Home » Şiir - Deneme - Öykü » ABD Şiirleri » “Benim dualarım karşısında durma şansın yok / Sevgime karşı durma şansın yok”

“Benim dualarım karşısında durma şansın yok / Sevgime karşı durma şansın yok”

Kızıldereli
Kızılderililer sığ kıyıda, denizde yürüyerek tekneye yaklaştılar. Bizlere çeşitli hediyeler sundular. Kızılderililer; barışçı, yumuşak huylu insanlar ve silah taşımıyorlar, silahın ne olduğunu bilmiyorlar… Onlara bir kılıç gösterdim; keskin tarafından tuttular ve ellerini kestiler. Bu yerliler dünyanın en iyi, en nazik insanları, kötülüğün ne olduğunu bilmiyorlar. Çalmıyorlar, öldürmüyorlar, komşularını kendileri kadar seviyorlar. Her zaman gülüyorlar… Bunlardan çok iyi hizmetkar olur. Sadece elli adamla tüm bu yerlilerin hepsine kolayca boyun eğdirip, istediğimiz her şeyi yaptırabiliriz…’ diye aktarıyordu ilk izlenimlerini Kolomb…
“Aşağı ırklar karşısında biz yüksek ırkın yapacağı; onları ıslah etmek, bilgilendirip eğitmek, soylulaştırmaktır!” diye yol gösterdi Proudhan…
“Onlara dostluk duygularıyla dolu olarak geldiğimizi belirtmek ve bizlere daha sağlam bağlarla bağlanmalarını sağlamak için, sert davranmaktansa, tatlılıkla muamele etmek gerektiğine inanıyorum. Bunun için de çoğuna renkli takkeler, camdan ya da deniz kabuklarından yapılmış gerdanlıklar verdim. Çoğu bunları başına takıp boynuna geçirdi. Aslında hemen hiç değeri olmayan daha birçok öteberiyi hediye olarak verdim. Hepsi buna çok sevindi. Yeniden sandallara binerek gemiye dönmeye başladığımız zaman da, denize atlayarak yanıbaşımızda yüzdüler. Ne gösterirsek, hiçbirini geri çevirmediler ve yanlarında ne varsa hepsini vermeye kalkıştılar. Çok fakir oldukları besbelli. Ne esmerler ne beyaz! Hiçbir dine bağlı olmayan bu topluluğu kolayca Hristiyan yapmak mümkün. Eğer Tanrı izin verirse geri dönüşümde içlerinden altı tanesini, Haşmetpeder’e getireceğim, İspanyolca’yı kolayca öğreneceklerinden eminim.” diye rapor etti Kolomb…
Kolomb, bu sözleriyle bir soykırımın ilk işaretlerini veriyordu. 20. yy’ın süper gücü olacak Amerika daha beyazlar tarafından keşfedildiği anda ideolojisini şekillendiriyordu. Beyaz adam, ötekini yok etme, kalanları da kendine benzetme yolunda ilk adımını atıyordu…
Kolomb, adadaki gezisine büyük bir hevesle devam etti. Hafif bir koku yayan çalıları koklayıp bunların Çin baharatı tarçın olduğunu düşündü. Oysa bu bitki Amerika’ya özgü kakaonun ta kendisiydi. Yerliler Kolomb’a misafirperver davranıp ona bildikleri herşeyi anlattılar. Yerliler yakınlarda Küba denilen bir karadan sözettiler. Kolomb’a göre yerlilerin Küba dedikleri yer düpedüz Çin’di. Kolomb Avrupa’ya döndüğünde de birçok kişiyi Çin’e gittiğine inandırmıştı. Oysa Kolomb Amerika Kıtasını keşfetmişti. Ve inadı yüzünden büyük bir kıta keşfettiğini bilemeden öldü. Ölene kadar, Yeni Dünyanın kıyılarında hergün biraz daha çıldırarak dolaşıp durdu. Gemisinde asileri astığı bir darağacı yaptırmıştı. Hindistan’da olduklarını kabul etmeyenleri asmakla tehdit etti. Ona göre bulunduğu topraklar yeni köle kaynağı ve zenginlik sembolü altının anavatanıydı. Bu nedenle vakanivüsüne şunları eklemeyi ihmal etmedi:
“Ey muhteşem altın! Altını olan, her istediğini satın almasını sağlayan bir hazineye sahip olur; onunla dünyaya isteklerini kabul ettirir; hatta ruhunun cennete girmesini bile sağlar…”
“Önce bir gemiyle geldiler… Misafirlerimizdi, onları sahilde hediyelerle karşıladık. Silahsızdık; çünkü hiç ihtiyacımız olmadı. Kardeştik, severdik, paylaşırdık… Silahı onlar tanıttı… Tutarken yanlislikla elimizi kestik, kanımız aktı… Evlerimize buyur ettik, konuklarımızdılar… Yedirdik içirdik, yatırdık, hizmet ettik… Topraklarımızı, dağlarımızı, sularımızı, ovalarımızı gezdirdik… Sevindiler… Sevindik!..
Renkleri ne kadar beyazdı bizimkilere göre…
Sonra gittiler; memnun ederek uğurladık dostlarımızı!..
Bir gün, tam sabah gün doğarken, ak tenli dostlarımız; gemileriyle, çok, çok olarak geldiler… Beklemiyorduk; çok erken gelmişlerdi…
Demek sevmişlerdi bizi, toprağımızı, göğümüzü; sevindik…
Çoktular… Silahlıydılar; üstelik ellerini de kesmiyorlardı…
Ayakları karaya bastı ve sonra hiç beklenmeyen, olmayacak olan oldu… Şaşırmıştık, acaba ne yapmıştık da beyaz dostlarımız bizleri öldürüyordu…
Evet, beyaz adam, bu sefer gülen yüzlerimizi ağlatmaya, varlığımızı yağmalamaya, gençlerimizi köle yapmaya, karılarımıza tecavüz etmeye gelmiş! Şaşırdık!.. Neden?
Biz özgür göğün, geniş toprağın, mağrur dağların insanları; barış, sevgi, dostluk bilirdik, savaşı beyaz adam öğretti… Hiç haketmedik öldürülmeyi, savaşı, köleliği…
Erkeklerimizi öldürdüler, yaktılar çocuklarımızı ateşte diri diri… Toprağımızı yağmaladılar… Karılarımıza kızlarımıza tecavüz ettiler… Köle diye götürüldük yurtlarına… Sattılar…
Tanrıya inanmamızı söylüyordu, elinde İncil, siyah cübbeli, beyaz tenli papaz… Reisimiz sordu: “Tanrı size bunları yapmanızı mı söylüyor? Cennet dediğiniz yere sizler mi gideceksiniz? Öyleyse; ben sizin olmadığınız yeri, cehennemi seçiyorum. Eğer bizleri değil de, sizleri, zulmünüzü onaylıyorsa tanrınız; böyle bir tanrıya inanmaktansa, inanmamayı yeğlerim! “
Hiç bitmedi beyaz adamın gelmesi… Onlar geldikçe biz bittik; biz bittikçe onlar geldi…
Beyaz adam, yaptıklarını anlatacak kelime bulamıyorum, bizim böyle kelimelerimiz yok; senin yaptıklarını en iyi anlatacak yine sensin, senin kelimelerin… Kara yüreğin, beyaz tenin gibi olabilirse birgün, anlatırsın yaptıklarını!..”
Yüreği bir parça beyaz bir papaz (Papaz Marcos de Niza) anlatmaya çalıştı gördüklerini:
“Tanık olduklarımı anlatıyorum: Beyazlar tüm yerli reislerini yaktılar. Çoluk çocuk, kadın demeden, mızrakla, kılıçla delik deşik ediyorlardı. Anladığım kadarıyla bunlar, tüm ülkede tek bir şey bırakmak istemiyorlar; yerlileri bir eve doldurdular ve evi ateşe verdiler. Herkes yandı. Bir çocuk ateşten kurtulmuş kaçıyordu. Birisi onu tuttu, korumaya çalıştı, sakinleştirmek için sarıldı… Birden bir asker, çocuğu çektiği gibi ateşe fırlattı. Engel olamadım. Bunları o kadar çok yerde gördüm ki anlatamam. Yerlileri parçalamak için köpekleri üzerlerine saldılar. Birçok yerli böyle parçalandı. Beyaz adam; süt bebeklerini kollarından tutup atabildiği kadar uzağa fırlatıyordu. Barış ve güven aramak için gelen yerli reisleri de yaktılar.”
1854’te, Duwarmish Kızılderililerinin Reisi Seattle, Washington’daki Büyük Beyaz Reis Franklin Pierce’e şöyle yazdı:
Gökyüzünü, toprağın sıcaklığını nasıl satın alabilirsiniz ya da satabilirsiniz? Bunu anlamak bizler için çok güç. Bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır. Çam ağaçlarının pırıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, ak kumsallı kıyılar, karanlık ormanlar ve sabahları çayırları örten buğu, halkımın anılarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık deneylerinin bir parçasıdır. Ormanların, ağaçların damarlarında dolaşan su, atalarımın anılarını taşır. Biz buna inanırız. Beyazlar için durum böyle değildir. Bir beyaz ölüp, yıldızlar evrenine göçtüğü zaman doğduğu toprakları unutur. Bizim ölülerimizse, doğduğu toprakları unutmaz. Çünkü Kızılderili, gerçek anasının toprak olduğunu bilir.
Washington’daki Büyük Beyaz Reis bizden toprak almak istediğini yazıyor. Bu bizim için çok büyük bir özveri olur. Büyük Beyaz Reis, bize, rahat yaşayacağımız bir yerin ayrılacağını, bize babalık edeceğini, biz Kızılderililerinse, onun çocukları olacağımızı söylüyor. Bu önerinizi düşüneceğiz ama; yine de önerinizi kabul etmemizin kolay olmayacağını itiraf etmek zorundayım. Çünkü, bu topraklar bizler için kutsaldır. Derelerin ve ırmakların suyu, bizim için yalnızca akıp giden su değildir; atalarımızın kanıdır aynı zamanda. Bu toprakları size satarsak; bu suların ve toprakların kutsal olduğunu çocuklarımıza öğretmemiz gerekecek. Biz, dereleri ve ırmakları, kardeşimiz gibi severiz. Siz de aynı sevgiyi gösterebilecek misiniz kardeşlerimize?
Biliyorum; beyazlar bizim gibi düşünmezler. Beyazlar için bir parça toprağın, ötekinden ayrımı yoktur. Beyaz adam, topraktan almak istediğini almaya bakar ve sonra yoluna devam eder. Çünkü toprak, beyaz adamın dostu değil, düşmanıdır. Beyaz adam topraktan istediğini alınca, başka serüvenlere atılır. Beyaz adam, anası olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alınıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki; toprakları çölleştirecek ve herşeyi yiyip bitirecektir.
Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlamayız biz Kızılderililer. Bu kentlerde huzur ve barış yoktur. Beyaz adamın kurduğu kentlerde bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı sesler, bir kelebeğin uçarken çıkardığı kanat sesleri duyulmaz. Belki vahşi olduğum için anlayamıyorum; ben ve halkım için önemli olan şeyler oldukça başka. İnsan; bir su birikintisinin çevresinde toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların ve doğanın seslerini duymadıkça, yaşamın ne anlamı, ne değeri olur?
Biz Kızılderiliyiz ve anlamıyoruz. Biz Kızılderililer, bir su birikintisinin yüzünü yalayan rüzgârın sesini ve kokusunu severiz. Çam ormanlarının kokusunu taşıyan ve yağmurlarla yıkanıp gelmiş meltemleri severiz. Hava önemlidir bizler için. Ağaçlar, hayvanlar ve insanlar aynı havayı solur. Beyaz adam için, bunun da önemi yoktur. Ancak size bu toprakları satacak olursak; havanın temizliğine önem vermeyi de öğrenmemiz gerekecek. Çocuklarınıza havanın kutsal bir şey olduğunu; havanın temizliğine önem vermek gerektiğini öğretmelisiniz. Hem nasıl kutsal olmasın hava? Atalarımız doğdukları gün ilk soluklarını, ölürken de son soluklarını bu havayla solumuşlardır.
Toprak satmamız için yaptığınız öneriyi inceleyeceğim. Eğer önerinizi kabul edecek olursak; bizim de bir koşulumuz olacak. Beyaz adam, bu topraklar üstünde yaşayan tüm canlılara saygı göstersin. Ben bir vahşiyim ve başka düşünemiyorum… Yaylalarda cesetleri kokan binlerce buffalo (yaban sığırı) gördüm. Beyaz adam, trenle geçerken vurup vurup öldürüyordu. Dumanlar püskürten demir atın bir buffalodan daha değerli olduğuna aklım ermiyor. Biz Kızılderililer yalnızca yaşayabilmek için öldürürüz hayvanları… Tüm hayvanları öldürecek olursanız, nasıl yaşayabilirsiniz? Canlıların yok edildiği bir dünyada, insan ruhu yalnızlık duygusundan ölür gibi geliyor bize. Unutmayın; bugün canlıların başına gelen, yarın insanın başına gelecektir. Çünkü, bunlar arasında bir bağ vardır. Şu gerçeği iyi biliyorum: Toprak insana değil, insan toprağa aittir. Ve bu dünyadaki her şey; bir ailenin bireylerini birbirine bağlayan kan gibi ortaktır ve birbirine bağlıdır. Bu nedenle de; dünyanın başına gelen her felaket, insanoğlunun da başına gelmiş demektir.
Bildiğimiz bir gerçek daha var: Sizin Tanrınız, bizimkinden başka bir Tanrı değil. Aynı Tanrı’nın yarattıklarıyız. Beyaz adam, bir gün belki bu gerçeği anlayacak ve kardeş olduğumuzun farkına varacaktır. Siz, Tanrımızın başka olduğunu düşünmekte özgürsünüz. Ama Tanrı, hepimizi yaratan tanrı için, Kızılderili ile Beyazın arasında fark yoktur. Ve Kızılderililer gibi Tanrı da, toprağa değer verir. Toprağa saygısızlık, Tanrı’nın kendine saygısızlıktır. Beyaz adamı bu topraklara getiren ve ona, Kızılderiliyi boyunduruk altına alma gücü veren kaderi anlamıyorum. Tıpkı buffaloların öldürülüşünü, ormanların yakılışını, toprağın kirletilişini anlamadığım gibi…
Bir gün bakacaksınız; gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş; yaban atları evcilleştirilmiş ve her yer, insanoğlunun kokusuyla dolmuş. İşte o gün, insanoğlu için, yaşamın sonu ve varlığını sürdürebilme savaşının başlangıcı gelip çatmış olacak…
“Ağaçların yürüdüğünü bilir misiniz? Evet yürürler! Birbirleriyle de konuşurlar. Eğer dinleyecek olursanız sizle de konuşurlar. Sorun şu ki, beyaz adam dinlemiyor. Bizi bile dinlemiyorlar ki, tabiattaki sesleri nasıl duysunlar?”
Bütün dünyayı, içindeki bütün canlılarıyla birlikte yokoluşa sürükleyen global katiller, (kızılderililere olduğu gibi) esmer tenlilere de medeniyet götüreceklerini iddia ediyorlar şimdi…
Hungtington, medeniyetler savaşı öngörüsünde bulunuyor…
Şüphesiz yürekleri de beyaz entellektüeller hep oldu Batı’da… Sartre gibi yürekli itiraflarda bulundular, haykırdılar ‘Aslında bizler katilleriz!’ diye… Şimdi de şu sorular soruluyor: Acaba Osmanlıyı yıkmakla hata mı yaptık? Acaba sanayi devrimi Doğu’dan gelseydi bu kadar zarar görür müydü dünya?
“Kötülüğün ne olduğunu hiç bilmiyorlar, çalmıyorlar,öldürmüyorlar. Komşularını kendileri kadar çok seviyorlar. Dünyada onlar kadar tatlı dilli insanlar yoktur. Her zaman gülüyorlar. Elli adamla bu halkın hepsini boyunduruk altına alabilir ve onlara her istediğimizi yaptırabiliriz. (…) Silahın ne olduğunu da bilmiyorlar. Onlara bir kılıç gösterdim. Keskin tarafından tuttular ve ellerini yaraladılar. Hiçbir dine bağlı olmayan bu topluluğu kolayca Hristiyan yapmak mümkün.”
Böyle diyordu Kolomb…
Sömürgeleştirme hareketlerini Haçlı zihniyetiyle harmanlayan beyaz adam Cezayir’i de aynı mantıkla sömürgeleştirdi. Mareşal Bugedud, Cezayir’i işgal etmelerinin amacını şöyle açıklıyordu: “Fransızlaştırmadıkça, Cezayirliler Fransa’nın egemenliğini kabul etmeyecekler; Hristiyanlaştırmadıkça da asla Fransızlaşmayacaklardır.” (Faik Bulut, Şeriat Gölgesinde Cezayir, Cem yayınları, s.48)
“Neden Fransa’nın simgesi horozdur, biliyor musunuz?
Ayakları bokun içindeyken şarkı söyleyebilen tek hayvandır horoz, onun için…” (Çıplaklar mı Daha Etkilidir Silahlar mı?, Türker Alkan, Radikal – 1/2/2001, s.4)
“Yavrularım, önceleri sevmiştim beyazları
Yavrularım, beyazları önce sevmiştim de
Yemişler vermiştim onlara
Yemişler vermiştim…”
“Navahalar ile General Carleton arasındaki gerginlik sürmekteydi. Soluk benizliler Navahaları yıldırmak için hayvanlarına el koymaya, ekinlerini yakmaya başladılar. Bir grup Navaha savaşçısı Canby Kalesi’ni basarak koyunlarını, keçilerini geri aldılar. General Carleton askerlerine, getirdikleri her Kızılderili atı ya da katırına yirmi dolar, her koyuna ise bir dolar ödeneceğini duyurdu. Yirmi dolar aylık alan askerler gözü dönmüş bir şekilde köylere saldırdılar… Navaha’ların kırmızı bir iple bağladıkları uzun, siyah saçları kesildi önce, sonra başları…”
“Bir kağıt parçasını imzaladığımız ve beyaz adama verdiğimiz için her şeyi yapabileceğini mi zanneder beyaz adam? Havanın tazeliğine ve suyun pırıltısına sahip değilsek, bunu nasıl satabiliriz size? Son buffalo da öldüğünde onları tekrar nasıl satın alabilirsiniz? Beyaz adam geçici bir iktidardır ve o kendini her sey zannetmektedir. Bir insan annesine sahip olabilir mi?
Günlerimizin kalan kısmını nerede geçireceğimiz önemli degil. Çocuklarımız babalarını gururları kırılmıs gördüler. Savaşçılarımız utandırıldılar. Yenilgiler sonrası kendilerini içkiye ve yemeğe verdiler. Bu yolla vücutlarını uyuşturuyorlar.
Bir kaç kış ömrümüzün kaldığı bu topraklarda yakında matemimizi tutacak tek bir kişi bile kalmayacak. Ama niye ağlayayım? İnsanlar denizdeki dalgalar gibi gelip geçerler. Biz gidiyoruz, ama beyaz adamın da bir gün keşfedeceği şeyi bugünden biliyoruz. Hepimiz aynı büyük ruhtan geliyoruz . Beyazlar da bir gün bu topraklardan gidecektir. Belki de bütün ırklardan daha çabuk. Yataklarınızı zehirlemeye devam edin. Ve bir gece kendi çöplerinizde boğulacaksınız. Bu kader bizim için şu anda bilinmezdir. Fakat biliyoruz ki battığınızda her tarafa parlak bir ışık yayacaksınız.
Bütün buffalolar öldürüldükten , yaban atları ehlileştirildikten, ormanın en gizli köşelerine kadar dünya insan kokusu ile dolduğunda, sevimli tepelerin görüntüsü konuşan tellerle kirletildikten sonra, bir bakacaksınız ki gökteki kartallar yok olmuş. Hızlı koşan taylara elveda demişsiniz. Bu ne demektir biliyor musunuz? Bu yaşamın sonu ve sadece daha fazla hayatta kalmanın başlangıcıdır…
Biz kardeşlerininkinden ne kadar farklı olursa olsun her insanın istediği gibi yaşamasını savunuruz. Eğer biz teklifinizi kabul edersek, bu sadece yeni toprakları güvence altına almak için olacaktır ve orada son günlerimizi rahat ve huzurlu geçirebiliriz belki…
Size bu topraklarımızı sattığımız zaman, siz onu bizim sevdiğimiz gibi seviniz, onunla bizim ilgilendiğimiz gibi ilgileniniz. Ve onu bugün bulduğunuz gibi hatırlayınız. Bu toprakları ve üzerindeki canlıları çocuklarınız için koruyunuz. Çünkü bu dünya kutsaldır. Beyaz adam bile ortak kaderimizden kaçamaz. Belki biz hepimiz kardeşiz. Bunu zaman gösterecek.”
Rodriguez-TargetPractice
Sioux Kabilesi’nin reisi Sarı Atmaca şöyle dua etti:
“Yüce Tanrım, rüzgarın içinde duyduğum ses kimin sesi? Bütün dünyaya hayat veren kimin   nefesi? Duy beni! Senin  çocuklarından biriyim ben, küçük ve güçsüzüm; senin  gücüne  ve   bilgine  ihtiyacım var. Güzellikler  içinde  yürüyelim  ve   gözlerim  hep farkına varabilsin kırmızı ve mor günbatımının. Ellerim saygı göstersin senin yaptığın ve yarattıklarına, kullaklarım açıkça duyabilsin sesini. Beni    öyle   bilge yap  ki,  ben benim   insanlarıma öğrettiklerini anlayabileyim; ve kayalara ve yaprakların arasına gizlediğin derslerini… En büyük düşmanım olan kendimle savaşıp kendi içimdeki gücü bulabileyim; ve hazır olayım sana gelirken;temiz ellere ve  saf gözlere… Öyle ki, hayat,  batan  bir  günbatımı  gibi  solmaya başladığında ruhum sana saf ve lekesiz gelebilsin.”
Bir kadın, Wakan Tanka’nın hatırasına “İhtiyarın Makosenleri” isimli bir şiir okudu:
Astım sizi duvara, yıpranmış  güderi makosenler
Astım sizi oraya, öylece durun
Bir hayvandan yüzmüştüm sıcağı sıcağına
Getirmiştim  sizi karıma
İtina ile işledi sizi
Kesti dikti süsledi
Gururla giydim sizi
Giydim dereler tepeler boyunca
Şimdi oturuyorum kemiklerimi sızlatan
Nice kıştan sonra
Siz duvarda duracaksınız ben oturacağım
Gecenin gelmesini bekleyeceğiz birlikte
Reis Joseph anıldı sonra; şiiri Duane  Niatum okudu:
Hiç ulaşamayacak Kanada’daki vadedilmiş toprağa
Hin Mah Tu Yah Lat Keh
Dağlarda gümbürdeyen gökgürültüsü
Kaçak reis oturuyor
Oklahoma yolundaki
Cezaevi vagonunun bir köşesinde
Savaşçılarına kelepçelemişler
Sürgündeki tüyü yolunmuş şahini
Pencereden bakıyor
Dışarıda fırtınanın ortasında  kazlar
Biliyor kar fırtınasının
Top ateşinden fazla insan öldürdüğünü
Hala gözlerinin önünde  uçuşurken
Babasının Walowa Vadisi savunması
Geyik ve ceylan leşleri
Karanlığı yutuyor bir çekirge
Ne çok türküler söyledi şu ihtiyar
Soğuğa  ve hastalığa karşı
Şu buz  dağları ülkesinde
Öksürüp soluklandıkça halkı
Simdi gözleri bekçi kadar uykusuz
Tren sarsıldıkça
Dişlerinin arasında gözlerinde
Öfkesini tutmuş avuçlarının içinde
Halkının geleceği karışıyor ormanın dumanına
Kemikleri raylarda
Ruhu  trenin ıslığında
Bütün bilgelerin anısına okundu şu şiir de:
Bir zamanlar bakır göklerde doğmuş
Bir kartalın vahşi güzelliği
Şimdi kutsal bir yelpazede
Boncukla süslü yüzler
Güçlendirirken soğumuş
Ruhu yatıştırmak için kıvranan parmakların tutuşunu
Can çekişiyor gözyaşları içinde
Aynı anda yüreği de ağlıyor
Hayat  bir daha ne eski parlaklığını kazanabilir
Ne de asla eski sıcaklığını duyurabilir
Bunu belki ölüm öğretti,
Son solukları duymuyorum
Belki de bilgelik yalnızca yaşlılara gelmeyecek artık
Ölümsüzlük uçuyor simdi giden  ruhun kanatlarında
Bak bir davul çalıyor
Sallanan  yelpazelerden geliyor sesi
Avlanan ölüm kuşu bekliyor
Çağırıyor
‘Bunlar hiçbir dine inanmıyorlar; kolayca hristiyanlaştırabiliriz’, diye yazmıştı raporunda efendilerine Kolomb… Yaşlı bir bilge, Apaçilerin Yaratılış inancını anlattı:
‘Başlangıçta, hiçbir şeyin varolmadığı zamanda…
Her yer boşluktu, hiçbir şey yoktu; toprak, gökyüzü, güneş, ay hiçbir şey yoktu; yalnızca karanlık vardı her yerde…
Birdenbire karanlıkların içinden yuvarlak bir cisim belirdi; bir tarafı sarı, diğer tarafı beyaz;
karanlığın ortasında asılı gibi görünüyordu…’
Diye başlayan yaratılış inancı, beyaz adamın mitolojilerinden daha değersiz değildi ve içindeki ilahi motifler bu kıtaya da peygamberler geldiğinin deliliydi…
Bir ağıt yükseldi tekrar:
Beyazlar ilk geldiğinde mutlu olmuştuk
Onların ışıktan geldiğini düşünmüştük
Fakat şimdi onlar gece karanlığı gibi geliyorlar
Asla sabah şafağı gibi değiller
Ve geliyorlar
Günlerin geçişi gibi hızlı
Ve gece
Karanlıklar giriyor bizim geleceğimize onlarla
Beyaz adam bütün mezarları bizim kemiklerimizle doldurdu
Atları sığırları koyunları erkekleri kadınları
Çürüdüler mi nefessizler mi
Dişetleri çürük mü
Çeneleri dişlerini kaybediyor
Ve onları yanlış damgalıyorlar
Onların çaldığı bu kutsal ülkeyi Yüce Ruh
Bize temiz ve kusursuz bir  şekilde  vermişti
Mezar-ı Şerif’in bulunduğu kutsal topraklara geliyorlar şimdi; ‘Asil Kartal’ operasyonuyla…
‘Leş yiyici akbaba ve kargalar asaleti ne bilirler; ancak yine de anlatayım ellerindeki siyah kartal tüyünün anlamını!’ diye doğruldu yaşlı bir bilge:
Yaratıcı, baslangıçta hayvanlar ve kuşlara bilgelik verdi ve onlara insan ile konuşma gücü ve bilgisini de verdi. Bu seçilmiş temsilciler insanoğluyla irtibat kurmak ve içlerindeki kendilerini görmelerini sağlamak ve onlara kutsal şarkıyı ve dansı öğretmek için gönderildiler. Yaratılmışlar içerisinde en kutsalı kartaldı; misyonu hayatın anlamını anlatması idi. Kartal bilindiği gibi iki yumurta yapar. Dünya gerçeği de bilindiği üzere iki üzerine kurulmuştur. İki rakamı hayatın anlamını ifade eder, herşey ikiye bölünmüştür. Erkek ve dişiyle sürer hayat. İnsan iki göze, iki ele, iki ayağa, ruha ve bedene, maddeye ve gölgeye sahiptir. Gözler güzeli ve çirkini görür, kulaklar iyiyi ve kötüyü duyar. Şeytani ve ilahi düşüncelere bölünmüştür akıl. Ellerimiz doğruyu ve yanlışı inşa eder. Hakka veye batıla yürür ayaklarımız. Yaratıcının insana vermek ve öğretmek istedigi dersi hatırlamak ve anlamak icin Büyük Kartal’a bakmak yeter. O yaratılmışların sembolüdür. Kartal tüyünde de ikilemler ve semboller vardır. Parlak beyaz tüyler aydınlığı , siyah tüyler karanlığı temsil eder. Ellerimdeki bu iki kartal tüyüne bakın; sağ elimdeki büyük ve görkemli olanı erkeği, sol elimdeki küçük ve narin olani kadını sembolize ediyor. Ne söylemek istediğimi anlayanlar, seçecekleri parçanın hayatları ve gelecekleri için seçilmiş olduğunu da bilirler…
Ve dualar edildi sonra, bütün iyilere ve özgürlük savaşçılarına:
Rabbim, rüyamda  Buffalo’nun şimşeğini işittim. Batı’dan toz bulutu halinde doğan kutsal bulutu gördüm ve güneşi örttü. Buffalo’nun adımı söylediğini duydum. Beyaz Ayı  benimle  dans etmeye geldi. Dans ettik. Onun kızgın gözlerine baktım ve boş bir çömleğin içerisinde insanlarımızı gördüm. Bugün yine bir kez daha Buffalo ile karşılaştım. Rabbim, ölüm dansında.benim göğsümü yüz Buffalo gücünde  yapmanı  ve  bana  adını veren  Kutsal Ayı’nın cesareti kadar bana cesaret vermeni diliyorum. Kutsa bu mızrağı sihirinle. Kutsal Buffalo’nun  kalbini bul ve onu uzun bir yolculuktan dönmüş gibi  sevgiyle  karşıla. Beyaz Ayı’nın  şarkısı ağaçların arasından  gecen bir  ok  gibi yükseliyor. Yakında eski hayat dansı ve ölüm varlık  haline  gelecek dağlarda. Yerli  cesaretinin savaş  çığlıkları ve saldırgan Buffalo’nun böğürmesi  ile yankılanacak ovalar. Büyük bir savaş öncesi, barışın orta yerinde, bu  kutsal  topraklarda  Sioux savaşçılarının kolları ve sesleri yükseliyor cennete doğru. Ve hissedebiliyoruz  ruhların  aydınlanmasını  ve  duaların cevaplandırıldığını…
Ve şiirler okundu özgürlük savaşçılarına yeniden:
ÖLMEK IÇIN GÜZEL BIR GÜN
On altı gündür at sırtında general
Atlar susamış ve yorgun
İsyankar reisin izini sürmekte
Askerler tepelerin gerisinde saklanmıştı
Kampın etrafı  sarılmıştı
Bir atlı surdu atını reise doğru
Onlar  köyü almak ve yağma etmek için gelmişlerdi
“Mızraklarınızı aşağı indirin”
Reisin gözlerinde  hüzün vardı
Fakat gözlerinde korku görünmüyordu
“Ölmek için güzel bir gün”
“Gözlerinizi kurulayın çocuklarım ağlamayın”
“Ölmek için güzel bir gün”
O konuşmuştu beyaz adam gelmeden çok önce
Onların silahları ve wiskisi hakkında
Halkını uyarmıştı
Onlar tarihlerini yazmadan önce
Ve halkına dönüp yaşlı gözlerini kurulamalarını söyledi
“Bizler huzurlu ve rahatız”
ve sesi gökyüzünde yankılandı
“Ölmek için güzel bir gün!!!”
HAYALET DANSI
Karga  mesajı getirdi
Güneşin çocuklarına
Buffalo’nun dönüşü icin
Ve güzel günler yakında
Sen  bedenimi öldürebilirsin
Ruhuma  lanet okuyabilirsin
Senin tanrına inanmadığım için
Benim dualarım karşısında  durma şansın yok
Sevgime karşı durma şansın yok
Onlar yasakladılar Hayalet dansını
Fakat biz tekrar yaşayacağız tekrar yaşayacağız
Kız kardeşim yukarıda
Kızıla boyanmış
O yaralı dizde öldürüldü
Bir azize o şimdi
Büyük davulun var senin mesafeler ötesinden
Gökyüzünde  siyah kuşların
Oysa duyacağın ses buffallo ağlamasıdır
Çılgın At  gizemliydi
Kendinden geçmenin en iyisini bilirdi
Ve Oturan Boğa büyük  havariydi
Hayalet Dansı’nda
Gelin Comancheler
Gelin Blackfootlar
Gelin Shoshoneler
Gelin Cheyenneler
Biz tekrar yasayacağız
Gelin Arapaholar
Gelin Cherokeeler
Gelin Paiuteler
Gelin Siouxlar
Tekrar yaşayacağız
Son şiir hep bir ağızdan, tamtamlar eşliğinde okundu:
KUTSAL SAVAŞÇI
Hayat bize  kutsal savaşçı olma şansını verir
Savaşçı cesaretle girer  karanlıkların içine
Araştırıp bulmaya  varlığın gerçeğini
Kutsal savaşçı olmak için oradan alır cesaretini
Dayanma gücünü ve sabrını
Yol dar arazi engebeli kayalık
Sen yalnız yürüyeceksin
Karanlık mağaralardan geçecek
Sarp kayalardan tırmanacak sık ve büyük ormanları aşacaksın
Sen karanlık tarafınla tanışacaksın
Korkunun yüzleri düzenbazlık
Hüzün bekliyor olacak senin gelmeni orada
Bu yolculuğa çıkan başkası olmayacak fakat sen gideceksin
Hayatımız sonsuza dek değişecek bu yolculukta
Orada birçok  yer olacak içinde gizlenebileceğimiz
Fakat yol  sürecek
Kutsal savaşçı yolundan  dönmeyecek
Yaralanacak yorgun düşecek ve  enerjisi  bitecek
Dinlenecek güçlenecek
Ama hep devam edecek bu tehlikeli yolda
Ayrılmayacak yolundan.
Birgün savaşla birgün umutsuzlukla çarpışacak
Güneş  bulutların arasından görünecek
Kuşların tatlı  melodisi duyulacak
Orada enerji değişimi olacak
Derin bir  değişim
Savaşçı cesurca  savaştı
Ruhu  kazandı sonunda  karanlık gecenin savaşını
Yeni bir enerjiyle doldu içi bilgelikle
Kişisel savaşını kazanıp ışığı ile  yol gösterdi halkına
Diğerlerinin bu yolda yürüme  izni yoktu
Onlar onu yalnızca  sevebilir
Ve doğruluk dürüstlük yolunda kendilerine örnek alabilirler
İşte  buydu Kutsal  Savaşçı’mızın misyonu
Beyaz adam, bir kez daha kana ve karaya bulamaya hazırlanıyor dünyayı…
Çağdaş Neronlar dünyayı yakmaya hazırlanıyor…
Asil Kartal, Ebedi Adalet gibi kelimelerin ırzına geçiliyor…
‘Ben bu saldırıyı Amerikan yönetiminden öğrendim, Amerika’nın dünyada yaptığı operasyonlarla benim yaptığım aynı şey, idam edildiğimde şehadete ulaşacağım’ diyen Oklahoma bombacısı Timoti Mak Vey’in binlerce titan kardeşinden bir grubun da dahli olabileceği ihtimali üzerinde hiç durulmadan, masum ve mazlum Afgan halkını suçlu ilan edip topyekün imha kararı alınması bütün insanlığın vicdanını kanırtıyor; Niyork, Vaşington, Stokholm, Oslo, Helsinki, Londra, Mançestır, Berlin, Brüksel, Paris, Zürih, Madrit, Viyana, Atina ve Selanik’te insanlık temsilcileri ‘ölenler yeter, daha başka ölümler olmasın’, ‘savaşa hayır’, ‘küresel sömürüye son’ sloganlarıyla ayağa kalkıyor…
Oğlunu yitirmiş Amerikalı bir anne ‘oğlumun kanı savaş sebebi yapılmasın’ diye haykırıyor…
Bu bir haçlı seferi olacak diyor başkan; katliamlarını papaz cübbesiyle örtmeyi düşünüyor…
Ayasofya’nın da Haçlı seferlerinde çiğnendiğini unutmayan muhafazakar hristiyanların akıllarına on iki Apostoli ve çilekeş azizler düşüyor…
Müminler Hazret-i Mehdi ve Hazret-i İsa’ya intizar ediyorlar…
İki resim düşüyor dünya ekranlarına mütemadiyen, oradan bütün vicdanlara; ölüm kusan makinalara karşı son mohikanlar gibi seğirtiyor esmer silüetler, ne kadar da benziyorlar Havarilere…
Sokak çocukları, ‘biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar’ diye mırıldanıyor kırmızı ışıklarda…
Stadyumlarda, ‘ibne hakem’ sloganı yanında, ‘Kahrolsun Amerika’ sloganları da atılıyor…
Fakat Amerika, yapması gerekene, nefs muhasebesine yanaşmıyor…
Çünkü “büyük devlet” değil beyaz adam, hantal bir dev sadece; bir Bizans, bir Osmanlı hele hiç değil…
Beyaz adamın senatosu, Eski Roma’da, insanların diri diri aslanlara parçalatıldığı arenaları hatırlatan manzaralara sahne oluyor; başkan baş parmağını aşağı çeviriyor ve tribünler ayakta alkışlıyor savaş emrini…
Davut Duran, ‘neo kolonyalizm’i; Fazıl Duygun, ‘küresel vahşet’i yazıyor; Hungtinton, ‘medeniyetler savaşı’ diyor; Sinami Orhan ‘melheme-i kübra’yı hatırlatıyor; lugat karıştırıp birtakım kelimeleri yazdığını söyleyen Yağmurcu ise, ‘İkizler’ manasına bir kelimeden bahsediyor…
Mülteciler yurtlarını arıyor haritalarda…
“Benim dualarım karşısında  durma şansın yok / Sevgime karşı durma şansın yok”