Türkiye”de çok ortaklı şirketler halinde vücut bulan kollektif girişimciliğin ortaya çıkmasında en büyük amil, üretimden ranta kayan muhafazakârlaşmış kapitalist sınıftır.
Çokortaklı şirketlerle alakalı tartışmalar sürüyor ve maalesef kötülerin yanında iyilerin de aleyhine bir hava yaratılıyor. Bu dayanışmacı ekonomik örgütlenmeyi başından beri destekledim. Desteğin ötesinde, beni olağanüstü heyecanlandıran bir gelişme olarak selamladım. İlk günkü görüşlerimi aynen muhafaza ediyorum. İnanıyorum ki, bu yolun sahtekârları bir bir dökülecek, iyiler yollarına güçlenerek devam edeceklerdir.
İSLAM VE TİCARET HAYATI
İslamiyet, Çin/Hind ile Akdeniz/Avrupa arasında giderek yoğunlaşacak olan ticarî ilişkilerin güzergâhında zuhur etmişti. Hazreti Peygamber”in mensup olduğu Kureyş kabilesi tüccarü”l-Arab idi. Cahiliye Mekke”si, sadece Doğu-Batı kervan ticaretinin sıradan bir durağı değil, Batı Arabistan”da önemli bir dinî, ticarî ve siyasî merkezdi. Mekke tüccar sermayesi, mesela Yemen”dekinden farklı olarak, üretim araçlarının denetimine sahip değildi. Mekke tüccar sermayesinin temel dayanağı harem kurumuydu: Bireylerin can ve mülk emniyetine sahip olup serbestçe ticaret yapabildikleri kutsal alan ve kutsal zaman! Ticaret, organik biçimde hacc kurumuna bağlıydı.
İslamiyet, Cahiliye Mekke”sinden tevarüs ettiği tüccar ekonomiyi terbiye edip geliştirdi. Ribanın yasaklanması mal tedavülünü olumsuz etkilemedi; zira hem alternatif finans yöntemleri geliştirildi, hem şer”i hilelere (çarelere!) başvuruldu, hem de bilhassa İran”ın fethiyle Darü”l-İslâm”a muazzam miktarda para-sermaye akmaya başladı. Gerek kendi iç dinamizmi, gerek fetihlerin sağladığı dış kaynaklarla muazzam bir gelişme gösteren ”İslam sermayesi”, Avrupa tüccarı için de model alınan örgütlenme biçimleri gerçekleştirdi. Haçlı seferleri neticesinde, belirli şirket ve sözleşme biçimleri Avrupa tüccarı tarafından ülkelerine taşındı.
Daha sonraki yüzyıllarda tüccar, askerî-bürokratik düzenin giderek hareket serbestisini kısıtladığı bir zümre haline geldi. Mesela, Osmanlı imparatorluğunda gerek mudarabe ortaklıkları, gerek vakıf işletmeleri birçok ekonomik işlevi yerine getiriyor olsalar da, genelde uzun ömürlü ve (modern anlamda) verimli değildiler. Riba yasağı çeşitli yollarla deliniyor olsa da, büyük-ölçekli finans ve borsa kurumlarının oluşmaması ekonomideki gerçek faiz oranını çok yüksek seviyede tutuyordu. Mesela, onaltı ve onyedinci yüzyıllarda Avrupa”da bu tür kurumların gelişmesi faiz oranlarını 17. yüzyıl ortalarında İngiltere”de yüzde 6, Hollanda”da yüzde 4, Cenova”daysa yüzde 1.5”a kadar indirmişti. Oysa riba yasağına rağmen, Osmanlı sarraflarının uyguladığı yıllık faizler yüzde 25-30”un altına pek inmiyordu. İslam imparatorlukları, ekonomide büyük-ölçekli üretim için giderek önemli hale gelen finans ihtiyacını karşılama hususunda yeterli esnekliği gösteremeyince, Amerikan gümüşünün ve ucuz finansın desteğindeki Avrupalı tüccar-sanayicilerin rekabetine boyun eğmek zorunda kaldılar. Klasik medeniyet merkezleri olan Hind ve Çin de aynı akıbetten kurtulamadılar. Batı sermayesi karşısında direnebilen tek güç odağı, kendine önce Hollanda ile İngiltere”yi, 1880”den itibaren de Almanya”yı örnek alan küçücük Japonya oldu.
ÇOKORTAKLI ŞİRKETLER VE KOLLEKTİF GİRİŞİMCİLİK
Avrupa”nın efsanevî ”burjuva” terimi, girişimciliğin kollektif veçhesini görmemizi zorlaştırmıştır. Oysa, bizzat Avrupa iktisat tarihinin bölünebileceği her bir dönem için, farklı ve ayrı bir girişimciler sınıfı var olmuştur. Henri Pirenne”ye göre, bir devrin girişimci sınıfı, bir önceki devrin girişimci sınıfından doğmuyor. Ekonomik örgütlenmedeki her değişimde, süreklilik kopuyor. Sanki o güne kadar faal olan girişimciler, daha önce hiç bilinmeyen ihtiyaçlardan kaynaklanan ve dolayısıyla daha önce hiç denenmemiş yöntemler gerektiren yeni şartlara kendilerini uyarlamaya istidatsız olduklarını fark ediyorlar. Mücadeleden çekilip bir aristokrasi haline geliyorlar. Onların yerini cüretkâr ve girişimci yeni insanlar alıyor, esmeye başlamış olan rüzgâra kendilerini cesurâne kaptıran ve bu serüvenlerinden nasıl yararlanacaklarını bilen insanlar. Ta ki, rüzgârın yönü tekrar değişip, yeni kuvvetlere sahip yeni zanaatler ortaya çıkıncaya kadar.
Hülasa, sürekli bir gelişmenin eseri olan ve kendilerini değişmekte olan şartlara uyduran, yüzyıllar boyu varlığını sürdüren bir girişimci sınıf yoktur. Aksine, ekonomik tarihte ne kadar devir varsa, o sayıda girişimci sınıf vardır. Ekonomik gelişme düz bir çizgi boyunca ilerleyen bir hareket değildir; aksine, yek diğerine bağlanmayan ve krizlerle kesilen bir ayrı itici güçler dizisiyle tebarüz etmektedir. Ekonomik özgürlük safhaları ile ekonomik kontrol safhaları birbirini takip etmektedir. Her girişimci sınıf başlangıçta yenilikçi bir ruh taşırken, faaliyetleri kontrol altına alındıkça muhafazakârlaşmaktadır.
Türkiye”de çokortaklı şirketler halinde vücut bulan kollektif girişimciliğin ortaya çıkmasında en büyük amil, üretimden ranta kayan muhafazakârlaşmış kapitalist sınıftır. Bu sınıf, 1960-80 arası dönemde içe dönük sanayileşme yolunda devletin sağladığı büyük teşvik ve koruma avantajlarıyla belirli bir gelişme sağlamış, fakat aynı devletin 1980-90 arasında sağladığı yine çok büyük ihracat teşviklerine rağmen dünya pazarına açıl(a)mamıştır. En büyük 100 sanayi şirketinin 1980 yılında ihracat/satış oranları yüzde 1, 1990 yılındaysa ancak yüzde 4 dolayındadır. Oysa, sözkonusu dönem müzmin enflasyon yüzünden içeride halkın satınalma gücünün gerilediği bir dönemdir. Reel ücret ve maaşlardaki düşüş on yılda yüzde 35”i bulmuştur. İç talebin bu ölçüde düşürüldüğü bir ülkede, en büyük sanayi şirketleri dışa açılmadan nasıl ayakta durabilirler?
Bu çetin sorunun cevabı, bizi astronomik faizli iç borçlanmaya götürmektedir. El yordamıyla yapılan en basit hesaplar bile, devletin son on yılda yüksek reel faiz yoluyla verimsiz sermaye sınıfına (ve yabancılara!) 100 milyar doların üzerinde bir kaynak transfer ettiğini göstermektedir. Halktan topladığı vergilerin beşte dördünü, muhafazakâr kapitalist sınıfa faiz olarak ödeyen başka bir dünya devleti mevcut değildir. Son yirmi yılda, dışarıdan aldığımız borçlar, dışarıya yaptığımız ana para ve faiz ödemelerinden daha fazla olmadığı halde, 1999 sonu itibariyle 110 milyar dolar borçlu bir ülke haline gelmiş bulunuyoruz; buna 45 milyar dolara yaklaşan iç borçları da eklediğimiz zaman, her Türk çocuğunun 2500 dolar gibi yüksek bir borçla dünyaya gözünü açtığını farketmiş oluruz. Pirenne”nin tezine tam uygunluk içinde, muhafazakârlaşmış kapitalist sınıf yerine, dönüşümcü yeni bir girişimci sınıfın ortaya çıkması kaçınılmazdır.
Çokortaklı şirketler, bu yeni sınıfın kollektif biçimini temsil ediyor. Aynı şekilde, çok sayıda bireysel girişimci de muhafazakâr/rantçı sınıfın karşısına dikilmiş bulunuyor. Son on yılda, Anadolu”da üçyüzden fazla girişimci derneğinin kurulmuş olması rastlantı değildir. Bunlar, siyaset üzerinde nüfuz kullanarak, devleti verimsiz kapitalist sınıfın aleti olmaktan kurtarmak istiyorlar.
Çokortaklı şirket, ticarî ve endüstriyel bir girişim olmanın yanısıra, aynı zamanda bir finans kurumu ve borsa niteliği taşımaktadır. Sermaye ve finans örgütlenmesinde başarılı olamayan toplumlar, sanayi ve ticarette mesafe alamazlar. Ayrıca, sanayileşmede geçkalan toplumlar, küçük-ölçekten hareketle rekabet gücü oluşturamazlar. Mutlaka orta ve büyük-ölçekli işletmeler kurmak zorundadırlar. Bunun için de yeterli sermaye ve uygun maliyetli finansmana ihtiyaç vardır.
Çokortaklı şirket, anadolu insanının bilgece icadıdır. Tefecilik çarkına kapılmadan ve devlete (dolayısıyla millete) yük olmadan, sanayi ve ticareti örgütleme arayışıdır. Ekonomiye başlıca katkılarını şöyle sıralayabiliriz:
1. Uluslararası sermayenin cendereye aldığı bir ekonomiye, yurtdışından maliyetsiz sermaye temin etmektedir. (Kapitalist sınıfın uluslararası finans piyasalarından ancak yüzde 20-30 gibi yüksek reel faizlerle borçlanabildiğini hatırlatalım!)
2. Yurt içindeki muazzam ekonomi-dışı serveti, yatırım sermayesine dönüştürmekte; halkta tasarruf ve girişim duygularını geliştirmektedir.
3. Genç neslin girişim ruhunu kamçılamakta, insanımızı Avrupalılara el açan bir yığın olmaktan kurtarmaktadır.
4. Ekonomide rekabeti hızlandırmakta, verimlilik arayışını güçlendirmektedir. Rasyonel devletler sınırları dahilindeki şirketleri ülke içinde azamî rekabete, ülke dışındaysa azamî tekel peşinde koşmaya zorlarlar. Çokortaklı şirketler, devleti rasyonel olmak zorunda bırakmaktadırlar.
5. İktisadî demokrasinin temellerini atmaktadırlar. İktisadî demokrasi gerçekleşmeden, siyasî demokrasi gerçekleşemez. Çokortaklı şirketler, “Eşitlik İçinde Büyüme” ilkesini hayata geçirmekte, kazancı işin başında paylaşıma açmaktadırlar. Şirketlerin patronları yoktur. Yöneticiler, işçiler, tedarikçiler, yöre ahalisi ve (çoğunlukla o yöreden olup) yurtdışında çalışan işçiler şirketin aşağı yukarı eşit ağırlıktaki ortaklarıdır. Bu model, farklı bir üretim/tüketim ahlâkına kapı açabilir.
6. Çokortaklı şirketler, dinî hayatla iktisadî hayat arasında olumlu bir bağ kurulmasında önemli rol oynamaktadırlar. Japon tecrübesi göstermektedir ki, siyasetle bütünleşen bir dinî/iktisadî yöneliş olmadıkça, ciddî sanayileşme gerçekleşemez.
7. Çokortaklı şirketler, İslamın özünde mevcut olmamakla beraber, Anadolu”da çeşitli tarihî sebeplerle yaygınlık kazanmış olan girişim-karşıtı fikir ve inançların ortadan kaldırılmasına hizmet eden; Müslüman Türkiye”nin meşruluk dairesi içindeki bir rekabet hayatına alıştırılmasında anahtar rol oynayan kurumlardır.
Çokortaklı şirketlerle alakalı önemli bir husus, ilk örneklerin başarılı olduğunu gören fırsatçıların “piyasayı bozma” girişimleridir. Hakiki çokortaklı şirketlerle, bir tür tamahkâr-sahtekâr ortaklıklarını aynı kefeye koyamayız elbette. Mark bazında akılalmaz kâr beklentisiyle Alman bankalarından faizle para alıp birilerine teslim edenler çıkıyorsa, bunları tavsif edebilecek tek kelime tamahkârlık; onlara bu vaadde bulunanların vasfı ise sahtekârlıktır. Tamahkârla sahtekâr çabuk anlaşır ve çabuk bozuşurlar!
Hakiki çokortaklı girişimleri Anadolu insanının kendi rüyasını yaşama irâdesine bağlıyorum. On yıl gibi çok kısa bir zamanda, Anadolu”nun birçok yöresinde akılalmaz bir iktisadî hamleye şahit olduk. Bu hamlede devlet yok, büyük sermaye yok, yabancı şirketler yok. Tamamen Anadolu insanının eseri… Şuurlu bir insan topluluğu, “Biz buradayız!” diye sesleniyor tarihe. Anadolu”daki özgün sermaye örgütlenmesini, bir medeniyet dönüşümünün habercisi olarak selamlamak istiyor, bunun için dua ediyorum.
UZMANLAŞMA, TİCARET VE MEDENİYET
Toplumları dinamik kılan en önemli nitelik, “uzmanlaşma”dır. Sosyal hayatta yetkinlik büyük ölçüde uzmanlaşmanın eseridir. Ahmed Midhat Efendi yüz yıl önce bu hakikatı şöyle dile getiriyordu: “Kompetans yani selahiyet öyle nazik bir şeydir ki, onun haricine çıkanlar her yerde düçar-ı istiğrab olurlarsa da bilhassa Avrupa”da adeta istihkâra bile düçar olurlar. Mesela bizim buralarda askerliğe dair bir söz açılsa hepimiz asker kesiliriz. Tababete, her neye dair bir bahis açılsa hepimiz o bahsin ehli imişiz gibi söze girişiriz. Herkesin herşeyi bilmesi kabil midir? Herkes kendi selahiyeti dairesindeki işlerle iştigal ederse asıl terakki dahi o zaman hasıl olur.” Uzmanlaşma, ticareti zorunlu kılar. Medenî hayat ticaretsiz tasavvur edilemez. Piyasasız ticaret olabilir, ama ticaretsiz medeniyet mümkün değildir. Anadolu”nun büyük bir bölümünü, Mezopotamya ve Doğu Akdeniz”i içine alan Bereketli Hilal, muhtemelen ilk medeniyet merkezidir. Çok eski çağları bir yana bırakırsak, milattan önce 800 ila MS 200 arası binyılda bu bölgenin ve topyekün Akdeniz dünyasının ulaştığı ekonomik gelişme düzeyi, Avrupa”da ancak onikinci yüzyıldan sonra aşılabildi. Bu başarının kaynağı, son derece gelişmiş bir ticaret ve piyasalar ağının mümkün kıldığı yaygın işbölümüydü.