Home » Z_Ders Notları » Uluslar_arası_İlişkiler » 2.Dönem » UYGARLIK TARİHİ II

UYGARLIK TARİHİ II

ORTAÇAĞ AVRUPA TARİHİ VE UYGARLIĞI (5-15. YÜZYIL)

Ortaçağ Kavramı

Genel olarak, Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden, Yeniden Doğuş anlamına gelen Rönesans Dönemine kadar sürdüğü kabul edilen ortaçağ kavramı ilk olarak Rönesans Dönemi tarihçilerince kullanılmıştır.

Ortaçağ dönemi; Erken, Asıl ve Geç Ortaçağ olarak üç döneme ayrılabilir.

Erken Ortaçağ (5-11. Yüzyıl)

İ.S. yüzyılın başlarında İskandinavya’da yaşayan Germen kavimleri artan nüfus ve etkileriyle birlikte, Roma İmparatorluğu sınırlarındaki Ren-Tuna hattına yığıldılar. Orta Asyalı Hun Türkleri batıya doğru yürüyüşe geçtiklerinde karşılaştıkları Germen kabilelerinden Doğu ve Batı Gotlarını Roma sınırlarına doğru itmiştir. Gotların bu kaçışı bir domino etkisi yaratarak Germen kabilelerinin Roma sınırlarına girişine neden olmuştur. Hunlarla birlikte başlayan bu göç dalgası birçok kavimi etkileyerek uzun yıllar devam etmiş ve kavimler göçü olarak adlandırılmıştır.

Kavimler göçü sonrasında Batı Avrupa bir dönüşüme uğramış, Romalılar ve Germenler karışıp kaynaşmıştır. Kültürel üstünlük her zaman Romalılarda kalsa da idari üstünlük Germenlerin eline geçmiştir. Gotlar ve Franklar Galya’da  Romalılaşmışlardır.

Ortaçağın bu karanlık döneminde, Avrupa, devlet otoritesinden yoksun kalmış ve büyük bir karmaşaya sürüklenerek, birçok Barbar krallık oluşmasına zemin oluşturmuştur. Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşüyle birlikte idare barbar Germen şeflerinin eline geçmiş Eski Roma eyaletlerinde Germen krallıkları kurulmuştur. Roma idaresinin çöküşüyle yeni devlet kadrolarında Roma hukukunu kavrayıp uygulayabilecek personelin bulunmayışı ilkel Germen hukukunun egemenliğini getirmiştir. Siyasi düzeydeki bu değişiklik, ekonomik ve sosyal yapıyı da değiştirmiş, Geç Ortaçağ Dönemi’ne kadar kıtanın siyasi yapısını şekillendiren feodalizm ortaya çıkmıştır.

Feodalizm, teoride siyasi erkin feodal piramidin en üstündeki kralda toplandığı, kralın, gücünü mutlak sadakat koşuluyla ve kontrollü olarak yerel derebeyleriyle paylaştığı bir idare tarzıdır.

Erken Ortaçağ’da barbar devletleri arasında en uzun ömürlü olanı Frank Devleti’dir. Avrupa ana karasında oynadığı siyasi rolle öne çıkmaktadır.

Ortaçağları betimleyen en önemli özellikler etkili bir merkezi idarenin olmayışı, her an patlak verebilecek bir savaş ve kıtlıktır.

Feodal toplum, zayıfın daha güçlü kişilerden koruma talep ederek himayesine girdiğini betimleyen bir terimdir. Feodal toplum güçlü savaş lordlarının güçsüz kişilerce egemen güç olarak kabul edildiği, zayıfların kendilerini bu efendilere emanet ederek sadakatle hizmet sözü verdikleri bir   toplum   yapısıdır.   Feodal   toplumlarda,   kralların

vasalları olduğu gibi vasalların da vassalları olabiliyordu. Fakat kral vasallarının vassallarına hükmedemiyordu.

Ortaçağ toplumundaki en geniş ve en düşük sosyal grubu çiftçi köylüler oluşturuyordu. Üst sınıfların refahı çiftçi köylülerin emeğine bağlıydı. Köylü çiftçiler, feodal sistemin omurgasını oluşturmaktadır. Pek çok köylü, soylu sınıfın kırsaldaki malikânelerinde, ilkel kulübelerde yaşıyor ve çalışıyordu. Lord toprağın yanında malikânede yaşayan köylülerin de sahibiydi. Malikâneler, lordun ve ailesinin yaşadığı binalardan, çalışan köylülerin kulübelerinden, tarımsal ürünlerin saklandığı depolardan, tarlalardan ve meradan oluşuyordu. Güçlü bir lordun birçok malikânesi olabilirdi. Malikâneler özgür köylülerin ve serflerin çalıştığı malikâneler olarak iki tiptir. Serf, hiçbir hakkı olmayan, bir eşya gibi alınıp satılabilen, boğaz tokluğuna çalışma zorunluluğu olan köylüdür.

Asıl Ortaçağ (1000-1300)

Asıl ortaçağda Roma İmparatorluğu fikri yeniden canlandırılmıştır. 918’de Saksonya dükü kökenli I. Heinrich Almanya’nın Frank kökenden olmayan ilk kralı oldu.

Heinrich, Almanya’daki Swabia, Bavaria, Saxiona ve Lotharingia dükalıklarını birleştirerek güçlü bir krallık kurdu ve Almanya’nın toprak bütünlüğünü sağladı.

Krallığın başına 936 yılında, Heinrich’in oğlu ve halefi I. Otto geçmiştir. Otto, Batı Roma İmparatorluğunu yeniden kurma programının bir parçası olarak selefleri gibi Kilise’nin de desteğini sağlamıştır. 962 yılında Papa VII. Jean, Alman Kralı Otto’ya İmparatorluk tacını giydirmiş ve Batı Roma İmparatorluğu yeniden kurulmuştur.

Otto, imparator olur olmaz Papalık Devleti’ni tanımış ve kendisini kilisenin koruyucusu ilan etmiştir. Bu durum kiliseyi kraliyet kontrolüne sokmuş, piskopos ve baş keşişler, Otto’nun atanmış memur ve bürokratları konumuna gelmiştir. Hatta hiçbir papa, imparatora sadakat yemini etmeden makamına çıkmaz hale gelmiştir.

10. yüzyılın başlarında Fransa’da kurulan Cluny manastırının reformcu keşişleri, kiliseyi İmparatorluk egemenliğinden kurtararak özgürleştirmeyi istiyordu.

Papa IX. Leo, Cluny keşişlerini Roma’daki başlıca idari görevlere getirmiştir. Böylelikle 11. yüzyılın ikinci yarısında papalık iyice güçlenmiş ve Papa II. Nicholas, 1059’da papayı kardinallerin seçeceğini ilan etmiştir. II. Nicholas’ın bu hareketi, bugün dahi papayı seçen Kardinaller Kurulu’nun temelini atmıştır. Bununla birlikte papalık İtalya’daki yerel güçlerin ve imparatorluk gücünün etkisinden kurtulmuş olsa da, Avrupalı hükümdarlar papa seçiminde etkili olmaya devam ettiler.

Bu mücadele, Papa VII. Gregorius’un, Kilise’nin dünyevi otoriteden özgür olması gerektiği iddiasını harekete geçirmesiyle başlamıştır. 1075’te Papa Gregorius, ruhban sınıfından olmayan kişilerin Kilise hiyerarşisi içindeki herhangi    bir    düzeyde    dinsel    görevlere    atanması durumunda aforoz edilme cezasına çarptırılmasına karar vermiştir.

Bu dönemden sonra papa ve ruhban sınıfı imparatorlar tarafından atanmış memur olmaktan çıkmışlar; papalar Kardinaller Kurulunca seçilmeye başlamıştır. Piskoposlar da papanın yetkilendirdiği yüksek kilise otoritelerince atanmaya başlamış, Batı Kilisesi dünyevi monarşilerden bağımsız bir güç haline gelmiştir.

Haçlı seferleri, krallar ile papaların çıkarları doğrultusunda gerektiği zaman iyi birer dost olabildiklerinin göstergesidir. Cluny reformu, ruhban sınıfını Birinci Haçlı Seferi’ne manevi destek vermeye, ruhbandan olmayan sınıfı da Müslümanlardan kurtarılmak istenen Kutsal Topraklara  yönlendirmiştir.

Papa II. Urbanus, Bizans İmparatoru’nun Müslüman Türklere karşı Batılılara yardım çağrısını fırsat bilerek 1095’de Clermont Konsili’nde tüm Hristiyanları sefere davet etmiştir.

İlk Haçlı seferi, kazanç ve çıkar peşindeki insanlar tarafından üstlenilmiştir. Yeniden güçlenen papalık da bunda çok büyük rol oynamıştır. Papalar, ilk haçlı seferine katılanlara savaş meydanında ölürlerse endüljans (günahların cezasının bağışlanması) sözü vermişlerdir.

İlk üç Haçlı seferinde (1096-1099; 1147-1149; 1189- 1192) Avrupalılar Antakya, Kudüs, Akka, Urfa gibi önemli toprakları elde ettilerse de egemenlikleri uzun sürmemiştir.

Innocentius’un dönemine  rastlayan dördüncü  haçlı seferinde 1202 yılında kutsal topraklara doğru yola çıkılmış, sonrasında rota değiştirilerek 1203 yılında Konstantinopolis ele geçirilmiştir. Bu Doğu Roma İmparatorluğu’nda Latin Dönemi’ni başlatmıştır. İmparator VIII. Micheal Palaiologos, başkent Konstantinopolis’i, Cenevizlilerden aldığı yardım sayesinde 1261’de yeniden ele geçirmiştir. Konstantinopolis’in işgalinin derinleştirdiği Doğu ve Batı arasındaki politik ve dini ayrılığı, Papanın Ortodoks Grekleri ve Slavları kazanmak için bir heyet göndermesi de yok edememiştir. Aksine Doğulu Hristiyanların Batılılara olan düşmanlığı artmıştır.

1066 yılında Anglosakson kral İtirafçı Edward’ın ölümü İngiliz politik yaşamında önemli değişikliklere yol açmıştır. Edward’ın çocuğunun olmaması, annesinin Norman olması sebebiyle, Normandiya dükü, İngiliz tahtı üzerinde hak iddia etmiştir. Kral Edward’ın ölümünden önce bu hakkı kabul etmesine rağmen, Kraliyet gücünün kaynağı olan Anglosakson aristokrasisi buna karşı çıkarak kendi kralını seçmiştir. Fakat Normanlar bu meydan okuyuş karşısında İngiltere’yi fethetmiş, Guillaume, İngiliz kralı olarak taç giymiştir.

Guillaume, İngiltere’nin tamamına boyun eğdirmek için yirmi yıl süren, bir harekât başlatarak, küçük ya da büyük tüm toprak sahiplerini kraldan toprak almış vassallar konumuna  getirmiştir.  Böylece  güçlü  bir  monarşinin

temelleri atılmıştır. Norman Hanedanı’nın 1154 yılında siyasi arenadan çekilmesiyle birlikte, Fransız Anjou dükü Henry, (II. Henry) İngiliz kraliyet tacını giymiş, (1154- 1189) İngiltere’nin yönetimi Angevin Hanedanına geçmiştir. II. Henry ülke içinde otokratik bir hükümdar olmuş, Clarendon Nizamnamesi ile ruhban sınıfı sivil mahkemelere tabi kılmıştır (1164); aristokrasi ve ruhban sınıfın şiddetli direnişine rağmen Piskoposların seçiminde kontrolü ele geçirmiştir.

İngiliz halkı; aristokrasi, ruhban ve şehirli adamların tam desteğiyle, Henry’nin haleflerinden Kral John’a karşı ayaklanmıştır. Öfkeli halkın isyanı 1215’te kralın Magna Carta (Büyük Sözleşme)’yı onaylamasıyla son bulmuştur. Magna Carta, kralı ve haleflerini sonsuza dek bağlayarak, kraliyeti kanunlara dayalı bir idari sistemin içine çekmiştir.

İngiltere’de Magna Carta ilan edilirken aynı dönemde Fransa’ya güçlü feodal prensler egemendi. Bu durum, Capet Hanedanı’nın başlangıcından (987) II. Philip Augustus dönemine (987-1223) kadar devam etmiştir. Philip Augustus’un büyük oğlu IX. Louis (1226-1270), birleşik ve mutlak bir krallığı devralmıştır. Düzeni ve yerel yönetimde adaleti sağlamak için uğraşmıştır. Louis devri, Skolastik düşüncenin Altın Çağı’dır.

12. ve 13. yüzyıllarda Fransa’da ve İngiltere’de istikrarlı yönetimler gelişirken; 13. yüzyıl ortasında Almanya’yı, Burgundiya’yı ve kuzey İtalya’yı kapsayan Roma-Ger- men/Alman imparatorluğumdaki gelişmeler çok farklıydı. Alman hükümdarlarının Güney İtalya’yı imparatorluğa katma çabaları, Almanya’yı iki yüzyıl süren kanlı savaşlara sürüklemiştir. Bununla birlikte imparatorların, atalarının taşraya birer memur olarak atadığı Alman prenslerini bu toprakların mutlak efendileri olarak tanıması, ülkenin 19. yüzyıl sonlarına, Alman Birliği’nin kuruluşuna kadar parçalanmış hâlde ve güçsüz kalmasına yol açmıştır.

Asıl Ortaçağ’da Ekonomik Yapı

Geç Ortaçağ’a kadarki süreçte malikânelerin yapısında iki temel değişim olmuştur. İlki tek aile mülkünün yükselişi ve malikânelerin parçalanmasıdır. Bu gelişmenin sonucunda tasma şeklindeki koşum takımı, at nalı ve ürün dönüşümlü üç tarla sistemi gibi teknolojik ilerlemeler olmuştur. İkinci değişiklik, Haçlı seferleri sonrasında ticaretin canlanması ve şehirlerin yükselmesiyle birlikte oluşan, serfin yükümlü olduğu hizmetleri para cinsinden ödeyebilmesidir.

11. ve 12. yüzyıllarda, Batı Avrupa nüfusunun sadece yüzde beşini oluşturan kentler, feodal lordlar tarafından yönetiliyordu. Kentlerde yaşamayı ve çalışmayı kabul eden gönüllülere ayrıcalıklar tanınıyordu. Bu da kırsaldaki serflerin kentlere göçüne neden oluyordu. Kırsaldaki serf sınıfı, kentlere zanaatkârları ve ilk girişimci tacirleri kazandırdı. Serf soyundan gelen uzun mesafe  tacirleri, uzak ülkelerle ticaretin risklerinden büyük kârlar elde etmişlerdir. Bugünkü Batı Avrupa kentleri, ticaretin ivme kazanmasıyla ve özellikle uzak ülkelerle ticaret yapan tacirler tarafından yaratılmıştır.

Geç Ortaçağ (1300-1400)

Geç Ortaçağda siyasi, sosyal ve dinsel alanda yaşanan gelişmeler Avrupa’yı bir kez daha sarsmış, İngiltere ve Fransa arasında yüz yıllık bir döneme yayılan Yüzyıl Savaşları (1337-1453) başlamıştır. Barut ve ağır topun icadı yüzünden, bu savaşlarda ağır kayıplar verilmiştir. Kara Ölüm olarak da adlandırılan veba ticari yolları izleyerek Doğu’dan, Avrupa ana karasına girmiştir. Veba, 1348-1350 arasında Avrupa’nın birçok bölgesini etkisi altına almış ve nüfusun beşte ikisini yok etmiştir.

İngiliz kralları Yüzyıl Savaşları’nın harcamalarını karşılamak için halka yeni vergiler yüklemişlerdir. Kralın vergi taleplerine parlamentonun yeni dayatmaları eklenince yeni kanun maddeleri ortaya çıkmış, orta sınıftan halkın temsilcileri parlamentoya girmiştir. Böylece I. Edward’ın (1272-1307) yönetiminde parlamentoya dayalı yönetim tarzı, İngiltere’nin değişmez bir idari kurumu olarak yerleşik hâle gelmiştir. Fransız kralları, savaşı finanse etmek için İngiliz kralları gibi vergi koymadan önce aristokratik Kraliyet Konseyine danışırken çıkan kararlar yetersiz kalmıştır. Bu nedenle kral Philip, bir finansman aracı olarak, ruhban, aristokrasi ve kent soylulardan oluşan, Etat Generaux meclisini kurmuştur (1355). Bu meclisten kral sıkışık durumunlarda kendi çıkarları doğrultusunda yararlanmış, İngiliz Birleşik Parlamentosu’nun aksine, etkin bir yönetim aracı çıkarılamamıştır. 14. yüzyılda Fransa, İngiltere gibi birliğini sağlayamamış ve feodal yapıdan merkezî devlete geçememiştir. Yüzyıl Savaşları, iki ülkeye demografik ve ekonomik açıdan büyük kayıplar verdirmesinin yanı sıra her iki tarafta da halkı kralın etrafında birleştirerek, ulusal duyguyu  güçlendirmiştir.

Veba salgının Avrupa’da yayılmasıyla birlikte salgının yol açtığı özellikle serf nüfusundaki büyük kayıplar emek gücünü azaltmış ve aristokratların mülklerindeki üretimi düşürmüştür. Bunun sonucunda emek değer kazanarak köylü ve kalifiye zanaatkâr ücretlerini artmıştır. Pek çok serf, angaryalardan para ödeyerek kurtulmaya başlamış, çiftlikleri terk ederek daha kazançlı iş olanakları sunan şehirlere akın etmişlerdir. Tarımsal ürünlere olan talebin azalması, fiyatları düşürmüş ve lüks tüketim ürünlerinin fiyatları artmıştır. Tüm bu gelişmeler geleneksel güçlü aristokrasiyi olumsuz etkilemiş, 14. yüzyılda İngiltere ve Fransa yönetimleri, yasaları, köylülerin dolaşımını sınırlamaya ve vergilerini artırıp ücretlerini düşük tutarak eski dengeleri korumaya çalışmışlardır. Her iki ülkede de köylü sınıfı bu çabalar karşısında isyanlar çıkarmıştır. Aristokrasi, bu isyanları şiddetle, kanlı bir şekilde bastırmıştır. Kent endüstrileri vebanın ağır etkilerine rağmen kârlı çıkmıştır. Kent meclisleri, kırsaldan gelen göçmenlerle rekabeti düzenlemek ve göçü kontrol altına almak için yasalar çıkarmışlardır. Lüks tüketime artan düşkünlük, üretici zanaatkâr sınıfının önemini artırmıştır. Geç Ortaçağ’da zenginleşen zanaatkâr ve tacirler, geleneksel güç odaklarına karşı kendi loncalarını oluşturmuşlar, böylece eski soylu sınıfla, yeni siyasi mücadelelere girebilmişlerdir. Sonunda aristokrasi, tüccar sınıfına şehir meclislerine girme hakkını vermek zorunda kalmıştır. Ruhban sınıfı da, veba salgınından etkilenmiş, üyelerinden pek çoğunu bu hastalığa kurban vererek azalmıştır. Kardinaller kurulu, 1409’da üç farklı papayı seçmek zorunda kalmış, kilise otuz altı yıllık (1378-1415) bir kriz yaşamıştır.

Ortaçağ Kültür ve Uygarlığı

Ortaçağ Avrupa dünyasındaki bilim ve felsefenin gelişmesinde, Bizans İmparatorluğu’nun başkenti Konstantinopolis’in Osmanlı Türkleri tarafından kuşatıldığı yıllarda Batı’ya göç eden Bizanslı âlimlerin büyük katkısı vardır. Diğer bir önemli katkı da İspanya’daki Endülüs Emevî medreseleri aracılığıyla antik bilimin İslam âlimleri tarafından yorumlanarak Arapça’ya çevrilmesi ve Batı üniversitelerinde Latinceye aktarılmasıyla  olmuştur.

Batı Avrupa’nın ilk yükseköğrenim kurumu olan 1008’de kurulan Bologna Üniversitesi’ne, 1158’de Alman imparatoru Friedrich Barbarossa tarafından ayrıcalıklar tanınmıştır. Modern üniversitenin temel taşları olan öğrenci ve hocaların ilk resmi organizasyonları ve ilk lisans programları bu üniversitede oluşturulmuştur.

Bologna Üniversitesi, Roma Hukuku çalışmalarını canlandırmasıyla ünlüdür ve Güney Avrupa (İspanya, İtalya ve Güney Fransa) üniversitelerindeki hukuk çalışmaları için bir model olmuştur. Ayrıca, Paris de Kuzey Avrupa üniversiteleri ve teoloji çalışmaları için bir esin kaynağı olmuştur.

İnanç ve bilgiyi, kiliseyle özellikle Aristo düşüncesiyle birleştirmeye çalışan Ortaçağ Avrupa’sının felsefe anlayışına skolastik deniyordu. Avrupalı skolastikler felsefe ve teoloji arasındaki ilişkiyi tartışıyorlardı. Aristoteles, dünyanın ezelî ve ebedî olduğuna inanıyordu. Bu görüş, İncil’in Genesis (Dünya’nın Yaratılışı) bölümünde vurgulandığı üzere, Dünya’nın zaman içinde yaratıldığı yönündeki Yahudi-Hristiyan öğretisiyle çelişiyordu. Peter Abelardus, Aristoteles’in mantığıyla Baba, Oğul ve Kutsal Ruhun Tek olanla ve Tek olanın da Baba, Oğul ve Kutsal Ruhla aynı olamayacağını öne sürdü. Böylelikle kilisenin öğretilerine (Teslis (Üçleme): Baba-Oğul-Kutsal Ruh) ters düşmüş oldu.

Paris piskoposu, 219 felsefi önermeyi mahkûm ettiği zaman Aristoteles’in Hristiyan teolojisinin temelini kazdığı yönündeki eleştiri ve şüpheler doruğa çıkmıştır. Felsefeye, kilisenin gerçek kabul ettiği Hristiyan dogmasından daha fazla ilgi gösterenler mahkûm edilmiştir. Hümanizmin babası kabul edilen Francesco Petrarca, Cola di Rienzo, Dante Alighieri, Giovanni Boccaccio dönemin önemli yazarlarındandır. Dante’nin Vita Nuova (Yeni Hayat)’sı ve Divina Komedia (İlahi Komedya)’sı Petrarca’nın soneleriyle birlikte modern İtalyan dili ve edebiyatının temelini oluşturur. Petrarca’nın öğrencisi ve arkadaşı Giovanni Boccaccio’da Hümanist çalışmaların öncüsü kabul edilir.

Ortaçağ sanatı, Hristiyanlığın etkisi altında kalmış dini nitelikli bir sanattır. Roma İmparatorluğu İ.S. 395 yılında ikiye ayrılınca, Ortaçağ sanatı da Batılı ve Doğulu Hristiyan Sanatı olarak ikiye ayrılmıştır. Ortodoks mezhebine bağlı olan Doğu Hıristiyan Sanatı, Katolik Roma’dan farklılaşarak Bizans’a özgü bir sanat anlayışı geliştirmiştir.

Yahudiliğin etkisi altındaki erken Hristiyanlık, başlarda tasviri yasakladığı için ilk resim örnekleri ancak İ.S. 3. yüzyıldaki katakomp duvarlarında görülebilmiştir. Bu dönemde dinsel olmayan tek sanat eseri Normanların İngiltere’yi istilasını anlatan 70 metre boyundaki Bayeux Halısı’dır. 6. yüzyılda İtalya’nın Ravenna kentinde yapılan Ostrogot kralı Büyük Thedoric’in anıtsal mezarı Avrupa mimarîsinin erken örneklerindendir.

Normanlar, 1066 yılında Britanya’yı işgal ettiklerinde yeni bir mimarî üslup getirmişlerdir. Bu üslup, Britanya’da Norman üslubu, kıta Avrupa’sında ise Roman üslubu (Romanesk) olarak adlandırılmıştır. Başlangıcı 1050’lere tarihlenen Romanesk mimarî üslubu, Avrupa’nın değişik yörelerini etkilemiştir. En tipik ve anıtsal örnekler daha çok Almanya, Fransa ve İngiltere’de bulunmaktadır.

Ortaçağ mimarisinin son büyük aşaması Gotik dönemdir. Başlangıcı 12. yüzyıl ortalarına tarihlenen Gotik sanat, Rönesans dönemine kadar sürmüştür. Gotik sanat denildiğinde akla gelen sivri çatı ve kuleleriyle göğe (Tanrı’ya) doğru yükselen, dev boyutlu katedral yapılarıdır. Gotik mimarinin başlangıcı Paris yakınlarındaki St. Denis Manastır Kilisesi’nin inşa edildiği 1122 yılına tarihlenir. Gotik dönemin en başarılı ve klasik örnekleri Paris ve çevresindedir. Yapımlarına 13. yüzyılda başlanan bu yapılar Lyon, Chartres, Rheims, Amiens ile Paris Notre-Dame Katedralleridir.

DOĞU ROMA (BİZANS) TARİHİ VE UYGARLIĞI (4-15. YÜZYIL)

Bizans Kavramı

Bizans terimi ilk olarak Rönesans döneminde Batı Avrupalı tarihçilerce kullanılmıştır. Bizans Dönemi’nde bu terim, yalnızca başkent Constantinopolis (İstanbul)’te doğup büyümüş kişiler için kullanılmıştır. Bizanslılar kendilerini daima Romalı olarak saymış ve devletlerini de Roma İmparatorluğu olarak tanımlayarak Roma geleneğini takip etmişlerdir.

Roma teorik olarak bir çeşit cumhuriyet idi, fakat Octavianus (Augustus)’un idareyi tek elde toplamasından sonra imparatorluk olarak gelişmiştir (İ.Ö.27); bu sistemde Bizans imparatoru sadece tanrısal desteğe bağımlı olan ama kimseye bağımlı olmayan bir otokrattır. Bu siyasi anlayış Yakın Doğu, özellikle Sasani ve Hellenistik dönem monarşilerinden etkilenmiştir. Bu eğilim, Constantinus’un selefi Diocletianus döneminde kabul edilmiştir. Hristiyan olan Constantinus’un bu siyasi anlayışı yeni dinle harmanlaması doğal bir gelişmedir. Bu anlayışa göre, Constantinus ve onun halefleri, İsa’nın yeryüzündeki vekiliydi, seçilmişti ve sadece İsa’ya karşı sorumluydu. Hristiyan Tanrı, imparatorluğun gerçek yöneticisidir. Bu anlayışı ilk kimin ortaya attığı kesin olarak bilinmemekle birlikte Constantinus ya da onun Caesarealı (Filistin Caesareası) Eusebius (İ.S.263-339) gibi danışmanlarının etkili olduğu söylenebilir.

Constantinus’un Tahta Çıkışı ve Hristiyan Olması

Constantinus da çağdaşı olan diğer politikacılar gibi taht mücadelesinde dinin yardımına başvurmakta bir sakınca görmemiştir. Galya’da, Apollo’ya ve babasının taptığı tanrı olan Sol Invictus (Yenilmez Güneş)’a taparken; Maximianus’un ailesinin tapındığı Hercules (Herkül) kültünün desteğine de başvurmuştur. Constantinus da bu tanrıların ve bunlara bağlı cemaatlerin kendisine politik mücadelesinde yardım edeceğini  düşünmüştür. İmparatorluk içinde yeniden başlayan iç çatışmalardan Constantinus galip çıkar ve bütün rakiplerini ortadan kaldırarak İ.S. 324’te Roma İmparatorluğu’nun tek imparatoru olur. Constantinus döneminde Hristiyanlığın kabulü ve imparatorluk merkezinin Roma’dan Constantinopolis’e taşınması, daha sonraki tarihi gelişmeler üzerinde önemli olaylara ortam hazırlamıştır.

Constantinus’un din değiştirmesi Batı uygarlığı için çok önemlidir. Constantinus, İ.S. 313’te Licinius ile birlikte Milano Fermanı olarak bilinen belgeyi yayınlayarak Hristiyanlara yönelik nicedir süren adli kovuşturmaya son vermiş, kiliseleri onartarak ve Hristiyan piskoposları maddi olarak desteklemiştir. Constantinus’un Hristiyanlığa geçişi Roma İmparatorluğu’nun politik anlayışına kesin şeklini vermiştir. Bu anlayış, Roma İmparatorluğu ve Tanrı Krallığına paralel ve bu ikisi üzerine temellenmiş bir oluşumdur.

Hristiyanlık, öğretilerinin mutlak doğruluğuna inanılan bir din olarak düşünce farklılıklarını sapkın (heretik) olarak

görmüştür. Dinsel sapkınlık ya da Kilise tarafından doğru kabul edilen inanca başkaldırı Bizans uygarlığının önemli özelliklerindendir.

Donatus, İ.S. 4. yüzyılın başlarında yaşayan ve çile çekerken dinî inancından vazgeçenleri Hristiyan saymayan Kuzey Afrikalı bir keşiştir. Tarihte Donatistler olarak bilinen bu grubun geliştirdiği ve Donatism olarak tanımlanan öğretiye göre, işkence altında dini reddedenlerin yeniden vaftiz olması gerekmektedir.

Donatus’un görüşleri, kilisenin yapısına dair ciddi tartışmalar doğurmuştur. Böylece en hakiki Hristiyan Kuzey Afrika katolikleri ile Donatistler karşı karşıya gelmişler ve yerel ölçekte çözemedikleri sorunda hakemlik etmesi için İ.S. 313 yılında Constantinus’a başvurmuşlardır.

Constantinus, çok açık bir şekilde dinî konulardaki anlaşmazlıklara karışmak istemiyordu. Bununla birlikte, piskoposlar, ona doğru inancı korumasının Tanrı’ya karşı yerine getirmek zorunda olduğu bir görev olduğunu söylediklerinde Constantinus bunu ciddiye almak zorunda kalmıştır.

Constantinus, ilk olarak iki tarafa çatışmayı bırakmalarını, hepsinin Hristiyan  olduğunu ve yaptıklarının  uygunsuz olduğunu söylemiştir. Bu fikri, Ortodoks (Katolik) tarafı desteklemiş, Donatistlerden kilisenin geri kalanıyla yeniden birleşmelerini istemiştir. Ancak haklı olduklarını düşünen Donatistler bunu reddetmişler, bunun üzerine askerler, birliği sağlamak için güç kullanmışlardır. Fakat bu tam bir başarı sağlamamış ve asî Donatist kilise, kuzey Afrika’nın 7. yüzyılda Araplarca fethine kadar varlığını sürdürmüştür.

Teslis; Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’tan oluşan kutsal üçlemedir. Erken Hristiyanlıkta Tanrı’nın tek olduğu düşünülse de birçok Hristiyan Teslis kavramına da inanıyordu. Bu iki düşüncenin bir türlü uzlaşamaması birçok teolojik çatışmaya neden olmuştur.

Arius, İsa’nın Tanrı’yla eşit kabul edilemeyeceğini düşünen İskenderiye’li bir keşiştir. Bu düşünce, Teslis kavramını politeizmle özdeşleştiren Hristiyanların desteğini kazanmıştır. Arius’un, Aristocu felsefeyle uyuşan bu öğretileri, Doğu’da büyük kargaşaya neden olmuştur. Constantinus, sonunda tüm piskoposları konuyu görüşmek üzere toplantıya çağırmaya ikna edilmiştir. Constantinus, konsili idari bir kurul olarak görmüş, Roma Senatosunu algıladığı gibi algılamıştır. Hristiyanlık tarihinin ilk konsili İ.S. 325’te Nikaia’da toplanmış, konsilin sonunda İsa’nın Baba ile aynı özden olduğuna karar verilmiştir. Arius, bu öğretiyi reddetmiş ve taraftarlarıyla birlikte, devlet ve kilise tarafından mahkûm edilmiştir. Arianism olarak tanımlanan öğretisi sapkın ilan edilmiştir. Fakat Arianism uzun yıllar boyunca etkili olmaya devam etmiş, süreçte yarı Ariusçu gruplar ortaya çıkarak, durum daha da karışmıştır.

Constantinus, 337’de öldü ve üç oğlu onun yerine tahta geçti. Bu da gösteriyor ki Tetrarşi idare prensibi hala işlemektedir. Constantinus’un oğullarının ölümünden sonra tahta, yeğenleri Julianus geçmiştir. (İ.S. 361-363).

Constantinus ailesinin son üyesi olan Julianus, eski dine dönerek paganismi canlandırmaya çalışmış, Hristiyanlara birçok sınırlamalar getirmiştir. Julianus, Hristiyan üst tabakaya karşı tepkili eğitimli aristokrasi sınıfınca desteklenmiştir. İran’a karşı çıktığı seferde ölümünden sonra Hristiyan Jovianus (İ.S. 363-364) başa geçmiş, onun da ölümünden sonra, imparatorluğun idaresi iki kardeşi Valens ve I. Valentinianus arasında bölünmüştür. Ariusçu Valens, Doğu’ya, Ortodoks Valentinianus ise Batı’ya egemen olmuştur. Valens ve I. Valentinianus öldükten sonra Batı tarafının başına Gratianus geçmiştir ve Theodsius’u da Doğu imparatoru seçmiştir. Gratianus’un ölümünden sonra, Theodosius, Batı Roma’nın işlerine karışmaya başladı ve ölümüne kadar Roma İmparatorluğu’na tek başına hükmetti. Bu anlamda, Theodosius, antik Roma imparatorlarının son temsilcisidir. Theodosius’un ölümünden sonra Doğu ve Batı’nın iradesi, oğulları Arcadius ve Honorius’a geçmiştir. Doğu ve Batı’nın ayrı yönetilmesi tam anlamıyla bir bölünme olmasa da imparatorluk bir daha fiilen hiçbir zaman birleşmemiştir. Böylece Doğu Roma yani Bizans İmparatorluğu ortaya çıkmıştır.

İmparator Theodosius, ortodoks doktrine inanıyordu ve İ.S. 381’de topladığı Constantinopolis konsilinde Doğu eyaletlerine yayılan Ariusçuluğu yasaklamıştır. Paganlara ve heretiklere karşı mücadele etmiş, Hristiyanlığın devlet dini olmasında tarihî rol oynamıştır. Ancak, İsa’nın insanî ve tanrısal özü arasındaki ilişki sorunu devam etmiştir.

Bizans’ın ilk imparatoru Arcadius (395-408) ile onun oğlu

II. Theodosius (408-450) dönemi Gotlar sorunu, Hun tehlikesi ve dini mücadeleler ile geçmiştir. II. Theodosius’un çocuğu olmadığı için, ölünce imparatorluğun yönetimini kız kardeşi Pulcheria’nın kocası, ordu komutanı Marcianus (450-457) devralmıştır.

I. Leon’un yerine geçen torunu II. Leon aynı yıl içinde

(474) 6 yaşında ölünce babası Zenon Bizans tahtına geçmiştir (474-491). Zenon döneminde, Odoakr 476’da Batı Roma imparatorunu tahtından indirerek kendisi başa geçmiş, böylece Batı Roma İmparatorluğu tarihe karışmıştır. Zenon’un  ölümünden sonra karısı Ariadne, Anastasius ile evlenmiş ve Anastasius imparator olmuştur. Anastasius’un erkek çocuğu olmamış ve öldüğünde I. Justinus imparator seçilmiştir (518-527). Kısmen Romalılaşmış bir asker olan I. Justinus köylü sınıfından gelmektedir.

İmparator I. Justinus’un yeğeni olan Justinianus’un dönemi (527-565), Erken Bizans Dönemi’nin altın çağı olarak tanımlanmaktadır. İlk yıllardaki belirsizliklerin yerini antik ve Hristiyan toplumun yeni bir sentezinin beraberinde getirdiği istikrar almıştır. Justinianus, totaliter rejimi aşırı uçlara taşımış, Roma papasıyla bozulan ilişkilerin düzeltilmesini sağlamıştır.

Nika İsyanı bir bakıma Justinianus’un baskıcı idaresine bir başkaldırıdır. Justinianus’un vergi tahsildarı Kapadokyalı Ioannes’in suistimalleri birçok aristokratı kızdırarak tepki toplamıştır. İsyanın doğrudan nedeni başkent hipodromundaki atlı araba yarışı takımının tutuklanarak idam edilmesidir.

Papalığın da desteğini alan, İmparator Justinianus, Barbarların eline düşen ve hukuken hâlâ Roma toprağı olan eski Roma eyaletlerini yeniden fethetmek istiyordu. Justinianus, 532’de yüksek bir meblağ ödeyerek Sasanilerle ebedî Barışı garantiledi. Komutanı Belisarius, 533’te Vandal filosunu yenmiş, 535’te Sicilya’yı ve Roma’yı ele geçirmiştir.

6. yüzyılın karakteristiği politik, ekonomik ve askerî çöküştü. Justinianus’un idaresinin aşırılıkları felaketin boyutlarını belirlemiştir. Justinianus’un ardılları II. Justinus (565-578), Tiberius Constantinus (578-582), Maurikios (582-602) ve Phokas (602-6l0)’tır.

Justinianus’un Sasaniler ile yaptığı barış II. Justinus döneminde bozulmuş, iki ordu Armenia’da savaşmıştır. Yüzyılın son çeyreğinde Avarların idaresi altında birleşen Slavlar Bizans’a saldırmaya başlamış, doğuda Sasanilere karşı savaştığından ciddi bir direniş gösteremeyen Bizans, Balkanlardaki siyasi kontrolünü kaybetmiştir. Sasaniler doğudan saldırarak Khalkedon’a kadar ilerlemişler, 619’da Antiokhia’yı (Antakya), Kudüs’ü ve Mısır’ın çoğunu fethetmişlerdir. 610 yılında Kartaca eksarhının oğlu Heracleius ayaklanmış, halkın da desteğini alarak, bir donanma ile Constantinopolis’e gelmiştir. Phokas tahtan indirilerek idam edilmiş ve Heracleius tahta çıkmıştır (610).

Heracleıus ve Tema Sistemi

Heracleius (610-641), tahta çıktığında ülke ekonomik ve malî bakımdan mahvolmuş, bir harabeye dönmüştü. Devleti bu genel çöküşten sadece bir içten yenilenme kurtarabilirdi.

Bu kritik dönemde Bizans ordu ve idare düzeni köklü değişikliğe uğramış, Thema Sistemi denilen yeni bir idari- askeri düzene geçilmiştir. Thema sözcüğü aslında ordu demektir. Anadolu themaları da eksarhlıklar gibi askerî nitelikte idari birliklerdir. Her birinin başında askeri ve sivil yetkilere sahip bir komutan (strategos) bulunurdu. Bir thema eski eyaletleri de kapsadığından, komutanlar eski valilerden de üstündür. Themalar aynı zamanda askerî birliklerin iskân bölgeleridir.

Heracleius dönemi, siyasal ve kültürel bakımdan Bizans tarihinin bir dönüm noktasıdır. Heracleius ile Geç Roma Dönemi sona ermiş ve asıl Bizans Devleti başlamıştır. Heracleius dönemine kadar devlet dili olarak kabul edilen Latince yerini Grekçe’ye bırakmış, böylece devlet batıdan koparak doğululaşmıştır. Kilisenin dili, resmi devlet dili olmuştur. Ayrıca Roma imparatorlarına verilen imparator, caesar, augustus unvanları yerini Grekçe basileos unvanına bırakmıştır. Bu dönemde kullanılan en önemli savaş tekniklerinden biri Grek Ateşi denilen suda bile yanabilen topların mancınıklar vasıtasıyla düşmana atılmasıdır. Bizanslılar bu gizli silahlarıyla yüzyıllar boyu gurur duymuşlardır.

Heracleius 641’de ölmüş, yerine oğlu III. Constantinus geçmiştir. III. Constantinus, aynı yıl içinde öldükten sonra taht, Heracleius’un ikinci karısı Martina’dan olan  oğlu Heraclonas tarafından işgal edilmiştir. Heraclonas 641 yılı sonlarında tahttan indirilerek sürgüne gönderilmiş ve III. Constantinus’un küçük yaştaki oğlu II. Constans imparator ilan edilmiştir. II. Constans 668’de öldürülmüş ve yerine oğlu IV. Constantinos (668-685) geçmiştir. Bundan sonra sırasıyla,  II.  Justinianus  (685-695,  705-711),  Leontios

(695-698),    II.    Tiberius    (698-705),    II.    Justinianus

Rhinometos    (705-711),    Philippikus    (711-713),    II.

Anastasius (713-715) ve III. Theodosius (715- 717) tahta geçmişlerdir.

III. Leon Dönemi ve İkonoklasm  (Tasvir Kırıcılık)

III. Leon (711-741), Bizans tahtına geçtikten sonra, iç karışıklıklara son vererek devleti güçlü bir askerî ve siyasî temele oturtmuştur. İmparatorluğun tarihinde yeni bir dönem başlamıştır.

III. Leon dönemindeki, Ecloga olarak bilinen kanun derlemesi ve ikonoklasm politikası çok önemlidir. Ecloga 726’da yürürlüğe girmiştir ve ceza hükümleri oldukça serttir.

III. Leon 726 yılında çıkardığı bir emirle Aziz ve Meryem tasvirlerini tahrip etme (İkonokalsm) hareketini başlatmıştır. Sarayının kapısında asılı olan İsa tasvirinin indirilmesini ve yerine bir haçın asılmasını emretmiştir. Bu olay, Constantinopolis’te ve Batı dünyasında büyük muhalefete yol açmıştır. Papalık, 726’da Bizans’ın ikonoklast politikasını reddetmiştir.

III. Leon 741’de öldükten sonra oğlu V. Constantinus, imparator olmuştur.

751’de Ravenna eksarhlığı ortadan kalkmıştır. Papa II. Stephen, Frank saray nazırı Kısa Pepin’in şahsında başka bir hâmî bulmuştur. Bizans yönetimi 754’teki Nikaia konsiliyle ikonast teolojiyi savunmuştur. Büyük Karl, Papalığı tehdit eden Lombardları etkisiz hale getirince Bizans’ın başaramadığı bir görevi başarmıştır. Bundan sonra Roma kilisesi Frank devletinin güdümüne girmiş, bozulan ilişkiler imparatoriçe Irene’nin 787’de Nikaia konsiliyle ikonaları serbest bırakmasıyla bile düzelmemiştir. Papa III. Leo, 25 Aralık 800’de Karl’a başına imparatorluk tacı giydirince doğuyla ilişkileri daha da zora girmiş, Doğu ile Batı’nın dinî ayrılığı siyasî boyuta da taşınmıştır. Hristiyan evreni birbirinden dil, kültür, din ve siyasî bakımdan ayrılmıştır. Irene (802) de yüksek bürokratların darbesiyle tahttan indirilmiş, yerine maliyenin başında yer alan bürokrat Nikephoros çıkarılmıştır.

I. Nikephoros (802-811) ekonomik durumu ve bozulan maliyeyi düzeltmeyi görev bilmiştir. Irene zamanının vergi indirimlerini kaldırmış, vergileri yükselterek, tebaayı yeniden vergilendirmiştir. Irene’nin Abbasi halifesine ödemekte olduğu yıllık vergiyi kesmiş fakat Halife Harun’ur-Reşid’in komutasındaki ordunun 806 yılında Anadolu’ya girmesiyle, daha ağır koşullarda barış yapmak zorunda kalmıştır. I. Nikephoros, Bulgarlarla savaşırken ölmüştür (811).

Yerine oğlu Staurakios geçmiş, ancak imparatorluğu bir kaç ay devam etmiştir. Sonrasında sırasıyla, Staurakios’un kızı ile evli olan I. Mihail Rhangabe (811-813), General (Ermeni) Leon (V. Leon) (813-820), V. Leon’u bir suikastla öldüren Mihail (II.Mihail) (820-829), II. Mihail’in oğlu Theophilos (829-842), Theophilos’un oğlu

III. Mihail (reşit oluncaya kadar annesi Theodora) imparator olmuştur. III. Mihail, gözdesi Makedonyalı Basilios’u 866’da evlat edinmiş, 867’de Basilios, Mihail’i öldürterek, iktidarı ele geçirmiştir. Basilios, Makedonya Hanedanını  kurmuştur.

Makedonya Hanedanı Dönemi (867-1056)

Makedonya Hanedanı ile birlikte Bizans’ta yeni bir refah dönemi başlamıştır. Bizans imparatorluğu diğer uluslarının örnek, ilham ve destek aldığı itibarlı bir noktaya yükselmiştir. I. Basilios (867-886), Araplara karşı bir dizi askerî operasyon başlatmış, o sırada, iç bölünmeler ve isyanlar hilafeti zayıf düşürmüştür. I. Basilios, bundan faydalanarak, 870’ten sonra ordularını doğuya göndermiştir. İmparatorluk kuzeydoğu, doğu, güneydoğu yönlerinde genişlemiştir. Kısmen Sicilya’ya hâkim olan Araplar, Güney İtalya şehirlerini ve Malta’yı ele geçirmişti. Bizans orduları İtalya’da yeni üsler ele geçirerek Bizans’ın Akdeniz’deki gücünü perçinlemiştir.

Basilios, bir av kazasında ölünce oğlu VI. Leon 29 Ağustos 886’da imparator olmuştur. Leon’dan sonra taht önce kardeşi ortak imparator Alexandros’un eline geçmiştir (912-913). Onun ölümünden sonra VI. Leon’un çocuk yaştaki oğlu VII. Constantinus Porfirogennitos (911-959) imparator olmuştur. Annesi Zoe (913-919) ve kızını Constantinus ile evlendiren amiral Romanos Lekapinos (919-944) idareyi ele almıştır. VII. Constantinus Porfirogennitos öldüğünde (959) Bizans Devleti Hristiyanlığın lideriydi.

VII. Constantinus’dan sonra, Theodora’nın ölümüne kadarki süreçte Makedona hanedanı dönemi devam etmiştir. VI. Mihail Stratiotikos’un tahta geçmesiyle (1056-1057) Makedona hanedanı dönemi sona ermiştir.

Komnesos Hanedanı Dönemi (1081-1185)

Komnenos Hanedanı Dönemi Aleksios Komnenos’un tahta çıkmasıyla başlamıştır. Aleksios Komnenos, başa geçtiğinde imparatorluk kötü yönetim  yüzünden dağılmaya başlamıştı. Peçenekler, Selçuklu Türkleri ve Normanlar saldırıya hazırdı. Yeni imparator masraflı savaş finansmanını  sağlayıp  çok  cepheli  savaştan  kaçınmak zorundaydı. Kiliselerdeki altın ve gümüş eşya zorla ödünç alınıp ergitilerek altın ve gümüş para bastırılmıştır.

Haziran 1081’de, İznik sultanı Süleyman ile bir barış yapılmıştır. Ayrıca 1081’de Venedik, ticarî kapitülasyonlar karşılığında denizden Bizans’a yardım etmeyi kabul etmiştir.

Kamnesos Hanedanlığı I. Manuel’in halefi, on iki yaşındaki oğlu II. Aleksios Komnenos’un ölümüne kadar sürmüştür.

Bizans imparatorları, Komnenos döneminden sonra tehditlerle başa çıkamamışlardır. Mevcut kargaşa içinde malikâne sahibi soylular, taht için savaşıyorlardı. 1203’teki IV. Haçlı seferinden sonraki dönemde ülke bu sınıfın lehinde parçalanmıştır. 14. yüzyılda bu ayrıcalıklı sınıfın iktidar ve zenginliği halkın tepkisine ve sosyal kargaşaya neden olmuş, zayıflayan imparatorluğun dağılması  hızlanmıştır.

Başkent halkı 1185’te aristokratların desteğiyle isyan etmiştir. Genel hoşnutsuzluk yeni taht kavgaları çıkarmıştır. V. Aleksios tahta çıktığında, Latinlere kafa tutunca başkent Latinlerce istila edilmiş, kent ve çevresinde bir Latin devleti kurulmuştur.

Palaiologos Hanedanı Dönemi ve Çöküş (1261- 1453)

Palaiologos Hanedanı Dönemi, edebiyat ve sanatın yükselişi yanında, içerde ve dışarda savaşlarla dolu son bir çırpınışın hikâyesidir. VIII. Mihail Palaiologos (1261- 1282), boyutları iyice ufalmış yeni bir devlet kurmuştur. Devlet arazisi, Anadolu’nun kuzeybatısı, Trakya, Makedonya’nın bir bölümü, Thessaloniki ve kuzey Ege adalarıyla Çanakkale ve Karadeniz Boğazları ile sınırlanmıştır.

Bizans Uygarlığı ve Sanatı

4.         yüzyıldan 15. yüzyıla kadar, Doğu Hristiyanlığının kutbu olan Bizans kültürü ve uygarlığı, imparatorluğun başkentinin Byzantion’a taşınmasıyla birlikte zengin ve köklü Ön Asya ve Anadolu kültürlerinden etkilenmiştir. Bizans sanatı ise, büyük ölçüde Roma ve Yunan sanatı ile ilişkili bir sanattır. Ancak bu sanat Hristiyanlığın hizmetinde olmuş ve bu dinin beğeni ve tercihlerinin izlerini taşımıştır.

Bizans imparatorluğu, fiilen ve hukuken bütün iktidarın kaynağı ve odağı imparator olan monarşik bir idari yapıya sahiptir. İmparatorun Tanrı’nın iradesiyle bu makama seçilmiş bir kişi olduğuna inanılırdı. İmparator kilisenin koruyucusu ve ortodoksluğun savunucusuydu.

İmparatorlukta idari örgüt, merkez ve eyaletler olmak üzere ikiye ayrılmıştır.

Adalet örgütünün başı imparatordu ve yalnız onun adına adalet dağıtılabilirdi. 14. yüzyılın başlarına kadar en yüksek mahkeme imparatorun başkanlık ettiği mahkemeydi. Üyeleri yüksek memurlardan seçilirdi.

Bizans edebiyatı, ilk zamanlar Antik edebiyatın devamı niteliğindedir. Hıristiyanlığın devlet dini olarak kabul edilmesinden sonra bile eski pagan edebiyat devam etmiştir. Ancak Hristiyan düşüncesi hemen sonra edebiyatta da ağırlığını hissettirmiştir. Şeklen eskiye bağlı kalınsa da ruhen Hristiyan bir edebiyattır.

Çoğunlukla erkek çocukların okula gönderildiği Bizans İmparatorluğu’nda eğitim yaygın değildir. Sivil, asker, din görevlileri ile büyük toprak sahipleri ve zengin tüccarların çocuklarının tercih edildiği ortaöğretimde antik Yunan yazarlarının metinleri okutuluyordu. Studion Manastırı’nda toplanan bilginler Hıristiyanlık ile ilgili doktrinlerle öğrenci yetiştirerek Magnura okuluna taban tabana zıt görüşte eğitim vermişlerdir.

Constantinopolis’in yeni başkent olmasından sonra imparatorluğun çeşitli bölgelerinden, özellikle  Atina, Mısır ve Suriye’den gelen bilginler başkenti bir bilim merkezi haline getirmişlerdi.

Bizans sanatı, Doğu Akdeniz çevresinde yer alan toplulukların, Hristiyan inancı içinde meydana getirdikleri bir sanattır ve ana kaynağı Anadolu topraklarıdır.

Bizans dönemi sanatı, birbirinden farklı özellikleri olan

•          Erken Bizans Dönemi Sanatı,

•          İkonoklasm Dönemi Sanatı,

•          Orta Bizans Dönemi Sanatı,

•          Son Dönem Bizans Sanatı

•          olarak dörde ayrılmaktadır.

Bizans mimarisi, 4. ve 5. yüzyıllarda Hellen ve Roma kültürünün yeni bir yorumu olarak Anadolu’da doğmuş ve Constantinopolis’te gelişmiştir. Bizans mimarisi, ilk olarak Arap mimarisinden etkilenmiş ve onu yorumlayarak kendi amaçlarına uydurmuştur. Doğu mimarlığının etkisi altında gelişen Bizans mimarisi, bir tuğla mimarisidir. Ayrıca malzeme olarak taş, bazen taş ve tuğla birlikte kullanılmıştır.

İSLAM TARİHİ VE UYGARLIĞI

İslamiyet’ten Önce Arabistan

Bu başlık altında incelenecek dönem, Arap Yarımadasında Cahiliye Devri olarak isimlendirilen 4. ve 6. yüzyıl arasını kapsayan zaman dilimidir. Liderliğini Şeyh ve Seyyid denen önderlerin yaptığı göçebe Bedevî grupların yoksulluk içinde geçirdiği bu dönemde, kervan ticaretinin ve yağmacılığın yaygınlaştığı gözlenmiştir. Lât, Menât, Uzza ve Hübel adlı tanrılarını yanlarında taşıma alışkanlığında olan göçebe gruplar dışında Hanif Dini denen “İbrahim Milletinin Dini” de iz bırakmış önemli inanç gruplarını barındırmıştır. Günümüz İslam anlayışında da yer alan Hacca gitmek, sünnet olmak gibi dini gerekler o devirde de yaygın olarak benimsenmişti.

Cahiliye Devri olarak da bilinen bu devir İslamiyet öncesi Arap yarımadasındaki puta tapma inancının yaygın olduğu bir dönemdir. Bu dönemde insan ya da varlıkları Allah’a eş olarak görme anlamına gelen şirkin yaygın olduğunu söylemek mümkündür.

İslamiyet’in Ortaya Çıkışı

İslamiyet’in Arap yarımadasında ortaya çıkışı Haşimoğulları’ndan Hz. Muhammed’in 20 Nisan 571 yılında doğumundan yıllar sonra ancak kendisine peygamberlik bahşedildiği dönemde söz konusu olmuştur. O halde bu devri incelemeden evvel kendisinin yaşamına kısaca değinmek doğru olacaktır.

Hz. Muhammed

Miladî 20 Nisan 571’de Mekke’de Hâşim mahallesinde doğmuştur. Babası, Mekke’nin ileri gelenlerinden Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah, annesi ise Veheb kızı Âmine’dir. Dedesi Abdülmuttalib’in mensup olduğu Hâşimî soyu Mekke’nin önde gelen ailelerindendir. Yaptığı bir ticaret seferinde Hz. Muhammed’in Kureyş’in güçlü ailelerinden birine mensup Hatice Hanım ile evlenmesine vesile olmuştur. Hz. Muhammed’in o zamana dek sıkıntı içinde geçen hayatının refah dönemi evliliğinden sonra başlamıştır. Hz. Hatice ile olan evliliğinden 4 kız 2 erkek olmak üzere 6 çocuğu olmuştur. Ancak oğulları vefat etmiştir.

Hira Dağı’na sıkça çekilip yalnız kalmayı tercih ettiği 40. yaşına doğru Cebrail’in ilk emri olan “Oku” ile ilk vahiy kendisine ulaşmıştır. Kur’an-ı Kerim tamamlanıncaya dek öncelikle yakın çevresinden ve sonrasında etrafındakilerden kendisine katılarak Müslüman olan pek çok insan Mekke ileri gelenlerini öfkelendirmiştir. Bir kısım Müslüman Habeşistan’a bir kısım ise Mekke’den Medine’ye göç ederek baskılardan kurtulmaya çalışmıştır.

Hicret, Müslümanların ve Hz Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göç etmesi, Hz. Muhammed’i dini yaymaya çalışan bir elçi durumundan siyasî, askerî ve sosyal bir önder halini getirmiştir. Kendisi ile beraber göç eden Müslümanlara muhacirun, Medine’de kendilerine yardım eden Medineli yerli Müslüman gruplara ise Ensar ismi verilmiştir.

Hz. Muhammed Döneminde Yapılan Savaşlar ve Hudeybiye  Antlaşması

Hz.   Muhammed   döneminde   yaşanan   siyasî   olaylar

şunlardır:

•          Bedir Savaşı (624): Hicret’in ikinci yılında Mekkeliler, Ebû Süfyan’ın başkanlığında çok büyük bir ticaret kervanı hazırlamışlardı. Kureyşliler, bu kervanın, Suriye’den dönüşünde, Müslümanlar tarafından yağma edileceğinden endişe etmişler ve Ebû Cehil’in kumandasında yaklaşık 950 kişilik bir kuvveti, kervanı korumak üzere harekete geçirmişlerdi. Kervan, hiçbir hücuma maruz kalmadan Mekke’ye ulaştığı halde, Kureyş ordusu geri dönmedi. Durumdan haberdar olan Hz. Muhammed, yaklaşık 300 kişilik bir orduyla onlara karşı koymaya karar verdi. Bedir’deki savaş, Müslümanların galibiyetiyle  sonuçlandı.

•          Uhud Savaşı (625): Bedir yenilgisini sindirmekte zorlanan Mekkeliler 3000 kişilik bir ordu ile Medine’ye yürümüş, şehrin savunmasını içerde mi   yoksa dışarda mı yapmak gerekeceği konusunda yaşanan fikir ayrılığından dolayı Müslümanlar yenilmiş; başta Hz. Hamza olmak üzere pek çok kıymetli kişi şehit düşmüştür.

•          Hendek Savaşı (627): Müslümanların Kureyşliler tarafından saldırıya uğradığı bir başka savaş da Hendek savaşıdır.  İsmini yapılan kuşatmaya direnirken şehrin etrafına kazılan hendeklerden almıştır. Selman-ı Farisi’nin önerisi ile kazılan hendeklerin yarattığı şaşkınlık ve biten erzak 20 gün süren savaşı Müslümanların kazanmasıyla sonuçlanmıştır.

•          Hudeybiye Antlaşması (628): Hicretin 6. yılında Hz. Peygamber 1000’i aşkın sayıda Müslümanı da yanına alarak Mekke’ye doğru yola çıkmıştır. Mekke ileri gelenleri yeni bir savaş olması ihtimalinden kaçınmak için Mekke yakınındaki Hudeybiye’de bir araya gelerek görüşmek istemiştir. Anlaşmada Mekkelilerin Müslümanlar ile eşitliği onanmış, 10 sene boyunca da Hac seferinde bulunma ve konaklayabilme imtiyazı sağlanmıştır.

İslamiyet’in Yeni Gelişme Dönemi

Hubeydiye Barışı etraftaki komşu kabilelerle iletişime geçilmesi için bir zemin olmuştur. Farklı milliyetten insanlarla yaşanan siyasî ve sosyal problemler gerek konuşarak gerekse savaşarak çözümlenmiştir. Hayber’in alınması ile Yahudiler ile yaşanan sıkıntıların neticelenmesi gibi.

(Hayber: Şam ticaret yolu üzerinde hurma bahçeleri ve verimli toprakları bulunan, büyük ve küçük kalelerden oluşan bir bölgedir.)

Mekke’yi ele geçirerek Kâbe’yi putlardan arındırmak isteyen    Hz    Muhammed    630    yılı    Ocak    ayında beraberindeki İslam ordusu ile kan dökmeden Mekke’yi teslim almıştır. Hz Muhammed’in vefatından önce yaptığı son sefer 630 yılındaki Tebük Seferi olmuştur. Sefer savaştan ziyade kuzey sınırların güvenliğini sağlamak için yapılan bir dizi antlaşma ile neticelenen bir girişimdir.

622-630 seneleri arası Hac görevini yerine getiremeyen Hz. Muhammed’in 632’de son kez Hac yapacağı duyurulmuş ve bu, insanlığa gelen son peygamberin yaptığı son hac olmuştur. Hz. Muhammed 8 Haziran 632 yılında vefat etmiştir.

Dört Halife Dönemi (632-661)

Halifelik kurumu İslam dünyasının en önemli siyasî ve dinî makamıdır.

Hz. Ebubekir Dönemi 632-634: Peygamber’in vefatı, sağlanan düzenin bozulmasını tehdit etmeye başlayınca yönetime geçecek birinin arayışı başlamıştır. Önemli grupların önde gelenleri veya Peygamber’in ailesine yakın olanlar, akrabaları bu konuda aday olarak düşünülenleri arttırıyordu. Bu karışık ortamda ilk Müslümanlardan olan ve Peygamber’e yakınlığı ile bilinen Hz. Ebubekir halife seçilmiştir.

Peygamber’in yokluğu Ridde denilen dinden dönme hareketi için ortam yaratmıştı, yerine gelen halefi Ebubekir’in ilk icraatları bu eğilimi ve yalancı peygamber meselesini sonlandırmak olmuştur. 633 yılında yalancı peygamber Müseylime’ye karşı kazanılan zaferle, Medine’de hâkimiyet alanının genişlemiş ve bu sayede İslam fetih hareketi başlamıştır. Irak, Mısır ve Suriye de Hz. Ebubekir’in döneminde alınmıştır.

Hz. Peygamber zamanında, vahiy kâtipleri tarafından kâğıt parçaları, kürek kemikleri, deri  üzerine yazılarak ezberlenen Kur’an, Vahiy kâtiplerinden Zeyd b. Sâbit başkanlığındaki bir heyet tarafından Hz. Ebûbekir döneminde kitap (Mushaf) haline getirilmiştir.

Hz. Ömer Dönemi 634-644: Hz. Ebubekir’in ölümünün ardından Ashabdan (yani Peygamber’i görmüş onu tanımış kişiler) oluşan bir heyet tarafından seçilerek başa geçmiştir. Suriye, Filistin, Mısır, Kudüs, İskenderiye ve Kuzey Afrika da fetihleri olmuştur. Sınırlar Kafkaslar’dan Azerbaycan’a, İran’a dek genişlemiştir. Kâdisiye Savaşı’nda (635), İranlılar yenilmiş ve Müslümanlara İran’ın kapıları açılmıştır. Halid bin Velid, Ebu Ubeyde ve Amr bin As gibi komutanlar onun döneminin komutanlarıdır. 642 yılında yapılan Nihavend Savaşı’yla İran ordusu tamamen yenilmiştir. Bun savaştan dokuz sene sonra Sasanî Devleti yıkılmıştır. Hz. Ömer ise Kasım 644’te İranlı bir köle olan Ebû Lülü tarafından hançerlenerek  öldürülmüştür.

Hz.    Osman    Dönemi    644-656:   Hz.      Ömer,  ölüm döşeğindeyken Ashab’dan altı kişilik bir şûra atayarak, aralarından birinin halife seçilmesini istemiştir. Şûra da 644 yılında Hz. Osman’ı halife olarak belirlemiştir. Hem fetihler tüm hızı ile devam ettirilmiş hem de bu dönemde

Kur’an’ın değişik biçimde okunmasından ortaya çıkan ihtilafın çözülmesi için Hz. Ebûbekir devrinde mushaf haline getirilen nüshadan istinsah (kopya) yapılmıştır.

Hz. Osman halifeliği süresince kendi akrabalarına yakınlık göstermiş başta Muaviye olmak üzere Emevî soyundan olan valiler büyük arazi sahibi olmuşlardı. Bütün bunlar, halkı devlet idaresinden soğutmuş ve her tarafta genel bir hoşnutsuzluk yaratmıştı. 656 yılında memnuniyetsizliklerini ifade etmek için Mısır’dan Medine’ye gelmiş olan bir grup, halifenin evini basarak onu ağır şekilde yaraladılar. Bu olayın ardından Hz. Osman hayatını kaybetti. Hz. Osman’ın öldürülmesi, İslam tarihinde bir dönüm noktası olup İslam’da birliğin ifadesi olan halifelik kurumunun dinî itibarı zedelenmiştir.

Hz. Ali Dönemi 565-661: Hz. Osman’ın katli İslam tarihinde benzer olayların başladığı  bir milat  kabul edilebilir. Bu gerilimli dönemin de bir uzantısı olarak seçilen yeni halifeye sadakat ve bağlılık göstermekte isteksizlik yaşanmıştır. Zaten yoğun olan gruplaşma halkın daha da ayrışmasına sebep olmuştur. O dönem itibariyle Müslümanlar;

•          Muaviye liderliğindeki Emevîler,

•          Hz.   Ayşe’nin etrafında   birleşen      Talha   ve Zübeyr’in de dâhil olduğu Medine grubu,

•          Allah’ın emri ve Peygamberin sünnetine sıkı sıkı bağlı yaşamayı tercih eden dindar grubu

•          Hz. Ali ve onun taraftarları olarak bölünmüş haldeydi.

Hz. Ali her ne kadar farklı grupları kendi yanına çekmeye çalışmışsa da başarılı olamamış, o zamana dek İslam devletinin siyasî merkezi durumundaki Medine halife buradan ayrılmaya karar verdikten sonra bu konumunu kaybetmiştir. Yine bu dönemde ilk defa iki Müslüman ordusu birbirine karşı savaşmıştır. Hz. Ayşe’nin bindiği deve etrafında gerçekleşen savaştan hareketle 656 yılında Cemel Vakası adını alan bu savaş Medine’den sonra Küfeyi siyasî merkez haline getirmiştir.

Hz. Ali zamanında Hz. Osman’ın katlinden onu sorumlu tutan Emevîler ile yaşanan gerilim sebebiyle kan davası halini alan gelişmeler yine iki orduyu 657 de Sıffin yakınlarında karşı karşıya getirmiş, Hakem Olayı adıyla bilinen ve çözümü için Kuran hükümlerine bakılması kararlaştırılan bir savaşla sonuçlanmıştır. Hakemler, Hz. Ali ve Muaviye’nin halife olmaktan azledilerek, halkın oylarıyla yeni bir halife seçilmesini kararlaştırmışlardır. Fakat durum değişmiş, Muaviye’nin hakemi Amr b. As, Hz. Ali’nin hakemi Ebû Musa el-Eşarî’nin kararı uyarınca azledilen halifenin yerine kendi adayını tayin ettiğini ifade etmiştir. Bu olayın ardından Hz. Ali, Suriye üzerine bir sefer daha yapmaya karar vermiştir. Sefer hazırlıkları devam ederken Ocak 661’de, İbn Mülcem isimli bir Hâricî tarafından Kûfe camiinde namaz sırasında öldürülmüştür. Bunun ardından oğlu Hasan’ın halifelik hakkını Muaviye’ye devretmesi sonucu halifelik Emevî soyundan devam etmeye başlamıştır. Bu dönemden itibaren onların halifeliği tüm İslam dünyasında kabul görmüştür.

Emevîler Dönemi (661-750)

Dört Halife döneminden sonra Muaviye b. Ebû Süfyan, Emevîler’i biraraya toplayarak Emevî Devleti’ni kurmuştur. Muaviye’den itibaren halifelik, babadan oğula geçen bir kurum olarak devam etmiştir. Muaviye’nin oğlu Yezid’in halife olması ve Emevîler’in yürütmüı olduğu siyaset, Suriye yönetimine duyulan öfkeyi arttırmış ve Hz. Peygamber’in torunu, Hz. Ali’nin küçük oğlu Hz. Hüseyin’in etrafında, Emevî hilafetine muhalif bir hareketin doğmasına sebep olmuştur. 680 yılında Hz. Hüseyin ve taraftarları, Şam yönetimine son vermek amacıyla harekete geçtiler. Ancak, Hz. Hüseyin  ve ailesinden birçok kişi Emevîler tarafından Kerbelâ’da katledildi. Kerbelâ Olayı olarak anılan bu hadise, Emevî iktidarına karşı muhalefeti güçlendirmekle kalmayıp muhalefetin Hz. Ali ailesi etrafında toplanmasına sebep olmuştur. Nitekim, Hz. Hüseyin’in  Kerbelâ’da şehit edilmesinin ardından, İran, Mekke ve Medine’de isyanlar çıkmıştır.

Emevîler döneminde, Kuzey Afrika, Anadolu ve Türkistan yönünde önemli fetihler yapılmış, İspanya’nın büyük bir kısmı fethedilmiş ve ayrıca İstanbul üzerine bir ordu gönderilerek şehir kuşatılmış ancak başları elde edilememiştir. Son Emevî halifesi Mervân döneminde tam bir çöküş yaşanmıştır.

Endülüs Emevî Devleti (756-1031)

Arap etkisi öncesi Hristiyanlığı yaşamakta olan İspanyollar, Müslüman istilasından sonra İslam dinini kabul etmiştir. Bölgeye göç olanağı bulan Berberiler, Araplar ve Suriyeliler zamanla halk içinde baskın konuma gelmiştir. Suriyelilerin güçlenmesi Emevî hanedanından Abdurrahman b. Muaviye’yi harekete geçirmiş; 756 da Endülüs Emevî Devletini kurmasını sağlamıştır. Devlet varlık süresi boyunca Hristiyanlık ve Müslümanlık çekişmesine ev sahipliği yapmıştır. Sık sık yaşanan iç isyanlar ülkeyi zayıf düşürerek ülkenin dış saldırılara karşı olan direncini de azaltmıştır.

Devletin bilim adamları, sanatçı ve yazarlarca beslenmiş olduğu barış ve huzur dönemi Kurtuba’nın bilim ve sanat merkezi olan bir başkente dönüşmesini sağlamıştır. Huzur yılları dışında Arap, Hristiyan ve Müslüman İspanyollar’ın oluşturduğu kozmopolit yapı, zaman içinde çatışmalara sebep olarak çöküşe zemin oluşturmuştur. Küçük beyliklere bölündükten sonra hükümdarın beklediği ilgi ve saygınlığı kaybetmesi ve zamanla hilafetin de geçerliliğini yitirmesi ile devletin varlığı son bulmuştur.

Abbasîler Dönemi (750-1258)

İranlı bir köle olan Ebû Müslim, Horasan’ın her tarafında Abbasîler’in faaliyetlerini ve bunların Peygamber ailesine olan yakınlığını belirterek Emevîler’in zulmünü vurgulamış, halkı ayaklanmak için cesaretlendirmiştir. Ebû   Müslim’in   propagandası,   kısa   sürede   etkisini göstermiştir. Hareketin lideri Ebû’l Abbas (749-754) halife ilan edilmiştir. Hârûn Reşîd’in, yaklaşık 23 yıl süren halifeliği, Abbasî Devleti’nin en parlak dönemi olarak görülmekle birlikte çöküşün ilk izlerine de bu  devirde rastlanmıştır. Abbasî Devleti’nin en güçlü dönemi, kuruluştan itibaren 120 yıl kadar sürmüş, ardından toprak kayıpları başlamıştır. Abbasî Devleti, 1258 yılında Moğol hükümdarı Hülâgû tarafından yıkılmıştır.

İslam Kültür ve Uygarlığı

İslamiyet’in yayılması ile birlikte Arapça, ortak bir iletişim aracı haline gelmiş ve kısa süre içinde özellikle şiir alanında, önemli çalışmalar yapılmıştır. Ayrıca, Hz. Peygamber’in hayatının incelenmesiyle başlayan çalışmalar sayesinde, ciddî bir tarih birikimi meydana gelmiştir.

İslam dünyasındaki bilim ve felsefenin gelişiminde, eski Yunanca’dan yapılan çeviriler önemli olmuş ve Emevî dönemindeki ilk çalışmaların ardından Abbasî Hilâfeti devrinde de astronomi, fizik, matematik ve diğer konularda önemli sayılarda çeviriler yapılmıştır. Tıp başta olmak üzere matematik, astronomi, fizik ve diğer alanlarda, Râzî, İbn Sînâ, Bîrûnî, Harizmî ve Ebû Mâşer gibi önemli isimler yetişmiştir. Aristo’nun eserlerinin Arapça’ya çevrilmesi ile İslam dünyasında zengin bir felsefe geleneği oluşmuş ve Kindî, Fârâbî, Gazâlî, ve İbn Rüşd gibi büyük filozoflar ortaya çıkmıştır.

Abbasî halifeleri Mehdî, Hâdî ve Hârûn Reşîd döneminde, bilhassa müzik alanında parlak çalışmalar yapılmıştır. Yine Samarra’da cam ve seramik, Kûfe’de kitap ciltleme ve süsleme sanatları gelişmiştir. Ayrıca, İbn Mukla gibi meşhur hattatlar da yetişmiştir.

Şam’da yaptırılan Emevî Camii, Kudüs’teki Mescidü’l- Aksa ve Kubbetü’s-Sahra ile yine Şam’daki Büyük Câmii Emevî döneminin önemli eserlerindendir. Ayrıca, Kusayr- ı Amra, Kasrü’l-Hayri’l-Garbî, Mışatta gibi pek çok saray da inşa edilmifltir. Endülüs Emevî Devleti döneminde yaptırılan Kurtuba’daki Büyük Câmii ve Gırnata (Granada)’da bulunan Elhamra Sarayı da eşsiz mimarî örnekleridir. Abbasîler devrinde, İslam mimarisinin daha ince bir zevke ulaştığı söylenebilir. Samarra’daki Büyük Câmii ile Ebû Dulef Câmii örnek olarak gösterilebilir. Damgan flehrinde yaptırılan Târı Hâne Câmii de Abbasî döneminin önemli eserleri arasında yer alır. Câmilerin yanı sıra Ukhaydir ve Cevsâku’l-Hakani gibi önemli saraylar da yaptırılmıştır. Ayrıca, Ribat adı verilen askerî yapılar da inşa edilmifltir. Mısır’da 250 yıldan fazla egemenlik süren Fatımîler de İslam mimarisine, Kahire’deki Mehdiye, El-Ezher, El-Hâkim gibi câmileri miras bırakmışlardır.

YENİÇAĞ’DA AVRUPA VE OSMANLI (15-17. YÜZYIL)

Yeniçağ’da Batı Avrupa’da Yaşanan Ekonomik ve Sosyal Değişim

Ortaçağ’da üretim malikânelerde o malikânenin ihtiyacı kadar yapılıyordu. Dolayısıyla Ortaçağ’da içine kapalı bir üretim yapısı vardı.

Feodal toplum yapısı içinde ayrıcalıklı sınıfları oluşturan aristokratlar ve ruhbanlar, feodal üretim biçiminin devamından yanaydılar. Çünkü ayrıcalıklı ve avantajlı konumlarını sürdürmeleri buna bağlıydı.

Beslenmesi gereken çiftçi, tarım geçimli serf sınıfı çoğaldıkça bunların sınır dışı edilmesi kalıcı bir çözüm aranır ve bunun için 200 yıl sürecek Haçlı Seferlerine katılmaları teşvik edilir (1095).

Haçlı seferleri ruhban sınıfınca dinî idealleri öne sürülerek alt sınıfın Müslüman topraklara (Kudüs, Urfa, Antakya ve Suriye gibi) yollanması olarak özetlenebilir.

Haçlıların ve şövalyelerin ticarete olan ilgisi, karayolu yerine denizyolunun tercih edilmesi, burjuva (Yeniçağ Avrupası’nda önemli bir yere sahip sonradan burjuvalığı elde edip daha sonra siyasal yapıda hak arayışlarına giren grup) denilen kent soylularının ticareti yürüten şehirli tüccar sınıfını oluşturmaları, aristokratlar gibi sahip oldukları toprak ile sınırlanan bir servet değil alım satım üzerinden yürütülen sınırsız bir para döngüsü yaratmaları ticaretin gelişmesini de sağlamıştır.

Asillerin soyundan gelen zenginliğin yerini kazanılmış ticari zenginliğe bırakması soyluları endişelendirdi. Üstelik soylular için çalışan köle ve köylüler azaldı. Topraklarının işlenmesi para ile işçi çalıştırmak gereğini doğurdu. Bunu sağlayamayanlar toprakları çayır gibi doğal hali ile kullanmayı tercih etti. Bu tercih hayvan otlağına dönüşen bu mekânlara bağlı küçükbaş hayvan yetiştiriciliğinin temellerini attı.

Küçükbaş hayvan üretimine bağlı yün ve iplik üretimi, buna bağlı dokumacılık ilerledi. Dokuma ürünlerini satan tüccarlar daha da zenginleşti. Dokuma kumaşlara artan talep yakın ve uzak pazarlarda ilgiyi tetikledi. Talebe cevap vermek için imalathaneler seri üretime geçmek zorunda kaldı. Kısa sürede ucuz ve çok sayıda ürün elde edilebilir hale geldi. Kendi dükkânlarında çalışan dükkân sahibi zanaatkârlar sektörün hızına yetişemeyerek iflas etti. İmalathanelerde işçi olarak bilgi ve emeklerini satmak zorunda kaldılar.

Toprak çiftçiliği ve hayvancılık dışında bilgi ve tecrübesi olmayan köylüler feodal yapı çökünce imalathanelerde çalışmaktan başka yol bulamadılar. Böylece sistem işçi sınıfına yeni katılımcılar yaratmış oldu.

Yeniçağ’da Batı Avrupa’da ortaya çıkan, üretici güçlerin üretim araçlarından ayrılığı esasına dayanan, sermaye sahibi girişimci bir sınıf ile işçi sınıfının ekonomik ilişkisine dayalı sisteme kapitalizm denir.

a.         Kapitalizm feodal sistemin çökmesi sonucu onun içinden onun yarattığı zeminde doğmuştur.

b.         Kendin yetiştir, kendin ye sisteminden -kapalı üretim sisteminden- dışa açık ticaret sistemine geçiştir.

c.         Sistemin imalathaneleri fabrikalara dönüştükçe yeni hammadde ve bunları işleyecek iş gücüne ihtiyaç arttı.

d.         Bu  coğrafi  keşifleri  başlatan  bir  adım  oldu.

Hammadde, işgücü ve değerli mallar ile beslenen sistem daha da gelişti.

e.         Sömürgecilik ortaya çıktı.

Afrika, Asya ve Avrupa Kıtasından ibaret olan dünya keşifler nedeniyle büyüdü. Siyasî istikrar ilk Portekiz’de sağlandı. Bunun sonucu olarak sömürgecilik ve coğrafi keşifler ilk Portekiz’de başlatıldı. Bunun ardından yaşanan gelişmeler yıllara göre aşağıdaki gibidir:

1442: Altının ve ilk Afrikalı kölelerin Avrupa’ya getirilmesi.

1497: Vasco de Gama, Afrika kıtasını güneyden geçerek Hindistan’a gitmiş Hint ve Avrupa ilişkisini başlatmıştır.

1492: Kristof Kolomb yeni bir kıta keşfetti. Floransalı denizci Amerigo Vespucci, Kolomb’un bulduğu bu kıtaya kendi adını (Amerika) vermiştir.

1521: Fernandez Cortez Meksika’daki Aztek Uygarlığını sonlandırmıştır. 1531: Francisco Pizarro Peru’daki İnka Uygarlığına son vermiştir.

1519-21: Magellan ile başlayan Sabastian del Cano tarafından tamamlanan, dünyanın çevresinde yapılan ilk gezi.

16. yüzyıl başlarında Amerika Kıtası’nı fethe başlayan İspanyollar 50 yıl içinde Meksika, Orta Amerika ve Brezilya hariç Güney Amerika’ya yayılacaklardır. İspanya’nın ardından İngiltere, Hollanda ve Fransa da sömürgeci yarışı içinde yerini alacaktır.

1540 yılından itibaren sömürge ülkelerden madenler ve değerli taşlar işlenerek elde edilmiş ürünler, Avrupa piyasasında yerini aldıkça, sınıflar arasındaki fark daha da belirginleşti Fiyat Devrimi de denen satış fiyatlarının arttığı görüldü; ancak bu durum, işçi ücretlerine yansımadı.

15. yüzyılın ikinci yarısı Avrupa’nın Yeniçağ’ı olarak adlandırılır. 1453’te Doğu Roma İmparatorluğu’nun Türkler tarafından yıkılması yani İstanbul’un alınması veya bazı kaynaklara göre 1492’de Amerika kıtasının keşfi Yeniçağ’ın başlangıcı kabul edilir.

Bunun yanında Batı Avrupa dışında kalan Rusya, Balkanlar, Hindistan, Çin, Japonya veya Avrupa’nın doğusu ile Güneydoğu Asya adaları gibi farklı konumlar için bir çağ değişimi hissedilmemektedir.

Yeniçağ’da Batı Avrupa’da Yaşanan Düşünsel Değişim

Yeniçağ’ın başlaması  feodalizmden Aydınlanma Dönemi’ne geçiş sürecidir. Toplumsal sınıfların yeniden şekillenmiş olması ekonomik ve düşünsel farklılıkları belirgin hale getirecektir. Din ve mezhep çatışmaları artacaktır.

Her üretim biçimi kendi düşünme sistemini oluşturduğu için, Ortaçağ’ın dinsel toplum dinsel yönetim bilinci yerini bilimsel düşünce ve bunun ilerlemesine  bırakmıştır. Bunun doğal neticesi olarak yöneten grup ve yönetilen grup ayrışır. Yöneten grup sistemin devamını garantilerken aslında kendi devamlılığını da garantilemiş olur.

İktidar tek elde toplansın diye mutlak monarşi fikri geliştirilmiştir. Kral kendini destekleyen burjuva grubu ile feodal yapıya karşı direnmiştir. İşbirliği iş bölümü yönetim ve üretim net çizgilerle ayrılmıştır. Ticaret akışını güvenle sağlayabilmek, ticaret yollarındaki toprak sahiplerinin desteği ile mümkün olabilmiştir. Feodal güçlere karşı burjuva ve kralla yapılan geçici işbirliği bu bilinçle önem kazanmıştır.

Bu dönemde ekonomik sistemin doğurduğu sonuçlar doğrultusunda akla ilk gelen yönetim şekli mutlak monarşidir. Kral burjuvazinin desteğiyle feodal güçlerin varlığına son verecek ve merkezi mutlak yönetimini gerçekleştirecektir.

Siyasal Değişim: Mutlak Monarşiyi Savunan Düşünürler

15.       ve 16. yüzyıl düşünürleri Batı Avrupa merkezli olarak

İtalya’ya dek yayılan bir düşünce dalgası yaratmışlardır.

Niccola Machiavelli (1469-1527): Avrupa’daki merkezî krallıklardan farklı olarak İtalya’daki siyasal koşullar parçalanmış haldeydi. Coğrafi koşulların kopukluğu yönetimi de güçleştirmekteydi. Güneyde Napoli Krallığı, ortada Papalık Devleti, Kuzeyde Venedik, Ceneviz, Milano ve Floransa kent devletleri vardı. Böyle bir ortamda yönetimin tek elde toplanması zordu. Machiavelli siyaseti, din ve ahlak kurallarından ayırma taraftarı idi. Miras yolu ile el değiştiren bir iktidar değil kurnazlık ve güçle kazanılmış bir iktidarın, devleti ayakta tutacağı görüşündedir. Kendisi mutlak monarşinin savunucularındandır. Ünlü eseri Prens’te amaca ulaşmak için her aracı meşru kabul eden Makyavelizm; devleti, amaç; bireyi araç olarak gören bir rejimi yansıtmıştır.

Jean Bodin (1530-1596): Katoliklerle Protestanların din savaşları Fransa’da dinsel ve siyasal kaygıların uzun sürmesine sebep olmuştur. Görüşlerini Devletin Altın Kitabı isimli eseri ile anlatmıştır. Bodin, devletin kaynağının aile olduğuna inanmaktadır. Özel mülkiyete saygı duymak ve ailedeki baba otoritesinin krallıkta kralınkine eşit tutulması onun düşünce yapısındaki temel 2

lokomotif fikirdir. Machiavelli’den farklı olarak, doğal hukuk ve Tanrı buyruğunu devletin üzerinde tutmuştur.

Thomas Hobbes (1588-1679): İngiliz düşünür görüşlerini İncil’de geçen bir ejderden esinlenerek adlandırdığı Leviathan isimli eserinde yansıtmıştır. Yeryüzünde kimse bu ejderhaya karşı koyamaz. Hobbes’un ejderhası, devleti simgeler. Yapay bir yaratık olarak da nitelendirilen devlet, bir sözleşmeyle oluşturulmuştur. Hobbes, devletin ortaya çıkışını, toplum sözleşmesiyle açıklar. Devlet öncesi yaşanan hayatın yıpratıcı ve tehlikelerle dolu oluşuna gönderme yaparak “insan insanın kurdudur” yorumunu yapmıştır. Savaş halinde ve korkularak yaşanan bir uygarlıkta ilerlemenin mümkün olamayacağı inancındadır. İnsanlar bu durumu düzeltmek için sınırsız özgürlüklerini kendileri sınırlayarak kendilerini temsil ederek yönetecek bir devleti yaratmışlardır. Devletin kaba kuvvet kullanabilmesi ve mülkiyet hakkının üstünde güçlere sahip olması gerektiğini savunur. Onun görüşleri Burjuva sistemine çok da uygun bulunmamıştır. Kilisenin de devlet yönetiminde olması gerektiği savı (Anglikanizm) onu Katolik inançla karşı karşıya getirmiştir.

Hümanizm

Latince kökenli bir kelime olan ve insancılık anlamına gelen hümanizm, döneme damgasını vuran Rönesans’ın özüdür. Ortaçağ’daki feodal dinsel skolastizme karşı akla dayalı bilimsel düşünme yani hümanizm ortaya çıkmıştır.

İnsanı evrenin merkezine koyan bu sistemde, sadece dinî inancıyla yönlenen insan tipi yerine düşünen sorgulayan insan olma arzusunu yansıtan insan tipi öne çıkmıştır.

İnsanın tek başına önemli olduğu vurgusu ile belirginleşen dönem bir yandan da sistemin ezdiği alt sınıfların varlığı ile çelişmektedir. Sömürgecilik ve köle faaliyetlerinin yoğunlaştığı, ekonomik farklılıkların sınıf ayrımı yarattığı bir toplumsal yapıda hümanist yaklaşım dayanaksız kalmıştır. Avrupa’da fiyatların artıp alış gücünün düşmesi bu sonuca hazırlayan bir süreç oluşturmuştur. Kapitalizm Ortaçağ’ın devamında yaşandığı için etkilerinin sürmemesi beklenemezdi. İnsanların aldığı kültür ve yetişme ortamları yeni bir yapıya direnç oluşturmuştur. Yaratılan bütün kuramlar bu anlamda ütopyacı olarak nitelendirilmiştir.

Thomas Morus’ (1480-1535)un Ütopya’sı ile Campanella’ (1568-1639)nın Güneş Ülkesi adlı eserleri sosyalist düşüncenin ilk öncüleri olmuştur. Yunan dilinde olmayan yer anlamına gelen Ütopya kelimesi büyük ölçüde zihinde tasarlanmış, olması istenen düşler anlamı taşımaktadır. İngilizlerin teknolojik gelişme, sanayileşme, kapitalizm ve buna bağlı eşitsizlik dizgesinden nasibini alması sosyal dengelerin etkilenmesine ana sebep teşkil etmiştir. Çözümü özel mülkiyetin olmaması yolu ile sağlama fikri de yenidünya görüşleri şekillendirme arayışına itmiştir.

Antik dönem eserlerini inceleyerek yeni kuram ve yöntem arayışında olan düşünürlere Hümanist denilmiştir. İtalya’da doğmuş, hızla yayılmıştır. Petrarch, Boccacio, Bacon, Monteigne, Erasmus hümanizmin öncüleri kabul edilir.

Rönesans ve Reform

Rönesans 15. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar olan dönemdir. Yeniden doğuş demektir. Antik dönem düşünce ve sanat eserlerinin Yeniçağ’da yeni bir yorumla ele alınması Rönesans’ı yaratmıştır. Floransa merkezli ortaya çıkmıştır.

Ekonomik ve tarihî hazır bulunuşluk, Bizans bilginlerinin Eski Yunan edebiyat metinlerini İtalya’ya getirmesi ve halka açık kitaplıkların burada kurulup yaygınlaşması Rönesans’ı  hazırlamıştır.

Leonardo da Vinci (1453-1519), Michealangelo (1475- 1565), Rafaello (1483-1520) gibi sanatçılar hem düşünce hem bilim hem de sanat adamı olma özelliği taşırlar. Portre çalışmaları, insanı aciz değil güçlü gösteren tasvirler, uluslararası nitelik taşıyan kıymetli eserler bu dönemde yaratılmıştır.

Aynı dönemlerde sanat eserlerinde, gerçek boyutlardan uzaklaşılan, abartılı ve özenticiliğin hâkim olduğu sanat anlayışı ortaya çıkar. Buna maniyerizm adı verilir.

Daha iyi bir duruma getirmek için yapılan yenilik anlamına gelen Reform hareketi ilk olarak 16. yüzyıl başlarında Almanya’da ortaya çıkmıştır. Egemen sınıfın ihtiyaçlarına cevap verecek düzenlemelerin karşısında en büyük sorun eski geleneksel yapıyı kırmak olmuştur. Katolik kilisesinin köklü ve eski yapısı kolay alt edilemeyecek gibi görünmekteydi. Yeni kapitalist sistemin hayata geçebilmesi ancak Protestanlığın ortaya çıkması ile mümkün olmuştur. Protestan kilisesi ile Katolik kilisesinin ortaya çıkışta ayrıştığı en temel fark din adamlarının değil devlet adamlarının kiliseye hükmetmiş olmasıdır. Bu sayede feodal dinsel ideoloji Katolik kilisesini sorgulamaya başlamıştır. Etkisi Almanya’dan yayılıp tüm Avrupa’yı etkilemiştir. Hümanist fikirlerin halka inmesinde matbaanın kutsal kitapları ve düşünce kitaplarını basmasının rolü büyüktür. Martin Luther (1483-1546), John Calvin (1509-1564), Thomas Münzer (1524-1525) bu dönemin önemli düşünce adamlarıdır.

Bu hareketin sonuçları şöyledir:

1.         Westfalya  Antlaşması  ile  Protestanlık  resmen tanınmıştır.

2.         Katolik   kilisesinin   merkezi   gücü   yıkılmıştır.

Roma Katolik kilisesinin otoritesi çökmüştür.

3.         Avrupa’da din savaşları yüzünden pek çok insan hayatını kaybeder.

4.         Toplumsal       çalışma            ahlakı  oluştu, kişisel yetenekler, bilim, sanat ve kültür önem kazandı.

5.         Protestanlık kapitalizmle iç içe geçti.

Osmanlı ve Avrupa İç İçeliği: İletişim ve Etkileşim

16.       yüzyıl Osmanlı’nın klasik dönemidir. 600 yıllık imparatorluk süresince Osmanlı-Avrupa ilişkisi ekonomik ve sosyal olarak  siyasî yollarla  organize edilmiştir. İstanbul’un  fethi  ile  Bizans’a  bağlı  kişi  ve  bölgeler,

Osmanlı’ya tâbî olmuştur. Farklı padişahların Avrupa’yı deniz veya karadan kuşatmaları veya bu topraklara çıkartma yapmaları, toprak alıp sınırlarına katmaları gibi askerî ilişkiler de Avrupa’nın Osmanlı ile küçümsenemeyecek bir iletişimde olmasını zorunlu hale getirmiştir. Osmanlı yönetiminin temel özelliği çok uluslu ve çok dinli olması idi bu nedenle tutarlı iç yapısı, Reform ve Rönesans’ın Osmanlıya aynı ölçüde sirayet etmesine engel olmuştur.

Kapitülasyonlar, Osmanlı’da yaşayan azınlıklara ve Osmanlı topraklarında ticaret yapmak isteyen Avrupalı’lara tanınmış kolaylıkları içeren ayrıcalıklardı. Siyasî gücü ve coğrafî genişliği nedeni ile Osmanlı 16. yüzyılda Avrupa’da kuvvetler dengesini, ekonomik ve politik ilişkilerin yönünü belirleyen taraftı. Osmanlı desteği Avrupa’da güç gösteren kriterlerdendi. Osmanlı’nın din konusunda baskıcı olmaması, aldığı toprakta Protestanlığın yayılmasını hızlandırmıştır. Sahip oldukları toprakların dil ve dinlerini korumalarına izin vermesi, kültürel kimliklerin tahrip edilmeden korunmasını  sağlamıştır.

Doğu-Batı Arasında Bir Köprü Olarak Osmanlı

Osmanlı’nın Müslümanlığı yaymak amacıyla yaptığı gaza uygulaması nedeniyle İslam dünyasının sınırı batıda Osmanlı toprakları ile sınırlıydı. Bu nedenle iki kültür arasındaki en sağlam bağ, Osmanlı İmparatorluğu üzerinden kuruldu. Bu iki kültür birbirinden kopuk olamayacağı gibi birbiri arasında eriyemeyecek kadar da özgün kalmıştır. Haçlı seferleri ile olsun ticarî bağlar ile olsun Batı’nın Osmanlı’ya, Osmanlı’nın Batı’ya etkileşimi sürmüştür. Ticarî olarak Osmanlı üzerinden geçen yollarla yapılan taşıma, ticarî keşiflerden sonra zayıflamıştır. Haritaların yapılması, limanların tespiti gibi bilgi birikimleri oluştu. Ayrıca Arap rakamları, barut ve pusula da Doğu’nun Batı’ya armağanları arasında sayılır.

İslam aracılığıyla, Batı’ya taşınan bir başka değer de, İslam dünyasında tanınan, Yunan bilim ve felsefesidir. Batının İslam aracılığıyla yeniden keşfettiği bu felsefe, Rönesans’a giden süreci başlatacaktır. Yine İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethi üzerine İtalya’ya giden Rum aydınlar tarafından getirilen antik dönem eserleri de, Roma kültürünün yeniden canlandırılmasında etkili olmuştur. Böylece antik Yunan felsefesi ve eserleri Avrupa’ya yayılmıştır. Avrupa’daki düşünsel dönüşümün kaynakları arasında İspanya’daki Endülüs İslam etkisini de saymak gerekir. İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi önemli İslam filozoflarının eserlerinin incelenmesi de dönüşüm için ihtiyaç duyulan birikime katkıda bulunmuştur. Kısaca Batı Avrupa’da yaşanan bu büyük dönüşümün temelinde Osmanlı’nın ve İslam’ın izlerini görmek mümkündür. Bu dönüşümün ekonomik ayağı ise coğrafi keşiflerle tamamlanmıştır.

15.       yüzyılda Osmanlı onlardaki ateşli silahlar ve yeni keşiflere dayanan haritalardan faydalanmıştır. Piri Reis’in coğrafi haritacılık bilgisi deniz ve astronomi konusunda yetkinliği ileri düzeydedir. Bunu Kitab-ı Bahriye ile ortaya koymuştur.17. yüzyılda Kâtip Çelebi’nin Cihannüma adlı çalışması içerik bakımından bunun doğu batı bilgileriyle harmanlanmış güncel versiyonu şeklindedir. Avrupa dillerinden yapılan tercümelerin yaygınlaşması, kiliseye ters düşen gelişme ve buluşların Osmanlı’da kabul görmesi Osmanlı dünyasına batılı etkilerin yayılmasını kolaylaştırıcı olmuştur. Hatta yer yer Hristiyan öğretinin bilimle çatıştığı noktalarda İslam’da karşılığı olmayan gelişmeler yayılacak alan ve destek bulabilmiştir.

Kültürel Etkileşim

Osmanlı Devleti’nin Klasik Dönem’de sahip olduğu siyasî otoritesinin ve aynı zamanda Avrupa siyasî dengesini belirleyen ve Avrupa siyasetine yön veren bir konumda bulunmasının doğal bir sonucu olarak Osmanlı kültürü Avrupa’da ilgi uyandırdı. Diplomatik ilişkiler sırasında gidip gelen elçilerin kılık-kıyafetleri, tavır ve davranışları Avrupalı halkların ilgisini çektiği kadar sanatçıların eserlerine de konu oldu. Yazılan edebi eserlerde, yapılan resimlerde, oynanan tiyatro oyunlarında Osmanlı kültürünün izleri açıkça görüldü. Yine ünlü bestecilerin eserlerinde Türk ezgilerine yer verildi. Bunun sonucunda Avrupa saraylarında Türk modası başladı. Osmanlı kumaşları, halıları, seramikleri, ebruları ve deri ciltleri Avrupa pazarlarında öylesine rağbet görüyordu ki Avrupa atölyelerinde Osmanlı motifli çiniler ve seramikler üretilmeye başlandı. Ayrıca dokuma, desen ve boyama tekniği açısından Osmanlı’yı taklit eden bir tekstil sanayi oluştu.

Bütün bunların yanı sıra Osmanlı ordularının Avrupa içlerine kadar ilerlemesi ve elde ettiği başarılar Avrupalı’ların Osmanlı ordusu ve savaş yöntemi üzerine araştırmalar yapmalarına neden oldu. Bu araştırmaların sonucunda Osmanlı hafif süvarilerini örnek alan Avrupa Devletleri, piyadelerini yeniden düzenleyerek zırh kullanımını en aza indirdiler. Ayrıca seferlerde Osmanlı askerlerini cesaretlendiren, manevi gücünü arttıran Osmanlı Mehterhanesi’nden etkilenerek kendi askeri bandolarını oluşturdular. Avrupa’nın sosyal yaşamında da Osmanlı kültürünün izlerini görmek mümkündür. Osmanlı toplumunda bir araya toplanma işleviyle öne çıkan ve sosyal iletişimi sağlayan kahvehaneler de Avrupalı devletlerce örnek alınarak Avrupa şehirlerinde kahvehaneler açıldı ve sosyal yaşamın vazgeçilmez bir kültür unsuru haline geldi.

Siyasal yapıda ulaşılmak istenen temel hedef, merkezî monarşiyi kurmaktı. Bu konuda da Osmanlı Devleti’nin merkezi-mutlak rejimi örnektir ve batılı eserlere konu edilmiştir. Siyaset biliminin kurucusu kabul edilen Machiavelli (1469-1527) Prens adlı eserinde siyasal bütünlüğün nasıl sağlanacağı konusunda İtalya’ya çözüm önerileri getirirken Osmanlı Devleti’ni örnek vermiştir. Benzer gelişmeleri Fransa da ele almıştır. 18. yüzyıl akıl çağının siyaset uzmanları Osmanlı rejimini Doğu despotizmi şeklinde değerlendirmiştir.

Osmanlı ele geçirdiği yerdeki halkın can ve mal güvenliğini sağlamış dil ve din tercihinde özgür bırakmıştır. Onlar devlete zimmetlenmiş kabul edilmiştir. Evlenme boşanma miras bırakma gibi hukuki konularda kendi yöntemlerini kullanma konusunda da tercih kendilerine bırakılmıştır. Hıristiyan ve Musevi tüm tebaaya eşit uzaklıkta durulmuş hakları ve dini liderleri korunmuştur.

Sanat açısından Osmanlı ve Avrupa birbirini karşılıklı olarak etkilemiştir. Avrupa sanatı üzerinde Osmanlı etkisi iki biçimde ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri, Osmanlı ilerleyiş ve üstün otoritesine duyulan korku ve tepki ile üretilen eserler; diğeri ise Osmanlı yükselişini anlamaya ve kültürünü tanımaya yönelik verilen daha nesnel ve bilimsel sanat eserleri olmuştur. 16. yüzyıl Osmanlısı Avrupa’dan silah ve teknik malzemeler almışken; Osmanlı kumaş, halı, seramikleri, ebru ve deri ciltleri de Avrupa da alıcı buluyordu. Bu talebi karşılamak için Avrupa’da Osmanlı halı ve seramiklerini kopya eden atölyeler kurulmuştur.

Osmanlı 16. yüzyıl ise Avrupalı sanatçı heykeltıraş ve ressamlara saraylarında  yer açmış onların  çalışmalarını ödüllendirmiş ve kendi portrelerini yaptırmışlardır.

AYDINLANMA ÇAĞI (18. YÜZYIL)

Aydınlanma Çağı’nın Temel Özellikleri Ve Aydınlanma  Felsefesi

Burjuvazinin siyasal yapıda etkinliğini arttırmaya yönelik isteğini kurumsal alana taşıyan düşünürler aydınlanma dönemi  düşünürleridir.

Aydınlanma Felsefesi 17. yüzyıl ortalarından 19. yüzyılın ilk yarısına kadar süren, Rönesans, Reform ve Hümanizm akımlarıyla bağlantılı bir fikir hareketidir. Bu hareketin siyasete en büyük katkısı iktidar kaynağının tanrısal kökenli olmayıp halka ait olduğunun kabul edilmesidir.

Aydınlanma Felsefesi İngiltere’de başlayarak Fransa’ya geçmiş ve Fransız İhtilali’nin düşünsel yönünü oluşturmuştur. Aydınlanma Felsefesinin İngiltere’de deneyci, Fransa’da akılcı, Almanya’da ise mistik akılcı yönü ön plana çıkmıştır

Aydınlanma Felsefesinin özü akılcılığa dayalıdır ve amacı Katolikliğin getirdiği peşin yargılar ile siyasal peşin yargıları yıkmaktır. Bu peşin yargılara karşı çıkış Rönesans ve Reform hareketleriyle başlamış ve 18. yy. Aydınlanma Dönemi’nin hazırlayıcısı olmuştur.

İnsanın aklını kullanma cesareti bu dönemin parolası olmuştur. Newton ve Kopernik ile insanın evrene ilişkin görüşleri köklü bir değişime uğramış; Decartes ve Kant ile bu değişimin felsefi yönü oluşturulmuştur.

Aydınlanma Felsefesi, burjuvazinin yeni dünya görüşü olarak 18. Yy.’a damgasını vurmuş, akla dayanan ve genel yararı esas alan bu düşünce sistemdir. Amaç, insanın mutlu olmasıdır. Nitekim İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi (1789)’nin evrensel  yönü de bunu vurgulamaktadır. İktidarın kaynağı Tanrı’dan halka indirgenmiştir.

Hedef, İnsanların doğuştan birtakım haklara sahip olduklarını kabul edip, akla dayalı evrensel hukuk ilkelerinin geçerli kılınmasıydı.

Kan soyluluğuna dayalı birtakım ayrıcalıkların ortadan kaldırılmasıyla zaten ekonomik güce sahip bulunan burjuvazi, siyasi yapıda da güç sağlayabilecekti.

Aydınlanma Felsefesi ile  akılcı ve  ilerlemeye açık, insanların mutluluğunu hedefleyen bir dünya görüşü hâkim olmaya başladı. Öte dünya mutluluğu ile avutulan insanların bu dünyada mutlu olabilecekleri, herkesin eşit ve özgür olduğu düşüncesi, bütün insanlığın ihtiyaçlarına cevap veriyordu. Ama bundan en çok burjuvazi yararlandı. Bu akılcı dünya görüşünü, özgürlük fikrini, bir yandan eşitliği sağlamada, bir yandan da ticaret hacmini genişletmede kullandı. Sonuç olarak özel mülkiyetin dokunulmazlığı, üretimin artması, üretim araçlarının sahibi olan ve ticareti elinde tutan burjuvazinin gücüne güç kattı. Aydınlanma Dönemi’nde ileri sürülen düşünceler de burjuvazinin siyasal iktidarını meşrulaştırmış oldu.

Sonuçta Aydınlanma Felsefesi bir burjuva felsefesi oldu.

Aydınlanma Felsefesinin İlkeleri

1.         Bilim, Doğa ve Felsefe: Bu dönemde doğa bilimlerine duyulan ilgi artmış, uygulama ön plana çıkmıştır. Voltaire matematikle, Diderot, anatomi, fizyoloji ve kimya ile, J.J. Rousseau botanikle uğraşmıştır. Halkın anlayabileceği eserler, sözlükler ve ansiklopediler döneme damgasını vurmuştur. D’Alembert ve Diderot’un Ansiklopedisi, 18.yüzyılın simgesi olacaktır.

Dönem astronomi ve fizik alanında gelişmelerin olduğu bir dönemdir. Newton’un çekim kuramı, düşünceye yenilik getirir, Lagrange ve Laplace gök mekaniği ile ilgili önemli veriler elde ederler, Lavoisier kimya alanında önemli atılımlar yapar, Buffon doğa bilimleriyle ilgili pozitif ve laik görüşler ileri sürer.

18.       yy.filozoflar yüzyılı olmuştur Filozofların her şeye kuşkuyla yaklaşmaları dikkat çekmektedir. Tarihsel dinleri reddeden bir eğilim içinde olan filozoflar, görüşlerini akıl yoluyla ortaya koymaya  çalışmışlardır.

Düşüncelere, çözümleme ve yararlılık egemen olmuş ve sosyal olaylar incelenmeye başlanmıştır. Örneğin Voltaire 14. Louis’in Yüzyılı adıyla ilk tarih kitabını yazar.

Fizyokratlar, toplumun ekonomik yapısını inceleyerek, gelirin toplumda nasıl üretildiğini ve nasıl paylaştırıldığını  araştırırlar  ve iktisat biliminin temel esaslarını ortaya koyarlar.

Montesquieu, iklimin ve coğrafi yapının, yönetim yapısı üzerindeki etkisini inceleyerek sosyal bilimin olasılığını gösterir.

Locke ise liberalist görüşleri ile siyaset biliminin temellerini ortaya koyar.

Bilimsel gelişmelerin ışığında, mutlak monarşi ve geleneksel yapı sorgulanmaya başlanır. Yönetime ilişkin yeni çözüm önerileri getirilir; bazı düşünürler aydınlardan oluşan bir yönetimi yani aydın despotizmini savunurken, bir kısmı despotluğa şiddetle karşı çıkarak, bireyin özgürlüğünü amaç edinir;

Montesquieu, despotizmi, özgürlüğün düşmanı olarak görür; özgürlüğün sağlanabilmesi için de yasama, yürütme ve yargı gücünü birbirinden ayırır. Daha sonra bu ilke, güçler ayrılığı olarak kabul görecektir.

Rousseau ise eşitliği savunarak halk yönetiminden yana görüşler ileri sürer. Bu görüşler sonraki yüzyılları da derinden etkiler ve

19.       yy.da   çeşitli   ideolojik          mücadelelere

kaynaklık eder.

2.         Akıl: Bu dönemde akıl, gelenek ve Tanrı iradesinin önüne geçer. İnsanlığın ilerlemesi ve mutluluğu ancak evrensel akıl ile sağlanabilir düşüncesi, döneme hâkim olmuştur.

3.         Laiklik: Aydınlanma Dönemi’nde her şeyin aklın rehberliğinde, bilimsel bir metotla incelenmesi ve laik temele oturtulması esas olmuştur.

4.         Mutluluk: Dönemi’nin amaçlarından biri de insanın bu dünyada mutlu olmasını sağlamaktır. Bunu sağlamak için de peşin yargılardan kurtulması gereklidir.

5.         Özgürlük: Peşin yargılar ve sınırlamalar olmaksızın insanın kendini, evrendeki yerini ve doğayı anlama çabası, akılcılığın gereklerindendir. Ayrıca Voltaire’in formülleştirdiği; ticaretin zenginliği, zenginliğin özgürlüğü, özgürlüğün ticaretin gelişmesini ve ticaretin gelişmesinin de devletin büyüklüğünü sağladığı inancı döneme hâkim olmuştur.

6.         Kendine Güven: Kendine güvenen, akılcı ve özgür insan, Aydınlanma Dönemi insan tipidir.

7.         Hukuk: Hukuk ilkelerini akla uygun ve eşitlikçi bir hale getirmek hukuk reformu gerçekleştirmek amaçlanmıştır.

Doğa Yasası Ve Ekonomik Liberalizm

Aydınlanma çağında yaşanan gelişmelerin temelinde, insanı ve evreni düzenleyen doğa yasalarını bulma amacı yatmaktadır. Buna göre doğanın bir makine olduğu ve insanın da bu doğa yasalarına bağlı bulunduğu ileri sürülüyordu.

Rasyonalizmin babası sayılan Descartes her şeyi sorgulayarak kesin bilgiye ulaşmaya çalışmıştır. Bunu da “Düşünüyorum o halde varım!” söylemiyle ifade etmiştir. Dğanın evrensel matematik kanunlarına bağlı olduğunu savunan Descartes’ın bu görüşleri Newton’un düşüncelerine temel olacaktır.

Newton da genel çekim yasasını bularak tüm evreni tek bir çekim yasasının hâkim olduğu dev bir makine olarak görecektir. Birbirine yakın iki cismin ağırlıklarıyla doğru orantılı olarak birbirini çektiğini ileri süren Newton, böylece gezegenlerin güneş etrafında sabit bir yörünge ile dönme nedenine de açıklık getirecektir.

Bu dönemde evrenin tam bir uyum ve düzen içinde olduğu ve bu düzenin doğa yasaları sayesinde mükemmel bir saat gibi işlediği düşüncesi hâkim olmuştur.

Newton’un doğa yasasına ilişkin düşüncelerinin ekonomik yaşama uygulanmasıyla yeni bir toplum bilim dalı olarak politik ekonomi gelişmeye başlamıştır.

Fizyokratlar olarak anılan düşünürler, ekonomide “Laissez-faire” (bırakınız yapsınlar) ilkesini geliştirdiler. Fizyokratlara göre ekonomik, toplumsal ve siyasal tüm kurumlar, doğal yasalara bağlı bulunuyordu. Bu durumda ekonomiye dışarıdan yapılan herhangi bir müdahale, bu düzeni bozacağından insanların mutsuz olmasına neden olacaktı. Bu nedenle yapılacak düzenlemelerin doğal düzene uygun olması gerekliydi ve devlet ancak özel mülkiyeti korumak için ve kamuyla ilgili bazı konularda müdahalede bulunabilirdi. Ayrıca fizyokratlar bir ulusun zenginliğinin kaynağı olarak doğayı görüyorlardı.

Adam Smith’de ekonomik yaşamın doğal yasalara bağlı bulunduğunu savunmuş ancak ulusların zenginliğinin kaynağının doğa değil emek olduğunu ileri sürmüştür. 1776’da yayınlanan Ulusların Zenginliği adlı ünlü eseri kapitalizmin temel kitabı olacaktır. Ona göre ülke çıkarlarının korunması için serbest dolaşımın sağlanması ve gümrük duvarlarının kaldırılması gerekiyordu.

Bu düşüncelerle devletin ekonomiye müdahalesinin önüne geçilmeye  çalışılmıştır.

Aydınlanma Çağı’nda Edebiyat, Sanat ve Müzik

•          Edebiyat: Aydınlanma çağı edebiyatta düz yazı çağı olarak anılmaktadır. Matbaanın yaygınlaşması ve  edebi  eserlerin  ulusal dillere çevrilmesi daha geniş kitlelerin yazılı eserlere ulaşmasına olanak sağlamıştır. 18. Yüzyıl Fransız edebiyatında Voltaire, Condorcet ve Rousseau gibi yazarla öne çıkan isimler arasındadır.

Voltaire, Candide adlı romanında gelişmek için insanın      teknolojik        gelişmelere      değil    kendi kendisine odaklanması gerektiğini vurgular. Rousseau  ise  Emile  isimli  romanında  eğitimin amacının  yaşama  sanatını  öğretmek  olduğunu söyler.

Aynı dönemde İngiltere’de Jonathan Swift, Gulliver’in Gezileri isimli eserinde savaş, kavga ve kötülüğü eleştirir.

Yine İngiliz Samuel Johnson ise hiciv, şiir ve dil bilimi alanındaki eserleri ile dönemin önemli yazarlarından  sayılabilir.

Almanya’da Gotthold Lessing ise eserlerinde akıl çağı konularını ele almıştır.

•          Sanat: Aydınlanma Çağı’nın sanat anlayışının hazırlık evresi Rönesans Dönemi olmuştur. Resim sanatı daha demokratik bir içerik kazanırken, heykelde ise daha duygusal ve hareketli figürler öne çıkmıştır. Versailles Sarayı döneme ait önemli mimari eserler arasındadır.

•          Müzik: Aydınlanma Çağı’nda Rönesans’ta ortaya çıkan din dışı müzik türlerinden opera etkinliğini sürdürmüş, oratoryo, senfoni ve quartet müziğine ilk örnekler verilmiştir.

Georg Friedrich Handel (oratoryo müziğinin de ilk bestecisidir), Christoph Gluck, ve Wolfgang Amedeus Mozart gibi daha çok Alman sanatçılar öne çıkmış, Johann Sebastian Bach da orkestra, oda müziği ve sonat gibi müziğin pek çok türüne katkıda bulunmuştur.

İlk senfoni ve quartet örneklerini veren Franz Joseph Haydn ile her türden çok sayıda eser besteleyen Mozart, Çağ’a isimlerini vermişlerdir

Aydınlanma Çağı’na Etki Eden  Bazı Düşünürlerler

John Locke (1632-1704): Locke 1690 yılında kaleme aldığı Hükümet Üzerine İki Deneme isimli eserinde kapitalist sistemin oluşturulması için ihtiyaç duyulan kurumların oluşması için gerekli burjuvazi ideallerini kaleme almıştır.

Locke da Hobbes gibi devletin oluşumunu bir sözleşmeye dayandırır. Ancak Hobbes’tan ayrıldığı nokta, insanların doğal yaşama halinde yani devlet kurulmadan önce tam bir eşitlik ve özgürlük içinde olduğu ve insanların temelde iyi olduğu görüşüdür. Yani Hobbes’taki gibi “insan insanın kurdu” değildir.

İktidarın sınırlandırılması ve bu amaçla yasa yapan ve bunları uygulayan güçlerin ayrı ellerde toplanması gerektiğine ilişkin görüşleriyle Locke, demokratikleşme yolundaki önemli kilometre taşlarından biri sayılır.

Montesquieu (1699-1755): Montesquieu, aristokratik libaralizmi savunur. “Yasaların Ruhu” adlı eserinde, yasaların her yerde farklı olduğuna dikkat çekerek bu farklılığın nedenini, ülkelerin coğrafi konumuna ve iklim yapısına bağlar. Bu eserinde, iklimler kuramı, yönetim biçimleri kuramı ve kuvvetler ayrılığı üzerinde durmuştur.

Montesquieu’ya göre “kuvvet kuvveti durdurmalı” yoksa özgürlük olmaz. Devletin üç ayrı görevi olduğundan söz eder; yasaları yapmak, bunları uygulamak ve suçluları cezalandırmak. Böylece her güce bir karşı güç oluşturularak, kuvvetin kuvveti durdurması sağlanacaktı.

Yürütme gücünün krala verilmesini, yasama gücünün ise halk ve soylulardan oluşan iki meclise verilmesini savunan Montesquieu’nun amacı; kral, soylular ve halk arasındaki siyasi ve sosyal dengeyi sağlamaktır. Öte yandan krala veto hakkı vermiş, yargı üzerinde de yasamanın yetkisini tanımıştır. Aslında Montesquieu, sınırlı yani meşruti monarşiyi  savunmuştur.

Jean Jacques Rousseau (1712-1778): Halkın iktidarını, her alanda eşitliği ve mutlak demokrasiyi savunur. Amacı eşitlikçi bir demokrasi oluşturmak olan Rousseau, milleti, egemenliğin   sahibi   olarak   görmüştür.   Rousseau   da

toplumu bir sözleşmeye dayandırmaktadır. O, insanların doğal yaşama halinde mutlu, eşit ve özgür olduğu düşüncesinden hareket eder. Kurulan devlet tarafından herkesin özgürlüğünün güvence altına alınmasını ister.

Doğrudan doğruya demokrasiyi savunan Rausseau’ya göre halkın vekille temsili durumu söz konusu olduğunda, halkın direktiflerini yerine getirmeyen vekil yine halk tarafından azledebilecektir. Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi”nde bahsi geçen ve “Emredici Vekalet” olarak anılan bu kavram Rousseau’yu burjuvazi için tehlikeli kılar. Çünkü bu anlayışla sınıfsal biçimlenme devlet yönetimine yansıyabilecektir. Burjuvazi ise tamamen bağımsız milletvekillerinin temsil edildiği bir rejimi yeğlemektedir.

Voltaire (1699-1778): 18. yüzyıl “Voltaire’in Çağı” olarak kabul edilmektedir. Feodal yapıya ve Katolik Kilisesine karşı çıkışlarıyla, akılcı yaklaşımı ve alaycı üslubuyla tanınan Voltaire, Fransız İhtilali’nin düşünsel yönünü hazırlayan en önemli düşünürlerden biridir. Özellikle düşünce özgürlüğünü sağlamak için büyük mücadele vermiştir. Katolikliğe ve kiliseye karşı savaş açan Voltaire, Katolikliği peşin yargılar, boş inançlar ve bağnazlıkla eşdeğer görmektedir. Ancak bir yandan da dinin sosyal yararına inanmakta ve bağnazlıktan arınmış bir dini savunmaktadır.

Voltaire’in zaman zaman ileri sürdüğü fikirleriyle çelişkiye düştüğü de görülmektedir. Örneğin boş inançlara karşı savaş açıp öte yandan sosyal sınıflar arası hiyerarşinin gerekliliğini savunur. Egemen sınıfın daha da zenginleşmesini hedefleyen, burjuva mülkiyet anlayışı da bu örnekler arasında sayılabilir. Voltaire gibi başka birçok düşünüründe burjuva ideallerini savunan görüşler bildirdiği görülür.

SANAYİ DEVRİMİ

Devrim sözcüğü var olan siyasal, teknolojik vb. bir düzenin ortadan kaldırılıp yerine yeni ve köklü değişiklikler içeren bir düzenin konmasıdır. Sanayi devrimi, Avrupa’da 18. ve 19. yüzyıllarda yeni buluşların üretime olan etkisi ve kol gücü yerine buharla işleyen makinaların üretim kapasitelerini artırmasıyla tarım ekonomisi yerine makinelerin yer aldığı bir ekonomik yaşama geçişi ifade eder. İngiltere’de ortaya çıkıp önce Avrupa’ya ve günümüze kadar da Dünya’ya yayılmıştır.

Sanayi Devrimi’nin İngiltere’de Doğuş Nedenleri

İngiltere’de demokrasi ile birlikte kapitalizm, serbest ticaretin gelişimi ve coğrafi keşifler sayesinde ticaret ve sömürgeciliğin sermaye birikimini artırması, nüfus artışı ile iş gücünün artması, lonca sisteminin etkisinin azalması, artan hammadde olanakları, tüketim mallarına talebin artması, sanayide kullanılan kömür ve demir yönünden zengin kaynakları, Sanayi Devrimi’nin İngiltere’de doğuşunun  sebepleridir.

Lonca sistemi; aynı meslek grubuna bağlı zanaatkârların oluşturduğu; rekabeti önleyici şekilde kaynakların, üretimin, fiyatların kendi içinde kontrol edildiği ve piyasa üzerinde devlet kontrolünü sağlar nitelikteki mesleki birliktir.

İngiliz Sanayi Devrimi

Sömürgeler sayesinde hammadde olanaklarının fazlalığına rağmen iç pazar ve sömürge pazarları için üretimin yetersizliği, zanaatkârların üretime yönelik ilk buluşlarını gerçekleştirmelerini sağlamıştır. Sanayi Devrimi, öncelikle dokuma ve demir sanayiinde gerçekleşmiştir. Buluşlar sayesinde üretimin artması diğer buluşların önünü açmıştır. 18. yüzyılda John Kay’in “uçan mekik” adlı buluşu sayesinde daha hızlı dokunan iplik, iplik ihtiyacını artırdı. Buna paralel olarak James Hargreaves iplik üretimini hızlandıracak bir makine icat etti. Richard Arkwright tarafından bulunan su gücüyle çalışan makine, seri imalata olanak sağlayarak ilk dokuma fabrikasının 1771’de kurulmasını sağladı. 1775’te James Watt’ın yaptığı bir buhar makinası ile kentlerde de fabrikalar açıldı ve üretim daha da arttı.

Abraham Darby’nin odun kömürü yerine kok kömürüyle demir üretmesi ve daha sonra buhar makinesinin olanakları, demir sanayiinin kömür ve kaliteli demir cevherlerine taşınmasını sağladı. Buna paralel olarak 18. yüzyılın son çeyreğinde inşaat, demir yolları ve pek çok alanda demir kullanılmıştır.

Buhar gücü sayesinde artan üretim ve bu üretimin, 1844’lerden itibaren Samuel Morse’un telgrafı, 1876’dan itibaren Alexander Graham Bell’in telefonu gibi diğer buluşlara olanak sağlaması, teknolojik gelişmeleri tetiklemiştir.

İngiltere’den sonra bu makineleşmeden tüm Batı Avrupa faydalanmaya başlamıştır. Sanayileşen ülkeler deniz aşırı

ülkelerden, ticaret ve sömürgecilik ile hammadde alarak, üretilen maddeleri ve hizmetleri sattılar. Bu sayede artan refahla beraber yeni toplumsal sınıflar oluştu. Sınıfsal çelişkiler ve sanayileşen ülkeler arası rekabet arttı.

Üretim süreçlerinde modern bilim ve tecrübenin sistematik olarak uygulanması, ekonominin dış pazara yönelmesi, büyük sermayeye dayalı fabrikalaşma, işgücünün mamul mallar ve hizmet üretiminde yoğunlaşması, Sanayi Devrimi’nin ekonomik sonuçlarıdır.

Sanayi Devrimi’nin Sonuçları

Kent nüfusunun artması, Burjuvazi sınıfına sanayicilerin katılması ve işçilerin önemli bir toplumsal sınıf olarak ortaya çıkması sanayileşmenin toplumsal sonuçlarıdır. Hammadde kaynakları ve yeni Pazar arayışının Avrupa devletleri arasında doğurduğu rekabet ve gerginlik, 20. yüzyılda I. ve II. Dünya savaşlarının yaşanmasını sağlamıştır.

AMERİKAN  DEVRİMİ

Keşiften sonra Kuzey Amerika’da 1607’den başlayarak İngiltere tarafından kurulmuş 13 koloni krallığın sömürgeleri olmuşlardır. Diğer devletlerden farklı olarak bu koloniler Avrupa tipi yaşantıya sahip İngiliz göçmenlerden  oluşmaktadırlar.

Liberal düşünceler, İngiliz kilisesinde reform yapmaya çalışan Prütan hareketi, demokratik ilkeler sebebiyle Kuzey Amerika kolonilerinde oluşan yönetim tarzı, daha sonra çoğunluğa dayalı ve özerk olarak resmileşmiş olacaktı.

İngiltere siyasal açıdan bu kolonilere müdahalesinin vali ataması yapmakla sınırlı olması Amerika Devrimi’nin sebeplerinden biridir. Atanmış valiler ve  halkın seçtiği meclis özellikle vergiler konusunda çekişmeler yaşamışlardır.

Bağımsızlık Savaşı

Fransa ve İngiltere’nin koloniler üzerindeki denetim çabaları ve bu  nedenle çıkan  savaşlar, 7  Yıl Savaşları (1756-1763), İngiltere’nin üstünlüğü ile sonuçlanmış ve bu durum İngiliz mali sisteminde sıkıntı doğurmuştur.

İngiliz Parlamentosu’nun mali sıkıntıyı çözmek için yayınladığı kanunlar; “Şeker Kanunu”, “Kâğıt Para Kanunu” ve “Asker Konaklama Kanunu” ve koloniler ile asıl muhalefeti doğuran “Damga Pulu Kanunu” dur. Bu kanuna göre, resmî makamlardan verilecek belgelere damga pulu yapıştırılması zorunluluğu getiriliyordu. Samuel Adams gibi koloni avukatlarının “temsil edilmeksizin vergilendirme” ve özgürlüğe tehdit olarak tanımladıkları bu kanunlar, “Damga Pulu Kanunu’nun kendilerine yönelttiği tehdidi” görüşmek üzere kolonilerin yaptığı toplantılarda “kolonilerde kendi meclisleri dışında hiç kimsenin vergi koyamayacağı” kararının alınması sonucunu  doğurmuştur.

İngiliz Parlementosu’nun yaptığı iyileştirmeler sonrasında sağlanan  geçici  barış,  İngiltere  maliye  bakanı  Charles Townshend’in Amerikan ticaretinden daha fazla vergi alınması için oluşturduğu mali program ile kâğıt, cam, boya ve çay üzerine ihraç vergileri konulması ve üst mahkemelere istenilen yerde arama tarama yetkisi verilmesi ile bozulmuştur.

Önderliğini Massachusetts Kolonisi’nin yönettiği boykot, İngiltere tarafından asi ilan edilmesini sağlamıştır. Ayrıca boykot sonrası “çay” dışında diğer ürünler üzerindeki ithalat vergileri kaldırılmıştır.

Çay üzerine konulan vergilerin azaltılması, Doğu Hindistan Şirketi’nin eline almış olduğu çay ihraç tekeli sayesinde çayı ucuza satması, bu sebeple darbe alan kaçak çay ihracatçılarının bağımsızlık isteyen gruplara katılmaları gibi olaylar sonunda gerginlikler tırmanmıştır.

16 Aralık 1773 gecesi Boston Limanı’nda demirlemiş İngiliz gemilerine girilerek çayların denize atılması ile beraber İngiltere Boston Limanı’nı ticarete kapatmıştır.

Bu olaylarla büyüyen İngiltere karşıtı hareket, kolonileri birleştirmiş, yapılan Kıtasal Kongreler’de İngiltere ile ithalat ve ihracatı durdurma, ardından da George Washington’un başında bulunduğu “Amerika Kıta Ordusu kurulması” gibi önemli kararlar alınmıştır. İngilizlerle gerçekleşen çatışmalar ve savaş süreci ile propagandalar, kolonilerde bağımsızlık fikrini belirgin hale getirmiştir.

7 Haziran 1776’da bağımsızlık ilkesi ve ardından 4 Temmuz 1776’da Thomas Jefferson’un hazırladığı bağımsızlık bildirisi kongre tarafından kabul edilmiştir. Demokrasi tarihi açısından büyük öneme sahip bu bildiride, tarihte ilk defa insanların doğuştan sahip olduğu haklar ve özgür demokratik bir yönetimin temel ilkeleri ortaya koyulmuştur.

Bu bildiri ile beraber kurulan “Amerika Birleşik Devletleri”ne karşılık yürütülen askeri mücadele, İngiltere’nin yenilmesi ve bu yeni kurulmuş devleti tanıması ile sonuçlanmıştır.

FRANSIZ  DEVRİMİ

Fransa’da 1789-1799 yıllarını kapsayan, burjuvazinin mutlak monarşi ve feodal yapılanmayan son vererek ülkenin siyasal ve toplumsal yapısının temellerini değiştiren ve ülkenin birliğini kuran, siyasal ve toplumsal değişim sürecine “Fransız Devrimi” denmektedir. Burjuvazinin iktidarı, liberalizm ile birlikte ulus devlet düşüncesinin gelişmesi ve bugüne kadar uzanan dünyaya etkileri bakımından bu devrim önemlidir.

Liberalizm; temelinde özgürlük kavramının şekillendirdiği, düşünce özgürlüğü çerçevesinde bireylerin ifade özgürlüğünü sınırlamalar olmaksızın özel girişimciliğin ve serbest piyasa koşullarının ekonomik alanda geçerliliğini sağlamayı amaçlayan ve bu amaçların gerçekleşmesine yönelik olarak toplumsal yaşama devlet vb. müdahalelerini en asgari düzeyde tutmayı ve hukukun üstünlüğünü esas alan bir toplum düzenini hedefleyen öğretidir.

Fransız Devrimi’nin Düşünsel ve Sosyoekonomik Nedenleri

Devrim öncesi Fransa’da toplumsal yapıyı şu gruplar oluşturmaktadır:

•          Sayıca az, toprakların büyük bir kısmına ve geniş haklara sahip, fakat vergi ödemeyen “asiller”,

•          Ülkedeki toprakların dörtte birine sahip, vergi muafiyetine sahip, yüksek gelirler elde edebilen “ruhban sınıfı”,

•          Nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan, ortak özelliği tüm vergileri ödemek olan halk ve

•          Bu üçünün üstünde bulunan kral ve hanedan üyeleri.

Eşitsizlik temelinde kurulan bu feodal yapı, halk tarafından tepki çekecek bir ortam oluşturmaktaydı.

Montesquieu, Jean Jacques Rousseau, Diderot, Voltaire gibi 18. Yüzyıl “Aydınlanma” düşünürlerinin mutlakiyetçi yönetime karşı görüşleri, ekonomik bakımdan giderek zenginleşen, burjuvazi ve halk tarafından benimsenmiştir. Düşünsel açıdan bir diğer etki ise Amerikan Devrimi olmuştur.

Ekonomik nedenlere bakıldığında, sanayi alanındaki teknik gelişmeler ile tüccar ve sanayicilerin ekonomik güçlerinin artmasına rağmen siyasal olarak söz hakkına sahip olmamaları, bu sebeple halk ile vergileri toplayan ve siyasal düzlemde belirleyici olan asiller ve ruhban sınıfıyla olan huzursuzluk Fransız Devrimi’nin oluşmasını sağlamıştır.

Mali nedenlerde ise, İngiltere ile yapılan 7 yıl savaşları ve bu savaşlar sonucunda gelen yenilgiyi telafi etmek için Amerikan bağımsızlık hareketine yapılan yardımlar, saraya ve asillere yapılan harcamalar sonucunda, iç borçların artmasına ve bütçe açıklarının ortaya çıkması bulunur.

Devrimin Başlangıcı ve Gelişimi

Devrimin başlangıcı ve gelişimi ise şöyle açıklanabilir:

1787’de başbakanlığa getirilen Brienne, asil, ruhban ve halk sınıfının temsilcilerinden oluşan fakat ferdi oy yerine sınıfsal oylamanın bulunduğu sınıflar meclisini toplantıya çağırmıştır. Kralın halk temsilcilerinin ferdi oy isteğine karşı gelmesiyle, 17 Haziran 1789’da halk sınıfı kendilerini “Ulusal Meclis” ilan etmişlerdir. Meclisin iradesi olmaksızın hiç kimsenin vergi koyamayacağına dair kararın engellemelerine rağmen kral, bu üç sınıfın oluşturduğu meclisi tanımak zorunda kalmıştır.

Bu gelişmelerle kendi güvenini sağlamak için yabancı askerleri Paris’e getirtmeye çalışan krala karşılık meclis vergi konusunu bırakıp kralın yetkilerinin sınırlandırılması için anayasa hazırlamaya başladı. 9 Temmuz 1789’da meclis, kendisini “Kurucu Meclis” ilan etti.

Bu üç sınıf ve kral arasındaki çekişmelerden doğan gergin ortam, halk tarafından Paris Belediyesi’nin ele geçirilmesi sonucunu doğurdu, Lafayette’in başına getirildiği “Milli Muhafızlar adında bir ordu kuruldu. Bastille Hapishanesi, ardından asillerin şatoları ve şehirlerin yönetimleri ele geçirildi ve Komün isimli yeni yönetimler kuruldu.

İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi (26 Ağustos 1789)

Kurucu Meclis, 4 Ağustos 1789’da asillerin ve ruhban sınıfının imtiyazlarını kaldırarak Fransa’da feodal sistemin ve mutlakiyetçi yönetim anlayışının yıkılmasını sağladı.

26 Ağustos 1789’da yayınlanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi, dünyada büyük etki uyandırmıştır. Açık ve anlaşılır bir üslupla yazılmıştır. Evrensel değerlere sahip tüm insanlığı kapsayan özgürlükçü bir bildiri olması bu etkinin en büyük nedenlerindendir. İlkeleri sayesinde demokratik rejimlerin kurulmasına olanak sağlanmıştır.

Kısa sürede değişen sosyoekonomik yapıyı engellemelere karşın, halk 5 Ekim 1789’da Versailles Sarayı’na yürüdü ve Kral ve ailesi Paris içindeki Tuileries Sarayı’na nakledildi.

1791 Anayasası

1791 anayasası ile yasama yetkisi Ulusal Meclise, yürütmenin başında olan krala ise bir defaya mahsus veto yetkisi verilmiştir. Yargı gücü ise halk tarafından seçilen yargıçlara verilmiştir. Bu anayasa ile birlikte meşruti monarşi rejimi yürürlüğe girmiştir.

Avrupa Devletleri ve Fransa’nın Savaşa Girmeleri

Egemenliğin millete ait olmasına dayalı Fransa’daki bu yönetim ve Kralın yetkilerinin sınırlandırılması, Mutlak Monarşi ile yönetilen diğer Avrupa devletlerinde rahatsızlık doğurmuştur. Kralın kaçmasına rağmen yakalanması ve görevden alınması da bu durumu pekiştirmiştir. Avusturya ve Prusya İmparatorlarının yayınladığı Pillnitz Bildirisi’nin ardından Göçmenler Ordusu kuruldu. Bunun sonucunda Fransa, Avusturya ve Bohemya’ya savaş açtı. Savaş sürerken 21 Eylül 1792’de Fransa’da Yasama Meclisi tarafından Cumhuriyet ilan edildi.

Konvansiyon  Meclisi

Cumhuriyet Meclisi, Konvansiyon Meclisi olarak adlandırılmaktadır. Meclis Avrupa halklarına yönelik yayınladığı bildiride, Fransız Devrimi’nin ilkelerini tanıtmış ve Fransız ordusunu da bu ilkeleri yaymakla görevlendirmiştir. Kral XVI. Louis yargılanarak 21 Ocak 1793’te giyotinle idam edilmiştir. Avrupa devletlerinden oluşan 1. Koalisyon bu duruma karşılık Fransa ile 1815’e kadar süren bir savaşa başlamıştır. Danton, Robespierre ve Jakoben Derneği’nin Fransa’da yönetimi ele geçirmesi ardından Konvansiyon Meclisi’nin diktatörlük yönetimi kuran bu kişileri tutuklamasının ardından 1795 yılında kabul edilen III. anayasa, Direktuvar Dönemi’ni başlatmıştır.

Direktuvar Dönemi

Konvansiyon Meclisi 1795 yılında yeni bir Anayasayı, Fransa’nın III. Anayasası’nı hazırladı. Yeni yönetim dönemine, Direktuvar Dönemi denmektedir.

Bu dönemde, yürütme 5 kişiden oluşan ve direktör denilen

bir kurula verilmiştir. Napoleon Bonaparte’nin gerçekleştirdiği darbe bu döneme son vermiştir.

Napolyon Dönemi (1799-1815)

Avrupa ile yürütülen savaşlarda sivrilen Napolyon, yaptığı darbeden sonra üç konsülden oluşan bir hükümet kurmuş, kendisi de iktidarın gerçek sahibi olan I. Konsül olarak seçilmiştir. Napolyon’un I. Konsüllük Dönemi’nde Fransa’nın bugünkü vilayet (départemen) sistemi, merkeziyetçi bir yaklaşımla yeniden düzenlendi. Yargıçların halk tarafından seçilmesi yerine hükümetçe tayin edilmesi, Fransız Merkez Bankası’nın kurulması, “Codé Napoléon” denilen ilk Fransız Medeni Kanunu’nun yayınlanması, din adamlarını devletin maaşlı görevlileri hâline getirmek gibi reformlar, toplum hayatında devletin kontrolünü artırdı. Böylece Fransa’yı birleşik ve bütünleşmiş bir yapıya dönüştürecek temel adımlar atılmıştır.

1804’te kendisini imparator ilan eden Napolyon, diğer devletlerle olan savaşlardaki yenilgiler sonucu 1814’de sürgüne  gönderilmiştir.

Fransız Devrimi’nin Avrupa’daki Etkileri

Fransız Devrimi’nin Avrupa’daki etkileri ile mutlak monarşiye dayalı yönetimlerde ulus egemenliğine geçiş düşünceleri yayılmıştır. Çok uluslu imparatorlukların ulus egemenliği ve laik bir düzene bağlı yönetimlere dönüşmesine olanak sağlamıştır.

1830 DEVRİMLERİ

Napolyon savaşları sonucunda bozulan Avrupa haritasını çıkarlarına yönelik yeniden düzenlemek isteyen mutlak yönetim yanlısı devletler, 1815’te Viyana Kongresini topladılar. Bu kongrede alınan kararlar ile harita yeniden şekillenmiş fakat bu şekillenme milliyet, dil, din gibi unsurlar göz önünde bulundurulmadan yapılmıştır. Avrupa’da 1815 1830 arasındaki bu döneme Restorasyon dönemi denilmektedir.

Kutsal İttifak (26 Eylül 1815)

Sürgünde bulunan Napolyon’un Fransa’ya dönmesi üzerine, tedirgin olan Rusya, Avusturya ve Prusya arasında Kutsal İttifak adı verilen bir bağlaşma 26 Eylül 1815’te ortaya çıktı. Kutsal İttifak adı verilen bu bağlaşmanın asıl hedefi, Fransız Devrimi ve onun getirdiği düşüncelere karşı olarak, mutlakiyetçi anlayışı güçlendirmekti.

Dörtlü İttifak (20 Kasım 1815)

Bu ittifakın kurucusu Prens Meternich’tir. Bu yüzden Meternich Sistemi de denmektedir. Kutsal İttifak’a İngiltere’nin eklenmesi ile 20 Kasım 1815’te Dörtlü İttifak kurulmuştur.  Osmanlı  devletinde  ortaya  çıkan  Yunan isyanı sonrasında Fransa ve Rusya dışındaki devletler Osmanlı’ya karşı bir tutum sergilemişler ve kendi imzalarını çiğneyerek ulusçu bir harekete katkı sağlamışlardır.

Ulusçuluk ve özgürlük temelindeki liberal fikirler sadece siyasal alanda kalmayıp, dinsel ve ekonomik alanlarda da yayılarak, Avrupa toplumlarının düşünce yapısını bütünüyle değiştirmişti. 1815’te başlayan Viyana Sistemi, Fransa’da patlak veren 1830 olaylarına kadar sürdü. 1830’da Fransa’da gerçekleşen devrim hareketi ile Restorasyon dönemi kapanmıştır.

Fransa 1830 Devrimi

1814’te Fransa’da kurulan meşruti monarşi rejiminde yönetimi elinde bulunduran varlıklılar ve kral yanlılarının mevcudiyeti, 18. Louis’den sonra tahta çıkan 10. Charles’in mutlak yönetimden yana olması, Fransa’daki özgürlüklerin kaldırılması sonucunu doğurmuştur. Bu nedenle 27 Temmuz 1830’da halk ayaklanarak, 10. Charles tahttan indirilmiş ve yerine anayasaya göre “Fransa Kralı” yerine “Fransızların Kralı” olarak belirtilen

1.         Louis Philippe kral ilan edilmiştir.

1830 Devrim Hareketlerinin Sonuçları

1830 devrimleri ile birlikte Fransa’da ortaya çıkan kıvılcım bütün Avrupa’yı sarmıştır. Önce Belçika Hollanda’dan ayrılmış, etkileri daha sonra Portekiz, İspanya ve İngiltere’de görülmüştür.

1848 DEVRİMLERİ

1830 devrimleri ile gelişen siyasi, sosyal ve ekonomik gelişmeler 1848 devrimlerini ortaya çıkarmıştır. 1848 Devrimleri’nde, liberalizm yanında ulusçuluk ve sosyalist akımlar doğmuştur. Önceki devrimlerde halkı oluşturan sınıflardan sadece burjuvazinin güçlenmesine karşılık Sanayi Devrimi sonrası ortaya çıkan işçi sınıfının haklarını savunmak için sosyalist partiler kurulmaya başladı.

Devrimin ortaya çıktığı Fransa’da Kral Louis Philippe’nin izlediği politikalar sonucunda istifa etti, ardından kurulan meclis 2. Cumhuriyeti ilan etti.

Fransa’da gerçekleşen bu son devrim, diğer Avrupa devletlerine de hızla sıçramıştır.

1848 Devrimlerinin Sonuçları

Fransa’da önce cumhuriyet ve bir süre sonra da imparatorluk rejimi kuruldu. İtalya, Prusya, Hollanda ve Belçika’da krallar uyruklarına birtakım haklar ve imtiyazlar vermek zorunda kalmışlardır. Almanya ve İtalya siyasal birliklerini oluşturma yolunda önemli adımlar atılmıştır. Liberal yönetim anlayışı yanında ulusçu ve sosyalist akımlar Avrupa’da ağırlık kazanırken, mutlaki rejimler ya meşruti monarşiye dönüşmüş ya da büyük oranda yıpranmışlardı.

20. Yüzyıldan 21. Yüzyıla: Savaşlar, Barış ve Küreselleşme Dönemi

I.         DÜNYA SAVAŞI VE SONUÇLARI

I. Dünya Savaşı’nın tarihsel kökenleri 1871-1914 yılları arasında yaşanan siyasal ve diplomatik gelişmelerde yatmaktadır. Özellikle Fransız Devrimi ile milliyetçiliğin ortaya çıkması, Avrupa güç dengesini ve uluslararası ilişkileri derinden etkilemiştir.

I.         Dünya Savaşı’nın nedenlerini genel ve özel nedenler olarak iki gruba ayırmak mümkündür:

1.         Genel Nedenler;

•          Fransız  Devrimi’nin  yaydığı  milliyetçilik düşüncesi,

•          Bağımsızlık isyanlarının artması,

•          Devletlerarası  bloklaşma,

•          Ham madde ve pazar arayışı,

•          Silahlanma yarışının hızlanması,

•          Sömürgecilik.

2.         Özel Nedenler;

•          Almanya ve İngiltere arasında ham madde ve pazar arayışından kaynaklanan rekabet,

•          Fransa’nın 1871 Sedan Savaşı’nda Almanya’ya kaptırdığı Alsas Loren’i geri almak istemesi,

•          Balkanlar’da   Avusturya       ve        Rusya’nın emperyalist emellerinin çatışması,

•          İtalya’nın Akdeniz’e egemen olma arzusu,

•          Rusya’nın       tarihî    emellerine       ulaşmak istemesi   (Boğazlar-Panslavizm),

•          Uzak   Doğu   ve   Afrika   sömürgelerinde yaşanan rekabet,

•          Avusturya-Macaristan            Veliahdı Ferdinand’ın Saraybosna’da öldürülmesi.

Savaşın Başlaması ve Gelişmeler

Avrupa’daki üçlü ittifak ve üçlü itilaf bloklarının kuruluşlarından sonra bloklar arasında birbirlerine karşı savaş hazırlığı içindeydiler. Buna rağmen kurulan denge, savaşı önlüyordu. Ancak dünya genelinde paylaşım süreci geliştikçe denge bozulmaya başladı. Bu bakımdan küçük bir olay büyük bir savaşa neden olabilecekti. Beklenen olay Saray-Bosna’da patlak verdi. Avusturya veliahdı Ferdinand ve eşi Saray-Bosna’da 28 Haziran 1914’te Sırplı bir genç tarafından öldürüldü. Bu olay Birinci Dünya Savaşı’na yol açan olayların başlangıcı oldu.

Osmanlı Devleti’nin Savaşa Girişi

Osmanlı Devleti başta tarafsız olmayı tercih etse de girmesinin bazı nedenleri vardır. Bu nedenlerin başında kaybettiği toprakları geri alma arzusu olduğunu düşünebiliriz. Ayrıca kısmen bloklaşan dünyada yalnız kalma korkusu yaşayan Osmanlı İmparatorluğu II. Meşrutiyet’in ilanı sonrasında yapılmaya çalışılan yenileşme hareketlerinin (idari-askerî) tam olarak gerçekleşmemiş olması da Osmanlı’yı Almanya tarafında savaşmaya iten diğer bir önemli sebeptir.

Osmanlı Devleti’nin savaştığı cepheler ana ve yan cepheler olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlar;

•          Ana cepheler: Kafkas (Doğu), Çanakkale, Kanal (Süveyş), Irak cepheleri iken;

•          Yan Cepheler: Suriye-Filistin, Hicaz-Yemen, Galiçya, Romanya, Makedonya cepheleridir.

Osmanlı Devleti’nin savaş süresince galibiyet sağlayabildiği tek cephe Çanakkale cephesidir. 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzalayarak savaştan çekildi.

Avrupa Cephelerinde Durum

Almanya, çevresindeki iki büyük devlete (Rusya ve Fransa) aynı anda savaş açmıştı. Avrupa’da İspanya, İsviçre ve İskandinav ülkeleri dışında 14 devlet bu savaşın içinde yer aldı. Asya’dan Japonya, Amerika Kıtası’ndan ABD eylemli olarak buna katılırken,  Afrika’daki sömürgelerle Avustralya ve Yeni Zelanda gibi İngiliz dominyonları da kendilerini bu savaşın dışında tutamadı.

Savaş Sonunda İmzalanan Ateşkes ve Barış Antlaşmaları

Savaş sonunda imzalanan ateşkes ve barış antlaşmaları

şöyle sıralanabilir:

•          Bulgaristan ile Selanik Ateşkesi (28 Eylül 1918) ve Nöyyi Barış Antlaşmasını (27 Kasım 1919),

•          Osmanlı İmparatorluğu ile Mondros Ateşkes Antlaşması (30 Ekim 1918) ve Sevr Antlaşmasını (10 Ağustos 1920),

•          Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile (Macaristan) Belgrat Ateşkesi (3 Kasım 1918) ve Triyanon Barış Antlaşmasını (4 Haziran 1920),

(Avusturya) Willaquiste Ateşkesi (4 Kasım 1918) ve Sen Jermen Barış Antlaşmasını (10 Eylül 1919),

•          Almanya ile Redhondes Ateşkesi (11 Kasım 1918) ve Versay Barış Antlaşmasını (28 Haziran 1919) imzalamıştır.

İşgallere Karşı Tepkiler ve Türk Kurtuluş Savaşı

Mondros Ateşkesini imzalamasından ardından İtilaf Devletleri Anadolu’yu işgale başladı. Osmanlı padişahı ve yöneticileri bu durum karşısında sessiz kalmış ve Anadolu halkını yüzüstü bırakmıştı. Bu süreçte Mustafa Kemal, Kongreler yoluyla örgütlenen halkı Sivas Kongresi’nde (4-11 Eylül 1919) bir araya getirip, İstanbul’un işgali sonrasında Ankara’da açılan yeni Meclis (23 Nisan 1920)’te tek çatı altında birleştirdi. Mustafa Kemal’in başkanlığındaki Büyük Millet Meclisi ile Anadolu halkı emperyalizme ve onun iş birlikçilerine karşı mücadele verirken; Osmanlı hükümeti Türk ulusunun yok oluş belgesini Sevr Antlaşmasını çekinmeden imzaladı. Kurtuluş Savaşı’nda, Batı Cephesi’nde yapılan başarılı savaşlar üzerine zafere ulaşıldı. Böylece Sevr Antlaşması,

M. Kemal Atatürk önderliğindeki Ulusal Mücadelenin başarıya ulaşmasıyla ölü doğmuş bir antlaşma oldu. İtilaf Devletleri ateşkes istedi ve Mudanya Ateşkes Antlaşması (11 Ekim 1922) ile savaşın askerî yönü kapandı. Sıra barış görüşmelerine gelmişti. Nisan ayında başlayan II. toplantı

24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması’yla sona erdi.

I.         DÜNYA SAVAŞI SONRASI GELİŞMELER

Birinci Dünya Savaşı’ndan galibiyetle çıkanlar, sürekli bir barış sağlayacak  konferansın Paris’te  toplanmasını kararlaştırmışlardı. Bu konferansa Bağlaşık Devletlere karşı savaşmış ya da onlara savaş ilan etmiş olan 32 devleti çağırmışlardı. Ancak söz konusu devletleri üç gruba ayırmışlar, böylece beş büyük devlet yetkiyi kendi ellerinde toplamışlardı: ABD, İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya. Bu devletlerin başbakan ve dışişleri bakanlarından oluşan Onlar Konseyi, en yetkili kurul kabul edilmişti. Ayrıca kimi sorunlarda Japonya’nın dışında öteki devletlerin katıldığı Dörtler Konseyi öngörülmüştü. Baş gösteren anlaşmazlık yüzünden İtalya bir ara konferanstan çekilince de ABD Başkanı Wilson ile İngiliz Başbakanı Lloyd George ve Fransa Başbakanı Clamenceau dünya barışı adına kararlar almaktan çekinmemişler, böylece Üç Büyükler denen güç odağını oluşturmuşlardı.

1919 Paris Barış Konferansı’nın sonuçları şöyle özetlenebilir:

1.         Avrupa’da yedi yeni  devlet yaratıldı: Çekoslovakya, Yugoslavya, Finlandiya, Polonya, Estonya, Litvanya, Letonya.

2.         Wilson’un “halkların kendi kaderini tayin hakkı” (seş-determination) ilkesi benimsenmiş, ancak sınırlar, egemen devletlerin belirlediği şekilde gerçekleşti. Ama yine de Avrupa’da milliyetçi akımların güçlenmesine zemin hazırladı.

3.         Fransa’nın ısrarları üzerine Almanya’nın ağır biçimde cezalandırılması Alman halkında olumsuz tepkilere yol açtı ve Hitler’in iktidara gelmesinin alt yapısını oluşturdu.

4.         ABD Kongresi Versay Antlaşması’nı onaylamadı.

5.         ABD’nin bu tutumu, Fransa’yı tedirgin etti ve bu

nedenle Almanya’yı izole etmek için onun komşuları ile ittifak antlaşmaları yapmaya başladı.

6.         Versay antlaşmasının onaylanmaması, kuruluş fikri Wilson’a ait olan Milletler Cemiyetini zayışattı.

ABD Başkanı Wilson ve Milletler Cemiyeti

8 Ocak 1918’de ABD başkanı kendi adıyla anılan ilkelerini ilan etti. Bu ilkelerin 14. ve en dikkat çeken maddesi şöyleydi: “Küçük-büyük devletlere karşılıklı olarak siyasi bağımsızlık ve arazi bütünlüğü sağlamak maksadıyla özel anlaşmalarla bir Genel Milletler Cemiyeti teşkil olunmalıdır.” Kuruluş fikri ABD Başkanı Wilson’dan kaynaklanan Cemiyet, dünya barışının kalıcı kılınması, anlaşmazlıkların barış yoluyla çözülmesi, büyük devletlerin     olduğu     kadar     küçük     devletlerin     de

bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesini sağlamak, adalete dayalı yeni bir dünya düzeni kurmak vb. amaçlarla 1920’de İsviçre’nin Cenevre  kentinde kurulmuştur. Fakat kuruluştaki düşünce ve amaçların aksine Milletler Cemiyeti bir Avrupa örgütü olmaktan kurtulamadı. İşleyişte de kuruluş amacına uygun hareket etmedi. İçerisinde yer alan emperyal devletlerin söz sahibi olduğu, güçsüz devletlerin hakkının yenildiği bir ortam oluştu. Örneğin 400 yıllık Osmanlı vilayeti olmasına ve yaşayanların büyük çoğunluğunu Türklerin oluşturmasına rağmen, İngiltere’nin lehine kararlar verilerek Musul İngiliz egemenliğine bırakıldı.

İki Savaş Arası Dönem

İki savaş arası dönem, Avrupa’nın ve sonra dünyanın bir dünya savaşından başka bir dünya savaşına girişini hazırlayan dönemdir. Bu dönemin daha kolay anlaşılabilmesi için iki alt döneme ayırabiliriz: Geçici Barış Dönemi (1919-1929) ve Barışın Yıkılması Dönemi (1929-1939).

Geçici Barış Dönemi (1919-1929)

I. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da ve dünyanın diğer yerlerinde en çok ihtiyaç duyulan şey barıştı. 1925’te Avrupa devletlerinin imzaladığı Locarno Antlaşmaları bütün sınırların güvenliğini ve bütün anlaşmazlıkların görüşmeler yoluyla çözümlenmesini karara bağlıyordu. Locarno Anlaşmaları Almanya’yı tekrar uluslararası iş birliğine sokması bakımından iki savaş arası dönemin önemli bir dönüm noktasıdır. Geçici barış döneminin önemli konularından birisi de silahsızlanma meselesidir. Silahsızlanmayla ilgili yapılan ilk girişim “Washington Deniz Silahsızlanması Konferansı” idi. Dönemin en önemli gelişmesi ise Fransa Dışişleri Bakanı Briand ile ABD Dışişleri Bakanı Kellog’un karşılıklı teklişeri üzerine gelişen “savaşı bir ulusal politika aracı olarak kullanmaktan vazgeçme” taahhüdünün tüm dünya devletlerince imzalanacak çok taraşı bir anlaşmada yer alması düşüncesiydi. Bu iki devletin girişimleri sonucunda 27 Ağustos 1928’de ilk önce 9 devlet (ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Polonya, Belçika ve Çekoslovakya) arasında imzalanan Briand-Kellog Paktı veya Paris Paktı’na göre; bu ülkeler anlaşmazlıklarını savaş yoluyla çözmeyeceklerini ve her zaman barışçı girişimleri ön planda tutacaklarını taahhüt etmekteydi. Tüm bu barışçıl gelişmelere rağmen, çok kısa süre içinde karmaşa ve düzensizlikler belirdi ve bunun sonucu olarak totaliter rejimlerin gelişmesi için elverişli ortam oluştu. Bunun sonucunda kısa bir süre içinde Rusya, İtalya, Almanya ve İspanya’da totaliter rejimler işbaşına geçti.

Rusya’da Bolşevik Devrimi/Çarlıktan Sovyet Rusya’ya

13 Şubat 1917’de Rusya’nın başkenti Petrograd’da açlık çeken insanların özellikle de kadınların öncülüğünde “Barış ve Ekmek” diye başlayan ayaklanma, kısa zamanda ülke geneline yayıldı. 300 yıllık Rus Çarlığı, başkentinde yoğunlaşan kitle eylemleriyle birkaç gün içerisinde yıkıldı.

Şubat devriminden sonra Kerenski başkanlığında Boşleviklerin katılmadığı geçici bir hükümet kuruldu. Ancak geçici hükümetin kendini iktidar yapan kitlelerle giderek bağını koparması ve düzeni sağlama adına onların karşısında yer almasıyla, Boşleviklerin önderliğinde ekim ayındaki ayaklanma ile Paris Komününden sonra ilk kez bir sosyalist iktidar kuruldu. 1927-1937 arasındaki on yıl, politik baskının yanında dev boyutlu sosyal ve ekonomik atılımların gerçekleştirildiği bir dönemdir. Bu dönemde üç temel kalkınma girişimi görülür; çiftliklerin kollektişeştirilmesi, hızlı sanayileşme ve eğitimde devrim. Gelişmiş kapitalist ülkeler 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’nın yıkıcı etkileriyle uğraşırken, Sovyetler Birliği bu üç alanda şaşırtıcı bir gelişme sağladı.

İtalya’da Faşizm 1928-1939

Faşizm, bir tür sağ otoriter idare biçimidir ve İtalyanca “fascio” sözcüğünden gelmektedir. Bu sözcüğün asıl anlamı çubuk demeti bağıdır. Mecazi olarak ise siyasal birlik anlamında kullanılır. Aslında siyasal ilkelere dayanmamaktadır. Devlet otoritesini sağlamlaştırmak ve zaferden elde edilen sonuçları korumak amacıyla hareket eden siyasal bir akımdan başka bir şey değildir. Bunun dışında bağlanmak istediği siyasal kurallar ulusalcılık ve emperyalizmdir. Politik terörün egemen olduğu faşist düzen, iş gücü ile sermaye, endüstri ve tarımı Ulusal Uyuşum (Armoni) adı verilen ve büyük sermaye grupları ile toprak sahiplerinin belirleyici olduğu korporasyon örgütlerinde bir araya getirdi. Daha sonra Mussolini Aşırı Faşist Kanunlar adıyla bilinen yasaları çıkardı. Bu yasalar bütün demokratik hak ve özgürlükleri kaldırıyor, sansürü ve diktatörlüğü getiriyordu. İtalyan hükümeti ve Faşist Parti birleştiriliyor; böylece Mussolini İtalya’nın tek hâkimi oluyordu.

Almanya’da Nasyonal Sosyalizm (Nazizm)

Nazizmin kurucusu Adolf Hitler’dir. 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’nın tüm dünya gibi Alman ekonomisini de olumsuz etkilemesi, daha Dünya Savaşı’nın olumsuz koşullarını üzerinden atamayan Almanya’da kaos ortamı yarattı. Bu durumdan kendi ve parti çıkarlarına yararlanmak isteyen Hitler, partide militarist bir örgütlenmeye giderek Hücum Kıtaları (SA) ve Muhafız Kıtaları (SS) oluşturdu. Naziler, Komünist ve Sosyal Demokrat Parti taraftarlarına, işçilere, Yahudilere, bunların binalarına, yayın organlarına saldırarak sokak egemenliğini ellerine geçirdi. Ekonomik buhranla birlikte ortaya çıkan işsizlik ve durgunluk, halkın Nazi Partisine destek vermesini sağladı. Hitler, iç politikada Nazilere tam teslimiyet dışında hiçbir şeyi tanımıyordu. Ayrıca saf Alman ırkını Yahudiler, Slavlar ve diğer düşük ırklardan temizleyerek oluşturabileceği düşüncesiyle toplama kampları, fırınlar ve sürgünlerle amacına ulaşmaya çalışıyordu.

Japonya’nın Uzak Doğuya yayılımı

Japonya I. Dünya Savaşı’ndan sonra, Uzak Doğu’nun en güçlü devleti haline geldi. Bu süreçte İngiltere’nin desteği de önemliydi. Ancak, bir süre sonra Japonya’nın Çin üzerindeki emperyalist istekleri/planları yüzünden İngiltere ile ilişkileri bozuldu. Japonya’nın bölgedeki üstünlüğü ele alması, Pasifik’teki güç dengesini bozdu. Durumdan rahatsız olan ABD başta olmak üzere Sovyet Rusya ve İngiltere, Çin’e yardıma başladılar. Bölgedeki gerilim II. Dünya Savaşı’nın 2. yılında, Japonya’nın ABD’nin Pasifik’teki deniz üssü Pearl Harbor’a hava saldırısıyla en üst düzeye ulaştı.

1929 Dünya Ekonomik Bunalımı

İki dünya savaşı arası dönemin en önemli ekonomik gelişmesi Büyük Buhran adı verilen ve tüm dünya ülkelerini etkileyen ekonomik bunalımdır. Ekonomik bunalımın bazı unsurları, başta Avrupa olmak üzere birçok ülkede var olmasına rağmen krizin başlangıcında, dünyanın birkaç önemli ekonomi ve ticaret merkezlerinden birisi olan New York “Wall Street Borsası”nın çöküşü rol oynadı. Kriz ABD’den bütün dünyaya yayıldı. Ekonomik bunalımın yarattığı işsizlik, açlık, yoksulluk geniş halk kitlelerinin otoriter yönetimlere eğilimlerini artırdı. Bu toplumsal durumun yarattığı siyasal sonuç ise diktatörlüklerin kurulması oldu. Böylesi ortamda halka ekmek ve iş vadeden diktatörler, aç kitlelerin desteğini kolayca elde etmişler ve II. Dünya Savaşı’nın en belirleyici rollerini paylaşmışlardı.

II. DÜNYA SAVAŞI

Savaşın nedenleri arasında I. Dünya Savaşı sonunda yapılan ağır antlaşmalar, çizilen yeni sınırlar, İtalya’da faşizmin, Almanya’da Nazizmin ortaya çıkışı, ırkçılık ve saldırganlık, 1929 dünya ekonomik bunalımı, Hitler’in Almanya’yı dünyanın hâkimi yapma çaba ve arzusu, hâkimiyet hırsı yer almaktadır.

Savaşın Başlaması

Almanya’nın 1 Eylül 1939’da Polonya’yı işgali ile savaş başladı. 1941 yılına gelindiğinde Almanya, Avrupa’nın büyük kısmına Balkanlar’a, Doğu Akdeniz’e ve Ege Denizi’ne egemen olmuştu.

Uzak Doğu ve Japonya

Batıda Almanya’nın genişlemesi sürerken Japonya’nın amacı, Pasifik İmparatorluğu’nu kurmaktı. Uzak Doğu savaşı ise Japonya’nın ABD’nin Hawaii’de Pearl Harbour’da bulunan deniz üslerini bombalamasıyla başladı ve hızla genişledi.

Savaşın Sonucu

Müttefiklerin Normandiya çıkarmasıyla Alman düşüşü başladı. Uzak Doğu’da ise Japonya, ABD’nin Hiroşima’ya, Nagasaki’ye atom bombası atmasıyla kayıtsız şartsız teslim oldu.

II.        Dünya Savaşı Sırası ve Sonrasında Yapılan Toplantılar

Savaş sırasında ve sonrasında yapılan şöyle sıralanabilir:

•          Atlantik Demeci (Bildirisi) (14 Ağustos 1941),

•          Casablanca Konferansı (14-24 Ocak 1943),

•          Washington Konferansı (12-16 Mayıs 1943),

•          Quebec Konferansı (11-12 Ağustos 1943),

•          Moskova Konferansı (19 Ekim-1 Kasım 1943),

•          Kahire Konferansı (22-26 Kasım 1943),

•          Tahran Konferansı (28 Kasım-1 Aralık 1943),

•          Yalta Konferansı (4-11 Şubat 1945),

•          Potsdam  Konferansı  (17  Temmuz-12  Ağustos 1945).

II. DÜNYA SAVAŞI SONRASI GENEL DURUM

Dünyadaki diğer coğrafyalarda bağımsızlık hareketleri arttı ve yeni devletler kuruldu. Bu hareketler sömürge imparatorluklarının (İngiltere, Fransa, İspanya, Portekiz, Belçika, Hollanda vs.) sonunu getirdi ve bu devletler sömürgeleri birer birer terk etmek zorunda kaldı.

Avrupa

II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da durum için şunlar söylenebilir: Alman ekonomisi ve sanayisi çöktü. ABD ve Sovyet Rusya arasında ideoloji farkından soğuk savaş başladı. En önemli gelişmelerden biri  sömürgeciliğin tasfiyesidir. Türkiye’deki kalkınma Asya ve Afrika ülkelerine örnek oldu. NATO ve buna karşılık COMECON ve Varşova Paktı kuruldu.

Japonya ve Çin

Japonya iki atom bombasının maddi manevi sarsıntısını hızla atlatarak demokrasi ve sanayide atılımlar yaparak dünyanın en zengin ve güçlü devletleri arasına girdi. Çin’de ise komünist bir rejim kuruldu.

Ortadoğu

Birleşmiş Milletler’in Filistin’i ikiye ayırma düşüncesi Ortadoğu’yu iyice gerdi. 1918’de İsrail Devleti kuruldu. İlk Arap-İsrail savaşı çıktı ve İsrail kazandı. Sovyetler Birliği de Mısır ile işbirliğine girdi. ABD ile Sovyet Rusya Ortadoğu konusunda karşı karşıya geldi

21. YÜZYIL VE KÜRESELLEŞME

Günümüzde yaşanan küreselleşme; siyasal, ekonomik ve kültürel ölçülerden oluşmaktadır. Küreselleşmenin siyasal ayağı çok kısaca ABD’nin siyasal liderliği ve dünya jandarmalığıdır. Ekonomik ayak, küreselleşmede uluslararası sermayenin egemenliği anlamına gelmektedir. Yani uluslararasında dolaşan, Türkiye’nin gelirlerinin on katı bir para var. Dünyaya egemen olan bu para her şeyi belirliyor. Kültürel ayak ise iki boyutludur: Birinci boyut, tüketim kültürünün dünyadaki egemenliğidir. Aynı tarz beslenme, aynı markaları giyinme, aynı  kanallardan benzer şeyleri izleme. Kültürel ayağın diğer boyutu ise mikro milliyetçilik ve mikro dincilik olarak özetlenebilir.