Home » Kitap » Kitap Özeti: Stratejik Derinlik – Ahmet Davutoğlu

Kitap Özeti: Stratejik Derinlik – Ahmet Davutoğlu

Stratejik Derinlik, Türkiye’nin Uluslararası Konumu, Ahmet Davutoğlu, Küre Yayınları, 2004 – İSTANBUL

Türkiye’yi çevreleyen yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta havzaları, coğrafî olarak dünya anakıtasının merkezini, tarihî olarak da insanlık tarihinin ana damarının şekillendiği alanları kapsamaktadır. Soğuk Savaş sonrası dönemin getirdiği dinamik uluslararası ve bölgesel konjonktürde en yakın havzasından başlayarak dışa açılması kaçınılmaz olan türkiye’nin stratejik derinliğinin yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta bağlantıları ile yeniden tanımlanması ve bu derinliğin jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel boyutlarının dış politika parametreleri olarak kapsamlı bir şekilde yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir.
Modernite Avrupa-merkezli bir tarihî sürecin eseriydi. küreselleşme ise kaçınılmaz bir şekilde başta Asya olmak üzere bütün insanlık birikimini tarihin akış seyrinde tekrar devreye sokacak unsurlar taşımaktadır. Tarihî birikimi etkin bir açılıma temel sağlayacak toplumların öne çıkacağı bu süreçte türkiye, tarihî derinliği ile stratejik derinliği arasında yeni ve anlamlı bir bütün oluşturma ve bu bütünü coğrafî derinlik içinde hayata geçirme sorumluluğu ile karşı karşıyadır. Stratejik açıdan mihver bir ülke olan Türkiye, bu sorumluluklarının gereğini yerine getirmesi durumunda, yeni dengelerin oluşacağı daha istikrarlı uluslararası konjonktürlere daha uygun şartlarda giren bir merkez ülke konumu kazanacaktır.

Türkiye’nin uluslararası konjonktürde stratejik analizi

Uluslar arası ilişkiler alanını da bünyesinde barındıran sosyal nitelikli çalışmalar temelde beş boyutludur: Tasvir (betimleme), açıklama, anlama, anlamlandırma ve yönlendirme. Aslında bütün bu süreci bir bütün içinde görmek gerekmektedir. Derinliğe sahip stratejik bir analiz yapabilmek için, aldatıcı görüntülerin tesiri altında kalınmaması gerekir. Analiz edilen stratejik parçalar sistematik bir bütün içinde yorumlanmalı ve bu bütünden tekrar anlamlı parçalara dönülebilmelidir. Türkiye’nin stratejik konumunun analizini hedefleyen her çalışma bu metodolojiyi göz önünde bulundurmalıdır. Türkiye’nin coğrafi derinliğini kavramaya çalışmak birçok kara ve deniz havzasını doğrudan ilgilendiren kapsamlı bir stratejik alan üzerinde analiz yapabilmeyi ve ilişki – bağlantıları görebilmeyi gerektirmektedir.

Dinamik bir değişim süreci geçiren toplumların önünde temelde üç farklı psikolojiye dayanan üç alternatif vardır: Birincisi; statik bir tavrı benimseyerek uluslar arası yapının dinamizminin geçmesini beklemek ve bütün tanımlama ihtiyaçlarını uluslar arası sistemin istikrara kavuşmasına kadar ertelemektir. İkincisi; uluslar arası dinamizminin akışına kendini kaptırmaktır. Üçüncüsü; kendi dinamizmini uluslar arası dinamizmin potasında bir güç parametresi haline dönüştürebilme çabası içine girmektir.

KAVRAMSAL ve TARİHİ ÇERÇEVE

Tüm sosyoloji ve strateji çalışmalarında temel soru gücün tanımı, tezahürleri ve eksen değişimi ile ilgili olmuştur.

Bir ülkenin uluslar arası ilişkilerindeki göreceli ağırlığı ve gücünü güç parametreleri belirlemektedir. Bu güç denkleminin unsurları; sabit veriler (coğrafya, tarih, nüfus ve kültür) ve potansiyel verilerdir (ekonomik, teknolojik ve askeri kapasite). Bu denkleme stratejik zihniyet, stratejik planlama ve siyasi irade güç çarpanları olarak eklenir.

Bütün bu etkenleri ve çarpanları bir maestro edası ile ahenge sokacak bir stratejisyen, siyasi irade yoksa, taktik nitelikli tek tek başarılar nihai savaşın kazanılmasına yetmez. Gelecek ufuk derinliğine sahip ülkeler ise siyasi öncüleri belirlenmiş gündemlerin esiri olmazlar. Siyasi irade yetersizliği ile gündeme anlık tepkiler oluşturan ülkeler atak belirleyici değil, savunmacı ve tepkicidirler.

Doksanlı yıllardaki istikrarsız koalisyon hükümetlerinin kısa dönemli değişken manevraları strateji eksikliği doğurmuştur. Türk dış politikasının en önemli zaaflarından birisi stratejik ve taktik adımlarının tutarlı bir teorik çerçeve içinde terkip edilememiş olmasıdır. Tek düzeleşmiş ve resmileşmiş strateji analizleri, kendi kendini sınırlayan bir kısır döngüye dönüşebilir.

Türkiye’de gözlenen stratejik teori yetersizliği aynı zamanda siyaset teorisyenleri ile siyaset yapımcıları arasındaki kurumsal kopukluğunda bir işareti sayılmalıdır. Yakın geçmişimizde “ya mutlak hakimiyet ya da mutlak terk” politikası manevra alanlarını daraltmıştır. Bir ülkenin stratejisinin tek eksenli bir dış tehdide göre tanımlamak ufuksuzluk, iç tehdide göre tanımlamak ise stratejik dış rakiplere koz ve kaynak sağlayan bir zaaftır.

Soğuk Savaş sonrası uluslar arası sistem, konumları itibariyle stratejik ve taktik manevra kabiliyetlerine göre dört farklı kategoriye ayrılabilir. Süper devletler, büyük devletler, bölgesel güçler ve küçük devletler. Süper güçler ancak başka bir süper güçle dengelenebilirken; büyük devletler süper güçlerin taktik adımlarını, bölgesel güçler hem süper güçlerin hem de büyük devletlerin parametrelerini göz önüne alarak, küçük devletler ise ancak stratejik planlamaların çatıştığı dar alanlarda esneklik kazanabilmektedirler.

Güçler dengesi günümüzde BM Güvenlik Konseyi ile dengelenirken bu yaklaşımın G-8’e kaydırılmasında, Almanya’nın BM Güvenlik Konseyinde bulunması ve G-8’in bu tür operasyonların finansmanında daha etkin olabilecek ülkeleri bünyesinde barındırması önemli rol oynamaktadır. G-8 sistemi ile BM Güvenlik Konseyi arasındaki yapı çelişkisi sürdükçe uluslar arası sistemin istikrara kavuşması güçtür.

TEORİK ÇERÇEVE : KADEMELİ STRATEJİ VE HAVZA POLİTİKALARI

Politik yapıların fiziki çevre şartlarıyla olan ilişkisini inceleyen bir çok düşünür olagelmiştir. Ratzel’in “(Lebenstraum) Hayat Sahası Teorisi”, Kjellen’in “Bir Organize Olarak Devlet”, Mackinder’in “kara hakimiyet (heartland) teorisi”, Spykman’ın “kenar kuşak teorisi (Rimland)”, Alfred Mahan’ın “deniz hakimiyet” ve A. P. De Seversky’ın “hava hakimiyet” teorileri bunların başlıcalarıdır.

Türkiye jeopolitik açıdan tüm bu teorilerin merkezi konumunda bulunmaktadır. Soğuk savaş parametrelerinin yok olduğu yeni uluslararası çevre içinde Türkiye’nin jeopolitik rolü yeniden yorumlanmalıdır. Çünkü jeopolitik konum başlı başına bir değer değildir. Bu konuma uygun tarzda ortaya konan bir dış politika stratejisinin etkin aracı olması halinde değer kazanır. Jeopolitik konum, artık sınırları müdafaa dürtüsünün yönlendirdiği bir statükoyu muhafaza stratejisinin aracı olarak görülmemelidir.

Türkiye’nin gelecek yüzyıla yönelik dış politika stratejisi güç merkezleri ile ilişkilerin alternatifli tarzda yeniden düzenlenmesi ve uzun dönemli kültürel ekonomik ve siyasi bağların sağlamlaştırıldığı bir bölgesel etki alanı “hinterland” oluşturulması şeklinde özetlenebilir.

Türkiye bu dış politika stratejisini üç önemli jeopolitik etki alanı içinde taktik önceliklere dayandırmak zaruriyeti ile karşı karşıyadır.

1. Yakın Kara Havzası : Balkanlar – Ortadoğu – Kafkaslar

2. Yakın Deniz Havzası : Karadeniz – Adriyatik – Doğu Akdeniz – Kızıldeniz – Körfez – Hazar Denizi

3. Yakın Kıta Havzası : Avrupa – Kuzey Afrika – Güney Asya – Orta ve Doğu Asya

YAKIN KARA HAVZASI

Balkanlar : Türkiye’nin Balkanlardaki siyasi etki temeli Osmanlı bakiyesi Müslüman topluluklardır. Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya, Sancak, Kosova ve Romanya’daki Türk ve Müslüman azınlıklar ise Türkiye’nin Balkan politikasının önemli unsurlarıdır.

Türkiye Balkanlardaki kısa ve orta dönem dış politikasının iki önemli hedefi Bosna ve Arnavutluk’un istikrarlı bir yapı içinde güçlendirilmeleri ve bölgedeki etnik azınlıkları güvenlik şemsiyesi altına alacak bir uluslararası hukuk zemininin oluşturulmasıdır. Bu hukuki zemin içinde Türkiye Balkanlardaki Müslüman azınlıklar ile ilgili meselelerde müdahale etme hakkını kazanacak bir garanti elde etme hedefini sürekli gözetmelidir.

Kafkaslar: Türkiye’nin NATO’ya girerek Soğuk Savaşın Batı cephesinde yer alması, Türk – Sovyet sınırını NATO – Varşova Paktı sınırı haline dönüştürerek Kafkaslar ile Doğu Anadolu’nun suni bir perde ile bölünmesine yol açmıştır.

Bölgedeki Rus – Ermeni yakınlaşması her an yeni stratejik hassasiyetler doğuracak niteliktedir. İran’ın bölgeye yönelik politikaları da Türk – Azeri, Rus – Ermeni ilişkilerinde belirleyici ve dengeleyici bir unsur olmaktadır.

Azerbaycan Türkiye için en önemli stratejik müttefiktir.

Ortadoğu : Ortadoğu batılılarca önce 19.yy. da Balkanları da içeren bir tanımlamayken, şimdi İslam dini etrafında oluşan jeopolitik bir birim olarak tanımlanmaktadır.

Kara ve deniz bağlantıları açısından bölgenin en avantajlı coğrafyalarından birine sahip olan Türkiye bu meselede de artan bir stratejik önem kazanmıştır. Bugün, bölgenin önemli siyasi gelişmelerinde Kafkas petrol havzası, güneydoğu su havzası ve Musul/Körfez petrol havzası arasındaki iç bağımlılık ilişkisinin önemli bir payı vardır. Gerek doğu-batı, gerekse kuzey-güney geçiş ve aktarım yollarının merkezinde yer alan Türkiye bu konumun getirdiği avantajları sağlam ve uzun vadeli bir stratejik planlama ile değerlendirme meselesi ile karşı karşıyadır.

Komşu ülkelerle ilişkiler : Türkiye’nin bölgesel anlamda daha büyük ölçekli dış politika ufuklarında açılması öncelikle yakın kara havzası ile irtibatını sağlayan sınır komşuları ile olan ilişkilerini yeniden düzenlemesine bağlıdır. Yakın sınır komşuları ile sürekli bunalımlar yaşayan bir ülkenin bu sınırları aşan bölgesel ve kültürel politikalar üretebilmesi imkansızdır.

Komşu ülkelerle ilişkilerde yaşanan bu gerilimleri aşabilmek için yapılması gereken şey bu ülkelerle ilişkileri rejimler ve bürokratlar arasındaki uzun ve çetin süreçten çıkararak, toplumlar arası ilişkilerin yoğunlaştığı ekonomik ve kültürel unsurların ağırlık taşıdığı daha geniş bir zemine yaymaktır.

Komşularımızdan kaynaklanan dış politika riskinin azaltılması için karşılıklı bağımlılık düzeyini yükseltecek adımlar atılması belli bir hareket alanı sağlayacaktır.

YAKIN DENİZ HAVZASI

Anadolu – Balkan eksenindeki bir ülkenin gerçek anlamda güçlü olması ancak ve ancak bu ekseni çevreleyen deniz ve su yollarında hakimiyet sağlaması ile mümkündür.

Soğuk savaş dönemi yapılanmasında Türkiye, kıyı ülkelerinin tümünün (SSCB, Romanya, Bulgaristan) karşı blok içinde yer almaları dolayısıyla Karadeniz’de bir nevi kuşatılmışlık psikolojisinin tesiri altında kalmıştır.

Karadeniz ve Tuna su yolunun Türkiye’nin toplam ihracatındaki payı % 6 toplam ithalatındaki payı ise % 7 civarında kalmıştır. Tuna su yolunun Türk deniz ulaşımındaki payının % 1’in altında kalması Türkiye’nin kuzey hattını ne derece ihmal ettiğinin önemli bir göstergesidir. Türkiye’nin en uzun kıyı şeridi Karadeniz’de olmasına rağmen 120 milyon tonluk yükleme ve boşaltma kapasitesinin % 25’i Akdeniz’de % 21’i Ege’de % 41’i Marmara’da sadece % 13’ü Karadeniz’dedir.

Türkiye, Karadeniz’i iç steplere bağlayan su yollarının ekonomik açıdan değerlendirilmesi yapılarak sınır ötesi deniz ulaşımı konusunda teşvik edici tedbirler alınmalı, bu su yollarındaki ulaşıma elverişli projeler geliştirilmelidir.

Varşova Paktının ve SSCB’nin dağılması ile Karadeniz’de kendi dışında kalan kıyıdaş unsurların ortak bloku karşısında ilk defa yalnızlıktan kurtulması Boğazlar üzerindeki tek taraflı blok baskısını ortadan kaldırmış ve Türkiye’yi Karadeniz’in en geniş kıyıya sahip ülkesi konumuna getirerek hem genel uluslar arası ve bölgesel dengeler, hem de Boğazlar açısından önemli bir diplomatik avantaj sağlamıştır.

Montrö’nün öngördüğü çerçeveden sapmadan, Türkiye’nin ticari ve kültürel merkezi olan İstanbul’un güvenliği ile Boğazların statüsü arasındaki bağımlılığı göz önünde bulunduracak şekilde Türkiye’nin denetiminin artırılması öncelikli hedef olmalıdır.

Ege Adalarının yoğunluklu bir şekilde Yunanistan’ın elinde bulunması, Türkiye’nin yakın deniz havzası politikalarının en önemli darboğazını oluşturmaktadır.

Balkanlar ile Ortadoğu arasında etkileşim ve geçiş alanı üzerinde bulunan Ege ve Kıbrıs meselesi, bölgeler arası etkileşimin artması ile sorun diğer bölgesel meselelere eklemlenmeye başlamıştır. Kıbrıs ve Ege meselesinde Türkiye’nin sadece bir Ege ülkesi değil, daha genel bir çerçevede Adriyatik’ten İskenderun körfezine ve Süveyş kanalına kadar uzanan bölgede bir doğu Akdeniz ülkesi olduğu gerçeği göz önünde bulundurulmak zorundadır.

Ortadoğu, Doğu Karadeniz, Ege, Süveyş boğazı, Kızıldeniz ve Körfez üzerinde stratejik hesaplar yapan hiçbir küresel ve bölgesel güç; jeostratejik önemi nedeniyle öne çıkan Kıbrıs adasını ihmal edemez.

Türkiye gibi, Fırat – Dicle su yolları ile Mezopotamya havzasının (Basra körfezi – Hint havzası) kuzeyinde bulunan bir ülkenin bu havzanın denize açılım noktalarına ilgisiz kalması düşünülemez.

Hazar denizi ise, Türkiye’nin Orta Asya’ya açılmasındaki kilit deniz havzasıdır. Türkiye’nin Orta Asya ülkeleri arasında her türlü işbirliğini teşvik etmemesi, İran’ın ve Rusya’nın bölge ülkeleri ile olan ilişkilerine uzak kalması, durumunda Sovyet İmparatorluğunun Rusya İmparatorluğu olarak dönüşünü izlemek ile Hazar denizi havzasından uzaklaşmasına neden olacaktır.

YAKIN KITA HAVZASI

Türkiye, Trakya üzerinden bir Balkanlar, kuzey kıyı şeridi ile bir Karadeniz, Erzurum yaylası üzerinden bir Kafkas, Harran üzerinden bir Mezopotamya ve Ortadoğu, Güney deniz şeridi ve İskenderun Körfezi üzerinden bir Doğu Akdeniz ülkesidir. Avrupa gerek coğrafi gerekse tarihi derinlik açısından birinci derecede önem taşıyan yakın kara havzası niteliği taşımaktadır. Coğrafi ve tarihi parametreler açısından bakıldığında Türkiye Avrupa kıtasının ve tarihinin tabii bir parçasıdır.

Türkiye’nin yakın kıta havzası stratejisinin yeniden tanımlama ihtiyacı hissedilen en önemli ayağını Asya oluşturmaktadır. Asya’nın Türkiye için özellikle jeopolitik ve jeokültürel açıdan ne anlam ifade ettiği pek de açık bir şekilde ortaya konamamıştır. Soğuk savaş sonrası en yoğun değişim geçiren kıta olan Asya küresel ilişkiler çerçevesinde, Türkiye’yi küresel ve bölgesel güçlerle ortak çıkarları olan stratejik konumuyla yakından ilgilendirmektedir.

Türkiye’nin dış politikasında en ciddi ihmale uğramış kıta bağlantısı Afrika dır. Türkiye hala bakir kaynaklara sahip olan bu kıtayı küçümsememelidir. Türkiye’nin BM genel kurulundaki destek arayışlarında, kurulda Afrika ülkelerinin ağırlığı hissedilebilir olmasına rağmen ciddi bir yalnızlık yaşaması bu zaafın bir sonucudur.

Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren kıtalararası etkileşim bölgeleri; Atlantik havzası, Doğu Avrupa ve Ural stepleri, Kuzey Afrika ve Batı Asya (Ortadoğu) başlıklarıyla ele alınabilir.

Soğuk savaş döneminde stratejik kaderini Atlantik havzası ile bütünleştiren Türkiye, Atlantik eksenli iç rekabet unsurları arasındaki dengeleri kollayan ve doğabilecek rekabet merkezlerinden herhangi biri ile tümüyle cepheleşmeyi engelleyen bir diplomatik tavrı geliştirebilmesi riskleri azaltacaktır.

Klasik Alman ve Rus etki alanı politikaları ile kendi yakın kara havzası olan Balkanlar ve Kafkaslarda yüzleşmek zorunda olan Türkiye bu yakın kara havzaları üzerindeki politikası ile Doğu Avrupa ve Ural stepleri derinliğinde gerçekleştirebileceği politikalar arasında uygulama ve zamanlama açısından stratejik bir uyum sağlamak zorundadır.

AB sürecinin dışına itilerek Doğu Avrupa’dan uzaklaştırılmaya çalışılan Türkiye’nin yeni sömürgeci bir dalga ile Kuzey Afrika’ya yönelecek bir AB etkinlik alanı karşısında bu bölgeden de kopması, Türkiye’nin Akdeniz ülkesi kimliğinde ciddi zaafların doğmasına yol açar.

Batı Asya (Ortadoğu) bölgesi, bölgenin bizatihi Türkiye’nin yakın kara havzası içinde yer alması; Türkiye’nin doğrudan müdahil olduğu yakın deniz havzalarının kıyı hatlarını ve hinterlandını bünyesinde barındırması; bölge üzerinden kıta bağlantılarının sağlanabilmesi ve gerek Asya gerek Afrika derinliğine yönelik politikalarda önemli bir geçiş alanı oluşturması nedenleriyle önem arz etmektedir.

UYGULAMA ALANLARI – STRATEJİK ARAÇLAR VE BÖLGESEL POLİTİKALAR

Türkiye’nin stratejik bağlantıları ve dış politika araçları:

NATO : 2. Dünya savaşından bu yana gelişmeler göstermiştir ki ABD’nin küresel düzendeki merkezi konumunun anahtarı Avrasya stratejisidir. ABD’nin hegemonik düzen jeopolitiği; soğuk savaş sonrası düzende de bir güçler dengesi içinde etkisini sürdürmeye devam edecektir. BM böylesi bir dengeleyici ve belirleyici konumun meşruiyet altyapısını sağlarken, NATO vurucu gücünü ve askeri garantörlük kurumunu oluşturacaktır.

Türkiye –ABD ilişkilerinde yaşanan bunalımlı dönem ve sürekli tırmanan gerilimler NATO’yu Türkiye’nin Batı dünyası ile olan ilişkilerindeki problemlerin NATO üyesi Avrupa ülkelerinde önemli ölçüde etkilemesi, Türkiye-ABD ilişkisinin Türkiye-NATO ilişkilerinin ana eksenine oturması sonucunu doğurmuştur.

Türkiye, Türkiye-AB ilişkilerinde yaşanan tıkanmaların alternatifi olarak, Türkiye-ABD ilişkilerini öne çıkarmaya ve NATO ile olan ilişkilerini bu eksene dayandırmaya çalışırken, ABD, özellikle Balkanlar, Doğu Avrupa ve Ortadoğu bölgelerinde bazı Avrupa ülkeleri ile olan ilişkilerini Türkiye faktörü ile aşmaya ve Türkiye-ABD ilişkilerini bir taraftan NATO’nun küresel ve bölgesel misyonlarının bir aracı, diğer taraftan da NATO’nun ortak alanı dışında kalan Amerikan stratejik çıkarlarının tamamlayıcı bir unsuru olarak görmeye yönelmiştir.

Birçok NATO üyesi ülke, Türkiye’yi hala bir stratejik ortak olarak değil, ucuz insan gücü icap ettiğinde kullanılabilecek bir destek, stratejik bir kaynak gibi görmekte ve Türkiye’yi Avrupa içinde müdahil bir konumda tutmaktansa Ortadoğu operasyonlarında aktif hale gelecek belirsiz bir statüde bekletmeyi uygun görmektedir.

Türkiye, NATO’nun yeniden yapılanmasında, kendisine Doğu Avrupa içinde özel bir konum kazandıracak öncelikler almaya çalışmalıdır.

AGİT : Soğuk savaş döneminden soğuk savaş sonrası döneme kendisi dönüştürerek giren, Türkiye’nin kuruluşundan beri üye olduğu örgüt olan Avrupa Güvenlik İşbirliği Teşkilatı (AGİT)’nın sürekliliği ve kapsamlılığı bu örgütün uluslar arası ilişkilerin realist ve idealist boyutlarına cevap verebildiğini göstermektedir.

AGİT’in insan hakları, demokratikleşme ve temel özgürlükler gibi küresel sorumluluk alanları, bu konuda sıkıntılı bir geçiş süreci yaşayan Türkiye’nin iç siyasi parametreleri ile uluslar arası bağlantıları arasında karşılıklı bir etkileşim alanı oluşturmaktadır. Türkiye’nin kendine güvenen ve kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan adımları atması durumunda, AGİT bünyesindeki rolü pekişerek artacaktır.

Ayrıca, kuzey-güney kutuplaşmasında bir bağlantı ülkesi olan Türkiye G-8 ülkeleri dışında kalan G-20 ülkeleri arasında yegane AGİT üyesi ülke pozisyonuyla güney ülkelerinin AGİT nezdindeki temsilciliği konumunu kazanabilir.

İKÖ : 1. Dünya savaşı ile İslam dünyası Avrupa topraklarından çekilerek, Avrupa kıtası boyutunu kaybetmiş ve bir Afro-Asya olgusu olarak görülmeye başlanmıştır.

İslam kimliği Avrasya derinliğinde Türkiye açısından bir tehdit değil önemli bir stratejik imkan oluşturmaktadır. Bu bölgelerde Slav ve Rus etkisini kıracak en önemli unsur İslam kimliğinin sağladığı karşı kültürel direniş gücüdür. Avrasya derinliğinde Türk kökenli Müslüman unsurların İslam dünyası içinde etkin bir hale gelmesi, Türkiye’nin bu dünya içinde de gerek kurumsal gerek siyasi etkinliğinin artması anlamına gelecektir.

Türkiye şu ana kadar uyguladığı politikalarda ECO ve İKÖ açta olmak üzere İslam dünyasındaki uluslar arası örgütleri gerçek bir işbirliği alanı olarak görmektense diğer uluslar arası aktörler ile olan ilişkilerinde pazarlık gücünü yükselten bir destek unsuru olarak değerlendirdiği intibaını vermiştir. İKÖ’nün en ciddi zaafı, olayları geriden takip etmesi ve reaksiyoner nitelikli tepkiler göstermesidir.

ECO (Ekonomik İşbirliği Örgütü): Türkiye’nin Asya derinliğine yönelik olarak soğuk savaş sonrası dönemde giriştiği ilk teşebbüs Türkiye, İran ve Pakistan’ın üye olduğu ECO’nun Orta Asya ülkelerini ve Afganistan’ı içine alacak şekilde genişletilmesidir. ECO, özellikle Sovyetlerin dağılmasından Orta Asya ülkelerini de içine alarak Avrasya dengelerini tümüyle etkileyebilecek bir görünüm kazanmıştır.

ECO’nun etkin bir örgüt olarak tekrar devreye girebilmesinin öncelikli şartı tekil siyasi iradeler ile ortak ekonomik çıkar arasında rasyonel bir bağ kurulabilmesidir.

KEİ (Karadeniz Ekonomik İşbirliği): Soğuk savaş sonrası dönemde Türkiye’nin en köklü değişim yaşadığı deniz havzası Karadeniz olmuştur. Soğuk savaş döneminde, Türkiye dışındaki bütün Karadeniz ülkeleri doğu bloku içinde yer alırken, bu dönem sonrasında, hem bölgesel işbirliği hem de Türkiye’nin yakın kara ve deniz havzalarına dönük politikası açısından ciddi bir stratejik açılım potansiyeli doğmuştur.

Hızlı bir ivmeyle kurulan KEİ, özelikle doksanlı yıllarının ikinci yarısından itibaren etkinliğini önemli ölçüde kaybetmeye başlamıştır. Bu ivme kaybının en temel sebebi üye ülkelerin örgütü kalıcı faktörlere dayalı aksiyoner nitelikli bir yapı olarak değil konjonktürel ihtiyaçlara cevap verebilecek reaksiyoner bir yapı olarak görmeleridir.

KEİ’nin kontrolsüz genişlemesi ve KEİ bünyesinde AB’deki Alman-Fransız eksenine benzer bir Türk-Rus ekseninin sürükleyici bir lokomotif olarak devreye sokulamamış olması, başarısızlığın sebepleri olarak değerlendirilebilir.

D-8 ve Asya-Afrika bağlantıları : D-8, iç politikadaki çekişmeler eksenine oturtulması ve kısa dönemli bunalımların etkisi altında kalınması nedeniyle stratejik bir araç olarak daha su yüzeyine çıkmadan atıl bir hale getirilmiştir.

G-20 : Üçüncü Dünya ülkelerinin borç stoklarının dayanılmaz ölçülere ulaştığı, finansal araçlar kullanılarak yapılan manipülasyonlarla çok büyük ölçekli kaynak ve güç aktarımının yapılabildiği bir ortamda uluslar arası düzenin istikrara ve düzene kavuşması çok güçtür. Hiyerarşik gerilimleri yumuşatıcı muhtemel G-20 benzeri örgütler böylesi bir konjonktürde özel bir konum kazanacaklardır.

G-20’nin üyelik kompozisyonu Türkiye’ye bu alanlarda önemli bir açılım imkanı sağlayacaktır. Güney Doğu ülkeleri nezdinde itibar sağlayacak bir yaklaşım Türkiye’nin genel uluslar arası itibarını olduğu kadar Kuzey ve Batı ülkeleri nezdinde önemini de arttıracaktır.

Uluslar arası ekonomi-politikte görülen yeni dönüşümler ve jeoekonomik kaynak paylaşımı bölgeler açısından ele alındığında uluslar arası rekabetin sürdüğü alanlar itibariyle 21. yy. başlarında bir Asya, sonlarında ise bir Afrika yüzyılı olmaya aday görünmektedir. G-20’nin üyelik kompozisyonu Türkiye’ye bu alanlarda önemli bir açılım imkanı sağlamaktadır.

STRATEJİK DÖNÜŞÜM VE BALKANLAR

Balkanlar jeopolitiğinin dayandığı iki temel eksenden Drava – Sava ekseninin merkezi Hırvatistan ve Sırbistan arasında kalan Bosna-Hersek’te; Sırbistan, Makedonya, Bulgaristan ve kısmen de Yunanistan arasında kalan Morava – Vardar ekseninin merkezi ise Kosova’dır.

Bosna ve Kosova bunalımlarını tırmandıran sistemik çelişkiler üç ana başlık altında ele alınabilir; (1) ABD-Avrupa/Almanya arasındaki küresel çıkar çelişkisi, (2) Avrupa içinde İngiltere/Fransa, Almanya ve Rusya arasındaki kıta ölçekli çelişkiler, (3) Güç-eksenli bu çelişkilerin uluslar arası hukuk ve örgütler düzeyinde yol açtığı çelişkiler.

Bosna ve Kosova bunalımları neticesinde ABD, Orta ve Doğu Avrupa’da doğrudan müdahil konumdadır ve bu konum bölge problemlerini Amerikan stratejisinin doğrudan unsurları halinde dönüştürmektedir.

Bunalımları kendi stratejileri için bir çarpan olarak kullanmak isteyen güçlerin müdahalesi sonucunda imzalanmış olan Dayton Anlaşması, gerek anayasal çerçeve gerekse reel askeri ve stratejik durum açısından ciddi boşluklar barındırmaktadır. Bosna devletinin sınır bütünlüğü zikredilmekte fakat ne bunu koruyacak olan Bosna ordusunun alacağı yapı ortaya konmakta, ne de cumhuriyet statüsü tanınan Sırpların tek taraflı bir kararının uluslar arası müeyyidesi belirtilmektedir. Bunun tek garantisi anlaşma sonrasında Bosna’ya yerleştirilen NATO ülkeleri ağırlıklı uluslar arası güçtür.

Balkan kuşağında yaşayan toplulukların iç güvenliklerinin sağlanması, kültürel varlıklarının muhafazası, ekonomik ve sosyal altyapılarının güçlendirilmesi, kuşak üzerindeki topluluklar arasındaki iletişimin arttırılarak sürdürülmesi Türkiye’yi bölgede hem barış hem de gerginlik konjonktöründe güçlü kılacaktır.

ORTADOĞU : EKONOMİ – POLİTİK VE STRATEJİK DENGELERİN KİLİDİ

Ortadoğu sadece ticari ve doğal kaynak aktarım hattı olarak değil, doğal kaynak stoku olarak da başlı başına önemli bir stratejik konum kazanmıştır. Ortadoğu’nun dünya petrol rezervlerinin önemli bir bölümüne sahip olması bölgenin stratejik yapılanması ve gerek küresel gerekse bölgesel güçlerin bu yapılanma içindeki pozisyon alışlarında önemli bir etki yapmıştır ve yapmaya devam edecektir.

ABD, Avrupalı güçlere kıyasen petrole daha az bağımlı olmakla birlikte, petrolün bu gücünün kaynağını kontrol etmedikçe uluslar arası ekonomi-politik rekabetin ritmini tutamayacağını fark etmiştir.

Su meselesinin gündeme getirildiği dönemler incelendiğindeyse, bu dönemin bölge içi dengelerin yeniden şekillendirildiği savaş-barış süreci dönemleri ve bölgeler arası etkileşim ve zamanlama meselesi olduğu gözlemlenmektedir.

ABD’nin kurmaya çalıştığı yeni düzen açısından Körfez savaşı incelendiğinde, üç ana hedef görülür; (1) Yeni dünya düzeninin ABD’nin üstleneceği garantörlüğe etki eden operasyonel maliyet ile uluslar arası ekonomi-politik güç dengesi meselesi, (2) Çift kutuplu yapıya göre şekillenmiş bölgesel dengelerin yeniden kurulması, (3) İsrail’in uzun dönemli güvenliğinin bir daha tehdit edilemeyecek şekilde sağlanması.

Bölge içi denge denklemine bakıldığında, Ortadoğu jeopolitiğinin en temel coğrafi denge mekanizmasını Mısır-Türkiye-İran hassas dengesinde aramak gerekir. Bölgede uzun süreli bir barışın en temel şartlarından birisi bu üç ülkenin rasyonel bir zeminde işbirliği içine girmesidir.

Bölge bunalım kaynaklarından biri olan İsrail-Filistin meselesi incelendiğinde görülür ki; her şeyden önce batılılar tarafından Avrupa coğrafyasında Yahudi-Hıristiyan çatışması olarak algılanan Yahudi meselesi, Müslüman-Yahudi meselesine dönüştürülerek Ortadoğu’ya ihraç edilmiştir. İsrail’in ulus-devlet olarak ortaya çıktığı tarihe kadar İslam coğrafyasında böyle bir mesele söz konusu olmamıştır.

İsrail devletinin kuruluşu Atlantik ekseninin ve bu eksendeki kozmopolit yapının eseridir. İsrail’in öncelikli hedefi uluslar arası Yahudi finans gücünün de desteğini alarak kendi nüfus bölgesini oluşturmaktır. Ayrıca İsrail ekonomi-politik güç merkezinin Asya’ya doğru kaymakta olduğunun farkındadır ve bu nedenle Çin, Hindistan ve Endonezya gibi nüfus açısından Asya’nın en büyük ülkeleriyle yönelik diplomatik bir atağa geçmiştir.

İsrail Ortadoğu barış süreci ile elde ettiği kazanımları elden çıkarmadan Kudüs üzerindeki egemenliğini sürdürecek bir formül arayışındadır. Genelde Kudüs özelde de Mescid-i Aksa meselesi çözülmedikçe Filistin ve Ortadoğu meselesinin de çözülmesi çok güçtür.

Türkiye’nin bu karmaşık Ortadoğu yapılanması sürecinde diplomatik başarısı, iyi niyet ilişkileri seyrinde devam eden Pakistan’la ya da Çin’le yürütülen ilişkilerde değil, Yunanistan, Suriye, İran, ABD ve Almanya ile yürütülen ilişkilerde belli olacaktır.

Türkiye bu ilişkiler ağında, Araplarla olan tarihi psikolojik rahatsızlıktan sıyrılmalı, Arap toplumlarını bir kategoriye indirgeyen genellemeci ve yüzeysel yaklaşımdan kaçınmalıdır. Zaruri olarak çıkabilecek bir kutuplaşma karşısında da bölgede Arap olmayan diğer unsur olan İran ile ilişkilere özen göstermelidir.

Türkiye’nin bölgede karşılaştığı diğer bir problem olan Kuzey Irak meselesinde; Kürt nüfusun yayıldığı coğrafya göz önüne alındığında, bu coğrafyanın kendi içinde jeopolitik bir bütünlük oluşturması güç bir geçiş alanı oluşturduğu değerlendirilebilir. Bütünlük oluşturulamaması nedeniyle de istikrarsızlık kaynağı olmaktadır. Kürt nüfus bu stratejik oyunda sürekli mağdur haline gelmektedir. Filistin-petrol denklemine oturtulan Ortadoğu meselesi, Kürt-su denklemine dönüştürülmeye çalışılmaktadır.

Ortadoğu politikasında başarılı olabilmek için; psikolojik engeller aşılmalı, bölgesel problemleri yakından takip eden derinlikli projeksiyonlarla değerlendirebilen araştırma merkezleri enstitüler kurulmalı; küresel dengeler ile bölgesel reelpolitik arasında sağlıklı bir irtibat kurulmalı, bölgeyi bütünüyle kuşatacak projeler üretilmeli; karşı milliyetçi bloklaşmalar engellenmeli; odaklanmış tepkiler azaltılmalı; etkin, aktif ve inisiyatif gücü yüksek bir yaklaşım benimsenmeli; yatay ilişkilere ve iletişime ağırlık verilmeli; her şeyden önce Ortadoğu’yu Araplardan oluşan bir problem bölgesi olarak gören basitleştirici yaklaşım terk edilmelidir.

AVRASYA GÜÇ DENKLEMİNDE ORTA ASYA POLİTİKASI

Orta Asya doğal kaynak açısından, içinde barındırdığı insan unsurunun değerlendirme potansiyelini çok aşan bir kapasiteye sahiptir.

Orta Asya ekonomi-politik etkileşimlerinde söz sahibi olmak isteyen ülkeler ABD, Rusya, Çin ve AB içinden bölge ile tarihsel emelleri olan Almanya’dır. SSCB’nin dağılmasıyla, bir süper güç yerine daha küçük ölçekli aktörlerin sahneye çıkması Orta Asya’ya yönelik iştahların kabarmasına neden olmuştur.

Türkiye’nin bölge ile ilişkisi hazırlıksız yakalanmış olma ile neticelenmiştir. Modern Türk diplomasisi kökenine gidildiğine daha çok Avrupa merkezli büyük güçlerin diplomasi kulvarlarına ayarlı bir seyir takip etmiştir. Bu stratejik bakış, ideolojik tavırla da ilgilidir. Batılılaşma tecrübesi ve bu tecrübenin öngördüğü Avrupa’ya dönük politika oluşturma çabası genelde Asya özelde Orta Asya’yı ikincil plana itmiştir.

Türkiye diğer bölgesel politikalarda olduğu gibi, Orta Asya ile ilgili politikalarda da ABD-AB dengesini tekrar ayarlama ihtiyacı ile karşı karşıyadır.

AVRUPA BİRLİĞİ : ÇOK BOYUTLU VE ÇOK DÜZLEMLİ BİR İLİŞKİNİN TAHLİLİ

AB-Türkiye ilişkilerini anlamlandırmada karşılaşılan üç problem şunlardır. (1) iki statik yapının varsayımı, (2) İlişkinin tek yönlü seyrettiği yanılsaması, (3) İlişkilerin tek düzlemde seyreden bir nitelik taşıdığı varsayımı.

Türkiye’nin gelecekte AB ile diplomatik/siyasi düzlemde yürüttüğü ilişki sürecinde karşı karşıya kalacağı problem; AB’nin ortak dış politika yapımındaki bölgesel tercihler ile Türkiye’nin sürdüre geldiği tercihleri arasında uyum meselesi olacaktır. Karşımızda tek bir batı bulunmadığı gibi her zaman tek Avrupa da olmayacaktır. Bütün bütünleşme çabalarına rağmen karşımızda her zaman iç çelişkilere ve çıkar çatışmalarına yol açabilecek güçlü ulusal stratejilerin de yer aldığı bir Avrupa diplomasi geleneği vardır.

Gümrük birliği ile Türkiye’yi ekonomik hinterlandı içinde tutan AB, Türkiye’nin demografik gücünün serbest dolaşım hakkı ile Avrupa üzerinden baskı yapmasını engellemeye çalışmakta ve ekonomik rasyonaliteye ve kendi ilan ettiği evrensel değerlere aykırı jeokültürel bir dışlama politikası takip etmektedir. Ekonomik olarak Avrupa’ya tek taraflı olarak eklemlenmiş ancak jeokültürel olarak dışlanmış bir Türkiye, cepheleşme, bütünleşme sarkacının içine alınmaya çalışılmaktadır. Bu kıskacın stratejik bir çıkmaza dönüşmemesi Türkiye’nin çeşitlendirilmiş bir yakın kıta havzası politikasını uzun dönemli bir stratejik planlama çerçevesinde devreye sokabilme kabiliyetine bağlıdır.

Önümüzdeki yirmi yıllık dönemde Doğu Avrupa ile tümüyle bütünleşmiş bir AB karşısında, Türkiye’nin yalnızlaşmasını engelleyecek alternatif kıta havzası politikaları oluşturularak her türlü alternatife açık bir manevra alanı geliştirilmesi zorunluluğu Türkiye’nin yakın gelecekteki en temel stratejik parametrelerinden birisi olacaktır.

s