Home » Z_Ders Notları » Uluslar_arası_İlişkiler » 6.Dönem » ORTA DOĞUDA SİYASET

ORTA DOĞUDA SİYASET


ORTA DOĞU NERESİ? ORTA DOĞU’NUN DEMOGRAFİK, EKONOMİK VE SİYASİ YAPISI
ORTA DOĞU NERESİ?

Orta Doğu Kavramının Ortaya Çıkması ve Yaygınlaşması: İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra literatürde kullanımı yaygınlaşan “Orta Doğu” kavramını ilk defa Amerikan deniz tarihçisi ve stratejisti Alfred Thayer Mahan, 1902 yılında National Review’de yayınlanan “The Persian Gulf and International Relations” başlıklı yazısında, Arabistan ile Hindistan arasındaki bölgeyi ifade etmek için kullanmış olup Mahan’ın dışında The Times gazetesi dış politika editörü olan İngiliz gazeteci, tarihçi ve diplomat, Orta Doğu ülkelerinde görev yapan, emperyalizmin tutkulu savunucularından olan Valentine Chirol, Basra Körfezi’nin stratejik önemini, Almanya’nın bölgede inşa etmeye çalıştığı Bağdat demiryolunun Basra’ya kadar uzatılmasının İngiltere’nin bölgede ve Asya’daki çıkarlarına vereceği zararları anlattığı birkaç yazısına “Orta Doğu’nun Problemleri” başlığını koymuş ve kavramın kamuoyunda benimsenmesine katkıda bulunmuştur.
XV. Yüzyılda Avrupalıların Avrupa dışı dünyaya açılmalarıyla başlayan Keşifler Çağında Çin, Japonya ve Malezya “Uzak Doğu” olarak adlandırılmıştır.
Batı dünyasında Osmanlı Devleti için tercih edilen Doğu veya Yakın Doğu şeklindeki kavramlaştırma, sadece bir coğrafi ifadelendirme değil aynı zamanda kültürel ve dinî bakımdan farklı olan “öteki”ni ifade eden bir kavramlaştırma olarak dikkat çekmiştir.
Osmanlılar da Batı dünyası için coğrafi adlandırmadan çok etnik vurguyu öne alan “Frengistan” kavramını kullanırken islam coğrafyacıları batıdaki bölgeler için “el- Mağrib”, doğu için ise “el-Maşrık” adını tercih etmişlerdir.
Büyük devletlerin Osmanlı toprakları üzerindeki rekabetinden kaynaklanan kriz anlamına gelen şark meselesi, 1894-1894 Çin-Japon savaşı da “Yakın Doğu” ve “Uzak Doğu” kavramlarının kullanılmasına hizmet etmiştir.
Avrupalıların Romalılardan beri “Doğu” kavramı Yakın Doğu, Uzak Doğu ve Orta Doğu kavramlarına karşılık gelmekteydi.
Birinci Dünya Savaşı’ndan önce ve savaş sırasında Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki topraklarını kaybetmesi, Arap Yarımadası’nın belli bölgelerinde İngiliz ve Fransız manda yönetimlerinin kurulması Orta Doğu kavramının sınırlarını Yakın Doğu kavramının aleyhine genişletmiştir. Balkanlar Osmanlı Devleti’nin ve “Doğu”nun kapsamından çıkınca Yakın Doğu eski anlamını ve önemini kaybetmiştir.
İngiltere’deki Coğrafi Adlar Daimi Komisyonu Orta Doğu kavramını Türkiye, Mısır Arap Yarımadası, Körfez Bölgesi, İran ve Irak’ı kapsayan bölge olarak belirledi.
Orta Doğu Kavramının Belirsizliği ve Farklı Kullanım Kalıpları: Merkezi Londra’da bulunan Europa Publications Limited’in yayınladığı yıllıklardan birinin adı The Middle East and North Africa olup burada Atlas Okyanusu’ndan Pakistan’a kadar uzanan coğrafi bölgedeki ülkelere yer verilmektedir. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki National Geographic Society bölge ülkelerini kapsayan haritaya “Yakın Doğu ülkeleri” adını vermektedir.
Birleşmiş Milletler’de (BM) Orta Doğu kavramı pek tercih edilmemektedir. Bu bölgeye yönelik kuruluşlardan biri United Nationals Relief and Agency for Palestine Refugees in the Near East (UNRWA)’dır ve burada “Orta Doğu” değil “Yakın Doğu” kavramı kullanılmaktadır.
1974 yılında merkezi Beyrut’ta olan Economic and Social Commission for Western Asia (ESCWA) BM’in bu bölgeye yönelik ikinci kuruluşudur.
BM tarafından yayınlanan Demographic Yearbook’larda dünya devletlerinin objektif coğrafi bölgeler altında toplandığı ve Orta Doğu’daki ülkelerinde Western Asia adı altında gösterildiği görülür.
Bütün bu farklı kullanımlar ve kapsamın değişkenliği dikkate alınmak şartıyla bugün Orta Doğu kavramının dar anlamda Türkiye, İran, Mezopotamya, Arap Yarımadası, Körfez Ülkeleri ve Mısır’ı içine alacak şekilde kullanıldığı söylenebilir. Daha geniş anlamda Libya, Sudan, Eritre, Cibuti ve Afganistan’ı da içerecek şekilde kullanıldığı; bazı çalışmalarda ise kapsamın daha da genişletilerek Atlas Okyanusu’ndan Mısır’a kadar tüm Kuzey Afrika’yı içine alacak genişlikte kullanılmakta olduğu da görülmektedir. Hatta bazı çalışmalarda Orta Doğu kavramının kapsamına Kafkasların ve Orta Asya’nın da dahil edilerek kapsamın iyice genişletildiği de dikkat çekmektedir.
Medeniyetler Merkezi Olarak Orta Doğu: Orta Doğu sadece bugün değil tarihin her döneminde politik, stratejik, kültürel, ekonomik ve genel dengeler açısından insanlığın gelişmesinde önemli rol oynamıştır.
Doğu ile Batı’nın buluştuğu bir kavşak noktası olan Orta Doğu, sadece ticari malların aktarıldığı bir yer değil aynı zamanda inançların, kültürlerin ve medeniyetlerin birbiriyle kavuştuğu ve aktarıldığı bir geçiş noktası olmuştur. Dönemin bütün süper devletleri Orta Doğu ile yakından ilgilenmişlerdir.
Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar, modern çağda İkinci Dünya Savaşı öncesinde İngiltere ve Fransa, ardından Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği bu bölgede etkin bir rol oynamaya ve hâkimiyet alanlarını genişletmeye yönelmişlerdir. Diğer taraftan evrensel dinlerden İslamiyet, Hristiyanlık ve Musevilik bu bölgede doğmuştur.
Bölgenin tarih boyunca bir tür geçiş ve intikal yeri olması hem çeşitli kültürlerin çatışma alanı hem de farklı kültürlerin birbirine karıştığı ve yeni bir terkip oluşturdukları bir yer olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin güçlü olduğu 19.yüzyıla kadar bölge dışı güçlerin etkisi sınırlı kalırken Osmanlı gücünün çözülmeye başlamasıyla Orta Doğu üzerindeki dünya güçlerinin stratejik ve politik hesapları ve politikaları etkili olmaya başlamıştır.
ABD’nin Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin güneye doğru yayılmacı politikasına karşı izlediği askeri, ekonomik ve diplomatik unsurları içeren çevreleme politikası ile SSCB’nin sıcak denizlere inme politikası bu bölge üzerinde çatışmış olup 20. yüzyılın başlarında sömürgeci güçlerin menfaatlerine göre tanzim edilen siyasi coğrafyanın korunması, statükonun muhafazası ve tehdit olarak tanımlanan ideolojik ve siyasal hareketlerin tasfiye edilmesi için girişilen mücadeleler Körfez Savaşı’na ve Irak gücünün tasfiye edilmesine kadar gitmiştir.
Orta Doğu’nun Demografik Yapısı
Orta Doğu nüfus yapısı bakımından son derece karmaşık ve çeşitliliğe sahip bir bölgedir. Bu çeşitlilik hem etnik bakımdan hem de kültürel ve dini bakımdandır.
Orta Doğu’daki nüfus temelde üç ana etnik gruba ayrılır: Samiler, Hint-Avrupa grubuna mensup olanlar ve Turanî grubu içerisinde yer alanlar. Orta Doğu’nun en geniş etnik grubu olan Samiler, Araplar ve İbraniler olmak üzere iki ana kola ayrılırlar. Araplar ekseriyeti dini bakımdan Müslüman olmakla birlikte içinde farklı mezheplere ayrılmış olup ağırlıklı olarak Sünni mezhebine dahildir.
İbranilerin çoğu İsrail’de yaşayıp ekseriyeti buraya bölge dışındaki ülkelerden gelmiştir.
İkinci en büyük etnik grubu oluşturan Hint Avrupa grubu içinde İranlılar, Ermeniler, Kürtler ve Rumlar il bazı küçük gruplar yer almaktadır.
Turani grubu oluşturan Türkler, Orta Doğu’nun ikinci büyük grubunu oluşturur.
Orta Doğu ülkelerinin coğrafi büyüklüklerinin yanında toplam nüfusları, şehirli nüfusu ve on beş yaşın altındaki nüfus oranları ile ortalama nüfus yoğunluğu arasında büyük farklılıklar bulunur (S:10, Tablo1.1).
N. S. Hopkins ve S. E. İbrahim’in Arap toplumu üzerinde 1980’lerin başında gerçekleştirdikleri araştırmada vardıkları sonuçlar Orta Doğu toplumları için genelleştirilebilir. Buna göre Orta Doğu toplumlarının genel özellikleri şunlardır:
• Orta Doğu toplumlarında hızlı bir nüfus artışı gözlenmektedir.
• Orta Doğu toplumlarında çocuk ve gençlerin oranı yüksektir.
• Orta Doğu toplumlarının çeşitli sosyal sorunları bulunmaktadır.
• Orta Doğu’da nüfusun ülkeler arasında ve ülke içerisindeki dağılımında dengeli bir tablo söz konusu değildir. Bazı ülkelerde ve yerlerde nüfus yoğunluğu aşırı derecede seyrederken bazı ülke ve yerlerde son derece düşük yoğunluktadır.
• Orta Doğu toplumları hızla kentleşen toplumlar olup bu artış çeşitli sosyo-ekonomik problemlere yol açmaktadır.
• Ülkelerdeki nüfusun kompozisyonu monolitik bir yapı arzetmeyip heterojen bir yapıdadır.
Orta Doğu’da genelde bir etnik çeşitlilikten söz edilebilir. Farklı etnik gruplar bölgede dengeli bir dağılım göstermemekle beraber genelde Sami grup içerisinde yer maktadır zira çeşitli etnik toplulukların konuştukları yerel dillerin resmi ve ulusal bir dil olma özellikleri bulunmamaktadır, buna rağmen, farklı etnik grupların kendi dillerini, kültürlerini ve dinlerini korudukları ve bazı ülkelerde özel bir takım sorunlar olsa da genel olarak varlıklarını sürdürmekte oldukları anlaşılmaktadır.
Dinî bakımdan ise Orta Doğu’da hâkimiyet Müslümanlarda olmakla beraber Hristiyan ve Musevilerin de azımsanmayacak bir oranda oldukları belirtilmeli, İsrail dışınnda bütün devletlerde Müslümanların açık bir üstünlükleri olduğu görülmektedir.
Orta Doğu’nun Ekonomik Yapısı
Orta Doğu ekonomik alanda tarihte kıtalararası ticaret yolları, günümüzde ise zengin enerji kaynakları sebebiyle stratejik bir konuma sahip, İsrail dışarıda tutulduğunda bölgedeki bütün ekonomiler gelişmekte olan sınıfta yer almakta, dünyada mevcut toplam ham petrol rezervlerinin
%57.3 bu bölgede bulunmakta, petrol rezervleri bakımından zengin olan ülkelerin başında İran, Irak, Körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan gelmektedir.
Orta Doğu’da ekonomik zenginlik bakımından iki zıt kutup bulunmakta ve Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ve Kuveyt kişi başına düşen yirmi bin dolar üzerindeki gelirle bölgenin en zengin ülkeleri olarak öne çıkarken Filistin ve Yemen beş yüz doların altında kişi başına düşen gelirle bölgenin ve aynı zamanda dünyanın en fakir ülkeleri arasında yer almaktadır(S:15 Tablo1.2).
Orta Doğu’nun Siyasi Yapısı
Orta Doğu Siyasi Coğrafyası: Birinci Dünya Savaşı’na kadar bölgenin büyük bir bölümü Osmanlı Devleti’nin siyasi hâkimiyeti altında olmakla birlikte bölge hiçbir zaman tek devletin hâkimiyetine girmemiştir. 1501 ile 1738 yılları arasında bugünkü Azerbaycan, Irak, İran, Ermenistan, Afganistan, Türkmenistan ve Türkiye’nin doğu kesiminde hüküm sürmüş Safeviler ve Eyyübilerden sonra Mısır’da 1250-1517 arasında hüküm süren Memlüklüler ve Körfez Bölgesi’nde bazı şeyhlikler bölgede etkin rol alabilmiştir.
16 Mayıs 1916’da İngiltere ve Fransa arasında yapılan Sykes-Picot Antlaşması ile İngiltere ve Fransa Orta Doğu’ya yerleşerek manda yönetimlerini ele geçirmiştir.
Osmanlı Devletinin çöküşünden sonra Anadolu’yu işgale yönelen devletlere karşı Mustafa Kemal liderliğinde başlatılan Millî Kurtuluş Savaşı 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla neticelenerek Arap yarım adası;
• Suudi Arabistan 1932 Bağımsız krallık,
• Suriye 1930 da bağımsız,
• Lübnan 1941’de şeklen bağımsız,
• 1946 da Ürdün Haşim’i Krallığı olarak bağımsız oldu.
Mısır ve Suriye arasında 1 Şubat 1958’de ilan edilen ve her iki ülkede gerçekleştirilen referandumla onaylanan siyasi birleşme ile Birleşik Arap Emirlikleri kuruldu. Daha sonra; Arap Yarımadasının güneyinde ve Körfez Bölgesi’nde bulunan ülkelerin bağımsızlıklarını kazanmaları ve bölgenin siyasi coğrafyasının şekillenmesi Soğuk Savaş döneminde gerçekleşmiş bütün bu gelişmelerin sonucunda; Körfez ülkelerinden Kuveyt 1961’de, Birleşik Arap Emirlikleri 1971’de, Umman, Katar ve Bahreyn 1972’de İngiltere’den bağımsızlıklarını kazanarak Orta Doğu siyasi coğrafyasındaki yerlerini aldılar.
Orta Doğu’da Monarşiler
Bölge ülkelerinden Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar, Ürdün, Kuveyt ve Umman feodal aileler tarafından yönetilen monarşilerdir.
Suudi ailesinin yönetimindeki Suudi Arabistan mutlak monarşiyle yönetilen bir ülkedir. Kur’an anayasa olarak mütalaa edilmekte ve devletin temel yasaları Şeriat hükümlerine dayandırılmaktadır.
Körfez Bölgesi’ndeki yedi emirliğin birleşmesinden oluşan bir federasyon olan Birleşik Arap Emirlikleri’nin siyasi merkezi Abu Dabi olup 1971-1996 arasında Birleşik Arap Emirlikleri geçici bir anayasa ile yönetilmiş, 1996 yılında devamlı niteliğinde yeni bir anayasa yedi emirlik tarafından kabul edilmiştir.
Orta Doğu’nun en küçük ülkelerinden Es-Sani ailesinin yönetimindeki Katar 29 Nisan 2003’teki halk oylamasıyla anayasaya kavuşmuş ve emirin onayından sonra 9 Temmuz 2005’te yürürlüğe girmiş olup danışma işlevi gören 45 üyeli Meclisu’l-Şûrâ’nın onbeş üyesi doğrudan emir tarafından atanırken 30 üyesi halk oylamasıyla seçilmektedir.
Es-Sabah ailesinin kontrolündeki Kuveyt’te 1991’deki Körfez Savaşından sonra demokratikleşme yönünde bazı adımlar atılmakla beraber henüz demokratik bir yapı oluşmuş değil.
Orta Doğu’nun en küçük ülkelerinden biri olan Bahreyn bir anayasal monarşi olmakla beraber demokratik sistemlerin temel kurumları olan partiler yok iken 2001 yılında yapılan referandum ile kabul edilen yeni anayasaya göre çift meclisli bir sistem getirilmiştir.
Bir diğer anayasal monarşi olan Ürdün, Haşimi ailesi tarafından yönetilip, 1952 tarihli anayasaya göre çift meclisli bir yasama organı olan, Millî Meclis’in (Meclisu’l-Umma) Senato olarak görev yapan Meclisu’l- Ayan’ın 40 kişiden oluşan üyeleri kral tarafından atanmaktadır.
Orta Doğu’nun mutlak monarşilerinden Umman ne modern bir anayasaya ne de tam yetkili temsili kurumlara ve siyasi partilere sahiptir. Geleneksel yöntemlerle devam eden bir monarşi olmakla beraber 1996 yılında Sultan yeni bir Temel Yasa’yı yürürlüğe koymuştur. Arap dünyasındaki siyasi iktidarların politikalarına karşı baş gösteren protestolar ve halk ayaklanmaları hareketi olarak tanımlanan Arap Baharı; protestolar, işsizlik, siyasi yozlaşma, baskıcı yönetim, yolsuzluklar ve ağır ekonomik şartlar sonucunda ortaya çıkmıştır.
Orta Doğu’da Cumhuriyetler
Mısır, Yemen, İsrail, Lübnan, Suriye, Türkiye, Irak ve İran birer cumhuriyet olmakla birlikte uygulamada aralarında ciddi farklılıklar bulunmakta, bunlardan Türkiye ve İsrail demokratik standartlar açısından Batı standartlarına daha yakın olanlardır.
• Kurumsal olarak Yemen demokratik bir cumhuriyet olmakla beraber burada demokrasinin işleyişi ve standartları Batılı niteliklerden çok uzaktır.
• 1979 İslam İnkılabından sonra bir İslam Cumhuriyeti olarak doğan İran temsile dayalı, seçimli ve anayasalı bir cumhuriyet olmakla beraber Batı standartlarında bir demokrasi değildir.
• Irak Cumhuriyeti, 2003 yılında Amerika Birleşik Devletleri ve müttefiklerinin giriştikleri işgale ve Saddam rejiminin sona ermesine kadar, tek partiye ve tek kişiye dayalı bir diktatörlük olup bu değişimle beraber şimdilerde, genel olarak ülkenin etnik ve dini yapısını gözeten dengeli bir yapının tesisine önem verilmekte, tam bir federasyon olmamakla beraber kuzeydeki Kürt Özerk Yönetimi, federe devlet benzeri bir yapıya sahiptir.
• Suriye’de genel seçimle belirlenen 250 üyeli Meclisu’ş-Şaab’ın üyelerinin büyük çoğunluğu içinde Baas Partisi’nin de yer aldığı Millî İlerici Cephe’ye ait olup 22-23 Nisan 2007 seçimlerine göre üyelerin 172’si Milli İlerici Cephe’ye, 78’i de bağımsızlara aittir.
• 1952’de darbe ile iktidara gelen C. Abdünnasır tarafından gerçekleştirilen devrimden bu yana bir cumhuriyet olan Mısır, uzun geçmişe dayanan siyasi parti geleneğine sahiptir.
Orta Doğu ülkelerinin siyasi sistemleri her ne kadar çeşitlilik gösterse de hepsinde ortak olan şu ki modern dönemle birlikte tümünde monarşileri ve cumhuriyetleri sınırlandırmaya yönelik anayasacılık hareketleri, halkın siyasi süreçlere katılımını sağlamak amacıyla temsil ve danışma kurulları, gelişmiş sistemlerin en temel kurumları olan seçimler ve partiler yönünde giderek artın bir eğilim bulunmaktadır.

20.YÜZYILDA ORTA DOĞU: SÖMÜRGECİLİKTEN BAĞIMSIZLIĞA
Lübnan: Bağımsızlık Beklentisi Mandaya Dönüşüyor
1516’dan 1918’e kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun denetiminde kalan Lübnan, Birinci Dünya Savaşı’nda, İngiliz hükümetinin etkisiyle, Osmanlı İmparatorluğuna karşı İngiliz Hükümetini desteklemiştir. İngiliz Hükümeti bunu yaparken Osmanlının bölgeden çekilmesi sonrasında bağımsız Arap devletleri kurulacağı konusunda Müslüman Arap halkları büyük beklentiye sokmuştur fakat Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi üzerine Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgeden çekilmesi gündeme geldiğinde; Müslümanlar bağımsızlık beklentisine girerken, Marunîler manda yönetimini tercih ettiklerini ortaya koymuşlardı.
San Remo Paylaşım Anlaşması doğrultusunda Fransa’nın 1920’de Suriye’den Faysal’ı çıkararak denetim sağlamasıyla beraber bu devletin Suriye ve Lübnan’daki denetimi de başladı; Suriye ve Lübnan’daki ulusal birliği sağlamak ve güçlendirmek yerine etnik, dinî ve mezhepsel farklılıkları olabildiğince derinleştirmeye çalışıp bu doğrultuda ilk uygulamayı 1920’de ayrı bir Lübnan Devleti oluşturarak yaptı.
Fransa, Suriye’den farklı olarak daha 1926’da kabul ettiği bir anayasa ile Lübnan’a parlamenter demokrasi ile yönetilen bir cumhuriyet görünümü vermiştir ve 1926 Anayasası Lübnan’ın bağımsızlığını öngörmediği gibi, Fransa ile Lübnan yetkilileri arasındaki bir anlaşmaya da dayanmamaktaydı.
Fransa, 1936’da Suriye ile olduğu gibi Lübnanlı yetkililerle de bağımsızlığa ilişkin bir antlaşma imzaladı ve tüm Manda haklarını Lübnanlı yetkililere devretti. Bu gelişmenin ardından bağımsızlık havasına giren Lübnan Meclisi 1937’de toplanarak Emile Edde’yi cumhurbaşkanlığına seçti. Sünni Müslümanlar ve Hristiyanlardan seçilen yönetim nüfus oranlarındaki eşitlik ilkesine dayandırılıyordu.
Şiiler, 1943 Ulusal Paktı çerçevesinde ortaya çıkan iktidar paylaşımında yeterli oranda temsil edilmemişlerdi ve zamanla nüfuslarının diğerlerine göre daha hızlı artmasıyla buna en şiddetli karşı çıkan taraf olmuşlardır. Manda yönetimi altında birer parlementer sistem haline getirilen Suriye ve Lübnan’ı bağımsızlığına kavuşması Fransa’nın 1946 yılında ülkeyi terke etmesiyle mümkün olmuştur.
1975 iç savaşına kadar seçimle değişen farklı cumhurbaşkanları ile bu yönetim biçimi devam etmiştir. Lübnan’da bağımsızlıktan sonra yaşanan krizlerden ilki 1958’de Hristiyan Cumhurbaşkanı Camille Chamoun’un görev süresini uzatmak istemesinden kaynaklanan ve ABD’nin yardıma çağrıldığı kriz, ikincisi ise 1976 iç savaşıdır. Ayrıca biri 1978’de, ikincisi 1982’de ve son olarak 2006’da olmak üzere ülke üç defa İsrail tarafından işgal edilmiştir. 1989’da Suudi Arabistan’ın aracılığıyla Taif’te imzalanan antlaşma iç savaşı sona erdirirken, Müslümanların Hristiyanlar karşısında dezavantajlı konumunu sona erdirmekteydi. Osmanlıdan Baas’a Uzanan Suriye’de Zorlu Süreç 1914 ile 1922 yılları arası tarihî gelişmelerin yaşandığı bir dönem olmuştur. Özellikle I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla beraber Osmanlı ordusunun Mısır-Suriye- Hicaz cephesindeki katı yönetimi karşısında Arap milliyetçiliğinin yoğunlaştığı gözlenmiştir.
Arap temsilcilerin katılımıyla oluşan Suriye Ulusal Kongresi Mart 1920 Faysal’ı Suriye Kralı ilan etmiş, Fransa buna karşı çıkmıştır. 1925 yılına gelindiğinde Fransa, Halep, Şam, Lazkiye (Alawite State) ve Cebel-i Dürzî’yi dört ayrı eyalet hâline getirerek her birinin ayrı hükûmete ve ayrı Fransız danışmanlara sahip, Suriye devletini oluşturdu.
Suriye Meclisinin 1929 yılında hazırladığı anayasa taslağını kabul etmeyen Fransa, bir yıl sonra manda rejimini garanti altına almak için kendi hazırladığı anayasa taslağını empoze etti.
Fransa 1936’ya kadar yoğun iç ayaklanmalarla uğraştı. 1936’da imzalanan antlaşma ile Suriye kağıt üzerinde de olsa bağımsızlığını kazandı. 1938’de Fransız parlamentosunun anlaşmayı onaylamaması ve ardından 1939 yılında Alevi ve Dürzilerin özerkliklerini tanıması üzerine Suriye yine bölünmüş ve bağımsızlıktan yoksun hale gelmiştir. 1946 yılında Fransa’nın Suriye’yi terk etmesiyle bağımsızlığını kazanmıştır. Ancak uzun süre iç ve dış savaşlar yaşanan Suriye’de, 1950’den itibaren Baas’ın hakim olduğu bir yönetim dönemi başlamıştır.
Ürdün: İngiliz Sömürgesinden Bağımsız Devlete
1921’de İngilizlerin eliyle bir devlet hâline getirilen Ürdün, aslında İngiliz politikalarının hakim olduğu bir sürece girmiştir.
İngiliz mandasının sona ermesine kadar devam eden bu süreç, 1946 ve 1952 yılında kabul edilen yasalar ile Ürdün, kendi başında kralın olduğu iki meclisli bir parlamento ile tamamen bağımsızlığına kavuşmuştur.
Mısır’da İngiliz Yönetimi
1881’de Mısır İngiltere tarafından işgal etmiş ancak tam bir kolonisi yapmamıştır. Hıdivlerle yönetilen Mısır, İngiliz işgali altında bulunduğu sürece İngiliz endüstrisi için pamuk yetiştiren bir ülke hâline getirilmiştir. Mısır’ın siyasi, askerî ve kültürel (eğtim) yapısı da aynı şekilde bütünüyle İngiliz çıkarlarına göre biçimlendirilmiştir. Görünüşte Mısırlı bürokratlar tarafından yönetilen ülkede danışman sıfatıyla binlerce İngiliz görevli bulunmuştur. I. Dünya Savaşının başlamasıyla beraber İngiltere, 1914 Aralık’ında Mısır’ı resmen ilhak ettiğini açıklamıştır.
Mısır’ın işgalinin sona erdiğini bildiren 1936 Antlaşması, aslında İngiliz varlığını hukukileştiriyordu. Mısır daha 1922’de bağımsız ve egemen bir devlet olarak ilan edilmişti ama İngiltere’nin bu bağımsızlığı ciddi biçimde sınırlayan dört şartı, İngiltere’nin yabancıları Mısır’ın içişlerine karışmaktan menetmeleri ve kapitülasyonların devam edecek olması, bir bağımsızlık sözünü özden mahrum etmiş, Mısır bir çeşit protektora olmaktan kurtulamamış ve Mısır’ın de jure ile de facto durumu arasında önemli farklar sürüp gitmişti. 1936 anlaşmasıyla beraber, Mısır bağımsızlığını güçlendirmiştir.
Yemen: Osmanlı Sonrası İstikrarsız Ülke
Günümüzde Yemen olarak bilinen ülke 1990’a kadar kuzey ve güney olmak üzere iki bölgeden oluşuyordu. Bu iki bölge de tarihleri boyunca iç ve dış savaşlarla mücadele etmiştir. Güney Yemen 1967’de bağımsızlığını kazanıncaya kadar İngiliz sömürgesidir.
Hz. Ali zamanında Müslümanların egemenliğine giren Kuzey Yemen, 1173’te Eyyübilerin, arkasından Memlukların ve 1517’de de Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğine geçmişir.
I. Dünya Savaşı sırasında İngiltere’ye karşı Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte hareket etmiştir. Kuzey Yemen, 1918’de İmam Yahya önderliğinde bağımsızlığını ilan etmiştir. Kuzey Yemen ile Güney Yemen, 1990’da birleşirken, cumhurbaşkanlığına 1978’den beri Kuzey Yemen’in cumhurbaşkanı olan Ali Abdullah Salih getirilmiştir.
Irak: Sömürgeden Bağımsızlığa
1918’de Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgeden çekilmesiyle beraber Basra, Bağdat ve Musul’u işgal eden İngiltere, 1920’de San Remo kararları doğrultusunda bu üç ili Irak devleti adıyla birleştirerek manda yönetimi altına aldı. Ancak İngiltere çıkan ayaklanmalardan dolayı Irak’ı uzun süre yönetmesinin kolay olmayacağını görmüş ve çıkarlarını koruyacak önlemler almaya başlamıştır. Bu amaçla, 1921’de Emir Faysal’ı Irak Kralı olarak ilan etmiştir. 1925’te yapılan anayasada hükumet biçimi, seçimle oluşmuş çift meclisli bir parlamentoya sahip anayasal monarşi olarak tanımlanmaktaydı.
İngiltere 1922 ve 1930’da Irak’la iki antlaşma imzalamıştır. İlk antlaşmaya göre Faysal iç ilerinde özerk ama dış politika ve savunma konularında İngiltere’ye bağlı olacaktır. 1930’da yapılan antlaşma ise Irak için çok daha fazla avantajlar içerse bile yine de Irak’ın bütünüyle bağımsız olacağı anlamına gelmiyordu.
Kral Faysal’ın ölümünden sonra başa geçen oğlu Gazi’nin liderlik niteliklerinden yoksun olması ülkedeki politikacılar arasında iktidar mücadelesinin başlamasına yol açmıştır.
Kral Gazi’nin 1939’da ölmesi üzerine denetimi Haşimi hanedanından Kral Nasibi ve ona yakın politikacı Nuri Said devralmıştır. İngiltere’yi destekleyen Nuri Said ile ordu 1940 yılında ters düşmüş ve istifa etmiştir. Nuri Said’in yerine geçen başbakan Raşid Ali, İngiltere’nin tekliflerini reddederek, İngiltere’nin ülkeyi terk etmesini istemiştir.
Bunun üzerine 1941 yılında İngiltere ile Irak arasında başlayan savaşı Irak kaybetmiş ve Raşid Ali ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır. Böylece 1958 yılındaki Baas ağırlıklı darbeye kadar Irak, İngiltere himayesinde yönetilmeye devam etmiştir.
1958’de General Kasım tarafından düzenlenen ve Kral II. Faysal, Prens Abdullah ve Nuri Said’in öldürülmeleriyle sonuçlanan kanlı darbeyle Irak’ta monarşi sona ermiştir. Böylece ülkenin İngiltere’yle olan 37 yıllık bağı da sona ermiştir. Irak politikasında Nasıl ve Baas’ın etkisinin artması ve ülkenin giderek Doğu Bloku’na kayması söz konusu olmuştur.
Irak’ta yeni yönetim Türkiye ile 1955’te imzalanan anlaşmayla kurulan ve Pakistan, İran ve İngiltere’nin de üye olduğu Bağdat Paktı’ndan 1959’da ayrıldığını açıklamasıyla Pakt’ın adı CENTO olarak değiştirilmiş ve merkezi Bağdat’tan Ankara’ya taşınmıştır.
1963’te kanlı bir darbe ile yönetimi ele geçiren Baas, ülkeyi iyi yönetemeyince aynı yıl karşı bir darbe ile devrilerek tüm yönetim kademelerinden tasfiye edilmiştir.
1968’e kadar Abdülselam ve Abdurrahman Arif kardeşler tarafından yönetilen Irak, 1968’de yeniden Baas önderliğindeki bir darbeyle iktidar değişikliğine sahne olmuştur. 10 yıl boyunca iktidarda kalan Baas üyesi Generel Hasan el- Bekr, 1979’da Saddam Hüseyin lehine devlet başkanlığı görevinden çekilmiştir. 20 yıl boyunca iktidarda kalan Saddam Hüseyin, 1980-88 Irak-İran Savaşı ve 1990-91 Körfez Krizi’nde iktidarını korumayı başarmıştır. 10 Nisan 2003’te Amerikan askerlerinin Bağdat’a girmesiyle Saddam Hüseyin ve Baas için perde kapanmış oldu.
İran: Safevilerden Günümüze
1501’de Tebriz’i alarak kendisini “Şah” ilan eden İsmail, 1510’da İran’ın doğu bölgelerindeki Türk kabilelerini de etkisiz hale getirerek siyasi otoritesini bu bölgeye de yaymıştır. Şiiliği İran’da resmi devlet mezhebi haline getirerek, Fars ve Azeri Türkmenlerin ağırlıkta olduğu İran’ı bir Şii devleti haline dönüşmüştür. Şah İsmail’in öldüğü 1524’te Safevi Devleti bir kabile devletinden, bürokratik bir imparatorluğa dönüşmüştür.
İran 1722’de Safevi devletinin dağılması ile 1794’te Kaçarlar adında bir başka Türk kökenli hanedanın denetimi ele geçirmesine kadar istikrarsız bir ara dönem geçirmiştir. Kaçar Hanedanlığı dönemi 1925’te Rıza Pehlevi’nin yönetimi ele geçirmesi ile sona ermiştir. Rıza Pehlevi, 1941 yılında tahtı oğlu Muhammed Rıza’ya devretmiştir. Genç yaşta işbaşına geçen Şah Muhammed Rıza Pehlevi ise 1979 Devrimi’ne kadar işbaşında kalmıştır. Yıkılan monarşik rejim yerine Şiiliği esas alan Ayetullah Humeyni’nin kurduğu İslam Cumhuriyeti ve Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesi bölgedeki dengeleri alt üst etmiştir. Bunun üzerine bölgedeki Şii rejiminin yayılması tehlikesine karşı Körfez İşbirliği Konseyi kurulmuştur. Diğer taraftan ABD de, İran ve Afganistan’daki gelimeler üzerine Nixon Doktrini’nde değişikliğe giderek Carter Doktrini çerçevesinde bölgedeki askeri varlığını arttırmaya karar vermiştir. İran bu dönemde bir taraftan Irak ile savaşırken, diğer taraftan Şii unsurları kullanarak devrimi bölgeye ihraç etmeye çalışıyor ve bunun doğurduğu istikrarsızlıklar dolayısıyla komşu ülkeleri İran karşıtı cephelerde yer almak zorunda bırakılıyordu.
1971’de varili 1.9 dolar olan ham petrolün fiyatı 1973 sonunda 11.65 dolara fırlamış ve bu doğrultuda İran’ın petrol gelirleri de 2.3 milyar dolardan 18.5 milyar dolara ulaşmıştır.
16 Ocak 1979’da tatil gerekçesiyle Şah’ın İran’dan ayrılması ve Humeyni’nin 1Şubat 1979’da sürgünden dönmesiyle İran’da Pehlevi Hanedanlığı ve monarşi sona ermiştir.
Humeyni’nin 1989’da ölümünden sonra İran’ın dış politikasında ideolojik unsurlar öne çıkmaya başlamıştır. Bu amaçla özellikle Rafsancani ve ardından da Hatemi ile beraber sınır komşusu olan ülkelerle ilişkilerini geliştirmeye çalışmıştır. ABD ile ilişkileri özellikle 11 Eylül 2001’den itibaren gerilen İran, nükleer faaliyetleri ve uranyum zenginleştirmesinden dolayı sık sık ABD tarafından nota almaktadır.
Suudi Arabistan: Petrolün Siyasal Gücü
1926’da Hicaz Krallığı, 1932’de ise Suudi Arabistan Krallığı adını alan devletin kurucusu olan Abdül Aziz, dağınık hâlde bulunan kabilelerin oluşturduğu bir konfederasyon yerine merkezî bir devletin kurulmasını sağlamakla beraber, 1953’te öldüğünde devletin anayasası olarak Kur’an, yasaları olarak da şeriat kabul edildiğinden ayrı bir anayasası, ayrı bir yasası ve kurumsallaşmış bir danışma meclisi bulunmamaktaydı. Suudi Arabistan çöl imparatorluğu iken, Kral Faysal dönemiyle birlikte finansal bir güç haline gelmiştir. Faysal, uyguladığı modernleşme programlarıyla, ekonomik ve eğitim alanında yeni sayılabilecek atılımlarda bulunmuştur.
Askeri başarılardan kaynaklanan bağlılığın, işlerin kötüye gitmesiyle birlikte zayıflayacağını öngören Abdül Aziz, dini bir bağlılığın daha sürekli olacağını düşünmüş ve bu amaçla kendine bağlı kabilelere din bilginleri göndermek ya da kendi camilerini yapmaları içi mali desteklerde bulunmak gibi yöntemlerin dışında Vahhabi anlayışını benimsemeleri için zor kullanma da dahil değişik yöntemler uygulamıştır.
Faysal, petrol fiyatlandırılmasında yaptığı artışlarla ülke gelirini kat kat artırmıştır. Kral Faysal’ın psikolojik problemleri olan bir yeğeni tarafından bir suikast sonucu öldürülmüştür. 2005’te ise Kral Fahd’ın ölümü üzerine Veliaht Prens Abdullah bin Abdül Aziz kral olmuştur.
Kuveyt: Zengin Ama Güvensiz

  1. yüzyıldan beri Kuveyt, diğer Körfez ülkeleri gibi bir sahil ülkesi olmanın avantajını kullanarak daha o yıllarda Hindistan ile Orta Doğu arasında bir ticaret merkezi olma özelliğini kazanmıştır.
    Kuveyt 1853’ten sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğine girmiş, bu durum zamanla İngiltere ve Osmanlıyı karşı karşıya getirmiştir. İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu ile 1913’te imzalanan anlaşmayla Bağdat’ın güneyinde yer alan bölgeler için aldığı demir yolu imtiyazı karşılığında Kuveyt üzerindeki egemenlik iddiasından vazgeçmekteydi. Daha sonra İngiltere 1913 anlaşmasının geçersiz olduğunu açıklayarak, protektoranın devam ettiğini vurgulamış. 1917 Mart’ından itibaren İngiltere’nin askerî ve siyasi denetimine girmiştir. Kuveyt’in söz konusu bu statüsünde 1961’de bağımsız oluncaya kadar bir değişme olmadı.
    Uluslararası petrol şirketlerinin bölgeye gelmesiyle beraber Kuveyt’in talihi de değişmeye başladı. Petrol imtiyazları için yaptığı uluslararası anlaşmalarla Kuveyt, sıradan bir ülke olmaktan çıkarak bir finansal güç hâline gelmiştir.
    Diğer Körfez Ülkeleri
    Birleşik Arap Emirlikleri: 1971’de yedi emirliğin birleşmesiyle oluşan Birleşik Arap Emirlikleri, İngiltere ile bağlarını tamamen koparmamıştır. Aynı tarihte BAE, ilan edilen bağımsızlıkla beraber hem BM’ye hem de Arap Birliğine üye olmuştur. BAE’de petrol gelirlerinin devreye girmesi, Suudi Arabistan, Kuveyt ve Bahreyn’e göre daha geç bir tarihte olmuştur.
    Birleşik Arap Emirliklerinde en önemli yönetim aygıtı yedi emirliğin başında bulunan emirlerin katılımıyla oluşan ve bir anlamda başkanlar konseyi niteliğinde olan Yüksek Konseydir.
    Umman: Basra Körfezi ile Umman Körfezi’nin bitiştiği noktada yer alan Umman’ı diğer Körfez ülkelerinden farklı olarak önemli kılan petrol değil, stratejik konumudur. 19. yüzyılın sonuna doğru her ne kadar İngiltere ile birçok anlaşma imzalayıp, onun yardımını alsa da, Umman diğer körfez şeyhliklerinden farklı olarak İngiliz protektorası olmayarak bağımsızlığını koruyan tek ülke olmuştur. Umman en yaygın mezhep İbadiliktir. Hariciliğin ılımlı bir kolunu teşkil eden ancak günümüzdeki uygulanış biçimiyle Sunniliğe çok benzeyen İbadilik, toplumsal hayatı olduğu kadar siyasi hayatı da biçimlendirmektedir. Hâlen mutlak monarşiyle yönetilmektedir.
    Katar: 1971’de İngiltere’nin bölgeden çekilmesiyle BAE ve Bahreyn gibi bağımsızlığını kazanmıştır. Basra Körfezi’nin batı kıyısında bir yarım ada üzerinde yer alır.
    I. Dünya Savaşı’na kadar Osmanlının etkisi altında kalan Katar, 1916’da İngiltere’nin denetimine girmiştir. 1 Aralık 1971’de bağımsızlığını kazanmış; diğerleri gibi o da İngiltere ile daha önceki anlaşmaların yerini alacak yeni bir anlaşma yapmış; arkasından da BM’ye ve Arap Birliğine üye olmuştur.
    Bahreyn: Nüfusun üçte birini yabancıların oluşturduğu, 35 adadan oluşan, körfezin en küçük emirliğidir. 16. yüzyılda Portekiz’in, 17. ve 18. yüzyılda ise İran’ın hakimiyeti altında kalmıştır. 1968’de İngiltere’nin bölgeden çekilmesinin ardından diğer emirlikler gibi Bahreyn de 1971’de bağımsızlığına kavuşmuştur.

SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE ORTA DOĞU
Soğuk Savaşın İlk Yıllarında Orta Doğu
Orta Doğu’da soğuk savaşın ilk yıllarına siyasi açıdan bakıldığında İngiltere ve Fransa’nın bu bölgede etkili olduğu görülmektedir. ABD ise ekonomik anlamda bu bölgede etkili bir konumdaydı. Türkiye ve İran bu dönemde Orta Doğu’nun korunması için cephe olarak görünen ülkelerdi. ABD ve İngiltere Sovyetlerin Orta Doğu’ya girmemesi için çalışmalar yapılıyorlardı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, uluslararası dinamiklerin etkisiyle gerçekleşen Türkiye ve İran’a yönelik askeri yardımlarla birlikte bölgesel silahlanmada belirli bir yol kat edilmişti. Bunun yanı sıra, Orta Doğu’daki bölgesel dinamikler de uluslararası dinamiklerle eş zamanlı olarak devreye girmişti.
Yahudi ve Arap toplumları arasında Filistin sorunu çerçevesinde başlayan çatışma ve İngiltere’nin bölgedeki hâkimiyetini kaybetmeme çabaları ile gerilim kaçınılmaz olmuştu. İngiltere İkinci Dünya Savaşı’ndan oldukça yıpranmış çıkmasına rağmen, Mısır, Irak, Ürdün, Kuveyt ve Filistin üzerindeki denetimini korumak istiyordu. Mısır’ın İngiliz stratejisindeki önemi, Süveyş Kanalı şirketi ve Süveyş’teki askeri üstü. Süveyş’teki İngiliz üssü 38 askerî üs ve 10 askerî havaalanından oluşan yapısıyla 80,000 İngiliz askerini barındırmaktaydı. Bu üs, o dönemde dünyanın en büyük dış askerî üssünü oluşturmaktaydı. İngiltere, 1954’te Mısır’la yaptığı anlaşmayla bu üssü boşaltı.
İngiltere için en kötü senaryo, belirtilen ülkelerdeki hâkimiyetinin kaybolması ve bu boşluğun Rusya tarafından doldurulmasıydı. İngiltere’de bunun olmaması için gerekli önlemleri almaya çalışıyordu. Bu nedenle İngiltere, bölgede kendisine bağlı rejimleri desteklemek ve iktidarda kalmalarını sağlamak için bu ülkeleri silahlandırma yoluna gitti. Bu dönemde İngiltere bölgedeki silahlandırma faaliyetlerinin yüzde 50’sinden fazlasını yapmıştı.
Birinci Arap-İsrail Savaşı
Filistin’de Araplar ve Yahudiler arasındaki gerginliğin artması ve iki ülke örgütlerinin İngiliz hedeflerine saldırması üzerine, İngilizler konuyu Birleşmiş Milletlere (BM) taşımışlardı. BM, 1947’de aldığı bir karar ile bir Arap devleti, bir Yahudi devleti ve özel statülü Kudüs bölgesi olacak şekilde Filistin’in üçe bölünmesini kararını almıştı. Bu karar doğrultusunda, İngiltere 1 Ocak 1948’de Filistin Manda Yönetimi’ni 14 Mayıs’ta sona erdireceğini ve bölgeden çekileceğini duyurdu. İngiltere’nin çekilmesine saatler kala, Yahudilerin İsrail devletinin kurulduğunu ilan etmesiyle Mısır, Suriye, Irak, Lübnan, Ürdün ve Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki Birinci Arap-İsrail Savaşı başlamış oldu.
Birinci Arap-İsrail Savaşı; Mısır’la 24 Şubat 1949’da, Lübnan’la 23 Mart 1949’da, Ürdün’le 3 Nisan 1949’da ve Suriye ile 20 Temmuz 1949’da ateşkes imzalanarak son buldu.
Savaş’ın sonuçlarına bakacak olursak, Filistin topraklarının % 80’i İsrail’in denetimi altına girmiştir. İnsani açıdan savaşın en önemli sonucu 700.000’den fazla Filistinli ülkesini terk ederek mülteci konumuna düşmüştür. Günümüzde ise bu sayı 4.500.000’i bulmuştur.
Bu savaş bölgede yaşanan gerginlikler ve ittifaklar bakımından bir dönüm noktası teşkil etmektedir. ABD, SSCB ve İngiltere’nin de bu savaşta takındığı tutumlar önemlidir. ABD, İsrail Devletinin ilanından 11 dakika sonra İsrail devletini tanıyıp destek vermiş, SSCB ilandan üç gün sonra İsrail’i tanımış ve İngiltere Ocak 1949’da fiilen, Nisan 1950’de ise resmi olarak İsrail devletini tanımıştır.
Stratejik açıdan bakıldığında bu savaşın zamanlaması İsrail için oldukça avantajlıdır. Çünkü, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan silah fazlalığı ve Soğuk Savaşın başlaması, Yahudi örgütlerinin silahlanmasını sağlamıştır. Arap ülkelerinin bu dönemde bağımsız eylemler geliştirememesi, İsrail’in kuruluşunu ve genişlemesini sağlamıştır.
Süveyş Savaşı ve Bölgesel Etkileri
Birinci Arap-İsrail savaşından sonra Sovyetlerin bölgeye kayması endişesi ABD, İngiltere ve Fransa’yı yeni kontrol mekanizmaları oluşturmaya yönlendirmişti. Bölgeye yönelik silah satışını kontrol edebilmek amacıyla Üçlü Deklarasyon girişimi yapılmıştır. Üçlü Deklarasyon: ABD, İngiltere ve Fransa tarafından 25 Mayıs 1950’de açıklanan Üçlü Deklarasyon, Orta Doğu’daki silahlanmayı ilk kontrol girişimidir. Deklarasyon, Orta Doğu ülkelerine yönelik bir silah ambargosundan ziyade kontrollü silah satmayı amaçlıyordu. Buna göre Orta Doğu’ya üç ülkenin onayı olmadan silah satışı yapılmayacaktı. Ancak gerek üç ülkenin farklı çıkarlara sahip olmaları gerekse Mısır’ın Sovyetlerden silah alımı, bu mekanizmanın ortadan kalkmasına neden olmuştur.
Mısır ordusunda 22 Temmuz 1952’de Hür Subaylar isimli bir grubun askeri darbe ile yönetimi ele geçirmesi ile dengeler tekrar değişmiştir. Hür Subaylar hareketine General Muhammed Necip önderlik etse de, Albay Cemal Abdül Nasır yönetimde kontrolü sağlamıştır. Nasır yönetimindeki Mısır, 1970’li yıllara kadar Orta Doğu’da yaşanan birçok gelişmede önemli rol oynamıştır. Bunların başında da Süveyş Savaşı gelmektedir. Süveyş Savaşı’nın temel nedeni, ABD ve İngiltere’nin Naasır yönetiminin oldukça önem verdiği Asvan Barajı projesinin finansmanından çekilmesi olmuştur. Bu ülkeler finansmandan çekilince Hür Subaylar 26 Temmuz 1956’da Süveyş Kanal Şirketini millileştirmişlerdir. 29 Ekim 1956’da İsrail Mısır’a saldırmış ve savaş başlamıştır. Bir gün sonra İngiltere ve Fransa Mısır ve İsrail’e ültimatom vermiş, Mısır buna uymamış ve 31 Ekim’de Mısır’a saldırılmaya devam edilmiştir. 2 Kasım’da BM tarafından ateşkes çağrısı yapılmış ancak saldırılar devam etmiştir. ABD ve SSCB’den gelen baskılarla 7 Kasım’da ateşkese uyulmuştur. Süveyş Savaşı, kazananları ve kaybedenlerinin, farklı açılardan değişkenlik gösterdiği bir savaştır. İsrail, bu savaştan kısa vadeli ve doğrudan en kazançlı çıkan taraftır. İngiltere ve Fransa, savaştan askerî anlamda kazançlı çıkmakla beraber, orta ve uzun vadede siyasi açıdan mağlup olmuşlardır. Bu savaş, İngiltere’nin Orta Doğu’dan tasfiye edilme sürecini başlatmıştır. Yerini Amerikan nüfusuna bırakmıştır. Fransa, Nasır’ı devirememiş ve 1962’de Cezayir’in bağımsızlığını tanımak durumunda kalmıştır. Fransa ve İngiltere’nin yarattığı boşluk, ABD tarafından doldurulmaya çalışılmıştır. ABD artık bölgede kendi güvenlik politikalarını uygulamaya başlamıştır. Fakat Sovyet etkisi artınca Moskova silah kartını devreye sokmuş ve 1956-1967 sürecinde Sovyetler Birliğinin bölgede angajmanı artmıştır. Bu savaş ile Nasır, savaştan bir zafer ile çıkmış ve milliyetçi söylemleri daha geniş kitleleri etkilemeye başlamıştır.
ABD bu soruna önlem almazsa Batı’nın Orta Doğu’daki hayati çıkarları oldukça zedelenecekti. Bu nedenle ABD Başkanı D. Eisenhower 5 Ocak 1957’de Kongre’de verdiği mesajda açıklanan Eisenhower Doktrini ile ABD, Orta Doğu’ya yönelik net taahhütlerde bulunmaktaydı. Buna göre ABD bölge ülkelerine yapacağı ekonomik ve askerî yardımın yanı sıra talep edilmesi halinde doğrudan Amerikan askerlerini gönderip rejimleri koruyacaktı.
1869’da hizmete açılan Süveyş Kanalı, Hint Okyanusu ile Akdeniz arasında Kızıldeniz üzerinden bir bağlantı kurmakta ve önceleri Batı Avrupa’ya ulaşmak için Afrika kıtasını dolaşan ticari gemilerin yolunu kısaltmaktaydı. Bu nedenle kanal, stratejik açıdan oldukça önemliydi. Kanalın kontrolü, 1956’da Mısır’ın millileştirme kararına kadar Kanal Şirketi’nin elinde olup çoğunluk hisseleri İngiltere ve Fransa’ya aitti.
Savaş sonrası dönem, kısa vadede ilişki ve ittifakların değişkenlik gösterdiği bir dönemdir. Geleneksel yönetimler, Doktrinin de etkisiyle Batı Blokuyla yeniden ilişki geliştirmişler ancak Ürdün ve Lübnan da yaşanan halk hareketleri bastırılsa da Irak’taki İngiliz yanlısı monarşinin bir askeri müdahale ile devrilmesi önlenememiştir. Yanı sıra, Suriye ve Mısır’ın Birleşik Arap Cumhuriyeti altında birleşmesi ve bölge içi çatışmalar bölgenin güvenliğini etkilemiştir.
Orta Doğu’da Mikro Savaş Ve İdeoloji
Mısır ve Suriye 1 Şubat 1958’de Birleşik Arap Cumhuriyeti (BAC) altında birleşince, Arap ülkeleri arasında güvenlik parametreleri değişmiştir. BAC yapısı itibariyle Suriye’nin Mısır’a katılması anlamına gelmekteydi. Böylece Nasır’ın bölgedeki etkisi oldukça artmıştı. ABD ve İngiltere, BAC’a alternatif olarak Arap Birliği Federasyonu’nun kurulmasını desteklemişlerdi. Böylece Irak ve Ürdün 14 Şubat 1958’de Arap Birliğini kurduklarını ilan ederler. BAC’ın tersine Arap Birliği gevşek ve konfederal bir yapıdaydı. BAC’dan daha kısa ömürlü oldu ve 1958’de bir darbe ile son buldu. 1958’de Tuğgeneral Abdülkerim Kasım önderliğinde bir grup subay yönetimi devralmış ve böylece Monarşi, bir daha dönmemek üzere sonlanmıştır.
Orta Doğu, 1960’lı yıllarda bölgesel dinamiklerin getirdiği kamplaşmaların önemli bir sahnesi olmuştur. BAC ve Irak, bölgedeki geleneksel yönetimleri zor duruma sokan politikalar izlemekte, Suudi Arabistan ve Ürdün ise geleneksel yönetimleri korumaya çalışmaktaydı. Kısacası bu dönemde Arap ülkeleri arasında mikro düzeyde bir Soğuk Savaş yaşanmaktaydı. Bu bağlamda Suudi Arabistan, Mısır’la ilişkileri geliştirmek için Irak karşında Mısır yanlısı bir tutum izlerken Ürdün, Irak ile Mısır arasında bir denge politikası izlemeye çalışmaktaydı. Ancak 1961’de General Kasım yönetiminin Kuveyt’i ilhak etme girişimleri karşısında bu hareketin herkesin çıkarlarına bir tehdit olduğunu düşünen BAC, Suudi Arabistan ve Ürdün, Kuveyt’in ilhakını önlemek için geçici de olsa Irak karşısında birleşmiştir. Böylece Mısır, bir yandan Yemen ve Suriye’nin katılımıyla BAC’daki başat konumunu sürdürürken diğer yandan Suudi Arabistan ve Ürdün’le ilişkilerini geliştirmekte ve liderlik kaygısı nedeniyle Irak’ı bölgede izole etmekteydi.
1961’de Suriye’de bir grup subay darbe sonucunda yönetimi devralmışlardır. Subayların ilk işi Suriye’nin BAC’tan ayrıldığını ilan etmek olmuştur. Suriye’nin ayrılmasını fırsat bilen Yemen’de BAC’tan ayrılmış ve Suudi Arabistan ve Ürdün’le Mısır arasındaki ilişkiler yine gerilmiştir. 1962’de Nasır yanlısı bir grup subay yönetimi ele geçirerek Yemen Arap Cumhuriyeti’ni kurduklarını ilan etmiştir. Ancak el Bedir yanlısı güçler buna karşı çıkına 1967’e kadar sürecek bir iç savaş başlamıştır. Nasır bu aşamada Cumhuriyetçi grupları desteklemiştir.
8 Mart 1963’de Suriye’de Selahaddin Bitar öncülüğünde Ulusal Cephe Hükümeti kurulmuştur. İsrail’in Ürdün nehri ıslah planı, bölge dinamiklerini ortak bir noktada toplamıştır.
Suriye ve İsrail arasındaki gerilimin artması, savaşa giden yolun açılmasına sebep olmuştur. İki ülke arasındaki gerilimin üç temel nedeni vardır. Bunlardan ilki, Filistinli grupların organize bir yapıya gelmeleri, gerilla taktiği ile İsrail’e saldırmaları, ikincisi, Ürdün nehrinin ıslah planı ve üçüncüsü, iki ülke sınırındaki askersizleştirmiş bölgelerde iki ülkenin de denetimi ele geçirme çabalarıdır.
1967 Savaşı Ve Bölgesel Sonuçları
5 Haziran 1967’de İsrail savaş uçakları Mısır, Suriye ve Ürdün hava gücünü hava saldırılarıyla etkisi hale getirmiştir. Arap orduları hava gücünün desteğinden yoksun kalmışlardır. İkinci günde Gazze Şeridi, üçüncü günde Batı Şeria ve Kudüs İsrail tarafından işgal edilmiştir. Mısır ve Ürdün etkisiz hale getirilenince Suniye cephesinde çatışmalar artmış ve askersizleştirilmiş bölgeler ve Golan tepeleri İsrail işgaline uğramıştır. Kudüs ve Ürdün’le 7 Haziran, Mısır’la 8 Haziran ve Suriye ile 11 Haziran’da ateşkes imzalanmış, savaş toplam altı gün sürmüştür. Bu nedenle Altı Gün Savaşı olarak da adlandırılır.
Savaş Arap ülkelerinin siyasi arenada suçlu görünmemek için ilk adımı atmak istememeleri nedeniyle İsrail için çok avantajlı olmuştur. Zamanlamadan başlayıp yürütülme aşamasında İsrail’in inisiyatifiyle gerçekleşmiştir. Savaşın, gerek askeri ve gerekse siyasi sonuçları günümüze kadar etkisini sürdürmüştür. Bu savaş sonrasında İsrail’in büyük toprak kazanımları olmuştur. Araplar sadece altı gün içerisinde 10.000 asker kaybı yaşamıştır.
ABD krizin savaşla sonlanmaması için çabaları dikkat çekmiştir. Bu tutumun sebebi bölgedeki Sovyet nüfusunun artması olasılığıydı. Savaş sırasında ABD’nin İsrail için keşif uçuşları yaptığı iddia edilmektedir. Sovyetler Birliği ise krizin ilk dönemlerinde Mısır’ın Suriye’ye destek vermesine çalışmıştır.
1962’de Küba krizinden sonra kurulan ABD ile SSCB arasındaki kırmızı hat, ilk defa 1967 Savaşıyla beraber kullanılmıştır.
1967 Savaşı’nın bölgesel sonuçlarından bir tanesi, Nasırizm akımının sona ermesidir. Bu anlamda Mısır’ın bölgedeki merkezi rolü, petrol üreticisi Arap ülkelerinin eline geçmiştir. Suudi Arabistan bölgesel süper güç haline gelmiştir.
Savaş İsrail açısından değerlendirildiğinde, askeri açıdan İsrail’in bölgede sürdürmeye çalıştığı caydırıcılık devam edegelmiştir.
Bu savaş sonrasında küresel güçler bölgesel ilişkilere daha fazla angaje olmuşlardır.
Mısır, İsrail’le planlı ve düşük yoğunluklu bir savaş içerisine girmiştir. Mısır’ın Yıpratma Savaşındaki amaçları, Sina’nın işgalinin kabul edilemeyeceğini göstermek, İsrail’in hareketlerini sınırlamak ve ordusunun hazırlık derecesini arttırmaktır. İki ülke için bu savaş katlanılmaz bir hal almaya başladığında 1970 Ağustosunda bir ateşkes anlaşmasıyla son bulmuştur. 28 Eylül 1970’de Nasır’ın ölümü ile yine dengeler değişmiştir.
1973 Arap-İsrail Savaşı
Altı Gün Savaşlarının ardından yeni dönemde Arap ülkeleri birbirlerini daha az tehdit algılamakta ve İsrail’e yönelik ortak bir konjonktür doğmaktaydı. Mısır için Altı Gün Savaşları “geçici bir başarısızlık” olarak değerlendiriliyordu. Suriye ise başta Mısır olmak üzere diğer Arap ülkeleri ile ilişkisini arttırmıştı. İsrail ise, savunma harcamalarını arttırmıştı. Güvenlik stratejisi açısından büyük bir özgüven oluşturmuştu.
1973 Ekim Savaşı, Arap-İsrail sorununda ve Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerde oldukça önemli bir yere sahiptir. 1973 Ekimi, 1967 Savaşında İsrail’i tarafından işgal edilen Arap topraklarının kurtarılmasına dönük Mısır ve Suriye tarafından başarılı bir silahlanma, strateji, gizlilik ve işbirliği ile Israil’e savaş açılmış olunması itibarıyla de ayrıca önemsenmektedir.
Savaş, Israil’in beklemediği ve savunmasının nispeten daha zayıf olduğu bir gün olan 6 Ekim’de başlamıştır. Savaşın başlaması noktasında işin ironik tarafı, 1967 Savaşı’nda İsrail, Mısır komuta kademesini çok hazırlıksız bir şekilde yakalamışken aynı durumun bu kez İsrail için geçerli olmasıydı.
Nitekim, savaşın başlamasıyla birlikte 1948’den beri agresif politikalar yürüten İsrail, ilk defa saldırı pozisyonunu bırakıp savunma pozisyonuna geçmiştir. Öyle ki savaşın üçüncü gününe gelindiğinde Mısır ve Suriye açısından zafer olarak adlandırılabilecek bir durum söz konusuydu. Ancak, bu süreç̧ İsrail’in yaptığı seferberlikle rezervlerini toparlaması sonucu değişmeye başlayacaktı.
Toparlanmaya başlayan İsrail, önceliği Suriye cephesine vererek önce direnişe sonrasında ise karşı saldırıya geçmeye başlamıştır. Bu noktada Mısır ve Suriye’nin taktik ve stratejik planlamaları, İsrail’in toparlanmasına ve karşı saldırıya geçmesinde etkili olmuştu.
Savaş’ı fiilen sonlandıran ateşkes büyük güçlerin arabuluculuğu çerçevesinde 25 Ekim 1973’te olmuştur.
1973 Arap-İsrail Savaşı, literatürde Ramazan ayında olduğu için Ramazan Savaşı, Yahudilerin kutsal günü Yom Kippur gününde yaşanması sebebiyle Yom Kippur Savaşı ve ekim ayında yaşanması sebebiyle Ekim Savaşı olarak da adlandırılır.
Orta Doğu’da Yeniden Şekillenen Dengeler
Savaş sonrası gelişmelerde Mısır’ın İsrail’le yaptığı barış anlaşması sonucunda Suriye ve Filistin İsrail karşısında yalnız kalmıştır. Savaş sonrasında, savaş sırasında uygulanan petrol ambargosu petrol fiyatlarında artış yaratmıştır. Bölgesel silahlanma açısından farklı aktörler ön plana çıkmıştır.
Mısır açısından, ABD ile temasları arttırıp güvenliğini sağlamaya yönelik anlaşmalar yapmıştır. ABD ise Mısır’ın Sovyetler’den uzaklaşması karşılığında Mısır’a destek sağlamıştır.
İsrail açısından, en büyük tehdit olarak gördüğü Mısır’ın devreden çıkması ile güvenlik politikalarında daha agresif adımlar atmıştır. İsrail Mısır’la anlaşma yaptıktan sonra Kudüs’ü başkenti ilan etmiştir. Güney Lübnan’ı işgal etmiş ve Filistin’e uyguladığı baskıyı arttırmıştır.
Savaş sonrası petrol fiyatlarının artmasıyla bazı petrol üreticisi Arap ülkelerinin gelirleri büyük ölçüde artmıştır. Petrol fiyatları artışı ile askeri harcamalar da büyük oranda artmıştır. Mısır’ın Sovyet denkleminden çıkması ile bölgede ABD’nin etkisi artmıştır.
İRAN DEVRİMİ VE KÖRFEZ SAVAŞLARI
İran Devrimi
İran İslam Devrimi, Humeyni önderliğinde gerçekleşen ve artan baskılar ve ekonomik bozukluklar nedeniyle halkın Şah Rıza Pehlevi’ye karşı gerçekleştirdiği bir isyandır.
Ülkedeki muhalif gruplar monarşi yönetimini yıkarak Humeyni’nin ortaya koyduğu “Velayet-i Fakih” olarak isimlendirilen Şiilik esaslarına dayalı bir şeriat cumhuriyeti kurmuşlardır.
Yeni rejim, istikrarı sağlamakta güçlük çekmiştir. Çünkü Batı dünyası o dönemde İran’ın ne Batı’ya ne de Doğu’ya yanaşmamasını bir tehdit olarak algılamış ve ambargo uygulamıştır.
23 Eylül 1980 tarihinde Saddam İran’a savaş ilan etmiştir. Bu durum rejimin halkı kendi yanına çekmesini ve rejime sadakatini perçinlemesini sağlamıştır.
1981 yılında rejime karşı sol grupların kurduğu Halkın Mücahitleri Örgütü birtakım eylemlere başlamıştır. Bu örgüt M. Rıza Pehlevi ve kapitalizme karşı 1965 yılında kurulmuş olup silahlı mücadeleyi benimsemiştir. Bu eylemler Devrim Muhafızları tarafından bastırılmaya çalışılmış çıkan çatışmalarda çok sayıda insan ölmüştür. Daha sonraki süreçte HMÖ siyasi suikastlere başvurarak dönemin başbakanı da dahil olmak üzere birçok üst düzey yöneticiyi infaz etmiştir. Buna misilleme olarak İran rejimi çok sayıda HMÖ üyesini ve bağımsız solcuyu idam ettirmiştir.
İran yönetimine içerden muhalif olan bir diğer grup da Kürtlerdir. Şaha yönelik isyanda İslam Devrimcilerinin yanında yer alan Kürtler daha sonra istedikleri ve hakları verilmeyince özerklik talebiyle başkaldırmışlardır. Bu isyanlarda Irak yönetimi dışardan Kürtleri desteklemiştir.
Humeyni 1989 yılında öldükten sonra Uzmanlar Meclisi yerine Ali Hamaney’i geçirmişlerdir. Daha sonra Haşimi Rafsancani büyük bir oy çokluğuyla cumhurbaşkanı olarak seçilmiştir. Rafsancani dönemi, İran rejimi için şeriat kurallarının yumuşatılarak ulusal çıkarlar lehinde bir yönetimin hakim olduğu süreçtir.
İran İslam Devrimi bölgesel ve küresel olarak bazı rahatsızlıklara neden olmuştur. Özellikle monarşik körfez ülkeleri, Irak gibi statükocu ülkeler devrim fikrinin kendi iktidarlarını sarsmasından endişe ediyorlardı. Şah döneminde Ortadoğu’daki krallıkların ve emirliklerin koruyucusu konumundaki İran, devrimden sonra bu ülkeler için tehdit olarak algılanmaktaydı. Ayrıca bölgedeki seküler yönetim anlayışını benimseyen ülkeler de İran’ın İslamcı söylemlerini kendi yönetim anlayışlarına muhalif bir duruş olarak görüyorlardı.
Ayrıca Batı ülkeleri ve Türkiye de İran İslam Devriminin etkilerinden nasibini almıştır. Özellikle seküler bir yönetim biçimini benimseyen Türkiye, İran’ın bu yönetim tarzını ötekileştirmesi ve Türkiye’ye karşı silahlı eylemlerde bulunan PKK gibi örgütleri desteklemesi sonucunda İran’a karşı temkinli bir politika izlemiştir.
Birinci Körfez Savaşı (İran-Irak Savaşı)
22 Eylül 1980’de başlayan İran-Irak savaşı 8 yıl sürmüş ve her iki ülkeden de toplam 1 milyon kişinin ölümüyle sonuçlanmış mezhepsel, siyasal ve sınır sorunları nedeniyle çıkmış bir savaştır. Bu savaş yaşandığı coğrafya nedeniyle 1. Körfez Savaşı olarak da anılmıştır.
Savaşın Nedenleri: Bu savaşın en önemli nedeni İran’ın Şii ağırlıklı bir ülke olması ve Irak’ın ise seküler bir yönetim de olsa Sünni Araplara dayanan bir yönetim benimsemesidir. Irak’taki Şiilerin yoğun baskı altında olması ve nüfusun büyük bir bölümünü oluşturması da savaşın nedenlerinden biridir.
Savaşın nedenlerinden biri de ideolojik kutuplaşmadır. Şah Pehlevi döneminde İran’ın Amerikancı ve Batı yanlısı bir politika izlemesi Irak’ın ise Sovyet bloğuna yakın durması tarihsel bir ideolojik çatışmanın kaynağıydı. Devrimden sonra ise Irak Baas rejiminin seküler yapısı ve Şiilere yönelik baskıları bu ideolojik çatlağı derinleştirmiştir. Devrimci Şii propagandasının Arap dünyasını tehdit etmesi Irak’ın İran’a saldırmasına neden olmuştur.
Savaşın nedenlerine yönelik bir diğer yaklaşım ise Saddam’ın kendi rejimini tehlikede görüp halkını konsolide edecek bir neden arayışıdır. Bölgede Batı tarafından yalnızlaştırılan Irak’ın İran’a saldırarak hem halkı hem körfez ülkeleri nezdinde taraftar toplayacağı varsayımı da nedenler arasında gösterilmektedir.
Bir diğer neden ise Saddam’ın Arap dünyasının liderliğine oynama arzusuydu. İran yükselen gücüyle Arap dünyasında Irak’ın ve Baas rejiminin hegemonyası için tehdit oluşturuyordu. Saddam’ın ise liderlik hırsı ve İran’dan kendilerine ait olduğunu iddia ettiği toprak parçalarını alma isteği bu savaşı başlatmasına neden olmuştur.
Ayrıca iki ülke için de petrol ticareti açısından stratejik bir konum teşkil eden Şatt-ül Arap Suyolu üzerindeki sınır anlaşmazlıkları savaşın çıkmasında önemli bir rol oynamıştır. Bu yol; Fırat ve Dicle nehirlerinim Basra Körfezi’nden denize dökülmeden önce birleştikleri yerdir.
Irak’ın askeri avantajı elinde bulundurması ve ekonomik olarak küresel bir güç olma arzusu savaşı başlatma konusunda Saddam’ı iştahlandırmıştır.
Savaş Süreci: 1980’de başlayan savaş iki tarafın da çok fazla insan kaybetmesine ekonomik ve askeri olarak yıpranmasına neden olmuştur. Savaş süresince her iki taraf da zaman zaman üstünlüğü ele geçirmiş ve kaybetmiştir. Ancak özellikle Saddam 1988’de İran kontrolündeki Halepçe kasabasında kimyasal silah kullanarak sivillerin ölümüne neden olunca BM ve küresel güçler devreye girmiştir.
Savaşın Sonuçları: Bu savaşın siyasi, ekonomik ve sosyolojik birçok sonucu olmuştur. Her iki ülke için de büyük bir yıkım yaşanmıştır. Ayrıca Türkiye’de bu savaştan etkilenmiştir. Özellikle her iki ülke de ithalatının çoğunu Türkiye’den yapmıştır.
Savaşın Türkiye’ye Etkisi: Türkiye tarafsız kalmıştır insani ve ticari ilişkilerini devam ettirmiştir. Siyasi olarak ise Türkiye Olumsuz etkilenmiştir. Çünkü sınırlarında böyle bir savaşın olması Türkiye’de birtakım güvenlik sorunlarına yol açmıştır.
İkinci Körfez Savaşı (1990-1992)
Irak lideri Saddam Hüseyin 2 Ağustos 1990 tarihinde Kuveyt’i işgal ederek 2. Körfez Savaşını başlatmıştır. Tarihte ilk kez BM üyesi bir devlet başka bir BM üyesi devleti işgal etmiştir. ABD önderliğinde BM güçleri Kuveyt’i işgalden kurtarmak için harekete geçmiş ve Irak’a saldırmıştır. Çünkü Kuveyt zengin petrol yataklarına sahiptir ve dünya ekonomisi için stratejik bir öneme sahiptir.
Savaşın Nedenleri: Savaşın başlıca nedeni 1. Dünya Savaşından sonra sınırları belirlenen bu iki ülkenin sınır sorunlarıdır. Irak, Kuveyt’i 19. Vilayeti olarak görmektedir ve daha önce de bu ülkeyi ilhak girişimleri olmuştur.
Ayrıca İran’la yaptığı savaşta ekonomik olarak çok yıpranan Irak’ın Kuveyt’ten aldığı borçların silinmesi talebinin reddedilmesi de savaşın nedenlerinden biridir.
Saddam’ın Arap aleminin liderliğini üstlenme hırsı ve bölgede İran nüfuzunun artmasının önüne geçme isteği de bu işgalin sebeplerinden sayılabilir.
Bir diğer neden ise Irak’ın körfez ülkelerinin aşırı petrol üretimiyle petrol fiyatlarının düşmesine neden olduğu iddiası ve bundan dolayı Irak’ın milyarlarca dolar zarar ettiğidir.
Son olarak soğuk savaşın bitmesiyle orta doğuda demokratikleşme beklentisinde bir artış görülmüştür. Amerika’nın bu demokratikleşme rüzgarını desteklemesi Irak’ı endişelendirmiş ve Amerikan karşıtı bir tutuma sevk etmiştir.
Körfez Krizi ve Savaşı: Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal ettikten kısa bir süre sonra Halepçe katliamı sorumlusu Kimyasal Ali lakaplı General Ali Hasan el Mecid’i Kuveyt valisi olarak atayınca uluslararası camiada çok büyük bir tepki meydana gelmiştir.
ABD öncülüğünde Irak’a müdahale koalisyonu BM şemsiyesi altında 10 Arap devleti ve Sovyetler Birliği’nin dahi desteğini alan birçok ülkeden oluşmaktaydı.
Dünya kamuoyunda bu işgalin bu derece ses getirmesinin en önemli nedeni Irak’ın Kuveyt petrollerini de eline geçirerek Dünya petrol piyasasının en güçlü aktörü olacağı gerçeğiydi. Bu durum petrol ihtiyacını bölgeden karşılayan batılı ülkeler için büyük bir tehditti.
BM Güvenlik Konseyi hızlı bir kararla Irak’ın işgali kaldırmaması halinde müdahale edileceğini resmen duyurmuştur. Bunun üzerine 17 Ocak 1991’de 37 ülkeden oluşan koalisyon birlikleri Irak’a saldırıya geçmiştir. Kuveyt içindeki Irak birliklerinin püskürtülmesiyle beraber Irak ateşkes talebinde bulunmuş ve savaş sona ermiştir.
Savaşın Bölgesel ve Uluslararası Etkisi: Savaştan sonra Irak’a uygulanan ağır ekonomik ambargolar Irak halkını çok olumsuz etkilemiş yoksulluk ve hastalıklar milyonlarca Iraklının kaderi olmuştur.
Savaşın Türkiye’ye Etkisi: Bu savaşın Türkiye’ye ekonomik alanda çok olumsuz etkileri olmuştur. Özellikle müteahhitlik hizmetleri, kara taşımacılığı konusunda Irak’a hizmet sunan Türkiye’nin bu gelirlerden mahrum kalması olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Ayrıca bu krizle birlikte petrol fiyatlarındaki aşırı yükselme petrol ithal eden Türkiye için zor koşulların oluşmasına neden olmuştur.
Üçüncü Körfez Savaşı (Irak’ın işgali ve Saddam Rejiminin Devrilmesi)
11 Eylül saldırılarından sonra ABD Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek amacıyla giriştiği bu savaşta Saddam rejimi ortadan kaldırarak yerine daha önce yönetimde söz sahibi olmayan Şii ve Kürt unsurları ikamet etmiştir.
Savaşın Nedenleri: ABD bu savaş için de uluslararası bir kamuoyu oluşturmak istese de 2. Körfez savaşındaki kadar başarılı olamamıştır. Çünkü ileri sürdüğü gerekçeler diğer ülkeler tarafından gerçekçi bulunmamıştır. ABD Irak’ın kitle imha silahları ürettiğini ileri sürmüştür ancak 1990’dan bu yana ağır ekonomik ve askeri ambargolarla boğuşan Irak’ın böyle bir imkanının olmadığı BM Güvenlik Konseyi daimi ve geçici üyeleri tarafından bilinmekteydi. Özellikle Fransa, Rusya ve Çin bu işgale karşı durmuş İngiltere ve bazı eski doğu bloku ülkeler ise ABD’nin yanında yer almışlardır.
Savaş Süreci: BM Güvenlik Konseyinden çıkan Irak’ta kitle imha silahı olmadığına ilişkin rapor dahi ABD’yi Irak’ı işgal niyetinden vazgeçirmemiştir. Bu bağlamda ABD Türkiye’den Irak işgali için bir kuzey cephesi açma yoluna gitmiştir. 1 Mart 2003’te TBMM’de yapılan tarihi oylamada ABD’nin Türkiye topraklarını kullanarak Irak’a girmesine izin veren tezkerenin reddedilmesi dahi ABD’yi durduramamış ve 20 Mart 2003’te Irak işgali başlamıştır.
Koalisyon güçleri kısa sürede Irak ordusunu bozguna uğratmış ve 9 Nisan 2003’te Bağdat düşmüştür. Savaşın bitiminden sonra Irak ordusu ve Baas partisinin fesh edilmesi koalisyon güçleri için sorunlu bir sürecin başlamasına neden olmuştur. Çünkü yönetimden izole olan Sünni Araplar intihar eylemleri gibi saldırılarla koalisyon askerlerine büyük kayıplar verdirmeye başlamışlardır. Buna çözüm olarak ABD, yönetimde Arapları da söz sahibi yapma yoluna gitmiştir.
Savaş 2003 yılında bitse de ABD askerinin Iraktaki varlığı 2011 yılına kadar devam etmiş, son Amerikan askeri birliğinin de çekilmesiyle 3. Körfez Savaşı sona ermiştir.
Savaşın Sonuçları: Saddam yönetimi devrildikten sonra ABD gözetiminde ülkedeki tüm grupları temsil eden bir geçici yönetim oluşturulmuştur. Görüntü böyle olsa da aslında yapılan yönetimden Sünni Arapların temizlenmesi ve yerlerine Kürtler ve Şii Araplardan oluşan yeni kadroların getirilmesiydi.
Irak’tan ABD’nin çekilmesinden sonra yönetim krizi devam etmiştir. Cumhurbaşkanının Kürt, meclis başkanının Sünni Arap ve başbakanın Şii Arap olarak kararlaştırılması ve yeni anayasa yapılması dahi sorunları çözmeye yetmemiştir.
Savaşın Türkiye’ye Etkisi: Yine ekonomik ve güvenlik temelli sorunlar olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle Irak’ın bölünmesi riski ile Kerkük’ün statüsü Türkiye’yi birinci dereceden ilgilendiren meseleler olduğu için bu gelişmelere kayıtsız kalması söz konusu değildir.
ORTA DOĞU’DA BARIŞ SÜRECİ
İsrail’in Doğuşu ve Filistin Sorunu
Filistin sorununun ortaya çıkışında, Osmanlının bölgeden çekilme sürecinde ve İsrail devletinin kurulma sürecinde yaşanan olaylar belirleyici olmuştur. Bu süreçte, Halife Hz. Ömer zamanında (637) Müslümanların egemenliğine geçen Filistin, 11. yy’ın sonundaki Haçlı Seferlerine kadar Müslümanların denetiminde kalmıştır. Selahaddini Eyyubi’nin Haçlıları yenmesiyle tekrar ele geçirilen bölge, Eyyübilerden sonra Memlükler ve Osmanlılar döneminde de Müslümanların denetiminde kalmıştır.
Birinci Dünya savaşı sürecinde İngilizlerin; bir yandan Arapları (özellikle Hicaz-Şam hattında) Osmanlıya karşı kışkırtmaları, diğer yandan 1916 yılında Fransa ile imzaladıkları Sykes-Picot anlaşması ile Osmanlı topraklarını kendi aralarında paylaşmaları ve bunlara ek olarak Araplardan habersizce Filistin’de Yahudilerin milli yurdunun kurulmasını desteklemeleri, Filistin sorunu sürecinde belirleyici rol oynamıştır.
Filistin sorununda önemli rolü olan ve 1917’de açıklandıktan sonra bölgenin 1920’de İngiliz manda yönetimine girmesi ile içeriği uygulamaya konulan Balfour Deklarasyonu (Dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour adıyla bilinir) Filistin topraklarında kurulacak Yahudi yurdu için destek sözü niteliğindedir. Bu dönemde bölgede 1918’de 700.000 olan Filistin nüfusunun %92’si Arap ve kalan %8’i Yahudi’yken ve Yahudilerin kontrol ettikleri toprak parçası yaklaşık %2,5 iken, 1922’de bu oran %11’e yükselmiştir. 1931’e gelindiğinde, İngiliz manda yönetiminin etkisiyle, Yahudilerin toplam nüfustaki oranı %17 iken, bu oran 1947’de %31’e, kontrol ettikleri toprak parçası ise %6,5’e yükselmiştir. Yönetim kademelerindeki Yahudilerin etkisi ve İkinci Dünya Savaşı esnasında yaşanan soykırım, bölgeye göçlerin artmasında belirleyici olmuştur. Bu süreçte Araplar Birleşmiş Milletlere, hem Birleşmiş Milletlerin hem de İngiltere’nin Arap toprakları üzerindeki tasarrufu ve hâkimiyeti ile Balfour Deklarasyonu’nun hukuki boyutu, Birinci Dünya savaşı sırasında bağımsız bir Arap devleti kurma konusunda Araplara verilen vaatler ve Filistin halkının kendi Anayasası’nı ve yönetim biçimini seçebilme hakkı ile ilgili sorular sormuşlardır.
Filistin sorunu ve İsrail’in kuruluşunda belirleyici noktalardan bir diğeri Taksim Planı’dır. Artan Yahudi terörü nedeniyle İngiltere’nin Filistin sorununu Nisan 1947’de Birleşmiş Milletler’e havale etmesi ve aynı yıl toplanan genel kurulun, 11 üyeden oluşan Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komitesi’ni (UNSCOP) kurmasıyla yapılan görüşmelerde; Yahudiler ve Dünya Siyonist Teşkilatı lideri Weizmann Filistin’in taksimini, Arap devletleri de bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını istemişlerdir.
Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komitesi’nin çalışmaları sonucunda Çekoslovakya, Hollanda, İsveç, Kanada, Guatemala, Peru ve Uruguay tarafından desteklenen Çoğunluk Planı’na göre; Filistin Arap Devletleri, Yahudi Devleti ve Kudüs Bölgesi olmak üzere üç ayrı bölgeye taksim edilecek ve Eylül 1947’den sonra iki yıllık bir geçiş döneminin ardından Arap ve Yahudi devletleri bağımsız olacaktır. Çoğunluk Planı’nda üç bölgeye eşit taksim söz konusu değildir. Bu plana göre; Arap Devletine Filistin topraklarının %42,8’i verilecek ve devletin nüfusunun 725.000’ini Araplar ve 10.000’ini Yahudiler oluşturacaktır. Yahudilere taksim edilecek toprak ise; o güne kadar toprakların sadece %6,5’i kontrol etmiş olmalarına ve toplam nüfusun %31’ini oluşturmalarına rağmen Filistin topraklarının %56,4’ünü oluşturacaktı. Bu bölgede Yahudi nüfusu 498.000 iken, Araplar 407.000’den oluşacak ancak Araplar bir süre sonra sürülecektir.
Komiteden çıkan ikinci plan ise Azınlık Planı’ydı. Hindistan, İran ve Yugoslavya tarafından desteklenen bu plana göre; Arap ve Yahudi devletlerinden oluşan ve başkenti Kudüs olacak olan bağımsız bir Filistin Federal Devleti kurulacaktı. Bu süreçte Amerika’nın çoğunluk planını/taksim planını desteklemesi ve hatta diğer ulusları da desteklemeye zorlaması ile Çoğunluk Planı, 181 A sayılı tavsiye kararı ile 29 Kasım 1947’de kabul edildi. Kararın ardından İngiltere 15 Mayıs 1948’de Filistin’deki manda uygulamasını kaldırdığında Araplar ve Yahudiler arasındaki çatışmalar artmış, Yahudiler toplu katliamlarla Arapları göçe zorlamış ve Tel Aviv’de Yahudi Ulusal Konseyi, İsrail Devleti’nin kurulduğunu açıklamıştır. İsrail devletini ilk tanıyan ülke Amerika Birleşik Devletleri olmuştur. Onun arkasından SSCB de bu yeni kurulan devleti tanımıştır.
Arap İsrail Savaşları
1948 Savaşı: İlk Arap-İsrail savaşı, 1948’de Tel Aviv’de Yahudi Ulusal Konseyi’nin İsrail Devleti’nin kurulduğunu açıklamasıyla Suriye, Mısır, Ürdün, Lübnan ve Irak kuvvetlerinin Filistin’e girmesiyle başlayan savaştır. Bu süreçte Güvenlik Konseyinin 19 Ekim 1948 tarihindeki ateşkes çağrısını taraflar kabul etmiş fakat çatışmaları durdurmamışlardır. Ayrıca Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 11 Aralık 1948’de kabul ettiği 194 sayılı karar; Filistin Uzlaştırma Komisyonu (Türkiye-ABD- Fransa) kurulmasını, mültecilere evlerine geri dönme hakkı tanınmasını ve geri dönmek istemeyenlere tazminat ödenmesini (ancak bu karar uygulanmamıştır), Kudüs ve güneyde Bethlehem’in sınırları geniş tutulup ayrı, askersiz bir bölge haline getirilerek BM’in denetimine bırakılmasını içermekteydi.
Savaş, İsrail’in Gazze’yi Mısır’la (ki Mısır ele geçirdiği toprakları ilhak etmezken, İsrail ve Ürdün ilhak etmiştir), Filistin’in Arapların elinde olan kısmını ise Ürdün’le paylaşarak kontrol ettiği toprakları %78’e çıkarmasıyla sona ermiştir. Bu sonuç toprakları işgal edilen 700.000- 900.000 Filistinlinin mülteci durumuna düşmesine neden olmuştur.
1956 Süveyş Krizi/İsrail’in Mısır’a Saldırısı: 1952’de Mısır’da darbeyle monarşiye son verilmiş, 1954’de Nâsır denetimi ele geçirmiştir. Nâsır’ın bağlantısızlık politikasını izlemesi, Doğu Blok’u ile iyi ilişkiler kurması, 1956 Mayıs’ında Çin’i tanıması ve 1955 Eylül’ünde yapılan anlaşma ile Çekoslovakya’dan silah satın alması, ABD ve İngiltere’nin daha önce verilen sözlere rağmen mevcut durumda Asvan Baraj projesine finansman desteği sağlamayacakları yönünde açıklama yapmalarına neden olmuştur. Bunun üzerine Nâsır, Temmuz 1956’da Süveyş kanalı şirketini gerekli finansmanı sağlamak için millileştirdiğini açıklamıştır. Ekim 1956’ya kadar finansman konusunda bir gelişme olmaması üzerine İngiltere, Fransa ve İsrail kanal bölgesi ve Mısır’ın diğer önemli noktalarını işgal etmiştir. Sovyetler Birliği’nin tepkisi üzerine politik üstünlük sağlamalarından çekinen ABD, İngiltere ve Fransa’ya baskı uygulamış ve bu ülkeler BM’in kararına uyarak 6 Kasım’da geri çekilmişlerdir. Savaş sonucunda Nâsır askeri başarısızlığa rağmen Arap Dünyasında prestij elde etmiş, savaşta mayınlar ve batan gemiler dolayısıyla kapanan Süveyş kanalı 10 Nisan 1957’de trafiğe açılmıştır.
Altı Gün Savaşı/1967: İsrail’in 5 Haziran 1967’de Mısır’a saldırmasıyla başlayan savaşta, Mısır’ın hava gücü daha savaşın ilk saatlerinde etkisiz hale getirilmiştir. Bu süreçte İngiliz ve Amerikan güçleri, İsrail’e yapılacak olası bir saldırıyı caydırmak için İsrail açıklarında bekletilmiş, bu durum aynı zamanda İsrail’in hava ve kara gücünü rahatça kullanabilmesine olanak tanımıştır.
Savaş süresince Mısır uçaklarının yanı sıra Suriye ve Ürdün uçaklarını da imha ederek Arap güçlerinin %80’ini etkisiz hale getiren İsrail, savaş sonucunda Mısır’a ait olan Gazze bölgesi ve Sina yarımadasını, Suriye’ye ait olan Golan Tepeleri’ni ve Ürdün’ün egemenliğindeki Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü ele geçirmiştir. Böylelikle İsrail 1947’deki Taksim Kararı ile kendisine bırakılan toprakları 1967’de dört katına çıkarırken, güvenlik tehdidi oluşturan Mısır’ın askeri gücünün %80 zayıflamasına neden olmuştur.
1967 savaşının bir diğer sonucu, Arap-İsrail sorununu daha karmaşık bir boyuta taşımış olmasıdır. Savaş öncesinde sorun, İsrail’in nihai sınırlarının belirlenmesi ve mülteci sorunu iken, savaş sonrasında “İsrail” kavramı Araplar için artık kabul edilen bir gerçek halini almıştır. Arap topraklarının büyük bir kısmını elinde bulunduran İsrail’den bu toprakların geri alınması, Kudüs’ün Statüsü, Batı Şeria’nın durumu ve sayıları gittikçe artan mülteci sorunu, çözüm bekleyen sorunlar arasında yer almıştır. Bu durum, ABD ve SSCB gibi dış güçlerin bu sorunlar ile daha fazla ilgilenmek zorunda kalmalarına neden olmuştur.
Konuyla ilgili BM’nin 22 Kasım 1967 tarihli, 242 sayılı kararı; İsrail’in savaş durumuna son vermesini ve işgal ettiği topraklardan çekilmesini, bölgedeki devletlerin egemenlik, toprak bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığı ile tanınmış sınırlar içerisinde kuvvet tehdidinden uzak olarak güvenlikli ve barış halinde yaşama hakkının tanınmasını içermekteydi. Bunlara ek olarak kararda; uluslararası su yollarında seyrüsefer serbestisinin garanti altına alınması, mülteciler meselesinin adil bir çözüme kavuşturulması, gayri askeri bölgeler ihdası suretiyle bölgedeki her devletin toprak bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığının garanti altına alınması ihtiyacı vurgulanmaktaydı. Ayrıca kararda genel sekreterden, bu kararın ilkelerine uygun barışçı ve kabul edilmiş bir çözümün gerçekleştirilmesinde taraflarla gerekli temasları yapmak üzere bir özel temsilci tayin edilmesi istenmekteydi. Ancak İsrail, BM’nin bu ve bundan sonraki kararlarını tanımayacağını dile getirmiştir.
1973 Ekim Savaşı: Bu savaş Suriye ve Mısır tarafından; Suriye ve Sina olmak üzere iki cepheden başlatılan savaştır. Savaş sürecinde ilk başta ağır kayıplar veren İsrail, ilerleyen günlerde üstünlüğü eline geçirmiştir. Irak, Ürdün ve Suudi Arabistan’ın savaşa katılmalarına rağmen Arapların lehine bir durum gerçekleşmemiştir. ABD’nin İsrail’e yardım etmesi ve tarafların BM’nin 22 Ekim tarihli 338 sayılı ateşkes kararını kabul etmeleriyle savaş mevcut durumda bir değişiklik olmadan başladığı noktada sonuçlanmıştır. Bu karar; tarafların bulundukları yerde ateşi kesmelerini ve ateşkesi 242 sayılı kararın bütün unsurlarını uygulayarak gerçekleştirmelerini, ayrıca Orta Doğu’da kalıcı ve adil bir barışın tesisi için aracılar vasıtasıyla müzakerelerin başlamasını öngörmekteydi.
1973 Ekim savaşındaki en önemli karar, 16/17 Ekim 1973 tarihinde OAPEC ülkeleri tarafından alınan ambargo kararıdır. Bu ambargo petrol fiyatlarında artışa gidilmesine neden olmuş, petrol fiyatları kısa sürede 2-3 dolardan 16 dolara kadar çıkmıştır.
Bu süreçten sonra Mısır, işgal edilen topraklarını geri alabilmek için Washington ile görüşmelere başlamıştır. 1974/1975 ayırma anlaşmalarıyla başlayan süreç, 1978’de Camp David Çerçeve Anlaşması’nın ve 1979 Mart ayında Mısır-İsrail Barış Anlaşması’nın imzalanması ile devam etmiştir.
Camp David Sonrası Gelişmeler
1979 Mart’ında İsrail’le diplomatik ilişkiler kurulmasını ve İsrail’in Sina’dan aşamalı bir şekilde çekilmesini öngören anlaşmanın imzalanması üzerine Mısır, Camp David Anlaşması ile 1967’de İsrail’in eline geçen Sina’yı geri almayı garantilemiştir ancak bu durum Arap dünyasının tepkisine neden olmuştur. Bu tepki sonucu Mısır’ın Arap Birliği’ne üyeliği askıya alınmış ve Arap Birliği’nin merkezi, Kahire’den Tunus’a taşınmıştır.
1978-1979 Camp David anlaşmalarına rağmen İsrail’in önce 1980’de Doğu Kudüs’ü, 1981’de Golan Tepeleri’ni ilhak etmesi ve 1982’de Güney Lübnan’ı işgal etmesi, barışa yönelik tavrında bir değişiklik olmadığının göstergesi olmuştur. Yaşanan bu gelişmelerin ardından 1982 Eylül’ünde yapılan Regan Planı adlı teklifte ABD, İsrail’in Batı Şeria’yı güvenlik içerisinde yönetmesini sağlayacak bir formül üzerinde dururken, bağımsız bir Filistin devletini desteklemeyeceğini, sadece belli bir süre sonra (beş yıl) özerklik verilebileceğini belirtiyordu. Diğer bir ifade ile plan, Filistin sorununa çözüm getirmeyip sadece ertelerken, kısa vadede İsrail’in güvenlik sorununu çözmeyi amaçlıyordu. Bu plan Batı Şeria’dan çekilme çağrısında bulunduğu için İsrail tarafından reddedildi. 1983 Şubatı’nda Cezayir’de toplanan Filistin Ulusal Konseyi de, planın sorunlarına ciddi çözümler getirmediğini belirterek reddetti. Eylül 1982’de Fez’de toplanan Arap Zirvesi’nde ortaya konan Fez Planı’nda yer alan Filistinliler için temel talepler, Filistinlilerin kendi kaderlerini belirleme hakkına sahip olması, FKÖ’nün tek meşru temsilci olarak tanınması, Kudüs’ün doğusu da dâhil olmak üzere İsrail’in 1967’de işgal ettiği topraklardan çekilmesi ve başkenti Kudüs olan bağımsız bir Filistin devleti kurulması şeklindeydi. Bunlara ek olarak, Yahudi yerleşim yerlerinin boşaltılmasını, Filistinli mültecilerin geri dönüşlerinin sağlanmasını ve geri dönmek istemeyenlere tazminat ödenmesi konusundaki BM kararının uygulanmasını, üç dinin kutsal yerlerde dinsel törenlerini özgürce yapabilmelerini ve Batı Şeria ile Gazze’nin altı aydan fazla süreyle BM gözetiminde kalmasını, BM Güvenlik Konseyinin bölgedeki tüm devletlere barışı garanti etmesini talep ediyordu.
Bu süreçten sonra yaşanan en önemli gelişmeler arasında Aralık 1987’de başlayan Filistin İntifada hareketi ve Ağustos 1988’de Ürdün Kralı Hüseyin’in, Batı Şeria ile yasal ve yönetimsel bağlarını kopardığına, FKÖ’yü Filistin halkının tek meşru temsilcisi olarak her açıdan destekleyeceğine, Filistin önderliğinde sürgünde kurulacak hükümeti tanıyan ve destekleyen ilk ülke olacaklarına ilişkin açıklamaları yer almaktadır. Bu açıklamaların ardından 12-15 Kasım 1988’de Cezayir’de toplanan FKÖ ve Filistin Ulusal Konseyi’nin 1948 bölünme sınırlarını esas alan ve başkenti Kudüs olan, sürgünde bağımsız bir Filistin devleti kurulduğunu açıklamaları dönemin bir diğer önemli olayıdır. Bu süreçte Filistin politikasındaki önemli değişiklik 242 ve 338 sayılı BM kararlarını ve İsrail’in var olma hakkını kabul etmeleri olmuştur.
1988 sonu ve 1989 başından itibaren bölgesel ve uluslararası koşullar (ABD baskısı, İsrail kamuoyundan gelen baskılar) FKÖ ile İsrail Izak Şamir hükümeti arasında müzakerelerin başlamasını kaçınılmaz kılmıştır. Böylece Ekim 1991’de Madrid görüşmeleri başlamıştır. 1992 Haziran seçimlerini İşçi Partisi’nin kazanmasıyla barış süreci yeni bir dinamizm kazanmış, Eylül 1993’te Norveç’in arabuluculuğuyla Oslo Süreci başlamıştır.
Oslo Sonrasında Orta Doğu Barış Süreci
Oslo sürecinde imzalanan anlaşmalar; FKÖ ve İsrail’in karşılıklı olarak birbirlerini tanımalarını, FKÖ’nün şiddet kullanımından vazgeçmesini, Gazze ve Eriha’da geçici bir özerk yönetim oluşturulmasını öngörüyordu. Anlaşmanın Mayıs 1994’te imzalanan ikinci aşaması ise, Batı Şeria’da Özerk Filistin yönetimi oluşturulmasını ve beş yıl içerisinde bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını içeriyordu.
Oslo süreci sonunda Filistin’in tam kontrolüne terk edilen bölge %18’de kalmış, ortak denetimin söz konusu olduğu bölge ise %22 olmuştu. 1967’de işgal edilen Batı Şeria’nın %60’ı hala İsrail’in tam denetiminde bulunuyordu. Bunun nedeni, bu süreçte yapılan anlaşmalara rağmen İsrail’in çekilme işlemini geciktirmesi, yeni yerleşim birimleri kurmaya devam etmesi ve bu dönemde Yahudi yerleşim birimleri ile İsrail’in diğer bölgelerine ulaşımı sağlayacak olan yolları Filistin köylülerinin topraklarında inşa etmesidir.
17 Mayıs 1999 tarihinde yapılan başbakanlık seçimlerini kazanan ve Netanyahu yerine gelen İşçi Partisi lideri Ehud Barak’ın, barış süreci konusundaki yaklaşımı olumlu olmuştur. Taraflar, 4 Eylül 1999’da Mısır’da imzalanan Şarm el-Şeyh Memorandumu çerçevesinde Kudüs’ün statüsü, sınır sorunu, Yahudi yerleşimleri ve mülteciler sorununu içeren nihai statü görüşmelerine başlayabilmek için önceki anlaşmalarda öngörülen hedeflerin gerçekleştirilmesi gereği üzerine odaklanmışlardır. Sonrasında 11-24 Temmuz 2000 tarihleri arasında İsrail ve Filistin heyetleri Camp David’de bir araya gelerek, Oslo sürecinin öngördüğü nihai statü konularında bir anlaşma sağlamaya çalışmışlardır. II. Camp David zirvesinde yapılan anlaşmada, barış sürecinin son tarihi 13 Eylül 2000 olarak gösterilmiş ama anlaşma öncesi bir araya gelen tarafların birbirlerinden uzak oldukları bir kez daha anlaşılmıştır.
28 Eylül 2000 tarihi, Filistin sorununun dönüm noktalarından biri olmuş, muhalefetteki Ariel Şaron’un, Harem-i Şerif ‘e (el- Aksâ Camii) çok sayıda İsrail askeriyle yaptığı provokasyon niteliğindeki ziyaret, Filistinlilerin protesto gösterilerine yol açmış ve El–Aksâ İntifadası olarak da bilinen İkinci İntifadayı başlatmıştır. Bu süreçte bir yanda İsrail’in orantısız güç kullanımı ve sindirme girişimi, diğer yanda İslami Cihad, El-Aksâ Şehitleri Tugayı, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Hamas’ın üstlendiği intihar saldırıları olmuş, gerek İsrail saldırılarında, gerekse İsraillilere karşı girişilen intihar saldırılarında çok sayıda can kaybı yaşanmıştır.
İsrail’de 6 Şubat 2001’de yapılan seçimlerde Ariel Şaron’un başbakan olması gerilimi daha da arttırmış, hatta Şaron, 11 Eylül sonrasında Filistin halkına karşı uyguladığı şiddeti, Amerikan hükümetinin Afganistan’a karşı uyguladığı terör savaşıyla ilişkilendirmiştir. 2002 Şubat ayından itibaren saldırılarını Arafat üzerinde yoğunlaştıran Şaron hükümeti, Arafat’ın Ramallah’taki karargâhını kuşatmıştır. Yaşanan bu gelişmelerden sonra 26-28 Mart 2002’de 22 ülkenin katılımıyla Beyrut’ta yapılan dördüncü Arap Birliği zirvesinde, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Abdullah tarafından sunulan ve İsrail’in 1967’deki sınırlara çekilmesi ve Filistinli mültecilerin sorununun çözümü karşılığında İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini öngören plan, ‘Arap Planı’ olarak kabul edilmiştir. Bu plan ilk kez İsrail’in bütün komşuları ve Arap ülkeleriyle aynı anda barış anlaşması imzalayarak güvenli sınırlarda tanınması fırsatını vermekteydi.
Şaron’un 2002 Mart ve Nisan’da Filistin topraklarına yoğun saldırısı ve yaşanan gelişmeler, 2002’nin ikinci yarısında New York’ta ABD, AB, BM ve Rusya’nın ‘Yol Haritası’ adlı yeni bir Orta Doğu barış planını ortaya atmasına neden olmuştur. Üç aşamadan oluşan Yol Haritasının ilk aşaması, Filistin’de siyasi reformlar gerçekleştirilip, bu çerçevede seçimlerin yapılmasını, İsrail’in işgal ettiği topraklardan geri çekilmesini, yeniden 2000 Eylül’e dönülmesini ve tarafların şiddete son vermesini; İkinci aşaması 242 ve 338 sayılı kararların uygulanmasını, geçici sınırlara sahip egemenlik unsurları taşıyan bir Filistin devletinin kurulmasını; bu çerçevede Filistin’de reformların bitirilmesini ve Filistin’in kendi demokratik kurumlarını oluşturmasını; üçüncü aşaması ise Kudüs, yerleşimciler meselesi ve Filistinli mülteciler sorunu gibi meselelerin çözümü ve tam bağımsız bir Filistin Devleti kurulması aşamasını gerçekleştirmeyi öngörüyordu. Bu dönemde Bush, Arafat’ı dışlamak için, Filistin yönetiminin müzakerelerde yer alabilmesinin, yeni başbakanın belirlenmesi ile mümkün olacağını belirtmiştir. Yol Haritası’ndan da etkili bir sonuç alınamamıştır.
Ariel Şaron, 2 Şubat 2004’te Gazze Şeridi’ndeki tüm Yahudi yerleşim yerlerini boşaltacağına ilişkin bir açıklama yapmasının ardından, Ağustos 2005’te başlattığı çekilme işlemini Eylül sonunda tamamladı. Böylece Yahudiler, Gazze’deki 21 yerleşim yerinin tamamından ve Batı Şeria’daki 120 yerleşim biriminin 4’ünden çekilmiş oldu. Ancak İsrail, Gazze’nin kontrolünü karadan, denizden ve havadan elinde bulundurmaya devam etti.
Filistin’de ise, 25 Ocak 2006’da yapılan seçimleri %60 oyla Hamas kazandı. İsrail’i tanımayan, şiddet kullanımından vazgeçtiğini açıklamayan ve kurtuluş bildirgesinde İsrail’in yıkılmasını öngören maddeyi kaldırmayan Hamas’ın iktidara gelmesi, onu terörist örgüt olarak gören ABD ve İsrail ile Filistin arasındaki ilişkinin zor bir döneme girdiğinin işareti oldu. Hamas’ın iktidara gelmesi ile İsrail hükümeti, aylık 50 milyon doları bulan gümrük vergisi ve fon gelirinin Filistinlilere aktarımını durdurma ve Hamas üyelerinin, İsrail denetimi altındaki bölgelerde dolaşımını engelleme gibi yaptırımlarda bulunmuştur.
Filistin’de Aralık 2006’da Hamas ve el-Fetih arasında çatışmalar yaşanmaya başlamış, sonuç olarak Batı Şeria’yı FKÖ, Gazze’yi ise Hamas’ın kontrol ettiği ikili bir yapı ortaya çıkmıştır.
2005-2007 arasındaki dönemde İsrail-Filistin arasındaki barış görüşmelerine ilişkin en önemli gelişme ise Amerika’nın girişimiyle 27-29 Kasım 2007’de gerçekleşen Annapolis toplantısı olmuştur. Bu toplantıda, taraflar arasında barış görüşmelerinin hemen başlaması ve 2008 sonuna kadar bitirilmesi, tarafların bu süre içerisinde Kudüs, mülteciler, yerleşimciler, sınırlar ve su konularını kapsayan nihai statü konularında anlaşma sağlamaya çalışması yönünde kararlar alınmıştır. Ancak 2008 yılına gelindiğinde hiçbir somut adım atılmamıştır. Filistinliler arasında çatışmaların devam ediyor olması, 2008’de ABD’de ve 2009’da İsrail’de seçimlerin olması bu sürecin başarı şansını azaltan sebepler arasında yer almaktadır. Aralık 2008-18 Ocak 2009 tarihleri arasında devam eden İsrail’in Gazze işgali ile bu süreçte uyguladığı meşruiyeti olmayan ambargo ve abluka, barış sürecini olumsuz etkileyen gelişmeler arasında yer almaktadır. İsrail bu dönemde, Gazze ablukasına karşı eylemleri ve insani yardım götürme girişimlerini de güç kullanarak önlemiştir.
31 Mayıs 2010’da Filistin’e yardım amaçlı yola çıkan Mavi Marmara adlı gemiye düzenlediği saldırıda 9 Türk hayatını kaybetmiştir.
Gazze Saldırısı Sonrası Süreç Ve Netanyahu Dönemi
Gazze işgali, İsrail’de Şubat 2009’da yapılan seçimlerde sağ partilerin oylarını arttırmasına, dolayısıyla merkez ve soldaki partilerin oy kaybetmesine neden olmuştur. Bu durum kamuoyunun Gazze saldırısını onayladığını göstermektedir. Seçimden sonra kurulan hükümetin başbakanı Netanyahu, daha önce yanaşmadığı iki devletli yaklaşımı kabul etmiş ancak kurulacak Filistin devletinin silahsızlandırılmış olması, havadan, karadan ve denizden İsrail kontrolünde olması ile söz konusu devletin güvenlik için başka bir devletten askeri destek istememesi yönünde uluslararası garanti vermesi koşullarını getirmiştir. Bunlara ek olarak Filistin ve Arap ülkelerinin, İsrail’i bir “Yahudi Devleti” olarak tanımalarını istemişlerdir. Kudüs’ün “ayrılmaz ve bölünmez olarak” İsrail’in ebedi başkenti olarak ilan edilmesi, tüm Filistin’in Yahudi anavatanı olarak nitelenmesi ve Yahudi yerleşim yerleri inşaatına devam edilmesi, Filistin devletinin kurulmasına aslında izin verilmeyeceğini işaret etmekteydi.
İsrail’in yeni yerleşim yerleri inşa etmeye devam etmesi, ABD’nin tepkisine neden olmuştur. Ancak Obama yönetiminin İsrail’e silah satışına devam etme ve 2011’de İsrail’e verilen askeri yardımı 3 milyar dolara çıkarma kararı, taraflar arasında askeri bir sorun olmadığına işaret etmektedir.
ORTA DOĞU’DA ENERJİ KAYNAKLARI VE POLİTİKALARI
Küresel Enerji Piyasası Açısından Orta Doğu’nun Konumu ve Önemi
Dünya petrol rezervlerinin yaklaşık %57’si ve doğal gaz kaynaklarının da %41’i Orta Doğu’da bulunmaktadır. Bu olgu Orta Doğu’yu dünya siyasetinin merkez üssü haline dönüştürmekte ve önemli bir yer atfedilmesine yol açmaktadır. Dünyada enerji rezervine sahip olmayan ülkeler en büyük tüketimi gerçekleştirdiği için petrol tedarikinin önemli bir kısmını Orta Doğu ülkelerinden karşılamaktadır. OPEC üyesi 12 ülke toplam ham petrol rezervinin %81’ini elinde tutmaktadır. Bu rezervlerin önemli bir kısmı 265 milyar varili S. Arabistan, 141 milyar varili İran, 141 milyar varili Irak, 98 milyar varili BAE, 101 milyar varili Kuveyt, 5,5 milyar varili Umman,
2.5 milyar varili Suriye, 25 milyar varili Katar ve diğer Orta Doğu ülkelerinde de toplamda yaklaşık 3 milyar varillik bir rezerv bulunmaktadır. Orta Doğu bölgesi, doğal gaz rezervi bakımından da dünyanın en zengin bölgesi konumunda yer almaktadır. Doğal Gaz İhracatçısı Ülkeler Forumu (The Gas Exporting Countries Forum- GECF) 2001 yılında İran’da gerçekleştirilen bir toplantıyla kurulmuş ve doğal gaz konusunda da OPEC benzeri bir kartel oluşturarak üretim ve fiyatlandırmada işbirliğini güçlendirmek hedeflenmiştir. Dünya doğal gaz rezervlerinin yaklaşık %41’inin Orta Doğu’da yer alması bölgenin önemini ortaya koymaktadır.
Dünya Enerji Üretimi ve Tüketiminde Orta Doğu Ülkelerinin Rolü
Zengin rezervlere sahip Orta Doğu ülkeleri, 1960’da Irak’ta kurulan OPEC’in de üyesidirler. Petrol fiyatlarına istikrar kazandırma amacıyla kurulan OPEC (Organization of Petroleum Exporting Countries, Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü) 1970’lerden sonra petrol fiyatlarının yanı sıra üretim ve üye ülkeler arasında petrol piyasasının istikrarını sağlama amacına yönelmiştir. OPEC kurucu üyeleri arasında İran, Irak, Kuveyt, Suudi Arabistan ve Venezuela bulunmaktadır. Salt rezerv değil aynı zamanda tüketiciler açısından ele alındığında petrol ithalatı açısından da Orta Doğu oldukça yaşamsal bir öneme sahiptir. Bundan dolayı uluslararası sistemdeki ülkeler, Orta Doğu ülkelerindeki siyasal ve toplumsal gelişmelere kayıtsız kalamamaktadırlar. Petrolün güvenirliği, kolaylığı, yenilenebilir bir kaynak olmaması enerji tüketiminde petrole olan bağımlılığın sürmesine yol açmaktadır. Ancak bu faktörler tek başına yeterli olamayarak buna bir de fiyat faktörünün eklenmesi gerektiği görülmektedir. Nitekim 2008 yılında kömür ve doğalgaz tüketiminin artmasında yüksek petrol fiyatlarının önemli bir rolü olmuştur. Doğal olarak artan petrol talebinin hangi ülkeler için ne ifade ettiğinin daha iyi anlaşılabilmesi için ülkelerin tüketimini dikkate almak gerekir. Bu durumda bize en büyük tüketimi gelişmiş ülkelerin yaptığını göstermektedir.
Dünya petrol üretiminin yaklaşık %32-34’ünü karşılayan Orta Doğu ülkelerinin dünya petrol tüketimindeki payı ise yaklaşık %9 civarındadır. Ürettiği petrolün büyük bir kısmını ihraç eden Orta Doğu ülkelerinin en büyük alıcıları hem gelişmiş sanayi ülkeleri hem de petrol yoksunu ülkelerin tümüdür.
Enerji Ticaretinin Uluslararası İlişkilere Etkisi
Orta Doğu’daki enerji ile politika arasındaki ilişkinin anlaşılmasına, enerji kaynaklarının küresel ticarete etkisi katkı sağlamaktadır. Petrol fiyatlarına bağlı olarak tüketici ülkelerden üretici ülkelere her yıl ciddi bir gelir transferi yapılmaktadır. Ulaştırma, rafine sonrası petrol ve ülkeler tarafından uygulanan vergiler fiyatlara eklenince petrol piyasasını doğrudan etkileyen oranlarda paraların el değiştirdiği görülmektedir. 2008 yılında petrol fiyatlarında yaşanan istikrarsızlıklar nedeniyle Orta Doğu ülkelerinin gelirlerinde büyük bir artış yaşandı. Petrol fiyatlarındaki değişiklik Orta Doğu’daki üreticiler kadar bölge dışındaki petrol üreticisi ülkeleri de etkilemektedir. Özellikle Meksika, Venezuela, Nijerya ve Rusya Federasyonu petrol fiyatlarındaki değişimlerden etkilenen en önemli ülkeler arasında yer almaktadır. Dolayısıyla Orta Doğu’da yaşanacak olası bir kriz doğrudan bölge dışı üretici ülkelerin gelirlerini etkileyecek ve bir artışa yol açacaktır. Dolayısıyla ham petrol fiyatlarındaki artış tüm tüketici ülkeleri doğrudan etkileyecektir.
Enerji Rezervine Sahip Orta Doğu Ülkelerinin Siyasal ve Toplumsal Yapıları ve Petrol Politikaları
Petrol ve doğal gaz kaynaklarının varlığına karşın petrol zengini Basra Körfezi ülkelerinin toplumsal ve siyasal yapılarına bakıldığında, İran ve Irak dışındaki rejimlerin geleneksel krallık veya emirlikle yönetildiği, bu ülkelerdeki devlet yönetiminin belli aileler elinde olduğu görülmektedir.
Basra Körfezi ülkeleri güçlü ekonomik yapıya sahip olmalarına karşın kırılgan toplum yapıları nedeniyle rejimlerini iç ve dış tehditlere karşı koruma gereği duymaktadırlar. İran ve Irak bu noktada diğer ülkelerden farklılık göstermektedir. Her iki ülke de ciddi bir enerji rezervine sahiptir; ancak Irak Amerikan işgali sonrası, İran ise Humeyni devrimi sonrası hem bölgesel hem de ulusal sorunlar yaşamış ve barışçıl bir işbirliğine ulaşamamıştır. Suudi rejimi de Irak işgali sonrası ve İran’ın artan etkisi yüzünden sorun yaşamakta ve ciddi silahlanma projelerini gerçekleştirmektedir. Bu yüzden Suudi Arabistan bir süredir artan enerji gelirlerinin bir kısmını güvenlik politikalarına yatırmaktadır. Sonuç olarak dünya rezervlerinin önemli bir kısmını barından Basra Körfezi hem rekabet halindeki rejimler hem de birbirlerinin etkisini sınırlamaya çalışan rejimleri barındırmaktadır.
Suudi Arabistan’ın rezervlerine bakıldığında dünya petrol rezervlerinin %16’sına sahip olduğu görülmektedir; üstelik en düşük maliyetlerle petrol üreten bu ülkenin tek başına ABD’nin petrol talebinin neredeyse %15-20’lik kısmını karşıladığı bilinmektedir. Umman’a bakıldığındaysa, diğer yeraltı zenginlikleri arasında doğal gazın başta geldiği ve var olan rezervlerin çok az bir kısmının bugünkü teknoloji ile üretildiği tahmin edilmektedir. Bahreyn ise, ilk petrol keşfedilen ülkelerden biridir. Düşük petrol üretimi ve diğerlerine kıyasla önemsiz bir rezerve sahip olmasına rağmen, bölgenin gelişen hizmet sektörünü elinde tutmaktaydı. Bahreyn’in stratejik konumu onun bölgenin önemli bir ticaret ve hizmet merkezi olmasına yol açmıştır. Bu durum Dubai ve Katar’ın ekonomik girişimleriyle son bulmuştur. Birkaç alanda ekonomik açılım gösteren Bahreyn, Arap Baharı ile birlikte Şii isyanı yüzünden ciddi sorunlarla yüzleşmiştir. Katar ise, hem ekonomik hem de politik liberalizasyonlar anlamında ciddi adımlar atmıştır. Umman’ın ekonomisi de büyük oranda petrol üretimi ve ihracatına dayanmaktadır. Diğer Körfez ülkeleri gibi kraliyet ile yönetilmektedir.
Kuveyt ise güçlü ekonomik yapısına rağmen, petrole olan bağımlılığını azaltmak için ekonomisini çeşitlendirme çalışmaları yapmaktadır.
BAE, petrol ve doğal gaz rezervleri açısından dünyanın en zengin ülkeleri arasındadır. Aynı zamanda Rusya, İran ve Katar’dan sonra en fazla kanıtlanmış doğal gaz rezervine sahip ülkedir. Bölgedeki en liberal ekonomiye sahiptir ve BAE’de Abu Dabi toplam petrol rezervinin %95’ine sahipken, geri kalan petrolün önemli bir kısmı Dubai’ye aittir. Orta Doğulu petrol üreticisi ülkeler, dünyanın en stratejik enerji kaynaklarından en az ikisine sahiptir. Özellikle 11 Eylül, Arap Baharı, Afganistan Savaşı ve Irak Savaşı sonrası Arap yöneticileri, ABD’nin siyasi ve askeri baskısı altında petrol üzerindeki devlet kontrolünü gevşetmeye zorlanmaktadır. İran üzerindeki siyasi ve diplomatik baskılar devam etmektedir. Artan uluslararası baskı karşısında bazı Arap üreticilerin çok uluslu petrol şirketleri ile bir anlaşmaya gidip, petrol üzerindeki devlet tekelini gevşetecekleri tahmin edilmektedir.

TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU POLİTİKALARI
Giriş
Türkiye, Orta Doğu ve Avrupa arasındaki köprüyü oluşturuyor olmasına rağmen son döneme kadarki dış politikalarında Orta Doğu hem ekonomik, hem siyasi, hem de güvenlik alanlarında ihmal edilmiştir. Bu ihmalin arkasında Türkiye’nin kendi tercihlerine ek olarak batılılaşma sürecinde batı ülkeleriyle olan ilişkilerinin korunmasının gerekliliği de yatmaktadır.
Türkiye’nin Orta Doğulu komşularıyla olan ilişkileri, A.B.D. ile olan ilişkilerinden önemli ölçüde etkilenmiştir. A.B.D. ve diğer batılı ülkeler ile olan “çok boyutlu dış politika” anlayışı, batı ülkeleriyle ilişkilerin korunmasına yönelik çabalar gösterse de yakın dönemde bölgedeki istikrarsızlık ile birlikte yakın komşu ilişkilerini de göz önünde bulundurmak mecburiyetinde kalan Türkiye için “eksen kayması” eleştirileri olmuştur.

Türkiye’nin İran Politikası
Türkiye’nin en büyük komşusu olan İran ile olan ilişkileri genel olarak “çatışmaya dönüşmeyen bir gerginlik” olarak yorumlanabilir. İki ülkenin rekabet ve güç mücadeleleri, ekonomik ilişkilerini de olumsuz etkilemiştir. Cumhuriyet’in ilk döneminde İran ile yaşanmaya başlanan gerginlikler önce 1932 ve 1937 Anlaşmalarıyla çözülmüş olsa da Soğuk Savaş döneminde Batı ülkelerinin müttefiği olarak Bağdat Paktı/CENTO anlaşmasına dahil olan Türkiye, İran’ın Şah dönemi süresince İran ile sıkıntılı bir ilişki yaşamıştır ve bu ilişkiyi ilerletememiştir. Türkiye’nin İran politikası, İkinci Dünya Savaşı sonrasından itibaren A.B.D.’nin talepleri doğrultusunda baskı altında kalmış ve bazen de şekillenmiştir. Özellikle ‘90’lı yıllarda İran ile Türkiye arasındaki ilişkiler, A.B.D.’nin İran’a Türkiye üzerinden baskı uygulamasıyla gerginleşmiş, İran’ın PKK’ya katkıda bulunduğu iddiaları ve benzer suçlamaların İran tarafından da Türkiye’ye yapılmasıyla çatışmanın eşiğine gelmiştir. Özellikle 1979’da gerçekleşen İslam Devrimi sonrasında İran ve Türkiye’nin farklı ideolojik yaklaşımları, iki ülkeyi çatışmanın eşiğine götürmüştür. Bu ideolojik farklılıklar, 2000’li yıllarda Türkiye’nin benimsediği yeni İran politikasında aşılmaya çalışılmış, ekonomik ilişkiler hızlandırılmıştır. Doğalgaz ve petrol anlaşmalarıyla başlayan yeni İran politikası A.B.D. yönetimini rahatsız etmiş olsa da doğal kaynakların ötesinde ihracat ve ithalat alanında önemli işbirliği oluşturmuştur. ‘90’lı yıllarda meydana gelen suçlamalar, güven politikası çerçevesinde istihbarat paylaşımına ve iş birliği koordinasyonu için komisyonların kurulmasıyla yerini ortak çalışmaya bırakmıştır. Türkiye’nin İran ile olan ilişkilerinin sınandığı bir nokta, Batı ülkelerinin İran’ın nükleer programı çerçevesinde oluşturdukları baskı olmuştur. Bu baskılara karşı gelmekle birlikte “bölgenin bir barış havzasına dönüştürülmesi” amacıyla Türkiye’nin İran ve Brezilya arasında imzaladığı Tahran Anlaşması’nı A.B.D. ve İsrail başta olmak üzere diğer ülkeler kabul etmemiştir. Türkiye’nin yaklaşımının Batı ülkeleri ve NATO bünyesinden farklı olması, Türkiye’nin “eksen kayması” eleştirilerine maruz kalmasına sebep olmuştur. 2011 yılından itibaren meydana gelen Arap Devrimleri çerçevesinde Türkiye’nin NATO savunma yaklaşımı kapsamında sınırlarına erken uyarı radar sistemi ve füze sisteminin yerleştirmesi ile birlikte İran ilişkilerindeki güven sarsılmış olsa da ekonomik anlamda gelişmiş olan ilişkiler devam etmektedir.
Türkiye’nin Irak Politikası
Türkiye’nin Irak politikası, çoğunlukla bölge dışından gelen etkilerle şekillenmiş olup, Irak’ın istikrarsızlığı ve kuzeyinde Türkiye’ye yönelik bir tehdit oluşturan PKK varlığı nedeniyle çoğunlukla sorunlu ve çatışmalı bir ilişki olmuştur.
Türkiye’nin Irak ilişkileri, Misak-ı Milli sınırları içerisinde yer alan Musul vilayetinin İngiltere vesayeti altında Irak topraklarına dahil edilmesiyle sorunlu olarak başlamıştır. İngiltere’nin nüfuzunu kullanarak Musul’u Irak sınırlarına dahil etmesi ve Türkiye’nin Batı ülkeleriyle olan ilişkilerini iyi tutmaya çalışmasıyla Türkiye tavizlere zorlanmıştır. Soğuk Savaş döneminde Irak’ın Sovyetler Birliği’ne yanaşması ile birlikte Batı ilişkilerini koruyan Türkiye, Irak’taki 1958 Darbesi’ne kadar Bağdat Paktı çerçevesinde korunan güvenliği daha da desteklemek zorunda kalmıştır. Irak ve Türkiye sınırlarında yaşayan Kürtlerin aralıklı isyanlarında Kuzey Irak bölgesinin üs olarak kullanılması, iki ülkeyi işbirliğine zorladığından, terörist eylemlere karşı ortak “sıcak takip” imkanları, iki ülkenin ilişkisinin çatışmaya dönüşmesine engel olmuştur.
1990’lı yıllarda Irak’ın diğer komşu ülkeleri olan İran ve Kuveyt ile olan çatışmaları, A.B.D.’nin ağırlıklı önderliğinde Irak’ın dış müdahalelere maruz kalmasına ve Türkiye-Irak ilişkilerinin de değişmesine neden olmuştur. Öncelikle ekonomik kayıplar veren Türkiye, daha sonra Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak’ın kuzeyinde ve güneyinde A.B.D. tarafından oluşturulan “uçuşa yasak bölge” ve “güvenli bölge” uygulamalarından zamanla olumsuz etkilenmiştir. İlk aşamada A.B.D. politikası çerçevesinde Irak ülkesinin bütünlüğünü korumak amacıyla geliştirilen bu yaklaşımlar, oluşan otorite boşluklarından faydalanarak ülkenin kuzeyinde yer alan Kürt nüfusunun fiili bir Kürt devleti kurabilmelerinde etkili olmuş, PKK gibi terör örgütlerinin de faaliyet yürütebilecekleri alanlar oluşturmuştur. Türkiye’nin ‘90’lardaki dış politikalarındaki hatalar nedeniyle A.B.D.’nin Çekiç Güç faaliyetlerinin ardından Kürtlere olan yaklaşımı, Mesut Barzani ve Celal Talabani önderliğinde Kürt gruplarının PKK’yı desteklemelerine yol açmıştır. Ancak 2000’li yıllara gelindiğinde Bölgesel Kürt Yönetimi muhatap olarak kabul edilmiş ve güç mücadelelerinden dağılmış olan Irak’ta bulunan bir aktör ile diyaloglar sonucunda ulusal olarak olmasa da bölgesel olarak Irak ile olan ilişkiler olumlu yönde gelişmeye başlamıştır.
Türkiye’nin Suriye Politikası
Türkiye’nin Suriye ile olan ilişkileri genel olarak olumsuz olmuştur. Birinci Dünya Savaşı ardından Orta Doğu bölgesinin sınırları çizilirken Suriye’nin Fransa vesayetinde kalması, Türkiye-Suriye sınırının 1939 yılına kadar sorunlu kalması, sonrasında Hatay’ın Türkiye sınırına dahil edilmesi ve Soğuk Savaş döneminde Türkiye ile Suriye’nin karşıt taraflarda yer almaları, iki ülke arasındaki olumsuz ilişkilerin sürekliliğine neden olmuştur. Bu bağlamda GAP kapsamında kurulan barajların Suriye için su sorunu oluşturmasıyla birlikte Suriye, Türkiye’ye karşı terör saldırılarında bulunan ASALA ve PKK’yı desteklemiştir. Bu karşılıklı çatışma politikaları 1998’de savaşın eşiğine gelmiş, A.B.D. ve İsrail desteğiyle Türkiye ciddi bir askeri müdahale tehdidinde bulunmuştur ve ancak İran ve Mısır’ın ara buluculuğuyla imzalanan Adana Mutabakatı’yla daha sağlıklı bir hale gelmiştir. Bu belgede kararlaştırılan hükümler doğrultusunda PKK lideri Abdullah Öcalan Şam yönetimi tarafından ülkeden çıkarılmış ve PKK’ya desteği sona erdirilmiştir. 2000 yılından itibaren Beşar Esad’ın yönetimindeki Suriye ile iş birliği artmaya başlamış, 2002’de Türkiye’de yönetime gelen AK Parti’nin Suriye politikalarıyla bir dönüşüm yaşanmıştır. 2009 yılında “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Anlaşması” imzalanmış ve bu anlaşma kapsamında ortak kabine toplantıları yapılmaya başlanmıştır. Bu gelişmelere rağmen Arap Devrimleri çerçevesinde Suriye’yi dengesizleştiren isyanlar sonucunda Şam yönetimiyle ilişkiler bozulmuştur. Esad yönetiminin demokrasi karşıtı ve zorbacı tutumu nedeniyle Türkiye, Suriye politikasında Şam ile olan ilişkilerini sonlandırmıştır. 2012’de 180 binden fazla mülteciye sınırlarını açan Türkiye, Suriye yönetiminin şiddet politikalarına karşı Arap Birliği gibi bölgesel ve BM gibi küresel örgütler ile sorunun çözümüne yönelik politikalar izlemiştir.
Türkiye’nin İsrail-Filistin Politikası
Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri ve Filistin sorununa olan yaklaşımında politikasının temel özellikleri aşağıdaki şekilde sıralanabilir:
• Türkiye’nin İsrail ile ilişkisi inişli çıkışlı olmuştur. Bazı dönemlerde İsrail yanlısı denilebilecekken bazen de Arap ülkelerinden ve Filistin’den yana olmuştur.
• Türkiye, 1949 yılında İsrail’i resmen tanıyarak diplomatik ilişkilerini en kötü ve sorunlu dönemlerde bile devam ettirmiştir.
• Türkiye’nin bu konudaki yaklaşımı A.B.D.’nin etkisinde kalmıştır.
• Türkiye, çoğu Arap ülkesi ve İran tarafından “güvenilebilecek” ve iş birliği yapılabilecek bir partner olarak görülmüş olsa da, A.B.D. ile paralel olduğu dönemlerde bölgedeki Müslüman ülkeler “şüpheci” yaklaşmıştır. A.B.D.’den bağımsız olarak İsrail’in saldırgan politikalarına ve Gazze ablukasına karşı olan tutumu ile bölgedeki Müslüman halklar ve yönetimlerin çoğu, Türkiye’nin Orta Doğu politikasının bağımsız ve “güvenilir” olduğunu düşünmeye başlamıştır.
Tarihsel olarak incelendiğinde 1947 yılındaki BM Genel Kurulu’nun Filistin topraklarını iki devlete bölmeyi öngören tasarısına ret oyu vermesine rağmen, 1949’da İsrail devletini tanıyan ilk Müslüman ülke olması ve en olumsuz durumda bile İsrail ile diplomatik ilişkilerini sürdürmesiyle Türkiye’nin İsrail-Filistin politikası, Arap ülkelerini kızdırmıştır. 1990’lı yıllarda A.B.D.’nin de politik etkisinde kalan Türkiye, İsrail ile birçok askeri işbirliği anlaşması imzalamış olsa da 2000’li yıllarda bu ilişkiler, İsrail’in bölgedeki Arap nüfusuna yönelik saldırıları nedeniyle tekrar gerilmiştir. Bu ilişkilerin dönüm noktası ise Aralık 2008 ve Ocak 2009 arasında İsrail’in gerçekleştirdiği saldırılarda 1400’den fazla kişinin hayatını kaybetmesi olmuştur. 2010 yılında İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon’un, Türkiye’nin İsrail Büyükelçisi Oğuz Çelikkol’u makamına çağırıp hakaret etmesi üzerine İsrail resmi olarak özür dilemek zorunda kalmıştır. Bu olayın üzerine İsrail’in Gazze ablukası nedeniyle oluşturulan ve Avrupa Parlamentosu’ndan 15 milletvekilinin de bulunduğu Gazze’ye Yardım Filosuna
31 Mayıs 2010 tarihinde İsrail askerlerinin uluslararası
sularda müdahale etmesi sonucunda Mavi Marmara gemisine 9 Türk’ün şehit olması Türkiye tarafından öfkeyle karşılanmıştır. Tel Aviv yönetimine resmi bir özür, tazminat ve Gazze ablukasının sonlandırılması için çağrı yapan Türkiye, İsrail’in bu talepleri yerine getirmeyeceğini öğrendiğinde beş maddelik bir eylem planı çerçevesinde İsrail ile olan ilişkilerini ikinci katip düzeyine indirmiş, askeri anlaşmaları askıya almış, Doğu Akdeniz’de seyrüsefer serbestisi için önlem almış ve Gazze ablukası konusunu Uluslararası Adalet Divanına taşıyarak, tüm mağdurların hak arama girişimlerine destek vermiştir.
KÜRESEL GÜÇLERİN ORTA DOĞU POLİTİKASI: MÜCADELENİN DİPLOMATİK VE STRATEJİK BOYUTLARI
İngiltere’nin Orta Doğu Politikası
İngiltere sahip olduğu sömürge imparatorluğuna en büyük tehdit olarak Almanya’yı görmüştür. Almanya’nın Pan- Germanist politikasının orta Avrupa’da ideolojik etkisinin de artması ile birlikte İngiltere’nin endişelerini arttırmıştır.

  1. yüzyılda Almanya ve müttefiki Osmanlıyı etkisiz bırakarak, Mezopotamya’da çarlık Rusya nüfuzunu önleme politikası izlemiştir. İngiltere, Ortadoğu’da kurmayı planladığı düzende, Fransa ile kısmen ortaklık ittifakı benimsemiştir.
    İngiltere ile Rusya’nın yaptığı Anadolu paylaşım planlarında, boğazların kontrolünü ele geçirme doğrultusunda Kafkaslar’da Ermeni ayaklanması desteklenmiş ve Amerika himayesinde bir Ermeni devleti kurulması istenmiştir. İngiltere, 1907 yılında Osmanlının Çarlık Rusya’sı karşısındaki toprak bütünlüğünün korunmasına yönelik politikasında değişikliğe gitmiştir. Almanya’nın Osmanlı ile yakınlaşması sonucunda Bağdat demiryolu ile petrole ulaşması, askeri ve ekonomik yardımlarını arttırması ve Ortadoğu’da nüfuz kurabilmesi korkusu nedeniyle İngiltere, Rusya ile ittifak yolunu seçmiştir.
    Ortadoğu’da Alman deniz gücünü sekteye uğratmak için Fransa ile birlik olunması çıkarlara uygun bulunmuştur. 1905’te Rusya’nın Japonya karşısında aldığı mağlubiyet Rusya’nın ikinci sınıf askeri güç olarak tanımlanmasına yol açmıştır. Alman-Rus Bağdat demiryolu projesini yürütmesini şüphe ile karşılayan İngiltere, Rusya’nın İran önünde baskı unsuru olarak kullanılabileceğini düşünmüştür.
    İngiltere, deniz egemenliğini koruyabilmek için Londra’nın çıkarlarını destekleyecek küçük devletler kurulmasının sağlanması politikasını başlatmıştır. Bu bağlamda Arap milliyetçiliğini Osmanlı devletine karşı ideolojik eksen olarak kullanmıştır. İngiltere bir yandan Ortadoğu’da petrol kaynakları ararken, bir yandan da hilafeti Osmanlıdan alıp kendi kontrolü altındaki Arap devletlerine devretmeyi amaçlamıştır. Bu durum Abdülhamit tarafından erken fark edilerek, Osmanlı topraklarının pay edilme planlarına karşı cihat tehdidini politik enstrüman olarak kullanmıştır.
    İngiltere kendi yönetimi altındaki Müslüman halkın Osmanlı hilafetinden etkilenmesini önlemek amacı ile Arap devletleri üzerindeki etkinliğini arttırarak hilafetin bu zayıf devletlerin kontrolüne geçmesini sağlamaya çalışmıştır. Basra körfezinde imtiyazlar elde ederek bu bölgeyi kontrol etmeyi amaçlamıştır. Böl ve Yönet politikası ile Suudilere destek vermiştir. Ancak 1. Dünya Savaşı sonrası İngiliz emperyalizmi uzun ömürlü olmamıştır.
    Çarlık Rusya’sı ve Orta Doğu
    Rusya 19.yy’da büyük güçler mücadelesinde İngiltere ile Hindistan yarımadasının kontrolü ile ilgili rekabet içinde olmuştur. Bunun yanı sıra Türk boğazlarını ele geçirerek Akdeniz’e inmek Rusya’nın asli stratejik hedefi olmuştur. Rus modernleşmesinin öncüsü Çar Petro, Ortadoğu’ya açılan koridor olarak tanımlanan Karadeniz ve Türk boğazında hâkimiyet kurmayı amaçlamıştır.
    SSCB’nin Orta Doğu Politikası
    Rusya’nın Türk boğazlarını ele geçirme hedefi Stalin tarafından da sürdürülmüştür. Sovyetler döneminde Ortadoğu bölgesindeki hâkimiyet politikasını sömürge ve yarı sömürge halkların özgürleştirilmesi doktrinine bağlamıştır. Buna göre batı sömürgeciliğinden kurtulmak için Marksist-Leninist ideolojiye dayalı bağımsızlık savaşlarının işçi sınıfı tarafından gerçekleştirilmesi gerektiği ileri sürülmüştür.
    Bu maksatla emperyalist güçlere karşı birleşik cephe oluşturulmasına karar verilmiş ve anti-emperyalist halk kitlelerinin ulusal reformcu liderler himayesinde desteklenmesi kararlaştırılmıştır. Sovyetler bu amaçla Ortadoğu’daki komünist parti üyelerine destek çabalarını yoğunlaştırmıştır.
    Sovyet dış politikası büyük güçler mücadelesinde Ortadoğu dengesinin belirlenmesinde başat unsur olmuştur. Sovyetlere göre Ortadoğu krizinin asıl sebebi olarak gösterilen Arap-İsrail uyuşmazlığı, İngiltere ve ABD’nin ortaklaşa politikalarının sonucudur. SSCB, Mısır’ın ekonomik ve askeri kalkınmasına yardımcı olmuş ve Ortadoğu dengelerinin şekillenmesinde Arap ülkelerinin yanında yer almıştır.
  2. Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu politikasını soğuk savaş dinamikleri içerisinde incelemek gerekir. Bölgede Fransız ve İngiliz varlığının azalması ile boşluğu soğuk savaşın iki büyük aktörü Sovyetler ve ABD doldurmuştur.
    Rusya’nın Orta Doğu Politikası
    SSCB’nin dağılması dünya güç dengelerini değiştirmiş ve ABD’nin Ortadoğu ve Çin sınırına kadar olan bölgeyi kontrol altına alacak hamlesi ile şekillenen süreci tetiklemiştir. Rusya, 1991-2000 yılları arasında ana vatan topraklarının dağılma tehlikesini önlemek, Çeçenistan savaşını kontrol altına almak ve ekonomiyi düzenlemek gibi sorunlarla uğraştığı bir geçiş süreci ile karşılaşmıştır.
    Rusya, Ortadoğu’da etkin rol oynayıp siyasi etki alanı oluşturarak, ABD ve Avrupa ile ilişkilerinde pazarlık gücü elde etmeye çalışmıştır. Rusya, Ortadoğu’da yer alan meselelerin çözülmesine sunacağı katkı ile küresel büyük güç imajını pekiştirmeyi istemektedir. Bunun yanı sıra Ortadoğu politikaları Rusya’nın Müslüman dünya ile ilişkilerinde önemli bir faktördür.
    Arap baharından sonra bölgede değişime uğrayan güçler dengesi, Rusya için hem fırsatlar hem de tehditler barındırmaktadır. Rus siyasal eliti, Arap baharının sonuçlarını değerlendirme açısından bölünmüştür. Bir taraf Arap baharını bölgenin demokratikleşmesinden çok, istikrarsız hale gelmesi ve radikal İslam tehlikesinin artması olarak algılarken, diğer taraf ise devrimlerin bölgede meydana gelen sosyal değişimin bir sonucu olduğunu düşünmektedir. Arap baharının ilk dönemlerinde Rusya daha pasif bir politika izlerken bölgenin diğer aktörleri ile olan ilişkisini bozmak istememiştir ve yeni durumun ortaya çıkaracağı fırsatlardan yararlanmaya çalışmıştır. Rusya, Ortadoğu’da daha aktif bir dış politika izlemeyi amaçlamıştır.

Soğuk savaşın sona ermesiyle Rusya, Müslüman ülkelerle yeniden yakınlaşarak, Çeçen savaşçıların Arap dünyasındaki desteğini kesmeyi amaçlamıştır. Sovyetlerin dağılmasıyla Rusya’nın güneyinde İslam etkisinin yeniden artması, Rusya’nın İran ile ilişkilerine öncelik vermesine neden olmuştur. Rusya’nın Ortadoğu’da ilgilendiği diğer mesele, Arap-İsrail anlaşmazlıklarıdır. Sovyetler döneminde göç etmelerine izin verilmeyen Rusça konuşan Yahudilerin birliğin dağılmasından sonra göçüne izin verilmesi, Çeçen savaşında İsrail’in Rusya’nın yanında yer alması, iki devletin ilişkilerini olumlu yönde etkilemiştir. Ancak Rusya’nın Suriye ve İran ile askeri saha ve nükleer enerji konusunda işbirliği halinde olması, iki ülkenin arasında belirli problemler yaşanmasına neden olmuştur. Rusya’nın bölgedeki bütün ülkelerle irtibat halinde olması, bölgede önemli problemlerin çözümünde aracı rolü oynamasına imkân tanımaktadır.
Rusya, Ortadoğu’da ABD’nin bölgeyi tek başına kontrol etmesinden rahatsızlık duymaktadır. Rusya, ABD ile Ortadoğu’da doğrudan bir çatışmanın yarardan çok zarar getireceğinin farkındadır. Rusya, Çin ve İran ile ortak hareket etmektedir. Örgütsel düzlemde ise Rusya, Şangay örgütü ile NATO ve AB’nin üstünlük girişimlerini dengelemeyi amaçlamaktadır. Putin döneminde Batı’nın tek taraflı politikalarının sorgulandığı bir dönemi gündemde tutmaya çalışarak Rusya, Ortadoğu’daki siyasi süreçlere daha aktif bir şekilde müdahil olmaya başlayacaktır.
Rusya-İran İlişkileri
Rusya, Körfez savaşı sırasında Irak’ı desteklemesine rağmen, daha sonraki süreçte İran tarafına geçmiştir. Bu tarihten sonra askeri teknoloji, nükleer teknoloji noktalarında ilişkiler gelişmiştir. Olumlu ilişkilere rağmen iki ülke, arada bir takım problemler yaşamıştır (Hazar Denizi, nükleer teknolojinin zamanında ödenmemesi vb.). Rusya, İran’da nükleer santral inşa etmesine rağmen İran’ın nükleer silahlara sahip bir güç haline gelmesini istememiş ancak herhangi bir ülke gibi İran’ın da barışçıl amaçlarda kullanılmak üzere nükleer program geliştirme hakkına sahip olduğunu savunmuştur. Rusya, İran’ın nükleer programı ile ilgili problemlerin diplomatik yollarla çözülmesinden yana tavır almaktadır.
Rusya-İsrail İlişkileri
Soğuk savaş döneminde SSCB, Arap ülkeleri yanlısı bir politika benimserken, günümüzde Rusya ve İsrail arasında yeni ilişkiler gelişmiştir. Sovyet yaklaşımına göre Ortadoğu’da asıl önemli soru, İsrail’in gerçekten barış isteyip istemediği, istiyorsa da ne tür bir barış istediğidir. Rusya’dan İsrail’e göç eden Yahudiler, iki ülke arasında ilişkileri etkileyen en önemli faktördür. Rusya, İsrail ile askeri teknolojik alanda ilişkilerini geliştirmek istediğini bildirmiştir. İsrail de Rusya ile ilişkilerini geliştirmek konusunda olumlu görünmektedir.
Putin’in 2005 ve 2012 yıllarındaki ziyareti, iki ülke ilişkilerinin gelişmesine katkı sağlamıştır. Ancak Rusya’nın İran ile ilişkileri ve Esad rejimine verdiği destekler, İsrail ile ilişkilerinin gelişmesindeki en büyük engel olarak ifade edilmiştir. İki ülke arasındaki ticaret hacmi de gelişmektedir.
İki ülke arasında ilişkiler olumlu gelişmeler kat etmesine rağmen, İsrail’in arzuladığı seviyeden uzaktır. Rusya’daki Yahudi karşıtı çevreler bu ilişkilerin yavaş ilerlemesindeki en önemli etkenlerdendir. İki ülkenin ilişkilerini olumsuz etkileyen diğer bir nokta ise İsrail ve ABD’nin terörist olarak tanımladığı Hamas’a Rusya’nın olumlu yaklaşmasıdır. Hamas’a karşı bu tutumu Rusya’nın Ortadoğu’daki Arap ülkeleri arasında prestijinin artmasına ve daha etkin bir rol oynamasına imkân vermektedir.
Arap Baharı ve Rusya’nın Politikası
Ortadoğu’da meydana gelen olayların, Rusya’nın bölgedeki varlığına zarar vermekten ziyade, Rusya’nın çıkarına ilerleyeceği yönünde bir beklenti oluşmuştur. Rusya, bölgedeki ilk olaylara yönelik bekle ve gör politikasını takip etmiştir. Kuzey Afrika’daki olaylara hazırlıksız yakalanan Rusya, Libya’dan sonra önemli müttefiki olan Suriye’yi kaybetmek istememiştir. Suriye’nin stratejik konumu, mevcut rejimle iyi ilişkiler sayesinde elde edilen askeri ve ticari çıkarlar dolayısıyla rejim değişikliği istememektedir. Suriye, Rusya’nın bölgede çok boyutlu işbirliği geliştirdiği en önemli ülke olarak ön plana çıkmaktadır. Bu nedenle de BM tarafından Suriye’ye yaptırım uygulanmasını defalarca veto hakkı ile engellemiştir. Rusya, BM nezdinde ve uluslararası platformlarda Suriye’nin savunuculuğunu üstlenmektedir.
ABD’nin Orta Doğu Politikası
ABD II. Dünya savaşı sonrasında bölgeye olan ilgisini arttırmıştır. Çin, ABD’nin Ortadoğu ve Afrika bölgesindeki en büyük rakibi olarak görülmektedir. Soğuk savaş sırasında ABD, politikasında radikal değişime giderek İngiltere’nin etki alanını üstlenmektedir. Batı ve Güney Avrupa’daki güç boşluğu askeri alanda NATO, ekonomik alanda Marshall Planı ile ABD tarafından doldurulur.
1917’de Balfour deklarasyonu ile başlayan Filistin’de Yahudi devleti kurulması planı, 1948’de ABD’nin desteği ile İsrail devletinin kurulması ile sonuçlanmıştır.
1945 sonrası İran’da ABD etkisi olumlu olmuştur. İki ülke arasındaki kırılma sıkı bir cumhuriyetçi olan Eisenhower’ın başkanlık koltuğuna oturmasıyla başlamıştır. Lübnan başkanı 1958’de komünist rakiplerine karşı ABD’den yardım istemiş ve ABD, birliklerini Lübnan’a göndermiştir. Bununla ABD, bölgede aktif ve etkili aktör olduğu mesajını vermiştir. Bölgesel çekişmelerin içine çekilerek ülkelerin içişlerine müdahale etmek, ABD’nin Arap dünyasında itibar kaybına neden olmuştur. ABD’nin fiziksel olarak Ortadoğu’ya uzak olmasına rağmen, Sovyetlerden daha etkili olduğu görülmektedir.
ABD, Arap-İsrail çatışmalarında İsrail’in tarafında yer almıştır. Savaş, İsrail’in galibiyetiyle sonuçlansa da, uzun vadede Arap ülkelerini ABD’ye karşı yabancılaştırmıştır. ABD, İran ile Pehlevi döneminde yakın bir işbirliğine girmiştir. Humeyni devrimi sonrası ise İran ile ABD arasındaki yakın ilişki sona ermiş ve İran, bölgede Amerikan karşıtlığının merkezi haline gelmiştir. 1979’da ABD büyükelçiliğinin basılarak diplomatik personelin kaçırılması, krizin artmasına neden olmuştur.
1980’de İran’daki yeni rejimin askeri alandaki zayıflığını fırsat bilen Irak lideri Saddam Hüseyin, İran’a saldırmıştır.
8 yıl süren savaşta her iki taraf tam bir galibiyet sağlayamamış, büyük güçler olarak tabir edilen ülkeler ise her iki tarafa silah satışları yaparak sanayilerine kaynak sağlamışlardır. Savaşın bitmesi ise Batılı devletlerin, petrol yollarının tehlikede olduğunu düşünmeleriyle gerçekleşmiştir. Bu süreçte ABD, Basra Körfezi’ne donanma göndermiş ve her iki devlet tavizler vererek geri çekilmek zorunda kalmıştır. 1990’da Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgal etmesi nedeniyle Arap devletlerinin baskısı sonucunda Birleşmiş Milletler ve ABD liderliğinde koalisyon oluşturulmuş ve hava harekâtı başlamıştır. Bu harekât sonucunda ateşkes imzalanmıştır. Savaş sonrası Arap devletleri arasında bir birlik sağlanamayacağı ortaya çıkmıştır ve bölgede uzun yıllar sürecek istikrarsızlık dönemi başlamıştır. Bu durumdan faydalanan İran, güçlenen bir aktör olarak Orta Doğu sahnesine geri dönmüştür.
Soğuk Savaş Sonrasında ABD’nin Ortadoğu’da Hegemonik Güç Politikalarının Geleceğindeki Belirsizlikler Körfez Savaşı sırasında Soğuk Savaş’ın iki tarafı olan SSCB ve ABD, eşine rastlanmamış bir işbirliği göstererek BM çerçevesinde art arda kararların alınmasında etkili olmuşlardır.
ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik izlediği politikalar üzerinde en etkili unsurlardan biri, İsrail ile olan ilişkileri olmuştur. ABD, Ortadoğu’da yer alan diğer ülkelere verdiği tavizler karşılığında beklentileri olmasına rağmen İsrail’e verdiği destekte bir ön şart aramamaktadır. İsrail ne yaparsa yapsın ABD’nin verdiği destek değişmemektedir. İsrail’e verilen Amerikan desteğinden dolayı İsrail’in Filistin topraklarını uzun zamandır işgal atında tutması, Arap ve İslam dünyasında Amerikan karşıtlığını besleyen unsur olmuştur. ABD’nin 2000’li yılların başında izlediği politikayı kökünden değiştiren olay, 11 Eylül 2001 saldırıları olmuştur. Bu saldırılarla baş edebilmek için ABD, güvenlik politikalarında köklü değişiklikler yapmıştır. ABD; Kuzey Kore, İran ve Irak’ın içinde bulunduğunu ifade ettiği şer ekseninin, kitle imha silahlarına sahip olma çabalarının bertaraf edilmesi gerektiğinin altını çizmiştir. Bununla birlikte bu ülkelere yönelik müdahalede bulunma hakkını savunmakta fakat aynı zamanda kitle imha silahı geliştirerek bu kategoride yer alabilecek olası ülkelere aynı biçimde davranabileceği mesajını vermektedir.
Irak savaşı, Orta Doğu’daki politik manzarayı etkileyerek bölgenin güçler dengesinde değişiklik yaratmıştır. İran, kendini bölgenin yeni hâkimi olarak ilan ederek bu konumdan faydalanmıştır. Irak savaşının en olumsuz tarafı ise küresel ölçekte Amerika’nın demokratik imajı ve siyasal prestijinin sarsıntıya uğramış olmasıdır.
İran, İslam devriminden sonra terörizmi desteklemek, insan hakları ihlalinde bulunmak, kitle imha silahları yapmak gibi suçlamalarla en büyük gündem maddesi haline gelmesinin yanı sıra, nükleer çalışmalarını hızlandırması asıl endişe konusu olmuştur. İran’ın Şii bir devlet olması ve dinsel kimliğini bölgede yaymak istemesi ABD’yi rahatsız etmektedir. ABD, Ortadoğu politikasında geçmişten farklı olarak değişikliğe gitmiş ve İran, Irak, Kuzey Kore gibi devletleri haydut devletler olarak ilan etmiştir.
Suudi Arabistan ile ABD arasında petrol ile ilgili süreçlerden dolayı bir birliktelik olmuştur. ABD, 1990 sonrası politikasını, bölgedeki bu zenginliğin bölge içi ya da dışı bir gücün eline geçmesine engel olmak olarak değiştirmiştir. Suudi Arabistan ise krallığının bütünlüğünü ve egemenliğini korumayı amaç edindiğinden ve bunu tek başına devam ettiremeyeceğini bildiğinden ABD’nin siyasi ve askeri desteğine dayanmak zorunda kalmıştır.