Home » Yazarlar » Behçet Alıcıoğlu » YAŞ(L)ANMIŞ YOL HİKAYELERİ Bölüm 1 – Behçet Alıcıoğlu

YAŞ(L)ANMIŞ YOL HİKAYELERİ Bölüm 1 – Behçet Alıcıoğlu

1398697-yol-hikayeleri

BÖLÜM 1

DOĞAN GÜNEŞ

 

“Yaşlılık sona ermesi istenmeyecek tek hastalıktır.” Yurttaş Kane

 

Bir şişenin dibinden gökyüzüne baktınız mı? Ben baktım.. Fark eden çok fazla bir şey olmadı. Gökyüzü buğulu görünüyordu. Şişesiz baktığım zamanda aynı şekilde görüyorum.  Belki de gözüm bozulmuştur. 70 yıldır gözlük takmadan yaşadım. Bir bu kadar daha yaşayamayacağıma göre takmamın da bir anlamı yoktur diye düşünüyorum.

****

Doğan Güneş  yetmiş yaşında , beyaz saçlı, top sakallı, orta boylu, zayıf bir adamdı. Üç odası, bahçesi ve garajı bulunan müstakil bir evde, kendisiyle berabermiş gibi gözükse de aslında tamamen ayrı olarak yaşayan , Oğlu İlber, gelini Muhterem ve torunu Parlak Güneş ile beraber yaşıyorlardı. Kaldıkları ev Amerikan filmlerinden kopyalanarak yapılmış gibiydi. Kırmızı çatısı neredeyse yere kadar iniyordu. Küçük bahçesi beyaz çitlerle çevriliydi.

Doğan Güneş iki hafta önce aldığı şezlong ve şemsiyeyi bu küçük bahçeye kurarak uzun kış gecelerinden sonra bahara kavuşmanın zevkini çıkartıyor, buruşmuş cildini güneş ışıklarıyla besliyordu.

“ Dede, dede, dede” Parlak Güneş ardı arkası kesilmeyen bir özveriyle “Dede” demeye devam etti.

Doğan Güneş şezlongunda uzanmış vaziyette yerinden kıpırdamaya hiç niyeti olmadan güneş gözlüğünü başının üzerine takarak kısık gözlerle torununa cevap verdi,

“ Efendim böceğim yine ne oldu?”

“Annem ne zaman kalkacaksın diye  soruyor”

“Ölünce dersin böceğim”

Doğan Güneş güneş gözlüklerini başından indirip tekrardan güneşlenmeye devam etti.

Muhterem Güneş mutfak perdesinin arkasından kayınbabasının kırışık vücuduyla bahçeye vermiş olduğu görüntü kirliliğini seyrediyordu. Daha fazla dayanamayarak pencereden seslenmeye başladı,

“ Baba kalk haydi, sanat evine geç kalacaksın”

Doğan Güneş gözlüklerini tekrar başının üzerine takarak, geçen sene oğlunun atmış dokuzuncu yaş günü hediyesi olarak aldığı kahverengi kayışlı, büyük rakamlarla çevrili kol saatini kontrol etti.

Yetmiş yaşında,  zamandan kaçan bir adama  saat hediye almakta neyin nesiydi?

Doğan Güneş şezlongdan kalkarak çiçekli şortunu düzeltip parmak arası terliğini giydikten sonra mutfak kapısından eve girdi. Kendisi için ayrılmış balkondan bozma odaya girerek üzerini değiştirdi. Kemanını kutuyu koyduktan sonra aynanın karşısına geçerek çekmeceye daha önce emanet olarak bıraktığı çay tabağının içinde ki yarısı sıkılmış limonu aldı. Limondan kalan suyu sıkarak  beyazlamış saçına sürüp geriye doğru taradı. Üzerinde geçen hafta Makbule Kemgöz’ün beğendiği parlement mavisi gömleği vardı. Makbule Kemgöz Fransada emekli olduktan sonra yurda dönmüş bir hanımefendiydi. Fransa aksanlı Türkçesiyle etrafına neşe saçan nazik bir ihtiyardı. Güneş Doğan Makbule Kemgöz’ün kıyafet konusunda ki önerilerini her zaman dikkate almıştı. Doğan Güneş hazırlandıktan sonra garaja giderek “Yoldaş”’ın suyuna ve yağına baktı. Yoldaş, Doğan Güneş’in mavi renkli tosbağa arabasına verdiği isimdi. Doğan Güneş bu arabayı çekilişle kazandığından bugüne kadar kullanıyordu. Ömrünün büyük bir bölümüne bu araba eşlik etmişti. Hatta hayat arkadaşı, eşi Güldü Güneş’i bu arabada kaybetmişti. Büyük bir uğraşla biriktirdikleri parayı, evliliklerinin kırkbeşinci senesinde ölesiye harcayacaklardı ki Güldü Güneş planı tersinden işleterek parayı harcayamadan ani bir  kalp krizi geçirerek vefat etti.

Doğan Güneş arabanın radyosunu TSM FM’e ayarlayarak Sanat evine doğru yola çıktı. Radyoda Emel Sayın o billur sesiyle,

“Bir kızıl goncaya benzer dudağın” eserini seslendiriyordu. Doğan Güneş Emel Sayına eşlik ederek Sanat Evinin önüne kadar geldi. Arka koltuktan keman çantasını alarak arabadan indi.

Doğan Güneş yaklaşık iki yıldır bu sanat evinde keman çalıyordu. Burası kendi gibi emekli olmuş, ölümle randevulaşan hayat artıklarının toplandığı bir yerdi. Özel günlerde belediyenin salonunda konserler verir, gelen protokol üyelerinin

“ Azim ve hayata bağlanma” konularında atmış oldukları nutukları dinleyerek kendi aralarında eğlenirlerdi.

MEZARLIK KOROSU

Şimdi ne yapmam gerektiğini biliyorum, nefes almaya devam edeceğim. Çünkü yarın güneş yine doğacak, zamanın ne getireceğini kim bilebilir ki? Yeni Hayat

“Burası da artık sıkmaya başladı”

Konuşan Bedi Çıkarçıkmaz’dı. Seksenüç yaşında Sanat evinin en yaşlısıydı. Kel kafasının üzerinde Gorbaçov benzeri bir ben vardı. Koluna bağladığı bir torba ilaçla dolaşırdı.

Doğan Güneş fırsatı kaçırmadan Bedi Çıkarçıkmaz’ın lafının gelişine voleyi çaktı;

“ Karşı da yeni hamburgerci açılmış oraya git”

“Hadi canım sende, benimle uğraşma bugün”

Az sonra elinde yan flütü ile Makbule Kemgöz odaya girdi.

Beyaz ceket, beyaz pantolon, turuncu topuksuz ayakkabı ve turuncu fularıyla kırklı yaşları aratmayacak güzellikte, gümüş yüzüğün üzerine serpilmiş markazit taşları gibi parlıyordu.

Yüzünde ki hafif makyaj yüzündeki solukluğu gizleyememişti . Yavaş adımlarla masaya doğru yaklaştı. Bedi Çıkarçıkmaz Makbule Kemgöz’ü görür görmez ayağa kalkarak yer verdi.

Doğan Güneş Makbule Kemgöz’ün yanına gelerek nasıl olduğunu sordu. Aldığı cevap pek iç açıcı değildi. Bir bardak limonlu çayı içtikten sonra kapıdan şefleri Murtaza Sazbaşı girdi.

Sazbaşı tüm üyeleri sahneye çağırıp prova yapmaya davet etti. Sahne mezarlık korosu gibiydi. En küçüğümüz atmış beş  yaşındaydı.  Uzatmaları oynayan futbolcular gibi yorgunduk. Azrailin çalacağı son düdüğü bekliyorduk. Takma dişli eserleri bizden iyi icra eden yoktu. On beş dakikada bir tuvalet arası veriyorduk. Bedi Çıkarçıkmaz ve arkadaşı Serkis Yeres prostat mağduru  sanatçılarımızdı. Serkis Yeres Bedi Çıkarçıkmaz’ın hanımı vefat ettikten sonra Ermeni Kilisesinde kendisine tahsis edilen odayı ayinlerde piyano çalmak koşuluyla paylaşmayı kabul etmişti.

İkinci aradan sonra Makbule Kemgöz flütünü üflerken oturduğu tabureden yere düştü. Herkes  telaşla başına toplantı. Bedi Çıkarçıkmaz “112 Acilin numarası kaç” diye bağırarak saçma sapan ortalıkta dolanıyordu. İlk defa bir ambulans karşıda ki hamburgercinin servisinden daha hızlı gelmişti. Can alıcı siren sesi sanki tüm kılcal damarlara yayılıyordu. Yelekleri fosforla örülmüş görevliler “ 1-2-3” diyerek Makbule Kemgöz’ü sedyenin üzerine taşıdılar.Kıvırcık boyalı saçları sedyeden aşağı doğru sarkıyordu.  Doğan Güneş  Makbule Kemgöz’ün flütünü yerden alıp ambulansa binmişti. Flütü neden aldığını, kendisinin neden ambulansa bindiğini bir türlü anlamış değildi. Hala şok içerisindeydi. Az önce çay içtiği arkadaşı şimdi ecel terleri döküyordu. Makbule Kemgöz’ün gözleri yukarı doğru kayıp kapanmıştı. Herhangi bir hayat belirtisi kalmamıştı. Hemşire ve doktorlar kalp masajı yapıp hayata döndürmeye çalışsalar da başarılı olamamışlardı. Makbule Kemgöz sahadan soyunma odasına doğru yol almıştı. Maç Makbule Kemgöz için bitmişti.

Yıllar yaşlara göre değişkenlik arzediyordu. Altı yaşında ki bir çocuğun on yaşına gelmesi için geçen dört sene ne kadar uzun geliyorsa seksen yaşında ki bir adamın seksendört yaşına gelmesi o kadar kısa sürüyordu.  Kalan dört’ün yaşlara göre geçiş üstünlüğü çok acımasızdı.

Mezarlık Korosu en ölümcül şarkısını bugün söylemişti. Bedi Çıkarçıkmaz haklıydı. Bu sanat evi gerçekten sıkmıştı. Artık yeni bir şeyler söylemek için yeni yollara çıkmak lazımdı.

Behçet Alıcıoğlu