Tarih yazımı, yazının bulunmasıyla başlar ve yazının bulunuşundan önceki toplumlara ait dönem tarih öncesi (prehistorya) olarak adlandırılır. Bununla birlikte, tarih öncesi ve erken tarihi çağlarda araç gereç yapımında kullanılan ham maddeler esas alınarak isimlendirilen Üç

Çağ Sistemi isimli bir sınıflandırma yöntemi daha bulunmaktadır. Bu çağlar şöyle sıralanmaktadır: Taş Çağı, Tunç Çağı, Demir Çağı. Bu evrelerden Taş Çağı, Paleolitik (Eski Taş Çağı), Mezolitik (Orta Taş Çağı) ve Neolitik (Yeni Taş Çağı) olarak üçe ayrılır. Bazı arkeolojik buluntular nedeniyle, Neolitik ve Tunç Çağı arasına Kalkolitik (Bakır Çağı) evresinin eklenmesi gerekmiştir.

Yazının keşfinden sonraki tarihi çağlardaki yazılı belgeler önemli bilgi kaynakları oluştururken, her zaman yeterli olmayabilirler. Bu sebeple, bazı arkeolojik ve arkeometrik tarihleme yöntemleri geliştirilmiştir. Tabakalama ve tipoloji arkeolojik tarihleme yöntemleri olurken, Karbon 14, Potasyom-argon ve Termolüminesans ise arkeometrik yöntemlerdir.

Paleolitik Çağ (G.Ö 2.500.000-12.000)

İnsan eliyle yapılmış ilk ürünler olan taş aletlerin ortaya çıktığı çağdır. Bu dönemde çakmak taşı, diğer işlenebilir taşlar, hayvan kemikleri ve boynuzlarla yapılan, el baltası, taş bıçak, kazıyıcı, ok ve mızrak uçları gibi aletler en eski teknolojiyi temsil eder.

Paleolitik Çağ insanları avcılık ve toplayıcılıkla geçinen göçebe toplumlardı. İlk yerleşimlerin ortaya çıkmaya başladığı Mezolitik veya Epipaleolitik  Çağ’ın başlamasıyla sona eren Paleotilik Çağ üç evreye ayrılmaktadır: Alt Paleolitik, Orta Paleolitik ve Üst Paleolitik.

Günümüzden yaklaşık 2.5 milyon yıl ilâ 200 bin yıl öncesini kapsayan Alt Paleolitik dönemde Homo habilis (ve Homo rudolfensis), Homo erectus (ve Homo ergaster) ve ilk insanlar yaşamışlardır.

Homo genusunun ilk üyesi yani ilk insan türü olan Homo habilis, günümüzden 2.5 ilâ 1.5 milyon yıl öncesinde Güney ve Doğu Afrika’da yaşamıştır. İnsan elinden çıkan çıkan ilk taş aletleri yapmışlardır bu sebeple Homo habilis “becerikli insan” anlamına gelmektedir. Ortalama 1.3 metre boyundadırlar ve beyin hacimler oldukça küçüktür.

Homo erectus ise günümüzden 1.9 milyon yıl öncesinden

100 bin yıl öncesine kadar yaşamış bir insan türüdür. Afrika’da evrimleştikleri ve daha sonra Asya ve Avrupa’ya doğru yayıldıkları kabul edilmektedir. Beyin hacimleri Homo habilislere göre biraz daha büyüktür ve bölgesel farklılıklar göstermekle birlikte boyları ortalama 1.60-1.70 m civarındadır. Büyük beyin yapıları, gelişmiş alet teknolojileri ve büyük hayvanları avladıkları örgütlü grup avcılığı yaptıklarına dair bulunan kanıtlar nedeniyle iletişim becerilerinin gelişmiş olduğu düşünülmekte, hatta büyük ihtimalle konuşabildikleri varsayılmaktadır. Homo erectuslar aynı zamanda ateşi bilinçli olarak kullanan ilk türdür.

Günümüzden 500 bin ilâ 200 bin yıl öncesine tarihlenen Homo heidelbergensis fosilleri Avrupa, Asya ve Afrika’da bulunmuştur. Beyin hacimleri modern insanınki ile neredeyse aynıdır.

Günümüzden yaklaşık 200 bin ilâ 40 bin yıl öncesinde yaşanmış olan zaman dilimine Orta Paleolitik Dönem adı verilir. Homo neanderthalensisler bu dönemde yaşamıştır.

Homo neanderthalensis veya neandertal insanı olarak adlandırılan insanların fosilleri Avrupa, Yakın Doğu ve Orta Asya’da bulunmuştur. Buzul Çağ’da yaşamış olan Neandertallerin anatomik yapıları, soğuk iklime uyum sağladıklarını gösterir. Beyin hacimleri modern insanlarınki kadar büyüktür, boylarıysa ortalama 1.55-1.60 m’dir. Neandertaller ilk defa ölülerini gömmüş olan insanlardır. Bu davranış, yaşamı ve ölümü düşündüklerini, ölüme bir anlam yüklediklerini ve ölen yakınlarına özen gösterdiklerini göstermektedir. Yüksek beyin hacimli, hem alet teknolojileri hem de manevi dünyaları gelişmiş, Buzul Çağ’ın zor koşullarında hayatta kalmış ve günümüzden yaklaşık 30 bin yıl öncesine kadar yaşamış olan bu türün soyunun neden tükendiği bilinmemektedir.

Fosiller üzerinde yapılan DNA’nın analizleri, Neandertal insanları ile Homo sapiensin iki ayrı tür olduğunu ortaya koymuştur. Neandertaller ortadan kalkarken Homo sapiensler dünyadaki tek insan türü haline gelmiştir.

Günümüzden yaklaşık 40 bin ilâ 12 bin yıl önceki döneme Üst Paleolitik Dönem adı verilir.

Son insan türü olan Homo sapiens, bugün dünya üzerinde yaşayan tüm insanların üyesi olduğu türdür. Sıcak iklimde yaşamaya uygun bir beden yapısına sahiptirler. Kökenlerini açıklayan iki ayrı model bulunmaktadır: Afrika’dan çıkış modeli ve çok merkezli evrim modeli. İlk teoriye göre Homo sapiensler yaklaşık 200 ilâ 150 bin yıl önce Afrika’da ortaya çıkmış ve daha sonra Afrika dışına yayılmıştır. Hem anatomik yapıları hem de kültürel özellikleri nedeniyle bulundukları ortama daha kolay uyum sağlayabildikleri için Homo neanderthalensislerin yerini almışlardır. Çok merkezli evrim modeline göre ise Homo sapienslerin kökeni 2 milyon yıl öncesine dayanmaktadır. Bu teoriye göre ilk insanlar Afrika, Asya ve Avrupa’ya yayılmış ve bulundukları yerlerde geçirdikleri bölgesel evrim süreçleri sonunda Neandertaller ve Homo sapiensler ortaya çıkmıştır.

En eski Homo sapiens fosilleri Afrika’da bulunmuştur ve günümüzden yaklaşık 130 bin ilâ 100 bin yıl öncesine tarihlendirilmektedir. Bu buluntular Afrika’dan çıkış modelini destekler. Ortadoğu’daki fosiller 90 bin yıl öncesine, Avrupa’dakilerse 40 bin yıl öncesine aittir.

Homo sapiensler yaklaşık 50-60 bin yıl önce Avustralya kıtasına, 20 bin ilâ 15 bin yıl öncesinde ise Amerika kıtasına göç etmişlerdir. O dönemde deniz seviyesinin düşük olması bu geçişleri kolaylaştırmıştır.

Üst Paleolitik Dönem’de alet türleri ve kullanılan malzeme çeşitliliği artmıştır. Öyle ki bunlar sanatsal ürünleri de kapsar hale geldikleri için teknolojiden çok kültür olarak adlandırılmaya başlanmıştır.

Günümüzden yaklaşık 35 bin yıl öncesinden itibaren insanlık tarihinin ilk  sanatsal ürünleri ortaya  çıkmıştır.

Önemli resimlerin bulunduğu mağaralardan bazıları şunlardır: Lascaux (Fransa), Niaux (Fransa), Trois Freres (Fransa) ve Altamira (İspanya). Bu mağaraların ulaşılması güç iç kısımlarına doğal ve gerçekçi biçimde resmedilmiş av hayvanlarının yanı sıra çeşitli geometrik şekiller bulunmaktadır. Hangi amaçla yapıldıkları ve neyi simgeledikleri bilinmemekle birlikte, bazı araştırmacılar bu resimlerin bir tür av büyüsü için yapıldığını öne sürmektedir.

32 bin yıl öncesinden itibaren yaygın olarak üretilmiş olan fil dişinden ve kilden heykelcikler de vardır. Göğüsleri, kalçaları ve karın kısmı abartılı biçimde betimlenen fakat yüzleri işlenmemiş olan kadın figürlerinin (Örn; Willendorf Venüsü ve Dolni Venüsü) ana tanrıçaları ve doğurganlığı simgelediği düşünülse de, bu tür yorumlar üzerinde bilim dünyasının bir fikir birliği bulunmamaktadır.

Mezolitik (Epipaleolitik) Çağ (G.Ö 12.000-10.000)

Orta Taş Çağı olarak da anılan bu dönem Paleolitik ve Neolitik arasındaki bir geçiş evresidir. Buzul Çağları’nın bitişiyle birlikte yaşanan iklimdeki belirgin ısınma ve bunun beraberinde gelen ekolojik değişikliklere uyum sağlayan o dönemin insanları  yerleşik hayata geçmeye başlamışlardır. Avrupa’da yaşanan Orta Taş Çağı’na Mezolitik, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’dekine Epipalolitik adı verilir.

Mezolitik:       Buzulların       Avrupa’nın     kuzeyine         doğru çekilmesi ile açılan yeni alanlara doğru yayılan insanlar avcı-toplayıcı olarak geçinmeye devam etmişlerdir. Özellikle besin kaynaklarının bol olduğu su kenarlarına sabit, kalıcı yerleşimler kurulmuş, balıkçılık gelişmiştir.

Epipaleolitik: Yaklaşık 12 bin yıl önce, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz çevresinde görülen sıcak ve yağışlı iklim, başta arpa ve buğday olmak üzere birçok yabani tahıl türünün bol miktarda yetişmesini sağlamıştır. Bu tahıllar önemli besin kaynakları haline gelince, insanlar bunları toplayıp depolayabilmek için yerleşik hayata geçmek zorunda kalmışlardır. Epipaleolitik Çap yerleşmelerinde yapılan kazılarda hem yabani tahıl toplayıcılığını ve avcılığın sürdüğünü gösteren kalıntılar bulunmuştur.

Epipaleolitik’in en önemli aşaması, Doğu Akdeniz bölgesinde yaklaşık 12 bin ilâ 10 bin yıl öncesindeki topluluklara özgü bir kültürel evre olan Natufyen’dir. Natufyen’in en önemli özelliği, birbirine çok benzeyen yapılardan oluşan, yaklaşık  200-300 kişilik  ilk köy yerleşimlerinin ortaya çıkmasıdır.

Neolitik Çağ (İ.Ö 10.000-5.500)

Yeni Taş Çağı veya Cilalı Taş Çağı olarak da adlandırılan Neolitik Çağ, taş aletlerdeki yeniliklerden ziyade, tarımın başladığı ve hayvanların evcilleştirildiği bir kültür evresi olarak tanımlanır.

Neolitik Çağ’ın ortalarında çanak çömlek yapımı başladığı için bu dönem iki evreye ayrılır: Çanak Çöleksiz Neolitik ve Çanak Çömlekli Neolitik.

Çanak Çömleksiz Neolitik yerleşimleri, yabani tahıl toplayıcılığının ve avcılığın sürdürüldüğü Natufyen yerleşimlerinin devamıdır. Bir geçiş dönemi olarak kabul edilebilir.

Tarımın geliştiği ilk yer, Orta Doğu’da verimli hilal adı verilen bölge olmasına rağmen, daha sonra dünyanın başka yerlerinde birbirinden bağımsız olarak tarıma geçilmiştir. Günümüzden 10.000 yıl önce tarıma başlayan Ortadoğu’da arpa, buğday; 8.000 yıl önce başlayan Güneydoğu Asya’da pirinç ve 5.000 yıl önce başlayan Amerika’da mısır tarıma alınan ilk bitkilerdir.

Yoğun tahıl toplayıcılığına dayalı Epipaleolitik yerleşimler, yavaş yavaş tarımsal üretime geçerek Neolitik yerleşimlere  dönüşmüştür.

Yerleşik yaşam, tarımın keşfinden önce başlamıştır. Yabani tahıl toplayıcılığı insanları yerleşik yaşama zorlamış, ilk köylerin oluşmasından sonra artan nüfusu beslemekte yetersiz kalmış olmalıdır. Böylece insanlar besin sorununa çözüm bulmak için yabani  bitkileri denetim almayı keşfederek tahıllarını kendileri üretmeye başlamışlardır. Yabani tahılların bol miktarda bulunması ve insanların bunları topluyor olması, tarımın keşfinde en önemli etkendir.

Neolitik Çağ, üretici ekonomiye geçişin çağıdır. Tarım sayesinde yiyecek üretiminin başlaması insanlık tarihinde bir devrim olarak nitelendirildiği için bu çağdaki gelişmeler Neolitik Devrim olarak anılır.

Tarımdan hemen sonra gerçekleşen en önemli yenilik, hayvanların evcilleştirilmesidir. Köpek ilk evcilleştirilen hayvandır (Mezolitik Çağ). Beslenme amacıyla ise ilk önce koyun, keçi, domuz ve sığır evcilleştirilmiştir. Evcilleştirme süreci, daha çok süt, daha kaliteli yün, daha fazla et veren ve kolay evcilleşebilen uysal hayvanların seçilmesi ve üretilmesiyle gerçekleşmiştir. Evcil hayvan sayısı artana kadar avcılık yaygın olarak devam etmiştir.

Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ’ın başlarındaki, üstleri dallarla örtülüp çamurla sıvanan dairesel yapılı kulübelerin yerine dikdörtgen planlı, içinde mutfak ve kiler işlevi gören ayrı alanların olduğu evler ortaya çıkmıştır. Bu evlerle birlikte düzenli bir yerleşim modeline sahip, içinde tapınak veya kutsal mekanları da olan köyler oluşmuştur.

Bu dönemde ölüler genellikle evlerinin tabanlarına, cenin pozisyonda, çeşitli taşlar ve süs eşyaları ile birlikte gömülüyorlardı.

Obsidyen, Neolitik dönemde alet yapımında bir ham madde olarak yoğun biçimde kullanılmış, geniş bir coğrafyada ticareti yapılmıştır. Isıtılıp dövülerek şekillendirilen bakır da bu dönemde kullanılmaya başlanmıştır.

Çanak Çömlekli Neolitik Çağ, artık besin üretimine dayalı ekonominin tamamen yerleşmiş olduğunu ve avcılık- toplayıcılığın  terk  edildiğini  ifade  eder.  Bu dönemde yapılan tarım, sadece yağmura bağlı kuru tarımdır, sulama sistemi ve saban, döven gibi tarım aletleri yoktur.

Bu dönemde taş temelli, kerpiç duvarlı, çok odalı ve yeni eklemeler ile genişletilebilen evler ortaya çıkmıştır. Jeriko ve Jarmo gibi yerleşimlerin etrafına sur duvarları ve hendekler yapılmıştır. Bu uygulama, gerektirdiği toplu emek gücü ve bununla bağlantılı ileri toplumsal örgütlenmeyi göstermesi açısından önemlidir. Bu dönem yerleşimlerinden bazıları 5 ilâ 10 bin kişilik nüfusa sahiptir. Neolitik Çağ’ın sonuna doğru ölülerin ev tabanına gömülmesi geleneği ortadan kalkmış, yerleşim yeri dışına gömülmeye başlanmıştır.

Çanak Çömlekli Neolitik; Um-Dabagiye evresi, Hassuna evresi ve Samarra evresi olarak üç aşamaya ayrılır. Bunlar İ.Ö. 6000 ile 5000 arasında Kuzey Mezopotamya bölgesinde ortaya çıkan gelişmiş köy kültürlerini temsil eder.

Kalkolitik Çağ (İ.Ö 5.500/5.000-3.500)

Kalkolitik Çağ (Bakır Çağ), yaklaşık olarak İ.Ö. 5.500/5.000 yıllarında başlar ve Tunç Çağı’nın başlaması ile birlikte sona erer. Erken, Orta ve Son Kalkolitik olarak üç evreye ayrılır.

Kalkolitik Çağ’ın en önemli özelliği, köylerin kentlere dönüşmesi ve tarımcı köy toplumlarından kent devletlerin doğmasıdır. Bu dönemde bölgeler arasında sosyo- ekonomik açıdan farklılaşmalar ortaya çıkmış, ekonomik çıkar bölgeleri oluşmuştur. Ekonomisi tahıl tarımına dayalı toplumlarda kuraklık kıtlık riski yarattığından, bu bölgelerde artı ürün üretmek ve bunları depolamak önemli hale gelmiştir. Daha kuzeydeki Güneydoğu Anadolu bölgesine göre daha kurak ve besin kaynakları sınırlı bir bölge olan Mezopotamya’da yapılan kuru tarım nüfusu beslemeye yetmemiş, böylece ilk sulamalı tarıma burada geçilmiştir. Üretimin planlaması, su kanalları yapımındaki iş gücü, elde edilen ürünlerin toplanması ve bunların korunması büyük ölçüde bir organizasyon gerektirmiştir.

Üretilen ürünlerin dinî bir merkezde toplanıp sonra halka dağıtılması şeklinde işleyen bir sistem olan tapınak ekonomisi, Kalkolitik Çağ’da kurumsallaşmıştır. Üretimi tapınaklar ve rahipler kontrol etmesi, toplumda üreten ve üretimi kontrol edenler arasındaki ayrımı belirginleştirmiş ve net bir tabakalaşma ortaya çıkarmıştır. Böylece toplumsal hayata bir çeşitlilik gelmiş, yeni bir toplum modeli belirmeye başlamıştır. Sulu tarım, artı ürün ve sosyal dinamizimle birlikte Mezopotomya’daki nüfus artmıştır. Gerekli maden, taş, yün, bitki veya besin gibi maddelerin başka bölgelerden karşılanması deniz ve akarsu ticaretini de gelişmiştir. Ayrıca bu dönemde bakır madenciliği önem kazanmıştır.

Uygarlığın Doğuşu

Yerleşik yaşama geçiş, tarımın başlaması, artı ürünün üretilmesi ve kent devletlerin ortaya çıkışı, uygarlığın doğuşunu hazırlayan temel nedenler olarak sıralanabilir. Tarihsel açıdan uygarlık; devlet, üretim ve iş gücünün denetimi, toplumsal tabakalaşma, mesleki uzmanlaşma, anıtsal yapılar, yazı ve büyük nüfuslu yerleşimler gibi gelişmeler bütünüdür. Ekonomik, siyasal, askerî ve yasal konuların bir sisteme oturtulmasını sağlayan ilk devlet organizasyonlarının ortaya çıkması ile uygarlığın başladığı kabul edilmektedir.

ESKİ MEZOPOTAMYA TARİHİ VE UYGARLIĞI

Mezopotamya’nın Coğrafi Koşulları ve Tarih Öncesi

Mezopotamya, Yunanca “ara / orta” anlamındaki “mesos” ve“ırmak”        anlamındaki    “potamos” kelimelerinden türetilen“iki ırmak arası” anlamına gelen, kuzeyde Toros Dağları’ndan gü neyde Basra Körfezi’ne  , doğuda Zagros Dağları’ndan batıda Suriye Çölü’nekadar uzanan alan için kullanılan  bir  addır  (S:27,  Şekil  2.1).Bölgenin  bu  adı almasına  neden  olan  iki  nehir,  Dicle  (İdiglat)  ve  Fırat (Purattu)   Anadolu’dan   güneye   inerek   birleşirler   ve Şattü larap Nehri adı  yla Basra Körfezi’ne dökü lü r   ler.İyi yağış alması nedeniyle Kuzey Mezopotamya’da  Zagros etekleri Paleolitik Çağ’dan bu yana insanlarayaşam alanı sunan  bir  bölgedir.Güney Mezopotamyaise çöldür     ve burada ancak Dicle ve Fırat nehirleri sayesinde sulama kanalları açılarak tarım arazileri sulanabilmiştir.

Paleolitik Çağ’da (Yontma/Eski Taş Çağı) Kuzey yarım kürenin büyük  kısmı  buzullarla  kaplı  olmasına  rağmen Mezopotamya  bu  soğuk  iklimden  etkilenmemiş  ve  bu çağdan  itibaren  insanlar  için  uygun  bir  yaşam  alanı olmuştur.Küçük gruplar halinde yaşayan bu ilk insanlar yaşamlarını   toplayıcılık                  ve            bazen   de        avcılıkla sağlardı.Musul                     çevresi,            Kuzey Irak’ta Kü                   çük Zap Bölgesi’ndeki  Barda-Balka  kamp  alanı  veBüyük Zap Nehri Vadisi’nde bulunan Şanidar MağarasıPaleolitik çağ insanlarına  ait  iskeletlerin  ve  kullandıkları  taş  aletlerin bulunduğu önemli yaşam alanlarıdır.

Günümüzden 12.000-11.000 yıl önce buzul iklimi sona ermesiyle “Ara/Orta Taş Çağı” anlamına gelen Mezolitik ya da Epipaleolitik Çağ başlamıştır. Bu çağda insanlar hayvanları beslemeyi keşfettiler ve evcilleştirmeçalışmalarına başladılar, besin kaynaklarının yanında basit barınaklaryapmaya başladılar. Bu çağın özelliklerini gösteren kü ltü rler Do ğu  Akdeniz kıyısında saptanan Kebara veNatufyen kü ltü rleridir.

Paleolitik Çağ’daki avcılık ve toplayıcılıktan İ.Ö. 10.000 yıllarında besin üretimine, yani Neolitik Çağ’a(Yeni Taş Çağı-Cilalı Taş Çağı) geçiş insanlık tarihinin en önemli aşamalarından biridir. Bu çağda ilk köyler kurulmaya başladı. Tarım ve hayvan besiciliği  başladı. Ticaret  de Neolitik Çağ’da ortaya çıktı. İ.Ö. 7000’lerde ilk kez çanak çömlek yapımına başlandı . Bu çağın önemli yerleşmeleri , Kuzey Mezopotamya sınırında Diyarbakır’da Çayönü , Şanlı Urfa’da Nevali Çori, Göbeklitepe ve Kuzey Irak’taki Cermo (Jarmo)dur. Nevali Çori ve Göbeklitepe’de ilk dinsel yapılar, tapınaklar ortaya çıkar . Şehirlerin etrafının surla çevrilmesi yine bu çağda görü lmeye başlar.

İ.Ö. 7. binyıl sonu ile İ.Ö. 6. binyılın ilk yarısı arasında çanak çömlek tarzları gelişti. Daha ince işçilikle boyanmış Hassuna Kültürü, Samarra Kültürü gibi isimlerini yerleşim bölgelerinden alan çanak çömlek kültürleri oluştu.

Güney Mezopotamya’da gelişen Obeyd Kültürü’nün en önemli özelliği kent merkezlerinde bir tapınak inşa edilmesi ve bunun kentin merkezini oluşturmasıydı. Bu model Sümer şehir yerleşiminin öncüsüdür.Ardından Uruk

Dönemi (İ.Ö. 4000-İ.Ö. 3100) gelir. Bu dönem tarım ve ticaret gelişmiştir, ve en önemlisi ticaret kayıtlarının tutulabilmesi için İ.Ö. 3200’lerde yazı icad edilmiştir.

Eski Mezopotamya Tarihi

Mezopotamya’da bilinen en eski devlet Sümerlerdir. İlk olarak İ.Ö. 4. binyıl sonlarında görülürler. Erken Hanedanlar Dönemi’nde (İ.Ö. 2900-2350) Sümerler ayrı ayrı yönetilen kent devletlerinde yaşarlardı. Şehir devletleri arasında yaşanan çekişmeler sonucunda zayıflayan lider durumdaki Uruk kent devleti İ.Ö. 2334’te Akkadlar’a yenildi ve Mezopotamya’da üstünlük Akkadlar’a geçti.

Sami kökenli Akkadlar (İ.Ö. 2350-2150) Sümerler’in tersine merkezi, güçlü bir yönetim sistemi kullanıyorlardı. Bu güçlü merkezi sistem yayılmacı bir devlet politikasını da beraberinde getirmiştir. Ancak zamanla güç kaybeden Akkadlar kuzeyden gelen Gutiler tarafından yıkılmıştır.

Guti egemenliğine son veren Uruk Kralı’ndan sonra Yeni Sümer Dönemi(İ.Ö. 2112-2000) başlar. Yaklaşık 100 yıl süren bu güçlü dönem ardından Mezopotamya’da Sümer hakimiyeti de son bulmuştur.

İ.Ö. 2. binyıl başlarında Assurlular Mezopotamya’da yükselişe geçer. Assurlu tüccarlar yoluyla Anadolu halkı da yazıyı öğrenmiş ve bu dönemde Anadolu’da tarih çağları başlamıştır. Assurları takibeden bir diğer güçlü egemenlik ise  Babil Sülalesi  (İ.Ö. 1830-1595) egemenliğidir.Babil sülalesinin en önemli kralı Hammurabi döneminde Babilliler büyük genişleme yaşamış ancak İ.Ö. 1595’te Anadolu’dan gelen Eski Hitit Devleti, Babil Devleti’ne son vermiştir.

İ.Ö. 10. yüzyılda başlayan Yeni Assur Krallığı’na kadar bölge karışık bir dönem geçirmiştir. Assur Krallığı’nın hüküm sürdüğü İ.Ö. 10-7 arasında bölgede Urartular, Medler ve Babilliler de bağımsız birer güç konumundadır. Ve Medler ve Babilliler, İskitlerle birleşerek Yeni Assur Krallığı’na son vermişlerdir.

Yeni Assurlar ardından bölgede egemenlik Yeni Babil Devleti’ne (İ.Ö. 612-539) geçmiş, bu dönemde Yeni Babil Devleti Hammurabi döneminden bile parlak bir çağ yaşamıştır. Babil Kulesi, dünyanın yedi harikasından biri olan Babil’in Asma Bahçeleri ve İştar Kapısı (S:32, Şekil 2.3) bu dönemden kalmadır.

İran’daki Persler İ.Ö. 539 yılında Babil’i ele geçirmişlerdir. Ardından İskender İmparatorluğu’nun, Selevkosların, kısmen Romalıların ve Sasaniler’in egemenliğine giren Mezopotamya, İ.S. 640’larda Arap egemenliğine girmiştir.

Eski Mezopotamya’da Devlet Yönetimi

Erken Sümer döneminde devlet yönetimiyle ilgili net bilgiler olmasa da, En (Bey), Ensi (Vali) ve Lugal (Kral) gibi    ünvanlara    rastlamaktayız.    Akkadlarda    görülen merkezi krallık yönetimi Yeni Assur Devleti’nde de kullanılmıştır. Akkadların merkezi yönetimlerini tüm dünyayı yönetmek için kullanma düşünceleri krallarının da “Dört Bir Yanın Hükümdarı, Evrenin Kralı” gibi ünvanlar kullanmalarına neden olmuştur. Yeni Assur ve Pers dönemlerinde mutlak monarşi ve eyalet sistemi görülür. Tanrı-Kral düşüncesi tüm devletlerde yaygındır.

Mezopotamya toplumu soylular, vatandaşlar, yanaşmalar ve köleler şeklinde sınıflandırılmıştı. Tüccarlar ve zanaatkarlar da bu sınıf sistemine dahillerdi.

Eski Mezopotamya Hukuku

Hukuk devletlerin kurulmasıyla ortaya çıkmıştır ve bundan önce büyük olasılıkla kuralları gelenekler belirlemekteydi. Mezopotamya’da geleneksel hukuktan yazılı hukuka ilk olarak hangi kentte ve zamanda geçildiğiyle ilgili elimizde net bilgi bulunmamaktadır. Sümerler yazının icadından sonra hem ekonomik kayıtları hem de sosyal yaşamın evlilik, miras vb. kayıtlarını yazılı olarak tutmuşlardır. Güneşin karanlıkları aydınlattığı gibi gizli işleri de aydınlatacağı düşüncesinden çıkışla adaleti Güneş Tanrısı UTU’nun koruduğuna inanılırdı. Hakimler adaletin yeryüzündeki temsilcileri olarak görülürdü. Başyargıç kraldı, vekilleri olaraksa Sukkaller davalara bakardı. Davalar tapınağın ya da şehrin giriş kapısında görüşülürdü. Mezopotamya’da kanunların yazılı olduğu çok sayıda kil tablet bulunmuş ve bunların başlıcaları şu şekilde sıralanmaktadır:

1.         Sümerce Kanunlar:

a)         Urukagina Kanunu

b)         Ur-Nammu Kanunu

c)         Ana İttişu Kanunu

d)        Lipit-İstar Kanunu

2.         Akkadca Kanunlar:

a)         Eşnunna Kanunu

b)         Hammurabi Kanunu

c)         Orta Assur Kanunu

Her kanun; 1) Önsöz (prolog), 2) Maddeler ve 3) Sonuç (epilog) bölümlerinden oluşuyordu. Sümer Kanunları’nda ağırlıkla maddi cezalar yer alırken, Sami kavimlerinin Akkadca Kanunlarında daha ağır cezalar vardı. Kısasa kısas Sümerlerce uygulanmazken Hammurabi Kanunları’nda geniş yer bulurdu.

Urukagina Kanunu: Sümer kanunlarının en eskisi. Mülkiyet ve aile hukuku ile ilgili hükümler içerir.

Ur-Nammu Kanunu: Genelikle yaralama olaylarına verilen küçük para cezalarını kapsar.

Ana-İttişu Kanunu: İki dilde yazılmıştır (Sümerce/Akkadca) Aile hukuna ait maddeler içerir.

Lipit-İştar Kanunu: Ticaret hukuku ve aile hukuku konularını içerir.

Eşnunna Kanunu:Maddi cezalar içerir, ceza hukuku, ticari hukuk, borçlar ve veraset hukuku gibi konuları ele almıştır.

Hammurabi Kanunu:Edebi yönü de güçlü bir eserdir. Borçlar hukuku ile halkın çıkarları korunmuştur. Ayrıca kısasa kısa yöntemi büyük önem taşır ve ağır cezalar içeren bir sistemdir.

Eski Mezopotamya Dini

Çok tanrılı din anlayışı hakimdi. Kavimlerin tanrıları birbirinden farklıydı ancak Sümer dini baskındı. Mezopotamya bilinen en eski kayıtlı dinlerin beşiğidir. Sümerlerde her şehre ait tanrılar mevcutu; Uruk’ta İnanna, Ur’da Nanna, Babil’de Marduk bunlara örnektir. Sayıları tam olarak bilinmemekle birlikte 600 yeraltı ve 600 gök tanrısına inanılmaktaydı. Mezopotamya inanışında tanrıların da  insanlar gibi  eşleri  ve çocukları  olduğuna inanılırdı.

Tanrıların tapınak-ev Zigguratların altında yaşadığı düşünülürdü. Zigguratlar Mezopotamyanın en önemli mimari yapılarındandır (S: 37, Şekil 2.5) Zigguratlar tapınak olmanın yanında yazıcı okulu, kütüphane ve arşiv olarakda kullanılmaktalardı.

Eski Mezopotamya’da Sanat ve Kültür

İ.Ö. 3200’lere tarihlenen en erken yazılı belgeler burada karşımıza çıkar. Başlarda resimsel (piktografik) işaretlerden oluşan kil tabletlerdeki yazılar geliştikçe küçülerek resimden uzaklaşıp işaret kümelerine dönüşmüşlerdir. Bu ilk Sümer yazısı, onu oluşturan işaretler çivi şekline benzediği için çivi yazısı olarak adlandırılmıştır. Sümer yazısında işaretler kelimelere değil hecelere karşılık gelmekteydi ve yanyana gelerek sözcükleri oluşturuyorlardı.

Alman dilbilimci G. Friedrich Grotefend’in 1802’de kısmen okumayı başardığı çivi yazısını uzun çalışmalar sonunda çözen kişi İngiliz subayı Sir Henry C. Rawlinson’dur (1810-1895). Bu sayede Mezopotamya kültürüne ait binlerce tabletin  okunması ve anlaşılması mümkün olmuştur.

Yazının icadının ardından Sümerler kültürlerine ve yaşamlarına ait herşeyi yazıya geçirmeye başladılar. Günümüzde tüm dünyada çeşitli müzelerde korunan Sümerce eser sayısı 100.000’leri bulmaktadır. Assurlular ve Babilliler de pek çok yazılı eser bırakmıştır.

Eserlerin konuları çeşitlilik gösterse de genel olarak tanrısal hayat ve insanların maddi dünyası ile ilişkili konular ağırlıktadır. Bu eserler dönem hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olmamızı sağlamışlardır. Edebi açıdan da önemli olan bu eserler için A. Parrot, “Yazının mucidi olan Sümerler, edebiyatın da yaratıcısı olmuşlardır.” demiştir. Bu çok çeşitli eserler ana olarak din için üretiliyorlar ve dine hizmet ediyorlardı.

Sümer edebi eserleri üç grupta incelenmektedir:

1.         Liturjik Eserler: Mitoslar, kaside ve ağıtlar.

2.         Epik Eserler: Destanlar.

3.         Didaktik  Eserler:  Düz   yazı  olarak   yazılmış, almanak, sözlük vb. ilmi eserler

Liturjik Eserler: Mitoslar, kaside ve ağıtlar. Tanrılara ve tanrı krallara yazılmış övgüler (kaside) bunların başlıcalarıdır. Tanrıların insanlarla olan maceralarını anlatan edebi eserlere ise mitos denir.

Epik Eserler:Destani (Epik) şiirin mucidi de Sümerlerdir. Sümer destanları kralların icraatlarını anlatırlardı. Yaradılış Destanı, Gılgamış Destanı, Lugalbanda Destanı, Enmekar ve Aratta Beyi Destanı, Ninurta Destanı ve Kazma Destanı bunların en önemlileridir.

Bilimde de oldukça başarılı olan Mezopotamya’da erken dönem metinlerde 60 tabanlı sayı sistemini kullanılmıştır. Günümüzde de zaman ve açı ölçümlerinde halen aynı sistemi kullanmaktayız. Ayrıca Eski Mezopotamyalılar İ.Ö. 2. binyıldan itibaren çarpım çetvelleri, küp, karekök ve logaritma cetvelleri ile denklem çözümleri ve çeşitli geometrik formların alan ve hacim hesaplamalarını yapmışlardır. Babilli matematikçiler Pi sayısının değerini gerçek değere çok yakın olarak hesaplamayı başarmışlardır.

Sümerler geliştirdikleri ay takvimini kullanmışlardır. Osmanlılar, Cumhuriyetimiz kurulana kadar ay takvimi kullanmışlardı, Araplar ise halen ay takvimi kullanmaya devam etmektelerdir.

Zaman hesaplamaları konusunda da çok başarılı olan Sümerler zamanı 60 dakikalık saatlere bölen ilk insanlardı. Ayrıca 7 günden oluşan 1 haftayı ve gün kavramını da Sümerler geliştirmiştir. Günümüzde takvimlerimizde kullandığımız ay adlarının bazıları Eski Mezopotamya’da kullanılan ay adlarından gelmedir. Örnek olarak; Şubat ve Eylül ayları Akkad dilinde Şubatu ve Elulu; Sümer dilinde nisan ve temmuzise Nisanu ve Tammuz/Dumuzi’dir.

Sabit nesnelerin gölgelerinden yararlanılarak yapılan ilk güneş saatleri de Sümerler ve Babilliler tarafından yapılmıştır. Din ve mitolojiyle bağlantılı olarak Mezopotamyada astronomi de gelişmiştir, İ.Ö. 700’lerde gök gözlemlerine dayanarak burçları oluşturmuşlardır. Gök olaylarını da bu gözlemlere dayanarak hesaplayabilmektelerdi.

Tıp konusuna yaklaşımları hakkında da geniş bilgi sahibi olduğumuz Eski Mezopotamyalılar, hastalıkların kötü ruhlar ve cinler sebebiyle oluştuğuna inanmaktalardı. Büyü dışında kimi doğal tedavi yöntemleri de denemişlerse de doğaüstü güçlere olan inançları tıp konusunda gelişmelerini engellemiştir.

Yerleşik yaşama geçilmesinin ardından ihtiyaçlar dahilinde doğan, kanal yapımı, çömlekçilik, dokumacılık, kanalizasyon sistemleri gibi pekçok zanaat ve teknik Mezopotamya’da gelişmiştir.

Ulaşım için de deniz ve karayolu kullanılan Mezopotamya’da Basra Körfezi ve Akdeniz’e gemilerle

seferler yapılıyor, karada İ.Ö. 3500’lerden itibaren tekerlekli araçlar kullanılıyordu.

İ.Ö. 7000’lerde başlayan çanak çömlek yapımı için elle şekillendirme kullanılırken İ.Ö. 4500’lerden sonra çömlekçi çarkının kullanılmaya başlaması üretimi hızlandırmış ve kaliteyi yükseltmiştir.

Heykele de önem veren Mezopotamya toplumlarının erken dönem heykeller, kabartmalar, mücevherat yapımı gibi el sanatlarıyla ve çömlekçi çarkı, araba tekerleği, yapı kemeri, yelkenli tekne gibi teknolojik buluşlarıyla günümüz uygarlığına çok büyük katkıları olmuştur.

Sümerlerle başlayan Zigguratlar ve saraylarla da Mezopotamya kültürü mimari pek çok eser oluşturmuştur.

ESKİ MISIR TARİHİ VE UYGARLIĞI

Eski Mısır Tarihinin Genel Hatları ve Devlet Örgütü

 Coğrafi Koşullar

Mısır kültürü, Nil Vadisi’nde gelişmiştir. Kuzeyde Aşağı Mısır ve güneyde vadi boyunca uzanan Yukarı Mısır olmak üzere iki ayrı bölümden oluşan eski Mısır coğrafyası, batı ve doğuda çöllerle, doğuda kıyıya paralel olarak uzanan sıradağlarla, güneyi çağlayanlarla ve kayalıklarla çevrilidir. Ülkenin kuzeyi saldırılara en açık bölgeyi oluştururdu. Ülkenin bu yapısı dış dünyadan soyutlanmış homojen Mısır kültürünün oluşmasında büyük etkendir. Bölgede iklimin yağışsız olmasından dolayı toprağın verimi Nil Nehri’ne bağlıydı. Nil Nehri’nin taşkınlarıyla gelen miller verimli tarım toprakları oluştururdu. Eski Mısır’da Nil nehrinin taşkınlarına göre üç mevsim bulunmaktaydı. Nehrin mayıs ayında yükselip ekime kadar vadi üzerinden aktığı mevsime Taşkın (akhet), kasım başında suların  çekilip tarım yapılmaya başlandığı mevsime Ekim (peret), marttan hazirana kadar olan mevsime ise Hasat (shemu) denirdi.

 Mısır Tarihi

M.Ö. 500.000’li yıllardan itibaren (Paleolitik Çağ) iklimin ekvatoral özelliklere sahip olmasından dolayı, Mısır insan yaşamı için uygun özelliklere sahipti. Nil’in etki alanıda tüm vadiyi kapsıyordu. Anacak günümüzden 12.000 yıl öncesinde iklimdeki değişimlerle gelen çölleşme Nil vadisinin verimli alanlarını daraltmıştır. Verimli toprakların bulunduğu  bölgeye avcılık ve  toplayıcılıkla geçinen halklar göç etmiş ve Neolitik Çağ’da ilk köyleri kurmuşlar, tarım ve hayvancılık yapmışlardır. Köylerin birleşmesiyle kabile niteliğindeki yönetim birimleri olan nomeler kurulmuş, sonrasında nomeler kendi aralarında birleşerek Aşağı ve Yukarı Mısır krallıklarını oluşturmuşlardır. İ. Ö. 3000 yıllarında Menes bu iki krallığı birleştirir. Mısır devleti Büyük İskender’in Mısır’a gelişine kadar 31 sülaleye ayrılarak incelenir. Eski Mısır Tarihi şu dönemlere ayrılır:

•          Erken Devir

•          Eski Krallık

•          Orta Krallık

•          Yeni Krallık

•          Geç Dönem

Ayrıca üç tane de ara dönem yaşanmıştır.

•          Birinci Ara Dönem

•          İkinci Ara Dönem

•          Üçüncü Ara Dönem

Erken Devir (İ.Ö.3000-2650) (1. – 2. Sülaller)

İlk iki sülalenin yönetime geldiği Erken Devir’de ilk kez Mısır merkezi devlet yönetimi oluşturulmuş, ilk krallık modeli ve hiyeroglif yazı geliştirilmiştir.

Eski Krallık (İ.Ö. 2650-2134) (3.-8. Sülaleler)

İlk basamaklı piramit firavun mezarları 3.sülalenin ikinci kralı Coser’in veziri İmhotep tarafından Sakkara’da yapılmıştır. Yine bu sülaleden kral Snefru ünlü güç simgesi piramitleri yaptırmasıyla da bilinir. Bu nedenle bu çağa Piramitler Çağı adı da verilir ve günümüzde dünyanın yedi harikası olarak bilinen Keops, Kefren, Mikerinos’un Gize’de bulunan piramitleri Bu dönemde yapılmıştır. 4. ve 5. Sülalenin zamanında güneş dini ortaya çıkmıştır. Mısır Firavunları bu tarihten sonra Ra’nın oğlu ünvanı ile anılırlar. 6. Sülalenin son firavunu II. Pepi döneminden sonra otorite zayıflamış, gerileme olmuş ve Birinci Ara Dönem yaşanmıştır.

Orta Krallık (İ.Ö. 2040-1640) (11-14. Sülaleler)

11. ve 12. Sülale zamanında ülkede yeniden birlik sağlanmış ve Teb kenti merkez olmuştur. I. Amenemhet Teb kentini Yukarı Mısır’ın yönetim merkezi yapmış, Orta Mısır’daki Lişt kentinde yeni bir başkent kurulmuş, ölümünden sonra tahtın el değiştirmesini kolaylaştırmak için tahta oğlunu ortak ederek yeni bir gelenek başlatmıştır. Bu sülale ülkenin sınırlarını genişletmiş, Nubya’yı almış, Girit ve Suriye ile ticaret başlatmıştır. Göçebe toplum Hiksos’ların gelmesiyle Orta Krallık Dönemi sona ermiş, İkinci Ara Dönem olmuştur.

Yeni Krallık (İ.Ö. 1550-1070) (18.-20. Sülaleler)

18.       Sülale’den I.Ahmose’nin Hiksosları yenmesiyle Yeni Krallık başlamış, sınırlar genişlemiş, bu dönemde ilk kez bir kadın firavun (Hatşepsut) Mısır’ın başına geçmiştir. Yaptırdığı Deir el-Bahri mezar tapınak dönemin en önemli mimari yapılarındandır. Daha sonraları başa geçen III. Amenofis dönemi Yeni Krallığın en parlak dönemi olmuş, Babil Akkadçası diplomasi dili olarak kullanılmaya başlamış, oğlu IV. Amenofis yaptığı reformla geleneksel tanrılar yerine tektanrıcılığı getirmiş, güneşe (Aton) tapma kültürünü yerleştirmiştir. Güneş için ilk tapınak Teb kentinde yapılmıştır. Kısa sürede rahiplerin tepkisini çeken bu durum nedeni ile kaos yaşanmış, tekrar çok tanrıcılık geri gelmiştir. I. Ramses 19. sülalenin kurucusudur. Sonraları yerine geçen bayındırlık faaliyetleri ile tanınan II. Ramses kuzeyde Kadeş şehrinde Hititlerle savaşmış ve başarı sağlayamamış, Hitit Kralı III. Hattuşili ile aralarında yapılan Kadeş Barış Antlaşması iki devlet arasındaki ilk yazılı anlaşma olarak tarihe geçmiştir. Kuzey Suriye Hititlerde kalmıştır. Tarihteki ilk grev de onun zamanında olmuştur. Ramses’in ölümünden sonra Üçüncü Ara Dönem yaşanmış, Mısır küçük yönetimlere  ayrılmıştır.

Geç Dönem (İ.Ö.712-332) (25.-31. Sülaleler)

Mısır’da firavunların egemenliği son bulunca Kral Piankhi kuzeye ilerleyerek Delta Bölgesinde 25. Mısır Sülalesini kurmuştur. İ. Ö. 671’de Teb şehrini de alarak Mısır ele geçiren Assur Kralı Esarhaddon, şehrin başına yerel bir yönetici olan Psammetikos’u getirmiştir. Psammetikos birliği tekrar sağlayarak 26. Sülaleyi kurar. İlk kez büyük bir donanma oluşturulmuş, Yunan kolonistlerin Sais Şehri yakınlarında  ticaret  kolonisi  kurmalarına  izin  vererek kültürel etkileşimi daha açık hale getirmiştir. Firavun Amasis zamanı Mısır son parlak dönemini yaşamış, ölümünden sonra Pers’ler Mısır’ı alarak satraplıklarla yönetmişlerdir. Büyük İskender’in Persleri yenmesi yeni bir dönem başlar. İskender’in ölümüyle Hellenistik Ptolemaios Krallığı egemenliğini İ.Ö. 30’da Roma egemenliği, daha sonra Bizans Egemenliği ve İ.S. 640’larda Arap egemenliği izler.

Devlet Yönetimi

Mısır mutlak krallıkla yönetilen bir ülke olup, Firavun sözcüğünün kral anlamında kullanılması Yeni Krallık Dönemi’nde olmuştur. Yeni Krallık zamanında Firavun, tanrısallaştırılmış olup, toprakların, malların ve insanların sahibiydi. Orta Krallık zamanında ise firavunlar tanrı olarak görülmezdi. Hükümdar ise, halkı beslemek, ihtiyaçlarını karşılamak, adaleti, yasaları sağlamakla, başkomutanlıkla yükümlüydü. Firavunluk genellikle babadan oğula ya da kardeşten kardeşe geçerdi. Firavundan sonra yardımcısı, başyargıçlık, ekonomi, hazine ve yapı işlerinden sorumlu olan vezir en önemli kişiydi. Valiler ise kral adına ülkeyi yöneten vezire karşı sorumluydular. Ayrıca memurlar ve rahipler de çalışırdı. Bu dönemde ilk kez kölelik de görülmeye başlanmıştır.

ESKİ MISIR’DA BİLİM VE YAZI

Bilim

Mezopotamyalılar matematik konusunda Mısır’lılardan daha üst seviyede olmalarına karşın, geometride ise Mısırlılar bilgiliydi. Çünkü Nil nehrinin kenarındaki verimli tarlaların sınır hesaplarını yapmada geometri kullanıyorlardı. Pisagor Teoremi’ni bildikleri düşünülen Mısırlılar, Pi sayısını da 3,16 olarak hesaplamıştır. Eski Mısır’ılar Tıp konusunda da başarılıydı. Mısırlılar Dünya Kültür Tarihi açısından önemi olan, takvimi ilk geliştiren insanlar olmuştur. Mevsim isimleri Nil’in mevsimsel taşkınlarına göre adlar alsa da bir yılda 365 günü hesaplayabilmişlerdir. J. Cezar bu Mısır takvimine, her dört yılda bir, bir gün ekleyerek bu takvimi daha da geliştirmiştir. Sos düzenlemesi İ.S. 1582’de Papa XIII. Gregor son düzenlemeleri yaparak bugün hala kullandığımız takvim oluşmuştur. Mısırlılar ayrıca basit güneş saatleri de yapmışlardır.

Yazı

Mısırlıların yazıyı Mezopotamyalılardan öğrendikleri düşünülse de aslında iki yazı arasında çok büyük farklar bulunur. Mısır yazısı, Sümerlerde de olduğu gibi, eşyanın şeklini çizmekle başlamıştır ancak farkı Mısır hiyeroglifi temelde resim biçiminde, nesnenin resmedilmesidir. Buna piktogram denir. Hiyeroglif yazı kutsal metinlerin taşa kazınmasında kullanılırdı. Hiyeratik yazı ise ona göre daha kısa sürede yazılabilen, tamamen farklı el yazısı gibi olan, rahipler ve katipler tarafından kullanılan yazı tipidir. Hiyeratik yazının halk için basitleştirilmiş hali olan demotik denilen yazı biçimi halkla ilgili hukuki metinlerde kullanılmış,  sonraları  demotik  yazının  yerine,  Yunan

alfabesine yaptıkları 6 harflik ilave ile oluşturulan kopt yazısı kullanılmıştır. Hiyeroglif yazı ilk kez 1822’de Dilbilimci Jean-François Champollion tarafından çözülmüş, böylece uygarlık bilgilerine ulaşmak kolaylaşmıştır. Mısırlılar yazılarını Papirüs denen bir saz türünü kağıt haline getirip siyah mürekkep kullanarak yazmışlardır.

ESKİ MISIR MİMARİSİNİN ÖZELLİKLERİ

Mısır Mimarisi, anıtsal örneklerine sıkça rastladığımız mezar ve tapınaklardan oluşur. Saraylar günümüze kadar korunamamıştır.

Mezarlar

Zemin seviyesinin altında olan odacıklardan ve bunun üzerinde taş ya da kerpiçten yapılmış basamaklı örnekleri olan dikdörtgen planlı mezarlara mastaba adı verilmiştir (S:59, Şekil 3.4). Bu mezarlara krallar ve halktan kişiler gömülmüştür. Firavun Coser’in ünlü basamaklı piramidi bu kral mezarlarının ilk anıtsal örneğidir. Bu piramit, Coser’in veziri olan mimar İmhotep tarafından Sakkara’da yapılmıştır. Daha sonraları Mısır firavunları kendilerine piramit biçiminde mezarlar yaptırmaya başlamışlardır. Piramitler, Basamaklı ve Gerçek piramitler olmak üzere iki türlüdür. Basamaklı piramitden gerçek piramit mezar anıtlarına geçilmiştir. Piramit mezarların erken örnekleri Meidum ve Dahşur’da görülmektedir. Özellikle Meidum’daki eğri piramit olarak bilinen pramit, hesaplamadaki hatadan dolayı üst kısımda eğimi arttırılarak bitirilmiştir. Bugüne kadar yapılmış en büyük piramit olma özelliğini taşıyan Keops Piramidi, dünyanın yedinci harikası olarak bilinir ve geometrik olarak tam bir pramittir. Geç dönemlerde anıtsal mezarlar yerini lahitlere bırakır.

Tapınaklar

Erken devirlerin tapınakları için çok az bilgi vardır. Güneş tanrısı Ra için, Eski Krallık zamanında yapılmış olan tapınaklar en güzel örneklerdir. En önemli özellikleri, tapınağın içinde bir sunağın bulunması, açık avlu ve güneş tanrının simgesi dikili taştır (S: 61, Şekil 3.5).

Orta Krallık döneminde kalan tapınakların çoğu orijinal halleriyle günümüze ulaşmışlardır. Bu tapınaklara örnek olarak Deir el- Bahri’deki Mentuhotep Tapınağı verilebilir.

Yeni Krallık Dönemi tapınakları iki tiptir.

1.         Büyük tanrılar için yapılan tapınaklar: Karnak, Luksor (S:61 Şekil 3.6) ve Ebu Simbel Tapınakları.

2.         Ölü kültüyle ilgili mezar tapınakları: Firavun

Hatşepsut’un Deir el-Bahri’de Krallar Vadisi’nde bulunan teraslı tapınağı ve II. Ramses’in Ramseseum’u.

Saray yapılarının hemen hepsi kerpiçten yapıldığı için günümüze kadar gelememiştir.

ESKİ MISIR DİNİ VE ÖLÜ GÖMME GELENEKLERİ

Din

Mısır kültüründe din, kralların tanrılara karşı büyük görevleri olduklarını düşündükleri önemli bir değerdir. İnanışa göre bunun karşısında tanrılar da krala ve ülkenin insanlarına iyilik ile karşılık verirlerdi. Önemli din merkezleri Heliopolis, Memfis, Abidos ve Teb şehirleridir. İlk dönemlerde hayvan biçimli tanrılara inanan Mısır’lılar daha sonraları hayvan başlı insan vücutlu tanrılara inanmaya başladılar. Bu tanrılar doğadaki bir olaya veya varlığa ilişkindir. Eski Mısır’da güneşi tek tanrı olarak kabul ettirmeye çalışan firavun IV. Amenofis olmuştur. Firavun öldükten sonra önerdiği Güneş Tanrı Aton dini terkedilmiş, eski Amon dinine dönülmüştür.

Ölü Gömme Gelenekleri

Eski Mısır inancında ölüm ve inanca göre ölüm sonrası yaşam çok önemli olduğundan ölü gömme geleneklerine çok önem verilmiştir. Ölen kişinin sonraki yaşamı için Tanrı Osiris başkanlığında bir duruşma yapılırdı. Ölümle ilgili bir diğer tanrı olan Anubis ölen kişinin kalbini teraziyle tartar ve günahkar olup olmadığına karar verirdi.

Sülaleler öncesi dönemde ölüler çöle açılan çukurlara gömülüyor ve sıcak kum cesedin nemini alarak, kurumasına neden oluyordu. Bunu tesadüfen gören Mısırlılarda, öldükten sonra ruhun bedene tekrar girip öbür dünyada yaşamaya devam edebilmesi için, bedenin korunması gerektiğini düşünmüşlerdir. Bu nedenle cesetlerin mumyalanması geleneği ortaya çıkmıştır. Mısırlılar tarih boyunca en iyi mumya yapan halk olmuştur. Mumyalama işlemi sırasında çıkarılan organlar, Nil nehrinin kenarında doğal olarak bulunan kimyasal bir madde olan natron ile kurutur, kanopik adı verilen 4 adet vazo içine koyarlardı. Mumyalama esnasında sadece kalp vücut içinde bırakılıyordu.

ESKİ ANADOLU UYGARLIKLARI

Anadolu’nun Tarih Öncesi  (Prehistorik) Dönemleri

Anadolu, Asya ile Avrupa kıtaları arasında üç tarafı denizlerle çevrili bir yarımadadır ve dağlar, platolar, ovalar ve vadilerden oluşan engebeli bir topoğrafik yapıya sahiptir. Bununla birlikte zengin akarsu su yataklarına, ekonomik değeri yüksek hammadde kaynaklarına ve yerleşik hayata uygun iklim koşullarına sahiptir.

Paleolitik Çağ (Eski Taş Çağı, Yontma Taş Devri) (G.Ö. 600.000-12.000/11.000):           Bu       çağ,     insanlık            tarihinin başlangıç evresi, Besin Toplayıcılığı olarak da bilinmektedir. Bilecik, Adıyaman, Ankara gibi merkezlerde yapılan ön araştırmalarda bulunan çakmak taşı, aletler ve el baltaları Anadolu’daki prehistorik dönem araştırmalarının başlangıç noktasını oluşturmuşlardır. Anadolu’da Paleolitik Çağ’ın en eski yerleşimleri İstanbul’da Küçük Çekmece Gölü’nün 1.5 km kadar kuzeyinde yer alan Yarımburgaz Mağarası ile Antalya’n›n

27 km kuzeybatısında, Şam Dağı’nın Akdeniz’e bakan yamaçlarında bulunan Karain Mağarası’dır. Yarımburgaz Mağarası’nda yapılan arkeolojik çalışmalar sonucu mağarada 20-25 kişilik bir topluluğun barındığı, kış aylarında ise mağaranın ayı türü hayvanlar tarafından in olarak kullanıldığı düşünülmektedir. Karain Mağarası’nda yapılan arkeolojik çalışmalar sonucunda ise şimdilik en eski insan fosil kalıntılarının bulunmasıyla birlikte Orta Paleolitik Çağ’a ait ocak ve odun kalıntıları bulunmasıyla insanoğlunun ateşi kullanmaya başladığı düşünülmektedir. Üst Paleolitik evreye ait buluntular ise Yarımburgaz ve Karain Mağaraları yakınlarında bulunan Üçağızlı Mağara’da ortaya çıkmış Homo sapiens türü insanın yapmış olduğu aletlerdeki büyük gelişme ve çeşitlilik dikkat çekmekte, Karain ve Öküzin Mağaralarında bulunan hayvan ve insan figürleriyle de avcılık  ilişkilendirilmektedir.

Mezolitik Çağ (Epipaleolitik Çağ, Orta Taş Devri) (G.Ö. 12.000-11.000): Bu çağ, Paleolitik Çağ ile yerleşik düzen ve üretim ekonomisinin gerçekleştiği Neolitik Çağ (Cilalı Taş Devri) arasındaki geçişi hazırlayan ara evredir. Anadolu’da bu çağa ait yerleşke Toroslar ‘ın güneyi ile Marmara Bölgesi ve Orta Karadeniz olarak saptanmıştır. Yaşam biçimi Paleolitik Çağ’dan büyük bir farklılık göstermemekle birlikte en önemli buluntuları mikrolit olarak tanımlanan yarım ay, üçgen ve yamuk biçimli küçük taş aletlerden oluşmaktadır. İlk kez farklı malzemelerin bir araya getirilmesiyle oluşturulan oraklar üretimde, biçme işleminin ortaya çıkmasına tarihlenmektedir. Öküzini’nde ise dibek ve öğütme taşlarının kullanımı ile de tahıl öğütme sürecine girildiği saptanmıştır.

Neolitik Çağ (Cilalı Taş Çağ, Yeni Taş Çağı) (İ.Ö. 10.000- 5.500): Bu çağın en önemli özelliği, yaşamını

avcılık ve toplayıcılıkla sürdüren insanoğlunun üretici bir yaşama geçişi olarak tanımlanabilir. Üretim ile birlikte yerleşik yaşama geçilmiş olup ilk köylerin ve kentlerin kurulmasıyla gelişme gösteren bu çağda Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde Diyarbakır ve Urfa çevresi ile Tuz gölü’nün güney kesimlerinde ve Göller bölgesinde hareketlilik başlamıştır. Bu çağ kendi içinde 3 ana evreye ayrılmaktadır.

•          Çanak Çömleksiz (Akeramik) Neolitik

•          Erken Neolitik

•          Geç Neolitik

Çanak Çömleksiz Neolitik Dönemi’nin en önemli merkezleri Hallan Çemi (Batman), Çayönü (Diyarbakır), Nevali Çori (Urfa) ve Göbekli Tepe (Urfa) oluşturmaktadır. Batman ili Kozluk ilçesi yakınlarında yer alan Hallan Çemi Höyüğü, Neolitik Çağ’ın hiç bilinmeyen en erken evreleri konusunda yeni bilgiler sağlayan, Anadolu’nun bugüne kadar saptanmış en eski köyüdür. Burada yapılan araştırmalar sonucu, Obsidyen ve çakmak taşı aletlerin yanı sıra ele geçen havan, havan eli ve ezgi taşı örnekleri tahılların öğütülmüş olduğuna işaret etmekte, bezemeli taş çanaklar, boncuklar ve kemik olta iğneleri diğer önemli buluntu grubunu oluşturmaktadır. Bu evrenin bir diğer önemli merkezi olan Çayönü, Diyarbakır’ın Ergani ilçesi yakınlarında yer almaktadır. Neolitik Çağ’ın bütün evrelerinin saptandığı bu yerleşmede, baştan beri tarımın bilindiği, buğday ekiminin yapıldığı ortaya çıkmıştır. Ergani bakır madeni ile komşu bu yerleşme yerinin bakırı kullanmayı bildiğini göstermesi bakımından oldukça önemlidir.

Kültürel bir kesintiden sonra, İ.Ö. 7. binyılın başlarında Kilin elle şekillendirilip ateşte pişirilmesiyle elde edilen çanak çömleklerin kullanılmaya başlandığı Erken (Çanak Çömlekli) Neolitik Çağ’a geçilmiştir. Bu döneme ait yerleşimlerin çoğu Anadolu’nun güney kesiminde, Toroslar’ın güney ve kuzey eteklerinde kurulmuştur. Bu döneme ait en önemli yerleşim yeri olan Çatalhöyük, Yakın Doğu’nun bilinen en büyük kasabalarından biridir. Burada bulunan heykeller, çanak çömlekler, bakır ve kurşundan yapılan takılar ve bitki lifi ve hayvan kılından yapılan dokumalar Çatalhöyük sakinlerinin yüksek uygarlık seviyesine ulaştıklarının göstergesidir. Aynı zamanda duvarda bulunan bir panoda dünyada ilk kez bir yerleşme yerinin planı yeralmaktadır.

Geç neolitik çağda ise Anadolu’nun gerçek üretimci köylü toplumları ortaya  çıkmıştır, hayvan  besiciliği, tarım gelişmiş, çanak çömlek yapımı ise iyice yaygınlaşmıştır. Bununla birlikte sanatta da değişiklikler kendini göstermiş ve av sahneleri yerine tarımla değişen toplumda Toprak Ana/ Ana Tanrıça figürleri yer almıştır. Bu çağın en iyi temsil edildiği yerlerin başında Burdur’un güneybatısında yer alan Hacılar Höyüğü gelmektedir.

Kalkolitik Çağ (Bakır Taş Çağ) İ.Ö. 5500-3200/300: Uygarlık tarihi açısından İleri Üretimci Topluluklar Dönemi ya da Gelişkin Köy Dönemi şeklinde tanımlanan bu dönem; taş aletlerin giderek azaldığı madenciliğe geçildiği dönemdir ve ilk kullanılan maden bakır olmuştur. İki evrede incelenmektedir:

•          Erken Kalkolitik Çağ

•          Geç Kalkolitik Çağ

Erken Kalkolitik Çağ’ın en önemli özelliği bakır kullanımın yaygınlaşması ile özgün boya bezemeli çanak çömlek geleneğinin ortaya çıkmasıdır.

Geç Kalkolitik Çağda ise göçlerle gelen etkiler sonucu yeni çanak çömlek gelenekleri ortaya çıkmış, Ana Tanrıça heykelleri daha soyutlaşmış, mermerden yapılan idoller yaygınlaşmış ve maden kullanımıyla ilgili olarak da ticaret oldukça yaygınlaşmıştır.

Anadolu’nun Tunç Çağları

Çağa adını veren tunç, önceleri bakır ve arsenik, sonra da bakır ve kalayın belirli oranlarda birbirine karıştırılmasıyla elde edilen bir alaşımdır. Bu Çağda tunçla birlikte hemen hemen tüm madenlerin dökme ve dövme tekniğiyle kullanıldığı görülmektedir. Bu çağda madencilikle birlikte kent yaşamı başlamış, Anadolu’da sosyal sınıfların giderek belirginleştiği, ilk bağımsız beyliklerin, siyasal örgütlenmelerin ve merkezi yönetime bağlı devletlerin ortaya çıktığı görülmektedir.

İlk Tunç Çağı (İ.Ö: 3200/3000-2000): Geç Kalkolitik dönemin sonlarından yazının kullanımına kadar çok uzun bir süreyi kapsamaktadır. Bu çağda yöneticiler güçlü bir sınıf olarak ortaya çıkmıştır, tapınak, saray ve idari binalar bu çağ için karakteristiktir. Troya, Alacahöyük, Hasanoğlan, Mahmatlar, Horoztepe, Eskipiyar, İkiztepe ve Aslantepe kazılarından çıkan madeni buluntular bugün Anadolu Uygarlıklarının en seçkin örneklerinden olup, ilk kez Anadolu’da çömlekçi çarkının kullanılmaya başlanmasıyla , kağnı biçimindeki dört tekerlekli araba bu dönemin en önemli teknolojik buluşlarındandır.

Akkad İmparatorluğu’nun kurucusu I. Sargon ve Naram- Sin’e ait yazılı belgelerde adının geçmesiyle birlikte Ana- dolu Ön Tarih / Protohistorik Çağı’na girmiştir ve bu belgelerde bugün için Anadolu’nun en eski adı olarak biline Hatti Ülkesi adı geçmiştir. Anadolu’nun zenginliğini fark eden Assurlu Tüccarlar tarafından Mezopotamya ile Anadolu arasında yoğun bir ticaret ağı kurulmuştur ve böylelikle Assurlu tüccarlar tarafında yazı öğrenilmiş ve Uygarlık tarihinin ikinci evresi yani Anadolu’nun tarihi Çağları başlamıştır.

Orta Tunç Çağı (İ.Ö. 2000/1900-1500/1450): Üzeri çivi yazılı kil levhaların bir diğer tanımla tabletlerin bulunduğu bu dönemde, tabletler üzerinde ticari anlaşmalar, evlilik kararları evlat edinme, boşanma, köle ticareti, miras gibi konularla ilgili bulgulara rastlanmıştır. Güçlü ticari ilişkilerin olduğu bu dönemde iki tip ticaret merkezi kurulmuştur: bunlardan ilki ve en önemli olanı Anadolu’da bu dönemin siyasi erkleri olan beyliklerinde yakınlarında kurulmuş olan Assurca karum denen büyük Pazar yerleri, diğer merkez ise Assurca vebartum denen yerleşmelerdi. En çok yazılı belge veren ve en iyi tanınan karum, Kayseri’nin 20 km kuzeydoğusunda yer alan Kültepe’deki Kaniş (Nefla)’tir.

Assur ile Anadolu arasındaki ticaretin temelinde Assur’dan kalay ve dokuma ürünleri dış satımı, karşılığında da Anadolu’dan gümüş ve değerli taş alımı bulunmaktaydı.

Eski Hitit Devleti: Anadolu’da beylikler halinde yaşayan ve farklı diller konuşan, Hattiler, Luviler, Palalar ve Hurriler gibi birçok halk bulunmaktaydı. Kökeni Kuşşara kentine dayanan Pithana oğlu Anitta, Nefla (Kültepe), Zalpa ve Hattuş (Boğazköy)’ü ele geçirmesinden sonra kendisine verilen Büyük Kral unvanıyla birlikte, Nefla kentini kendine başkent yapmıştır, Anadolu beyliklerini de birer birer denetim altına almıştır ve böylelikle merkezi Hitit Devleti’nin temelleri atılmıştır. Kendisinden yüzyıl sonra yine aynı soydan gelen Kuşşaralı Labarna tarafından da Hattuş kenti başkent yapılmış böylelikle feodal ve teokratik Hitit devleti kurulmuştur. Yapılan fetihler sonrası Hititler kısa süre içinde Yakın Doğu’nun etkin siyasi güçlerinden biri haline gelmiştir.

Son Tunç Çağı (İ.Ö. 1500/1450-1200): Bu çağda Hitit ile Mısır Devletleri arasında tarihin bilinen en büyük anlaşması olan Kadeş Antlaşması imzalanmıştır ve bu anlaşmaya göre iki ülke arasında barış ve kardeşlik sonsuz olacaktır. Hitit devleti olarak tanımlanan yeni evre ile birlikte Tunç Çağları sona ermiştir. İ.Ö. 2. binyılın son yüzyıllarında Anadolu’yu olumsuz yönde etkileyen göçler ve istilalar nedeniyle yaşanan siyasi bunalım sonucunda Hitit İmparatorluğu da yıkılmıştır.

Hitit Uygarlığı: Hitit Devleti feodal ve teokratik bir yapıya sahiptir ve devletin başında Tabarna denilen egemen bir kral, Tavananna denilen egemen bir kraliçe yer almaktaydı. Eski hitit Devleti dönemi’nde kralın yanında geniş yetkilere sahip Panku(ş) adı verilen bir soylular meclisi de bulunmaktaydı. Hitit kralının görevlerinin başında baş rahiplik, başkumandanlık ve baş yargıçlık yer  almaktaydı. Kraldan sonra en önemli şahsiyet kraliçe idi. Küçük feodal krallıklar, devlete her yıl belli bir miktar vergi ödemek, savaş zamanlarında da asker, at ve savaş arabası yardımında bulunmakla yükümlüydüler. Bununla birlikte halkın çoğu vergi vermekte olan soylular, tüccarlar, zanaatkarlar ve köylüler gibi hür insanlardan oluşmaktaydı. Sosyal tabakanın en alt grubunu köleler oluşturmaktaydı. Hitit toplumunun en küçük birimi aile ve aile reisi de erkekti. Evlenme, boşanma, evlat edinme ve miras gibi konular yasaların denetimi altındaydı. Çok tanrılı bir dine sahiplerdi. Devletin resmî tanrıları Boğazköy yakınlarındaki Yazılıkaya Açık Hava Tapınağı’ndaki kaya kabartmalarında betimlenmiştir. Tanrılara kurbanlar kesmek, adak sunmak yiyecek içecek vermek gündelik işlemlerdi. Yeni Yıl Bayramı gibi özel günlerde de bu törenler daha kalabalık olarak yapılmaktaydı.

Hititlerin Eski Anadolu mimarisine kazandırdığı en önemli yeniliklerin başında anıtsal mimari örnekleri gelmektedir. Mimarideki anıtsallık Hitit İmparatorluk Çağı’nda daha da büyük boyutlara ulaşarak görkemli kentlerin doğmasına neden olmuştur, en güzel örneği Çorum’un Boğazkale ilçesinde yer alan başkent Hattuşa (Boğazköy) oluşturmaktadır. Engebeli bir arazide kurulmuş olan kentte Eski Hitit evresine ait yerleşme, Büyükkale olarak tanımlanan kayalık alan ve kuzeybatısındaki Aşağı Şehir diye adlandırılan bölgeye yayılmıştır. Aşağı Şehir’i güçlü bir sur çerçevelemektedir ve bu surun altında sayıca fazla potern vardır.

Birçok tapınağın bulunduğu uygarlıkta, tapınaklar hem tanrı evi olarak bir kült merkezi hem de birer ekonomi merkeziydi. Yozgat yakınlarındaki, Alişar, Çorum’da Ortaköy (Sapinuva) güneyde Tarsus Gözlükule (Tarzi), Mersin -Yumuktepe ve Mut yakınlarındaki Kilisetepe önde gelen diğer Hitit merkezleridir.

Hitit yazılı belgelerinde büyük boy heykellerden söz edilmektedir, Boğazköy ve Alacahöyük’teki sfenks heykelleri bunlara ait güzel örneklerdir. Hitit sanatının diğer önemli sanat eserleri ise Boğazköy’de bulunmuş olan Fırtına tanrısının  kutsal boğaları, bibru olarak tanımlanan hayvanın gözyaşı biçimindeki içki kapları ve mühürlerdir.

Hititler, çivi ve resim yazısı (hiyeroglif) olmak üzere iki tür yazı kullanmışlardır. Tarih yazıcılığı dualar, mitos ve destan türünden eserler Hitit edebiyatını oluşturmaktadır. Çoğu Hatti ve Hurri kökenli olan mitos ve destanlar içinde Kaybolan Tanrı, İlluyankas Mitosu, Telepinu Efsanesi ve Kumarbi Efsanesi en tanınmış eserlerdir ve çok daha sonraları yaratılan Eski Yunan mitolojisini de etkilemişlerdir. Surlara açılmış olan anıtsal kapılar, sarayların dış cepheleri ortostat olarak tanımlanan kabartmalı taş bloklarla süslenmiştir.

Anadolu’nun Demir Çağı Uygarlıkları (İ.Ö. 1200- 547/546)

İ.Ö.      12.      Yüzyılın      başlarında      merkezi      Hitit İmparatorluğu2nun    yıkılmasıyla    anadolu    toprakları çöküntü sürecine girmiş ve çeşitli gelişmeler sonucunda Tunç Çağı sona ermiş ve Demir Çağı başlamıştır.

Geç Hitit Kent Devletleri: Hitit, Luvi, Arami ve bir kısım Hurri kökenli halklarca kurulmuş olan Geç̧ Hitit Kent Devletleri ya da Suriye-Hitit Beylikleri olarak tanımlamıştır. Orta Anadolu’dan Fırat Nehri kıyılarına kadar uzanan geniş bir sahada yer alan Geç̧ Hitit Kent Devletleri’nin önemli yerleşmelerin başında Kargamış, Zincirli, Malatya, Sakçagözü ve Karatepe yerleşmeleri yer alır. Aşağı ve Yukarı şehir olmak üzere iki kısımdan oluşan kentler de saraylar, yönetim binaları ve dini yapılar, bir iç sur ile çevrelenmiş daha yüksekteki Yukarı Şehir içinde yer almaktadır. Hilani tipindeki saraylara kabartma bezemeli altlıklar üzerinde yükselen sütunlar arasından geçilerek girilmekteydi. Geç̧ Hitit sanatı ve kültürünün en iyi şekilde kendisini mimarinin bütünleyicisi olarak yapılmış kabartma sanatında yansıtır. Fil dişi ve özellikle büyük tunç̧ kazanların yer aldığı madenî eşyalar da Geç̧ Hitit sanatında özel bir yere sahiptir

Urartu Krallığı: İlk kez Assur Kralı I. Salmanassar (İ.Ö. 1274-1245) dağlık bölgedeki bu ülkeden Uruatri olarak söz etmiş sonrasında da İ.Ö. 9. yüzyılın ortalarında başkent Tuşpa (Van Kalesi ve Eski Van Şehri) olmak üzere Van ovasında merkezi Urartu Krallığı kurulmuştur. Urartu Krallığı, birbirini izleyen baba-oğul krallarla I. Sarduri (İ.Ö. 840-830) ile II. Sarduri (İ.Ö. 760-730) dönemlerine kadar büyüyüp güçlenmiş ve gerçek anlamda merkezi ve bürokratik bir devlet haline gelmiştir. İ.Ö. 743 yılında Adıyaman Gölbaşı yakınlarında Assur orduları karşısında Urartu ordularının uğradığı yenilgi ile birlikte Urartu Krallığı’nın yükselişi sona ermiş, İ.Ö. 640 yıllarında da yok olmaya başlamıştır.

Monarşik bir düzen mevcut olup, krallık babadan oğula geçmekteydi. Resmi dil Urartuca idi. Çok tanrılı bir dine sahipti. Zengin demir, gümüş ve bakır yataklarına sahip olan Urartular, maden işleme sanatında ileri bir toplumdu. Doğu Anadolu’nun ilk kuyumcuları da Urartulardır.

Urartu sanatı Suriye, Anadolu ve Assur etkileriyle beslenen birleşik bir kültürdür. Bununla birlikte ait olduğu bölgenin coğrafi ve topografik koşulları sanatın gelişmesinde etkili olmuş, yaratılan bütün  eserlerde Urartu kimliği kendini belli etmiştir. Ayrıca ülke içinde uzak sınır noktalarıyla bağlantı sağlayan karayolları, su kanalları, barajlar ve göletler bayındırlık alanında Urartulardan günümüze kadar kalan en önemli tesislerdir.

Frig Krallığı: Antik batı kaynaklarındaki bilgilere göre Avrupa’da oturdukları sırada Brygler ya da Brigler adını taşıyan Frigler, Makedonya ve Trakya’dan boğazlar yoluyla Anadolu’ya göç eden ilk Trak boylarından biridir. Frig Devleti’nin bilinen ilk kralı, başkent Gordion’a adını vermiş olan Gordios’tur.   Yassıhöyük’te (Gordion) köy düzeyinde, yerleşik bir düzeni benimseyen Friglerin göçebe ve köy düzeyindeki yaşam biçiminden siyasal örgütlü bir devlet düzenine nasıl geçtiği ve bu geçişteki aşamalar bugün için bilinmemektedir. Güneydoğu’daki ana kale kapısının hemen içerisinde, üstü açık iki büyük avlunun çevresinde dizili dikdörtgen planlı megaronlar saray alanını oluşturmaktadır.

Antik batı kaynaklarında Gordios’un oğlu kral Midas, İ.Ö.

8. yüzyılın ikinci yarısında Frig tahtında egemen olmuştur. Buna  göre kral Midas, bir  yandan Doğu  ve Güneydoğu Anadolu’da Urartu, Kuzey Suriye ve Assur ile diğer yandan batıda Batı Anadolu sahilleri ve Yunanistan ile ilişkiye giren Anadolu’nun ilk Demir Çağı kralı olarak bilinmektedir. İ.Ö. 7. yüzyılın ilk yar›s›nda kral Midas’ın, Kimmerli istilacılara karşıladığı yenilgiye dayanamayıp boğa kanı içerek intihar ettiği bildirilmektedir. Bu istila ve ölümle sarsılan imparatorluğun politik gücü sona ermiş, sonrasında bir dönem Lidya Krallığı’na bağlı, Pers istilasından sonra da iki yüz yılı aşkın bir süre Pers İmparatorluğun bağlı olarak varlıklarını devam ettirmişlerdir ve Frig kültürünün etkileri, bölgede Roma Dönemi’nin sonlarına  kadar devam etmiştir.

Frig ekonomisinin temeli öncelikli olarak tarıma ve hayvancılığa dayanıyordu. Friglerin Hint-Avrupa karakterli, Trak ve Eski  Yunanca ile ilişkili  dilleri ve Fenike alfabesinden alınmış bir alfabeleri vardır. Frig yazıtları ve sanat eserleri, birbirini onaylar şekilde Friglerce Matar yani Ana olarak tanımlanan tanrıçanın, Frig halkının Ana Tanrıçası olduğunu ortaya koymaktadır. Yazılıkaya Midas Şehri’nde yer alan Midas Anıtı, Frig fasadlarının en büyüğü ve görkemlisidir.

Friglerde inhumasyon ve kremasyon olmak üzere iki tip ölü gömme geleneği uygulanmıştır. Frig soyluları, ya tümülüs mezarlara ya da kayalara oyulmuş oda mezarlara gömülmekteydi. Bunlar içinde en görkemlisi son yıllarda ilk kral Gordios’a ait olduğu düşünülen, 300 m çapında 53 m yüksekliğindeki Büyük Tümülüs’tür.

Orman bakımından zengin bir bölgede yaşayan Friglerin en özgün sanat dal› mobilyacılıktır. Metal çivi kullanılmadan, ağaç̧ çiviler ve geçmelerle birbirine tutturulmuş masalar, tabureler ve servis sehpalarına ait çok güzel örnekler Gordion tümülüslerinde bulunmuştur.

Kazma, balta gibi demir aletlerin yanında tunçtan döküm ve dövme tekniğinde yapılmış makaraya benzeyen kulpları olan kaseler, ortası göbekli taşlar, büyük kazanlar, kepçeler, kemerler ve fibulalar Frig maden sanatının özgün örneklerini oluşturmaktadır.  Friglerde hayvancılıkla birlikte dokumacılık da söz konusudur. Madenciliğin etkisiyle gelişmiş olan çanak çömlekçiliğinde, Kızılırmak’ın batısında ve doğusunda farklı üretim tekniklerinin kullanıldığı görülür.

Lidya    Krallığı:         Anadolu’nun  güçlü   Demir  Çağı krallıklarından biri olan Lidya Krallığı, halkının kökeni tam olarak bilinmemekle birlikte, tarihteki yerini zengin maden yatakları, verimli toprakları ve Kroisos gibi ünlü kralları ile almıştır.

Mermnad Sülalesinin ilk kralı Gyges (İ.Ö. 687-645)’tir Gyges’ten itibaren ülkeye Lidya, başkente de Sardis denilmeye başlanmıştır ve bu kent antik dünyanın en güçlü ve zengin başkenti olarak ün kazanmıştır.

Gyges; parlak bir dönem yaşamaya ve istilacı bir siyaset izlemeye başlamıştır. Gyges Kimmerlerle yapılan savaşta ölmüş ve Sardis yakınındaki Bintepe mezarlığında bir tümülüse gömülmüştür. Gyges ‘ten sonra sırasıyla oğlu Ardys, Sadyattes ve Alyattes başa geçmiştir. İ.Ö. 560 yılında tahta çıkan Alyattes’in oğlu Kroisos (‹.Ö. 560-

547) Mermnad Sülalesinin beşinci ve son kralıdır. Yunanlılar, Kroisos’u zengin, cömert ve güçlü bir kral olarak tanımışlardır ve günümüzde kullanılan ‘Karun kadar zengin’ deyimi buradan gelmektedir.

İ.Ö. 547 yılında Persler tarafından Başkent Sardis 14 günlük bir kuşatmanın ardından ele geçirilmesiyle birlikte Lidya Devleti’ne son verilmiş oldu.

Lidyalıların insanlık tarihine ve uygarlığına katkıları içinde en önemlisi İ.Ö. 7. Yüzyılın ikinci yarısında parayı icat etmiş olmalarıdır. Arkeolojide “sikke” olarak geçen madeni paranın icat edilmesinin nedeninin paralı askerlerin alacaklarının ödenmesi ile ilgili olduğu sanılmaktadır.

Lidyalılar çok tanrılı bir dine sahiplerdi. Tanrılar içinde en büyük saygıyı “Kuvaya” adıyla anılan ana Tanrıça Kybele görmekteydi. Lidya kralları ve aileleri de ölülerini Friglerinkinden farklı olsa da tümülüs mezarlara gömüyorlardı. Lidyalıların dilleri Hint-Avrupa kökenlidir ve tam olarak çözümlenememiş olmakla birlikte Likçe ve Luviceye benzemektedir. Lidya’da kuyumculuk, dokumacılık, fildişi, çanak-çömlekçilik ve kemik oymacılığı gelişmiştir,

Lidya Devleti’nin ortadan kalkmasından sonra Persler 200 yıl boyunca Anadolu’ya hakim olmuşlardır ve Pers egemenliğinde Lidya’nın zenginliği devam etmiştir. Anadolu’da Pers hakimiyeti de İ.Ö. 333 yılına kadar sürmüş olup, bu yıllarda Anadolu’da yerli kültürlerin yerine Yunan kültürü yayılmış ve özgün Anadolu Uygarlıkları sona ermiştir.

ORTA ASYA VE İRAN TARİHİ VE UYGARLIĞI

Hunlardan Önceki Orta Asya Tarihi ve Uygarlığı

Dünyanın en büyük kıtası olan Asya Kıtası; Kuzey Asya, Doğu Asya,  Güney Asya,  Ön  Asya ve  İç Asya  (Orta Asya) olmak üzere beş büyük coğrafya ve uygarlığa ayrılır. Bu beş bölgenin sınırları,

Kuzey Asya, bugünkü Sibirya toprakları,

Doğu Asya, Japonya, Japon adaları, Kore ve Mançurya, Güney Asya, Hindistan, Çin Hindi ve Doğu Hint Adaları, Ön Asya, Afganistan, Ermenistan, Arabistan, Suriye ve

Mezopotamya’dan meydana gelmektedir.

Beşinci coğrafya olan İç Asya olarak da adlandırılan Orta Asya sınırları ise kuzeyde Ural dağlarından başlayarak Altay Dağlarını aşıp Kingan Dağlarına kadar uzanır ve Güneyde Himalayalar ve Pamir’e kadar devam ederek, Hazar Denizinin Kıyısında son bulur.

Orta Asya’nın ilk yerleşimlerinin İ.Ö 2500 yıllarında gerçekleştiği sanılmaktadır. Buradaki arkeolojik bulgular Minusink Bölgesinde Afenesyevo Kültürü’nü ve aynı bölgede Andronovo Kültürü’nü göstermektedir. Bu kültürün sahipleri Türklerin prototipi (ön tip) olan Ön Türklerdi. Arkeolojik bulgularda Karasuk Kültür’ü ve son olarak da Tagar Kültür’ü ortaya çıkmıştır.

Orta Asya Türk topluluklarının kültürel yapısı devlet kurulmadan önce hayvancılık, tarım ve toplayıcılıktan oluşmaktaydı.

İlk zamanlarda Türkler de her toplum gibi toplayıcı yaşam biçimini benimsemiştir. Nüfusun az olması ve kaynakların çok olması Türklerin yaşamlarını devam ettirmelerine olanak sağlamıştır. Ancak daha sonraki dönemler de şartların olumsuzlaşması insanları avcılık ve yağmacılığa yöneltmiştir.

Türkler toplayıcı yaşam biçimini devam ettirirken aynı zamanda hayvancılık içinde gerekli ortamı hazırlamıştır. Hayvancılığın ortaya çıkmasıyla Türklerin yaşam biçimi toplayıcılıktan göçebe hayata doğru değişim göstermeye başlamıştır. Başlarda derisi ve eti için at yetiştirmişler ama mera ve otlakların uzak olması nedeniyle atları evcilleştirerek onların gücünden de yararlanmışlardır. O dönemlerde insanlar için çok önemli olan atların evcilleştirilmesi arabanın kullanılmasına neden olmuş, Terek ya da Kaoche denilen arabalar kullanılmıştır. Bu arabalar göçebe yaşayan Türklerin aynı zamanda gezici evleri olmuştur. Türkler atların dışında sığır, deve, ren geyiği ve küçük baş hayvanları da evcilleştirmişlerdir.

Türkler önceleri evcilleştirdikleri hayvanların beslenmesi için tarımla uğraşırken, zamanla yerini geçim kaynağı haline dönüştürmüştür. Türklerin tarım arazilerine Tariglak deniliyordu. Tariglaklarda hayvanlar için yonca, insanlar için de darı yetiştirilmekteydi.

Asya Hun İmparatorluğu Kültür ve Uygarlığı

Hunlar ilk olarak Sarı Nehrin kuzeyine yerleşmişlerdir. Daha sonra Orhun-Selenga ırmakları ile Türklerin kutlu saydıkları Ötügen bölgesi merkez olmak üzere geniş bir alana yayılmışlardır. Devlet aşamasına gelmeden de İ.Ö.

318 yılında Çinlilerle Hunlar tarihin ilk Türk-Çin antlaşmasını yapmışlardır. İ.Ö. 3. Yüzyılı ortasında siyasallaşma aşamasını tamamlayan Hunlar bir topluluk olmaktan çıkarak bir devlet olmuşlardır.

Hun Devletinin kurucusu olan Teoman aynı zamanda ilk Hun İmparatorudur  (İ.Ö.220). Kuruluş  döneminde Hunların etrafında Çinlilerin dışında Moğol Tunguzlar ve Yüeçiler gibi iki güç daha vardı. Bu güçlere karşı büyüme ve gelişme sağlamak isteyen Hunlar asıl büyümeyi Teoman’ın oğlu Mete döneminde yaşamışlardır. Mete’nin döneminde devletin sınırları, doğuda Kore, Kuzeyde Baykal Gölü, güneyde Çin’de Wei Irmağı, Tibet Yaylası, Karakurum Dağları, batıda Kuzey Türkistan’ın içine kadar uzanmıştır.

Daha sonra Hun tarzında teşkilatlanan Çinliler Hunlar üzerinde egemenlik kurmaya başlamışlardır. O dönemde Hunların başında olan Ho-han-yeh Çin’e bağlılığını bildirse de kardeşi Çi-çi buna karşı çıkarak Hun devletinin batısında ayrı bir egemenlik ilan etmiştir. Bu egemenlik ilanı ile Hun Devleti doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrılmıştır.

İ.Ö. 36 yılında Ho-han-ye Çinlilerin desteğini alarak kardeşini öldürmüş. Ancak bundan sonra da Hun Devleti tamamen Çinlilerin etkisi altına girmiştir. Bu durumda Hun Devleti uzunca bir süre huzursuzluklar yaşadıktan sonra İ.S. 216 yılında son bulmuştur. Bundan sonra Hunlar dağılarak bir bölümü Çin’e geçmiştir. Yaşamlarını Çin’de devam ettiren Hunlar tarih boyunca değişik isimler altında on altı devlet bünyesinde yer almış, dört tanesinin de kurucusu olmuşlardır.

Hunlardan Sonraki Dönemde Orta Asya

Hun İmparatorluğunun dağılmaya başlamasıyla Orta Asya’da bazı akınlar oluşarak bazı yeni güçler ortaya çıkmıştır. İlk olarak Sien-Pi’lerin akınına uğramış, kuzey ve güney Hunlara baskı yaparak kuzeydeki Hunlar batıya, güneydeki Hunlar da Çin’e göçe zorlanmışlardır. Batıya göçen Hunlar burada Akhun Devleti ve Batı Hun İmparatorluğunu kurarak büyük başarılar elde etmişlerdir. Çine göç ettirilen güney grubu ise 16 Krallık Dönemi denilen bir dönemi başlatmışlardır.

Bu gelişmeler sürerken Orta Asya’da Sien-Pi egemenliği Tabgaçlar (Topa) tarafından sona erdirilmiştir. Tabgaçlar hükümdar Topa Kueyi zamanında Orta Asya’nın en önemli gücü olmuşlardır. Tabgaç egemeliğini de Juan Juanlar tehdit etmişlerdir. Hal böyleyken Hunların yıkılmasından sonra hiçbir topluluk tam olarak bir üstünlük  sağlayamamıştır.

Ancak Juan Juanlar dönemine son veren Gök-Türkler uzun yıllar süregelen istikrarsızlığa bir son vermişlerdir.

Altay Dağlarının eteklerinden çıktıkları öne sürülen Gök- Türklerin başında bulunan Bumin Juan Juan’lara yapılan Töles ayaklanmasını bastırmıştır. Daha sonra Çin’in desteğini alan Bumin Juan Juan’ları büyük bir yenilgiye uğratarak, kendi bağımsız devletini kurmak için önünde hiçbir engel bırakmamıştır. Bumin Kağan 552 yılında devleti kurduktan sonra ülkenin batı yönetimini kardeşi İstemi Yabguya bırakmıştır.

552 yılında Bumin Kağanın ölümünden sonra önce oğlu Ko-lo ardından da kardeşi Mukan Kağan tahta çıkmıştır. Doğuda Mukan Kağandan sonra da Tapo Kağan devletin başına geçmiştir. Tapo Kağanın Çin hayranlığı Gök-Türk devleti tarafından kabul görmeyerek gözden düşmesine neden olmuştur.

Tapo Kağandan sonra yerine İşbara geçince bu durumdan memnun olmayan ve bağımsızlık isteyen Tardu İşbara’yı tanımayarak bağımsız bir devlet kurmuştur. Sonunda Gök-Türkler Doğu ve Batı Gök-Türk devleti olarak iki farklı devlete ayrılmıştır.

620-630 yıllarında Tardus, Bayırku ve Uygurların ayaklanması da Çin’e fırsat yaratmış ve 630 yılında Gök- Türk Devleti Çinliler tarafından yıkılmıştır. Devletin yıkılmasından sonra Orta Asya’da Çin esareti denilen yeni bir dönem başlamıştır.

Çin esareti döneminde Gök-Türkler bağımsızlık isyanları çıkartmış ancak başarılı olamamışlardır. 681 yılında gerçekleştirilen Kutluğ ayaklanmasında başarı kazanarak Çin’in kuzeyindeki Türklerde birleşerek II. Gök-Türk Devletini kurmuşlardır. Bu devlet de 734 yılında Uygur, Basmil ve Karluklar tarafından yıkılmıştır.

Orta Asya’da Gök-Türklerden sonra Uygur Devleti kurulmuştur. Uygurlar da başarılı bir döneme ulaşmışlar ancak 840 yılında Kırgızlar Uygur Devletinin varlığına son vermişlerdir.

Asya Hun İmparatorluğu’nun Kültür ve Uygarlığı

Göçebe gruplardan oluşan Hunlar çekirdek aile düzenine önem vermişlerdir. Tarih boyunca dünyanın dört bir yanında yaşamış olmalarına rağmen Türklerin kimliklerini kaybetmemelerinin asıl sebebi de aile ve akraba düzenine verdikleri önemden kaynaklanmaktadır.

Hunlarda kadın ile erkek ilişkilerinde bir eşitlik kuralları geçerli olmuştur ve o dönemlerde kadınlar özgürce ata binebiliyor, ok atabiliyor ve spor faaliyetlerine katılabiliyordu.

Hunlarda ailelerin ve urugların (sülale) birleşmesiyle oymaklar, oymakların birleşmesiyle de boylar meydana gelmiştir. Sosyal düzenin korunmasında kullanılan kurallara da töre adı verilmiştir.

Hunların ekonomilerini ise hayvancılık, tarım, balıkçılık, madencilik, dericilik ve ticaret gibi faaliyetler oluşturmuştur. Başta Çin olmak üzere ürünlerini çevre de

ki topluluklara satarak karşılığında da onlardan kendi ihtiyaçlarını temin etmişlerdir.

Devlet yönetiminde hükümdarlara Tanbu, Han, İlteber, Kağan gibi ünvanlar kullanmışlardır, ama Türk Tarihinde en yaygın kullanılan ünvan Kağan olmuştur.

Devlet yönetiminde, hükümdarlara devleti idare yetkisinin Gök Tanrı tarafından verildiğine inanılır ve bu yetkiye Kutun adı verilirdi. Hükümdarlar tahta geçtikleri zaman eşleri de Katun (Hatun) adını alır ve Katunlar da devlet yönetiminde eşleriyle beraber söz hakkına sahip olurlardı.

Askeri açıdan bakacak olursak Hunlarda herkesin eli silah tuttuğu ve her daim savaşa hazır oldukları için askerliği meslek olarak görmemişlerdir. Börü adı verilen Hun ordusu, atlılardan meydana gelirdi ve daimi bir orduydu. Bu yüzden Hun ordusunda paralı asker bulunmazdı.

Hukukta sözlü hukuk kurallarıyla oluşturulan Töre’de ağır cezalar yer alırdı. Örneğin. Adam öldürme, zina, hırsızlık gibi suçların cezası idam iken, ordudan kaçan, vatana ihanet edenlerin ki ölüm cezasıydı. Basit suçlar içinde hapis cezaları uygulanırdı. Hukuk sisteminin başında Yarganlar (Yargıç) bulunurdu.

Eski Türklerde inanç olarak Totemciliğin varlığından bahsedilmiş olsa da Totemcilik anaerkil bir yapıdır. Oysa Türkler ataerkil bir yapıya sahiptirler. Ayrıca Hunların inanç türünde Şamanlık olduğu söylense de Hunlar doğa güçlerine inanma, atalar kültürü ve Gök Tanrı inancına sahip olmuşlardır.

İran Tarihi

İran, Dicle Irmağı doğusundaki dağlardan Afganistana kadar uzanan kuzeyde Hazar Gölü ve Harezm Bölgesi, güneyde Umman Denizi, güney batıda ise Basra Körfezi ile çevrili alanda konumlanmıştır. İran topraklarında Elam, Med ve Persler gibi uygarlıklar yaşamışlardır.

Elam, İran Platosunun Dicle Nehrine yakın olan güney batı kısmında yer alır, Akadlar Yüksek Tepe anlamına gelen Elamtu adını vermişler, daha sonra İbraniler Elama çevirmişlerdir. Elamlıların yerleşme merkezi ve zamanla başkent olan Susa şehridir. Akadlılarla mücadeleye girip bir süre onların egemenliğinde yaşamış ve İ.Ö. 653 yılında Asurlular Elam Devletinin varlığına son vermişlerdir.

Medler, İran’ın batı ve kuzey batısında bugünkü Tahran, Hamedan, İsfahan’ın kuzeyi ve Zencan civarında yaşamış eski bir İran halkıdır. Medler konusunda yeterince bilgi yoktur. Uzun süre Asurlularla mücadele etmiş ve bunun sonunda Anadolu’ya doğru genişlemeye başlamışlardır. İ.Ö. 550 yılında Perslere boyun eğmek zorunda kalmışlardır. Perslerin egemenliğine giren  Medler zamanla  Perslileşmiştir.

Persler İ.Ö. 2000 yılında Hazar Gölünün doğusundan güneye doğru olan göçlerle İran’a gelmişlerdir, ana yerleşim alanları İran yüksek yaylasının güney batısında yer alan ve günümüzde Fars eyaleti olarak adlandırılan tarihi Parsa coğrafyasıdır. Başlangıç dönemlerinde Asur’a bağımlı yaşayan Persler, zamanla Asur’dan kurtulmuşlar ancak bu sefer de Medlerin egemenliğini kabul etmek zorunda kalmışlardır.

İmparatorluğun kurucusu olan II. Kyros, Babil Hükümdarı ile birlik yaparak Medlerle savaşmış sonun da Med Hanedanlığı’na son vererek Pers Hanedanlığı’nı kurmuştur. II. Kyros başarılarıyla kısa zamanda geniş toprakları fethederek tarihte ilk dünya imparatorluğunu kurmuştur.

Zamanla Pers hükümdarları çıkan isyanlarla mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Bu süreç içerisinde de Pers sülalesindeki bağlar giderek zayıflamıştır. Hükümdar III. Darius Batı Anadolu’da çeşitli başarılar elde etse de, Perslere karşı savaş açan Büyük İskender’e Granikos, İssos ve Gaugamela da yenilmiş ve İ.Ö. 330 yılında öldürülmüştür. Bundan sonra İran Büyük İskender’in eline geçmiş ve Pers İmparatorluğu son bulmuştur.

ESKİ YUNAN TARİHİ VE UYGARLIĞI

Minos Uygarlığı

Yunan tarihi boyunca önemini koruyan Girit Adası, Minos Uygarlığı’nın merkezi olmuştur.

Eski Yunan Uygarlığı’nın öncüsü niteliğindeki Minos Uygarlığı 1900 yılında Knossos Sarayının keşfedilmesiyle tüm dünyanın ilgisini çekmiştir.

İ.Ö. 2600-1450 yılları arasında varlığını sürdüren Minos Uygarlığı esas olarak deniz ticareti ile uğraşan bir ticaret toplumudur.

Minos Uygarlığı sanatında ahşap ve tekstil ürünleri, seramiği, duvar freskoları, taş işçiliği ve mühürleri dikkat çekicidir.

Minos Uygarlığı’nın kronolojisi Erken Minos-Orta Minos- Genç Minos Dönemi olarak üç evreye ayrılmıştır.

Erken Minos Dönemi seramiklerinde balık kılçığı, spiral ve dalgalı çizgiler, Orta Minos Dönemi seramiklerinde balık, kuş, leylak figürleri görülürken, Geç Minos Döneminde çiçekler ve hayvanlar figürleri artmış, natüralist motifler sadeleşerek geometrik formlar görülmeye  başlamıştır.

Minos Uygarlığı’nın yazı dili, Akaların Girit’i ele geçirmesine kadar Liner A, sonrasında ise Linear B olarak bilinmektedir.

Arkeoloji dünyasının hala gizemini koruyan eserlerinden biri olan Phaistos Diski’nin üzerinde hem Linear A, hem de Linear B ye yakın hiyeroglif karakterler görülmektedir.

Yönetim biçimi Teokrasi olan kral ve soylular tarafından yönetilen Minos Uygarlığı’nda erkek ve kadının eşit sosyal statülere sahip olduğu, hatta anaerkil bir sistem içerisinde olduğu arkeologlar tarafından düşünülmektedir.

Minos kültürünün karakteristik objelerinden biri olan taş mühürlerin merkezinde hep bir tanrıça, çevresinde de ona hizmet eden figürler bulunmaktadır.

Homeros pek çok kabileden oluşan Girit halkının yaklaşık

90 şehirde yaşadığından bahsederken, en önemli şehir merkezinin Knossos olduğunu, diğer öne çıkan şehirlerin ise Phaistos, Kydonia ve Gortyna olduğunu belirtir.

Yunanistan, Kıbrıs, Anadolu, Mısır, Mezopotamya ve İspanya ile ticaret yapan Minoslular altın, gümüş, bakır, kalay gibi madenler ve seramik ticareti ile uğraşmışlardır.

Miken Uygarlığı

Yunanistan’daki Aka / Miken Uygarlığı İ.Ö. 1600-1100 yılları arasında varlığını sürdürürken en önemli Aka merkezi Mikenai olmuştur.

Seramiklerinin gelişimine göre Erken-Orta-Geç ve Sub- Miken olarak dört evreye ayrılan Aka / Miken Uygarlığında Linear B yazısı kullanılmıştır.

Minos Uygarlığı’nın çöküşü ile deniz ticaret yollarına hakim olan Akalar parfüm yağları, zeytinyağı, şarap, baharat,bronz, altın, bakır, kalay, fildişi, boya ve seramik ürünlerle Kıbrıs, Mısır ve Anadolu ile ticareti ilerletmiştir.

Miken mimarisinin en karakteristik yapılarından olan Tholos Mezarlarının en önemlileri, Mikenai kentinde bulunan ve İ.Ö. 1525-1275 tarihleri arasında yapılmış olan 9 adet mezar ile altından yapılmış Agamemnon’un maskı, Miken Uygarlığının en önemli eserlerinden biridir.

Ünlü ozan Homeros, konusu Akalar ve Troyalılar arasında geçen büyük savaşı anlatan İlyada ve Odysseus isimli eserinde Miken Uygarlığı’nın efsanevi kral ve kahramanlarını  anlatmıştır.

Odysseus isimli Akalı kahramanın Troya Savaşı’nda başından geçen maceraları konu alan eserde, 9 yıl süren savaş ve bu savaşın kazanılmasında büyük rolü olan, içinde askerlerin bulunduğu tahtadan yapılmış at ile Akaların zaferi anlatılmaktadır.

Krallıklar arasında çıkan iç savaşlar sonucunda çöken Miken Uygarlığı’nın ardından, Yunanistan da İ.Ö. 1100- 1050 yılları arasında karanlık çağ adı verilen dönem başlamıştır.

Karanlık Çağ / Geometrik Çağ

İ.Ö. 1100-800 yılları arasında Kuzeybatı Yunanistan, Makedonya ve Epirus’tan gelen Dorlar olarak adlandırılan topluluğun Yunanistan’ı işgal etmesi ve Miken Uygarlığının çöküşü sonucunda “ Karanlık Çağ” adı verilen dönem başlamıştır. Bu dönemde daha önceden bilinen pek çok kültürel öge kaybolmuş ve Yunanistan’ın Yakın Doğu ve Mısır’la olan ticari ilişkileri sona ermiştir.

Bu dönemde ki en büyük gelişme kralla birlikte yönetime yardım eden hukuk koruyucular-denetçiler gibi memurlar ile danışma meclisleri ve denetleme kurullarından oluşan Polis adı verilen kent devletlerinin oluşmasıdır.

Karanlık Dönemde Kuzey Yunanistan’daki Aioller’in ardından Orta Yunanistan’daki İyonların Anadolu topraklarına göçü sonucunda Midilli Adası, Biga Yarımadası ile İzmir Körfezi arasındaki bölgede Aiolya ve Sakız-Susam Adaları, İzmir Körfezinin güneyi ile Büyük Menderes Irmağı arasındaki bölgede İyonya olarak adlandırılan yeni yerleşim alanları oluşmuştur.

Günümüz Batı Uygarlığının temelinde yer alan İyonya Uygarlığı Antik Yunan ve Anadolu toplumlarının karşılıklı etkileşimi ile felsefe, tarih yazımı, biyoloji ve mimari olmak üzere pek çok alanda kendini geliştirmiş büyük bir uygarlık olarak etki bırakmıştır.

İ.Ö. 900 yıllarında Dorlar; Girit, Kos ve Rodos Adaları ile Güney Batı Anadolu kıyılarına göç etmişler buraları ele geçirerek  yerleşmişlerdir.

Hellen isimli bir atadan meydana geldiklerine inanan Yunanlılar, Miken Uygarlığının çöküşü ile kaybettikleri yazı dilini, geometrik çağ boyunca ilerleyen kültür hayatı, artan nüfus ve gelişen deniz ticareti ile birlikte kurdukları ilişkiler sonucunda, İ.Ö. 800 yıllarında Fenike’lilerden öğrendikleri yazı dilini geliştirerek 24 harften oluşan kendi alfabelerini  oluşturmuşlardır.

İ.Ö.8. yüzyılda yaşayan Hesiodos, Yunanlılar için bir Teogonia (Tanrılar Sistemi) yaratmış, görünüş ve karakter olarak insan gibi ancak ölümsüz, esası 12 adet pek çok tanrıya isim vererek, yetkilerini belirlemiştir.

Tanrıların heykellerini ve kutsal eşyalarını koruyan ilk tapınaklar “Naos” olarak adlandırılan megoran şeklinde çevresi sütun sırası ile çevrilerek görkemli hale getirilmiş, tanrıların isteklerini öğrenebilen kahinlerin yardımlarıyla rahiplerin yönettiği dini tören alanlarıdır.

Geometrik Dönem’i en iyi, çanak-çömleklerdeki dama tahtası, iç içe daireler, meander, gamalı haç gibi geometrik motiflerle süslenen, insan ve hayvan figürlerinin de köşeli ve geometrik formlarda kullanıldığı çömlekler ve İ.Ö. 8. yüzyıldan başlayarak Yunan mitolojisindeki hikayelerin geometrik üsluplarla betimlendiği vazo gibi seramiklerde izleyebilmekteyiz.

Geometrik Dönem heykeltıraşlığın da ise tunç, pişmiş toprak ve çeşitli taşlardan yapılmış çoğunlukla tanrı- tanrıça ve kahramanların betimlendiği küçük ebatlı heykelciklerle  karşılaşırız.

Tarıma elverişli toprakların yetersizliği, hammadde ve üretilen mallara pazar bulma kaygısı, İ.Ö. 8. yüzyılda pek çok şehir devletinin Akdeniz, Ege, Marmara ve Karadeniz kıyılarında koloniler kurmasıyla İ.Ö.6. yüzyılın ortalarına kadar devam eden kolonizasyon hareketinin başlanmasına neden olmuştur.

Bu dönemde Doğu Akdeniz kıyılarındaki toplumlarla daha yakın ticari ilişkiler ve etkileşim sonucu, Yunan sanatına özellikle vazo sanatında daha yumuşak motifler ve aslan, panter, grifon, sfenks gibi doğu sanatına özgü çeşitli hayvan ve yaratıklar figürleri girmeye başlamıştır.

Arkaik Çağ

Yunanistan’da demokratik gelişimin izlendiği, Atinalıların tam yetkiyle iktidarın başına getirdiği Solon’un gerçekleştirdiği ve Nomos adı verilen Solon Kanunları ile yeni bir sosyal düzen yaratılmış, kişiler mal mülk ve gelirlerine göre dört sınıfa ayırılmış, ait oldukları sınıfa göre siyasal hak ve askerlik görevi tespit edilmiş, oy verme hakkı fakir vatandaşlara da verilmiş olduğu aristotik rejimle demokratik rejim arasında bir yönetim biçimi olan tyranlık dönemini içeren İ.Ö. 8.-6. yüzyılları Arkaik Çağ olarak bilinmektedir.

Tyranlıktan sonra İ.Ö. 508/507 yılında iktidara gelen Kleisthenes’in reformlarıyla yeni yönetim biçimine yön verilmiş, aristokratik teşkilatın gücünün tamamen ortadan kaldırılarak tüm yurttaşların yönetime katılabileceği düzenli bir hükümet şekli kurulması amaçlanmıştır.

Eski Yunan Uygarlığının yaratıcı dönemleri Arkaik Çağ ile    başlamış,    bilim     alanında    büyük    ilerlemeler kaydedilerek Thales ve Pythagoras gibi bilim adamları bu çağda yetişmiştir.

Arkaik Çağın en önemli şehir devleti olan Atina, yeni yapılar ve kamu binalarıyla genişlerken, Kuros ve Kore gibi, ilk kez gerçek ölçülerde yapılan heykellerle donatılmıştır.

İlk heykellerde malzeme olarak kireç taşı kullanılmış olup, İ.Ö. 6. yüzyılın ortalarında mermer ön plana çıkmış, heykeltıraşlar bu malzemelerle Kuros heykellerinde insan anatomisini etüt ederken, Korelerde giysi ve giysi kıvrımlarının veriliş biçimini incelemişlerdir.

Bu dönemde gelişen ticaret hayatı ve ekonominin giderek güçlenmesi, heykel sanatı ve mimaride değişiklikler ile kendini göstermiş, tanrılar için kerpiç, ahşap ve taştan tapınaklar inşa edilmiştir.

Bir Yunan kentini şehir yapan başlıca alanlardan biri akrapolis, diğerleri ise Arkaik Çağ’dan itibaren önemli kamu yapıları ve dini yapıların çevresinde inşa edildiği agora ile Antik Çağ’da dünyanın yedi harikasından biri kabul edilen Zeus heykeli gibi içinde altın, fildişi, mermer gibi malzemelerle yapılan devasa tanrı heykellerinin bulunduğu  tapınaklardır.

Tapınak mimarisinde, İ.Ö. 6. yüzyılında başlayıp Dor düzeni adı verilen, sütunların kaide üzerine oturtulmadığı, sütun gövdelerinin genelde kasnakların üst üste konulması ile meydana getirilen Ekhinos ve abakustan oluşan tek cepheli sütun başlıkları dikkat çeker.

Arkaik Çağ’da başlayan diğer önemli bir düzen olan İyon düzeni ile yapılan tapınaklar sütunların kaide üzerine yerleştirildiği, sütun gövdelerinde derin yivlerin olduğu, her iki yanından volütler sarkan iki cepheli sütun başlıkları ile çok basamaklı bir podyum üzerine yerleştirilen tapınaklardır.

Üçüncü mimari düzen Klasik Çağ’da başlayıp İ.Ö. 4. yüzyılda gelişen “ Korint Düzeni” ise pek çok açıdan İyon Düzenine benzerken sepet biçiminde yukarı doğru yükselen ve etrafından kevger yaprakları çıkartılan sütun başlığı ile farklıdır.

Arkaik Çağ’ın sonlarında gelişerek Klasik Çağ’da tam olarak kendini bulan kent planlamacılığı, ilk olarak İyonya bölgesinde ızgara planı denilen ve dik açı ile kesişen düzgün sokaklardan oluşan plan tipidir.

Arkaik Çağ’ın başlarında vazo resim sanatında “siyah figür” denilen kırmızı hamur üzerine siyah gölge olarak işlenen siyah kazıma çizgilerle yapılan mitolojik konulu seramik sanatı gelişirken, çağın sonlarında siyah zemin üstüne kırmızı renkli iç ayrıntıları fırça ile yapılmış çizgilerden oluşan “kırmızı figür” öne çıkmıştır.

Klasik Çağ

İ.Ö. 5-4. yüzyılları kapsayan Yunan Klasik Çağ’ın başları Yunanlılarla Persler arasındaki uzun savaşlarla siyasi anlamda çalkantılı geçmiştir.

Öncelikle Anadolu’yu işgal eden Perslerin Yunanistan’a girmesiyle aralarında birçok savaş yapılmış, Yunanistan’ın Maraton Ovası’nda yapılan savaşı az sayıda askerle kazanması Yunan sanatını etkilemiş, zafere sembolik göndermelerle her fırsatta sanatta bunu vurgulamak istemişlerdir.

Persler İ.Ö. 480 yılında Atina Akrapolisi’ne kadar gelerek tapınakları ve kutsal heykelleri tahrip etmiş, İ.Ö. 479 yılında ise Plataya ve Mykale’de Perslerin geri püskürtülmesiyle, adalar ve Anadolu’daki kentler dışında tehlike bir miktar uzaklaştırılmıştır.

Savaş sonrasında merkezi Delos Adası olan, Sparta dışındaki Yunan Şehir Devletlerinin katılımıyla “Attika- Delos Deniz Birliği” kurulmuştur.

Perikles’in İ.Ö.461 yılında Atina Kentinin yöneticisi olmasıyla tüm Yunan Dünyası altın çağını yaşarken Kallias Barışı ile Pers tehlikesi tamamen uzaklaştırılmıştır.

Perikles ile Yunan dünyasının lideri olan Atina, İ.Ö. 431 yılında Sparta ile ekonomik nedenlerle başlayan 27 yıllık savaşın sonunda yenilmiş ve bir daha eski siyasi gücüne ulaşamamıştır.

Klasik Çağ, yaşanan büyük savaşlara rağmen kültür ve uygarlıkta en büyük gelişmelerin yaşandığı, mimari, heykeltıraşlık ve resim sanatının yüksek düzeye ulaştığı, bilim alanında büyük ilerlemelerin kaydedildiği dönemdir.

Klasik Çağ’ın ünlü heykeltıraşlarından olan Phadias Athena Parthenos Tapınağının heykelleri ile ünlenirken, Myron orjinali bulunamayan Roma Döneminde pek çok kopyası yapılan disk atan atlet heykeli ile ünlenmiş, Polykletios ise mızrak taşıyan atlet heykelinde ilk kez 1/8 oranını kullanarak sonrasında da diğer heykeltıraşların bu oranı kullanmasına öncülük etmiştir.

Gynasiumlar Yunanlı gençlerin düşünsel ve bedensel yönden eğitilip, öğrenim gördükleri ve spor etkinliklerinde bulundukları sosyalleşme mekanlarıyken, Paleastra ise genelde Gynasiumlara bağlı, güreşlerin yapıldığı alanlardır.

Stadyum, 183 metrelik bir uzunlukta koşu yapılan yerler, tiyatro ise toplum yaşantısında önemli yere sahip, mimari olarak orkestra, oturma sıraları ve sahneden oluşan mekanlardır.

Siyaset yaşamında önemli yeri olan Bouleterion günümüz meclis binalarıyla aynı işleve sahip kamu yapısı olup Boule ise Danışma Meclisi görevi yapan etkin bir hükümet organıdır.

Klasik Çağ’da Yunan dünyası, mitolojiden ve çok tanrılı dinden koparak doğal olayların yine doğal nedenlerle açıklanması gerektiği inancını benimsemiş, bilimle felsefe bir arada gelişirken, çağın başlarında doğa felsefesi ön planda olup, sonrasında pratik felsefe öne çıkmıştır.

Klasik Çağ’a damgasını vurmuş filozoflar Sokrates ve öğrencisi  Platon’dur.  Felsefe  alanında  Herekleitos,  Tıp alanında Hipokrat, Doğa Bilimlerinde Anaksagoras, Tarih alanında Herodotos modern bilimlerin doğuşuna öncelik etmiştir.

İ.Ö. 5. yüzyılın sonlarında öne çıkan Sofizm akımıyla ünlenen isim Protogoras’dır.

Helenistik Çağ

İ.Ö. 338’de kurulan Hellen Birliğinin liderliği Yunan Şehir Devletlerinin arasındaki çekişmeler yüzünden Makedonya Krallığına geçmiş, İ.Ö 330-30 arasını kapsayan 300 yıllık Helenistik Çağ’ın öne çıkan ismi Makedonya Kralı Büyük İskender olmuştur.

Büyük İskender Hellen Birliği komutanı olarak önce Anadolu’yu, ardından Pers İmparatorluğu’nun toprakları fethederek Asya kıtasında Hindistan’ın Pencap havzasına kadar ilerlemiştir.

Kalabalık kitleler halinde Doğu ülkelerine dağılan Yunanlıların, Yunan dilinin diğer toplumlarda da yayılarak ortak bir dil olmasıyla Yunan kültürü ile Anadolu, Mısır, Pers ve diğer kültürlerin önceden beri var olan ilişkilerinin iyice kaynaşıp kozmopolit bir kültür ortaya çıkmasıyla oluşan yeni kültüre “Hellenizm” denmiştir.

Büyük İskender’in varis bırakmadan ani ölümü, yakın komutanlarının yönetimi ele geçirmek için yaptıkları savaşlar kurduğu imparatorluğun kısa zamanda parçalanmasına ayrıca Roma İmparatorluğunun yükselişi de sonradan kurulan tüm krallıkların sona ermesine neden olmuştur.

Helenistik Çağ’da Yunan mimarisi ve sanatı da Ege ve Akdeniz ülkelerinin dışına çıkarak çok geniş bir alana yayılmış, genel olarak Klasik Yunan mimarisinin Dor, İyon ve Korint düzenlerinin kullanıldığı çağda sütunların daha yüksek ve ince, başlıkların daha küçük yapılması gibi yenilikler de kendini göstermiştir..

Heykel sanatında ise, konularda çeşitlilik başlamış, tanrılar ve kahramanlar dışında yaşlılar, çocuklar, köleler işçiler gibi her sınıf insan sanatın konusu olmuştur.

Bu çağda Arkaik ve Klasik Çağ’da kullanılan siyah ve kırmızı figürlü vazo sanatı yerine başka teknikler geçmiş, boya ile yapılan motifler yerine de kabartmalar halinde yapılan süslemeler tercih edilmeye başlanmıştır.

Helenistik Çağ’da tarihçilik, bilim ve felsefe alanlarındaki gelişmelerle birlikte sürekli bilimsel araştırma yapan kurumlar ortaya çıkmış, İskenderiye, Bergama ve Efes’te kurulan akademilerde bilim dallarında önemli çalışmalar ortaya konulmuş, çağın büyük filozofu Aristotales sayesinde iç içe olan felsefe ile diğer bilimler birbirinden ayrılmış, Epikür ve Stoa felsefesi bu çağda başlayarak uzun süre varlığını koruyan iki önemli görüş olmuştur.

Eski Yunan dünyasında günlük yaşam ve ölü gömme gelenekleri

Yunanlılar Antik Çağ’da güne incir, üzüm gibi meyvelerin yendiği kahvaltı ile başlamış, esas öğünleri olan ikindi de et, balık, kabuklu deniz ürünleri ile sebze tercih etmiş, kahvaltı sonrasında alt tabakaya mensup kişiler günlük işlerini yaparlarken diğerleri gymnasium ve agoraya gitmiş, akşamları da evin erkeklerinin misafirlerini ağırladığı, kadınlarının katılmadığı symposiumlar düzenlemişlerdir.

Yunanlılar günlük yaşamlarında keten ya da yünden yapılan khiton ve hymation adı verilen elbiseler giymişlerdir.

Yunanlılarda, çoğunlukla erkek ve kadının birlikte dans etmedikleri, ruh ve fiziksel sağlıklarını koruduğuna ve toplum hayatında önemli bir rolü olduğuna inandıkları 200 civarındaki Yunan dansı vardır.

Evlilik törenleri, karanlık çöktükten sonra başlayıp gelinin başı örtülü halde kendi evinden damadın evine konukların meşaleleri ve çaldıkları müzikle götürülmesiyle devam eder.

Kolonizasyon hareketinin ardından sayıları hayli artan kölelerin hiçbir politik hakları yoktur, istenildiğinde alınıp satılırlar ve ömürlerinin sonuna kadar hizmet vermek zorundadırlar.

Antik Yunan dünyasında var olan ölümden sonra yaşamın devam edeceği ölenlerin baştanrı Hades’in yanına gideceği inancıyla, yaşarken sevdiği özel eşyalar, yiyecek içecekler mezarına yerleştirilmiştir.

Mezar tipleri çeşitli olup en basit mezar, üstüne mezar sahibinin kimlik bilgileri ve günlük yaşamını gösteren sahnelerin işlendiği, toprağa açılmış basit dikdörtgen çukurdur.

Bunun dışında mermerden yapılan lahit mezarlar ve gösterişli anıt mezarlar da kullanılmıştır.

ROMA TARİHİ VE UYGARLIĞI

Roma’da Kraliyet ve Cumhuriyet Dönemleri

Cumhuriyet Döneminde Romalılar önce Anadolu’nun batısını ele geçirmişler, İmparatorluk Döneminde de doğusuna sahip olmuştur. <İ.S:330yılında Constantinapolis (İstanbul) kentinin kurulmasıyla, Roma İmparatorluğunun Başkenti Doğuya taşınmıştır. İmparatorluğun Batısı ise kavimler göçü ile yıkılmıştır.

Roma Kurulurken Troyalı Aeneas’ın soyundan gelen torunları Romulus ve Remus tarafından İ.Ö.753 yılında kurulmuş Etrüsk Kökenli Krallar tarafından yönetilen bir şehir devleti olmuş ve Latin isyanıyla Roma Cumhuriyeti Kurulmuştur. Latinler İtalya’nın Kuzeyindeki Latium Bölgesinin yerli halkının ismidir. İ.Ö. 509. Cumhuriyet kurulur kurulmaz çevredeki Latin kentlerinden destek alarak Etrüsk Şehir devletlerini ele geçirmişler böylece bu bölgelerde  yaşayan  halka  vatandaşlık  hakları  tanıyarak İ.Ö.264 yılından itibaren Romalılar Batı Akdeniz’deki en önemli güç olan Kartaca ile savaşmaya başlamışlardır. 17 yıl süren Pön savaşları döneminde  Sicilya Romalıların Olmuştur. Romalılar bu dönemde Deniz aşırı ele geçirdikleri tüm topraklara Vali atayarak vergi ödeyen eyaletler sistemini kurmuşlardır. Kuzeye doğru savaşarak Po vadisinin tamamı ve Adriyatik denizinin doğusuna doğru yayılmışlardır. 2.Pön savaşından Kartacalılar galip çıksa da devamında kazanılan savaşlarda Kartaca Generali Bütün deniz aşırı topraklarını Roma’ya bırakarak kaçmış ve 3.Pön savaşında da Kartaca tamamen yıkılmıştır.

Bu savaşlar sırasında Makedonya da Roma eyaletlerinden biri olarak topraklara katmış Böylece Balkanlarda Büyük bir bölgeye sahip olunmuştur. İ.Ö.133 yılında ölen Pergoman Kralı ülkesini vasiyet yoluyla Roma Devletine Bırakınca Batı Anadolu’yu ele geçirmiş ve Asya eyaletini kurmuş oldular. Roma’da kraliyet yönetimi yıkıldıktan sonra yeni kurulan sistemin adı Cumhuriyet olmuştur. Bu meclis bütün devlet görevlilerinin atamalarını yapan ve kanunlar çıkaran bir meclisti. Bu meclis içinden seçilen 2 Konsül devlet yönetimini sağlamaktaydı. İki kişi seçilmeleri adaleti sağlamak amaçlıydı ve bu kişiler meclis denetiminin baskısıyla çalışmaktaydılar. Ancak Devlet önemli bir süreçten geçiyorsa biri diğerinden üstün bir konuma geçebilirdi. Bu Diktatör meclis kontrolünde olmayan bir makamdı. Bu yetkiler tehlike ortadan kalktıktan sonra meclise yeniden devredilirdi. Roma Cumhuriyeti Politik İç Savaşlar Yüzünden Yıkıldığında Akdeniz’in tamamının hakimi olmuştur. Bu arada Roma donanmasına önem verilmemesi en büyük etmenlerden birisi olmuştur.

Roma  İmparatorluğu

Octavianus, Augustus’un imparator unvanını kullanması ile İ.Ö 27 yılından itibaren Roma İmparatorluğu başlamış sayılır. Bu dönemde senatodan bahsedilse de asıl yetki imparatordadır. Augustus iç savaşlar nedeniyle çok yıpranmış Roma topraklarını, yeni reformlarla düzene sokmuş ve barışçıl bir siyaset izlemiştir. Bu dönemde imparatorların kararları kanun olarak sayılmıştır. Bu dönemde Augustus İtalya ve eyaletlerde nüfus ve servet kayıtlarını yenileyen sayımlar yaptırarak vergi sistemini yenilemiştir. Orduyu toparlamıştır. Sonradan gelen imparatorlarda ordunun kararlarında önemli rol oynamıştır. Barışçıl tavır artan bir refah seviyesi sağlamış bu da Roma tarihi için altın bir dönem başlatmıştır. İmparatorluk toprakları Ren, Tuna, Fırat ırmaklarına kadar genişletilerek muhafaza edilmiştir. Flaviuslar Dönemi, Antoninuslar Dönemi, Hadrianuslar yine Severuslar dönemlerinde Roma Toprakları sınırları içinde yaşayan herkes Roma Vatandaşı yapılmıştır. Ve Anadolu kentlerindeki refah, yükseliş devam etmiştir. Özellikle Hadrianus dönemi en görkemli dönem olmuş yönetimi sırasında uzun gezilere çıkarak topraklarındaki pek çok sorunu yerinde incelemiş ve çözümler getirmiştir. İmparatorun bu gezileri sırasında Anadolu’daki şehirler karşılama için mimari değişimler geçirmiş ve gelişmişlerdir.

Askeri imparatorlar döneminde Ordunun imparatorları tayin etmesi yine ordunu iç düzeninde çıkan karışıklıklar ve yükselmeler ayaklanmalara ve kısa süreli iç savaşlara sebep olmuştur. Bu iç savaşlar imparatorluğun güçsüzleşmesine sebep olmuş kabileler ve çevresinin birlik olması aynı anda hüküm süren imparator sayılarının artmasıyla Roma toprakları yağmalanmaya başlanmıştır. Bu sırada Şehirlerin savunulması için sur inşatlarına başlanmış savunma birer kale görünümüne dönüşmüştür. Korumasız köylere yapılan saldırılarda bu bölgeler zarar görmüş tarımın azalmasına sebep olmuştur. Tarımsal üretimin düşmesi de sürekli yaşanan kıtlıkları başlatmıştır. Enflasyon ve paradaki bozulma geç Roma döneminde de devam etmiştir. Yeni tip ve birimlerde sikkeler bastırılarak paraya duyulan güvensizlik yok edilmeye çalışılmıştır. Narb Emirnamesi bu dönemde yazılmıştır.

Kavimler Göçünün etkileriyle Germen Kabileleri de bu bölgelere yerleşmeye başlamış Doğu Roma–Batı Roma ayrımları ortaya çıkmıştır. Constantinuslar döneminin en önemli olayı 2. Bir başkentin ortaya çıkışıdır. Doğu Roma imparatorluğunun başkenti Constantinapolis Batının Milano olmuştur. Bu sebeple Constantinapolis’e taşınan pek çok kamu kurumu ve memur olmuştur. İç savaş sırasında iyice yaygınlaşmış olan Hristiyanlara karşı hoşgörülü davranırken insanların dinleri konusunda özgür olduğunu savunan pek çok emirname yine bu dönemde yayınlanmıştır. Batı Roma Latince konuşan bölgelerde kurulurken Doğu Roma imparatorluğu İstanbul’u 1453’de Fatih Sultan Mehmet’in fethetmesine kadar sürmüştür. Doğu ile Batı arasında gelişen dil ve din farklılıkları iç huzurun  bozulmasına  yol  açmıştır.  Ayrı  başkentlerin olması kesin bir ayrılığı da beraberinde getirmiştir. Batı Roma imparatorluğu İ.S. 476’da yıkılırken Doğu Roma imparatorluğu ortaçağlarda da devam etmiştir. Bu devlete Tarihçiler tarafından Bizans adı verilmiştir.

Roma Kültürü ve Uygarlığı

Din: Romalılar çok tanrılı yani paganistiklerdir. Her aile kendi koruyucu özel kültüne önem vermekle beraber diğer tanrılara da tapıyordu. Tanrıların en önemli özelliği savaş veya diğer resmi işlerde tanrılar tarafından mutlaka kutsanmalıydılar.

Bu nedenle kurbanlar kesilirdi. Roma İmparatorluk döneminde imparatorların bazıları öldükten sonra bazıları ise yaşamları sırasında tanrı statüsüne erişmişlerdir. Bu çok tanrılı dönem özellikle eyaletlerin ve sanatın gelişmesini teşvik etmiştir. Örneğin Efes 4 ayrı tanrının adına inşa edilmiştir. Romalılar ele geçirdikleri bölgelerde kendi inançlarıyla ters düşmediği sürece yerel bölgelerin dinlerine karşı çıkmamışlardır.

Hristiyanlık imparator Augustus zamanında Hz. İsa tarafından kurulmuştur ve fakir halk arasında Roma’da hızlı bir biçimde yayılmıştır. İ.S 4.yüzyılda Constantinus zamanında serbest bırakılan inanç özgürlüğü sonucunda Hristiyanlık Romanın resmi dini olmuştur.

Roma Mimarlığı: Mimarlık Roma’da Etrüsk ve Yunan temellidir. Bu gün Türkiye’de antik kentlerde görülen mimari eserlerin büyük bir kısmı Roma dönemine aittir. Askeri ve ekonomik anlamda önemli gördükleri merkezlerde şehirler kurmuş o bölgenin güvenliğini sağlamışlardır. Kullandıkları yapı malzemelerinin çeşitliliği çok katlı yapılar inşa etmelerini sağlarken daha çok Batı eyaletlerinde yaygın olan amfi tiyatrolar yapmışlardır. Bu yapılar tam daire ya da elips planlıdır. En önemli örneği Roma’daki Colleseum’dur. Önemli suyolları yine Roma döneminde yapılmış suyun her yere ulaşması sağlanmıştır. Roma Hamamları Yapılmış bunlardan bazıları günümüze kadar ulaşmıştır.

Bu dönemde yapılan konutların duvarlarını sahibinin gelir düzeyine göre değişen resimler süslemiştir. Yine Gaziantep arkeoloji müzesinde Zeugma dan bulunan mozaikler bu eserlerin en güzel örnekleridir. Roma imparatorluğunun pek çok şehrinde refah döneminde yapılan görkemli kamu yapıları oluşturmuşlardır. Basilikaların yapılması ve mahkeme ve borsa binası olarak hizmet vermeleri ile yeni bir yapı tipi hayata geçmiştir. Bu yapılar ilk Hristiyan kiliseleri içinde model olarak kullanılmıştır.

Roma Heykel Sanatı: Romalılar Yunan heykeltıraşlarını temel almışlardır. Özellikle yapılan büstlerde ünlü kişiler yanında halkta işlenmiştir. Roma’da dikilen pek çok anıt kazandıkları zaferlerin göstergesi olmuştur. Yine sık rastlanan rölyefli lahit örnekleri önemlidir. Heykel sanatında bazen Devlet politikaları egemen olsa da o dönemde yapılan farklı özgün eserler günümüzde etkisini sürdürmektedir.

Roma Ordusu: Lejyon adı verilen düzenli birliklerden oluşmuştur. Oldukça iyi bir eğitimden geçen bu ordular girdikleri savaşlarda başarılar kazanmışlardır. Lejyonların Roma vatandaşı yapılmaları toprakların korunması için önem teşkil etmiştir. Ordunu içinde bulunan çeşitli meslek gurupları görev için gittikleri yerlerde özelliklerine göre yol, köprü, su kemeri gibi kamusal inşaatlar gerçekleştirmişlerdir. Seramik ve cam üretiminin de yaygınlaşmasını sağlamışlardır. Ordu aynı zamanda iç politikalarda söz sahibi olmuştur. Bu durum imparatorların içlerinden seçilmesi aralarındaki

Seviye farklılıkları ile de iç savaşların çıkmasına sebebiyet vermiştir. Askerlerin emekli olduktan sonra kendilerine verilen topraklarda güvenlik ve koruma sağlanmıştır. Fakat bazen de generallerin aralarında savaşmaları iç savaşların artmasına sebep olmuştur. Yine bu dönemde orduya alına askerlerin çoğunluğunun yabancı kökenli olması kavimler göçü sırasında karışıklığa yol açmış ve kendi kavimlerini kurmalarıyla göç ederek yeni devletler kurmuşlardır.

Roma Hukuku: İlk Roma kanunları krallık döneminde ortaya çıkmıştır. İmparatorların koyduğu kurallar kanun sayılmış günümüz batılı devletlerinin uyarlamalarıyla son şeklini almıştır. Yine avukatlık mesleği de bu tarihlerde ortaya çıkmıştır.

Ekonomi: Özellikle barışçıl dönemde ticaretin uzun mesafelerde yapılmasıyla şehirlerarasındaki yolların gelişmesi ekonomininde gelişimine sebep olmuştur. Böylece Şehirlerarası iletişim artmış ticaret ortamı oluşmuştur. Diğer taraftan iç savaşların olduğu dönemlerde ekonomi çöküntüye uğramıştır para değer kaybetmiştir. İmparatorluk kasası öncelikli olarak ordunu gereksinimlerini karşılasa da kamu işlerinin finansmanında da kullanılmıştır.

Roma kültürünün Günümüze Etkileri: Roma kültürü günümüzde pek çok alanın temelini oluşturmaktadır. Bilim, Mimari, Güzel Sanatlar ve Edebiyat gibi pek çok dalda etkileşim sağlamıştır. İngilizce, Fransızca, Almanca gibi dillerin Latinceden geliştiği gerçeği ve o dönemin pek çok yazılı kaynağının günümüzde kullanılmasını sağlamış bilimsel verilerin alt yapısını oluşturmuştur.

Ortaçağdaki pek çok devlet kendisini Romanın devamı ilan etmiştir. Bu nedenle kanunlar, devlet kurumları, devlet yönetim modelleri günümüze kadar gelen kuralları kanunları oluşturmuştur. Roma sanatının günümüze ulaşan pak çok eseri edebiyatla birleşerek Rönesans akımının doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemden kalan resim örnekleri batı sanatının temelini oluşturmuştur. Mimaride ki etkileşimler ve malzemelerin yaygın kullanım teknikleri Roma’da gelişerek günümüze katkı sağlamıştır. O dönemde oluşturulan bu sistemler günümüz sistemlerinin temel yapı taşı olmuştur.