Home » Dinler Tarihi » Kitap Özeti : Tanrının Tarihi – Karen Armstrong -1

Kitap Özeti : Tanrının Tarihi – Karen Armstrong -1

Karen Armstrong (d.Kasım 1944, Worcestershire)
İngiliz dinler tarihçisi, yazar. 1962-1969 yılları arasında bir Katolik rahibesi olan Armstrong, 1969’da rahibeliği bırakarak edebiyat öğrenimi için Oxford Üniversitesi’ne gitti. Edebiyat lisans diploması aldı ve Londra Üniversitesinde modern edebiyat dersleri vermeye başladı. 1982’de serbest yazarlığa ve görsel yayıncılığa adım atan Armstrong bugün ise büyük dinler ve kurucuları hakkında yazdığı kitapların liste başı olduğu en ünlü isimlerden biri haline geldi. Kendisi aynı zamanda eski BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın girişimiyle radikalizmle mücadele etmek ve Batı ile İslam dünyası arasında daha geniş bir diyalog kurmak için oluşturulan Medeniyetler İttifakı’nın 18 üyesinden biridir.

Giriş
Ateizm genellikle geçici bir aşamadır: Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar pagan çağdaşlarınca “ateist” olarak nitelendirilmişlerdir, çünkü tanrısallık ve aşkınlığın devrimci bir kavranışını benimsemişlerdir.

01. Başlangıçta…
Dolayısıyla, başlangıçta Tek Tanrı vardı. Bu doğruysa, tektanrıcılık insanoğlunca yaşamın sırrı ve trajedisini açıklamak için geliştirilmiş en eski düşünsel tasarımlardan birisiydi.
Tanrılar yaratmak insanoğlunun oldum olası yaptığı bir şeydir. Bir dinsel tasarım, kendileri için artık anlamsız hale geldiğinde, onu bir başkasıyla değiştirmişlerdir. … Bazılarınca ne kadar ilgisiz gibi görünse de, o, bizim tarihimizde çok önemli bir rol oynamıştır ve insanoğlunun yarattığı gelmiş geçmiş en büyük düşünsel tasarımlardan birisidir.
Güney Denizi Adaları’nda bu gizemli güç mana olarak adlandırılır; diğerleri bunu bir varoluş ya da ruh olarak duyumsar; bazen de radyoaktivite veya elektrik türünden cisimsiz bir güç olarak hissedilir… Latinler numina’nın, yani ruhların kutsal korularda barındıklarını düşünmüşler, Araplar bütün yeryüzünün cinlerle dolu olduğuna inanmışlardır.
Yeryüzündeki her şeyin tanrıların dünyasındaki bir şeyin örneği olduğuna inanılmıştır; bu, antik kültürlerin birçoğunun mitoloji, rit ve toplumsal düzenleri hakkında çok şey söyleyen bir anlayışın ve günümüzün daha geleneksel toplumlarını etkilemeye devam etmektedir.
Öykü Yahudi ve İslam mistisizminde oldukça önemli yer tutan tanrıların kendilerinin yaratılışıyla başlar. Enuma Eliş, başlangıçta, tanrıların; kendisi de kutsal olan şekilsiz balçıktan çifter çifter oluştuklarını söyler. Babil efsanesinde, sonradan Kitabı Mukaddes’te de olduğu gibi, eski dünyanın yabancısı olduğu yoktan varoluş düşüncesine rastlanmaz. Söz konusu kutsal balçık, gerek tanrılar gerekse insanoğlundan da önce, ta ezelden beri mevcuttu.
Tanrısal evrim ilerledikçe her biri bir öncekinden daha belirgin bir kimlikle çifter çifter yeni tanrılar ortaya çıktılar.
Pagan görüş bütüncü bir nitelik taşıyordu. Tanrılar, insan soyundan farklı bir ontolojik düzlemde, onlardan kesin olarak ayrı bir kategori oluşturmuyorlardı: Tanrısallık temelde insanlıktan farklı değildi. Bu yüzden, tanrıların yukarıdan aşağıya indirdiği özel bir vahye ya da tanrısal bir yasaya gerek yoktu. Tanrılar ve insanoğlu aynı kaygıyı taşıyorlardı; tek fark, tanrıların daha güçlü ve ölümsüz olmalarıydı.
Dinin çok eski aşamasında yaratıcılık tanrısal bir eylem olarak görülür; bugün bile gerçeğe yeni bir biçim veren ve dünyaya yeni bir anlam kazandıran yaratıcı “ilham” dan söz ederken dinsel bir dil kullanıyoruz.
Bir Tanrının ölümü, tanrıçanın arayışı ve sonunda tanrısal dünyaya yeniden dönüş, birçok kültürde sıkça gözlenen temalardır.
İbrahim hakkında hiçbir çağdaş belge mevcut değildir, ancak bilim adamları onun, İ.Ö. üçüncü binin sonlarında halkını Mezopotamya’dan Akdeniz’e doğru yönelten gezgin kabile şeflerinden birisi olabileceği üzerinde durmaktadırlar.
İsrail’in üç büyük atasının – İbrahim, oğlu İshak ve torunu Yakup – yalnızca tek bir Tanrıya inanan tek tanrıcılar olduğunu düşünürüz. Bunun hiç de böyle olmadığı görülüyor. Gerçekten de, bu ilk dönem İbranilerini Filistin’deki komşularının birçok dinsel inanışını paylaşan paganlar olarak adlandırmak belki daha doğru olur.
Pagan dini çoğu zaman yerel bir nitelik gösterir. Bir tanrının hükmü ancak belli bir bölgede geçerdi; bu bölgenin dışına çıkıldığında ise, bir önlem olarak, her zaman o bölgelerin yerel tanrılarına tapılırdı.
Sonunda bir çocuk sahibi olduklarında, ona, “kahkaha” anlamına gelen İshak adını koydular. Tanrılara insan kurban etmek pagan dünyasında yaygın bir uygulamaydı. İlk çocuğun, genellikle, anneyi bir çeşit senyörlük hakkının… gereği olarak gebe bırakan bir tanrının çocuğu olduğuna inanılırdı. Çocuğu dünyaya getirirken tanrının enerjisi azalırdı, dolayısıyla, bunu yememek ve bütün olası mana’ların dolaşımını sağlamak için ilk çocuk kutsal babasına geri gönderilirdi.
Günümüz insanı için bu oldukça ürkütücü bir öyküdür. Tanrıyı despotik ve kaprisli sadist bir varlık olarak tasvir eder. … Tanrının Musa ve İsrailoğullarını özgürlüklerini kazanmaları için harekete
geçirdiğinde yaşanan Mısır’dan kitle halinde göçleri de çağımız duyarlılığı karşısında aynı derecede rahatsız edicidir. Firavun, İsrail halkının gitmesini istememektedir; bunun üzerine Tanrı, Mısır halkı üzerine on kez korkunç veba salgını salar. Nil nehri kan akmaya başlar; toprakları çekirge ve kurbağa sürüleri istila eder. … İbrani kölelerin oğulları dışında bütün Mısırlıların en büyük erkek çocuklarını öldürmek üzere Ölüm Meleği’ni yollar.
Bu son derece zalim tarafgir ve katil bir tanrıdır. İflah olmaz derecede partizan bir tanrıdır bu; kendi gözdeleri dışında hiç kimseye küçücük bir merhamet kırıntısı taşımayan, basit bir kabile tanrısıdır. Tarihteki bu ilk köylü ayaklanmasına ilham kaynağı olan Tanrı devrimci bir tanrıdır. Her üç inançta da toplumsal adalet ülküsüne kaynaklık etmiştir.
Pagan antik çağda tanrılar sık sık birbirine karıştırılır ve birleştirilir ya da bir bölgenin tanrıları bir başka halkın tanrısıyla özdeş kabul edilirdi. Musa İsrailoğullarını, onun, İbrahim, İshak ve Yakub’un inandıkları tanrı olan El ile bir ve aynı olduğuna ikna etmeyi başarmıştır.
Pagan dünyanın düzen, ahenk ve adalet ilkelerini bizzat şeylerin doğasında gören anlayışı yerine, burada Kanun yukarıdan indiriliyordu. Çıkış’ın İ.Ö. beşinci yüzyılda düzenlenmiş son metninde Tanrının Sina Dağı’nda Musa ile 1200 civarında gerçekleştiği düşünülen bir anlaşma yaptığı söylenir. Bu iddia bilimsel bir tartışmaya yol açmıştır. Bazı eleştirmenler İsrailoğullarının İ.Ö. yedinci yüzyıla kadar bu anlaşmaya fazlaca önem vermediklerini ileri sürerler. Ama, tarihi ne olursa olsun, böylesi bir anlaşma düşüncesi bizlere İsraillilerin o tarihlerde henüz tek tanrıcı olmadıklarını gösterir, çünkü bu ancak çok tanrıcı bir ortamda bir anlam ifade etmektedir. İsrailoğulları Sina Tanrısı Yehova’nın biricik tanrı olmadığına inanıyorlar, ama bu anlaşma ile diğer bütün tanrıları görmezden gelerek yalnızca ona tapacaklarına söz veriyorlardı. … Tek bir Tanrıya tapınma, hemen hemen daha önce örneği olmayan bir adımdı: Mısır firavunu Akhenaton, Mısır’ın diğer geleneksel tanrılarını bir kenara iterek Güneş Tanrısına tapmaya kalkışmışsa da, halefleri onun bu politikasını hemen terk etmişlerdi.
Potansiyel bir mana kaynağını görmezden gelmek açıkça bir ahmaklık olarak görülmüştür ve
İsrailoğullarının müteakip tarihi onların diğer tanrılardan oluşan kültlerini bir kalemde silmeye pek yanaşmadıklarını göstermektedir. Yehova savaş konusundaki ustalığını göstermişti, ama o bir bereket tanrısı değildi. … Kitabı Mukaddes bize, Musa’nın Sina Dağının tepesinde bulunduğu sırada geride kalanların hepsinin Filistin’in eski pagan dinine geri döndüklerini söyler. El’in simgesi olarak altından bir öküz yapıp, önünde eski ritleri icra ederler.
İsrailoğulları Yehova’yı Çıkış’tan sonra kendilerinin tek tanrısı yapma sözü vermişler, peygamberler yıllar sonra onlara bu sözleşmeyi hatırlatmışlardır. Kendilerinin Elohim’i olarak yalnızca Yehova’ya tapacakları sözünü vermişler, karşılığında o da İsrailoğullarının kendisinin seçilmiş halkı olacağını ve onları etkin şekilde koruması altına almayı vaad etmişti.
… Kitab-ı Mukaddes bize, İsrailoğullarının Filistin’e varıp, oradaki akrabalarına kavuştukları zaman bütün İbrahim soyunun Yehova ile bir sözleşme yaptıklarını bildirmektedir. Tören Yehova’yı temsilen Musa’nın halefi Yeşu tarafından icra edilir.
Yeşu onları uyardı: Yehova çok kıskanç bir tanrıydı. Eğer sözleşme hükümlerini yerine getirmeyecek olurlarsa kendilerini yok edecekti.
Bununla beraber, Kitabı Mukaddes İsraillilerin sözleşmeye sadık kalmadıklarını söylemektedir.
Yehova’yı yalnızca savaş zamanlarında, onun askeri korumasına ihtiyaç duyduklarında hatırlamışlar, her şeyin yolunda gittiği zamanlarda ise yine Baal, Anat ve Aşera’ya eski tarzda tapmayı sürdürmüşlerdir.
Pagan tanrılarının aksine, Yehova herhangi bir doğa gücü içinde değil, uzak bir ülkedeydi. O paradoksal biçimde dile gelen bir sessizlik içinde, neredeyse zor fark edilen ince bir esinti olarak hissediliyordu.
Değişme bütün uygarlık boyunca devam etmiştir. İ.Ö. 800-200 dönemi Eksen çağı (Axial Age) olarak isimlendirilmiştir. Bu dönemde uygar dünyanın bütün ana bölgelerinde insanlar son derece önemli ve biçim verici özelliklerini koruyan ve devam ettiren yeni ideolojiler yarattılar. Yeni dinsel sistemler, değişen toplumsal ve ekonomik koşulları yansıttılar. Tam olarak anlayamadığımız nedenlerle, daha henüz ticari ilişkilerin bile kurulmadığı bir dönemde (Çin ve Avrupa arasında olduğu gibi) önde gelen bütün uygarlıklar paralel çizgilerde gelişme gösterdiler.
Tüccar sınıfının doğmasına yol açan yeni bir refah söz konusuydu. İktidar, krallar ve din adamlarından, tapınak ve saraylardan pazar yerine kaymaktaydı. Yeni zenginlik entelektüel ve kültürel gelişmenin yanı sıra bireysel bilincin gelişmesine de yol açtı. Değişme hızının kentlerde artması ve insanların kendi eylemlerinin gelecek kuşakların kaderini etkileyebileceğini fark etmelerine paralel olarak eşitsizlik ve sömürü daha da belirginleşti. Her bölge bu sorunlar ve kaygılarla baş etmek için kendi farklı ideolojisini geliştirdi: Çin’de Taoculuk ve Konfüçyüs’çülük, Hindistan’da Hindu dini ve Budacılık, Avrupa’da felsefi akılcılık. Ortadoğu tek tip bir çözüm üretmediyse de İran ve İsrail’de sırasıyla Zerdüşt ve İbrani peygamberler tektanrıcılığın değişik versiyonlarını geliştirdiler, ilginç görünmekle birlikte, dönemin diğer büyük dinsel anlayışları gibi, “Tanrı” düşüncesi de saldırgan bir kapitalist ruhun başat olduğu pazar ekonomisi içinde gelişti.
Platon ve Aristoteles’in akılcılığı da önemlidir, çünkü Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlar hep onların düşüncelerine dayanmış, Yunan Tanrısı kendilerininkinden çok farklı olmasına karşın, onları kendi dinsel yaşamlarına uydurmaya çalışmışlardır.
İ.Ö. yedinci yüzyılda bugünkü İran’da yaşayan Ariler İndus vadisini istila etmişler ve yerli halka boyun eğdirmişlerdir. Rig-Veda olarak bilinen uzun manzum şiir derlemelerinde ortaya konduğunu gördüğümüz kendi dinsel düşüncelerini onlara dayatmışlardı. Vedaların dini ne yaşamın başlangıcını açıklamaya ne de felsefi sorulara dört başı mamur yanıtlar vermeye çaba göstermiştir. Bunun yerine, o, insanların varoluşun ihtişamı ve dehşetiyle başa çıkma çabalarına yardımcı olmak üzere tasarlanmıştır.
Ari istilasını takip eden yüzyıllarda baskı altında tutulan yerli halkın düşünce ve inançları tekrar gün yüzüne çıktı ve bir dinsel açlığa yol açtı. Kişinin yazgısı kendi eylemlerinin belirlediği anlayışını ifade eden karma’ya yönelik bu canlı ilgi, insanların, kendilerinin sorumsuz davranışları için tanrıları suçlamalarına soğuk bakmalarına yol açtı. Tanrılar, giderek tek bir aşkın Gerçeğin simgeleri olarak görülmeye başlandı. Veda dini fazlasıyla kurban ritüellerine odaklaşmıştı. Oysa, eski bir Hint uygulaması olan yoganın (özel bir konsantrasyon disipliniyle zihnin güçlerini ‘kontrol altına alma’) tekrar canlı bir ilgi odağı haline gelmesi, dışsal olgular, üzerinde yoğunlaşmış bir dinin artık insanları tatmin etmemeye başladığı anlamına geliyordu…. Hindistan’da tanrılar artık kendi inananlarınca dışsal birer varlık olarak görülmüyorlardı; bunun yerine insanlar gerçeği içsel olarak kavramanın peşindeydiler. Tanrıların Hindistan’da artık fazlaca bir önemi yoktu. Bu yüzden, onlar, kendilerinden daha yüksek bir konuma sahip olduğuna inanılan din vaizi karşısında ikinci plana düştüler…
Hindu ve Budacılar tanrıları aşmanın, onların da ötesine geçmenin yollarını aramışlardır. Sekizinci yüzyılda bilge kişiler Aranyaka ve Upanişadlar adlı risalelerde bu konuları işlemeye başladılar. Bu risaleler topluca Vedanta olarak bilinir: Vedaların sonu. Upanişadlar İ.Ö. beşinci yüzyılın sonuna kadar gittikçe yaygınlaştı ve sayıları bu tarihte 200 civarına ulaştı.
…Upanişadlar tanrıları aşan ama var olan her şeyde mevcut kendine özgü bir tanrısallık kavramı geliştirmiştir. Veda dininde insanlar kurban ritüelinde Tanrısal bir güçle karşı karşıya gelmekteydiler. Bu kutsal gücü Brahman olarak adlandırmışlardı.
Yoga teknikleri insanların bir iç dünyayı fark etmelerini sağlamaktaydı. Bu, duruş, nefes alış, yiyecek ve zihinsel konsantrasyon disiplinleri, ileride görüleceği gibi, bağımsız bir şekilde diğer kültürlerde de geliştirilmiş ve farklı şekillerde yorumlanan, ancak insan için doğal sayılan bir aydınlanma tecrübesine yol açtığı görülmüştür. … Her bir bireyin içindeki ebedi ilke Atman olarak adlandırılmıştır.
Brahman, “sözcüklerle dile getirilemeyen, ancak orada sözcüklerin dile geldiği… zihinle düşünülemeyen, ancak orada zihnin düşünebildiği”dir. Ne bunun gibi her yerde hazır ve nazır Tanrı ile konuşmak ne de onun hakkında düşünmek, onu düşüncenin somut bir nesnesi haline getirmek mümkündür. O ancak gerçek anlamda nefsin ötesinde, vecd içinde algılanabilecek bir Gerçekliktir.
İ.Ö. 538 sıralarında Siddharta Gautama isimli genç bir adam da Benares’in 100 mil kadar kuzeyinde Kapilavaştu’daki şahane evini, güzel karısı ve oğlunu terk etti ve dilenci keşişliğe başladı. Etrafındaki ıstırabın boyutları karşısında dehşete düşmüş bir halde çevresinde her şeyde gördüğü varoluş(un) ıstırabını sona erdirecek gizi keşfetmek istedi. Altı yıl boyunca değişik Hindu gurularının kapılarında dolaştı, kendine korkunç işkenceler yaptı, ama bir sonuca ulaşamadı. Bilgelerin öğretileri onu etkilemedi; çektiği acılar onu daha da umutsuzluğa itti. Bu yöntemleri tamamen terk edip vecd haline geçtiği bir gece aydınlanmaya ulaştı. … Artık ıstıraptan kurtulmak ve Nirvana’ya, acının sonuna ulaşmak için yeni bir umut doğmuştu. Gautama, Buda yani Aydınlanmış Kişi oldu.
Buda, kendi kültürel donanımının bir parçası olması hasebiyle zımnen de olsa tanrıların varlığına inanmaktaydı, ama onların insanlara pek bir faydası olduğuna inanmıyordu. Onlar da acı ve ıstırap içinde çırpınıyorlardı… Onlar da diğer bütün varlıklar gibi yeniden doğuş döngüsü içindeydiler ve eninde sonunda kendileri de yok olacaklardı… Buda, tanrıları reddetmemekte, ama ebedi Gerçek Nirvana’nın tanrılardan daha yüksekte olduğuna inanmaktaydı. Budacılar meditasyon esnasında mutluluk veya aşkınlık duygusunun hiç de doğaüstü bir varlıkla kurdukları bir ilişkiden kaynaklandığına inanmıyorlardı. Bu gibi durumlar insan için doğaldı; doğru yönde bir yaşam süren ve yoga tekniklerini öğrenen herkesçe tecrübe edilebilirdi.
Din bir şeylerin yanlış olduğu düşüncesiyle başlar… Bir elinin başarısının esas ölçüsü onun felsefi ya da tarihsel açıdan kanıtlanmasından ziyade, onun etkinliği olagelmiştir. Karma insanları sonsuz bir döngüyle acı yaşamlar dizgesine yeniden doğmaya mahkum eder… Ama eğer ateş sönmüşse, ıstırap döngüsü sona erecek ve Nirvana’ya ulaşılacaktır. Nirvana’nın sözcük anlamı “sükunete erme” ya da “sönmek”tir… Budacılar çoğu zaman nihai gerçek Nirvana’yı tanımlamak için teistlerin aynısı imgeler kullandılar. Nirvana’ya ulaşmak, Hıristiyanların çoğu zaman ondan anladıkları “cennete gidiş” gibi bir şey değildir.
Platon… ruhun, tıpkı bir mezar gibi, beden içine hapsolmuş çökmüş, kirlenmiş ve aralıksız yeniden doğuş döngüsüne mahkum bir tanrı olduğuna inanmaktaydı… Pythagoras ruhun ritüel arınma yoluyla özgürleştirilebileceğini, böylece ruhun evrenin düzenliliğiyle bir uyum oluşturabileceğini, ileri sürmekteydi. Platon da, algılar dünyasının ötesinde tanrısal, değişmeyen bir gerçekliğin olduğuna, inanmaktaydı; ruh “aslından uzaklaşmış, bedene hapsolmuş, çökmüş bir tanrısallık”tı. Sevgi, Adalet ve Güzellik gibi sahip olduğumuz her bir genel kavrama karşılık gelen bir idea vardır. Bununla birlikte, İyi ideası hepsinin üstündedir.
Biz modern insanlar düşünmeyi bir etkinlik, yaptığımız bir şey olarak görürüz. Platon ise onu zihinle ilgili bir şey olarak tasavvur etmiştir… Sokrates gibi, düşünceyi bir anımsama süreci, hep sahip olup da unutmuş olduğumuz bir şeyin idraki olarak görmüştür. Çünkü insanoğlu bozulmuş tanrısallıktı, tanrısal dünyanın formları onun içindeydi ve onunla, basit bir rasyonel ya da tanrısal etkinlikten ibaret olmayan, içimizdeki ebedi gerçeğin sezgisel algısına akıl yoluyla ‘temas edilebilir’di. Bu anlayış tarihsel tektanrıcılığın her üç dinini de büyük ölçüde etkilemiştir.
Hiyerarşinin tepesinde, Aristoteles’in tanrı olarak tanımladığı, ilk Hareket Ettirici vardı. Bu tanrı, ezeli, hareketsiz ve tinsel olan saf bir varlıktı. Saf düşünce, aynı anda hem düşünendi hem de düşüncenin kendisiydi; o, bilginin en yüksek nesnesi olan kendisi hakkında sonsuz bir düşünme halinde idi. Bu Tanrı ya da en yüce varlıkta maddesel bir yan yoktur, çünkü madde eksik ve ölümlüdür.
İnsanın ayrıcalıklı bir konumu vardır; onun ruhu, kendisini Tanrıya akraba kılan ve tanrısal doğanın bir parçası haline getiren tanrı vergisi bir anlağa sahiptir. Bu tanrısal özellikli akıl onu bitki ve hayvanlardan üstün kılar… Aklını arındırarak kendini ölümsüz ve tanrısal kılmak onun görevidir. Bilgelik (sophia) insani erdemlerin en yükseğiydi; bu, Platon’da olduğu gibi, bizleri bizzat tanrının eylemlerini taklit yoluyla tanrısallaştıran felsefi hakikatin tefekkürü (theoria) şeklinde gerçekleşir.
Theoria’ya yalnızca mantık yoluyla ulaşılamaz; o, aynı zamanda, kendini aşmayla sonuçlanan disiplinli bir sezgidir. Bununla birlikte çok az insan bu noktaya ulaşabilir ve çoğunluk sadece Phronesis’le, yani gündelik yaşamda öngörü ve ahlakla yetinmek durumundadır.
Önemli konuma rağmen, Aristoteles’in Tanrısının dinsel bir boyutu neredeyse yoktur. Dünyayı o yaratmamıştır, çünkü bu ona hiç yakışmayan değişmeyi, dünyevi bir eylemi içermektedir. Her şeyde ona yönelen bir sevgi eğilimi bulunmasına karşın, bu Tanrı evrenin varlığına karşı oldukça kayıtsızdır, çünkü o kendinden daha aşağı olan hiçbir şeyi düşünemez. O kesinlikle bu dünyayı yönetmemekte, ona yol göstermemekte ve yaşamımıza hiçbir şekilde müdahale etmemektedir. … Eksen çağının insanları olarak Aristotales ve Platon’un her ikisi de birey vicdanı, iyi yaşam ve toplumsal adalet sorunları üzerinde durmuşlardır. Öte yandan, onların düşünceleri seçkinciydi. Platon’un saf formlar dünyası ve Aristoteles’in uzaktaki tanrısı sıradan ölümlülerin yaşamları üzerinde çok önemsiz bir etki gösterebilirdi; bu, sonraki dönemlerde kendilerine çok değer veren Yahudi ve Müslüman düşünürlerce de kabul edilmiştir.

02. Tek Tanrı
Tanrı, bütün peygamberlerin ilk örneği olan Musa’nın adını yanmakta olan bir çalılıktan çağırıp, ona, kendisinin Firavun ve İsrailoğulları için görevlendirdiği peygamberi olmasını emrettiğinde, Musa, “iyi bir hatip olmadığı” gerekçesiyle buna pek yanaşmamıştı. Tanrı, onun bu eksikliğini anlayışla karşılayarak, Musa’nın yerine kardeşi Aron’un tebliğ etmesine izin vermişti.
Hindular Brahman’ı bir büyük kral olarak tanımlamamışlardır, çünkü, onların tanrısı bu gibi insani terimlerle tanımlanamazdı.
Peygamberler, her şeyden önce, Tanrının huzuruna çıkan kişidir, ama bu aşkın tecrübe Buda dinindekinin aksine, bilginin aktarılmasıyla değil eylemle sonuçlanır. Peygamber mistik bir aydınlanmayla değil itaat ile tanımlanır. … Yehova İşaya’dan halkın kabul etmeyeceği bir şeyi yapmasını ister: Tanrının kelamını reddetmeleri durumunda hiddete kapılmamalıydı: “Git ve onlara de ki; ‘Anlamasanız da tekrar tekrar dinleyin; algılayamasanız da tekrar tekrar görün.”. Yedi yüz yıl sonra, kendisinin aynı sertlikteki mesajını halkın reddetmesi üzerine, İsa bu sözleri tekrarlayacaktır.
İsrailoğullarını sürgüne gönderen ve ülkelerini mahveden II. Sargon ve Sanherib değildi. “Halkı yerinden yurdundan eden bizzat Yehova’ydı.”
Bu, Eksen çağı peygamberlerinin mesajlarında sürekli tekrarlanan bir temaydı. İsrail’in Tanrısı, başından beri, yalnızca mitoloji ve liturjide değil, bizzat somut olayların içinde görünerek, kendini pagan tanrılarından ayırmaktaydı.
Ortadoğu’da bu kültlere dayalı kutlamalar dinin temelini oluşturmaktaydı. Pagan Tanrılar, azalan enerjilerini yenilemek için bu törenlere muhtaçtılar; prestijleri de, bir bakıma, kendileri için yapılan tapınakların haşmetiyle ölçülmekteydi. Yehova, şimdi bütün bunların anlamsız olduğunu söylüyordu. Uygar dünyanın diğer bilge ve filozofları gibi, İşaya biçimsel dindarlığın yetersiz olduğunu düşünmekteydi. İsrailliler kendi dinlerinin batini anlamını keşfetmek zorundaydılar. Yehova kurban değil merhamet istemekteydi.
Peygamberler, Eksen Çağı’nda ortaya çıkan bütün büyük dinlerin ayırıcı özelliği haline gelecek olan merhametli olmanın, kendilerinin en önemli görevleri olduğunu keşfetmişlerdi… Çıkış öyküsü tanrının zayıf ve ezilenin yanında olduğunu vurguluyordu.
Amos, … toplumsal adalet ve merhametin önemini vurgulayan ilk peygamberdi.
Beklenildiği gibi, İsraillilerin çoğu peygamberin, onları Yehova ile diyaloga çağıran davetine kulak asmadı. Kendilerinden daha az şey talep eden, Kudüs’teki Tapınakta ya da Filistin’in eski bereket kültlerinde icra edilen kült ibadetine dayalı bir dini tercih ettiler. … Onuncu yüzyılda… iki yüzyıl sonra İsrailliler, hala bereket ayinleri düzenleyip, kutsal seks icra ediyorlardı. Kimi İsraillilerin, diğer Tanrılar
gibi, Yehova’nın da bir karısı olduğunu düşündükleri görülüyor. … Bütün yeni peygamberler gibi, o da, dinin derin anlamıyla ilgiliydi. Onun Yehova’ya söylettiği gibi: “Kurban değil sevgi, felaket değil Tanrıyı bilmenizi istiyorum.” Burada o, teolojik bilgiyi kastetmiyordu; daath sözcüğü İbranice’de cinsellik çağrışımlı ‘bilmek’ anlamına gelen yada’dan türemiştir. Bu yüzdendir ki, Adem’in karısı Havva’yı ‘bildiğini’ söyler.
Peygamberler kendi insani duygu ve tecrübelerini Yehova’ya atfettiklerinde, bir anlamda, kendi suretlerinde bir tanrı yaratmaktaydılar. … Bütün dinler mutlaka bir miktar insanbiçimcilik ile başlar. … Yahudiler, eski dünyada, pagan komşularının hayran kaldığı müreffeh bir sistem kuran ilk halk olmuştur.
Bütün diğer peygamberler gibi, Hoşea da putperestlik karşısında dehşete düşmüştü… Filistin ve Babil halkı hiçbir zaman yaptıkları tanrı heykellerinin bizzat kendilerinin kutsal olduklarına inanmadılar; hiçbir zaman bir heykel karşısında, sırf bir heykel olduğu için eğilmediler. Heykel tanrının bir simgesiydi. Tıpkı, tasavvur edilemeyen ilk olaylar hakkında yarattıkları mitoslar gibi, bu da, ibadet eden kişinin dikkatini kendi ötesine yöneltmesi için geliştirilmiş bir araçtı. … Öte yandan, peygamberler sık sık pagan komşularının tanrılarına akla gelmedik saygısızlıklarla gülüp geçmekteydiler.
Yazık ki, tektanrıcılığın bir özelliği olarak ortaya çıkan hoşgörüsüzlüğü bugün öylesine kanıksamış bulunuyoruz ki, diğer tanrılara karşı düşmanlığın yeni bir dinsel tavır olduğunu göremeyebiliriz. Paganizm temelde hoşgörülü bir inançtı. Yeni bir tanrının gelişi eski kültler için bir tehdit oluşturmadıkça, mevcut panteonda her zaman başka bir tanrıya yer vardı. Eksen çağının yeni ideolojileri eski tanrılara yönelik inançların yerini aldığında bile, eski tanrılar böylesine şiddetle reddedilmemişlerdi. Gördük ki, Hindu dininde ve Budacılıkta insanlar, tanrıları gönülsüzce kabul etmek bir yana, tanrıların da ötesine geçmeleri için teşvik edilmişlerdir. … Peygamberler, kendi dinsel tutumlarına yönelik gizli bir kaygı mı beslemekteydiler? Yoksa, pek kolay olmasa da, kendi Yehova anlayışlarının paganların putperestliğinden pek de farklı bir şey olmadığının farkında mıydılar? Çünkü, ne de olsa, onlarda tanrılarını kendi suretlerinde yaratmaktaydılar… Tektanrıcılar, tanrılarının bildik kadın-erkek cinselliğinin ötesinde olduğunu ileri sürmelerine karşın, ileride göreceğimiz gibi, her ne kadar, kimileri bu dengesizliği gidermeye çalıştıysa da o, temelde erkek bir tanrı olarak kalmıştır… Yehova’nın, Filistin’in ve Ortadoğu’nun diğer Tanrı ve tanrıçalarını başarılı bir şekilde ortadan kaldırıp, tek Tanrı konumuna gelmesinden sonra, onun dini neredeyse tamamen erkeklerce sürdürülmüştür.
Yehova’nınki zor kazanılmış bir zaferdi. … Yehova’nın eski tanrıları barışçıl bir yolla doğal bir şekilde aşmayı başaramadığı görülmektedir; bunun için savaşmak zorunda kalmıştır.
Hilkiya’nın bulduğu ‘Kanun Kitabı’nın bizim bugün Tesniye olarak bildiğimiz metnin temelini oluşturduğu hemen hemen kesindir. Bu kitabın reformcu kesim tarafından tam zamanında ‘bulunmuş’ olması, bu konu üzerinde değişik kuramların ileri sürülmesine yol açmıştır. … Söz konusu Kanun Kitabı kesin olarak yedinci yüzyıl bakış açısını yansıtan yepyeni bir ihtilafı dile getirmektedir. … Yehova’nın İsrail halkını diğer bütün uluslardan ayrı tutması, İsraillilerin özel bir niteliğinden değil, Yehova’nın büyük sevgisinden kaynaklanmaktaydı. Buna karşılık, kendisine tam sadakat ve diğer bütün tanrıların şiddetle reddedilmesini istiyordu.
“Yerli halkla hiç bir anlaşma yapmayacaklar, onlara en ufak bir merhamet göstermeyecekler”di. Asla kız alıp verme, toplumsal karışma olmayacaktı.
Yahudiler bugün şema’yı okuduklarında, ona tektanrıcı bir yorum getirmektedirler: Bizim Tanrımız Yehova Tek ve biriciktir. Tesniye yazarının henüz böyle bir bakış açısı yoktu. ‘Yehova ehad’ Tek olan Tanrıyı değil, kendisine tapılmasına izin verilen tek tanrıyı ifade etmekteydi.
Tesniye yazarının dile getirdikleri bu aşırı tehlikeli ortamda büyük bir etki yarattı… Yoşiya hemen şiddetli bir reforma girişti. Tapınakta bulunan bütün heykeller, idoller ve bereket simgeleri yerlerinden kaldırılarak yakıldı. … Ülkede paganizmin faaliyet gösterdiği bütün eski dinsel mekanlar yıkıldı.
Bu topyekün yıkım, derinlerde gizlenmiş olan endişe ve korkunun yarattığı bir nefretten kaynaklanmaktaydı.
Her üç tek-tanrıcı inanç da kendi tarihlerinde, farklı zamanlarda benzer seçim teolojileri geliştirmişler, hatta bazen Yeşu’nun kitabında hayal edilenden daha da korkunç sonuçlar ortaya çıkmıştır. Batı Hıristiyanları, kendilerinin tanrının gözdeleri olduğunu düşünmeye özel bir eğilim göstermişlerdir. On bir ve on ikinci yüzyıllarda haçlılar, Yahudi ve Müslümanlara karşı giriştikleri kutsal savaşı, kendilerinin, Yahudilerin çoktandır kaybettiği Tanrısal misyonu devralmış yeni Seçilmiş Halk oldukları iddiasıyla meşrulaştırmışlardır.
Yehova kültü içinde henüz Atman’la karşılaştırılabilecek, her yerde hazır ve nazır, içsel bir tanrısal ilke yoktu. Yehova dışsal, aşkın bir gerçek olarak algılanmıştır. Ve onun yabancı görünümünden biraz kurtarılabilmesi için bazı yönlerden insanileştirilmesi gerekiyordu. Siyasi durum kötüye gitmekteydi. Babilliler Yahuda’yı istila etmişler, kralla birlikte bir grup İsrailli sürgüne gönderilmişti. Son olarak da bizzat Kudüs düşmüştü. Koşullar kötüleştikçe, Yeremya Yehova’ya insani duygular atfetme adetini sürdürdü.
Tanrı önündeyken hep halkı adına konuşan Yeremya, düşmanın kapıya dayandığı zaman halkına olan öfkesini Tanrının ağzından dile getirmekteydi… Kudüs’ün düşmesi ve Tapınağın yıkılışından sonradır ki, o, elinin böylesi dışsal tuzaklarının aslında içsel, öznel bir ruh halinin simgelerinden başka bir şey olmadığını anlamıştır, İsrail kavmiyle yapılan anlaşma ileride oldukça farklı bir şekil alacaktı: “Onların ta derinliklerine kendi kanunumu yerleştirecek, onu kalplerine nakşedeceğim···”
Tanrının tarihinde oldukça önemli bir yer tutacak olan bir düşünce ileri sürmüştü. Buna göre, insanlar, tanrısal varlığın ancak, batan güneşin son ışınları gibi, ardında bıraktığı etkisini görebilirler.
Tapınak inşa etmek insanoğlunun, bizatihi tanrıların yaratıcılığında kendine bir yer bulmasını sağlayan bir imitatio dei, tanrının taklit edilmesi eylemiydi.
Sinagog, eski dinlerin dünyasındaki hiçbir şeye benzemiyordu. Herhangi bir ritüel ya da kurban töreni olmadığı için, sinagog büyük ihtimalle onlara bir çeşit felsefe okulu gibi görünmekteydi. Birçoğu, tanınmış bir Yahudi vaiz geldiğinde, tıpkı kendi filozoflarını dinlemek için kuyruğa girdikleri gibi, sinagogu doldurmaktaydı.
Kadim dünyada din kişisel bir sorun değildi. Tanrılar bir kent için oldukça önemliydi ve ihmal edildikleri takdirde, koruyuculuklarından vazgeçeceklerine inanılmaktaydı. Bu tanrıların varlığına inanmayan Yahudiler ‘ateist’ ve toplum düşmanı olarak görülmekteydiler… Yahudiler, kısa zamanda, bilgeliğin Yunan zekasının değil, Yehova korkusunun bir eseri olduğunu ileri süren kendi literatürlerini yaratmaya başladılar.
Aristoteles’in, kendi yarattığı dünyayla nadiren ilgilenen Tanrısıyla, Kitabı Mukaddes’in, ısrarla ve tutkuyla insan yaşamına müdahale eden Tanrısı arasında önemli, belki de uzlaştırılamaz bir fark vardı. Yunan tanrısı insan aklının bir eseriyken, Kitabı Mukaddes’in Tanrısı kendisini ancak vahiy aracılığıyla tanıtmaktadır. … Tektanrıcılar ne zaman Yunan felsefesinin cazibesine kapıldılarsa, hep onun Tanrısını kendilerininkine uydurmaya çalışmışlardır. … Bu işe girişen ilk insanlardan biri büyük Yahudi Filozofu İskenderiyeli Philon’du (İ.Ö. 30 – İ.S. 45). … Kendi Tanrısı ile Yunanlıların Tanrısı arasında hiçbir uyumsuzluk görmemekteydi. Bununla birlikte, burada, Philon’un Tanrısının Yehova’dan çok farklı olduğunu belirtmek gerekir. … Aristoteles tarihi felsefi olmayan bir şey olarak görmüştü. Onun Tanrısı insani özellikler taşımıyordu. Örneğin, onun ‘kızgın’ olduğunu söylemek oldukça yanlış olurdu.
Yahudiler, Yunan dünyasıyla böylesi bir sentezi oluşturabilmelerinin imkansız olduğunu kısa sürede anladılar…. İ.Ö. birinci yüzyılda Romalılar imparatorluklarını Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya iyice genişlettiklerinde, bizzat kendileri, atalarının tanrılarını Yunan panteonuna sokup, Yunan felsefesini heyecanla benimseyerek Yunan kültürünün üstünlüğünü kabul etmişlerdi. Bununla birlikte,
Yunanlıların Yahudi düşmanlığından uzak durdular. … Miladi birinci yüzyıla gelindiğinde, Yahudiliğin Roma İmparatorluğu’nda oldukça güçlü bir konumu vardı. Bütün imparatorluğun onda biri Yahudi idi. … Romalılar kendilerini Yahudiliğin yüksek ahlaki niteliğine kaptırmışlardı. Sünnet edilmekten çekinen ve Tevrat’ın ilkelerine bütünüyle uymakta zorlananlar sinagogların onur üyesi oluyorlar ve ‘tanrı korkusu taşıyanlar’ şeklinde adlandırılıyorlardı.
Ferisiler, saplantı derecesinde ruhani Yahudilerdi. … Yalnızca evlerindeki mabetlerde gerçekleştirilen özel arınma kurallarını yerine getiren resmi bir ruhban kastı gibi yaşamaya başladılar. Yemeklerini tam bir ritüel saflık ortamında yemeye bilhassa özen gösterdiler, çünkü her bir Yahudi’nin masası Tanrının Tapınaktaki sunağı gibi olmalıydı. Gündelik yaşamlarının en küçük ayrıntısında bile Tanrının mevcudiyeti düşüncesini yerleştirdiler. Yahudiler ancak bu şekilde Tanrıya hiçbir ruhban sınıfı ve ince ritüellere gerek kalmadan doğrudan ulaşabilirlerdi… Bir gün Hillel’e yaklaşan bir pagan, ona, tek ayak üstünde bütün Tevrat’ı kendisine ezberden okuması durumunda Yahudiliği kabul edeceğini söyler. Hillel karşılık verir: “Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapmayacaksın. Tevrat’ın özü işte budur; git ve bunu öğren.”
Kudüs’ün işgalinden sonra, Haham Yuhannan’ın alevler içindeki kentten bir tabut içinde dışarıya kaçırıldığı söylenir. O Yahudi ayaklanmasına karşıydı ve Yahudilerin devlet olmadan daha müreffeh bir yaşam süreceklerine inanıyordu. Romalılar onun, Kudüs’ün batısındaki Yabne’de kendi kendini yöneten bir Ferisi topluluğu oluşturmasına izin verdiler. … Onları takiben, amoraim diye bilinen yeni bir bilginler kümesi Mişna üzerine yorumlara başladılar ve bir bütün olarak Talmud ismiyle anılan risaleleri kaleme aldılar. Gerçekte iki ayrı Talmud derlenmiştir: ilki, dördüncü yüzyıl sonuna kadar bitirilen Kudüs Talmudu, diğeri ise, daha yetkin olduğu söylenen ve ancak beşinci yüzyıl sonlarına doğru bitirilen Babil Talmudu’dur.
Yehova her zaman, insanları yukarıdan ve uzaktan yönlendiren bir tanrıydı. Hahamlar onu, insanoğlunun içinde, yaşamın en küçük ayrıntısında daha yakın bir şekilde var olan bir Tanrıya dönüştürdüler.
Her tür resmi öğreti Tanrının esas gizemini sınırlamak anlamına gelirdi. Hahamlara göre o, tam anlamıyla kavranılamaz, tasavvur edilemezdi. Musa bile Tanrının gizini aralamayı başaramamıştı… Hatta, onu dile getirmeye yönelik her girişimin kaçınılmaz bir şekilde eksik kalmaya mahkum olduğunun hatırlatılması olarak, Yahudilerin onun adını dahi ağızlarına almaları yasaklanmıştı. Tanrının ismi YHWH şeklinde yazılmıştı ve hiçbir metinde tam olarak telaffuz edilmemiştir.
Onların Tanrı için sıkça kullandıkları isimlerden birisi, İbranice’de ikamet etmek ya da çadır kurmak anlamına gelen şakan’dan türemiş olan Şekina idi. Tapınağın artık mevcut olmadığı bir zamanda,
çölde oradan oraya savruluşları sırasında İsraillilere eşlik eden Tanrı imgesi, Tanrının ulaşılabilir olduğu anlamına gelmekteydi.
Şekina imgesi, sürgünlerin, kendileri neredeyse orada hazır ve nazır bir Tanrı anlayışı geliştirmelerine yardımcı oldu. … Şemayı, “kendilerini vererek, tek bir sesle, tek fikir ve tek tonda”, tam bir birlik halinde söylemek için sinagoga adımlarını attıklarında, Tanrı orada, onlarla birlikteydi. Ancak o, topluluk içindeki uyumsuzluktan nefret eder, bu durumda, meleklerin “tek ses ve tek nefesle” ilahi okudukları gökyüzüne geri dönerdi.
Bu tür bir ruhaniyet yalnızca erkeklere mahsustu; kadınların Haham olması, Tevrat üzerinde çalışması yada sinagogda ibadet etmesi gerekmiyordu, çünkü buna izin verilmemişti… Kadının görevi, evdeki ritüel saflığın sürmesini sağlamaktı… Kadınlar, tıpkı mutfaklarında sütü etten ayırdıkları gibi, erkeklerden farklı, daha düşük bir kategoriye itilmişlerdi… Erkeklerden, sabah dualarında, Pagan, köle ya da kadın olarak yaratılmamaları için Tanrıya teşekkür etmeleri istenmekteydi. Öte yandan; evlilik kutsal bir görev addediliyordu ve aile yaşamı kutsaldı… Kadınların aybaşı döneminde cinsel ilişkiye girmek yasaklanmıştı, ama bunun nedeni, kadının o anda pis ve iğrenç olarak görülmesi değildi, Aybaşının gerekçesi aslında, erkeğin, karısını ‘elde var bir’ olarak görmesini önlemekti. “Çünkü bir erkek, karısını fazlasıyla kanıksar duruma gelebilir ve karısı da onu arzulamaz; bu yüzden Tevrat der ki, kadın aybaşından sonra yedi gün boyunca niddah [cinsel ilişkiye kapalı] olmalı, böylece, sonunda, kocası gözünde evlendikleri günkü kadar sevgili bir konuma gelecektir.” Bir tören gününde sinagoga gitmeden evvel erkeğin ritüel bir banyo yapması emredilmiştir; bununda nedeni, onun herhangi bir şekilde temiz olmaması değil, kendini bir hizmet için daha kutsal kılmak istemesidir. İşte bu anlayış içinde kadının, aybaşından sonra ritüel banyo yapması ve kendini, onu bekleyen şeyin, yani kocasıyla cinsel ilişkinin, kutsallığına hazırlaması emredilmişti. Cinselliğin bu şekilde kutsanması, bazen seks ile Tanrıyı karşılıklı birbirini dışlayan şeyler olarak gören Hıristiyanlık için yabancı bir olgudur.
İyi ve mutlu bir yaşam sürmenin Yahudiler için bir yükümlülük olduğunu vurgulamışlardı. … Hatta şarap ve seks gibi zevklerden uzak durmak günah bile sayılırdı, çünkü, Tanrı bunları insanın mutluluğu için yaratmıştı. Tanrıya, ıstırap ve inzivayla ulaşılamazdı. … Hahamlar bizzat Tevrat’ın kendilerinde vücut bulduğu insanlar olarak saygı görmekteydiler; hukuk konusundaki uzmanlıkları yüzünden, diğer herkesten daha fazla “Tanrıya benziyorlar”dı.
Bir insana hakaret etmek, insanları kendi suretinde yaratmış olan Tanrıyı inkar etmek anlamına geliyordu. Bu, ateizmle eş bir tutumdu ve tanrıya küfretmek demekti. Bu yüzden cinayet en büyük suç ve günahtı. “Kitabı Mukaddes, her ne sebeple olursa olsun, insan kanı dökmenin tanrısal imgeyi küçültmek anlamına geldiğini söyler.” … Yahudilere karşı girişilen bir katliam bile, tek bir imam öldürmenin gerekçesi olamazdı. Bir kimseyi, hatta bir goy [Yahudi olmayan] ya da bir köleyi aşağılamak en büyük hakaretlerden biri sayılırdı, çünkü bu, cinayetle, Tanrının imgesinin saygısızca reddedilmesiyle eşit bir suçtu. … Yahudiler Tanrıyı, kendilerinin her hareketlerini yukarıdan izleyen bir
Büyük Birader olarak düşünmemekte, bunun yerine her insanın içine bir Tanrı düşüncesi yerleştirmeye çalışmaktaydılar; diğer insanlarla olan ilişkimiz ancak bu yolla kutsal bir hale gelirdi.

03. Putperestlere* Bir Işık
* Orijinal başlıkta ‘Gentiles’ kullanılmıştır. Bu sözcük, Kitabı Mukaddes geleneğinde genel olarak Yahudi olmayanlar, pagan Romalılar için kullanılmıştır. Daha sonra Hıristiyanlarca Hıristiyan olmayan anlamında da kullanılmıştır. Hepsindeki ortak nokta, dönemlerinin çok tanrılı, pagan, putperestlerine atıfla kullanılmış olmasıdır.
İlki olması açısından en güvenilir İncil olarak kabul edilmiş olan Markos’un İncili, İsa’yı, erkek ve kız kardeşleri olan, oldukça sıradan bir adam olarak sunar. … Öyle anlaşılıyor ki, İsa başlangıçta, Esseni olma ihtimali yüksek bir gezgin derviş olan Vaftizci Yahya’nın bir şakirdi idi. … Vaftizci Yahya, hemen, İsa’yı Mesih olarak, tanıdı.
Onun gerçekte söylediği sözlerden çok azının İncillerde yazıldığı ve onların sunduğu bilginin büyük bir kısmının, İsa’nın ölümünden sonra Aziz Pavlus tarafından kurulan kiliselerin sonraki gelişimlerinin etkisi altında şekillendiği anlaşılmaktadır. … Bazıları İsa’nın, tıpkı Hıristiyanlığa geçmeden önce bir Ferisi olup Haham Gamaliel’e müritlik eden Pavlus gibi, Hillel’in okuluna bağlı bir Ferisi olduğunu ileri sürer. … Matta’nın İncilindeki anti semitik hava, 80’li yıllarda Yahudilerle Hıristiyanlar arasındaki gerilimi yansıtmaktadır.
Ölümünden sonra, takipçileri İsa’nın tanrısal bir kişiliği olduğuna karar verdiler. Bu hemen gerçekleşmedi; göreceğimiz gibi, İsa’nın insan şekline girmiş Tanrı olduğu öğretisi, dördüncü yüzyıla kadar nihai şeklini almadı. Hz.İsa, kesinlikle hiçbir zaman kendisinin Tanrı olduğunu ileri sürmemiştir. Vaftizi sırasında gökten gelen bir ses tarafından Tanrının Oğlu olarak çağrılmıştır, fakat bu, büyük ihtimalle onun Mesih olduğunun tasdikinden ibaretti.
Daha çok bir Yahudi mezhebi olarak kalmak isteyen ilk havarilerden oluşan bir grup, bundan rahatsız oldu ve çok şiddetli bir tartışmadan sonra Pavlus ile yollanın ayırdılar. … Pavlus İsa’yı hiç bir zaman ‘Tanrı’ olarak anmamış; onu, Yahudilere özgü anlamıyla ‘Tanrının Oğlu’ olarak çağırmıştır. O, İsa’nın bizatihi Tanrının enkarnasyonu olduğuna kesinlikle inanmamaktaydı. … Tanrının İsa’nın vücudunda tecelli ettiği öğretisi, Yahudilerce her zaman bir kepazelik olarak görülmüş, daha sonra Müslümanlar da bunu küfür saymışlardır. Bazı tehlikeli yanlar içeren bu açıklaması zor öğretiyi, Hıristiyanlar her zaman çok kabaca yorumlamışlardır. Öte yandan, bu tür bir enkarnasyon inancı din tarihinde hep var olagelmiş bir temadır; hatta Yahudiler ve Müslümanlar bile, bu konuda şaşırtıcı benzerlikler gösteren kendi teolojilerini geliştirmişlerdir.
İsa’nın şaşırtıcı bir şekilde tanrısallaştırılmasının arkasındaki dinsel dürtüyü görebilmek için, aynı dönemde Hindistan’da yaşanan bazı gelişmelere kısaca bakmak gerekir. Hem Budacılıkta hem de Hindu dininde, bizzat Buda veya insan şeklinde görünen Hindu tanrıları gibi yüceltilmiş varlıklara aşırı bir düşkünlük vardı. Bakti olarak bilinen bu tür kişisel bağlılık, insanın, bir bakıma, insanileştirilmiş bir dine duyduğu sürekli özlemi dile getirmekteydi.
İ.Ö. birinci yüzyıla gelindiğinde, kendi adlarına nirvanaya ulaşmak için manastırlara kapanan Budacı rahiplerinin bu anlayışı artık kaybettikleri anlaşılmaktaydı. Manastır hayatı kolayca göze alınamayacak bir idealdi ve bu, birçokları için altından kalkılamayacak bir şeydi. İ.S. birinci yüzyılda, yeni tip bir Budacı ilah ortaya çıktı: Buda örneğini takip ederek kendini insanlara adayan, bu yüzden kendi nirvanasından vazgeçen Bodhisattva.
İ.S. ikinci yüzyılın başlarında, Boşluk Okulu’nun kurucusu olan filozof Nagarcuna, sıradan kavramlarla çalışan dilin yetersizliğini göstermek için paradoksu kullanmış ve diyalektik bir yöntem devreye sokmuştur. Nihai gerçeklerin, yalnızca, meditasyonun zihinsel disiplini içinde sezgisel olarak kavranabileceğini iddia etmiştir. Bu felsefeye inanan Budacılar, yaşadığımız her şeyin bir yanılsama olduğu yolunda bir inanç geliştirmişlerdir: Batıda biz bunları idealistler olarak adlandırıyoruz. Her şeyin derindeki özü olan Mutlak bir boşluk, bildiğimiz anlamda mevcut olmayan bir hiçliktir.
Budalar ve Bodhisattvalara yönelik bu bakti’nin (bağlılığın), Hıristiyanların İsa’ya bağlılığıyla benzeştiğini söylemek mümkündür. Bu, aynı zamanda, bir inancın daha fazla insana ulaşmasını da sağlamıştır; tıpkı Pavlus’un, Yahudiliğin Goyim’e de açık olmasını istemesi gibi. … Gerçekte, Hindular bir Teslis(Üçleme) geliştirmişlerdi: Brahman, Şiva ve Vişnu; bunlar biricik, tanımlanamaz gerçeğin üç simgesini ya da boyutunu temsil ediyorlardı.
Bugün Hıristiyanlık olarak bildiğimiz dini yaratan ilk Hıristiyan metin yazarı olan Aziz Pavlus, Tanrının dünyaya kendini Tevrat yerine, esas olarak, İsa’da gösterdiğine inanmaktaydı… O, İsa’nın Mesih olduğuna kesinlikle inanıyordu. ‘Christ’ sözcüğü Yahudilerin Massiach’ının çevirisiydi ve Kutsanmış Kişi anlamına geliyordu. Pavlus, ayrıca, İsa’dan bir insan olarak da bahsetmekte, ama yine onun sıradan bir insandan daha fazla bir şey olduğunu söylemekteydi. Bununla birlikte, bir Yahudi olarak Pavlus, onun insan şekline girmiş Tanrı olduğuna inanmamaktaydı.
İlk Hıristiyanlar İsa’nın, gizemli bir şekilde de olsa, yaşadığına ve onun sahip olduğu ‘güçler’ e söz verdiği üzere, şimdi kendilerinin sahip olduğuna inanmaktaydılar. Pavlus’un mektuplarından, ilk Hıristiyanların, yeni tür bir insanlığın başladığını işaret edebilecek bin bir çeşit alışılmadık yaşantıları olduğunu anlıyoruz: Kimileri okuyup üfleyerek şifa dağıtmaya, kimileri tanrısal bir dille konuşmaya başlamıştı; kimileri de, ilhamını Tanrıdan aldıkları kehanetleri etrafa yaymaktaydılar.
Bununla birlikte, İsa’nın çarmıha gerilişini, bir çeşit Adem’in ‘ilk günahı’nın kefareti olarak gören ayrıntılı kuramlar yoktu. Böyle bir teolojinin dördüncü yüzyıla kadar gündeme gelmediğini ve bunun yalnızca Batıda bir önem taşıdığını ileride göreceğiz. … İsa Mesih’in kurban edilircesine ölümü olayı, bu sıralarda Hindistan’ da gelişmekte olan Bodhisattva idealiyle benzerlik göstermekteydi. … Pavlus, İsa’nın kurban edilişinin biricikliğinde ısrar etmekteydi. … Burada potansiyel bir tehlikeyle karşı karşıyayız… Hıristiyanlığın, tüketilemez Tanrı gerçeğinin tamamının tek bir insanda tezahür etmiş olduğunu ileri süren tek enkarnasyonu, tam olgunlaşmamış bir putperestliğe yol açabilirdi.
İsa, Tanrısal güçlerin (duanis) yalnızca kendisi için söz konusu olmadığını ısrarla vurgulamıştır. Pavlus İsa’nın yeni tür bir insanlığın ilk örneği olduğunu ileri sürerek bu anlayışı geliştirmiştir. … Bu, bütün Budalar Mutlak ile aynileştikleri için, insanlık idealinin Budalığa intisap edeceğini ileri süren Budacı inançtan çok farklı değildi.
Bu dua, İsa’nın, bir Bodhisattva gibi, insanlığın çektiği acıyı paylaşmaya karar verip, kendi ‘nefsinden arınmak’ (kenosis) suretiyle insan haline gelmeden önce ‘Tanrı katında’ sürdürülmüş bir yaşamı olduğuna dair ilk Hıristiyanlar arasında yaşayan bir inancı yansıtmaktadır. Pavlus, Mesih’in ezelden beri Yehova’ nın yanı başında ikinci bir tanrısal varlık olarak mevcut olduğu düşüncesini kabul edemeyecek kadar inançlı bir Yahudi idi. Dua, İsa’nın, yüceltilişinden sonra bile, kendisini yükseltip, ona Kyrios unvanını bahşeden Tanrıdan farklı ve daha düşük bir konumda olduğunu dile getirmektedir.
Yaklaşık kırk yıl sonra, 100 yılı civarında kaleme alınmış olan Aziz Yuhanna İncilinin yazarı benzer bir öneride bulunur. … “Her şey onun aracılığıyla var oldu, hiçbir şey onsuz var olmadı.” … İncil yazarının Helenleşmiş Yahudilikten daha çok Filistin Yahudiliğine yakın bir dil kullandığı anlaşılmaktadır.
Petrus, Nasıralı İsa’nın Tanrı olduğunu iddia etmemişti. O “Tanrının sizlere mucizeler, deliller ve işaretlerle gönderdiği bir insandı ve bizimle birlikte olduğu müddetçe Tanrı eylemlerini onun aracılığıyla gerçekleştirmiştir.” Feci bir şekilde ölmesinden sonra Tanrı onu yeniden yaşama döndürmüş ve Tanrının sağ kolu olarak özel bir konuma yükseltmişti.
Pavlus’un yeni bir şekil kazanmış Yahudiliğinin, bu insanların içine düştükleri birçok ikilemi de ortaya serdiği anlaşılmaktadır. … Kimi bölge Yahudileri, Tapınağın yıkılmasından sonra Hahamlar tarafından geliştirilen Talmud Yahudiliğini benimsemişti; kimileri ise, Tevrat’ın konumu ve Yahudiliğin evrenselliği gibi diğer konulardaki sorularına Hıristiyanlıkta cevap bulmuşlardır.
Birinci yüzyılda Hıristiyanlar da Tanrıyı düşünüp, ona Yahudiler gibi ibadet etmeyi sürdürdüler; Hahamlar gibi tartıştılar, üstelik kiliseleri de sinagogları andırmaktaydı. Hıristiyanlar, Tevrat’ı dikkate
almadıkları için İ.S. 80’li yıllarda sinagoglardan resmen kovuldular. … Önceden Yahudiliğe geçmiş olan paganlar, şimdi yüzlerini Hıristiyanlığa dönmekteydiler. Ancak bunlar daha çok kölelerle alt sınıflara mensup insanlardı. İyi eğitim görmüş paganlar, ancak ikinci yüzyılın sonlarında Hıristiyanlığı seçtiler ve kararsız pagan dünyaya bu yeni dini açıklayabildiler.
Hiç kimse dini, büyük bir meydan okuma olarak görmüyor, onun, yaşamın anlamı hakkında dört başı mamur bir cevap sunmasını beklemiyordu. Son dönem antik çağın Roma İmparatorluğunda imanlar, Tanrılara, zor zamanda kendilerine yardım etmeleri, devletlerini takdis etmesi ve geçmişle ferahlatıcı bir süreklilik duygusu yaşamak için tapıyorlardı. Din bir fikirler manzumesi olmaktan ziyade bir kilit ve ritüel meselesiydi; bir ideoloji ya da bilinçli olarak kabul edilmiş bir kuram değil, duygu temelinde yaşanan bir olguydu. Bu, günümüz için yabancı olmayan bir şeydir: kendi toplumumuzda dinsel törenlere katılan insanların birçoğu teolojiyle ilgilenmemekte, çok egzotik bir şey peşinde koşmamakta ve değişim fikrinden hoşlanmamaktadırlar. Ritüellerin, gelenekle bir bağ kurmaları sağladığını ve kendilerine bir güven duygusu verdiğini görmektedirler. … Aynı şekilde, antik çağın son döneminde paganların birçoğu, kendilerinden önceki kuşakların yaptığı gibi, atalarının tanrılarına tapınmaktan haz duymaktaydı. Eski ritüeller onlara kimlik duygusu vermekte, yerel gelenekleri ayakta tutmakta ve her şeyin olageldiği gibi devam edeceği konusunda sanki bir güvence teşkil etmekteydi. … Babalarının inancını bertaraf etmek amacıyla yola çıkan her bir kült karşısında belli belirsiz kendilerine yöneltilmiş bir tehdit duygusu hissetmekteydiler. Bu yüzden Hıristiyanlık her iki dünyanın da en kötü taraflarını içeriyordu. Yahudiliğin sahip olduğu köklülüğün verdiği saygıdan yoksun olduğu gibi, paganizmin, herkesin görüp tatbik edebileceği o çekici ritüellerinin hiçbirine sahip değildi. Ayrıca, potansiyel bir tehdit kaynağıydı, çünkü; Hıristiyanlık, kendi Tanrısının tek Tanrı, diğer bütün tanrıların ise birer kuruntudan ibaret olduğunu iddia ediyordu. Romalı biyografı yazarı Gaius Suetonius’a (70-160) göre, Hıristiyanlık, sadece ‘yeni’ olduğu için ‘soysuz’ , akıl dışı ve eksantrik bir hareketti.
Eğitim görmüş paganlar aydınlanmak için dine değil felsefeye bakmaktaydılar. … Hatta onları ‘Tanrının oğulları’ olarak görmekteydiler. Örneğin Platon’un, Apollo’nun oğlu olduğuna inanılmaktaydı. … Sokrates ve Platon’un her ikisi de kendi felsefeleri konusunda ‘dinsel’ birer tutum içindeydiler; bilimsel ve metafizik araştırmaları, onlara evrenin ihtişamını gösteren bir görüş kazandırmıştı. Bu yüzden, miladi birinci yüzyıla gelindiğinde, zeki ve düşünen insanlar yaşamın anlamının açıklanması, kendilerine ilham kaynağı olabilecek bir ideoloji ve etik motivasyon için yüzlerini onlara dönmüştü. Hıristiyanlık barbarca bir itikat olarak görünmekteydi.
Platonculuk antikçağın son döneminin en popüler felsefelerinden biriydi. Birinci ve ikinci yüzyılın Yeni Platoncuları Platon’a, bir ahlakçı ve siyasi düşünür olarak değil bir mistik olarak ilgi duymaktaydılar.
Gnostikoi, yani Bilenler, kendilerinin tanrısal alemden ayrılışlarının tam anlamını açıklamak amacıyla yüzlerini felsefeden mitolojiye çevirdiler.
Gnostikler, Mabud diye adlandırdıkları bütünüyle kavranılması imkansız gerçekle işe başlamışlardır, çünkü o, Tanrı dediğimiz daha düşük konumdaki varlığın da kaynağını oluşturmaktaydı. Sınırlı aklımızın algılama kapasitesinin tamamen dışında olduğu için, onun hakkında söyleyebileceğimiz hiçbir şey yoktur.
Ne ‘iyi’ ne ‘kötü’ olan, hatta mevcudiyetinden bile bahsedilemeyen bu Mabut’u tanımlamak imkansızdır. Basilides, başlangıçta Tanrının değil yalnızca Mabut’un var olduğunu ileri sürmüştür; bu, kesin bir ifadeyle Hiçbir şeydir, çünkü o bizim anlayabileceğimiz hiçbir anlamda mevcut değildir.
Bazı Gnostikler, Tanrının dünyayı yaratmadığını, çünkü onun böylesi bayağı bir işle hiçbir alakası olamayacağını ileri sürmüşlerdir, Bu Demiourgos ya da Yaratıcı olarak adlandırdıkları çağlardan birinin işiydi.
“Tanrıyı, yaradılışı ve benzer diğer şeyleri aramaktan vazgeç. Onu aramaya kendinden başla, içinde her şeyi kendisi yapan ve, Tanrım, zihnim, düşüncem, ruhum, vücudum diyenin kim olduğunu öğren. Üzüntünün, sevincin, sevginin, nefretin kaynağını öğren. Birinin nasıl iradesi dışında seyrettiğini, iradesi dışında sevdiğini öğren. Bütün bunları dikkatlice araştırırsan, onu kendi içinde bulacaksın.”
Gnostikler, Hıristiyanlığa yeni geçen insanların Yahudilikten devraldıkları geleneksel Tanrı tasarımından pek memnun olmadıklarını göstermişlerdir. … İsa ancak sağlam bir ağacın iyi meyve vereceğini söylemişti: baştan aşağı kötülük ve acıyla dolu bir dünya nasıl olur da iyi bir Tanrı tarafından yaratılmış olabilirdi? Markion’un aklı, adalet hırsı içinde bütün bir nüfusu yok eden zalim ve acımasız bir Tanrı sunan Yahudi metinlerini de bir türlü almıyordu.
Geleneksel tanrılara prim vermediklerini gören halk, Hıristiyanların devlet için bir tehlike oluşturup, hassas düzeni alt üst edeceklerinden korkmaktaydılar. Hıristiyanlık uygarlığın başarılarını görmezden gelen barbarca bir itikat olarak görülmekteydi.
Clemens İsa’nın bir Tanrı, “acı çeken ve kendisine tapılan yaşayan bir Tanrı” olduğuna inanmaktaydı. … Eğer Hıristiyanlar İsa’yı taklit etmiş olsalar, onlar da tanrılaşırlardı: ilahi, bozulmaz ve duygusuz. Gerçekten de, İsa insan suretine girmiş tanrısal logos’tu, dolayısıyla, “nasıl Tanrı olunabileceğini bir insandan öğrenebilirsin.”
260-272 yılları arasında Antakya Piskoposu olan Samosatalı Paulos, İsa’nın, tıpkı bir tapınakta olduğu gibi, içinde Tanrının Söz ve Bilgeliğinin barındığı sıradan bir insan olduğunu ileri sürmüştür. Bu da aynı ölçüde Ortodoks dışında bir yaklaşım olarak değerlendirilmiştir.
Origenes, bir Platoncu olarak, Tanrı ile insan arasında bir akrabalığın var olduğundan emindi: tanrısalın bilgisi insanlığın doğal bir boyutuydu. … İsa’nın bakire Meryem’in rahminden dünyaya gelişi sözcük anlamıyla, gerçekmiş gibi değil, tanrısal bilgeliğin ruh içindeki doğuşu olarak anlaşılmalıydı. … Tanrı derin bir gizemdi ve hiçbir insani sözcük veya kavram onu doğru olarak tanımlayamazdı; ancak ruh, onunla aynı tanrısal doğayı paylaştığı için, Tanrıyı tanıma kapasitesine sahipti.
Dokuzuncu yüzyılda Kilise Origenes’in bazı fikirlerini sapkınca bularak lanetlemiştir. Ne Origenes ne de Clemens, sonradan ortodoks Hıristiyan öğretisi haline gelen, Tanrının dünyayı yoktan (exnihilo) yarattığına inanmaktaydılar. … Burada önemli nokta, Origenes ve Clemens’in Hıristiyan Platonculuğu çizgisindeki düşüncelerini kaleme alıp öğrettikleri dönemde henüz resmi bir öğretinin olmamasıydı. Hiç kimse, Tanrının dünyayı yarattığından ya da insanın nasıl tanrısal bir varlık olduğundan kesin olarak emin değildi. Ortodoks inancın belirgin bir tanımı, ancak dört ve beşinci yüzyılların çalkantılı olayları esnasında yaşanan acı bir mücadele sonunda yapılabilmiştir.
Origenes belki de en iyi kendini kısırlaştırmasıyla bilinir. İncillerde İsa bazı insanların Tanrı Krallığı aşkına kendilerini hadım ettiklerinden bahsetmekteydi; Origenes işte bu sözlerden yola çıkarak kendini hadım etmişti. … Filozofların, bilgeliklerinin bir simgesi olarak uzun sakallarla tanımlandığı bir çağda, Origenes’in temiz yanakları ve tiz sesi şaşırtıcı bir görünüm arz etmekteydi.
Plotinos, Platon’un fikirlerine dayanarak özü anlamaya yönelik bir sistem geliştirmiştir. O, ne evrenin bilimsel açıklamasını yapmaya yeltenmiş ne de yaşamın maddi kökenlerini açıklamaya girişmiştir. Plotinos, nesnel bir açıklama için dünyanın dışında bir yere bakmak yerine, şakirtlerinden, kendi içlerine çekilmelerini ve soruşturmaya insan ruhunun derinliklerinden başlamalarını istemiştir.
Gerçeklikteki ayırt edici doğruyu bulmak için ruh kendini yeniden tasarlamalı, bir arınma süreci katharsis yaşamalı ve Platon’un önerdiği gibi, tefekküre (theoria) başlamalıydı. Gerçeğin tam kalbine ulaşmak için evrenin, algıların dünyasının ve hatta anlağın sınırlarının ötesine yöneltmeliydi. Bununla birlikte bu, kendi dışımızdaki bir gerçekliğe yükselme değil, zihnimizin en derin girintilerine bir inişti. Bu bir anlamda içsel tırmanmadır.
Nihai gerçek Plotinos’un Bir olarak isimlendirdiği ezeli birlikti. … Bir’in kendisi bizzat sadelikti, hakkında söyleyecek hiçbir şey yoktu: onun, özünden farklı nitelikleri yoktu, dolayısıyla da sıradan bir tanımlaması yapılamazdı. … “Sessizlikte daha fazla hakikat buluruz. Kendisi olarak var olduğu, “bir şey olmadığı ve fakat her şeyden farklı olduğu” için, onun var olduğunu bile söyleyemeyiz. … Plotinos’a göre “o Herşey ve Hiçbir şeydir; mevcut şeylerin hiçbiri olamaz, ama, bununla birlikte, o hepsidir. … Bu anlayış Tanrının tarihinde sürekli bir tema olarak kalacaktır.
Plotinos’un en çok sevdiği benzetmelerinden biri, Bir’i bir çemberin merkezindeki nokta ile karşılaştırmasıdır; bu, bundan ileride daha fazla çemberin doğması olasılığını içermekteydi. Tıpkı bir taşı havuza attığınızda meydana gelen dalgalanma etkisine benzemekteydi. … Gnostik mitoslarda olduğu gibi, bir varlık, Bir’deki kaynağından ne kadar uzaklaşırsa o kadar zayıflamaktaydı.
Plotinos’un modelinde ilk ortaya çıkan Zihin (nous), Platon’un idealar alemine karşılık gelmekteydi; Bir’in sadeliğini anlaşılır kılan buydu. … Zihnin Bir’den meydana gelmesi gibi Zihinden ortaya çıkan Ruh (psyche), mükemmellikten birazcık daha uzaktır ve bu alemde bilgi, ancak çıkarımsal bir yolla elde edilebilir, dolayısıyla mutlak sadelik ve tutarlılıktan yoksundur. … Plotinos, Bir, Zihin ve Ruh’tan oluşan üçlemeyi ‘uzakta, orada’ olan bir tanrı gibi algılamamıştır.
Bir, kesinlikle fiziksel bir varlığa sahip değildir; cinsiyeti yoktur ve bizlere karşı ilgisizdir. Benzer şekilde, Zihin (nous) gramer olarak eril, Ruh (psyche) ise dişildir; bu Plotinos’un, cinsel denge ve ahenk üzerine kurulu eski pagan anlayışı koruma arzusunu ortaya koymaktaydı. Kitabı Mukaddes’in Tanrısının aksine, Bir, bizimle buluşmaz, bize yol göstermez. Bizlere karşı arzu, sevgi beslemez ya da kendini bize göstermez. Kendisi dışında hiçbir şeyi bilmez. Bununla birlikte, insan ruhu zaman zaman vecd halinde Bir’i düşünür ve kendinden geçer. Plotinos’un felsefesi mantıksal bir süreç olmaktan çok tinsel bir soruşturmadır.
Bu Tanrı bir yabancı nesne değil, kendimizin en iyi özüdür.
İleride Hıristiyan düşünürler kendi dinsel deneyimlerini açıklamaya çalıştıklarında, doğal olarak yüzlerini Plotinos’un ve onun pagan ardıllarının Yeni Platoncu anlayışına dönmüşlerdir. Maddi olmayan, insani kategorilerin dışında ve fakat insanlığa özgü bir aydınlanma, aynı zamanda, Plotinos’un çalışmayı çok arzu ettiği Hindistan’daki Hindu ve Budacı ideale çok yakındı. Dolayısıyla, bazı yüzeysel farklılıklara karşın, gerçeğin tek tanrıcı ve diğer görümleri arasında derin benzerlikler vardı: Öyle anlaşılıyor ki, insanlar mutlak üzerinde düşündüklerinde, çok benzer fikir ve deneyimlere ulaşmışlardır. Nirvana, Bir, Brahman veya Tanrı olarak adlandırılan bir gerçeğin varlığı karşısında, varoluş, vecd ve korku duygusunun bir zihinsel duanın, insanoğlunca durmaksızın peşinde koşulmuş doğal bir anlayış olduğu anlaşılıyor.
Doğuda Clemens ve Origenes Tanrıya dönmenin barışçı ve insana haz veren yollarını vaaz ederlerken, Batı Kilisesinde daha korkunç bir Tanrı kurtuluşun baş koşulu olarak feci bir şekilde ölümü talep etmekteydi.
Ortodoks teologlar Gnostiklerin, Markionist ve Montanistlerin kötümser anlayışlarını yasaklamışlar ve orta bir yolda karar kılmışlardı. Hıristiyanlık, gizem kültlerinin karmaşıklığından ve kati münzevilikten uzak duran bir kent inancı haline gelmekteydi. … Yeni din, ayrıca kadınlara da seslenmekteydi: Kutsal metinleri Mesih’in ne erkek ne de dişi olduğunu vaaz ediyor ve Onun kiliseyi yücelttiği gibi erkeklerin de kanlarını yücelttiklerinde ısrar ediyordu. Hıristiyanlık, bir zamanlar Yahudiliği cazip kılan bütün avantajlara sahipti, üstelik Yahudilikteki sünnet ve yabancı bir Kanun gibi dezavantajları da yoktu. Paganlar da, kiliselerin sağladığı refah sistemi ve Hıristiyanların birbirlerine karşı merhametli davranışlarından özellikle etkilenmişlerdi. İçeriden bir ayrılma yaşamadan, kendilerine yönelik katliam girişimlerine karşı giriştiği uzun mücadele sırasında kilise, neredeyse imparatorluğun bir küçük evreni gibi çalışan yetkin bir örgütlenme haline geldi: çok-ırklı, Katolik, uluslar arası, evrensel bir yapıydı ve yetkin bürokratlarca yönetilmekteydi.
Hıristiyanlar artık mülk edinebiliyorlar, özgürce ibadet ediyor, kamu yaşamına özgün katkılarda bulunabiliyorlardı. Paganizmin iki yüzyıl daha canlılığını sürdürmesine rağmen, Hıristiyanlık imparatorluğun resmi dini olmuş, maddi imkanlarını geliştirmek için Kiliseye katılmak isteyen insanları din değiştirmeye teşvike başlamıştı. Zulme uğrayan ve hoşgörü isteyen bir mezhebin temsilcisi olarak doğan Kilise, çok geçmeden, insanlardan, kendi kanunları ve itikatlarına uymalarını talep etmeye başladı. … Bu başarıda Roma imparatorluğunun desteğinin kesinlikle önemli bir rolü olmuştur. 04. Teslis: Hıristiyan Tanrısı
İnsanlar, bugün futbolun konuşulduğu aynı şevkle bu soyut konuları tartışıyorlardı. … İsa, Baba ile aynı biçimde nasıl Tanrı olabilmişti?
Tartışma o kadar canlandı ki imparator Konstantin müdahale edip Nicaea’da (İznik’te) konuyu görüşmek için bir konsül topladı. … Tanrının dünyayı hiçlikten (ex nihilo) yarattığını düşünüyorlardı ve düşüncelerini kutsal metinlere dayandırıyorlardı. Gerçekte Tekvin’de böyle bir iddia yoktu. Yazar Tanrının dünyayı ilk kaostan yarattığını yazmıştı ve Tanrının bütün evreni mutlak boşluktan yarattığı kavramı tamamıyla yeniydi. … Ama dördüncü yüzyıla gelindiğinde Hıristiyanlar Gnostiklerin dünyanın Tanrıdan engin bir boşlukla ayrılan kırılgan ve mükemmellikten uzak olduğu görüşünü paylaşmaya başlamışlardı. Yeni ex nihilo yaradılış öğretisi evrenin özünde bozuk, varoluşu ve yaşamını tamamıyla Tanrıya borçlu olduğunu vurguluyordu.
Stoacılar, örneğin, erdemli bir insanın tanrısallaşmasını olanaklı görmüşlerdir; Platoncu görüşte de böyledir. Arius Hıristiyanların kurtarılıp kutsandığına, Tanrının yapısını paylaştığına tutkuyla inanır. Bu ancak İsa’nın bize açtığı yolla olanaklı olmuştur. O mükemmel bir insan yaşamı sürmüş, çarmıhta ölene kadar Tanrıya itaat etmiş, Aziz Pavlus’un dediği gibi, ölene kadar Tanrıya itaati onu özel, yüce konuma çıkarmış ve ona kutsal Efendi (kyrios) adını verdirmiştir. Eğer İsa insan olmasaydı bizim için hiçbir umut kalmazdı. Yapı olarak Tanrı olsaydı yaşamında övgüye değer ve bizim için örnek alınacak bir yön olmazdı. İsa’nın mükemmel itaat gösterdiği oğul yaşamını tefekkür etmekle Hıristiyanların kendileri de tanrısallaşabilir.
İnsan ancak Logos aracılığıyla Tanrıya katılarak yok olmaktan kurtulabilir, çünkü tek mükemmel varlık yalnızca Tanrıdır. Logos’un kendisi zarar görebilir bir yaratık olsaydı, insan soyunu yok olmaktan kurtaramazdı. Logos bize yaşam verebilmek için ete kemiğe bürünmüştür. Tanrının sarsılmazlık ve ölümsüzlüğünden payımızı almamız için ölümlü ve çürümüş dünyaya inmiştir. Ama bu kurtuluş Logos’un kendisi zayıf, yokluğa dönecek bir yaratık olsa, olanaksız olabilirdi. Ancak dünyayı yaratmış olan onu kurtarabilir ve bu da ete kemiğe bürünen Logos, İsa’nın, Baba ile aynı özden yapılmış olmasını gerektirir. Athanasius’un dediği gibi Söz, bizim tanrısallaşmamız için insan olmuştur.
20 Mayıs 325’te piskoposlar bunalımı çözmek için İznik’te toplandığında, çok az kişi Athanasius’un İsa hakkındaki görüşünü paylaştı. Pek çoğu Athanasius ile Arius arası bir tutum benimsiyordu. Gene de Athanasius teolojisini delegelere kabul ettirmeyi becerdi. … Bu belge ex nihilo yaratılışı ilk kez resmi Hıristiyan öğretisi yaptı ve İsa’nın alelade bir mahluk veya sonsuzluk olmadığı kabul edildi. Yaratıcı ve Kurtarıcı tekti.
Bir anlaşmaya varılması, teolojik konularda hiç bilgisi olmayan Constantinus’u memnun etti, oysa gerçekte İznik’te fikir birliği yoktu. … Arius’la izleyicileri mücadeleyi sürdürerek imparatorun yakınlığını yeniden kazandılar. Athanasius en az beş kez sürgüne yollandı.
Ankara piskoposu Marcellus, Logos’un ezeli tanrısal varlık olamayacağını ileri sürdü. O yalnızca Tanrı içindeki bir nitelik veya olanaktı; bu durumuyla İznik formülü üç tanrıcılıkla, yani üç tanrı – Baba, Oğul, Kutsal Ruh – olduğu inancı demeye gelmekle suçlanabilirdi.
İsa yaradılış sırasında Tanrıdan çıkmış, İsa biçiminde vücut bulmuş ve kurtuluş tamamlanınca, tanrısal yapı içinde erimiştir ve hepsi Tek Tanrıdır.
Öncelik Arius’a muhalefet etmekte olmalıydı; o, Oğul’un Baba’dan farklı ve temelde başka bir özden olduğunu iddia ediyordu. … Hıristiyanlığa sonunda ‘doğru’ veya Ortodoks simgenin önemini ve zorunluluğunu kabul edecek olan dogmatik bir hoşgörüsüzlük girmeye başlamıştı…. Kilise İznik’te, tektanrıcılıkla açıkça uyuşmamasına karşın, Diriliş paradoksunu yeğlemiştir.
Basileios dogma ile kerygma arasında ayrım yaparken, aynı görüşü Hıristiyan gözüyle ifade eder. İki tür Hıristiyanlık bilgisi de din için önemlidir. Kerygma Kilisenin kutsal metinlere dayanan açık öğretisidir. Dogma ise, Kitabı Mukaddes’teki hakikatin daha derin anlamını temsil eder ve ancak dinsel deneyim ile elde edilip simgesel biçimde ifade edilebilir.
İsa’nın liturjik simgeleri ve açık öğretileri yanında, inancın daha gelişkin anlamını taşıyan gizli bir dogma vardır.
Esoterik ve eksoterik hakikat arasındaki ayrım Tanrının tarihinde çok önem taşıyacaktır. Bu yalnız Yunanlı Hıristiyanlarla sınırlı değildir; Yahudi ve Müslümanlar da esoterik bir gelenek geliştirmişlerdir. ‘Gizli öğreti’ düşüncesi insanları dışarıda tutmak değildir. Basileios masonluğun ilk dönem biçimlenişinden söz etmiyordu. Yalnızca bütün dinsel hakikatin mantıkla ve açıkça ifade edilemeyeceğine dikkati çekiyordu. … Din, olağan kavram ve kategorilerin ötesinde dile gelmez bir gerçekliğe yöneldiğine göre, konuşma sınırlayıcı ve karıştırıcıydı. Eğer bu hakikatleri ruhun gözüyle ‘görmüyorlarsa’, fazla deneyimi olmayan insanlar yanlış düşünceler edinebilirlerdi. Sözlük anlamları yanında, kutsal metinlerin her zaman iletilmesi mümkün olmayan özel anlamları da vardı.
Kapadokyalılar Athanasius’un Arius’la tartışmasında kullandığı formüle başvururlar: Tanrının bizim için kavranılamaz kalan özü (ousia) tektir fakat onu bildiren üç ifadesi (hypostases) vardır. Teslis bize “Tanrıdan yaradılışa giden her işlemde”ki örüntü hakkında fikir verir. Kutsal metinlerin gösterdiği gibi, kökeni Baba’dadır, Oğul’un temsilciliğine doğru ilerler ve içkin Kutsal Ruh aracılığı ile bu dünyada etkin olur. … Eğer Oğul’da tezahür etmeseydi Baba’yı, Oğul’da bulunan Kutsal Ruh olmaksızın da Oğul’u bilemeyecektik.. Kutsal Ruh Baba’nın Tanrısal Sözüne eşlik eder; aynı soluğun (Yunanca pneuma, Latince spiritus) insanın konuşmasına eşlik etmesi gibi.
Yunan ve Rus Ortodoks kiliseleri Teslis’in tefekküründe esinleyici bir dinsel deneyim bulmayı sürdürüyor. Çoğu Batılı Hıristiyan içinse Teslis sadece şaşırtmadan ibaret.
‘Teori’ sözcüğünün Yunan ve Batılı kullanımları arasındaki fark öğreticidir. Doğu Hıristiyanlığı’nda theoria daima tefekkür anlamına gelir. Batıda ‘teori’ mantıkla kanıtlanacak, akılcı varsayım anlamına gelir. Tanrı hakkında ‘teori’ geliştirmek ‘O’ nun insani düşünce sistemi içinde yer alabileceğini de içerir. … Her kültür kendi Tanrı düşüncesini yaratmak durumundadır.
Teslisi Latin Kilisesi için tanımlayan Latin teolog Augustinus’du. O da ateşli bir Platoncuydu ve Plotinos’a bağlıydı.
Yunanlı Hıristiyanlar Augustinus’u Kilisenin en büyük Babalarından biri kabul edip saygı gösterdiler; ama onun Teslis teolojisini güvenilmez buldular, çünkü Tanrıyı çok akılcı ve insan biçimi bir kılığa soktuğunu düşündüler. Augustinus’un yaklaşımı Yunanlıların yaklaşımı gibi metafizik değil, psikolojik ve fazlasıyla kişiseldi.
Augustinus’a Batı ruhunun kurucusu denebilir. Aziz Pavlus dışında başka hiçbir teolog Batıda bu kadar etkili olamamıştır.
Eğer kendisini seven zihni düşünerek yola çıkarsak, teslis değil ikilik buluruz: sevgi ve zihin. Ama zihin kendini bilmeden, yani bilincine ulaşmadan, kendisini sevemez. Descartes’a öncülük ederek, Augustinus kendini bilmenin bütün öteki bilgilerin başı olduğunu ileri sürüyor. Kuşku deneyimimiz bile bizi kendimiz hakkında bilinçlendirir.
Ruhta üç özellik vardır: bellek, anlama ve istek. Bunlar bilgi, kendini bilme ve sevgiye tekabül eder. Üç tanrısal kişilik gibi, bu zihinsel etkinlikler özünde tektir çünkü üç ayrı zihin oluşturmazlar fakat her biri zihnin bütününü işgal eder ve öteki ikisiyle örtüşür. … Kapadokyalıların tanımladığı Tanrısal Teslis gibi, üç özellik de “tek yaşam, tek zihin, tek öz oluşturur”.
Zihnin işleyişine ilişkin bu anlayış, ancak yalnızca ilk adımdır: İçimizde bulduğumuz Teslis Tanrının kendisi değildir, bizi yaratan Tanrının izidir. … Augustinus zihindeki teslisin aynı zamanda Tanrının varlığının bir yansısı olduğuna ve Ona yöneldiğine de inanıyordu. Ama cama yansıyan karanlık imgenin ötesine geçip Tanrıya nasıl ulaşacağız? Tanrı ile insan arasındaki koca mesafe yalnızca insan çabası ile aşılamaz. … Kendimizi bizi üç türlü disiplinle dönüştürecek tanrısal etkinliğe açıyoruz. Augustinus bunlara inanç üçlüsü adını verir: retineo (diriliş hakikatini akılda tutmak), contemplatio (bunların tefekkürü) ve dilecto (bunlarla hoşnut olmak). … Bu bilgi yalnızca öğrenilerin beyne aktarılması değildir bizi kendi derinliklerimizdeki tanrısal boyutu anlayarak dönüştürecek yaratıcı bir disiplindir de.
Bu günler Batının karanlık ve korkunç zamanlarıdır. Barbar kabileler Avrupa’ya akmakta ve Roma İmparatorluğu’nu çökertmektedir. Batıda uygarlığın çöküşü kaçınılmaz olarak oradaki Hıristiyan tinselliğini etkilemiştir. … Roma’nın düşüşü onun İlk Günah görüşünü etkilemişti. Bu görüş Batı insanının dünyaya bakış biçiminde ana açıyı oluşturacaktı. Augustinus Tanrının insanlığı ezeli lanete mahkum ettiğine inanıyordu; sırf Adem’in, o biricik günahından ötürü. Kalıtımsal günah, Augustinus’un ‘şehvet’ adını verdiği duyguyla kirlenmiş olan cinsel eylemle onun bütün soyuna geçmişti. Şehvet, Tanrı yerine yaratıklardan zevk almaya yol açan akıl dışı arzuydu; özellikle aklımızın tutku ve duyguyla başımızdan gittiği, Tanrının tamamıyla unutulduğu ve yaratıkların utanmazca birbirlerine açıldıkları cinsel eylem sırasında hissediliyordu. … Bu etkiyle Augustinus’un katı öğretisi amansız Tanrının korkunç bir resmini çiziyordu:
Ne Yahudiler ne de Yunanlı Hıristiyanlar Adem’in kovuluşunu böyle felakete dönüştürdüler ne de daha sonra Müslümanlar bu karanlık ilk Günah teolojisini benimsediler.
Augustinus bize zorlu bir miras bırakmıştır. İnsanlara insanlığın tarihsel olarak kusurlu olduğunu öğreten bir öğreti onları kendilerine yabancılaştırabilir. Genelde cinselliğin ve özelde kadınlığın lekelendiği bu yabancılaşma hiçbir yerde bu kadar açık değildir. Hıristiyanlık özgün haliyle kadınlar hakkında oldukça olumlu olmasına rağmen, Batıda Augustinus zamanında çoktan kadın düşmanı bir eğilim içine girmişti.
Kadınların tek işlevi cinsel bir hastalık gibi İlk Günahın etkisini sonraki kuşaklara aktaran çocukları yetiştirmektir. İnsan soyunun yarısına beğenmeyerek ayrıca da zihnin, yüreğin ve gövdenin her türlü irade dışı hareketini ölümcül bir şehvetin belirtisi olarak görerek bir din ancak erkek ve kadınları kendi konumlarına yabancılaştırır. Batı Hıristiyanlığı bu nevrotik kadın düşmanlığından hiçbir zaman tam anlamıyla kurtulamadı ve hala kadınların papaz olarak atanmasına gösterilen dengesiz tepkiyle gündemdedir. Doğulu kadınlar o zamanki bütün Uygar Dünyanın kadınlarının yaşadığı aşağılanmanın yükünü paylaşırlarken, Batılı kız kardeşleri fazladan, onları toplum dışı bırakan korku ve nefrete yol açan günahkar ve iğrendirici cinselliğin lekesini de taşıdılar.
529’da İmparator Justinianos Atina’daki eski felsefe okulunu, entelektüel paganlığın son kalesini kapattı.
Dionysios burada Tanrıyı durağan ve uzak olarak kavrayan, insan çabasına karşı tamamıyla ilgisiz görünen Yeni Platonculuktan ayrılır. Yunanlı filozofların Tanrısı Onunla vecd içinde birlik oluşturan mistiklerden habersizdi; oysa Kitabı Mukaddes’in Tanrısı insanlığa dönüktür.
Plotinos’a göre vecd hali çok nadir bir kendinden geçiştir: yaşamında ancak iki üç kez bunu yaşayabilmiştir. Dionysios vecdi her Hıristiyan’ın daimi hali olarak görür. … Yahudilikte olduğu gibi, Dionysios’un Tanrısının da iki yönü vardır: biri bize dönüktür ve kendisini dünyada gösterir; öteki Tanrının kendindeki uzak yönüdür, tamamıyla kavranılmaz kalır. … Bazıları ‘Tanrı’ dediklerinde tanrısal gerçekliğin gerçekten kendi zihinlerindeki idea ile çakışacağını sanır. Bazıları kendi düşünce ve idealarını Tanrıya atfeder. Tanrının şunu istediğini, bunu yasakladığını, ötekini planladığını söyler; bu da tehlikeli biçimde putperestlik içerir. Yunan Ortodoksluğunun Tanrısı ise gizemini sürdürür ve Teslis Doğu Hıristiyanlığı’nda, öğretilerin eğreti bir yönünü oluşturmaya devam eder. Sonunda Yunanlılar özgün teolojinin Dionysios’un iki ölçütüne uyum göstermesi gerektiğine karar vermişlerdir: Sessiz ve paradoks dolu olmalıdır.
Yunanlılar ve Latinler İsa’nın tanrısallığı konusunda çok farklı iki görüş geliştirdiler. Yunanlıların diriliş kavramı, Bizans teolojisinin babası olarak bilinen itirafçı Maksimos (580-662) tarafından geliştirildi. Bu Batılı görüşten çok Budacı ülküsüne yakındır. Maksimos insanların ancak Tanrıyla birleştiklerinde kendilerini tam anlamıyla gerçekleştirebileceklerine inandı, tıpkı Budacıların insanın kaderinin gerçekte aydınlanma olması gerektiğine inanmaları gibi. … Logos, Adem’in günahını tekrarlamak için
insan olmamıştır; gerçekte Adem günah işlememiş olsa da diriliş olabilirdi. … Hıristiyanlar Tanrı insan İsa’ya, Budacıların aydınlanmış Gautama’ya gösterdikleri saygı gibi saygı duymalıdır. Gerçekten yücelen ve insanlığı tamamlayan ilk örnek o olmuştur.
Yunanlıların diriliş görüşü Hıristiyanlığı Doğu geleneğine yaklaştırırken, Batılı İsa görüşü daha kendine özgü bir yol izledi. … Söz bizim adımıza onarımın sağlanması için ete kemiğe büründürülmüştür. Tanrının adaleti borcun hem insan hem Tanrı biri tarafından ödenmesini gerektirmiştir. … Bu, Tanrının düşünüşünü, yargısını ve insanmış gibi olanları tartışını gösteren küçük, kurallara uygun bir tasarımdı. Ayrıca Batının, ancak bir tür insan kurban gibi sunulan kendi Oğlunun çirkin ölümüyle tatmin olan katı bir Tanrı imgesini de güçlendirdi.
Teslis öğretisi Batı dünyasında genellikle yanlış anlaşılır, insanlar ya üç ayrı kişilik hayal ederler veya bütün öğretiyi görmezden gelip Tanrıyı Baba ile özdeşleştirir ve İsa’yı pek de aynı düzeyde olmayan tanrısal bir dost yaparlar. Müslüman ve Yahudiler de bu öğretiyi kafa karıştırıcı, hatta zındıklık görmüşlerdir. Ama Yahudi ve Müslüman mistiklerin de çok benzer tanrısallık kavramları geliştirdiklerini göreceğiz. Kenosis düşüncesi, Tanrının kendisini boşaltan vecdi, örneğin, Kabala ve Sufizmin ikisinde de önemlidir.
Diriliş öğretisi putperestlik tehlikesini etkisiz kılma yolunda bir başka çaba olarak da görülebilir, ‘Tanrı’ bir kez “dışarıda”ki öteki bütün gerçeklik olarak görüldü mü, kolayca basit bir put veya insanların kendi önyargı ve arzularını dışlaştırıp taptıkları yansıtmaları olabilir. Öteki dinsel gelenekler bu anlayışı Mutlak’ın bir biçimde insan koşullarına bağlantısı olduğunda ısrar ederek önlemişlerdir, tıpkı brahman-atman paradigmasında olduğu gibi. Arius ve daha sonra Nestorius ve Eutykhes’in İsa’yı Tanrı veya insan yapmak istemelerinin bütün amacı, insanlıkla tanrısallık alanlarını birbirinden ayırma eğilimine direnme isteklerinden de kaynaklanmaktaydı. … Diriliş öğretisi, Athanasius ve Maksimos tarafından beceriksizce ifade edildiği gibi, ‘Tanrı’ ve insanın ayrı olmaları gerektiği görüşünü evrensel olarak beyan etme girişimidir. Dirilişin bu biçimde dile getirilmediği Batıda, Tanrının insan dışında kalması ve bildiğimiz dünyanın alternatifi bir gerçeklik olması eğilimi olmuştur. Sonuç olarak, bu ‘Tanrı’ kavramını, son zamanlarda inanılırlığını yitirmiş, bu kavramı bir yansıtmaya dönüştürmek de çok kolay olmuştur.
İsa, Tanrının, gelecekteki kurtuluşunu zorunlu olmaktan çıkaracak insanlığa ilk ve son Sözüydü. Sonuçta, Yahudiler gibi, yedinci yüzyılda Arabistan’da bir peygamber çıkıp Tanrıdan vahiy aldığını ve halkına yeni bir kitap indirdiğini iddia ettiğinde şaşırıp kızdılar.
05. Birlik: İslam’ın Tanrısı
610 yıllarında Hicaz’daki işlek Mekke kentinde … Mekkeli Kureyş ailesinden Muhammed bin Abdullah, her yıl Ramazan ayında, ruhsal inziva amacıyla ailesini şehrin hemen dışındaki Hira dağına
götürüyordu. … Daha iki kuşak önce Kureyş Arap çölünde, öteki Bedevi aşiretler gibi katı bir göçebe yaşamı sürüyordu: Her gün yaşamda kalmak için acımasız bir mücadele gerekmekteydi. Altıncı yüzyılın son yıllarında ise ticarette büyük başarı göstermişler, Mekke’yi Arabistan’daki en önemli yerleşim yeri haline getirmişlerdi. Şimdi rüyalarında göremedikleri kadar zengindiler. Fakat önemli biçimde değişiklik göstermiş olan yaşam biçimleri eski aşiret değerlerinin, azgın ve acımasız kapitalizmin egemenliği altına girmesi anlamına geliyordu. İnsanlar kökenlerinden uzaklaşmıştı ve yitiklik duygusu içindeydi.
Bu sırada herhangi bir siyasal çözüm, dinsel nitelikte olmak durumundaydı. Muhammed Kureyş’in parayı din edindiğini biliyordu. … Ama Muhammed bu yeni kendine yeterlik kültünün aşiretinin dağılması anlamına da gelebileceğini biliyordu. Eski göçebelik günlerinde aşiretin önce bireyin sonra gelmesi gerekirdi: Aşiretin her üyesi her birinin yaşamda kalmasının ötekine bağlı olduğunu bilirdi. Sonuç olarak etnik gruplarının fakirlerini ve ihtiyaç içindeki üyelerine bakmakla yükümlüydüler. Şimdi bireycilik toplumsal yaşamın yerini almıştı ve kural haline gelen rekabetti. İnsanlar kişisel servet biriktiriyor ve Kureyş’in ihtiyaç içindeki üyelerine aldırmıyorlardı. Her kabile veya daha küçük aile grubu, Mekke’nin zenginliğinden pay almak için birbiriyle rekabet içindeydi ve en başarısız kabilelerin bazılarının (Muhammed’in kendi kabilesi Haşimiler gibi) varlıklarının tehlikede olduğunu hissediyorlardı. Muhammed, Kureyş’in yaşamının merkezine bir başka aşkın değer koymayı, bencillik ve hırsını yenmeyi öğrenmedikçe, aşiretinin ahlaki açıdan parçalanacağına ve siyasal olarak birbiriyle mücadele eder duruma düşeceğine emindi.
Arabistan’ın geri kalan kesiminde de durum pek iç açıcı değildi. … Yaşamın sürebilmesi için zorunlu olan toplumsal ruhun halk arasında gelişmesine yardımcı olmaya yönelik olarak Araplar mürüvvet adıyla anılan bir ideoloji geliştirmişlerdi ve bu ideoloji ilinin işlevlerinden birçoğunu yerine getiriyordu. Arapların geleneksel anlamıyla dinle uyuşacak durumları yoktu. Pagan ilahlar panteonu vardı ve Araplar bunların putlarına taparlardı; fakat Araplar bu tanrıların ve kutsal yerlerin ruhsal yaşamdaki yerlerini açıklayan bir mitoloji geliştirmiş değillerdi. Ölümden sonra yaşam inancı da yoktu ve bunun yerme, zaman veya kader olarak çevrilebilecek olan dehr’in üstünlüğüne inanıyorlardı; ölüm oranının çok yüksek olduğu bir toplumda bunun önemini anlamak zor değildi. Batılı bilim adamları mürüvveti genellikle ‘erkeklik’ olarak çevirirler, ama bundan daha geniş bir anlam vardır: Bu terim savaşta cesareti, acıda sabır ve metaneti ve aşirete mutlak bağlılığı ifade eder. Mürüvvet erdemlerine göre bir Arap, kendi yaşam güvenliği ne olursa olsun seyyid şeyhine anında itaat etmeli, kendisini aşiretine karşı işlenen suçların öcünü almak için şövalyece görevlere adamalı ve aşiretin zayıf üyelerini korumalıdır. Aşiretin yaşamını sürdürebilmesi için seyyid zenginlik ve mülkünü halkıyla paylaşır ve halkından bir kişinin ölümünün öcünü bile, katil aşiretten bir kişiyi öldürerek alır. Komün etiğini burada daha da net biçimde görüyoruz: Katilin kendisini cezalandırmak gibi bir görev yoktur, çünkü İslam öncesi Arap toplumunda bir kişinin iz bırakmadan ortadan yok olması çok kolaydır. Bunun yerine düşman aşiretten bir kişinin cezalandırılması bu tür amaçlar için yeterlidir. Merkezi iktidarın bulunmadığı, her aşiretin kendi yasasını koyduğu ve çağdaş kolluk kuvvetine benzer bir örgütlenmenin bulunmadığı bir yörede, vendetta veya kan davası bir nebze toplumsal güvenlik sağlamının tek yoludur. … Böylece kan davası, hiçbir aşiretin öteki üstünde egemenlik kurmaya kalkışamayacağı kaba, ama geçerli bir adalet biçimi olur. Ayrıca çeşitli aşiretlerin kolayca
durdurulamaz bir şiddet çevrimine dahil olmaları anlamına da gelir, çünkü bir kan davası, insanlar alınan öcün, işlenen suça göre yerinde olmadığına inanmaları durumunda başka kan davasına yol açacaktır.
Mürüvvet, kuşkusuz acımasız olmakla birlikte, birçok güçlü niteliğe sahiptir. Derin ve kuvvetli bir eşitlik duygusunu yeşertmiş, dolaşımda olan maddi eşyanın fazla olmadığı bir yörede can alıcı öneme sahip bir eşyaya karşı umursamaz bir tavır geliştirilmesini teşvik etmiştir. İhsan ve merhamet kültü önemli erdemlerdendir ve Araplara ertesi günü dert edinmemeyi öğretmiştir. Bu nitelikler, göreceğimiz gibi, İslam’da da çok önem taşıyacaktır. … İslam öncesi dönemin, Müslümanların cahiliyye adını verdiği son aşamasında, yaygın tatminsizlik ve ruhsal huzursuzluk bulunduğu anlaşılmaktadır. Araplar, iki güçlü imparatorluk, Sasanilerin İran’ı ve Bizans tarafından kuşatılmışlardır. Arabistan’a yerleşik toplumların yaşadığı ülkelerin çağdaş düşünceler girmeye başlamakta, Suriye ve Irak’a giden tüccarlar yurtlarına uygarlığın harikalarını anlatan öykülerle dönmektedirler. Ama Araplar daimi barbarlığa mahkum görünüyorlardı. Aşiretler sürekli savaş halindeydiler ve bu durum onların yetersiz kaynaklarını birleştirmelerini olanaksız kıldığı gibi pek bilincinde olmadıkları anlaşılan birleşik Arap halkını oluşturmalarını da engelliyordu. … Büyük güçlerin sömürüsü altındaydılar; gerçekten de Güney Arabistan’ın daha verimli ve gelişmiş bölgesi olan (muson yağmurlarının yararını gören) şimdinin Yemen’i açıkça İran’ın eyaleti durumuna getirilmişti. Aynı zamanda, bölgeye giren yeni düşünceler, eski komün eliğini zayıflatan bireycilik duygularını getirmişti. Örnekse, ölümden sonraki yaşama dair Hıristiyan öğretisi, her bireyin ebedi kaderine kutsal bir değer katıyordu: Bu durum, bireyi gruba bağlı kılan ve her erkek ve kadının ölümsüzlüğünün aşiretin sürekliliğiyle olanaklı olduğunu öğreten aşiret ülküsüyle nasıl uyuşabilirdi?
Muhammed olağanüstü zeka sahibi biriydi. 632’de öldüğünde, Arabistan’ın neredeyse bütün aşiretlerini yeni bir birlik, ummah (ümmet) içinde toplamıştı. Araplara kendi geleneklerine özgün bir maneviyat getirmiş ve yüz yıl içinde, Himalayalar’dan Pireneler’e uzanan kendi imparatorluklarını ve özgün bir kültürü kuracak biçimde güç kaynaklarını harekete geçirmişti. Ama gene de Muhammed 610 yılının ramazanında inzivaya çekilip Hira Dağı’ndaki küçük mağarada ibadet ederken bunları öngörmüş olamazdı. Arapların birçoğu gibi, Muhammed de, antik Arap panteonundaki, adı sadece ‘Tanrı’ anlamına gelen al-Lah’ın, Yahudi ve Hıristiyanların Tanrısıyla aynı olduğuna inanmıştı. … Gerçekten de Araplar, al-Lah’ın, anımsanmayan bir zamandan beri putu aralarında bulunmakla birlikte, kendilerine hiçbir peygamber veya vahiy göndermemiş olduğunun, üzüntüyle, farkındaydılar. … Yedinci yüzyıla gelindiğinde, Arapların çoğunluğu, çok eski olduğu ortada olan Kabe’nin, o sırada orada Nebatiyeli ilah Hübel’in egemenliği söz konusu olsa da, gerçekte al-Lah adına yapıldığına inanmaktaydılar. Bütün Mekkeliler, Arabistan’ın en önemli kutsal yeri olan Kabe’yle övünüyorlardı. Her yıl yarımadanın her yerinden Araplar hac için Mekke’ye geliyor, birkaç gün boyunca geleneksel ritüelleri uyguluyorlardı. Kutsal yerin çevresinde bütün şiddet eylemleri yasaklanmıştı ve Araplar Mekke’de, eski aşiret düşmanlıklarının askıya alındığını bilerek, barış içinde ticaret yapabiliyorlardı. … Fakat al-Lah, Kureyş’i özel olarak kendisi için seçmiş olmasına karşın, onlara hiçbir zaman İbrahim, Musa, veya İsa gibi peygamber göndermemişti ve Arapların kendi dillerinde kutsal kitapları yoktu.
Bu nedenle yaygın bir ruhsal aşağılık duygusu vardı. Arapların temasa geçtikleri Yahudi ve Hıristiyanlar, onlara Tanrıdan vahiy almamış barbar bir halk diye meydan okuyorlardı. … Bedeviler gene de şiddetli bağımsızlık yanlısıydı ve Yemen’deki kardeşleri gibi büyük güçlerin iktidarı altına girmek istemiyorlardı; İran ve Bizans’ın Yahudilik ve Hıristiyanlığı bölgedeki emperyal tasarılarını uygulamak için kullanıldıklarının tamamıyla farkındaydılar.
Bazı Araplar tek tanrıcılığın, emperyal bağlantılar dışında, daha yansız bir biçimini keşfetme girişiminde bulunmuş görünüyorlar. Daha beşinci yüzyılda Filistinli Hıristiyan tarihçi Sozomenu; bize Suriye’deki bazı Arapların, İbrahim’in özgün dini adını verdikleri dini yeniden keşfettiklerini bildirir. İbrahim, Tanrı daha Tevrat’ı, İncil’i göndermeden yaşamıştı ve dolayısıyla ne Yahudi ne de Hıristiyan’dı. İlk biyograficisi Muhammed bin İshak’ın (öl. 767) bildirdiğine göre, Muhammed’e ilk vahyin gelmesinden kısa süre önce, Mekke’de Kureyş’ten dört kişi, İbrahim’in doğru dini Hanifilik’i (Hanifiyya) benimsemişti. … Dört Haniften üçü ilk Müslümanlarca gayet iyi tanınmaktadır: Ubeydullah bin Cahş, Muhammed’in kuzenidir; sonunda Hıristiyan olan Varaka bin Navfal, onun ilk ruhsal hocalarından ve Zeyd bin Amr, Ömer bin el Hattab’ın, Muhammed’in en yakın arkadaşı ve İslam Devleti’nin ikinci halifesinin amcasıdır.
Zeyd’in tanrısal vahiy özlemi Hira Dağı’nda 610 yılının ramazanının on yedisi gecesi gerçek oldu. Muhammed uykudan uyandı ve kendisini ilahi bir varlığın şiddetiyle sarılmış hissetti. … Kendisine bir meleğin göründüğünü ve kısa bir emir verdiğini anlatmaktadır: “Oku!” (ıkra). … Sonunda, üçüncü korkunç sıkmadan sonra, Muhammed ağzından yeni bir kitabın ilk sözlerinin döküldüğünü duymuştur: “Yaradan, insanı pıhtılaşmış kandan yaratan Rabbinin adıyla oku! Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin, en büyük kerem Sahibidir.” … Tanrı sözü Arapça’da ilk kez dile gelmektedir ve bu kitap sonunda Kur’an (kıraat, okumak kökünden) adıyla bilinecektir.
Muhammed’in bildiği tek esin biçimi budur ve mecnun, cin’lere bulaşmış bir kişi olduğunu düşünmektedir; öyle umutsuzdur ki, artık yaşam isteği kalmamıştır. … Şimdi, mağaradan dışarı fırlayarak, kendisini zirveden aşağı atmaya karar verir. Ama yamaçta gördüğü başka bir görümdür; bunun daha sonra melek Cebrail olduğunu anlayacaktır.
İslam’da Cebrail genellikle vahiy getiren Kutsal Ruh olarak tanımlanır; Tanrının insanlarla iletişim kurma aracıdır.
El ve ayakları üstünde sürünerek, korkunç titremeler içinde, Muhammed kendisini karısının kucağına attı. “Beni örtün! Beni örtün!” diye bağırıyor, kendisini bu ilahi varlıktan koruması için yalvarıyordu. Korkusu biraz yatışınca, Muhammed karısına mecnun olup olmadığını sordu ve Hatice onu teskin etti: “Sen nazik ve akrabalarına karşı duyarlı birisin. Fakirlere yardım eder, onların acılarına katılıp ortak olursun. Halkının yitirdiği yüce ahlakı diriltmeye çalışıyorsun. Konukları ağırlar, muhtaç durumda
olanlara yardım edersin. Mecnun olamazsın” dedi. Tanrı böyle nedensiz iş yapmazdı. Hatice, kuzeni Varaka ibn Nevfal’a danışmalarını önerdi; Varaka, kutsal kitapları bilirdi ve artık Hıristiyan olmuştu. Varaka hiç kuşku duymadı: Muhammed’e Musa’nın ve peygamberlerin tanrısından vahiy gelmişti ve O Arapların tanrısal elçisi olmuştu. Sonuçta, birkaç gün sonra, Muhammed durumun böyle olduğuna ikna olmuştu ve Kureyş’e vaaz etmeye başlayarak, onlara kendi dillerinde inen kitabı aktarmaya başladı.
Kitabı Mukaddes’te anlatıldığına göre, Tevrat’ın Sina Dağı’nda Musa’ya bir defada aktarılmış olmasına karşılık, Kur’an, Muhammed’e parça parça; satır satır indirildi, yirmi üç yıllık bir sürede tamamlandı. … Tanrısal sözleri dikkatle dinlemek, görümü anlamaya çalışmak zorundaydı ve vahiyler ona her zaman açık sözlü biçimde gelmiyordu.
Muhammed hakkında, bütün öteki büyük dinlerin kurucuları hakkında bildiğimizden fazla şey biliyoruz ve çeşitli sure ve ayetlerinin tam tarihleri bilinen Kuran’da, görüşünün nasıl evrilip geliştiğini, evrensel bir açı kazandığını görebiliyoruz. … Kuran’da, dinler tarihinde tekil olmak üzere, İslam’ın başlangıcı hakkında anı anına yorumlar buluruz. Bu kutsal kitapta, Tanrı, gelinen durum hakkında görüşler bildiriyor gibidir. … Kuran Muhammed’e bugün bizim okuduğumuz sıra içinde inmemiştir; olayların gereğine ve içsel anlamlarına göre, ara ara inmiştir. Her yeni bölüm indiğinde, okuryazar olmayan Muhammed, bunları yüksek sesle tekrarlamış ve Müslümanlar bunları ezberlemiş ve okuryazar olan bir azınlık da kaleme almıştır. Muhammed’in ölümünden yirmi yıl kadar sonra, vahiyler ilk kez resmi olarak bir araya getirilmiştir. Hazırlayıcılar uzun sureleri başa kısaları sona koymuşlardır. Bu düzenleme görüldüğü kadar keyfi değildir, çünkü Kuran ardışık sıra izleyen bir nesir veya açıklama, tartışma değildir. Çeşitli temalar üstüne görüşlerdir.
Muhammed Mekke’de vaaza başladığında, rolü konusunda çok kapsamlı bir düşüncesi yoktu. Yeni evrensel bir dinin kurucusu olduğuna inanmıyor, Kureyş’e eski tek Tanrı dinini getirdiğini düşünüyordu. Başlangıçta öteki Arap aşiretlerine vaaz edeceğini bile düşünmemişti, yalnızca Mekke ve çevresindeki halka hitap edeceğini düşünüyordu. Teokrasi kurucusu olacağı veya teokrasinin ne olduğu hakkında bir fikri de bulunmuyordu. Şehirde kendisinin siyasal bir etkinliği yoktu. O yalnızca nezir, öğüt verendi. Allah onu, Kureyş’e, durumlarının içerdiği tehlikeler konusunda uyarmak için göndermişti. Fakat ilk mesajları da hüküm dolu değildi. Daha çok umut dolu, iyimser mesajlardı bunlar. Muhammed Kureyş’e Tanrının varlığını kanıtlamak zorunda değildi. Hepsi, zımnen yerlerin ve göklerin yaratıcısı Allah’a inanıyordu ve büyük çoğunluğu onun Yahudi ve Hıristiyanların inandığı Tanrı olduğunu biliyordu.
Kur’an, Kureyş’e yeni bir şey öğretmemektedir. Gerçekten de o, bilinmekte olanların “anımsatıcısı”dır:, bu bilgilere kolay anlaşılır bir açıklık getirmektedir. Kuran sık sık “Görmediniz mi .. .?” veya “Düşünmediniz mi … ?” cümlesiyle bir konuyu ele alır. Tanrı sözü yüksekten gelen keyfi emirler vermemekte, Kureyş’le diyaloga girmektedir. … Muhammed yeni inanca soktuklarına günde iki kez ibadet etme (salat = namaz) koşulunu getirmiştir. Bu dışsal hareket, Müslümanlara içsel
tutumlarını geliştirme ve yaşamlarını yeniden konuşlandırma olanağı verecektir. Sonuçta Muhammed’in dini İslam, her kabul edenin Allah’a varoluşunu teslim etmesi olarak bilinecektir: Müslüman, bütün varlığını Yaratıcıya teslim eden kişi demektir. Kureyş, ilk Müslümanların namaz (salat) kıldığını gördüğünde korkuya kapılmıştır: Kureyş klanının yüce üyelerinin yüzyıllarca süren onurlu Bedevi bağımsızlığından sonra, köle gibi yere kapanması kabul edilebilir iş değildir ve Müslümanlar ibadetlerini gizlice yapmak için şehir çevresindeki vadilere çekilmek zorunda kalmışlardır.
Pratik anlamıyla İslam, Müslümanların, yoksul ve yoksunların iyi davranış gördükleri adil, eşitlikçi bir toplum yaratması anlamına gelir. Kuran’ın ilk ahlaki mesajı basittir: Zenginlik, biriktirmek ve kişisel servet yığmak yanlıştır. İnsanın zenginliğinden belirli bir oranı fakirlere vererek toplumun refahını paylaşması iyidir. … İbrani peygamberleri gibi, Muhammed de, tek Tanrıya tapınmanın sonucu olarak sosyalist diyebileceğimiz bir etik vaaz etmiştir. Tanrı konusunda zorlayıcı öğretiler yoktur: Gerçekten de Kuran teolojik kurgular konusunda fazlasıyla kuşkucudur; kimsenin gerçeğini bilemeyeceği ve kanıtlayamayacağı konularda kendi başına ve aklından tahmini akıl yürütmelerde bulunması zann olarak reddedilir. Hıristiyan Diriliş ve Teslis öğretileri zann örnekleri olarak görülür ve Müslümanların bu kavramları zındıklık sayması şaşırtıcı değildir.
Kuran’da ise, Allah, YEHOWA’dan daha fazla kişisellikten uzaktır. Kitabı Mukaddes Tanrısındaki merhamet ve tutku onda yoktur. Tanrı hakkında ancak doğadaki işaretlerinden bir şeyler sezebiliriz ve O, o kadar aşkındır ki onun hakkında ancak “mesel”lerle konuşabiliriz.
Kuran, sürekli olarak Tanrının “mesaj”larının ve “işaret”lerinin anlaşılması için akıl gerektiğini vurgular.
Kuran’ın cümlelerine ayet denir. … Adının da ortaya koyduğu gibi, Kuran, yüksek sesle ezberden okumak üzere indirilmiştir ve sesin kullanımı, yarattığı etkinin önemli öğelerinden biridir. … Kuran, yalnızca bilgi edinmek için okunacak bir kitap değildir. O, ilahiyat duygusunu tatmak için okunur ve aceleyle okunup geçilecek bir kitap değildir.
Muhammed’in sıkı muhalifi, genç Kureyşli Ömer bin el-Hattab eski paganizmine bağlı ve Peygamberi öldürmeye hazır biriydi. … Birincisinde Ömer gizlice Müslüman olmuş olan kız kardeşini yeni bir surenin okunuşunu dinlerken yakalar. “Bu saçmalık nedir?” diye öfkeyle eve dalar ve zavallı Fatma’yı yere serer. … Eve konuk gelen ezbercinin kargaşada düşürdüğü yazmaları kaldırır ve okuma yazması olan birkaç Kureyşliden biri olarak okumaya başlar. … Sözlerin güzelliği onun nefret duygularını ve önyargılarını aşmış ve bilincinde olmadığı olumlama özüne ulaşmıştır.
Eski İsraillilerin ilk dinsel bağlantılarını terk etmelerinin ve tek tanrıcılığı kabul etmelerinin yedi yüzyıl aldığını görmüştük, oysa Muhammed’in Araplara bu zorlu dönüşümü yaşatması yirmi üç kısa yıl içinde olmuştur. Şair ve peygamber olarak Muhammed ile bir metin ve ilahi tecelli olarak Kuran elbette dinle sanat arasında var olan derin yakınlığın fazlasıyla çarpıcı bir örneğidir.
Muhammed, Müslümanlara pagan Tanrılara inanmayı yasaklayana kadar önde gelen Kureyşlilerin açık bir karşı koyuşu da yoktu. Görevinin ilk üç yılında Muhammed’in mesajının tek tanrıcı yönünü fazla ön plana çıkarmadığı ve insanların her zaman yaptıkları gibi, Yüce Tanrı Allah yanında Arapların öteki geleneksel ilahlarına da tapınmayı sürdürebileceklerini sandıkları anlaşılıyor. Ama eski kültler ve putları mahkum edince bir gecede birçok izleyicisini yitirdi ve Müslümanlar horlanan ve sorgulanan bir azınlık haline geldi. … İlk Hıristiyanlar gibi ilk Müslümanlar da toplumu derinden tehdit eden “ateizm” ile suçlanıyorlardı. … Batılı bilim adamları Kureyş’in bu kopma noktasına gelişini, genellikle olasılıkla sahte olan ve Salman Rüştü olayından beri talihsiz bir ün kazanmış olan Şeytan Ayetleri olayına bağlarlar. Üç Arap ilahı Hicaz Arapları için özellikle önemliydi: el-Lat (ki adı yalnızca ‘tanrıça’ demektir), Mekke’nin güney doğusunda Taif ve Nahla’da tapınakları olan el-Uzza (‘güçlü olan’) ve Kızıldeniz kıyısında Kudayd’da tapınağı olan Manat (‘kader çizen’). Bu ilahlar Juno veya Pallas Athena gibi tamamıyla kişileştirilmiş değildi. Bunlara genellikle Tanrının kızları anlamında benat’ullah denirdi. … Bu ilahlar tapınak yerlerinde gerçeğe uygun heykellerle değil, fakat koca dikili taşlarla temsil ediliyorlardı, tıpkı eski Kenanilerin yaptıkları gibi. Araplar bunlara kaba, basit biçimde tapınıyorlar; fakat bunları ilahiliğin odak noktası olarak kabul ediyorlardı.
Şeytan Ayetleri öyküsü ne Kuran’da ne de herhangi eski sözlü veya yazılı kaynakta yer alır. … Ancak onuncu yüzyılın tarihçisi Ebu Cafer üt-Taberi’nin (öl. 923) eserinde sözü edilir. Taberi, Muhammed’in, tanrıçaların kültünü reddettikten sonra kendisiyle aşiretinin çoğunluğu arasında gelişen gerginlikten rahatsız olduğunu ve ‘Şeytan’ dan aldığı ilhamla, benat’ullah’a, melekler gibi şefaatçiler olarak saygı göstermeye izin veren bazı sahte ayetler sarf ettiğini anlatır. “Şeytan” ayetleri adı verilen bu cümlelerde üç tanrıça al-Lah’la eşit değil; fakat insanlar adına ona aracılık yapabilecek daha küçük ruhsal varlıklardır. Taberi’ye göre daha sonra Cebrail Peygambere bu ayetlerin şeytan kaynaklı olduğunu ve Kuran’dan çıkartılmaları gerektiğini, onların yerine benat’ullah’ın yansıtım ve hayal ürünü olduğunu bildiren ayetlerin konmasını söylemiştir: … Kuran’ın ataların pagan tanrılarına yönelttiği en köktenci mahkumiyet buydu ve bu ayetler Kuran’a dahil edildikten sonra Kureyş’le uzlaşma olanağı kalmamıştı. Bu noktadan sonra, Muhammed ısrarlı bir tektanrıcı oldu ve şirk (puta taparlık, sözlük anlamıyla Allah’la başka varlıkları ilişkilendirmek) İslam’da en büyük günah oldu.
İslam’da Şeytan, Hıristiyanlıkta olduğundan çok daha fazla tahammül kaldırır bir kimliktir. Kuran, Şeytan’ın Kıyamet gününde affedileceğini söyler ve Araplar Şeytan sözcüğünü bir insanın huylarına benzetme yoluyla veya doğal bir baştan çıkma için sık sık kullanırlar. … Kaynaklar Muhammed’in putperestlik konusunda Kureyş’le uzlaşmayı kesinlikle reddettiğini ortaya koyuyor. O, pragmatik biriydi ve can alıcı önemde görmediği bir konuda uzlaşmaya girebilirdi, ama Kureyş ona çok tanrı arasından birinin en büyük olduğu bir çözümle, kendisi ve Müslümanları Allah’a taparken,
kendilerinin ata tanrılarına tapmalarına izin vereceği bir uzlaşmayla geldiğinde, Muhammed bu öneriyi şiddetle reddetmişti.
Tanrının birliğini kavramak Kuran ahlakının temeliydi. Maddi varlıklara ver vermek veya daha önemsiz varlıklara güvenmek şirk (putperestlik) ve İslam’da en büyük günahtı.
Athanasius gibi Hıristiyanlar da yalnızca Yaratıcının Varlığın Kaynağı’nın kurtarıcı iktidara sahip olduğunda ısrar etmişlerdir. Bu görüşlerini Teslis ve Diriliş öğretilerinde de ifade etmişlerdir. Kuran Semitik ilahi teklik görüşüne döner ve Tanrının oğul sahibi olacağı görüşünü reddeder. … Muhammed tektanrıcılığın, aşiretçiliğin düşmanı olduğunu biliyordu: Bütün ibadetlerin yöneldiği tek ilah, bireyin olduğu kadar toplumun da birliğini sağlardı.
Fakat basitleştirilmiş bir Tanrı kavramı da yoktur. Bu tek ilah bizim bilip anlayabileceğimiz türden, bizler gibi bir varlık değildir. Müslümanları salat yani namaza davet eden Allahu Ekber! seslenişi, Tanrı ile geri kalan gerçeklik arasındaki farkla birlikte, Tanrıyla, hakkında hiçbir şey söyleyemeyeceğimiz kendisi (ez-Zat) arasındaki farkı da vurgular. … Eski bir geleneğe göre (hadis), Tanrı, Muhammed’e “Ben gizli bir hazineydim ve bilinmek istedim. Ve bilineyim diye dünyayı yarattım” demiştir. … Önceki iki dinde olduğu gibi, İslam da Tanrıyı ancak eylemleri ile görebildiğimizi ortaya koyar; Tanrı böylelikle söze gelmez varlığını insanların sınırlı anlayışına sunmaktadır. … Hıristiyan Babaları gibi, Kuran da Tanrıyı mutlak olarak görür, sahici varlığa sahip olan yalnızca odur. … Kuran’da Tanrının doksan dokuz adı veya sıfatı vardır. Bu adlar onun büyüklüğüne evrende bulabildiğimiz bütün olumlu niteliklerin kaynağı olduğuna vurgu yapar. … Tanrının adları Müslüman imanında merkezi bir rol oynar: Ezbere söylenir, teşbihle zikr edilir ve mantra olarak söylenirler. Bütün bunlar Müslümanlara tapındıkları Tanrının insani kategoriler içine girmediğini ve basit tanımlara sığmayacağını anımsatır.
İslam’ın ilk şartı Kelime-i Şahadet, Müslüman inancının ifade edilişidir: Tanıklık ederim ki, Allah’tan başka tanrı yoktur ve Muhammed onun peygamberidir. … Bu ifadenin varlığı Müslümanların Tanrıyı odak noktası ve tek öncelik konusu yaparak yaşamalarını gerektirir. Hıristiyan Varaka bin Nevfal, Muhammed’i hakiki peygamber olarak tanıdığında, o ne kendisi ne de Muhammed için İslam’a dönmüştü. Muhammed, Yahudi ve Hıristiyanlardan kendi Allah dinine dönmelerini, kendileri özellikle istemedikçe, hiçbir zaman talep etmemişti, çünkü onların kendi otantik vahiylerine sahip oldukları düşünülüyordu. Kuran, daha önceki peygamberlerin mesaj ve görüşlerini ortadan kaldıran bir vahiy değildi, tersine insanlığın dinsel deneyiminin sürekliliği üstünde ısrarla duruyordu. … Bugün birçoklarının İslam’ı mahkum ettikleri hoşgörüsüzlük rakip bir Tanrı görüşünden değil, fakat oldukça farklı bir kaynaktan çıkmaktadır. Müslümanlar, … adaletsizlik karşısında hoşgörüsüzdürler. Kuran öteki dinsel gelenekleri, yanlış veya eksik diye mahkum etmez, fakat her yeni peygamberin kendinden öncekilerin görüşlerini doğruladığını ve sürdürdüğünü gösterir. Kuran Tanrının yeryüzünün her halkına bir haberci gönderdiğini öğretir: İslam geleneğine göre böyle 124.000 peygamber olmuştur. Bu, sonsuzluğu simgeleyen bir rakamdır. Böylece Kuran özünde yeni bir mesaj getirmediğini ve Müslümanların eski dinlerle yakınlıklarını ortaya koymaları gerektiğini sürekli yineler.
Kureyş ile yaşanan kopmadan sonra Müslümanlar için Mekke’de yaşamak dayanılmaz bir hale geldi Aşiret korumasına sahip olmayan köleler ve azatlılar o kadar şiddetli sorgulamalara uğradılar ki, bazıları işkencede öldü ve Muhammed’in kendi Haşimi klanına, açlıktan teslim olmaları amacıyla boykot uygulandı: Bu yoksunluk olasılıkla sevgili karısı Hatice’nin ölümüne yol açtı. Sonunda Muhammed’in kendi yaşamı da tehlikeye girdi. Kuzeydeki yerleşim yeri olan Yesrib’in pagan Arapları, Müslümanları kendi klanlarını terk edip oraya yerleşmeye davet ettiler. … Yesrib çeşitli aşiretler arasındaki onulmaz savaşla bölünmüştü ve paganların çoğu vahanın ruhsal ve siyasal sorunlarını İslam’ı kabul ederek çözmeye hazırdı. Burada üç büyük Yahudi aşiret vardı ve paganların zihnini tektanrıcılığa alıştırmışlardı. Yani Arap ilahların reddedilmesinden Kureyş kadar etkilenmiyorlardı. Böylece 622 yazında yetmiş kadar Müslüman aileleriyle birlikte Yesrib’ e gitti.
Yesrib’e (veya Müslümanların verdiği adla Medine’ye) Hicretten önceki yılda Muhammed dinini kendi anladığı biçimiyle Yahudiliğe daha yakınlaştırmıştı. … Böylece Yahudilerin Kefaret Günü’nde Müslümanların oruç tutmaları ve o zamana kadar iki kez iken, artık Yahudiler gibi günde üç kez namaz kılınması düzenini getirdi. Müslümanlar Yahudi kadınlarla evlenebilir ve bazı yemek kurallarına uyabilirlerdi. Artık Müslümanlar Yahudi ve Hıristiyanlar gibi Kudüs’e yönelerek ibadet edeceklerdi. … Yahudiler onu reddetmek için geçerli dinsel nedenlere sahiptiler: Onlar peygamberlik çağının bittiğine inanıyorlardı. Bir Mesih bekliyorlardı, ama bu aşamada hiçbir Yahudi veya Hıristiyan peygamber geleceğine inanılamazdı. … Muhammed ise bu aşiretleri yeni İslam ümmeti, Yahudilerin de üyesi oldukları bir üst aşiret bağı altında Kureyş’le birleştirmişti. Medine’deki konumlarının gerilediğini görünce, Yahudiler düşman oldular. Camide toplanıp “Müslümanların anlattıkları öyküleri dinleyerek gülüp, dinleriyle alay etmeye başladılar. … Muhammed’in iddialarıyla da alay ediyor, kaybolduğunda devesini bulamayan bir adamın peygamber olduğunu iddia etmesinin çok tuhaf olduğunu söylüyorlardı.
Muhammed’in Yahudiler tarafından reddedilmesi herhalde yaşamındaki en büyük hayal kırıklıklarından biriydi ve bütün dinsel konumunu sorgular bir duruma düşürmüştü. Ama bazı Yahudilerin tutumu dostçaydı ve Müslümanlara manevi açıdan destek oldukları anlaşılıyordu. Onunla Kitab-ı Mukaddesi tartışıyor, ona Yahudilerin eleştirilerini karşılama yollarını anlatıyor ve bu yeni bilgiler Muhammed’e kendi görüşlerini geliştirmekte yardımcı oluyordu. Muhammed ilk kez, daha önce belirsiz kalan, peygamberlerin kesin kronolojisini öğreniyordu. Şimdi İbrahim’in, Musa ve İsa’dan önce yaşamış olmasının çok önemli olduğunu anlıyordu. O zamana kadar Muhammed, Yahudi ve Hıristiyanların aynı dinden olduklarını düşünmüştü belki de, ama artık aralarında ciddi anlaşmazlıklar olduğunu görüyordu.
Muhammed, Medine’nin dost Yahudilerinden, ayrıca İbrahim’in oğlu İsmail’in öyküsünü de öğrendi. Kitabı Mukaddes’e göre İbrahim, cariyesi Hacer’den bir oğul sahibi olmuştu; fakat Sara, İshak’ı doğurunca Hacer ve İsmail’i kıskandı ve onlardan kurtulmak istedi. İbrahim’i rahatlatmak için Tanrı İsmail’in de büyük bir ulusun atası olacağına söz verdi. Arap Yahudileri bazı yerel efsaneleri de
katarak, İbrahim’in Hacer ve İsmail’i Mekke’de terk ettiğini ve Tanrının burada onları gözettiğini, çocuk susuzluktan ölecekken kutsal Zemzem suyunu akıttığını da eklemişlerdi. Daha sonra İbrahim, İsmail’i ziyaret etti ve baba oğul birlikte Kabe’yi, Tanrının ilk tapınağını inşa ettiler. İsmail Arapların atası oldu, yani onlar da İbrahim’in çocuklarıydılar. Bu öykü Muhammed’in kulağını okşamış olmalı: Araplara kendi kitaplarını getiriyordu ve şimdi inançlarını atalarının inançlarıyla temellendirebilirdi. Ocak 624’de, Medine Yahudilerinin düşmanlığının kalıcı olduğu anlaşıldığında, Allah’ın yeni dini bağımsızlığını ilan etti. Muhammed Müslümanlara Kudüs yerine Mekke’ye dönük ibadet etmelerini emretti. İbadet yönündeki (kıble) bu değişiklik Muhammed’in en yaratıcı dinsel hareketi olarak görülür, Müslümanlar iki eski vahiyden bağımsız olarak Kabe’ye dönmekle, hiçbir kurumlaşmış dinle bağlarının olmadığı, fakat yalnızca Tanrıya teslim olduklarını ilan ediyorlardı. Tek Tanrının dinini dinsizce savaşan gruplara bölen mezheplere katılmıyorlardı. Onlar İbrahim’in esas dinine dönüyorlardı; İbrahim Tanrıya teslim olan ve onun evini inşa eden ilk müslim’di.
Müslümanlar, tarihi, Muhammed’in doğumuyla veya ilk vahiyleri almasıyla değil – bunlarda zaten yeni bir taraf da yoktu – İslam’ı siyasal bir gerçekliğe dönüştürmeye başlayarak tarihteki ilahi planı uygulamaya başladıkları Hicret’le başlatırlar. … Muhammed başlangıçta siyasal bir önder olmak için yola çıkmamıştı, ama öngörülmeyen olaylar onu Arapların tamamıyla yeni bir siyasal çözüme doğru itmişti. Hicret ile 632’de ölümü arasındaki on yılda Muhammed ve ilk Müslümanlar, Medine’deki muhalifleri, Mekke’deki Kureyş ve ümmeti yok etmek isteyen herkese karşı umutsuz bir yaşam savaşına girdiler. Batıda Muhammed genellikle isteksiz bir dünyada zorla İslam’ı kabul ettiren bir savaş önderi olarak tanıtılır. Gerçeklik oldukça farklıdır. Muhammed yaşamı için savaşıyordu ve Kuran’da birçok Hıristiyan’ın kabul edeceği bir adil savaş teolojisi gelişirken, hiçbir zaman kimseyi dinini değiştirmeye zorlamamıştı. … 630′ da Mekke, kapılarını kan dökmeden onu almayı beceren Muhammed’e açtı. 632’de ölümünden kısa süre önce, Veda Haccı olarak bilinen ziyaretini yaptı ve eski pagan Arap riti haccı İslamlaştırarak Araplar için çok kıymetli olan hacılığı dininin beşinci şartı yaptı.
Yahudi ve Hıristiyanlar da cemaat ruhunu vurgulamışlardır. Hac her Müslüman bireye merkezinde Tanrı olmak üzere ümmet bağlamında kişisel birleşme deneyimi sunar.
Ne yazık ki, Hıristiyanlıkta olduğu gibi, din daha sonra, metinleri Müslüman kadınlar hakkında olumsuz biçimde yorumlayan erkekler tarafından zorla ele geçirildi. Kuran bütün kadınlar için peçe zorunluluğu gerektirmez, yalnızca toplumsal konumlarının işareti olarak Muhammed’in eşleri için bunu getirir. … Abbasi halifeliği zamanına (750-1253) gelindiğinde Müslüman kadınların durumu da Yahudi ve Hıristiyan toplumlardaki kardeşlerininki kadar kötüydü.
Ali’nin kendisi – Ebu Bekir’in önderliğini kabul etmişti, fakat sonraki birkaç yıl içinde ilk üç halife Ebu Bekir, Ömer bin el-Hattab ve Osman bin Affan’ın siyasalarını kabul etmeyen siyasal muhaliflerin bağlılık odağı oldu. Sonunda Ali, 656’da dördüncü halife oldu. Şia ona ilk imam ve ümmetin önderi adını verecekti. Önderlikle ilgili olarak Sünni ve Şiilerin arasındaki ayrılık öğretiye ilişkin olmaktan çok
siyasaldı ve bu İslam dininde Tanrı kavramı kadar siyasetin taşıdığı önemi de gösterir. Şia-i Ali (Ali taraftarları) azınlık olarak kaldılar ve babası Ali’nin ölümünden sonra halifeliği zorla ele geçiren Emevileri kabul etmeyi reddettiği için, 680 yılında küçük bir toplulukla birlikte Emevi halifesi Yezid’in adamlarınca Kerbela’da, bugünkü Irak’ta Kufe yakınındaki vahada, Muhammed’in torunu Hüseyin bin Ali’nin trajik biçimde öldürülmesiyle tipik ifadesini bulan bir protesto inancı geliştirdiler.
Müslümanlar İslam’ın Yahudiliğin Yakup’un oğulları için olduğu gibi, Araplara ait olduğuna inanıyorlardı. Ehl-i Kitap olarak Yahudi ve Hıristiyanlar da zımmi olarak, koruma altındaki azınlık gruplar olarak din özgürlüğüne sahiplerdi. … Müslümanlar kendilerini Tanrının isteği doğrultusunda adil bir toplum işleyişini sağlamakla yükümlü görürler. Ümmetin kutsal bir önemi vardır; Tanrı, insanlığı baskı ve zulümden kurtarmak için bu girişimi kutsamıştır.
En sofu Müslümanlar kurulu düzeni Kuran’ın sosyalist mesajı ile tehdit ettiler ve İslam’ı yeni koşullara uydurmaya çalıştılar. Farklı çözümler ve mezhepler ortaya çıktı.
En çok taraftar bulan çözüm Muhammed ve Raşidin’in ülkülerine dönmeye çalışan hukuku ve gelenekçilerin çözümüydü. Bu durum Şeri hukukun oluşması sonucunu verdi. Şeri hukuk, Tevrat’a benzer biçimde, Kuran ile Peygamberin yaşamı ve sözleri üstüne kurulmuştu. Muhammed’in sözleri (hadis) ve yaptıkları (sünnet) ile arkadaşları hakkında şaşırtıcı sayıda sözlü gelenek oluşmuştu ve bunlar sekiz ve dokuzuncu yüzyıllarda bazı derleyiciler tarafından toplanmıştı. … Muhammed’in Tanrıya mükemmel biçimde teslim olduğuna inanıldığından, Müslümanların günlük yaşamlarında onu taklit etmeleri gerekiyor. … Müslümanlar sünneti izleyerek birbirlerini onun yaptığı gibi ”Selamun aleykum” (Esenlik üstünüze olsun) diye selamladıklarında, hayvanlara, ve yetimlere, fakirlere, onun gibi iyilikle davrandıklarında ve başkalarıyla ilişkilerinde cömert ve güvenilir olduklarında Tanrıyı anımsarlar. … Tanrı bilinci anlamındaki takva Tanrının sürekli anılmasını (zikr) içerir.
Hadis veya Peygamberin toplanmış sözleri genellikle günlük sorunlarla ama aynı zamanda metafizik, kozmoloji ve ilahiyatla da ilgilidir.
Muhammed’in taklit edilmesine dayalı bu tür bir sofuluk peşinde olan Müslümanlar; genel olarak ehl-i hadis, gelenekçiler olarak anılırlar. … Ruhban kastına veya aracılara gerek yoktu. Her Müslüman, Tanrı karşısında kendi kaderiyle sorumluydu.
Şia ise Hıristiyan diriliş görüşüne daha da yakın düşünceler geliştirdi. Hüseyin’in trajik ölümünden sonra Şiiler ancak babası Ali bin Ebu Talib’in soyundan gelenlerin ümmete yönetici olabileceğini benimsediler ve İslam içinde ayrı bir mezhep oldular. … Şiiler bu kavramı genişlettiler ve ancak
Muhammed’in Ali kolundan gelen aile üyelerinin doğru Tanrı bilgisine (ilm) sahip olduğuna inanmaya başladılar. Ümmeti ancak onlar tanrısal kılavuzlukla yönetebilirlerdi.
Ali’nin kişiliğine duyulan sevgi şaşırtıcı biçimlerde gelişti. Daha köktenci Şii grupları Ali ve soyunu Muhammed’den de yukarıda bir konuma yerleştirdi ve onlara Tanrısala yakın bir nitelik atfetti. … Müslümanlar ümmetin gerçek İmamı’nı (önder) ancak Tanrı tarafından belirlenmiş bu aileden gelen kişiler arasında bulabilirlerdi. İktidarda olsun olmasın, onun kılavuzluğu mutlak zorunluluktu ve her Müslüman onu bulmak ve önderliğini kabul etmek zorundaydı. Bu imamlar hükümete karşı gelmenin odağı olarak görüldüğünden halifeler bunları devletin düşmanı olarak gördüler. … Her İmam ölürken, akrabalarından birini ilm’i miras bırakmak üzere seçiyordu. Zamanla imamlar tanrısallığın avatar’ları olarak görülmeye başlandı: her biri Tanrının dünyadaki varlığının kanıtı (hüccet) idi ve gizemli bir biçimde tanrısallığı insanda diriltiyordu. Onun sözleri, kararları ve emirleri Tanrınındı. Hıristiyanların İsa’yı insanları Tanrıya götüren Yol, Hakikat ve Işık olarak görmeleri gibi, Şiiler de imamlara Tanrının kapısı (bab), yol (sebil) ve her kuşağın kılavuzu olarak saygı gösterdiler.
On İki İmam Şiileri Ali’nin Hüseyin kolundan on iki torununu kabul etti ve 939’da son torun imam saklanarak ortadan kayboldu; soyundan gelen kimse olmadığından kol böylece sona erdi. Yedililer olarak bilinen İsmaililer, bu imamların yedincisinin sonuncu olduğuna inandılar. On İki İmamcılar arasında mesihçi bir çizgi doğdu; On ikinci veya Kayıp İmamın Altın Çağ’ı başlatmak üzere döneceğine inandılar. … İran devriminden beri Batıda Şiiliği İslam’ın kalıtımsal olarak köktenci bir mezhebi olarak görme eğilimi var, ama bu doğru bir değerlendirme değil. Şiilik sofistike bir gelenek olmuştur. Gerçekten de Şiiler, Kuran’a akılcı yorumlar getirmeye çalışan Müslümanlarla birçok ortak yana sahiptirler. Mutezile olarak bilinen bu akım kendi ayrı gruplarını oluşturmuştu, ayrıca katı bir siyasi görüşleri de vardı: Şiiler gibi, Mutezile de sarayın lüksüne karşı fazlasıyla eleştireldi ve kurulu düzene karşı sık sık siyasal hareketlere girişiyorlardı.
İnsanın kendi kaderinin yazarı ve yaratıcısı olduğunu savunan Mutezile bu noktada Tanrının kadir-i mutlak olduğu düşüncesi ile çelişerek Gelenekçilerle ters düşüyorlardı. Gelenekçiler, Mutezilenin Tanrıyı aşırı akılcı ve fazlasıyla insan biçimli gördüklerinden şikayetçiydiler. … Eğer onu anladığımızı iddia edersek, O Tanrı olmaktan çıkar, basit bir insan yansıtması olurdu. Tanrı insanların basit, doğru, yanlış kavramlarından aşkındı ve bizim ölçülerimiz ve beklentilerimizle tanımlanamazdı. … Mutezile tamamıyla insani bir ülkü olan adaletin, Tanrının özü olduğunu söylerken yanılıyordu. … Tanrıyı kişisel görüşlerimize göre bir Tory veya Sosyaliste, ırkçı veya devrimciye dönüştürebiliriz. Bu tehlike bazılarını kişilik sahibi Tanrıyı dindışı bir görüş olarak görmeye itmiştir, çünkü böyle bir görüş bizi kendi önyargılarımıza hapseder ve bizim insani düşüncelerimize mutlaklık kazandırır.
Yahudilerin Tanrının Bilgeliği veya Tevrat’ın zamanın başlamasından önce Tanrıyla birlikte var olduğunu düşünmeleri gibi, Müslümanlar da şimdi Tanrının kişiliğini açıklama konusunda, onun tamamıyla insan aklıyla kavranamayacağına yönelik benzer bir görüş geliştiriyorlardı.
Eşari genellikle ilahiyat olarak çevrilen Kelam (sözlük anlamıyla söz veya söylem) geleneğinin kurucusu olmuştu.
Hem Mutezile hem de Eşariciler farklı yollardan dinsel Tanrı deneyimiyle sıradan akılcı düşünce arasında ilişki kurma çabasında bulunmuşlardı.