Home » Felsefe » Neden Felsefe Okumalıyız ?

Neden Felsefe Okumalıyız ?

Felsefe size ün, servet elde etmek ya da çalıştığınız yerde ilerlemek için yardım sağlamaz; size ünlü kişilerin övgüsünü kazandırmada, diğer insanlarla ilişkilerinizde daha kibar ve geçimli olmanıza da yardımcı olmaz. Felsefe okumakla huyunuzun daha soylu olacağını ya da halkın ‘’Filozofça tavır’’ dediği o çok aranan tavrı kazanacağınızı da beklemeyiniz; diş ağrısına katlanmada, yaşamın güçlüklerine göğüs germede herhangi bir kimseden farkınız olmayacaktır. Filozof da herkes gibi ayakkabı bağı koptuğunda ya da treni kaçırdığında küfretmekten kendini alamaz; bir çiviye bastığında ya da dilini dişlediğinde herkes gibi o da ne duyduğu acıyı ne de kızgınlığını gizleyecektir.

Filozoflar yaşamlarını yoluna koymada hiç kimseden daha başarılı değillerdir. Astroloji, Spiritüalizm, ‘’Hristiyan bilimi’’, Psiko-analiz ve insanlığın manevi başarıları için bulunmuş diğer çağdaş aspirinlerin tam tersine, felsefe öğrencilere ne kendilerini nasıl idare edecekleri ne de geleceği nasıl kestirecekleri bakımından herhangi özel bir bilgi sağlamaz. Dünya çapında ünlü hiçbir filozof size dostluk kurma, başkaları üzerinde etkili olma, aşağılık duygunuzu yenme konusunda bir şey söylemez. Aynı şekilde felsefe, sizi ne beklenen herhangi bir tehlikeden korur, ne yalnızlığınızı giderebilir, ne de korkunuzu dağıtabilir veya çağdaş dünyanın giderek artan kaosu karşısında size sığınabileceğiniz bir yer gösterebilir.

O halde felsefenin gereği nedir ? Okunması çetin, anlaması zor bir konu; incelediği şeyler açık olmaktan uzak, üstelik profesörleri de yazdıklarında oldukça karanlık. Felsefeyi anlayarak okumak için bir rehber hocanın yardımına ve tartışma fırsatına ihtiyaç var. Bu güçlüklere karşın, pratik hiçbir yararı da yok. Filozofun çabalarını ödülle şereflendirme diye bir şey de yok ortada; felsefe bilgisi hiçbir işverenin değerlendirdiği bir nitelik olmadığı gibi, kişiyi yaşamında başarılı kılacak bir güçle de donatmamaktadır. Öyle ise felsefe öğreniminin gereği var mıdır?

Bu sorunun tek yanıtı vardır: Anlama ihtiyacını tatmin etmek. Bazılarımız kendimizi içinde bulduğumuz bu şaşırtıcı dünyanın anlamını bilmek, genellikle insan yaşamının, özel olarak kendi kişisel varlığımızın önemini ve mümkünse amacını anlamak ister. Yaşamın amacı nedir ve nasıl yaşanmalıdır? Felsefe bu tür sorularla ilgilenir: Bunlara kesin yanıtlar bulmak için değil, sadece üzerinde düşünmek ve tartışmak, bizden daha üstün kişilere akla yakın görünen yanıtları gözden geçirmek için ilgilenir. Öyle ise diyeceğiz ki, felsefe ruhun evren üzerindeki serüveninin bir betimlemesidir. Bir kısım insanlar bu zihinsel ve spiritüel macerayı izlemede büyük zevk buluyorlar; bunlara filozof diyoruz. Onların açtıkları ışıklı yolda adım atmayı yalnız bu zevki paylaşanlara öğütleriz.

Felsefeyi, bilim de dâhil olmak üzere, diğer disiplinlerden ayıran çok daha önemli bir özellik, onun ikinci düzeyden bir etkinlik olması olgusuna işaret eder. Başka bir deyişle, söz gelimi bilim, doğayı veya evrende karşımıza çıkan olguları açıklamaya çalışan birinci düzeyden bir etkinliktir. Bilimin üzerine gelen bilim felsefesi, doğayı, doğal olayları açıklayan bilimin kendisini açıklamaya yönelirken ikinci düzeyden bir açıklama ya da betimleme sunar. Bu durum, hiç kuşku yok ki din ve sanat için de geçerlidir. Yani, din felsefesiyle sanat felsefesi bizatihi dinin kendisiyle sanatın kendisine ilişkin ikinci düzeyden açıklamalar getirir.

Felsefe, iki açıdan “meta” ya da ikinci düzey bir etkinliktir. Örneğin bilim, doğayla ilgili sorular sorar. Oysa felsefe, bilimin kendisiyle ilgili sorular sorar. Felsefe, ikinci olarak yine bilimin hiçbir şekilde açıklayamadığı şeylerle ilgili sorular sorar. Bundan dolayı, bilim tarafından yanıtlanamayan, sadece felsefe tarafından yanıtlanmaya çalışılan sorulara “büyük sorular” adı verilir.

Felsefe, bunu, yani bir bütün olarak dinin, sanatın ve bilimin kendisiyle tek tek bilimler üzerine ikinci düzeyden bir açıklama temin etme işini, bu disiplinlerin kendilerini ele alıp onların yapılarını ve sınırlarını göstererek yapar. Ama o, bu işi biraz da ilgili disiplinlerin kendi kapsamları içinde kalmakla birlikte onlar tarafından neliği veya doğası ortaya konamayan şeylere bir açıklama getirerek yapar. Örneğin sanat, güzellik kavramı üzerine yükselir. Bununla birlikte, güzelliğin tam olarak ne olduğuna, onun öznel mi yoksa nesnel bir değer mi olduğuna hiç bakmadan, onunla ilgili bir kavramsallaştırmaya girişmeden güzellik yaratmaya yönelir. Aynı şekilde matematik sayılarla uğraşır. Peki ya “Sayı nedir?” diye bir soru sorulacak olursa, bilinmelidir ki matematikçinin bu konuda söyleyecek çok fazla bir şeyi yoktur. Çünkü bu soruyla anlatılmak istenen “2”nin, “çift”in veya “II”nin ne olduğu değildir. Fakat daha ziyade belli bir rakam veya sembol ile gösterilen bu şeyin gerçekte ne olduğudur. Matematikçilerin yanıtlayamadıkları bu soruyu yanıtlamak için çalışanlar, Thales, Sokrates ve Platon’dan beri filozoflar olmuşlardır. Newton’un kuvvetin kütle ile ivmenin çarpımına eşit olduğunu bildiren ikinci yasasını [F = ma] düşünelim. Bu ünlü formülde geçen ivme, hızın zaman bakımından ilk türevini ifade edecek şekilde dv/dt olarak hesaplanır. Peki ya, ortalama insanın veya hepimizin çok aşina olduğu ama fizikçinin tam olarak ne olduğunu hiçbir zaman söyleyemediği zaman gerçekte nedir? Zamanı, fizikçinin sıklıkla yaptığı üzere, saatle, dakikayla veya saniyeyle anlatmaya, tanımlamaya çalışmak, zamanı ölçtüğü birimlerle karıştırmak anlamına geleceği için, hiçbir işe yaramaz. Bu da, bilimin en azından üç yüz yıldan beri felsefeye havale etmiş olduğu bir sorudur. Yine, psikoloji bilimi, ruh anlamına gelen Yunanca psukhe ile bilim anlamına gelen logos sözcüğünden türemiş bileşik bir sözcükle ifade edilir. O, adı üzerinde veya etimolojik kökeninden de anlaşılacağı gibi, ruhun bilimidir. Nitekim psikologlar, ruhsal bozuklukları olan hastaların rahatsızlıklarını teşhis edip tedavi etmeye çalışırlar. Ama “ruhun ne olduğu” sorusu, onların sorduğu bir soru değildir. Aynı şekilde hukuk bilimi de bir toplumda adaleti hayata geçirmek için yasalar yapar, yasaları ihlal edenler için cezalar koyar. Ama hukuk adaletin tam olarak ne olduğunu tanımlamaz, cezayı haklılandırma veya temellendirme çabası içine girmez. Hakkı, adaleti, cezayı ve özgürlüğü tanımlamak, kabul etmek gerekir ki felsefeye düşer.

Demek ki felsefe tarafından yanıtlanan sorular, en azından azımsanmayacak bir bölümüyle bilimler faaliyetlerini tamamladıktan veya işlerini bitirdikten sonra gündeme gelen sorulardır. Örneğin bilim “nedenselliğin” yani “her olayın kendisini doğuran bir nedeni olduğu” ilkesinin geçerli bir ilke olduğunu kabul eder. Ama o, bu ilkeyi hiç sorgulamaz; araştırmalarını onun geçerliliğini kabul ederek yürütür. Onu sorgulamak, neliğini ortaya koymak bilim tarafından felsefeye havale edilmiş bir iş olmuştur. Nitekim nedensellik konusunu ilk ve en ayrıntılı bir biçimde ele alan kimselerin Aristoteles, David Hume (1711-1776) ve Immanuel Kant (1724-1804) gibi filozoflar oldukları söylenebilir. Doğayı birtakım yasalar üzerinden açıklayan bilimin kendi normal faaliyetini birinci, bilimin kendisini açıklayan bilim felsefesinin faaliyetini ikinci düzeyden bir etkinlik olarak tanımlamaktayız. Bu bağlamda doğaya ilişkin olarak bilimin yanıtladığı sorulara birinci düzey sorular, buna mukabil bilimin, sanatın veya dinin kendisiyle ilgili sorulara ikinci düzey sorular adı verilir. Söz konusu ikinci düzey sorular, çoğu zaman ruhun, sayının, güzelliğin, varlığın ne olduğuyla ilgili büyük sorularla tamamlanır. Büyük soruların kapsamına demek ki bilimlerin, sanat ve dinin yanıtlayamadıkları ve muhtemelen hiçbir zaman yanıtlayamayacakları sorular girer.

Nedensellikle, zamanla, ruhla, adalet ve özgürlükle ilgili olan bu “büyük sorular”, insanın sormadan yapamadığı, onun hayatını bir şekilde anlamlandıracak sorulardır. Bu gerçeğe en açık şekilde işaret edenlerden biri Alman filozofu Kant olmuştur. Kant varlığın yapısı, Tanrı’nın var oluşu ve ruhun doğasıyla ilgili bu soruların ortak paydasını oluşturan temel bir nokta olduğunu öne sürüyordu: Bu sorular, insanın ilgisiz kalamayacağı sorulardır. Gerçekten de hayatını anlamlandırmak isteyen hiçbir insan, bu sorulara kayıtsız kalamaz. Çünkü “varlığın nasıl bir yapı sergilediği” sorusuna verilecek yanıtlar hayatımızın anlamını değiştirir; “varlığın yalnızca madde mi olduğu, yoksa manevi bir boyutu da mı bulunduğu” sorusuna getirilecek yanıt, hayatımızın anlamını belirler. Büyük sorular, aynı zamanda anlam ve değerle ilgili olan sorulardır. Bu yüzden onlar, sadece felsefe tarafından yanıtlanabilen sorulardır. Çok daha önemlisi büyük soruların net ve değişmez yanıtları, herkese uygulanabilecek hazır reçeteleri yoktur. Daha doğrusu, bu soruların tek tek kişilerin kendileri tarafından sorulup yine kendileri tarafından, kendileri için yanıtlanmaları gerekir. İşte bu durum, felsefenin öznel çabalara dayanan bir açıklama ve anlamlandırma türü olduğunu ortaya koyar. “Kendi kanatlarıyla uçamayan hiçbir kuşun yükseğe çıkamayacağını” söyleyen meşhur İngiliz şairi, ressam ve düşünürü William Blake’in de ima ettiği üzere, insan, hayatını büyük sorulara başkalarının verdiği yanıtlarla ne yönlendirebilir ne de anlamlandırabilir.

Felsefeyi, bilim de dâhil olmak üzere, diğer disiplinlerden ayıran çok daha önemli bir özellik, onun ikinci düzeyden bir etkinlik olması olgusuna işaret eder. Başka bir deyişle, söz gelimi bilim, doğayı veya evrende karşımıza çıkan olguları açıklamaya çalışan birinci düzeyden bir etkinliktir. Bilimin üzerine gelen bilim felsefesi, doğayı, doğal olayları açıklayan bilimin kendisini açıklamaya yönelirken ikinci düzeyden bir açıklama ya da betimleme sunar. Bu durum, hiç kuşku yok ki din ve sanat için de geçerlidir. Yani, din felsefesiyle sanat felsefesi bizatihi dinin kendisiyle sanatın kendisine ilişkin ikinci düzeyden açıklamalar getirir.

Felsefe, iki açıdan “meta” ya da ikinci düzey bir etkinliktir. Örneğin bilim, doğayla ilgili sorular sorar. Oysa felsefe, bilimin kendisiyle ilgili sorular sorar. Felsefe, ikinci olarak yine bilimin hiçbir şekilde açıklayamadığı şeylerle ilgili sorular sorar. Bundan dolayı, bilim tarafından yanıtlanamayan, sadece felsefe tarafından yanıtlanmaya çalışılan sorulara “büyük sorular” adı verilir.

Felsefe, bunu, yani bir bütün olarak dinin, sanatın ve bilimin kendisiyle tek tek bilimler üzerine ikinci düzeyden bir açıklama temin etme işini, bu disiplinlerin kendilerini ele alıp onların yapılarını ve sınırlarını göstererek yapar. Ama o, bu işi biraz da ilgili disiplinlerin kendi kapsamları içinde kalmakla birlikte onlar tarafından neliği veya doğası ortaya konamayan şeylere bir açıklama getirerek yapar. Örneğin sanat, güzellik kavramı üzerine yükselir. Bununla birlikte, güzelliğin tam olarak ne olduğuna, onun öznel mi yoksa nesnel bir değer mi olduğuna hiç bakmadan, onunla ilgili bir kavramsallaştırmaya girişmeden güzellik yaratmaya yönelir. Aynı şekilde matematik sayılarla uğraşır. Peki ya “Sayı nedir?” diye bir soru sorulacak olursa, bilinmelidir ki matematikçinin bu konuda söyleyecek çok fazla bir şeyi yoktur. Çünkü bu soruyla anlatılmak istenen “2”nin, “çift”in veya “II”nin ne olduğu değildir. Fakat daha ziyade belli bir rakam veya sembol ile gösterilen bu şeyin gerçekte ne olduğudur. Matematikçilerin yanıtlayamadıkları bu soruyu yanıtlamak için çalışanlar, Thales, Sokrates ve Platon’dan beri filozoflar olmuşlardır. Newton’un kuvvetin kütle ile ivmenin çarpımına eşit olduğunu bildiren ikinci yasasını [F = ma] düşünelim. Bu ünlü formülde geçen ivme, hızın zaman bakımından ilk türevini ifade edecek şekilde dv/dt olarak hesaplanır. Peki ya, ortalama insanın veya hepimizin çok aşina olduğu ama fizikçinin tam olarak ne olduğunu hiçbir zaman söyleyemediği zaman gerçekte nedir? Zamanı, fizikçinin sıklıkla yaptığı üzere, saatle, dakikayla veya saniyeyle anlatmaya, tanımlamaya çalışmak, zamanı ölçtüğü birimlerle karıştırmak anlamına geleceği için, hiçbir işe yaramaz. Bu da, bilimin en azından üç yüz yıldan beri felsefeye havale etmiş olduğu bir sorudur. Yine, psikoloji bilimi, ruh anlamına gelen Yunanca psukhe ile bilim anlamına gelen logos sözcüğünden türemiş bileşik bir sözcükle ifade edilir. O, adı üzerinde veya etimolojik kökeninden de anlaşılacağı gibi, ruhun bilimidir. Nitekim psikologlar, ruhsal bozuklukları olan hastaların rahatsızlıklarını teşhis edip tedavi etmeye çalışırlar. Ama “ruhun ne olduğu” sorusu, onların sorduğu bir soru değildir. Aynı şekilde hukuk bilimi de bir toplumda adaleti hayata geçirmek için yasalar yapar, yasaları ihlal edenler için cezalar koyar. Ama hukuk adaletin tam olarak ne olduğunu tanımlamaz, cezayı haklılandırma veya temellendirme çabası içine girmez. Hakkı, adaleti, cezayı ve özgürlüğü tanımlamak, kabul etmek gerekir ki felsefeye düşer.

Demek ki felsefe tarafından yanıtlanan sorular, en azından azımsanmayacak bir bölümüyle bilimler faaliyetlerini tamamladıktan veya işlerini bitirdikten sonra gündeme gelen sorulardır. Örneğin bilim “nedenselliğin” yani “her olayın kendisini doğuran bir nedeni olduğu” ilkesinin geçerli bir ilke olduğunu kabul eder. Ama o, bu ilkeyi hiç sorgulamaz; araştırmalarını onun geçerliliğini kabul ederek yürütür. Onu sorgulamak, neliğini ortaya koymak bilim tarafından felsefeye havale edilmiş bir iş olmuştur. Nitekim nedensellik konusunu ilk ve en ayrıntılı bir biçimde ele alan kimselerin Aristoteles, David Hume (1711-1776) ve Immanuel Kant (1724-1804) gibi filozoflar oldukları söylenebilir. Doğayı birtakım yasalar üzerinden açıklayan bilimin kendi normal faaliyetini birinci, bilimin kendisini açıklayan bilim felsefesinin faaliyetini ikinci düzeyden bir etkinlik olarak tanımlamaktayız. Bu bağlamda doğaya ilişkin olarak bilimin yanıtladığı sorulara birinci düzey sorular, buna mukabil bilimin, sanatın veya dinin kendisiyle ilgili sorulara ikinci düzey sorular adı verilir. Söz konusu ikinci düzey sorular, çoğu zaman ruhun, sayının, güzelliğin, varlığın ne olduğuyla ilgili büyük sorularla tamamlanır. Büyük soruların kapsamına demek ki bilimlerin, sanat ve dinin yanıtlayamadıkları ve muhtemelen hiçbir zaman yanıtlayamayacakları sorular girer.

Nedensellikle, zamanla, ruhla, adalet ve özgürlükle ilgili olan bu “büyük sorular”, insanın sormadan yapamadığı, onun hayatını bir şekilde anlamlandıracak sorulardır. Bu gerçeğe en açık şekilde işaret edenlerden biri Alman filozofu Kant olmuştur. Kant varlığın yapısı, Tanrı’nın var oluşu ve ruhun doğasıyla ilgili bu soruların ortak paydasını oluşturan temel bir nokta olduğunu öne sürüyordu: Bu sorular, insanın ilgisiz kalamayacağı sorulardır. Gerçekten de hayatını anlamlandırmak isteyen hiçbir insan, bu sorulara kayıtsız kalamaz. Çünkü “varlığın nasıl bir yapı sergilediği” sorusuna verilecek yanıtlar hayatımızın anlamını değiştirir; “varlığın yalnızca madde mi olduğu, yoksa manevi bir boyutu da mı bulunduğu” sorusuna getirilecek yanıt, hayatımızın anlamını belirler. Büyük sorular, aynı zamanda anlam ve değerle ilgili olan sorulardır. Bu yüzden onlar, sadece felsefe tarafından yanıtlanabilen sorulardır. Çok daha önemlisi büyük soruların net ve değişmez yanıtları, herkese uygulanabilecek hazır reçeteleri yoktur. Daha doğrusu, bu soruların tek tek kişilerin kendileri tarafından sorulup yine kendileri tarafından, kendileri için yanıtlanmaları gerekir. İşte bu durum, felsefenin öznel çabalara dayanan bir açıklama ve anlamlandırma türü olduğunu ortaya koyar. “Kendi kanatlarıyla uçamayan hiçbir kuşun yükseğe çıkamayacağını” söyleyen meşhur İngiliz şairi, ressam ve düşünürü William Blake’in de ima ettiği üzere, insan, hayatını büyük sorulara başkalarının verdiği yanıtlarla ne yönlendirebilir ne de anlamlandırabilir.

Felsefenin Kurucu, Analitik ve Eleştirel Boyutları

Şimdiye kadar ortaya koyduğumuz, birbirleriyle ne kadar ilişkili olursa olsun, son  tahlilde farklılık gösteren iki ayrı felsefe tanımı, yani “bilgelik sevgisi olarak felsefe” anlayışıyla “ikinci düzey bir etkinlik olarak felsefe” telakkisi, en azından onun farklı boyutları olduğunu veya farklı şekillerde yapılabildiğini gözler önüne sermek bakımından önem taşır. Gerçekten de çoğu yer ve durumda ikinci düzey bir etkinlik olarak ortaya çıkan felsefenin kendisinin de farklı düzey veya boyutları vardır. Felsefi faaliyeti belirleyen, felsefenin kurucu unsurlarını meydana getiren bu boyutlar, sırasıyla kurucu veya bütünleştirici, analitik ve eleştirel boyutlardır. Felsefenin söz konusu üç ayrı boyutu, aslında onun farklı tarihlerde ortaya çıkıp gelişen üç tarz ya da şeklini karakterize eder. Buna göre, kurucu ya da bütünleştirici boyut, felsefenin ta ilk başlangıcından itibaren, yani Thales’ten bu yana yaklaşık iki bin beş yüzyıllık süreç boyunca çeşitli şekillerde karşımıza çıkan klasik felsefe anlayışının tanımlayıcı yönü veya ayırt edici özelliğini meydana getirir.

Söz konusu felsefe tasavvurunun en önemli temsilcileri arasında Platon, Aristoteles, Aquinalı Thomas (1225-1274), Farabi (874-950), René Descartes (1596-1650), Gottfried Leibniz (1646-1716), Baruch Spinoza (1632-1677), Kant ve Georg Wilhelm Hegel (1771-1831) gibi düşünürler bulunur. Felsefenin önemli ölçüde metafiziksel yönünü açığa vuran bu boyut, filozofların başta varlık olmak üzere, bilgi, değer ve toplum üzerine geliştirdikleri, “çok üzerindeki biri” ortaya koyan teorilerde somutlaşır.

Felsefenin çözümleyici boyutu veya yönelimi, yirminci yüzyılda Anglo Sakson dünyada büyük ölçüde klasik ya da metafiziksel felsefe geleneğine bir tepki olarak gelişen ve felsefenin metafizikle uğraşmak veya dünya üzerine kuşatıcı sentezler üretmek yerine kendisini analizle sınırlaması gerektiğini bildiren analitik felsefe anlayışını karakterize eder. Dile dayalı bir felsefe anlayışını cisimleştiren ve daha ziyade kavram analizi çalışmalarıyla belirlenen analitik felsefenin önemli temsilcileri arasında Bertrand Russell (1872-1970), George Edward Moore (1873-1958), Gilbert Ryle (1900-1976), Ludwig Wittgenstein (1889-1951) benzeri düşünürler bulunur. Felsefenin eleştirel boyutu ise esas itibarıyla yirminci yüzyılda Almanya ve Fransa’da sadece klasik veya metafiziksel felsefeyi değil, analitik felsefeyi de eleştirerek ortaya çıkıp gelişen Kıta felsefesinde somutlaşır. Bu yüzden sadece belli bir felsefe anlayışını değil, bir bütün olarak Batı felsefesinin gelişimini, temel kabul ve dayanaklarını sorgulayan Kıta felsefesinin eleştirel yönelimi, Friedrich Nietzsche (18441900), Martin Heidegger (1889-1976), Jacques Derrida (1830-2004) ve Michel Foucault (1926-1984) benzeri düşünürlerde oldukça açık bir biçimde ortaya çıkar.

Felsefenin, Batı felsefesinin birbirlerine karşıt felsefe gelenekleri tarafından temsil edilmeleri nedeniyle birbirlerini tamamen dışlayıcı bir şekilde sunan bütünleştirici, analitik ve eleştirel boyutlarının aslında dışlayıcı ve karşıt olmaları hiçbir şekilde gerekmez. Felsefenin birbirlerini çoğu zaman dışlarmış gibi görünen bu boyut ya da yönelimleri, aslında felsefenin kendisinde çoğu zaman birbirlerini tamamlayan kurucu unsur ya da bileşenler olarak ortaya çıkar. Nitekim söz konusu kurucu yönelim veya oluşturucu boyutlardan en az ikisi farklı filozoflarda sıklıkla birlikte veya birbirini tamamlayıcı bir tarzda ortaya çıkar. Söz gelimi Aristoteles, kendi felsefesini oluşturmadan önce hocası Platon’un idealizmini; Descartes özne merkezli kendi modern felsefesini öne sürmeden önce, Tanrı merkezli skolastik düşünceyi eleştirmiştir. Aynı şekilde Kant sözcüğün gerçek anlamı için de kurucu bir felsefe olan transendental felsefesini inşa etmeden önce akılcılıkla deneyimciliği, Marx da materyalist felsefesini öne sürmeden önce idealizmi sıkı bir eleştiri süzgecine tabi tutmuştu.

Felsefenin kurucu veya bütünleştirici boyutu aslında, insanın zihninin bilişsel gelişiminin veya aklın bir hedefe yönelimli çalışmasının bir sonucu olarak ortaya çıkar. Gerçekten de insan zihni sadece birtakım izlenim veya deneyimsel verileri pasif bir şekilde almakla kalmayıp, onlara yapı kazandırarak anlam yükler. O, tek tek malumat ya da bilgi parçalarını bir araya getirirken onlara bir şekilde kazanmış olduğu birtakım açıklayıcı yapılar, kucaklayıcı paradigmalar veya temsil şemaları üzerinden anlam yükler. Bu, insanın dünyayı anlamlandırıp açıklayabilmesinin en önemli yolunu meydana getirir ve ona varlığın veya hakikatin tümünü anlamlandırma imkânı verecek teoriler temin eder.

Felsefede de söz konusu olan şey, bu olmuştur. Batı felsefesinin ilk filozofu olan Thales ile Anaksimandros ve Anaksimenes, dış dünyaya baktıklarında neredeyse sonsuz sayıda farklı şeyden oluşan bir çokluk görmüş ve bu çokluğun ancak kendisinden türemiş olduğuna inanılan bir birliğe indirgenerek anlamlı kılınabileceğini düşünmüştü. Bu durum, gerçekten var olanın öz ya da kavram cinsinden olduğunu, gerçekliğin maddi olmayan bir yapı sergilediğini dile getiren idealist bir felsefenin kurucu yaklaşımıyla gerçekliğin madde cinsinden olduğunu ileri süren materyalist bir felsefenin birincisine karşıt bütünleştirici yaklaşımı üzerinden çok daha iyi bir şekilde ifade edilebilir. Bunlardan birincisi Platon’un idealizmi, ikincisi ise materyalist düşünürler tarafından geliştirilen atomcu teoridir. Söz konusu her iki teori de en yüksek düzeyde kurucu veya bütünleştirici teoriler olup varlığın bir alanına değil, neredeyse tüm yönlerine, hakikatin bütününe anlamlı açıklamalar getirmiştir.

Buna göre idealist bütünleştiriciliğin ilk ve en önemli temsilcisi olan Platon, karşı karşıya kaldığına inandığı felsefi problemlere bir çözüm getirmek amacıyla felsefe tarihinin en bütünleştirici teorisi olarak meşhur İdealar teorisini geliştirmişti. Çünkü o, var olanın sadece değişen algısal görünüşlerden ibaret olmadığı kanaatindeydi. Var olan her şey tikellerden, değişen görünüşlerden ibaret olsaydı, Platon’a  göre genel geçer bilgiden, sözcüklerin sabit anlamlarından ve değişmez değerlerden söz edemezdik. O, genel geçer veya ezeli ebedi bilgilerin en azından matematikte var olduğundan, sözcüklerin değişmeyen ve anlaşmayı mümkün kılan sabit anlamlarından ve kişiden kişiye, toplumdan topluma değişmeyen mutlak değerlerin varlığından emindi. Bu yüzden var olan bütün şey türlerinin ilk örnek ya da arketiplerine karşılık gelen değişmez özler, tümel gerçeklikler ve ideal ya da kalıcı varlıklar olarak İdeaların varoluşunu öne sürdü. Platon, bilginin konusu olduğuna, sözcüklerin sabit anlamlarına karşılık geldiğine, değişmez değerlerin taşıyıcısı olduğuna inandığı tümeller olarak İdeaları, aynı zamanda dünyadaki bireysel fenomen ya da görünüşlerin varlık nedeni olarak değerlendirdi. O, söz konusu İdealar teorisinin bütünleştiriciliğine o kadar inanmıştı ki siyaset felsefesinin problemlerini bile, ideal bir devlet anlayışı üzerinden çözme yoluna gitti. Platon İdealar teorisine dayanan söz konusu kolektivist çözümünde gerçekten var olanın bu kez bütün ya da toplum olduğunu öne sürerken bireyin anlamını ve değerini bütüne olan anlamlı aidiyetinden aldığını savundu.

Platon’un yaşadığı sırada şiddetle karşı çıktığı materyalizmin bütünleştirici teorisi olarak atomculuk da en azından kendisinin İdealar teorisi kadar kuşatıcı ve geniş kapsamlıydı. Gerçekten de teori, var olan her şeyin en küçük, bölünemez madde parçacıkları olan atomlardan meydana geldiğini öne sürmekle kalmadı, bilginin ve zihin hallerinin duyu verileriyle izlenimlerin bir birleşiminden meydana geldiğini savundu. Bütünleştirici bir teori olarak atomculuk, kolaylıkla görüleceği üzere, ayrıştırarak bütünleştirir. Nitekim o, toplumların en iyi bir biçimde, karşılıklı bir etkileşim içinde bulunan bireysel birim ya da atomlardan meydana geldiği düşünüldüğü zaman anlaşılacağını söyler. Siyaset felsefesi açısından, Platon’un bütüncülüğünün veya kolektivizminin aksine, gerçekten var olanın birey olduğunu öne sürdüğü için, kendisini liberalizmle ifade eder. O, toplum bilimleri alanında ise söz gelimi sosyolojinin toplumsal yapıları konu alan bir analizle değil de toplumu meydana getiren bireylere ve bireylerin eylemlerine yükledikleri anlamlara ilişkin incelemelerle gelişip ilerleyebileceğini savunur.

Felsefenin Analitik Boyutu


Felsefenin en az bütünleştirici boyutu kadar önemli olan, hatta kurucu yönünün bir şekilde varsaydığı boyutu onun çözümleyici boyutudur. Zira kavramsal bir açıklığa kavuşmadan, düşüncelerin bilumum içerimlerini hesaba katmadan ve hepsinden önemlisi doğru ve mantıklı akıl yürütmenin gerekli koşullarını sağlamadan anlamlı sentezler yapmak veya hakikate nüfuz etmek imkânsız olur. Söz konusu işlemlerin kapsamı içinde kaldığı analitik boyut ile bütünleştirici boyut arasındaki ilişkiyi olabilecek en açık bir biçimde görenlerden birisi Descartes ise bir diğeri Sokrates’tir. Gerçekten de Descartes modern felsefenin kurucusu olarak ortaya çıkarken bir yandan da skolâstik düşüncenin klasik araçlarına karşı yeni bir yöntem önermişti. Aklın İdaresi İçin Kurallar adlı eserinde ortaya koyduğu bu yöntemin üçüncü adımı veya kuralı, “düşünceleri basitten karmaşığa yükselecek şekilde düzenlemek gerektiğini” dile getiren sentez kuralıydı. Fakat o, söz konusu kuralın öncelikle analize bağlı olduğunu bildiğinden, sentez kuralının önüne aklın esas itibarıyla çözümleyici faaliyetine gönderme yapan apaçıklık ve analiz kurallarını koymuştu. Nitekim apaçıklık kuralı “doğru olduğu apaçık bir biçimde bilinmeyen hiçbir şeyi doğru kabul etmemek” gerektiğini öne sürerken analiz kuralı “düşünceleri en basit unsur ya da bileşenlerine ayırmanın doğru düşünmek açısından vazgeçilmez olduğunu” dile getirmekteydi.

Aynı şekilde Sokrates de, Descartes’tan tam iki bin yıl önce, kavramsal bulanıklık ya da karışıklığın sadece entelektüel yönden değil fakat eylem yönünden de kargaşaya yol açacağının farkına varmıştı. Bu, bireysel açıdan olduğu kadar, toplumsal açıdan da böyle olmak durumundadır. Gerçekten de yaşadığı dönemde yoğun bir kavram kargaşasının hüküm sürdüğünü, bunun ahlak alanını da kapsadığını düşünen Sokrates, bilgeliğin, adaletin, cesaretin vs. anlamının ne olduğu bilinmediği sürece, bilgece, adil ya da cesurca eylemekten söz edilemeyeceğini iddia etmişti. Çünkü aynı sözcükleri ya da kavramları kullanan insanlar, bu sözcük ya da kavramlarla farklı şeyleri kastediyorlarsa eğer, Sokrates’e göre, bu, insanların anlaştıklarını sanarak anlaşamadan konuştukları anlamına gelir ve sonuç, kargaşadan başka hiçbir şey olmaz. Kargaşa, Sokrates’e göre, hem entelektüel hem de ahlaki yönden olur. Ona göre, entelektüel olarak sözcük ve kavramları, sizin kullandığınız anlamdan farklı bir anlamda kullanan biriyle tartışarak, bir kavga dışında, hiçbir yere varamazsınız ve ahlaki olarak da söz konusu sözcükler moral fikirlere karşılık geldiği için, sonuç bir anarşiden başka bir şey olmaz. Genel kavramların her tür rasyonel konuşma ve kavramsal açıklığın da düşüncenin doğru gelişimi için zorunlu bir önkoşul bilen Sokrates, işte bu kargaşayı sona erdirmek, insanlara ahlaki gelişmelerinde yol göstermek için, kendilerine bilgisizliklerini göstermek amacıyla felsefi tartışmalar yapmıştır. Gerçekten de o, bütün tartışmalarında kendisine adalet, ölçülülük, cesaret, bilgelik benzeri bir ahlaki erdemi konu almış ve “X nedir?” sorusunu sorarak muhataplarından söz konusu erdemin kavramını tanımlamalarını istemiştir. Bunu da, ilgili kavramı en iyi bilmesi gereken insanlardan talep etmiştir. Buna göre o, örneğin Platon’un Euthyphron adlı diyalogunda anlatıldığı üzere, babasını dinsizlik suçu işlediği gerekçesiyle mahkemeye vermeye giden Euthyphron’dan “dindarlığın”, savaşlarda gösterdiği cesaretle seçkinleşen general Lakhes’ten “cesaretin” ne olduğunu kendisine göstermesini ister. Fakat bu tartışmalar ahlaki kavramları en fazla bilmesi gereken insanların bile, bu konuda bilgisiz olduklarını, en iyi durumda kavramın anlamını ortaya koyabilmek yerine örnek verebildiklerini göstermiştir. Başka bir deyişle o, söz gelimi Euthyphron’un dindarlığın özünü ortaya koymak yerine “dindarlık şimdi benim yaptığım şeydir” veya “dindarlık tanrıların hoşuna giden şeydir” diye konuştuğunu görmüştür.

Bundan dolayı Sokrates, tartışmalarında insanlara birtakım kavramları kullanmalarına rağmen, bu kavramların içeriklerini veya anlamlarını bilmediklerini ve çok daha önemlisi, söz konusu bilgisizliklerinin farkında olmadıklarını gösterme gayreti içinde olmuştur. Dolayısıyla o, karşısındaki kişilere hazır bilgi aktarmak yerine, felsefenin öncelikle analitik bir etkinlik olduğu inancıyla onların zihinlerinde bir açıklık yaratmaya çalışmıştır. İşte bu bağlamda Platon’un bütünleştirici veya kurucu felsefe anlayışının hocası Sokrates’in analitik felsefe anlayışından sonra geldiği, onun kendi öğretilerini ortaya koyduğu olgunluk dönemi diyaloglarını hocasının tartışmalarını anlattığı gençlik dönemi diyaloglarından sonra kaleme aldığı söylenebilir.

Felsefenin Eleştirel Boyutu


Image

Felsefenin kavramları analiz eden, düşünceler arasındaki ilişkileri araştıran analitik boyutuyla varlığın veya dünyanın çok çeşitli unsurlarını birbirine bağlayan kurucu veya bütünleştirici boyutunu tamamlayan boyutu eleştirel boyutudur. Aslında o, felsefenin tamamen yeni bir yönü olmayıp bir anlamda ya analitik boyutun derinleştirilmesinden ya da çözümleyici boyut ile bütünleyici boyutun daha bir üst düzeyde sentezlenmesinden oluşur. Başka bir deyişle o da çözümleyici boyutun veya analitik felsefe anlayışının dilsel analizine benzer şekilde kavramsal bulanıklık ve belirsizlikleri tespit edip ortadan kaldırmaya çalışır. Hatta biraz daha ileri giderek çeşitli kavram ya da teorilerin hem gerçek yüzü ve içeriğini hem de arka plan ya da dayanaklarını gözler önüne serme çabasıyla belirlenir. Fakat eleştirel yaklaşım bununla yetinmez, hatalı anlam içeriklerini veya neye hizmet ettiğini gösterdiği kavram ve teorilere yüklenmesi gereken yeni anlam ufuklarına işaret eder. Bu ise felsefenin eleştirel boyutunun salt bir “eleştiri dili”yle yetinmeyip bir de “imkân dili” geliştirme yoluna girdiği anlamına gelir. 

Bunu en iyi Nietzsche’nin iyi ve kötü kavramlarına ilişkin analiziyle Foucault’nun bilgi kavramına dönük analizinde görebiliriz. Buna göre, insanlar özellikle bütün bir İlk Çağ ve Orta Çağ boyunca iyi ve kötünün, insan ve toplumdan bağımsız olan mutlak değerler, verili şeyler olduğuna inanmışlardı. Bugün de çoğumuz nesnel olarak belirlenip tanımlanmış iyi ve kötüler olduğuna inanırız. Oysa Nietzsche, hemen bütün kavramlar gibi “iyi” ve “kötü” kavramlarının da çıkardan bağımsız olmadığını öne sürerek bu kavramların güç kavramıyla olan ilişkilerini araştırdı. Başka bir deyişle o, ahlaki inançların tarihsel köklerini, moral kavram ve fikirlerin kökenlerini ortaya çıkarma anlamında bir jeneolojik etkinlik içine girmiş ve iyiyle kötü kavramlarının soy kütüğünü çıkarmaya çalışmıştı. Yani o, antropolojik bir yaklaşım benimsemiş ve insanların güçlüler ve zayıflar olarak ikiye ayrıldıklarını ve bu insanlar arasındaki ilişkilerin temelinde de ahlaki unsurlar yerine gerçek hayatta bulunan her şeyin olduğunu öne sürmüştü. Gerek hayatın bizatihi kendisindeki ve gerekse tek tek bireyler arasındaki ilişkiler, onun gözünde güç ilişkileri olup ahlakın mahiyetini belirleyen şey bireyin güçlü ya da zayıf olmasıdır. Buna göre, verili ahlak zayıf, güçsüz karakterli insanların teşekkül ettirdiği bir ahlaksa eğer, bu ahlak köle ahlakıdır; buna mukabil o güçlü, kendilerine güvenen, sağlıklı insanlar arasında teşekkül etmişse, söz konusu ahlak bu kez efendi ahlakı olmak durumundadır. O, on dokuzuncu yüzyıl koşullarında yürürlükte olan ahlakın, kaynağı itibariyle çok büyük ölçüde İbrani-Hristiyan geleneğinden çıkmış olan bir köle ahlakı olduğu, zayıfların güçlülere karşı duydukları haset ve hınç duyguları tarafından belirlendiği kanaatindeydi. Bu yüzden de mevcut iyi-kötü ayrımının güçsüzlerin veya zayıf karakterli insanların ahlaki değerlerinin baskın çıkmasının bir sonucu olduğunu göstermeye çalıştı. Bununla birlikte o, bu noktada kalmayıp bir eleştiri dilinden bir imkân dili yaratma yoluna gitti ve güçlü karakterlerin kendi değerlerini yaratma ve bildik iyiyle kötünün ötesine geçmek suretiyle yeni değerler yaratma potansiyelini ortaya çıkarma çabası sergiledi.  Ondan çokça etkilenen Foucault da, Nietzsche’nin eleştirel ve jeneolojik soruşturmasını başka bir kavram üzerinde gerçekleştirmişti. Burada da hemen çoğumuz bilgi kavramının tıpkı iyi kavramı gibi çıkardan bağımsız bir kavram olduğunu, meraklı insanların dış gerçekliği anlama ve anlamdırma çabalarının bir ürünü olduğunu düşünürüz.

Oysa Foucault böyle bir şeyin olamayacağı inancıyla “nesnel hakikat”, “çıkar gözetmeyen bilgi”, “önyargısız kavrayış” benzeri kavramları eleştirel bir tarzda sorgular. Hatta daha da ileri giderek bilgi iddialarını tarihsel bir perspektiften hareketle ele alan Foucault, iktidar ve güç ilişkileriyle siyasetten bağımsız bir hakikat anlayışına karşı çıkar. Nitekim o, bilginin tarihsel süreç içinde oluşturulup tanımlandığını ileri sürerek nesnel, tarafsız ve evrensel olma iddiasıyla ortaya konan bütün bilgi iddialarının gerçekte belli bir iktidar formunu tesis etme zemini üzerine yükseldiğini savunur. Buna göre Foucault tarihselleştirdiği bilgi kavramını güç ya da iktidar düşüncesiyle ilişkilendirir. Bilgi ile iktidar arasında sıkı bir ilişki bulunduğunu, iktidarın ilişkili bir bilgi alanının oluşturulmasıyla mümkün kılındığını ileri süren Foucault, nesnel bir bilgi alanının varlığını reddederken “iktidar ilişkilerini varsayıp oluşturmayan bir bilginin olamayacağını” söyler.

Felsefenin Konuları ve Alt Dalları


Felsefenin pek çok konusu vardır. Hatta onun kapsamına girmeyen bir şey neredeyse yok gibidir. Nitekim bu durumun bir sonucu olarak günümüzde felsefenin, teknoloji felsefesi, çevre felsefesi, spor felsefesi gibi yeni dal ya da alanları ortaya çıkmıştır. Felsefenin konularının çok çeşitli olması, insan hayatının karmaşıklığının ve çağdaş uygarlığın ulaştığı düzeyin bir sonucu olmak durumundadır. Felsefenin konularının ve dolayısıyla dalları ya da alt alanlarının çeşitliliği, onun aynı anda birçok işlevi yerine getiren bir disiplin olmasına işaret eder. İnsan hayatında aynı anda birçok işi gerçekleştiren felsefenin söz konusu çok işlevliliğine dikkat çekenlerden biri de ünlü çağdaş düşünür Wittgenstein olmuştur. Hatta o, dikkat çekmekle kalmamış, felsefeyi bu yüzden bir alet kutusuna benzetmiştir. Tıpkı farklı aletler içeren bir alet kutusunu birçok farklı işte kullanmamız gibi, felsefe de aynı anda birçok işlevi yerine getirir. Onun en temel işlevleri anlama, anlamlı kılma ve açıklama işlevleridir. Bununla birlikte, felsefenin yegâne işlevleri bu teorik işlevlerden ibaret olmayıp o kendisini çoğu zaman birtakım pratik işlevlerle de gösterir. Felsefe, bütün bu işlevleri kendi alt dallarında hayata geçirip farklı şekillerde tezahür eder. 

1. Günümüzün bilgi çağında, hayatımızın her anında, sürekli bir şeyler öğreniyoruz. Bildik iletişim araçlarıyla, her yönden ağır bir malumat bombardımanı altında tutuluyoruz. İşte burada, “Bilgi nedir?” diye sormamız gerekmez mi? Televizyondan, gazeteden veya bir internet sitesinden öğrendiğimiz malumatları bilgi sayabilir miyiz? Çeşitli şekillerde aktarılan, çoğu zaman farklı ideolojilerin süzgecinden geçirilerek ve doğallıkla tahrif edilerek verilen haberleri ne ölçüde bilgi addedeceğiz? Gerçekten de en sıradan anlarımızda bile yeni kavrayışlar kazandığımız olur; böylesi durumlarda neyi bilip neyi bilmediğimiz, neye doğru dediğimiz ve neleri bilip neleri bilemeyeceğimiz üzerinde düşünürüz. Farklı bilgi türleri arasındaki ayrılıkları ve ortak noktaları öğrenmek, bilgimizin sınırlarını belirlemek isteriz. İşte bu konularda, bize bilgi felsefesi ya da epistemoloji yardım eder. 

2. Aynı şekilde, hepimiz bir dil kullanıyoruz. Düşüncelerimizi bu dil aracılığıyla dışa vurduğumuz gibi, yeni şeyleri yine bu dil aracılığıyla öğreniyoruz. Birçoğumuz şu ya da bu amaçla, ana dilimiz dışında bir dil daha öğreniyoruz. Kendisinin en büyük başarılarından biri olan dille bu kadar yakından ilişkili olan insanın şu soruları sorması kaçınılmazdır: Dilin özü nedir? İletişim ya da anlam aktarımı nasıl mümkündür? Anlam nedir? Kaç tür anlam vardır? Çeşitli dillerin, örneğin din dilinin, şiir dilinin, bilim dilinin, matematik dilinin, mimiklerin ya da bilgisayar dilinin belirleyici özellikleri nelerdir? Dille bilgi, dille sezgisel kavrayış arasında nasıl bir ilişki vardır? Dille gerçeklik, kavramla kavramsallaştırılan arasında nasıl bir ilişki bulunur? Dil hangi amaçlarla ve nasıl kullanılır? Bu sorularımıza yanıt verecek olan felsefe dalı, dil felsefesidir. 

3. Aynı şey hiç kuşku yok ki bilim için de geçerlidir. Hemen hepimiz, en azından bir meslek sahibi olmak için, bir bilim tahsil ediyoruz. Hepimiz bilimin toplum kalkınması üzerindeki etkisini açıkça görüyoruz. Bilim ve teknolojiye sahip olan toplumların bilimsel bilgi ve teknolojiyi yeterince üretemeyen toplumlar üzerinde ne kadar büyük bir hegemonya kurduğuna her gün tanı k olmaktayız. Aynı bilimsel bilginin çağdaş dünyada, kültürel alanda fiilen sergilediği yayılmacılığın başka bilgi formlarını nasıl tahrip ettiğini hepimiz açıklıkla görüyoruz. Bunlar, bilim üzerinde düşünmek için yeterli nedenler değil midir? Bilimin doğasına ve özellikle de yöntemlerine, kavramlarına, ön kabullerine ve bu arada, bilimin entelektüel disiplinlerin genel şeması içindeki yerine ilişkin araştırmalardan meydana gelen, kısacası bilimi konu alan felsefe disiplini bilim felsefesidir. 

4. Neyin gerçekten var olduğu, varlık bakımından neyin geçici, neyin kalıcı olduğu konusunda meraka düştüğümüz olmuyor mu? “Varlık sadece madde midir yoksa maddeye ek olarak ruh da var mıdır?” sorusu kadar temel bir soru olabilir mi? Maddeyle zihin arasındaki bir ilişki olup olmadığı, evrende bir nedenselliğin hüküm sürüp sürmediği; sürüyorsa eğer, bunun özgürlüğümüzü nasıl etkilediği hepimizi ilgilendiren sorulardır. Varlıkla ilgili bu türden sorularda yardımımıza koşan felsefe dalı, metafizik ve zihin felsefesidir. 

5. Bununla birlikte, felsefe deyince esas aklımıza gelen felsefe disiplini, etiktir. Kendi kişisel hayatında ahlaki doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırma çabası içine girmemiş insan, gerçekten de yok gibidir. Hepimiz ahlaken yapmamı z gereken şey ile yapmamamız gereken şey arasında bir ayrım yapmak isteriz. Aynı şekilde, iyi ve mutlu bir hayatın neden meydana geldiğini merak eder, mutluluğa erişmek için çabalarız. Ahlaki hayatta erdem veya yükümlülüğün mü, yoksa mutluluğun mu önce geldiğini belirlemek için çabaladığımız olur. Bir şekilde “ötekileştirdiğimiz” insanlara karşı yükümlülüklerimizin neler olduğu üzerinde düşünmemizin insanlığımızın en belirleyici unsuru olduğunu, hepimiz çok iyi bilmekteyiz. İşte ahlaki hayatımızla, yükümlülüklerimizle ilgili olarak gerçek mutluluğun ne olduğu konusunda bize yardım edecek olan felsefe disiplini, etiktir. 

6. Bir toplum içinde yaşadığımıza ve başka insanlarla ilişki içinde bulunduğumuza göre, hayatımızın niteliğinin başkalarının davranışlarından etkilenmesi kaçınılmazdır. Kendimizi ve kimliğimizi ancak farklı hayat tarzlarına saygılı, hoşgörüsü gelişmiş, özgürlükçü bir toplumda ifade edebiliriz. Geleceğimiz, içinde yaşadığımız toplumun bize sağladığı eğitim ve iş imkânlarına bağlı değil midir? Belli bir yönetim biçiminin oluşturduğu temel üzerinde, bireyleri barış ve iş birliği içinde yaşayan bir toplum açısından birtakım kural ve genel yasaların gerekli olduğunu hemen hepimiz fark ederiz. Bize bu konuda yardım eden felsefe ise hukuk felsefesi ile siyaset felsefesidir. Söz konusu felsefe disiplinlerinden hukuk felsefesi, hukukun doğasıyla adaletin özü üzerinde yoğunlaşır. Buna karşın siyaset felsefesi farklı yönetim tarzlarını konu edinip hangi yönetim biçiminin diğerlerinden daha iyi olduğunu araştırır. Politik düzenin hangi ilkeler üzerinde inşa edilmesi gerektiğini ele alır. 

7. Hepimizin amacı, daha nitelikli bir hayat değil midir? Varoluşumuza anlam ve değer katan şeylerin başında, güzellik arayışı gelmez mi? Doğadaki güzellik ile sanat alanındaki güzelliğin birbirinden nasıl ayrıldığını, estetik tutumun kendine özgü farklılıklarının ne olduğunu, estetik değerin kurucu özelliklerinin nasıl tanımlanabileceğini bilmek isteriz. Sanat eserini belirleyen değerlerin öznel mi yoksa nesnel mi; göreli mi yoksa mutlak mı olduğu konusu üzerinde sıkça durduğumuz bir tartışma konusu değil midir? Estetik nesnelerin değişmez birtakım formları mı, bütünlüklü bir hayatı mı, duyguları mı, yoksa belli varoluş imkânlarını mı ifade ettiği konusu kadar çokça tartışılmış bir konu var mıdır? İşte bütün bu soruları ele alıp tartışan felsefe disiplini, özellikle güzellik konusu üzerinde yoğunlaşan ve bu arada sanatın mahiyeti üzerinde duran estetiktir. 

8. Düşüncemiz bu sınırlarda kalmaz; kendimizin ve içinde yaşadığımız toplumun sınırlarını aşmamız, çoğu zaman bir zorunluluk olur. Hayatımızı şimdi ve burada, maddi olanla anlamlandırıp temellendirmemiz söz konusu olamayacağı için, işte böylesi anlarda, bir bütün olarak evren, bu dünyadaki yaşamımız, dünyadaki hayattan sonrası, Tanrı’nın varoluşu üzerinde düşündüğümüz olur. Felsefenin bize bu konularda yol gösterecek dalı, din felsefesidir.  Felsefenin birbirinden önemli bu on dalını, eğitim felsefesi, tarih felsefesi ve sosyal bilim felsefesi gibi son derece önemli bazı felsefe disiplinleriyle zenginleştirmek kadar, aslında varlık, bilgi ve değer gibi üç ana alan ya da konu başlığı etrafında yeniden organize etmek de mümkündür. Varlığı konu edinen disiplinler arasına metafizik ile zihin felsefesi girer. Bilgi konusunu ele alan tek disiplin epistemoloji değildir. Çünkü bilim de, ister doğa bilimleri ister beşeri bilimler olarak alınsın, son çözümlemede, belli özellikleri olan bir bilgi bütününü tanımlar; öte yandan, dil felsefesi de bilgiyi ileten, düşünceleri somutlaştıran dilin kendisi ve dilsel araçlar üzerinde yoğunlaşır. Bu yüzden, epistemolojinin kendisiyle bilim felsefelerini ve dil felsefesini, konuları her ne kadar ayrı olsa da birlikte düşünmek mümkün olabilir. Aynı şekilde etik, siyaset felsefesi, estetik, hukuk felsefesi ve din felsefesi de buradaki amaçlarımız açısından birlikte ele alınabilir. Zira bu disiplinlerin konuları ne kadar farklı olursa olsun, onlar değer ortak paydasında birleşirler. Örneğin etik, “olan”la uğraşmaz; onun işi, insan davranışını betimlemek veya açıklamak değildir. Bu, psikoloji biliminin işidir; etik, bunun yerine “olması gereken”le uğraşır, insanı n ahlaki yükümlülüklerini ele alır. Aynı durum siyaset felsefesi için de geçerlidir; o, siyasal partileri ele almaz, politik düzeni çözümlemez; örneğin birey devlet ilişkilerinin şu ya da bu ülkede nasıl olduğunu araştırmaz. Bunu yapacak olan entelektüel disiplin, siyaset bilimidir. Oysa siyaset felsefesiyle hukuk felsefesi “normatif” disiplinlerdir. Bu yüzden, siyaset felsefesi “normlar”la, “olması gereken”le meşgul olur, ideal politik düzenin nasıl olması gerektiğini ele alır, en iyi yönetimin temel öğelerini araştırır. Aynı durum hukuk felsefesi için de geçerlidir; çünkü o, adalet düşüncesi üzerinde yoğunlaşır. Bunun, aynı şekilde değerle ilgili olan din felsefesi için de geçerli olduğu açık olmalıdır. Bir Tanrı’nın varlığı ya da yokluğu, insanın ve dünyanın değer yapısını doğrudan etkiler. Bunu en açık gören kişinin, “Tanrı yoksa eğer, her şeye izin vardı r” diyen ünlü Rus romancısı ve düşünürü Dostoyevski olduğunu herkes bilir. Gerçekten de Tanrı yoksa eğer, manevi hayat, imkânını veya önemli bir dayanağını yitirir. Bu durumda, ona kaba güç ve çıkar ilişkileri egemen olacağı için, dünyada adalete, doğruluğa ve iyiliğe yer açmak, en azından pek kolay olmaz. 

Felsefenin Değeri


Image

Modern dünyada bir şeye değer biçmenin en önemli yolu, şöyle ya da böyle onun somut yararını belirlemek ya da ölçmekten geçer. İşte bu noktada “felsefe” sözcüğünü işiten pek çok insanın ilk tepkisinin, biraz da alaycı bir dille, onun hiçbir işe yaramadığını dile getirmekten meydana geldiği söylenebilir. Bu, günümüzde felsefeyle ilgili olarak çok sık rastlanan bir başka yanılgı veya ön yargıdır. Zira felsefenin yararı, doğrudan olmayıp olsa olsa dolaylı olabilir. Felsefeden maddi değerlerin ve zenginliklerin meydana getirilmesine doğrudan katkıda bulunması, elbette beklenemez. Üstelik maddi zenginlik ve refahın insanın değer verdiği yegâne şey olmadığını da unutmamak gerekir. Gerçekte, insanlar refahı ve maddi değerleri, bizatihi kendileri için değil de mutluluğa götüren yolda, birer araç oldukları için isterler.  Bu bağlamda, felsefe de mutluluk amacı için bir araç olabilir. Nitekim her insan maddi zenginliklere sahip olmaktan haz duymaz. Bazı insanlar, tefekkürde bulunmaktan, yani derin düşünmekten, insan yaşamının anlamını araştırmaktan haz alır. Bu hazza yabancı olan insanlar bile, onun nitelik yönünden oldukça zengin bir yaşantı olduğunu kabul ederler. Demek ki felsefe her şeyden önce insana entelektüel bir keyif, manevi bir haz verir. İnsanın sadece bir vücuttan ibaret olmadığını, onun aynı zamanda manevi bir varlık olduğunu dikkate alırsak, bu durum daha açık hale gelir. İnsan, amacına sadece maddi ihtiyaçlarını karşılayarak ulaşamaz; onun manevi ihtiyaçlarını da tatmin etmesi gerekir. İnsanın manevi ihtiyaçlarının en başında ise merakını giderme, öğrenme, evreni ve kendisini anlama, şu dünyada geçen yaşamını anlamlandırma isteği vardır. Bu isteği de büyük ölçüde felsefe karşılayabilir. Gerçekten de felsefe, insanın kuşatıcı bir bilgi veya kapsayıcı bir kavrayışa ulaşma talebine cevap verebilen yegâne disiplin olmak durumundadır.

Hayatının akışı içinde kendi öz kaynakları dışında başka yerlerden çoğu zaman ilintisiz inanç ve bilgiler, tercih ve eylem tarzları edinen insan, varlığı hayat, dünya ve toplum karşısında belli bir tavır geliştirmek, bu tavrı yaşamının temeline yerleştirmek için söz konusu dağınık materyali tutarlı bir yapı içinde sistematize etme ihtiyacı duyar. Bunu ise, söz konusu materyalin unsurları üzerine geliştirilebilecek eleştirel ve sorgulayıcı düşünüm ile ancak felsefe sağlayabilir. Felsefe, çok daha önemlisi, bize kendimizi tanıma imkânı sağlar. Bu genel doğruyu da ilk olarak ve en iyi antik Yunanlılar göstermiştir. Aslında hemen her kültürde bulunan “Kendini tanı!” sözünü en erken kullanan kavim olan Yunanlılar, bu sözü tapınaklarının kapısına yazmışlardı. Gerçekten de insan, ne ve kim olduğunu ancak felsefeden veya felsefe yardımıyla öğrenebilir. Bizim salt bir et ve kemik yığını olmayıp aynı zamanda bir ruh varlığı olduğumuzu, bize en iyi felsefe gösterebilir. Dünyaya sadece soluk alıp vermek veya salt keyif almak için değil biraz da doğaya ve başkalarına olan ödevlerimizi yerine getirmek için geldiğimizi felsefeden öğrenebiliriz. Zira felsefe, her şeyden önce, insan olarak varoluşumuzun anlamıyla ilgili bazı temel soruları ele alır. İçimizden her birinin bu temel, büyük felsefi sorular üzerinde düşünmesinde, varoluşumuzu anlamlandırmak bakımından büyük yarar vardır. Nitekim Sokrates, “incelenmemiş, sorguya çekilmemiş bir hayatın yaşanmaya değer olmadığını” söylemiştir. Demek ki felsefeye ilkeli bir hayat sürebilmek için gerek duyarız. Çünkü insan, hayvanlardan farklı olarak akıllı bir varlıktır; bu özelliği dolayısıyla, hayatını birtakım ilkelere dayandırır. İlkesiz bir hayat, hatta ilkeleri sorgulanmamış bir varoluş, sıradan ve temelsiz bir varoluştur; hayatımızın böyle ilkesiz bir varoluşa dönüşmemesi için felsefeye ihtiyacımız vardır. 

Felsefe, yine bireysel olarak bu dünyadaki kısacık hayatımızda bize neyin bizim elimizde olup neyin olmadığını gösterir. Sadece Sokrates değil, yirminci yüzyılın önemli düşünürlerinden Jean Paul Sartre (1905-1980) da, olgusal koşullarımızı değiştirmenin bizim elimizde olmadığını söylemekteydi. Yani, bu dünyaya gelmişsek eğer, gelmemiş olmak elimizde değildir. Anamızı babamızı, doğduğumuz coğrafyayı, mensubu olduğumuz dini, üyesi bulunduğumuz millet ya da etnik grubu seçmek elimizde olmadı. Boyumuzu, cinsiyetimizi, başkaca biyolojik özelliklerimizi seçmek de elimizde değildi. Bütün bunlar biz insanlar için verili olan, değiştirmenin mümkün olmadığı şeylerdir. Ama karakterimizi ve insanlığımızı geliştirmek, daha iyi ve daha erdemli insan olmak için çalışmak, bizim elimizde olan bir şeydir. Sartre bu yüzden “İnsan kendisinden ne yaratırsa ondan ibarettir” diyordu. Felsefeye hayatın akışı içinde karşılaştığımız sorunların üstesinde gelmek için ihtiyaç duyarız; ondan, bizi zorlayabilecek çeşitli olaylar karşısında dik duruş sergileyebilmek için destek alırız. İsviçreli psikolog ve düşünür Carl Gustav Jung’un (1875-1961) da söylediği üzere, “Hayatın akıntılarında yüzen hiç kimse dertsiz kalmaz.” Felsefe kaygılarımızı hafifletmemizi, dertlerimizi aşmamızı, bu dünyadaki hayatımız sırasında yolumuzu kaybetmememizi sağlayan en önemli araçtır. Felsefenin yolumuzu bulmamızı sağlayan en önemli araç olduğunu gözler önüne sermek üzere, Wittgenstein, meşhur benzetmelerinden birinde, insanın bu dünyadaki durumunu bir şişe içindeki sineğin durumuna benzetmiştir. Wittgenstein’a göre, şişenin içine sıkışmış olan sinek şişeden dışarı çıkmak ister fakat bunu nasıl başarabileceğini bilmez. Felsefenin esas görevi, sineğe şişeden nasıl çıkacağını göstermektir. Onun bu benzetmesine göre, biz insan varlıkları bu dünyadaki hayatımız sırasında, zaman zaman kendimizi kapana kıstırılmış hisseder ve yolumuzu bulmakta güçlük çekeriz. İşte felsefe, biz insan varlıklarının kapana kıstırılmışlık duygusundan kurtulmamızı sağlar, yönümüzü bulmamıza yardım eder.

Felsefe, yine aynı doğrultuda kafa ve kavram karışıklığımızı gidermeye yarar. Çünkü günümüzde pek çok insan birtakım zihinsel karışıklıklar yüzünden dertler ve kaygılar içinde kıvranıp durur. Gerçekten de insanlar son zamanlarda giderek artan bir sıklıkla imtiyazları haklarla, tarafsızlığı öznellikle, istemeyi ihtiyaç duymakla, fiyatı değerle, zenginliği başarıyla karıştırmaktadır. İşte bu kafa karışıklığını giderecek, kavramsal açıklığı sağlayacak olan şey, felsefedir. Çünkü felsefe, insana birçok konuda doğru ve açık seçik düşünebilmeyi öğretir. Felsefi düşüncenin yöntemleri, insana hemen her konuda akıl yürütebilmesi için gerekli temelleri hazırlar. Böyle bir düşünce türü, insanın bir probleme birçok yönden bakabilmesini, sorunlara ön yargısız yaklaşabilmesini sağlar; o, insanın hiçbir şeyi mutlaklaştırmayıp her şeyi eleştiri süzgecinden geçirebilmesini temin eder. Bütün bunlar bir araya getirildiğinde, felsefenin insanın özgürleşmesine katkı yaptığı rahatlıkla söylenebilir.