Home » Kitap » Kitap Özeti : OUTLIERS – SIRADIŞI İNSANLAR 1.Bölüm

Kitap Özeti : OUTLIERS – SIRADIŞI İNSANLAR 1.Bölüm

OUTLIERS

SIRADIŞI İNSANLAR

Önsöz

Pennsylvania yakınlarındaki bir tepeye 1800’lerin sonunda İtalya’nın Roseta köyünden göç edenler yerleşmiş ve aynı isimde kurdukları köye çok uzun yıllar boyunca kendilerinden olmayanları almamışlardı. 1950’lerde vadideki bir tıp toplantısına gelen Doktor Stewant

Wolf’a bir yerli doktor, çevredeki yerleşim yerlerinden kendisine pek çok hasta geldiğini fakat Roseta’dan 65 yaşın altında kalp şikâyetiyle hiç kimsenin başvurmadığını söylemişti. O yıllarda kolesterol düşürücü ilaçlar ve kalp sorunlarıyla ilgili diğer önlemler bilinmediğinden kalp krizleri çok yaygındı. 65 yaşın altındakilerin başlıca ölüm sebebi kalp hastalıklarıydı. Durum doktor Wolf’un ilgisini çekti. Öğrencileri ve meslektaşlarıyla birlikte sebeplerini araştırmaya girişti. Geçmişteki kayıtları incelediler. Yaşayanlara mevcut bütün testleri yaptılar. Sonuçlar şaşırtıcıydı. Roseta’da 65 yaşın altında hiç kimse kalpten ölmemişti ve hiç kimse kalp hastalığı belirtisi göstermiyordu. Toplamda kalpten ölüm oranı Amerika ortalamasının üçte biriydi. Ayrıca köyde intihar, alkolizm, uyuşturucu bağımlılığı, mide ülseri de yoktu. Suç oranı pek küçüktü. Kimse devletten muhtaçlık aylığı almıyordu. İnsanlar sadece yaşlılıktan ölüyorlardı.

Araştırmalar ilerletildi, yaşlanma süreciyle ilgili bütün faktörler mercek altına alındı. Sonuçlar inanılmazdı. Bir kere Roseta’lılar memleketlerindeki sağlıklı beslenmeyi bırakmışlar, aşırı miktarda yağ, protein, karbonhidrat tüketiyorlardı. Egzersiz yapmak yoktu. Şişmandılar. Aşırı derecede sigara içiyorlardı. Pensylvania ve İtalya’daki akrabaları incelendiğinde, genlerden gelen bir özellik de olmadığı anlaşıldı. Zira onlardaki hastalık ve suç oranı ulusal ortalamadaydı.

Fiziksel her türlü unsur ortadan kaldırıldıktan sonra sıra toplum yapısını incelemeye geldi. Roseta’nın sırrı diyet, egzersiz veya genlerde değildi. Yaşam tarzındaydı. Aileden 3-4 nesil aynı evde yaşıyorlar, büyüklerine saygı gösteriyorlar, sokakta herkes birbiriyle sohbet ediyor, ev ziyaretleri yapıyorlar, aksatmaksızın kiliseye gidiyorlardı. Eşitlikçi bir toplum anlayışları vardı. Varlıklılar asla gösterişe kaçmıyor, ihtiyacı olana derhal yardım ediliyordu. Sonuçta Roseta’lılar kendilerini modern dünyanın baskılarından uzak tutan güçlü ve koruyucu bir yapı kurmuşlardı. Sağlıkları bundan ileri geliyordu.

Wolf ve arkadaşları tıp dünyasını bu bulgulara inandırmakta çok zorlandılar. Sağlık ve kalp krizlerine klasik bilgilerle değil, bambaşka bir yaklaşımla bakmak gerekiyordu. Kişinin neden sağlıklı olduğunu anlamak için yalnızca kişinin beslenme ve yaşam tarzına bakmak yetmiyordu. Kişinin ötesine geçip ait olduğu kültürü, ailelerini, arkadaşlarını tanımak gerekiyordu. Bizim kim olduğumuzu esas bu faktörler belirliyordu.  Stewart Wolf’un sağlık anlayışımıza getirdiği bu farklı bakış açısını ben de bu kitapla başarı anlayışımıza getirmek istiyorum.

indir-2-1485596509

BÖLÜM BİR

FIRSAT

Sıra dışı başarılı insanlar hakkında öğrenmek istediğimiz şey nedir? Nasıl biri olduklarını, kişiliklerini, zeka düzeylerini, yaşam tarzlarını, yeteneklerini merak ederiz. Ve biz bu kişisel özelliklerin, onları nasıl olup da zirveye çıkardığına açıklık getireceğine inanırız. Her yıl yayınlanan otobiyografilerde ünlülerin ve başarılıların nasıl mütevazi koşullardan geldiklerini, sırf kendi çaba ve yetenekleriyle zirveye vardıkları anlatılır. Hatta bunun dışında sahip olduğu imkanların ve fırsatların gizlendiği bile olur. Bizim için ‘başarı eşittir kişisel çaba.’ dır. Outliers’da sizi, başarının bu açıklamasının işe yaramadığına ikna etmek istiyorum. İnsanlar sıfırdan yükselmezler. Aile, hamiler (koruyan, gözetenler), gizli avantajlar, doğaüstü fırsatlar, kültürel miras, doğum tarihi ve yetiştiği yer kişinin öğrenmesini ve çok çalışarak başarı kazanmasını sağlar. Ait olduğumuz kültür ve atalarımızdan kalan miras başarı düzeyimizi tahminlerin üzerinde etkiler. Biyologlar organizmaların ekolojisinden söz ederler. Ormandaki en uzun meşe yalnızca en sağlıklı palamuttan doğduğu için en uzun değildir. Aynı zamanda, başka hiçbir ağaç güneşini engellememiş, etrafındaki toprak derin ve zengin, kabuğunu ve filizlerini hiçbir hayvan kemirmemiş ve büyürken birisi onu kesmemiştir. Hepimiz başarılı insanların sağlam tohumlardan geldiğini biliyoruz fakat onları ısıtan güneşi, kök saldıkları toprağı, hayvanlardan ve oduncuların saldırılarından koruyan şansı yeterince biliyor muyuz? Kanada’nın ulusal sporu hokey’i ele alalım. Başarılı hokey takımlarının oyuncularının hangi ayda doğduklarına bakıldığında bunların ağırlıklı olarak (%70) yılın ilk üç ayında doğdukları görülür. Bu oran aylar ilerledikçe git gide düşerek ekim-aralıkta %10’a iner. Bunun açıklaması gayet basittir. Kanada’da hokey seçmelerinde sınıflandırma aynı yılın 1 Ocak- 31 Aralık arası doğan çocuklarını bir araya toplar. Dolayısıyla 2 Ocakta 10 yaşını dolduran bir çocuk 31 Aralıkta doğanla aynı yaş grubunda oynar. O yaşlarda 12 aylık fark, fiziksel olgunlukta muazzam fark yaratır. Çocuklar 9 – 10 yaşlarındayken koçlar, yıldızlar takımını seçmeye başlarlar. Tabi ki yılın ilk aylarında doğanlar daha yapılı, hareketleri daha eşgüdümlü olduğu için yıldızlar takımlarına seçilme şansları çok yükselir. Bir kere seçildiler mi de diğerlerine göre daha fazla antrenman yaparlar, takım arkadaşları ve antrenörleri daha iyidir. Böylelikle önce gençler ligi, oradan da süper lig oyuncusu olma şansları adamakıllı katlanır.

Gruplandırmanın doğum tarihlerine göre yapıldığı, erken yaşta kimin iyi olduğuna, kimin olmadığına karar verildiği, ‘yetenekli’ nin ‘yeteneksiz’ den ayrıldığı ve ‘yetenekli’ ye çok daha fazla imkan tanındığı her alanda, gruplandırmanın başladığı tarihe en yakın tarihte doğanlara acayip avantaj sağlanması kaçınılmazdır. Amerika’da futbol ve basketbol seçmeleri böyle yapılmadığından bu fark yoktur. Ancak beysbol seçmeleri doğum tarihine göredir. Seçmeler 31 temmuzda başladığından süper lig oyuncularının pek çoğu ağustos doğumludur.

Eğitimde de durum farklı değildir. Aynı yılın 1 Ocak – 31 Aralık tarihinde doğanlar aynı sınıfa başlarlar. Daha sonra da erken yaşta yetenek gruplarına ayrılırlar. Öğretmenler olgunlaşma ile yetenek arasındaki farkı göremediğinden genelde daha büyük çocuklar ‘ileri’ giderler. Böylece daha yoğun eğitim aldıklarından, daha geç doğmuş çocuklarla aralarındaki fark her yıl git gide açılır; ta üniversiteye kadar. Kimse de bunu umursamaz ne yazık ki. Sosyolog Robert Morton, bu duruma Matta (Mathew) incilindeki bir ayete dayanarak ‘Matta etkisi’ adını veriyor. Ayette, ‘Sahip olanlara daha fazla verilecek, hem de bol miktarda; sahip olmayanlardan ise sahip oldukları şeyler bile alınacak’ denmektedir. Gerçek hayatta da başarılılara hep daha fazla fırsat sunulduğundan daha da başarı kazanırlar. Zenginler çok daha az vergi verir. En iyi öğrenciler en iyi eğitime ve en fazla ilgiye mazhar olur. Sosyologların deyimiyle başarı, ‘avantaj birikimi’ nin sonucudur. Erken yaşta yetenek gruplandırması yapılan eğitim ve sporlarda sadece başlama tarihine yakın doğmak ömür boyu süren bir avantaj sağlar. Fakat aynı sebepten, çocuk nüfusunun yarısı sırf yılın ikinci yarısı doğmakla, yeteneklerini ilerletebilme şansından mahrum bırakılmış olurlar. Toplum olarak başarılılara hayranlık duyar, başarısızları küçümseriz ama, kişinin kendisine mal edip toplumun etkilerini görmezden geliriz. O yüzden hangi ayda doğmuş olursa olsun bütün çocuklara aynı şans verilse başarılıların sayısı çok daha artar.

 

BÖLÜM 2

10.000 Saat Kuralı

Michigan Üniversitesi yeni bilgisayar merkezini 1971’de yeni bir binada kurdu. Zamanın en modern, en büyük bilgisayarlarını barındıran merkez, uzay filmlerini andırıyordu. Michigan Üniversitesi dünyanın en ileri bilgisayar eğitim programını sunuyordu. Bu programı alan binlerce çocuktan en ünlüsü Bill Joy’dur. 16 yaşında, Merkezin açıldığı yıl üniversiteye başlayan Joy, arkadaşlarının ‘sevgilisiz inek’ diye tanımladığı çok çalışkan bir öğrenciydi. Merkezi görür görmez kendisini bilgisayar dünyasına gömdü ve bir daha da buradan çıkmadı. Gecesini gündüzüne katıp üniversitenin bu olağanüstü imkanından yararlandı, yeni programlar geliştirdi. UNIX’i yeniden yazma görevi alınca o kadar iyi yazdı ki bugün bile dünyadaki milyonlarca bilgisayar bu işletim sistemiyle çalışır. İnternete ulaşmamızı sağlayan yazılımların çoğunu Bill Joy yazmıştır. Mezun olduktan sonra 3 arkadaşıyla kurduğu Sun Microsystems, bilgisayar devriminin başlıca oyuncularındandır. Orada yazdığı Java programıyla efsanesi daha da büyümüştür. Tüm dünyadaki psikologlar bir kuşaktır bir soruyu tartışmaktalar: İstidat (doğuştan gelen yetenek) diye bir şey var mı?. Cevabın ‘evet’ olduğunda herkes hemfikir. Tartışılan nokta, yetenekte istidatın ne oranda, çalışmanın ne oranda rol oynadığıdır. Araştırmalar istidatın daha az, çalışmanın çok daha büyük rolü olduğu sonucunu vermiştir.

Örneğin elit Berlin Müzik Akademisinde yürütülen bir araştırmada kemancılar dünya çapında virtüöz olabilecek ‘yıldızlar’, ‘ iyiler’ ve ancak müzik öğretmeni olabilecek ‘vasatlar’ olarak üç grupta incelenmiştir. Hepsi 5 yaşlarında kemana başlayan ve önceleri yaklaşık aynı süreyle çalışan çocukların çalışma sürelerindeki fark yıllar geçtikçe git gide açılmaktadır. Yıldızlar 14 yaşındayken haftada 16 saat, 20 yaşına geldiklerinde 30 saati aşkın çalışmaktadırlar. Böylece elit kemancılar 20 yaşına geldiklerinde 10.000 çalışma saatine ulaşmaktadırlar. Buna mukabil iyilerin toplamı 8.000 saat, müzik öğretmenlerinin 4.000 saattir. Aynı durumun profesyonel piyanistler için de geçerli olduğu görülmüştür. Araştırmanın çarpıcı bir sonucu da, arkadaşlarından daha az çalışıp da zirveye çıkan ‘doğal yeteneğe’ rastlanmadığı gibi, herkesten fazla çalıştığı halde zirveye ulaşamayana da rastlanmamasıdır. Sonuçta bir müzisyen üst düzey bir müzik okuluna girebilecek istidata sahipse, artık onu diğerlerinden ayıran sadece çalıştığı süredir. Zirvedekiler arkadaşlarından daha fazla çalışarak o noktaya ulaşmazlar; çok , çok daha fazla çalışmaları gerekir. Karmaşık bir görevde mükemmelliğe ulaşmak için asgari bir süre gerektiği kuralı uzmanlığın her dalında ortaya çıkmaktadır. Bilim adamları bu büyülü sürenin 10.000 saat olduğu konusunda mutabıklardır. Besteciler, basketbol oyuncuları, roman yazarları, buz patencileri, konser piyanistleri, satranç oyuncuları üzerinde yürütülen araştırmalarda bu sayı tekrar tekrar karşımıza çıkmaktadır. Elbette ki aynı süre çalışan herkes aynı derecede başarılı olmaz. Fakat dünya çapında uzmanlığın daha kısa sürede kazanıldığı da görülmemiştir. Gerçek ustalığa erişmek için, beynin aldıklarını özümsemesi ve yerleştirmesi gerekir. Bu yerleştirme de en az 10.000 saat bilfiil çalışarak mümkündür.

Mozart’ın bile çocukluk bestelerinin çoğu başka bestecilerin eserlerinin yeniden düzenlenmesidir. Gerçek anlamda şaheserlerini 21 yaşından itibaren yazmıştır ki o yaşa geldiğinde zaten 10 yıldır beste yapmaktaydı. Bu da kabaca 10.000 saatlik çalışma demektir. Satrançta büyük ustalığa erişmek de 10 yıl sürer. Yalnızca efsanevi Bobby Fischer bunu 9 yılda başarmıştır. Çalışma (pratik) iyi olduğunuzda yaptığınız bir şey değildir; iyi olmak için yaptığınız şeydir.

Düşünürseniz, 10.000 saat muazzam uzun bir süredir. Genç bir yetişkinin kendi başına bu süreye ulaşması neredeyse imkansızdır: ailenizin sizi teşvik ederek desteklemesi lazım. Yoksul olamazsınız çünkü geçim için başka bir işte çalışırsanız pratik yapmaya zamanınız kalmaz. Aslında bu sayıya ulaşabilenler genellikle ya hokeyciler gibi özel programlara kabul edilenler ya da önlerine olağanüstü fırsatlar çıkanlardır.

1971 deki Bill Joy’a dönersek: 16 yaşında bir matematik dahisi. Kamyon dolusu yeteneği var ama yeterli mi? O dönemde bilgisayarlar oda büyüklüğünde. Bugünkü mikrodalga fırınlarından daha az güce ve belleğe sahip bir tek bilgisayar milyon dolar tutuyor. Şansınıza yakınlarınızda bir tane varsa kiralamak ateş pahası. Bir makineyi yalnızca bir kişi kullanabiliyor.

Burada devreye Michigan Üniversitesi giriyor. Zira burası dünyada, aynı anda birkaç insanın çalışabileceği dev bilgisayar’lara sahip 2-3 yerden birisi. Matematik ve mühendislik okumaya gelen Bill Joy’u burada bilgisayar böceği bir ısırıyor, bir daha da bırakmıyor. Bill Joy’un önüne çıkan fırsatlara bakın: Üniversite olarak Michigan’ı seçmesi, en gelişmiş bilgisayar’ın orda olması, Merkezin bütün gece açık tutulması ve böylece her gün 8-10 saat programlama yapabilmesi, bu sayede UNIX’i yeniden yazabilecek kapasiteye ulaşması. Evet, kuşkusuz Joy üstün zekalıydı, öğrenmeye hevesliydi ve işin en önemli kısmı bunlardı. Fakat uzman olmadan önce birileri ona nasıl uzman olunacağını öğrenme fırsatı vermeliydi. Böylece 10.000 saate ulaşabildi.

10.000 saat kuralı başarının genel kuralı mıdır? Hepimizin tanıdığı iki örnek daha sıralayalım:

Bill Gates ve Beatles.

1957 de kurulan Beatles 1960 ta adını daha yeni yeni duyurmaya çalışan bir lise grubuydu. O yıl, bir organizatör tarafından Hamburg’da çalmaya davet edildiler. Liverpool’dayken çalıştıkları mekanda her gece 1 saat hep aynı şarkıları çalarlarken, Hamburg’daki 24 saat açık kulüpte haftanın her gecesi 8 saat çaldılar, hem de programı doldurmak için hep yeni şarkılar üreterek.

8 saat mi dediniz?

Haftanın 7 günü mü dediniz?

1964’te ünleri patlama yapıncaya kadar 1200 defa canlı performans yapmakla kalmamışlar, müziklerini de olağanüstü geliştirmişlerdi. En başarılı albümleri addedilen ‘Sergeant Pepper’s Lonely Hearts Club’ ı çıkardıklarında tam 10 yıldır çalışmaktaydılar.

Şimdi bir de Bill Gates’e bakalım:

Seattle’da varlıklı bir aileden gelen Gates, ders çalışmaktan çabucak sıkılan bir çocuktu. Bu yüzden 7. Sınıftayken ailesi onu Özel Lake Side okuluna gönderdi. Gates’in okuldaki ikinci yılında Bilgisayar kulübü kuruldu. Velilerin düzenlediği bir kermeste kazanılan üç bin dolarla Seattle’ın merkezindeki bir ana bilgisayar’a bağlı terminal satın alındı. Yıl 1968. O zaman değil ilköğretimde, daha bir çok üniversitede böyle bir imkan yok. Olağanüstü! Bill Joy bilgisayar’ la 1971 de, üniversitede tanışmıştı, Gates ise daha 1968’de. O andan itibaren de bilgisayar odasında yaşamaya başladı. Gates ve aralarında Paul Allen’ın da bulunduğu birkaç arkadaşı bu yeni tuhaf cihazı kendi kendilerine öğrendiler. Haftada 25-30 saat çalışıyorlardı. 8. Sınıftan lise sona kadar geçen 5 yıl, Gates’in Hamburg’uydu. Ailesinin varlıklı olup Lakeside’ı seçmesinden (1968 de kaç lisede bilgisayar terminali vardı?) başlayarak Bill Joy’unkileri aşan şans ve fırsatlar Gates’in hayatına yön vermişti. Öyle ki, Gates kendi yazılım şirketini kurmak üzere Harvard’ı bıraktığında 10.000 saati çoktan aşmıştı. Dünya üzerindeki kaç gencin bu kadar deneyimi vardı ki? Beatles’ın, Bill Joy’un ve Bill Gates’in hikayelerine topluca bakarsak başarıya giden yolun resmini daha iyi görebiliriz. Kuşkusuz her üçü de inkar edilemez düzeyde, bir kuşakta tek tük görülecek yeteneğe sahipti. Bu kesin. Fakat onların hikayelerini farklı kılan olağanüstü yetenekleri değil, önlerine çıkan olağanüstü fırsatlardır. Sıradışı başarılıların yararlandığı başka bir gizli fırsat da doğum tarihleridir. Dünyanın gelmiş geçmiş en zenginlerinin listesine bakıldığında 75 kişinin 14’ ünün 19. yy’ın ortalarındaki 9 yıl içinde doğduğu görülür. Sebep? 1860 ve 1870’lerde Amerika tarihinin en büyük transformasyonunu yaşıyordu. Demiryollarının döşendiği, Wall Street’in ortaya çıktığı dönemdi. Geleneksel Ekonominin dayandığı bütün kurallar yıkılmış ve yeniden yazılmıştı. 1831 ile 1840 arasında doğanlara büyük şans doğdu. Öncesi ve sonrasında bu fırsat yoktu. Kişisel bilgisayar (PC) döneminde de en önemli tarih 1975’tir. O güne kadar bilgisayar’lar dev boyutlarda ve korkunç pahalıydı. Her elektronik hastasının hayali kendine ait bir bilgisayar’a kavuşmaktı. 1975 de kişilerin parçaları birleştirip kendi bilgisayar’ını oluşturabileceği kitler piyasaya çıktı ve 397$ dan satılmaya başlandı. Bundan en fazla kim yararlanabilecekti? 1952 ile 1958 arası doğan gençler. Önce doğanlar işe girmiş, ev bark kurmuşlardı. Buna ayıracak para ve vakitleri yoktu. Sonrakilerin ise yaşı tutmuyordu. Nitekim Bill Gates (1955), Paul Allen (1953), Steve Ballmer (1956), Steve Jobs (1955) , Bill Joy (1954) ve Eve Schmidt hep bu şablona uymaktadırlar.

BÖLÜM 3

DAHİLERİN SORUNU – I

Birinci Dünya Savaşının ertesinde Stanford Üniversitesinde Psikoloji Profesörü Lewis Terman, tarihteki en ünlü psikolojik araştırmalardan birini başlattı. Terman’ın uzmanlık alanı zeka testleriydi. Sonraki 50 yıl boyunca dünya çapında milyonlarca kişinin gireceği Stamford Binet IQ testi onun eseriydi. Terman üst üste IQ testlerine tabi tuttuğu 250.000 ilk öğretim ve lise öğrencileri arasından, IQ’ su 140-250 arası olan 1457 çocuğu seçti ve kalan hayatında bu dahileri anaç bir tavuk gibi kolladı, gözetti, testlere tabi tuttu ve iş, aile, sağlık, her yönden izledi. Tüm bulgularını ‘Dehanın genetik araştırması’ adını verdiği kalın kırmızı ciltlere kaydetti. Ahlak hariç, ‘Birey için hiçbir şey IQ’su kadar önemli değildir.’ diyordu Terman. Seçtiği kişilerin olağanüstü başarılı olacağına, Amerika’nın gelecekteki kaymak tabakasını oluşturacağına inanıyordu. Bugün bile Terman’ın fikirleri başarı anlayışımızın merkezini teşkil eder. Okullar yetenekli çocuklar için ayrı programlar uygular. Üniversitelerin çoğu zeka testine göre öğrenci kabul eder. Google, Microsoft gibi şirketler adayların kişisel yeteneklerini ölçer. Hepimiz dâhilere hayranızdır. Bir dahinin geride kalmasının imkansız olduğunu düşünürüz. Fakat bu doğru mu?

IQ skalasının alt tarafındakiler (IQ’su 70’in altında olanlar) zihinsel engelli kabul edilir. Ortalama skor 100 dür ve üniversiteyi bitirmek için bunun biraz üstü gerekir. Nispeten iyi bir mastır – doktora 115’in üstünde mümkündür. Genel olarak skorunuz ne kadar yüksekse o kadar daha iyi eğitim alırsınız, muhtemelen daha çok kazanırsınız ve ister inanın ister inanmayın, daha uzun yaşarsınız.

Ama bir dereceye kadar.

Başarı ile IQ arasındaki ilişki bir noktaya kadar doğrusaldır. Fakat 120 den itibaren IQ’ nun daha yüksek olmasının gerçek dünyada bir avantaj yarattığı söylenemez. IQ’su 170 olan birinin düşünme kapasitesi 70 olandan tabii ki daha iyidir. Ancak nispeten yüksek IQ larda bu farkın pek önemi kalmaz. 130 olan bir bilim adamının Nobel kazanma şansı 180 olandan daha az değildir. Baskette de benzer durum söz konusudur. 1.65 boya sahip birinin profesyonel basketçi olma şansı ne kadar olabilir? Bu düzey oyunculuk için en az 1.80 boy gerekir. Biraz daha uzunsanız daha da iyi. Fakat bir noktadan sonra boyun önemi kalmaz. Mesela gelmiş geçmiş en büyük oyuncu Michael Jordan 1.95 di. Zekada da durum aynıdır. Zekanın da bir eşiği vardır. Nobel ödülü kazanan Amerikalı bilim insanlarına baktığımızda, en iyi birkaç üniversite dışında, genelde orta ile ortanın üstü üniversitelerden mezun olduklarını görürüz. Yale veya Harvard’ı bitiren biriyle Georgetown’u bitiren birinin Nobel kazanma şansı aynıdır. Prof. Barry Schwartz, elit okulların karmaşık öğrenci kabul kurallarını bir yana bırakıp, kura çekmelerini önermişti. Kesinlikle doğru. Nitekim Michigan Üniversitesi dezavantajlı kesimlerden ve azınlıklardan gelen çocuklara ayırdığı kotayla standart altı öğrenci kabul etmektedir. Okul yılları sırasında bu öğrenciler diğerleri kadar başarılı olmasalar da mezun olduktan sonraki hayatlarında ev, aile, iş, yani her konuda standart üstündeki arkadaşlarıyla tıpatıp aynı seviyeye gelmektedirler. Zaten önemli olan da gerçek hayat değil mi? Zeka bir dereceye kadar çok önemlidir. Ondan sonra yaratıcılık, hayal gücü, çalışkanlık gibi pek çok karakter özelliği devreye girer; Tıpkı basketbol oyunculuğunda boyun ötesinde hız, saha hakimiyeti, çeviklik, top tutma becerisi ve atıcılığın gerektiği gibi.

Terman’ın hatası buydu. Deneklerini başka özelliklerine bakmaksızın sadece zeka skalasının %99’una giren grubundan seçmişti. Olağanüstü görünen bu özelliğin aslında ne kadar az önem taşıdığının farkında değildi. Denekler yetişkin olduktan sonra her çeşit ve seviyede kariyer, meslek, gelir ve mevki sahibi oldular. %20 si beklenen başarıya ulaştılar. % 60 ı tatminkar düzeye geldi. % 20 si ise postacı, memur vs veya işsiz olarak yaşamlarını sürdürdüler. Hiç biri Nobel ödülü kazanamadı. Hatta daha sonra Nobel kazanan iki ilkokul öğrencisini (William Shakley ve Louis Alvares) Terman test etmiş ama IQ larını yeterli bulmadığı için gruba kabul etmemişti. Bir başka deyişle Terman dahileri değil de hiç zekalarına bakmadan aynı aile düzeyindeki çocukları rastgele seçseydi sonuç pek değişmeyecekti. Nitekim Terman deneyini şu sözlerle tamamladı: “Zeka ve başarının hiç de birbiriyle alakalı olmadığını görmüş bulunuyoruz.’’

BÖLÜM 4

DAHİLERİN SORUNU- II

2008 de Amerikan televizyonlarında yayınlanan “1 e karşı yüz” adlı yarışma programında Christopher Langan adındaki özel davetli bir yarışmacı karşısındaki 100 kişiyi alt ederek 250.000 dolar kazandı. 10 yıldır Chris Langan farklı bir tür ün sahibi. Çeşitli programlara konuk oluyor, dergilerde röportajları yayımlanıyor. Tanımlanması güç bir beyne sahip olduğundan, hakkında bir belgesel film bile çekildi. Langan’ın IQ testleri ölçülemeyecek kadar yüksek çıkıyor. 6 aylıkken konuşmaya başlamış, 3 yaşında okuma – yazma öğrenmiş, 5 yaşında tanrının varlığı konusunda dedesiyle tartışmaya girişmiş. Okuldayken kitaplara sadece göz gezdirerek sınavlarda en başarılı notları almış, üniversite sınavında tam puan almış.

Chris’in annesinin 4 oğlu vardı. Anlatılmayacak kadar yoksul bir aileydi. Babası terk edip gitmiş, üvey baba ayyaş ve şiddet uygulayan biriydi. Bir şehirden diğerine taşınıp duruyorlardı. Chris üniversiteden burs kazandığı halde, ikinci dönem annesi gerekli bir formu doldurmadığı için bursunu kaybedip okuldan ayrılmak zorunda kaldı. Bir süre inşaatlarda çalıştı. Tekrar üniversiteye başladı fakat kardeşleri arabasını bozduğundan sabah derslerine yetişemiyordu. Dekan’a çıkıp aynı derslerin öğleden sonraki sınıflarına katılmak istediğini söyledi. Başka öğrencilere her zaman sağlanan bu kolaylığı dekan Chris’e tanımadığı için oradan da atıldı. Oysa bütün hayali doktora yapıp akademisyen olmaktı. Yarım kalmış tahsille işçi olarak çeşitli yerlerde çalışırken bile felsefe, matematik ve fizik’le uğraşmaktan vazgeçmedi. ‘Evrenin Bilinçsel Teorik Modeli’ adını verdiği bir tez hazırladı fakat eğitimini unvanı yeterli olmadığından bilim dergilerinde yayınlanma ümidi yok. Böylece, bilinen en üstün zekalılardan Christopher Langan’ın IQ’su ölçülemiyecek kadar yüksek olduğu halde (Einstein’ınki 150 idi) aile, okul, çevreden kaynaklanan bir dizi şansızlıklardan dolayı bugün bir çiftlikte oturmuş, üzüm yetiştirmektedir.

Chris Langan’ın yaşamı insanın yüreğini burkuyor. Annesi formu imzalamadığı için bursunu kaybetmesi, arabası bozulduğu için sabah sınıflarına yetişememesi ve dekanın da onu öğleden sonraki sınıflara aktarmayı reddetmesi ve daha nice şansızlıklar. Halbuki pek çok öğrenci üniversitede ders saatlerini değiştirir durur. Chris’in dekanı ikna edememesinin en büyük sebebi, pratik zekasının yeterli olmamasıydı.

İnsanları sıkıntılı durumlardan laf cambazlığıyla kurtaran, başkalarını kendi isteğini yapmaya ikna eden beceriye pratik zeka denir. Pratik zeka kime neyi, ne zaman, nasıl söyleyeceğini bilmektir. Pratik zekaya sahipseniz bir şeyi nasıl yapacağınızı bilirsiniz ama niye bildiğinizi veya açıklamasını bilmek zorunda değilsiniz. Sadece kafanızda olan mutlak bilgi değil, uygulamaya (pratiğe) yönelik bilgidir. IQ testleriyle ölçülen analitik zekayla aynı olmadığından, birinin bulunması illa ki diğerinin de bulunmasını gerektirmez. Tabi şanslıysanız ikisine de sahip olabilirsiniz.

Pratik zeka nereden gelir? Analitik zekanın nereden geldiğini biliyoruz: ağırlıklı olarak genlerimizden. Ölçüsü IQ dur. Hayatta başını becerme ise bir dizi bilgidir ve öğrenilmesi gerekir. Bu tür tutum ve becerileri de genellikle ailemizden öğreniriz. Bu süreci incelemek amacıyla sosyolog Anette Lareau tarafından yapılan bir deneyde siyah ve beyaz, zengin ve yoksul ailelerden ilkokul üçüncü sınıfta okuyan 12 çocuk seçildi. Her aileye en az 20 defa, saatler süren ziyaretler yapıldı. Deney uzmanları her aile ve çocuğu günlük yaşamları içinde ailenin köpeği gibi izledi ve not aldı. Sanırsınız ki 12 ailenin de yetiştirme tarzı farklıydı: sert aileler, gevşek aileler, ilgili aileler, ilgisiz aileler vs vs. Oysa sonuç çok farklıydı. Yalnızca iki tip çocuk yetiştirme felsefesi vardı ve bunlar sosyal sınıf hattıyla bölünüyordu. Varlıklı aileler çocuklarını bir şekilde, yoksul aileler çocuklarını başka bir şekilde yetiştiriyordu. Varlıklı aileler çocuklarını serbest zamanlarında bir aktiviteden diğerine koşturuyorlar, öğretmenleri, koçları, takım arkadaşları hakkında sorular soruyorlardı. Çocuklarıyla sohbet ediyorlar ve yalnızca emir vermek değil, fikirlerini de alıyorlardı. Otorite durumlarında çocuğun büyüğe karşı çıkmasını, müzakere etmesini, sorgulamasını normal kabul ediyorlardı. Okulda başarısı düşerse çocuk açısından olduğu kadar öğretmenler açısından da sorguluyorlardı sebebini.

Yoksul ailelerde ise okul dışı aktivite neredeyse hiç yoktu. Katılan çocuk da kendi çabasıyla katılıyordu. Otorite karşısında pısıyorlar, suskun kalıyorlardı. Hep geri planda duruyorlardı. Lareau varlıklı sınıfın yetiştirme tarzına ‘ Hedefe Yönelik’ adını veriyor. Bu tarz, çocuğun yeteneklerini, fikirlerini ve becerilerini aktif biçimde geliştirme ve değerlendirme girişimidir. Yoksul aileler ise aksine ‘Doğal Büyüme Stratejisi’ izler. Çocuğun bakım sorumluluğunu üstlenirler fakat kendi halinde büyüyüp gelişmeye bırakırlar. Lareau, bir yöntemin ahlak açısından diğerinden daha iyi olmadığını vurguluyor. Yoksul çocukları daha terbiyeli, daha az mızmız, vaktini daha yaratıcı biçimde kullanan, bağımsızlık duygusu gelişmiş çocuklar olarak nitelendiriyor. Hedefe yönelik tarzın da pratik anlamda büyük yararları vardır. Çocuk değişik deneyimler kazanır. Takım çalışmasını ve disiplinli durumlarla başa çıkmayı öğrenir. Büyüklerle rahat ilişki kurmayı ve gerektiğinde karşı fikrini dile getirmeyi becerir. Hakkını koruma bilincine sahiptir. Ortamı kendi tercihlerine göre şekillendirir. Aksine, yoksul çocuk olumsuzluklarla karşılaştığında güvensizleşir ve kendi kabuğuna çekilir.

Varlıklı çocuk kendisine saygılı davranılmasına alışıktır. Kendisini özel biri olarak büyüklerin ilgi ve dikkatine layık görür. Bu özelliklerin hiçbiri genlerden gelmez. Irka bağlı da değildir. Tamamen ailesinin davranışının, öğretisinin ve teşviklerinin sonucudur. Bir kültür meselesidir. Varlıklı çocuk yalnızca daha iyi okullara gittiği için değil, daha önemlisi ‘hakkım var ve layığım’ duygusunun öğretilmesi dolayısıyla modern dünyada başarılı olmaya daha yatkındır. Yoksul çocuğun otorite karşısında itiraz etmeyi, kendi fikrini söylemeyi ve haklarını kollamayı becerememesi büyük handikap teşkil eder.

Terman’ın denekleri de tamamen dahi çocuklardan seçilmişti. Büyüdüklerinde ortaya çıkan muazzam yaşam ve başarı seviyesi farkının nedenleri incelendiğinde başlıca etkenin yetiştikleri aile olduğu görüldü. En iyi duruma gelenler kitap okuyan, çoğu yüksek okul mezunu, nispeten varlıklı ailelerden geliyordu. En alt seviyedekilerin aileleri yoksul ve tahsilsizdi. En iyiler gelir, kariyer ve mevki üstünlüğü yanında daha çekici, oturaklı, cevval ve iyi giyimliydiler. Bu 4 özellik en alt seviyedekilerle karşılaştırıldığında iki ayrı insan türüne bakıyor gibiydiniz. Hepsi deneye aynı seviyede başlamış, ancak alttakileri çevresi dünyaya hazırlamadığından yitik yetenek olup çıkmışlardı. Bu da bize şunu gösteriyor ki hiç kimse, ne pop yıldızları, ne profesyonel sporcular, ne yazılım milyarderleri ve hatta ne de dahiler tek başlarına başarılı olurlar.