Home » Z_Ders Notları » Uluslar_arası_İlişkiler » 6.Dönem » ULUSLARARASI İKTİSAT POLİTİKASI

ULUSLARARASI İKTİSAT POLİTİKASI

ULUSLARARASI  İKTİSAT  POLİTİKASI

Uluslararası Ticaret Politikaları

Uluslararası İktisat Politikası – Genel İktisat Politikası İlişkisi

Bir ülkede uluslararası  iktisat politikası  ile genel  iktisat politikası (ulusal iktisat politikası) karşılıklı etkileşim içindedir.  Bilindiği  gibi  genel  iktisat  politikası,   iç ekonomik denge ve dış ekonomik  dengeyi aynı anda sağlamayı amaçlamaktadır.. Uluslararası iktisat politikası ile genel iktisat politikasının karşılıklı etkileşimi içinde uluslararası ticaret politikası çok önemli bir yere sahiptir. Bilindiği gibi hükûmetler dış ekonomik dengeyi sağlamak üzere harcama kaydırıcı politikalara başvurabilmektedir. Harcama kaydırıcı politikalar içinde yer alan ithalat tarifeleri, ithalat kotaları, ithalat veya ihracat sübvansiyonları veya vergileri uluslararası  ticaret politikası araçlarıdır.

Uluslararası Ticaret Politikası Tercihleri

Serbest Dış Ticaret Politikası Tezleri

Uluslararası ticaret teorisi analizlerinden hatırlanacağı gibi, işbölümü ve uzmanlaşmaya dayanan serbest dış ticaret ülke refahının artışı için en iyi politikadır. Hükûmetler serbest dış ticaret politikasını ekonomik etkinliği arttırdığı, dinamik kazançlar yarattığı ve rant arayışını sona erdirdiği için benimsemektedir.

Korumacı Dış Ticaret Politikası Tezleri

Adam Smith’den günümüze, serbest dış ticaret politikasının yukarıda kısaca belirtilen nedenlerle en iyi politika olduğu tezi savunulsa bile gerçek hayatta serbest dış ticaret politikası sadece Hong Kong’ta uygulanmaktadır. Yasal olarak Çin’in bir parçası olan Hong Kong’da Çin’den bağımsız bir ekonomi politikası yürütülmektedir. Hong Kong korumacı dış ticaret politikası araçlarından hiçbirinin kullanılmadığı, serbest dış ticaret politikasının tam anlamıyla benimsendiği tek örnektir. serbest dış ticaret politikasının iktisatçıların savunduğu ideal bir politika önerisi olmanın ötesine geçemediği anlaşılmaktadır. Hükûmetleri korumacı dış ticaret politikası uygulamaya iten nedenler nelerdir? Şimdi bu sorunun yanıtını, diğer bir ifade ile korumacı dış ticaret politikası tezlerini belirlemeye çalışalım:

•          Dış ticaret dengesinin iyileştirilmesi

•          Dış ticaret hadlerinin iyileştirilmesi

•          Piyasa başarısızlıklarına müdahale: dışsallıklar

•          İşsizliğin Azaltılması

•          Korunan Endüstride İstihdamın Arttırılması

•          Hazineye Gelir Sağlanması

•          Ulusal Güvenlik/Savunma Tezi

•          Dampinge Karşı Korunma

•          Dış Sübvansiyona Karşı Korunma

Bebek Endüstri Tezi

Bebek endüstri tezi, 18 yüzyılın sonlarına doğru A. Hamilton ve F. List tarafından geliştirilmiş, 20 yüzyılda özellikle Latin Amerika ülkeleri tarafından benimsenmiştir. Tez, mevcut durumda ithalata dayalı bir endüstrinin uzun dönemde karşılaştırmalı üstünlük elde edeceği varsayımına dayanmaktadır. İlgili endüstrinin karşılaştırmalı üstünlük potansiyeline sahip olduğu düşünülmektedir. Şimdi bir ülkede belirli bir endüstrinin düşük maliyetli ithal mallar nedeniyle büyüyemediğini varsayalım. Bebek endüstri tezine göre eğer bu endüstriye geçici olarak (bebeklik dönemi sona erene kadar) korumacı dış ticaret politikası uygulanırsa ölçek ekonomilerinin ortaya çıkmasıyla endüstrideki firmaların birim maliyetleri düşer. Ölçek ekonomileri, her biri üretim kapasitesini artırmış ve daha fazla çıktı üretmeye başlamış olan ve bu nedenle uzun dönem ortalama maliyetleri azalan firmalara özgü olabilir. Bu durumda içsel ölçek ekonomilerinden söz edilir. Ölçek  ekonomileri  firmalar için dışsal fakat endüstri için içsel olabilir. Firmaların ortalama maliyetlerinin azalmasının nedeni, endüstrideki çıktının artması ise bu durumda dışsal ölçek ekonomilerinden  söz  edilir.  Ölçek  ekonomilerinin   içsel veya dışsal olması sonucu değiştirmez. Sonuç itibariyla bebek endüstri ihracatçı endüstri durumuna gelir ve böylece endüstri üzerindeki geçici korumacı dış ticaret politikası uygulamaları sona erdirilir.

Stratejik Ticaret Politikası

Son yıllarda ticaret ve finans alanında küreselleşmenin giderek hız kazanmış olması, ülkelerin rekabet gücü kavramını gündeme getirmiştir. Bu bağlamda, ülkelerin rekabet güçlerini arttıracak hükûmet politikaları tartışılmaya başlanmıştır. Gelişmiş ülkelerde uluslararası işlemlerin artan önemi ile birlikte ekonomik yapı da değişime uğramış ve hizmetler sektörü ekonominin belkemiğini oluşturmaya başlamıştır. Hizmetler sektöründeki nispi büyüme ve imalat sanayindeki işgücü oranının düşmesi, sanayileşmenin yerini sanayisizleşmenin almaya başladığı yönündeki düşünceleri güçlendirmiştir. Gelişmiş ülkeler bu süreçte imalat sanayi ürünlerinin ihracatçısı konumundan ithalatçısı konumuna gelmiştir. Gelişmiş ülkelerdeki sanayisizleşme sürecini önlemek üzere hükûmetlerin stratejik ticaret ve sanayi politikaları uygulayarak yüksek ücretli ve yüksek işgücü katma değerine sahip olan endüstrileri veya ileri teknoloji endüstrilerini teşvik etmeleri gerektiği öne sürülmektedir. Bu politikaların başarılı olması durumunda ülkelere karşılaştırmalı üstünlükler sağlayacak yeni malların üretilmesi mümkün olacak ve ülkeler bu yeni ürünlerle küresel pazarda rekabet gücü elde edecektir. Buraya kadar anlatılanlardan stratejik ticaret politikasının bebek endüstri tezine çok benzediği anlaşılmaktadır. Aralarındaki en temel farklılık, bebek endüstri tezinin gelişmekte olan ülkeler için, stratejik ticaret politikasının ise gelişmiş ülkeler için geçerli olmasıdır. Bebek endüstri tezi ile stratejik ticaret politikası arasındaki diğer bir farklılık ise stratejik ticaret politikasının daha çok büyük riskler taşıyan ileri teknoloji endüstrilerinin teşviki için benimsenmesi gerektiğidir. Nitekim uygulamadan örnekler de bu saptamayı doğrulamaktadır.

Uluslararası Ticaret Politikası Araçları

Başlıca uluslararası ticaret politikası araçları veya diğer bir ifadeyle korumacı dış ticaret politikası araçları, ithalat tarifeleri ve tarife dışı kısıtlamalardır.

Günümüzde en çok uygulanan tarife dışı kısıtlamalar, ithalat kotaları, ihracat sübvansiyonları, gönüllü ihracat kısıtlamaları, kamu alımlarına ilişkin düzenlemeler, yerli katkı zorunluluğu, ürün standartları, anti-damping ve telafi edici vergi uygulamaları ile emek standartlarıdır.

İthalat kotası, belirli bir zaman diliminde ithal edilebilecek mal miktarına uygulanan fiziki kısıtlamadır. İthalat kotası, serbest ticaret koşullarında ithal edilebilecek mal miktarını kısıtlamaktadır. İthalat kotasının yönetimi, ithalat lisansına bağlanmıştır. Her bir ithalat lisansı, ilgili malın toplam ithalat kotasını ve ilgili ithalatçının ithal edebileceği mal miktarını göstermektedir. İthalat lisansları hükûmetler tarafından belirli bir tutar karşılığında ithalatçılara satılabilir veya hükûmetler lisansları diledikleri ithalatçıya verebilir. Mamul malların ithalatına kota uygulaması, DTÖ kurallarıyla düzenlenmiştir. DTÖ kuralları, ithalat kotalarının kademeli olarak ithalat tarifesine dönüştürülmesini öngörmektedir. Ancak DTÖ’nün düzenlemelerine rağmen ithalat kotaları, özellikle gelişmiş ülkeler tarafından yerli üreticileri korumak amacıyla tarım ürünleri ticaretine uygulanmaktadır.

İhracat sübvansiyonu, ihracat yapan firmaya hükûmet tarafından yapılan doğrudan ödeme veya verilen destektir. İthalat tarifesinde olduğu gibi ihracat sübvansiyonu da spesifik (birim başına belirli bir tutar) veya ad-valorem (ihraç tutarının belirli bir oranı) sübvansiyon olabilir. İhracat sübvansiyonları, ithalat tarifeleri ve ithalat kotalarında olduğu gibi, ticaret ve refah etkilerine sahiptir.

İhracat sübvansiyonu, ihracat yapan firmaya hükûmet tarafından yapılan doğrudan ödeme veya verilen destektir. İthalat tarifesinde olduğu gibi ihracat sübvansiyonu da spesifik (birim başına belirli bir tutar) veya ad-valorem (ihraç tutarının belirli bir oranı) sübvansiyon olabilir. İhracat sübvansiyonları, ithalat tarifeleri ve ithalat kotalarında olduğu gibi, ticaret ve refah etkilerine sahiptir. Gönüllü ihracat kısıtlamasının ekonomik etkileri bazı yönleriyle ithalat kotalarının etkilerine benzese de aralarında önemli farklar bulunmaktadır. Her iki tarife dışı kısıtlamada da ithalat miktarı sınırlandırılmaktadır. Ancak söz konusu kısıtlama ithalat kotasında ithalatçı ülke tarafından ithalat lisansları aracılığıyla yapılırken gönüllü ihracat kısıtlamasında bu kısıtlama bizzat ihracatçı ülke tarafından ihracat lisansları aracılığıyla yapılmaktadır. Diğer bir önemli farklılık ise ihracatın kısıtlanmasından doğan kazancın kim tarafından elde edileceği noktasında ortaya çıkmaktadır. İthalatın kısıtlanmasından doğan kazanç ithalat lisansına sahip olan ithalatçıya aitken gönüllü ihracat kısıtlamasında aynı alana karşılık gelen ihracatın kısıtlanmasından doğan kazanç ihracat lisansına sahip olan ihracatçıya aittir. Gönüllü ihracat kısıtlamaları, genellikle gelişmiş ülkelerin tercih ettiği bir tarife dışı kısıtlamadır. 1960’lardan itibaren başta ABD olmak üzere çoğu gelişmiş ülke, özellikle çelik ve otomobil endüstrilerine gönüllü ihracat kısıtlaması uygulamıştır. İhracatlarını gönüllü olarak kısıtlamaları istenmiş ülkelerin başında ise Japonya ve Kore gelmektedir. Günümüzde gönüllü ihracat kısıtlaması uygulamaları, DTÖ kurallarıyla düzenlenmiştir.

Kamu alımları yapan hükûmetler ihracatçılar açısından önemli birer tüketicidir. Ancak hükûmetler, kamu alımlarında yerli malları ithal mallara tercih edebilmektedir. Hükûmetler bu tercihi çeşitli yönetsel düzenlemelere veya yasalara dayanarak uygulamaktadır. Ancak bu tercih de serbest ticareti kısıtladığı için negatif refah etkileri yaratmaktadır. Buna rağmen günümüzde çoğu ülkede kamu alımlarında yerli mallar tercih edilmektedir.

Günümüzde pek çok ürünün üretimi farklı ülkelerden farklı girdiler ve parçalar gerektirmektedir. Yerli üreticilerin üretici ülke dışından girdi sağlamaları dış kaynak kullanımı (outsourcing), üretimin bir bölümünü ülke dışında gerçekleştirmeleri ise üretimi paylaşma olarak  nitelendirilmektedir.

Hükûmetler toplum sağlığını gerekçe göstererek ithal edecekleri mallar için ürün standartları geliştirebilirler. Ürün standartları genellikle sağlık, hijyen, güvenlik ve çevre standartlarından oluşmaktadır. İlgili standartlar sadece ithal malların uyması zorunlu standartlar olmayabilir; yerli mallar da aynı standartlara tabi olabilir. Ancak uygulamada, ithal malların standartlara uygunluğu daha ciddiyetle takip edilebilir. Ürün standartları, ithalat tarifelerini yükseltmezler veya hükûmetlere gelir sağlamazlar. Tam tersine, hükûmetlerin yerli mallara da standartlara uyma zorunluluğu getirmesi, ilave kaynak kullanımı gerektirmektedir. Bu durumda standartlardan, toplum sağlığını, güvenliğini ve çevreye duyarlılığı geliştirerek toplumun refahını yükseltmeleri beklenmektedir.

Aksak rekabet piyasalarında firmalar aynı mal için iki farklı fiyat belirleyebilir. Bu fiyatlardan biri malın iç piyasa fiyatı, diğeri ise malın ihraç fiyatıdır. Aynı malın farklı tüketicilere farklı fiyattan sunulmasına, fiyat farklılaştırması denmektedir. Uluslararası ticarette en sık görülen fiyat farklılaştırması ise damping olarak adlandırılmaktadır. Bir uluslararası ticaret politikası aracı olarak başvurulan damping, haksız bir uygulama olarak nitelendirilmekte ve özel damping düzenlemelerine tabi olmaktadır. DTÖ düzenlemeleri dampingin ithal mallara rakip yerli mallar üreten üreticilere zarar vermesi durumunda ülkelere koruma önlemi uygulama hakkı tanımaktadır. İthalatçı ülke dampingin yerli üreticiye zarar verdiğini tespit ederse anti-damping vergisi uygulama hakkına sahiptir. Telafi edici vergi ise daha önce de belirtildiği gibi, ülkesinde sübvansiyonla üretilmiş olan ve bu nedenle haksız rekabet yaratan ithal mala uygulanmaktadır. Telafi edici vergi uygulamaları da DTÖ kuralları ile düzenlenmiştir.

Uluslararası emek standartlarının geliştirilmesi ve uluslararası ticarette ilgili standartlara uyma zorunluluğu aranması konuları ise son yılların önemli tartışma konularıdır.

GÜMRÜK TARİFELERİ VE TARİFE DIŞI KISITLAMALAR

Gümrük Tarifeleri

Gümrük tarifesi iki temel kavrama dayanır. Bunlar; vergi ve tarifedir. Gümrük vergileri dış ticaret yapan iki veya daha fazla ülke arasında mal ve hizmetlerin ülkeye girişlerinde alınan vergi ve harçlardır. Gümrük tarifesi ise dış ticarete konu olan mal ve hizmetlere uygulanan vergileri belirleyen listelerdir. Gümrük vergileri, gümrük yükümlülüğünün doğduğu tarihte yürürlükte olan gümrük tarifesine göre hesaplanır. Uygulamada başlıca üç tür tarife sistemi vardır. Bunlar, tek kolonlu (single-column) çift kolonlu (double-column) ve üç kolonlu (triple- column) tarife sistemleridir. Gümrük vergileri yasa ile konuyorsa böyle tarifelere otonom tarife denir. Eğer vergiler uluslararası anlaşmalar ve karşılıklı görüşmeler sonucunda belirleniyorsa bu tip tariflere sözleşmeli tarife (conventional tariff) adı verilir. Gümrük vergileri uluslararası anlaşmalarla belirlenince, bunların artık tek taraflı kararlarla değiştirilmesi mümkün değildir

Tek kolonlu tarife sistemleri otonom nitelik taşır ve ayırımcı (discriminatory) özelliği yoktur. Bu sistemde, her mala ülke orijinine bakılmaksızın bir tek vergi uygulanır ve yasal düzenleme yapılmadan karşılıklı görüşmelerle değiştirilemez. Bu tip tarife sistemleri, sadece gelir veya koruma amacı güden ülkeler için yararlıdır. Çift kolonlu tarife sistemlerinde her mal için iki vergi vardır. Eğer her iki vergi de yasa ile konmuş ise burada maksimum- minimum formlu bir otonom tarife sistemi söz konusudur. Eğer sadece yüksek vergiler yasa ile belirlenmiş, buna karşılık düşük olanı uluslararası anlaşmalarla ödün olarak verilmiş ise bu durumda kısmen otonom ve kısmen de sözleşmeli tarife sisteminden söz edilir. Buna genel ve sözleşmeli form adı verilir.

Üç kolonlu tarife sistemlerinde üç ayrı vergi oranı vardır. Sistem çift kolonlu tarife sistemine daha düşük oranlı bir verginin eklenmesiyle oluşur. Bu, tercihli sistem (preferential system) olarak da anılır ve sistemin birçok üyesi arasındaki ticareti teşvik etmek için düzenlenir. İngiliz Uluslar Topluluğu (Commonwealth) bu sistemi uygular. Ayrıca, WTO üyesi olan Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) kaynaklı mallara uyguladığı tarifeler de bu gruba girer.

Günümüzde gümrük vergileri ithalattan alınır. Bununla beraber belli bir malın ihracını kısıtlamak ve gelir sağlamak amacıyla ihracattan da gümrük vergisi alma yoluna gidilmektedir. İthalat ve ihracattan alınan gümrük vergilerinin dışında, ayrıca transit ticaretinden alınan transit gümrükleri de vardır. Fakat günümüzde bütün ülkeler transit işlemlerini kolaylaştırma yoluna gittikleri için transit gümrükleri artık önemini kaybetmiştir.

Dış ticaretin vergilendirilmesi, ticaretin doğuşu ile başlar. Dış ticarete konulan gümrük vergilerinin başlıca iki amacı vardır. Bunlar, devlet hazinesine gelir sağlamak ve yerli sanayi dış rekabete karşı korumaktır. Gümrük vergileri, devletin kolay gelir sağlama yollarından biri olduğu için dış ticaret politikasının en eski aracıdır. Kolay tahsil edilir,

kısa sürede istenilen gelir elde edilir. Gümrük vergilerinden etkili gelir sağlayabilmek için bu vergilerin geniş tüketim alanı olan mallara uygulanması ve ticareti kısmayacak şekilde gümrük gelirlerini maksimize eden seviyede olması gerekir. Gümrük vergilerinin iki temel görevinin dışında bir diğer görevi daha vardır. O da ödemeler dengesi etkisidir. Vergilerde meydana gelen bir değişiklik ülkenin dış ticaret ve ödemeler dengesini etkiler. Ödemeler dengesinde meydana gelen değişiklikler ise ülkede fiyatlar genel seviyesi, üretim, gelir ve istihdam üzerinde olumlu ya da olumsuz etkiler yaratır.

Gümrük Vergileri

Gümrük vergileri advalorem ve spesifik olmak üzere ikiye ayrılır. Ayrıca bunların birleşiminden oluşan karma (compound) vergiler de vardır. Advalorem vergiler ithal edilen malın değeri üzerinden yüzde olarak alınır. Spesifik vergiler ise ithâl edilen malın fiziki birimleri başına sabit miktarlarda tahsil edilir. İthal bir otomobilin CIF (Cost, Insurance, Freight) fiyatı üzerinden %50 oranında vergi alınırsa bu advalorem, vergi ithal edilen her bir otomobil başına 5 bin TL olarak tahsil edilirse, bu spesifik gümrük vergisidir.

Advalorem vergiler, yüksek fiyatlı imalat sanayi ürünlerine, spesifik vergilere oranla daha etkili uygulanabilir. Çünkü tek bir advalorem oran yurt içi sanayine özellikle artan fiyatlar karşısında uygun bir koruma sağlayabilir. Fiyatların hızla yükseldiği bir ortamda spesifik vergi tarifesi yürürlükte ise devletin vergi gelirinde artış olmaz. Advalorem vergilerde vergi matrahını oluşturan değerin belirlenmesi çok önemlidir. Uygulamada bu değer FOB (Free on Board) fiyat ve CIF fiyat olarak iki şekilde belirlenmektedir.

Spesifik vergiler, bir malın düşük kalitelerini yüksek kalitelilerine oranla daha fazla vergilendirdiği için sakıncalıdır. Spesifik vergilerin sakıncalarına karşılık uygulanmasının kolay olması, malın fiziki birimi gibi objektif kriterlere dayanması ve anlaşmazlıklara fazla yol açmaması sebebiyle belli tür ithalatlarda tercih edilmektedir.

Karma gümrük vergileri daha çok hammaddesi vergilendirilmiş mamul mallara uygulanır. Spesifik vergi burada telafi edici vergi (compensatory duty) niteliğindedir. Hammadde endüstrilerine vergi ile getirilen korumayı dengeler. Advalorem vergi ise tamamlanmış malları üreten sanayi dalına koruma sağlar.

Ülkeler, üç sebeple advalorem vergiyi tercih etmektedirler. Öncelikle, değer esasına göre belirlenen advalorem vergi, adet ya da ağırlık esasına dayalı olarak belirlenen spesifik vergiye göre toplanabilecek gelirin tahmin edilmesini kolaylaştırır. İkinci olarak advalorem vergi, etkisi bakımından ucuz ürünlerde daha düşük, pahalı ürünlerde daha yüksek olması sebebiyle spesifik vergiye göre adalete daha uygundur. r. Üçüncü olarak uluslararası müzakerelerde tarife oranlarının karşılaştırılması, gümrüklerin advalorem olarak uygulamaları hâlinde daha kolay olabilmektedir.

Gümrük Tarifelerinin Kısmi Denge Analizinde Ekonomik Etkileri

Bir ülkede tarifenin yaratmış olduğu ekonomik etkiler, bir bütün olarak ekonominin tümü için incelenebileceği gibi sadece bir tek mal veya belli bir piyasa için de analiz edilebilir. Tarifelerin yaratmış olduğu ekonomik etkilerin daha kolay anlaşılması ve ortaya konabilmesi açısından bu ünitede bir tek mal veya piyasa ele alınacak; ekonomide zevklerin, diğer mal fiyatları ile tüketici gelirinin sabit kaldığı varsayılacak, teknolojik gelişme, dışsallıklar ve maliyetler üzerinde etki yapan diğer değişiklikler yok sayılacaktır. Ayrıca iki ülkenin (ABD ve Türkiye) döviz kurları eşit olarak kabul edilecektir (T1 = 1$)

Üretim Etkisi

Gümrük tarifelerinin koruyuculuğunda yurt içi üretimi arttırmak veya ithal ikamesine gitmek kıt kaynakların israfına yol açar. Çünkü her bir birim üretim artışı daha yüksek reel maliyetlerle gerçekleşir. Her ek birimin üretiminde kullanılan kaynakların verimliliği, bir önceki üretim seviyesinden daha düşüktür. Eğer ekonomide atıl kaynak yoksa (tam çalışma varsayımı) ithal ikamesini gerçekleştirmek için gerekli olan kaynaklar, marjinal verimi daha yüksek olan diğer sektörlerden (ihracat sektörü) çekilir. Bunun sonucunda verimi daha düşük olan sektörde üretim yapılır ve ekonomide reel bir kayıp söz konusu olur. Buna gümrük tarifelerinin koruma etkisi (protection effect) ya da üretim etkisi denir.

Tarifelerin kaldırılması veya vergi oranlarının indirilmesi durumunda bu korumadan yararlananlar bundan zarar görebilir. Aşırı koruma, korunan sektörlerin gümrük duvarları arkasına çekilerek, ekonomik etkinlikten uzak, verimli olmayan, tembel ve ağır bir faaliyet sürdürmesine sebep olabilir. Bu durumda tarifelerin kaldırılması rekabeti arttıracağından, verim artışına yol açabilir ve dolayısıyla ekonomiye önemli bir katkı sağlayabilir.

Tüketim Etkisi

Gümrük vergileri fiyatları  yükselterek  tüketimin kısılmasına yol açar. Tüketimde meydana gelen  azalma, ithal malının talep esnekliğinin büyüklüğüne  bağlıdır. Esneklik birden büyük ise vergi sebebiyle artan fiyatlar tüketimi daha fazla kısar; tüketici eskisine oranla daha az mal tüketeceği için refahında bir azalma meydana gelir. Buna tüketim etkisi (consumption effect) denir.

Gümrük vergisi sebebiyle tüketimde meydana gelen azalma aynen koruma etkisinde olduğu gibi reel bir kayıptır. Gelişme yolunda olan ülkelerde yeni kurulan sektörlerin belli sürelerle gümrük tarifesi ile korunma sürecinde tüketiciler daha yüksek fiyatlarla mal satın almak zorunda kalabilir ve refah kaybına uğrayabilirler. Fakat uzun dönemde, korunan sektörde üretim maliyetleri ve fiyatlar düşerse, tüketicilerin katlanmış oldukları refah kaybı giderilmiş olur.

Gelir Etkisi

Gümrük tarifeleri devlete önemli gelir sağlar. Gelir, gümrük tarifesi ile ithal edilen ürün miktarının çarpımıyla bulunur. Gelir ülke içinde kullanılacağı için toplum refahını olumlu yönde etkiler ve tüketici artığındaki kaybı kısmen telafi eder.

Yeniden Dağıtım Etkisi

Gümrük vergileri ekonomide gelirin yeniden dağılımına yol açar. Buna yeniden dağıtım etkisi (redistribution effect) denir.

Optimum Tarife

Optimum (en uygun) tarife, ticaret hacmindeki daralmanın olumsuz etkilerine karşılık, ticaret hadlerindeki iyileşmeden doğan net refah artışlarını maksimum yapan gümrük tarifesidir. Gümrük tarifesi büyük ülke refahı açısından iki farklı etki yaratır. Bunlar ticaret hadlerindeki iyileşme (olumlu etki) ve ticaret hacmindeki daralmadır (olumsuz etki). En uygun tarife aşıldıktan sonra her birim gümrük tarifesi artışı refah kaybına yol açar. Tarife aşırı artarsa bu noktada ticaret hacmi sıfıra düşebilir (yasaklayıcı tarife). Tarife koyanın refah artışı, diğer ülkelerin refah düşüşü pahasına gerçekleştiği için tarife uygulanan ülkeler tarife uygulayan ülkelere misilleme yaparlar. Bunun sonucunda tüm taraflar kaybeder. Tarifenin optimum özelliğine sahip olması için diğer ülkelerin karşılık vermemesi, yani misilleme yapmaması gerekir. Eğer misilleme olarak onlar da gümrük tarifelerini arttırırlarsa beklenen refahın maksimum olması mümkün olmaz. Karşılıklı tarife yükseltilmesine dönüşen tarife savaşı sonucunda kimse amacına ulaşamaz. Dünya genelinde daralan ticaret hacmi sebebiyle herkes bu uygulamadan zarar görür. 1930’lu yıllardaki uygulama buna örnektir.

Koruyucu   Gümrük   Tarifelerine   Ekonomik Argüman:  Genç  Sanayiler  Ve  Etkin  Tarife  Oranı Koruma, dünya fiyatlarının üstünde üretim yapan yerli

üreticileri ithal mallarının rekabetinden sakınmak için ithal

mallarının iç fiyatlarını bir tarife ile yükseltmektir.

Gümrük tarifesinin gerçekleştirdiği korumayı, günümüzde ithal sınırlaması, döviz kontrolleri ve çoklu döviz kuru ile de sağlamak mümkündür. Gümrük tarifeleri ile koruma, malların nispi dünya fiyatları ile onların yurt içi fiyatları arasında ikinciler aleyhine olan farklılığı, gümrük tarifesi ile ortadan kaldırmak ve ekonomi politikanın gereklerine göre bu fiyatlar arasında ikinciler lehine bir farklılık yaratmaktadır. Böylece sübvansiyon ile koruma, tarife ile korumadan ayrılmış olmaktadır.

Genç sanayilerin gerek içsel ve gerekse dışsal ekonomilerden yararlanabilmeleri için belirli bir süre dış rekabete karşı korunmaları gerekmektedir. Başlangıçta kullanılacak üretim tekniği seçilirken, üretimde en ucuz maliyetleri gerçekleştirecek teknik seçilmeyebilir. Bunun başlıca sebebi, üretimin nasıl olsa devamlı korunacağı inancıdır. Aslında firma üretim tekniğini seçerken gelecekteki faktör fiyatlarını da göz önünde tutmalıdır. Geleceğin ne kadarlık bir süreyi kapsayacağı, sermaye malının ekonomik ve teknik amortisman süresi ile sınırlıdır. Bunlardan hangisi daha kısa ise onun esas alınması gerekir. Modası geçmiş bir teknikle üretim yapıldığı sürece, elde edilen ürünler hiçbir zaman diğer ülkelerin ürünleri ile rekabet edemeyecekleri için, sonuçta bu sanayi dalının devamlı korunması zorunluluğu ortaya çıkar. Bu şekilde korumanın sağladığı imkânla, bu sanayi dalında aşırı kazanç elde edilerek ekonomide kaynak kaybına da yol açılmış olur.

Bir ülkede genç (yavru-bebek) sanayilerin korunması için üç ile sekiz yıl arasında değişen süreler gerekeceği düşünülmektedir. Ancak uygulamada korunan sanayi dallarının koruma süreci ülkeden ülkeye ve sektörden sektöre değişmektedir. Genç sanayilerin birinci en iyi politika aracı olduğu gerekçesiyle gümrüklerle korunmasından doğan kaynak dağılımı bozulmalarına Richard Baldwin dikkati çekmiştir. Baldwin’e göre belli sektörlerin korunması, üretken kaynakların yeterince etkili dağılımına engel olur ve toplum refahında azalmalara yol açabilir. Bu sebeple belirli bir zaman diliminde giderek hafifleyen gümrük koruması yerine, ikinci en iyi politika (the second best policy) aracının seçilmesi ve üretim aşamasında bir seferlik dolaysız teşvik (sübvansiyon) verilmesi daha doğrudur.

Gelişme yolunda olan ülkelerde, gümrük tarifelerinin koruyuculuğunda kurulan bir sanayi dalının Mill-Bastable Testi’den başarı ile geçmesi zorunludur. Mill Testi’ne göre bu ülkelerde gümrük tarifesinin korunmasında kurulan sanayi dalı, teknik bilgi ve deneyim bakımından hızlı bir gelişim içinde bulunmalı ve gelişmiş ülkeler ile aralarında bulunan tarihsel engeli en kısa sürede kapatmalıdır. J. S. Mill koruyucu gümrükleri, serbest dış ticaretin bir istisnası olarak görmüştür.

Tarife Dışı Kısıtlamalar

Dış ticaretin hızla büyüdüğü ve karmaşıklaştığı 20’nci yüzyılın ilk yarısında tarife dışı kısıtlamalar önemli bir dış ekonomi politikası aracı hâline gelmiştir. GATT çerçevesinde gerçekleştirilen çok taraflı ticaret görüşmeleri sonucunda çeşitli tarihlerde gümrük tarifelerinde önemli indirimler sağlanmıştır. Tarife dışı kısıtlamaların gümrük vergilerinin yerini almaları ve korumacılık açısından tercih edilmeleri iki sebebe dayanır. Bunlardan ilki, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra GATT’ın yürürlüğe girmesiyle birlikte o tarihe kadar temel koruma aracı olan gümrük vergilerinin eski önemlerini kaybetmeleridir. İkinci olarak gümrük tarifelerine ilişkin kararlar yurt içinde ve uluslararası seviyede zor alınır. Çoğu ülkede tarife arttırımı için parlamentoların onayı gereklidir. Ayrıca GATT ve WTO’ya yapılan konsolidasyonlar sebebiyle gümrük vergisinde yapılacak bir artış için diğer üye ülkelerle görüşmeler sonucunda tavizler verilmesi gerekir. Çünkü gümrük vergilerini gizli bir şekilde arttırmak mümkün değildir. Oysa tarife dışı engeller   daha   kolay   ve   fazla   sorun   çıkarmadan uygulanabilir. İkinci olarak gümrük tarifelerine ilişkin kararlar yurt içinde ve uluslararası seviyede zor alınır. Çoğu ülkede tarife arttırımı için parlamentoların onayı gereklidir. Ayrıca GATT ve WTO’ya yapılan konsolidasyonlar sebebiyle gümrük vergisinde yapılacak bir artış için diğer üye ülkelerle görüşmeler sonucunda tavizler verilmesi gerekir. Çünkü gümrük vergilerini gizli bir şekilde arttırmak mümkün değildir. Oysa tarife dışı engeller daha kolay ve fazla sorun çıkarmadan uygulanabilir. Tarife dışı kısıtlamalar, gümrük tarifelerinden ayrı olarak dış ticarete müdahale için kullanılan araçların tümünü kapsar. Büyük çoğunluğu ithalat kısıtlamalarına yönelik olmakla beraber, ihracatın ve diğer döviz kazandırıcı işlemlerin teşvik edilmesi amacıyla da kullanılmaktadır.

Günümüzde gümrük tarifeleri ve kotalar dışında çok sayıda ticareti kısıtlayan engeller (nontariff distortions obstacles) vardır. Bu kısıtlamaları başlıca ithal-yönlü (import-directed) ve ihraçyönlü (export-directed) olmak üzere iki temel gruba ayırmak mümkündür. İthal yönlü tarife dışı kısıtlamalar, ithal mallarının yurt içi fiyatlarını yükselterek ithal ikamesi malları üreten sanayicileri korur. İhraç yönlü tarife dışı kısıtlamalar, suni olarak dış satışları arttırmak için ihracata yapılan yardımlar ile ihracatın kısıtlanması için alınan önlemleri kapsar.

Miktar Kısıtlamaları

Günümüzde gümrük tarifeleri ve kotalar dışında çok sayıda ticareti kısıtlayan engeller (nontariff distortions obstacles) vardır. Bu kısıtlamaları başlıca ithal-yönlü (import-directed) ve ihraçyönlü (export-directed) olmak üzere iki temel gruba ayırmak mümkündür. İthal yönlü tarife dışı kısıtlamalar, ithal mallarının yurt içi fiyatlarını yükselterek ithal ikamesi malları üreten sanayicileri korur. İhraç yönlü tarife dışı kısıtlamalar, suni olarak dış satışları arttırmak için ihracata yapılan yardımlar ile ihracatın kısıtlanması için alınan önlemleri kapsar.

Kotalar, hükûmete gelir sağlayıcı etkiye sahip değildir. Kotalar, iç piyasada mal arzını kısıtlayarak iç fiyatların dünya fiyatlarının üzerine çıkmasına  yol  açar  ve kıtlıkrantına sebep olur. İthalatçı ülkenin kota uygulaması sonucunda yükselen mal fiyatları, bazı üreticilerin üretimi arttırmasına yol açacaktır. Üretim artışı her malda aynı ölçüde ve hızda olmayacaktır. Ancak, sonuçta yurt içi üretimin az ya da çok artışından doğan bir üretim etkisi yaşanacaktır.

Diğer Tarife Dışı Kısıtlamalar

Diğer tarife dışı kısıtlamalar, uluslararası ticarete konu olan mallar, hizmetler veya kaynakların potansiyel dünya reel gelirini arttıracak şekilde tahsisine engel olan kamu veya özel kesim tarafından dış ticarete getirilen bütün kısıtlayıcı önlemleri kapsar. Tarifelerden farklı olarak, ihracat ve ithalat üzerinde artan bir risk ve belirsizlik getirir. Bu kısıtlamalar, zaman içinde büyük değişiklikler gösterir, kesinliği yoktur ve geniş ölçüde idari kararlara bağlıdır.  GATT  döneminde  tarife  dışı  kısıtlamalar  kırk farklı kategoride sınıflandırılmıştır. Bunların önemli bir bölümü, sınır kapısında ithal malların ülkeye girişini engellemeye veya sınırlamaya yönelik önlemlerdir. Günümüzde dış ticarete uygulanan diğer tarife dışı kısıtlamaları on iki başlık altında incelemek mümkündür:

•          Dolaylı vergiler

•          İthal teminatları

•          Tarife kotaları ve mevsimlik gümrük vergileri

•          İthalat vergileri ve fonlar

•          Görünmeyen engeller

•          Sübvansiyonlar

•          Emek standartları

•          Teknik engeller ve ürün standartları

•          Yerli parça kullanım zorunluluğu

•          Kamu alımları

•          Fiyat denetimleri

ULUSLARARASI İKTİSAT POLİTİKASI ULUSLARARASI TİCARETİN SERBESTLEŞTİRİLMESİ VE EKONOMİK   ENTEGRASYONLAR

Uluslararası  Ticaretin  Serbestleştirilmesi

Uluslararası ticaretin serbestleştirilmesine ilişkin girişimler II. Dünya Savaşı sonrasına dayanmaktadır. II. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası ekonominin serbest piyasa ekonomisi kurallarına göre yeniden yapılandırılması düşüncesiyle 1944 yılında kırk dört ülkenin katılımıyla bir konferans gerçekleştirilmiştir. Bretton Woods Konferansı olarak anılan konferansta IMF ve Dünya Bankası’nın yanı sıra uluslararası ticarete ilişkin küresel düzenlemeleri hayata geçirecek bir kuruluş olarak ITO (Uluslararası Ticaret Örgütü)’nün kurulmasına karar verilmiştir.

IMF: Uluslararası parasal iş birliğini güçlendirmeyi, uluslararası ticaretin genişlemesini ve dengeli büyümesini teşvik etmeyi ve böylece yüksek istihdamı ve reel gelir artışını desteklemeyi, döviz kuru istikrarını sağlayarak ülkelerin rekabetçi döviz değer kayıplarına başvurmalarını engellemeyi, uluslararası ödemeler sistemi oluşturulmasına yardımcı olmayı, ödemeler  dengesi dengesizliği sorunu yaşayan ülkelere finansal destek sağlamayı amaçlayan bir uluslararası kuruluştur.

Dünya Bankası: Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası, Uluslararası Kalkınma Birliği, Uluslararası Finans Kurumu, Çoktaraflı Yatırım Garanti Ajansı ve Uluslararası Yatırım Uyuşmazlıklarının Çözümü Mekanizması’ndan oluşan bir gruptur.

GATT 1947 Süreci

Uluslararası ticaretin serbestleştirilmesine ilişkin düzenlemelerin hukuki altyapısı, 1947 yılında imzalanan GATT’a dayanmakta ve ilgili anlaşma GATT 1947 olarak adlandırılmaktadır. DTÖ’nün kurulmasıyla birlikte GATT 1994 olarak anılmaya başlamıştır.

GATT 1947’nin amacı, üye ülkelerin yaşam standartlarını yükseltmek, istikrarlı büyüme ile kaynakların tam kullanımını sağlamak, üretimin ve uluslararası ticaretin geliştirilmesine katkı sağlamaktır. Bu doğrultuda GATT 1947’nin temel önceliği, tarife ve tarife dışı engelleri kaldırarak uluslararası ticaretin serbestleştirilmesi olmuştur. GATT 1947’nin temel ilkeleri aşağıdaki gibi sıralanabilir:

Uluslararası ticarette ayrımcılığın ortadan kaldırılması: Uluslararası ticarette ayrımcılığın ortadan kaldırılması: Bu

ilke, en çok kayırılan ülke (MFN-Most Favored Nation) ilkesi ile ulusal muamele ilkesi olarak adlandırılan iki alt ilkeden oluşmaktadır. En çok kayırılan ülke ilkesine göre ülkeler herhangi bir ülkeye tanıdıkları ticari ayrıcalıkları diğer tüm ülkelere tanımak zorundadır. Diğer bir ifade ile ülkeler, uluslararası ticarette ülkeler arasında ayırımcı ticari uygulamalarda bulunamaz. Ancak ilgili alt ilkenin gümrük birlikleri ve serbest ticaret bölgeleri istisnasıdır.

Uluslararası ticaretin serbestleştirilmesi:

Uluslararası ticaretin müzakereler yoluyla, aşamalı olarak serbestleştirilmesi esasına dayanmaktadır. Otarşi kavramı, uluslararası ticaretin olmadığı, dışa kapalı, kendi kendine yeten bir ekonomiyi tanımlamaktadır. Küçük ülke varsayımındaki küçük ülke ise dünya piyasasında malın dünya fiyatını etkileme gücüne sahip olmayan ülkedir. Bunun nedeni, küçük ülkenin ilgili malın ticaretinde dünya ticaret hacmini etkileyemeyecek kadar küçük bir paya sahip olmasıdır.

Uluslararası ticaretin şeffaflaştırılması:

Ülkelerin tarife oranlarını yükseltmemeleri esasına dayanmaktadır. GATT 1947’ye taraf olan ülkelerin yükseltmemeyi taahhüt ettikleri tarife oranları bağlı tarife oranı olarak adlandırılmaktadır. Tarife oranlarının bağlı tarife oranlarına dönüşmesi uluslararası ticarette şeffaflığı artırmakta ve böylece uluslararası yatırımları ve istihdamı teşvik etmektedir. Bağlı tarife oranlarının değiştirilmesi ancak taraf ülkelerin tümünün onayı ile mümkün olabilmektedir. Bu koşul, ülkelerin tarife oranlarını keyfi olarak değiştirme şanslarını ortadan kaldırmaktadır.

Uluslararası ticarette adil rekabet kurallarının benimsenmesi:

Uluslararası ticarette  adil  rekabeti  bozan ihracat sübvansiyonu, anti-damping, anti-sübvansiyon gibi uygulamaların önlenmesi esasına dayanmaktadır.  Adı geçen uygulamalar, uluslararası ticarette haksız rekabet yaratarak oluşturulmaya çalışılan serbest ticaret kurallarını ihlâl etmektedir.

Uluslararası ticaretin ekonomik kalkınmayı desteklemesi ve ekonomik reformu teşvik etmesi:

Uluslararası ticaretin ekonomik kalkınmayı desteklemesini sağlamak amacıyla özel ve lehte muamele uygulamaları adı altında bazı imtiyazlı düzenlemeler geliştirilmiştir. Ancak özel ve lehte muamele uygulamalarının ekonomik kalkınmayı desteklediğine ve ekonomik reformu teşvik ettiğine dair somut bulgular mevcut değildir. Özel ve lehte muamele uygulamaları: Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin serbest piyasa ekonomisine geçiş süreçlerini kolaylaştırmak ve desteklemek amacıyla geliştirilen düzenlemelerdir. İlgili düzenlemelerle ülkelerin dış ticaret politikalarını GATT 1947 ve günümüzde DTÖ kuralları ile uyumlu hâle getirmeleri kolaylaştırılmaktadır. Özel ve lehte muamele uygulamaları çerçevesinde az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere DTÖ kurallarını benimsemeleri için daha uzun geçiş süreleri tanınmakta veya kuralların kapsamı geçici olarak daraltılmaktadır.

GATT 1947’nin en güçlü yönü, sanayi ürünleri ticaretinde gümrük tarifelerini kademeli olarak indirmekteki başarısıdır. GATT 1947’nin ilk zayıf yönü, tarım ve tekstil gibi az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin karşılaştırmalı  üstünlüğe  sahip  olduğu  alanların  GATT 1947’nin kapsamının dışında tutulmuş olmasıdır. GATT 1947’nin ikinci zayıf yönü, GATT 1947’nin uluslararası bir kuruluş olmayıp adeta bir uluslararası kulüp niteliğine sahip olmasından kaynaklanmıştır. Bu durum, GATT 1947’ye taraf olan ülkelere bazı düzenlemeleri uygulamama keyfiyeti vermiştir. Bazı ülkelerin gönüllü ihracat kısıtlaması anlaşmalarıyla GATT 1947’nin ithalat kota uygulamasına getirdiği yasağı delmesi bu keyfiyete bir örnektir. GATT 1947’nin diğer zayıf yönü, uluslararası ticaret uyuşmazlıklarını çözme mekanizmasının işleyişindeki zorluklardır. Gönüllü ihracat kısıtlaması: Bir tarife dışı engeldir. Bir malın ithalatı, ithalatçı ülkenin yerli sanayisini tehdit etmeye başladığında, ithalatçı ülke ihracatçı ülkeden belirli bir süre için ihracat miktarını sınırlamasını isteyebilir. İhracatçı ülke ihraç ettiği mal miktarını gönüllü olarak sınırlandırır. Çünkü aksi durumda daha ağır ticaret kısıtlamalarıyla karşı karşıya kalabilir. Taraflar arasındaki bu uzlaşma, gönüllü ihracat kısıtlaması olarak adlandırılır.

Dünya Ticaret Örgütü Süreci

1 Ocak 1995 tarihinde yürürlüğe giren DTÖ Anlaşması ile DTÖ, uluslararası mal ticaretinin yanı sıra başka alanları da düzenleme yetkisine sahip bir uluslararası kuruluşa dönüşmüştür. DTÖ’nun kurulmasıyla birlikte uluslararası düzenleme yapılacak alanların artması üye ülkeler arasındaki uzlaşmazlıkları da beraberinde getirmiştir. Esasen üye ülkeler arasında var olan fakat GATT 1947 sürecinde çok fazla su yüzüne çıkmamış olan uzlaşmazlıklar, DTÖ’nün kapsadığı konuların artması ile birlikte şiddetlenmiş ve çözümsüzlükler ortaya çıkmaya başlamıştır. Uzlaşmazlıkların özünde üye ülkeler arasındaki asimetri yatmaktadır. DTÖ’ye üye ülkeler aynı ekonomik gelişmişlik düzeyine sahip değildir. Dolayısıyla uluslararası ticaret sisteminden beklentileri ve sağladıkları veya sağlamayı umdukları yararlar da aynı değildir. Bu durum üye ülkeler ve üye ülkelerin öncelikleri arasında bir asimetri  yaratmaktadır.

Ekonomik Entegrasyon Teorisi

Ekonomik entegrasyon teorisi, ekonomik entegrasyon oluşturmak üzere bir araya gelen ülkelerin, diğer ülkelere ayırımcılık uygulayarak kendi aralarındaki ticarete uyguladıkları ticaret engellerini kaldırmalarının yarattığı etkileri incelemektedir. Ülkeler  arasında  bağımlılık düzeyine göre entegrasyon türleri aşağıdaki gibi sıralanabilir.

Tercihli  ticaret  düzenlemeleri:  Taraf  olan  ülkeler arasındaki ticarete diğer ülkelere uygulanan tarifeden daha düşük ithalat tarifesi uygulanması söz konusudur. Ülkeler arasındaki bağımlılığın en düşük olduğu ekonomik entegrasyon  aşamasıdır.

Serbest ticaret bölgesi: Üye ülkeler arasında ticarete uygulanan tüm engellerin kaldırıldığı ancak üye ülkelerin serbest ticaret bölgesi dışındaki ülkelere karşı kendi ticari

düzenlemelerini uygulamayı sürdürdükleri ekonomik entegrasyon aşamasıdır. Serbest ticaret bölgeleri, üye ülkelerin serbest ticaret bölgesi dışındaki ülkelere karşı kendi ticari düzenlemelerini uygulamayı sürdürmeleri nedeniyle ticaret yolunun değişmesi (trade deflection) sorunu yaratmaktadır.

Gümrük birliği: Serbest ticaret bölgesinde olduğu gibi üye ülkeler arasında ticarete uygulanan tüm engellerin kaldırıldığı ancak üye ülkelerin serbest ticaret bölgesi dışındaki ülkelere karşı ortak ticari düzenlemeler (örneğin; ortak gümrük tarifesi) geliştirdikleri ve uyguladıkları ekonomik entegrasyon aşamasıdır.

Ortak pazar: Malların yanı sıra hizmetlerin, işgücünün ve sermayenin serbest dolaşımının sağlandığı ekonomik entegrasyon aşamasıdır. Ortak pazarın iyi işleyebilmesi için üye ülkelerin ekonomi politikalarını uyumlaştırmaları hatta bazı politikalarda ortak düzenlemelere gitmeleri gerekmektedir.

Ekonomik birlik: En ileri ekonomik entegrasyon aşamasıdır. Üye ülkelerin para ve maliye politikalarının uyumlaştırılmasını hatta ortak politikalara dönüştürülmesini gerektirmektedir.

Ekonomik Entegrasyonların Refah Etkileri: Gümrük Birlikleri

Jacob Viner, gümrük birliklerinin ticaret yaratma ve ticaret saptırma etkilerini analiz etmiş ve gümrük birliklerinin refahı olumlu yönde etkileyebileceği gibi olumsuz yönde de etkileyebileceğini ispatlamıştır. Gümrük birliklerinin statik etkilerini oluşturan ticaret yaratma ve ticaret saptırma kaynak tahsisinde etkinlik ile ilgilidir ve bu yolla refahı olumlu veya olumsuz yönde etkilemektedir. Gümrük birliklerinin ticaret yaratma etkisi, kaynak tahsisinde etkinliği artırır ve dünya refahını olumlu yönde etkiler. Gümrük birliklerinin ticaret saptırma etkisi ise kaynak tahsisinde etkinliği azaltır ve dünya refahını olumsuz yönde etkiler. Gümrük birliğinin net refah etkisi ise ticaret yaratma ve ticaret saptırma etkilerinin büyüklükleri  ile  ilgilidir.

Gümrük Birlikleri ve İkinci En İyi Teorisi

Hatırlanacağı gibi, Viner öncesi dönemde gümrük birlikleri serbest ticaret yönünde atılmış bir adım olarak kabul edilmiş ve bu nedenle gümrük birlikleri pozitif refah etkilerine sahip girişimler olarak kabul edilmiştir. Tam rekabet ve serbest ticaret dünya refahının arttırılması için en iyi politikadır. Diğer bir ifadeyle tam rekabet ve serbest ticaret, dünya refahının arttırılması için birinci en iyi politikadır. Dolayısıyla serbest ticaretin önündeki tarife ve tarife dışı engellerin kaldırılmasına yönelik girişimler de dünya refahının arttırılmasına olumlu katkılar yapmaktadır.

Pareto optimumu: Tam rekabet piyasası koşullarında ekonominin genel dengesini ifade etmektedir. Pareto optimumu, üretimde ve değişimde (mübadelede) eş anlı dengenin sağlanması ile gerçekleşmektedir. Üretim faktörlerinin mallar arasındaki yeni dağılımı ve malların tüketiciler arasındaki yeni bir paylaşımı, bireylerin bir kısmını daha kötü duruma getirmiyorsa ekonominin genel dengesi veya Pareto optimumu sağlanmıştır.

Pareto optimumunun sağlanamadığı durumlarda, sapmayı ortadan kaldırmaya yönelik tedbirler almak yerine mevcut kısıtlamaları dengeleyecek yeni kısıtlayıcı önlemler alınması ülke refahı açısından daha yararlı olabilir. Birinci en iyi politika olarak kabul edilen tam rekabet ve serbest ticaretin gerçekleşmediği durumda mevcut kısıtlamaları dengeleyecek yeni kısıtlayıcı önlemlerin uygulanması, ikinci en iyi politikaları oluşturmaktadır. Gümrük birlikleri, ikinci en iyi teorisinin en bilinen uygulama alanlarından biridir.

Gümrük Birliklerinin Dinamik Etkileri

Son yıllarda yapılan ampirik çalışmalar gümrük birliklerinin dinamik  etkilerinin  statik  etkilerinden yaklaşık altı kat daha fazla olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu etkiler aşağıdaki gibi sıralanabilir

Artan rekabet: İthalat tarifeleri, ithalat kotaları ve diğer ticaret engelleri, ülke içinde monopolleri ve verimsiz firmaları teşvik etmektedir. Gümrük birlikleri ise üye ülkeler arasındaki ticaretin önündeki engelleri kaldırarak rekabeti arttırmaktadır.

Ölçek ekonomileri: Gümrük birlikleri, piyasaların genişlemesine yol açmaktadır. Bu durumda firmalar genişlemiş piyasanın taleplerini karşılayabilmek için daha fazla üretim yapmakta ve böylece ölçek ekonomilerinden yararlanabilmektedir.

Yatırımları özendirme: Gümrük birliklerinin piyasaların genişlemesine yol açması, yabancı yatırımları teşvik etmektedir. Yabancı yatırımcılar, genişleyen piyasalar ve artan rekabetten yararlanmak için yatırımlarını gümrük birliğine üye olan ülkelere kaydırabilmektedir. Ayrıca gümrük birliklerinin ticaret yaratma etkisi, kaynak tahsisinde etkinliği arttırarak millî gelirde artışa neden olabilmektedir. Millî gelirdeki artış ise tasarrufları ve yatırımları arttırıcı etki yaratmaktadır.

Teknolojik ilerleme: Gümrük birliğine üye olan ülkelerde teknolojik ilerleme hızlanmaktadır. Artan rekabet nedeniyle firmalar araştırma-geliştirme faaliyetlerine daha fazla harcama yapmakta ve diğer ülkelerden teknoloji transferi önem kazanmaktadır.

Kaynak verimliliğindeki artış: Esasen  kaynak verimliliğindeki artış gümrük birliğinin değil,  ortak pazarın ortaya çıkardığı bir dinamik etkidir. Ortak pazar kapsamında üretim faktörlerinin serbest dolaşımı, kaynak verimliliğini arttırmakta ve bu yolla üye  ülkelerin refahının yükselmesine neden olabilmektedir

Ekonomik Entegrasyon Örnekleri

Avrupa Birliği

Avrupa Birliği temelleri 1952 yılında Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) ile atılan, günümüzün en başarılı ekonomik entegrasyon örneğidir. Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’un bir araya gelerek oluşturduğu AKÇT, üye ülkeler arasında kömür ve çelik endüstrilerinde ortak pazar yaratmayı hedeflemiştir. Kurucu ülkeler, uluslarüstü (supranasyonel) kuruluş niteliğine sahip olan AKÇT’nin oluşumundan yaklaşık beş yıl sonra, başlattıkları ekonomik entegrasyon sürecini geliştirmeye ve güçlendirmeye karar vermişler ve 1957 yılında Avrupa Ekonomik  Topluluğu  (AET)’nu  kuran Roma Antlaşması’nı imzalamışlardır. Aynı tarihte, nükleer enerji alanında faaliyette bulunmak üzere Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM), aynı ülkeler tarafından kurulan üçüncü topluluk olarak hayata geçmiştir. Söz konusu üç topluluğun ortak özelliği, her birinin uluslarüstü kuruluş niteliğine sahip olmasıdır.

Uluslarüstü (supranasyonel) kuruluş: Üye ülkeler arasında karar alma sürecinde yetki paylaşımının olduğu kuruluştur. Üye ülkeler karar alma sürecinde yetkilerini uluslarüstü kuruluşun kurumları aracılığıyla paylaşırlar. Herhangi bir ülkenin alınacak karara red oyu vermesi durumunda, eğer yeterli çoğunluk sağlanmışsa, karar alınır ve o karar red oyu kullanan ülke de dâhil olmak üzere tüm üye ülkeleri bağlar.

AET üye ülkeler arasında bütün endüstrileri kapsayacak şekilde bir ortak pazar oluşturmayı amaçlamıştır. Bu amaç doğrultusunda öncelikle üye ülkeler arasında bir gümrük birliği oluşturulmuştur. Üye ülkeler daha sonra nihai hedef olan ortak pazar hedefine ulaşmak için gerekli çalışmalara başlamıştır. Bu süreçte AKÇT, AET ve EURATOM’un kurumları birleştirilmiş ve üç topluluk  Avrupa Toplulukları (AT) olarak adlandırılmıştır.

AT’nun ortak pazar süreci, gümrük birliği süreci kadar kolay olmamıştır. 1970’li yılların genel ekonomik konjonktürü, genişlemelerin etkileri ve bazı üye ülkelerin sürece geç uyumları ortak pazar sürecini yavaşlatmış ve zorlaştırmıştır. AT, ortak pazar hedefine ancak 1 Ocak 1993 tarihi itibariyle ulaşabilmiştir.

Ortak pazar hedefine ulaşan AT, 1992 yılında imzalanan Maastricht Antlaşması ile ekonomik birlik oluşturma yönünde önemli bir adım atmış ve üye ülkeler arasında Ekonomik ve Parasal Birlik (EPB) yaratma kararı almıştır. Ayrıca Maastricht Antlaşması ile AT, AB adını almıştır. AB’de EPB, 1 Ocak 2002 tarihinde oluşturulmuş; bu tarihte AB’nin ortak para birimi olan euro tedavüle girmiştir.

Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (NAFTA)

NAFTA ekonomik entegrasyon aşamalarından serbest ticaret bölgesine verilebilecek bir örnektir. NAFTA, 1994 yılında ABD, Kanada ve Meksika tarafından oluşturulmuştur. NAFTA, Kuzey Amerika Bölgesi’nde malların ve hizmetlerin serbest ticaretine olanak tanımaktadır. Kanada ve Meksika ABD’nin en önemli ticaret partnerleridir.

NAFTA, mal ve üretim faktörleri piyasalarında rekabeti arttırarak malların ve özellikle ABD’de yüksek olan işgücü ücretlerinin düşmesine neden olmuştur. ABD’deki niteliksiz işgücü ücretlerinin yaklaşık altıda biri düzeyinde olan Meksika işgücü ücretleri, ABD’de niteliksiz işgücünün işsiz kalmasına neden olmuştur. Bu dönüşüm, ABD’de nitelikli işlerin artması ile sonuçlanmıştır. Meksika’nın NAFTA’dan elde ettiği kazançlar ise ABD ve Kanada’ya oranla daha sınırlı görünmektedir. Bunun nedenleri arasında, Meksika’nın ekonomik kurumlarının diğer iki ülkeye kıyasla daha zayıf olması ve ekonomik reformların yetersizliği gösterilmektedir.

Güney Amerika Ortak Pazarı (Mercosur)

Mercosur, Arjantin, Brezilya, Uruguay ve Paraguay tarafından 1991 yılında oluşturulmuştur. 2006 yılında Venezüella da Mercosur’e katılmıştır. Mercosur ülkeleri 1995 yılında gümrük birliğini tamamlamış ve ortak pazar yaratmayı hedefleyen  bir ekonomik  entegrasyona dönüşmüştür.

Mercosur, Güney Amerika için önemli bir entegrasyon girişimi olmasına rağmen kendinden beklenilen başarıyı henüz elde edememiştir. Bunun en önemli nedeni, üye ülkelerin ekonomik kalkınma düzeyleri arasında belirgin farklar bulunmasıdır. Arjantin ve Brezilya Güney Amerika’nın en gelişmiş ekonomileri arasında yer alırken Uruguay ve Paraguay daha az gelişmiş ekonomilere sahiptir. Bu durum ise ülkeler arasında, ortak pazardan elde edilecek kazançlar yönüyle dengesizlik yaratmakta ve ülkelerin, özellikle de Uruguay ve Paraguay’ın ekonomik entegrasyondan beklentilerini zayıflatmaktadır.

ULUSLARARASI TİCARET POLİTİKALARI VE EKONOMİK KALKINMA

Giriş

Ekonomik kalkınma, millî gelirdeki reel artışlarla tanımlanan ekonomik büyümenin yanı sıra ülkenin kurumsal, sosyal, kültürel ve teknolojik alanlarda toplumun daha yüksek düzeyde yaşamsal koşullara ulaşabilmesini ifade eder. Kısaca, toplumun yaşam kalitesinin yükselmesidir.

Karşılaştırmalı üstünlükler Teorisi’ne dayanan serbest ticaret görüşünü benimseyen iktisatçılara göre, her ülkeyi daha  ucuza  üretebildiği  malların   üretiminde uzmanlaşmaya ve bu malları diğer ülkelerin daha ucuza üretebildiği mallar karşılığında ihraç etmeye yetkili kılan uluslararası işbölümü ve dış ticaret, ticarete katılan her ülkenin ekonomik açıdan gelişmesini hızlandıran ve millî gelirini arttıran temel unsurlardandır.

Söz konusu  dönemde  yine  bazı kalkınma  iktisatçıları dış ticaretin azgelişmiş ülkelerin  gelişiminde  olumsuzluklara yol açacağını savunmuşlardır, bunlar dış ticarette korumacılığı savunan görüşlerdir. İthal ikameci sanayileşme stratejileri olarak adlandırılan bu politikaların temelleri ise Singer-Prebisch tezine dayanır.  Singer- Prebisch Tezi, dış ticaret hadlerinin olan gelişmekte olan ülkelerde aleyhine olduğunu savunur.

Genç / Bebek Endüstriler Tezi de azgelişmiş ülkelerdeki genç endüstrilerin dış ticarette rekabet gücünün olamayacağını, yerli endüstrilerin gelişebilmeleri için üretimin dış rekabete getirilecek sınırlamalarla korunması gerektiğini savunmaktadır.

Serbest Uluslararası Ticaret Politikaları ve Ekonomik  Kalkınma

Dışa Dönük Kalkınma

Dışa dönük strateji, dünya piyasaları ile bütünleşmeyi temel almaktadır. İhracata dayalı sanayileşme stratejisinde geliştirilecek sanayilerin iç piyasadan çok, dış piyasa için üretimde bulunması amaçlanmaktadır. Bu strateji, ithalatın yapısından çok ihracatın yapısını değiştirecek yöndedir.

İhracata Dayalı Kalkınma

Azgelişmiş ülkelerde, uluslararası ticaretin özellikle ihracat gelirlerinin millî gelire katkısı ve dolayısıyla kalkınmaya olan pozitif etkisi açıktır. Dış ticaretin kalkınma açısından yarattığı olumlu etkiler  şu şekilde sıralanabilir:

a)         Ara ve yatırım mallarının temini.

b)         Piyasa genişletici etki.

c)         Ölçek ekonomilerinin ve dışsallıkların yaratılması

d)         Teknik bilgi aktarımı sağlanabilir.

e)         Sermaye birikimine katkı

f)         Tekellerin önlenmesi

g)         Kalitenin   artırılması   ve   kalitedeki   farklılıkların

giderilmesi

h)         İşsizliğin azaltılması.

Dış ticaret haddi ihracat fiyat endeksinin ithalat fiyat endeksine oranıdır. Eğer, ihracat fiyatları ithalat fiyatlarından daha hızlı artarsa dış ticaret hadleri ülkenin lehine değişiyor demektir. Klasik iktisatçılar, dış ticaret hadlerinin uzun dönemde, daha çok hammadde ve tarımsal ürün ihracatçısı olan gelişmekte olan ülkelerin lehine ve dolayısıyla sanayi ürün ihracatçısı gelişmiş ülkelerin aleyhine olacağını öne sürmüşlerdir. Klasik iktisatçılar bunu tarımsal ürün üretiminde azalan verimler yasasına, gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelerden satın aldıkları tarımsal ürünlerin yoğunluğuna, fiyat endeksleri sanayi mallarının kalitesinde meydana gelen değişmeleri doğrudan yansıtmamasına dayandırmışlardır.

Dış ticaret hadlerinin gelişmekte olan ülkelerin aleyhine olduğu yönünde görüşler de vardır. Buna göre azgelişmiş ülkelerin ihraç etmiş oldukları tarımsal ürünlere olan dış talep esnekliğinin birden büyük olması ve bu ülkelerin ekonomilerinin yapısal esneklikten yoksun bulunması, dış ticaret hadlerinin adı geçen ülkeler aleyhine gelişmesine sebep olmaktadır.

İhracata dayalı sanayileşme stratejisinin araçları genellikle ihracatı özendirme önlemleri ile ilişkilidir. Bunlar, döviz kuru politikası, ihracatta vergi iadesi ve ihracatı özendiren diğer uygulamalar olarak üç ana grupta sıralanabilir.

Korumacı Uluslararası Ticaret Politikaları ve Ekonomik  Kalkınma

İçe dönük sanayileşme, yurt dışından ithal edilmek durumunda olan malların yurt içinde  üretilmesini sağlayarak dışarıya bağımlılıktan kurtulmak suretiyle sanayileşmeyi öngören politikadır. Dış piyasa koşulları dikkate alınmaksızın sadece iç talebi karşılamaya yönelik politikaları kapsar. Dar anlamda ithalat ikamesi ise, daha önce ithal edilen malların artık ithal edilmeyip, ülke içinde üretilmesi anlamına gelir. İthal ikamesi tiplerini sınıflamakta ilk ayrım “doğal ve uyarılmış̧” ithal ikamesi süreçleri arasında yapılmaktadır. Doğal ithal ikamesi ya da rastgele ithal ikamesi sürecinde, ithalatın yerli üretimle ikamesinin, bu yönde oluşturulmuş̧ ve somut tercihleri içeren bir politikadan veya ekonominin diğer kesimlerine yönelik ancak dolaylı olarak bu sonuca götürecek müdahalelerden etkilenmeden ortaya çıkması söz konusudur. Uyarılmış ithal ikamesi ise kamu otoritesinin tercihlerini  yansıtan  politikalarla  uyarılıp geliştirilmektedir.

Gelişmekte olan ülkelerde gerek pazar darlığı gerekse sermaye yetersizliği, sermaye-yoğun olan ikinci aşamada ithal ikamesi sanayilerinin optimum ölçekle kurulmalarını engellemektedir. Bu durum parça başına maliyeti arttırmakta, ayrıca bu sanayilerin yüksek oranlı ithal girdisi ihtiyacı, dövize olan talebin artmasına neden olmaktadır. Bu durum ise korumacılıkta aşırılığa neden olmaktadır. Ara ve yatırım malları sanayilerinde aşırı korumacılık ise iç  girdi  maliyetlerinin  yüksekliğinden dolayı, tarım, tarıma dayalı sanayi ve imalat sanayinin gelişmesini   ve   dışa   açılmasını   engellemektedir.   Bu aşamanın temel özellikleri, yüksek değerlenmiş döviz kurları, ihracat aleyhine çarpıklıklar, aşırı ve değişken oranlı korumacılık anlayışı, temel gıda maddeleri ile kamu işletmeleri ürünlerinde fiyat kontrolleri, kredilerde negatif faiz oranları uygulamalarıdır.

Sanayileşmede ithal ikamesi süreci bir yandan koruma politikasını gerektirirken diğer yandan da içeride yaygın sanayileşme sonucunu doğurur. Bu durumda ithal ikamesi, koruma ve yaygın sanayileşme politikalarının birlikte yürütülmesi gerekir. İthal ikamesine dayalı sanayileşme stratejisinin araçları genel araçlar aşağıdaki gibi sıralanabilir:

Gümrük Vergileri: Dış ticarette devlet müdahaleciliğinin en eski ve yaygın şekli olan gümrük vergilerinin hem koruyucu hem de gelir sağlayıcı etkileri vardır.

Kotalar: Kotalar, diğer adıyla ithalat yasakları, ithalatı belirli bir miktar veya değer olarak sınırlandıran uygulamalardır. Yasal yollardan izin verilen miktarın üzerinde ithalat yapılamaz. Kuşkusuz kotalar ne ölçüde daraltılırsa, piyasaya yapılan müdahale ve dolayısıyla yerli ekonomiye sağlanan koruma da o derece arttırılmış olmaktadır.

Döviz Kuru Politikası: Kambiyo kontrol rejimlerinde otoriteler, döviz tahsisi ile ithalat rejimini doğrudan etkileyebilmektedir. Ayrıca, döviz kurlarında oynamalarla dış ticaret hacmini de etkileyebilmektedirler. İthal ikamesinin uygulandığı bir ekonomide aşırı değerlenmiş kur politikası söz konusudur. Aşırı değerlenmiş kur politikası ile yüksek tarifelerin ithalatı kısıtlayıcı etkileri daraltılır; ancak spesifik miktar kısıtlamaları ve sınırlamaları ile birlikte kullanıldığında, ithal ikamesi sanayilerin kuruluşu için gerekli olan makine-donanım ithalini kolaylaştırıp, mamül mal ithalini zorlaştıracaktır. Bu politika diğer yandan ihracatı sınırlandıracak, iç piyasalara yönelik üretimi çekici hale getirecek; böylece ithal ikameci ve korumacı politikaların etkilerini arttırabilecektir.

Sübvansiyonlar: İthal ikamesiyle sanayileşme stratejisi uygulayan bir ekonomide sübvansiyon uygulamaları arasında ithalatçıya sağlanan düşük faizli kredi, ucuz enerji ve hammadde temini, yatırım indirimi, vergi muafiyeti gibi uygulamalar yer almaktadır. Bu uygulamalar, devletin özel sektörü yönlendirici şekilde destekleyerek, kaynak dağılımını belirli sektörlere kaydırma amacı taşımaktadır.

İthal ikamesine dayalı sanayileşme stratejisinin eleştirisi ve uygulamada karşılaşılan sorunlar şu şekilde sıralanabilir:

•          İthal ikamesi politikaları kaynak dağılımının bozulmasına yol açabilir. Bu strateji koruma ve özendirme politikalarını da gerektireceği için piyasada oluşan fiyatlar, faktörlerin gerçek kıtlıklarını

•          İthal ikamesi, beklenenin tersine, sanayileşme sürecinde ödemeler dengesinde bir rahatlatma yaratmak yerine durumu daha da kötüleştirebilir.

•          İthal teknolojiye bağımlılık, teknoloji üretiminde bir atılıma izin vermezken genellikle makine yapan makinecinin üretimi de gündeme gelmez. Dolayısıyla, sanayileşme sürecinin derinleşmesi de olanaksızlaşır. Bu tür bir ithal ikamesi geçerliyken ara malı üreten, sınırlı da olsa donanım üreten sektör ya yoktur ya da bu işi devlet üstlenmiş durumdadır.

•          İthal ikamesi yurt içi tasarrufun azalmasına yol açabilir. Tüketim mallarını ithal yoluyla sağlamak durumunda olan bir ekonomi döviz kıtlıkları nedeniyle bu konuda kısıtlı hareket eder, dolayısıyla bu durum yurt içi tasarrufu arttırıcı etki yapar. Ancak ilk aşamadan sonra, iç tüketimin özendirilmesiyle ekonomi bir tüketim ekonomisi görünümünü alır ve tasarrufların azalmasına yol açar.

•          Devlet bir yandan daha önce ithal edilen  bir malın yurt  içinde  üretimine  başlanmasıyla gümrük vergisi gelirlerini, diğer yandan da yeni kurulan sanayi üretim sürecinin ilk dönemlerinde teşvik için kurumlar vergisini ve diğer vergileri almayarak, toplamda yurtiçi vergi gelirlerini kaybedecektir.

•          İthal ikamesi yurt içi tekelleşmeyi arttırır. İç piyasa hacminin darlığı ve ihracat olanaklarının da            gerek azgelişmiş ülkelerin koruyucu politikaları gerekse yabancı sermayenin geldiği alanlarda anlaşmalara konan ihraç yasakları nedeniyle kısıtlı olması sonucunda, kurulu  ve yeni kurulan firmaların tekel hâline gelmesine yol açabilir.

•          Dış ticarette ithalat kısıtlamaları, aşırı koruma ve aşırı değerlendirilmiş kurların uzun süre devam ettirilmesi hâlinde ülkenin dışa açılması zorlaşacak; bu durum ekonomide etkinliğin ve verimliliğin düşmesine, maliyetlerin ve fiyatların yüksek kalmasına, dış piyasalarla rekabetin yapılamamasına ve buna bağlı olarak da ihracata yönelmenin engellenmesine yol açacaktır.

İmalat sanayinde, ithal ikamesine dayalı sanayileşme stratejisi döneminde selektif olmayan, genel koruma ve aşırı değerlenmiş kur politikaları sonucu yaratılan tekelci yapı, ihracata dayalı sanayileşme stratejisi döneminde selektif olmayan teşvik politikaları altında devam etmiştir. Etkinlik ve verimlilik kaygılarından uzak işletmeler ve yabancı sermaye, bu rastgele her şeyin teşvik edildiği ekonomide, gerçekçi kur ve yüksek faiz politikalarının da etkisi ile yatırımlarını üretken olmayan kesimlere kaydırmışlardır. Her iki strateji döneminde gerçekleşen büyümenin temel kaynağı, yurt içi talep artışıdır. Bu durum 1980 öncesinde aşırı ithal ikamesine yol acarken 1980 sonrasında ihracatçı kesimlerin kaynak ve üretimlerini rantların yüksek olduğu iç piyasaya yönlendirmelerine, dolayısıyla  ihracatın  engellenmesine yol açmıştır.

DÖVİZ PİYASASI VE DÖVİZ KURU SİSTEMLERİ

Döviz Piyasası

Bir uluslararası işlemde iki farklı işlem vardır: İlk işlem, yabancı paranın satın alınması, diğeri de bu yabancı paranın uluslararası işlem için kullanılmasıdır. Yabancı ülkelerin paralarına genel olarak döviz adı verilir. Döviz piyasası ise bir ulusal paranın yabancı bir para ile değiştirildiği veya yabancı paraların birbirleriyle değiştirildiği her türlü ortamdır.

Döviz piyasasında işlem gören yabancı paralar nakit biçiminde veya nakde dönüştürülebilen varlıklar biçiminde olabilmektedir. Nakit biçiminde olan yabancı paralara efektif adı verilir. Buna karşılık yabancı para cinsinden düzenlenmiş banka havaleleri, ödeme emirleri, poliçeler ve seyahat çekleri şeklinde nakde dönüştü- rülebilen araçlar döviz olarak ifade edilmektedir.

Döviz piyasasının katılımcıları firmalar, bireyler, bankalar ve resmî kurumlar şeklinde ifade edilen tüm ekonomik kesimlerdir. Firmalar ve bireyler bu piyasada ihracatçı, ithalatçı, dış yatırımcı, turist veya tasarrufçu olarak yer alırlar. İhracatçı ve ithalatçılar bu piyasanın en temel işlemcileridir. Ancak günümüzde küresel sermaye hareketleri hacmi dış ticaret hacminden daha fazla olduğu için dış yatırımcıların döviz piyasasındaki payı oldukça fazladır.

Bankalar döviz piyasasının merkezini oluştururlar. Çünkü hemen hemen tüm uluslararası işlemler ticari bankalar aracılığıyla gerçekleştirilir.  Bankalar  kurumsal  veya bireysel müşterilerinin  taleplerini  karşılamak  amacıyla döviz piyasalarında rutin olarak işlem yapmaktadırlar.

Döviz işlemlerini yürüten resmî kurumlar Merkez Bankası ve Hazinedir. Merkez Bankası bu piyasanın en düzenli resmî katılımcısıdır. Merkez Bankasının döviz işlemleri yapmasının temel amacı ulusal paranın değerini korumak ve döviz rezervlerini belirli bir düzeyde tutmaktır.

Türkiye’de döviz işlemleri temel olarak üç farklı piyasada gerçekleştirilmektedir:

•          Türkiye  Cumhuriyet  Merkez  Bankası  (TCMB) Gözetimindeki Döviz ve Efektif Piyasaları

•          Bankalararası Döviz Piyasası

•          Serbest Döviz Piyasası

TCMB’nin görevi, Türk lirasının yabancı paralar karşısındaki değerinin belirlenmesini sağlamaktır. TCMB bünyesinde yer alan ve bu görevi yerine getiren Döviz ve Efektif Piyasaları bankalar, katılım bankaları ve yetkili müesseselerden oluşmaktadır. Bu kuruluşlar, Döviz ve Efektif Piyasalarında işlem yapmak için teminat yatırmak zorundadırlar.

Döviz piyasasının dört temel işlevi vardır:

•          Satın alma gücünü transfer etme

•          Kredi kolaylığı sağlama

•          Döviz kuru riskinden koruma

•          Değer saklama

Döviz piyasanın temel özellikleri ise aşağıdaki gibidir:

•          Alıcı     ve        satıcıların        karşı    karşıya gelmesi gerekmez

•          Örgütsüz piyasalardır

•          Evrensel piyasalardır

•          Hiç kapanmayan piyasalardır

•          Tam rekabet piyasasına yakın piyasalardır

Döviz piyasası, işlemlerin belli bir mekânda değil, her türlü iletişim aracı vasıtasıyla her ortamda yapıldığı bir piyasa olması nedeniyle örgütsüz (tezgâh üstü) piyasa ni- teliğindedir. Ancak ülkemizde TCMB bünyesinde Döviz ve Efektif İşlemler Müdürlüğünün olması örgütlü piyasa yapısını ifade eder. Bu nedenle ülkemizde -bazı ülkelerde de olduğu gibi- örgütlü ve örgütsüz döviz piyasası bir arada yer almaktadır.

Döviz Kuru

Bir ülke parasının diğer ülke parası cinsinden fiyatına döviz kuru denir. Döviz kuru, döviz işlemlerinde geçerli olan döviz fiyatının özel adıdır.

Bir finans kurumunun mali bir varlık için alış veya satış fiyatı belirlemesine kotasyon adı verilir. Döviz piyasasında dolaysız ve dolaylı olmak üzere iki kur kotas- yon yöntemi vardır. Dolaysız (direkt) kotasyon yönteminde döviz kuru bir birim yabancı paranın ulusal para cinsinden fiyatı olarak tanımlanır. Buna Avrupa tipi kotasyon adı da verilir.

Dolaylı (indirekt) kotasyon yönteminde ise döviz kuru, bir birim ulusal paranın yabancı para cinsinden fiyatı olarak tanımlanır. Buna Amerikan tipi kotasyon denir.

Bankaların ve diğer aracı kurumların döviz alış işlemlerinde uyguladıkları kura döviz alış kuru denirken satış işlemlerinde uygulanan kura da döviz satış kuru denmektedir. Alış ve satış kuru arasındaki farka da kur marjı (spread) adı verilir. Kur marjı yıllık yüzde olarak;

𝑆𝑎�ış  𝑘𝑢�𝑢−  𝐴�ış 𝑘𝑢�𝑢

𝐾�𝑟𝑚�𝑟𝑗ı =    ∗ 100

𝑆𝑎�ış   𝑘𝑢�𝑢

biçiminde hesaplanır. Bu marj döviz işleminin yapıldığı yere, zamana ve piyasa koşullarına göre değişir. Buna göre;

•          döviz  piyasasında  işlem  hacmi  yeterince  derin değilse

•          piyasada beklentiler olumsuz yönde ise

•          döviz işlemleri nakit (efektif döviz) şeklinde ise

•          işlemler finans           merkezlerinden uzakta gerçekleşmekte ise kur marjı yüksek olmaktadır.

İki farklı ulusal para arasında piyasada fiilen oluşan döviz kuruna düz kur adı verilir. 1$ = 4.80TL şeklinde piyasada fiilen açıklanan cari kur, aynı zamanda düz kur olarak ifade edilmektedir. Buna karşılık ABD doları baz alınarak ortak dolar paydası üzerinden hesaplanan kurlara çapraz kur adı verilir. Genellikle uluslararası piyasalarda döviz kurları ABD doları cinsinden kote edildiği için tüm para birimlerinin dolara karşı değeri bilinmektedir.

Bir ekonomide finansal kurumların açıkladıkları düz kur aynı zamanda nominal kur adını almaktadır. Buna karşılık ülkelerin enflasyon oranları dikkate alınarak hesaplanan kura reel kur denmektedir. Diğer bir deyişle reel kur, piyasada açıklanan nominal kurun (döviz fiyatlarının) iki ülke enflasyon oranına göre düzeltilmesiyle elde edilen bir endekstir.

Döviz kurlarının nominal değil, reel olarak hesaplanıp yorumlanması gerekmektedir. Reel döviz kuru düşünce ihraç malları döviz cinsinden pahalanır ve ihracat azalır; ithal malları ulusal para cinsinden ucuzlar ve ithalat artar. Eğer nominal döviz kuru yükselirse, dış fiyatlar artarsa, iç fiyatlar düşerse veya dış fiyatlar iç fiyatlardan yüksek bir oranda artarsa reel kur yükselir.

Satın alma gücü paritesi teorisi, ülkelerin ticaret konusu olan mal fiyatları ile döviz kurları arasındaki ilişkiyi açıklamaktadır. İlk kez 1918 yılında Gustav Cassel tarafından açıklanan bu teori mutlak ve nispi olarak iki açıdan incelenmektedir.

Mutlak satın alma gücü paritesi, ülke parasının geçerli döviz kuru cinsinden diğer ülkelerle aynı alım gücüne sahip olduğunu vurgular. Bir mal sepetinin fiyatının tüm ülkelerde aynı olması gerektiğini kabul eder. Böylece döviz kurunun ne olması gerektiğini açıklar.

Nispi satın alma gücü paritesi ise döviz kurunun iki ülke enflasyon farkı kadar değişmesi gerektiğini açıklayan bir yaklaşımdır.

Döviz piyasasında arbitraj ve spekülasyon işlemleri ile kazanç sağlama imkânı vardır. Arbitraj tek fiyat yasasının bir sonucu olarak geliştirilmiş bir işlemdir. Tek fiyat yasasına göre devlet müdahalesinin olmadığı ve tam rekabet şartlarının geçerli olduğu bir ekonomide her ekonomik varlığın tek bir fiyatı vardır. Belli bir anda oluşan fiyat farklılığı ise arbitraj işlemine yol açar. Uygulamada iki tür arbitraj vardır:

•          Piyasalar arası fiyat farklılığından doğan arbitraj (yer arbitrajı )

•          Dolaylı ve dolaysız kur farkından doğan arbitraj

Arbitraj işleminin temel fonksiyonu piyasalar arası fiyat farklılığını gidermesidir. Döviz talebinin arttığı piyasada döviz kuru yükselir, döviz arzının arttığı piyasada döviz kuru düşer. Böylece kur farkı ortadan kalkar ve arbitraj yapma imkânı kalmaz. Arbitraj çok kısa dönemde oluşan bir kazanç imkânıdır.

Spekülasyon, beklentiler dikkate alınarak ve risk üstlenilerek kazanç sağlama faaliyeti olup tahmine dayalı döviz işlemidir. Spekülatör öncelikle döviz kurunun gelecekteki değerini tahmin eder, sonra bu beklentiye göre döviz alım ya da satım kararı alarak kur riski üstlenir. Fiyatında artış beklediği dövizi satın alır, düşüş beklediği

dövizi ise satar. Finans literatüründe döviz kurunun yükselmesini bekleyen iyimser spekülatörlere boğalar (bulls), döviz kurunun düşmesini bekleyen kötümser spekülatörlere ayılar (bears) adı verilir.

Spot ve Vadeli Döviz Piyasaları

Döviz piyasaları işlemlerin vade yapısına göre spot (peşin) ve vadeli (forward) piyasalar olarak ikiye ayrılır. Döviz ticaretinde dövizin tesliminin hemen ya da en geç iki iş günü içinde yapılması peşin döviz işlemi olmaktadır. Spot işlemlerde ticarete konu olan dövizin cinsi, miktarı ve fiyatı belirlenir. Döviz efektif ise alıcı tarafa dövizin fiziki olarak teslimi hemen gerçekleştirilir. Eğer döviz banka hesabı şeklinde ise teslimat en geç iki iş günü içinde yapılır. Vadeli işlemlerde ise tarafların anlaştıkları vade sonunda döviz teslimi gerçekleşir.

Vadeli döviz piyasası, dövizin fiziki tesliminin belli bir tarihte yapılmasının sözleşme ile belirlendiği piyasalardır

Belli bir dövizin,  belirlenmiş  döviz  kuru  üzerinden  belli bir tarihte satın alınması ya da satılması sözleşmelerine forward sözleşmesi adı verilir.

Futures sözleşmeler; belli bir dövizin, belli bir  kur üzerinden, belli bir tarihte alınması veya satılması sözleşmeleridir.

Bir diğer işlem ise swap işlemleridir. Döviz swapları, bir uluslararası yatırımcının dış piyasalarda en uygun faiz ora- nı ile borçlandığı parayı başka bir para birimi ile değiştirmesidir. Faiz swapları ise firmaların aynı para birimi cinsinden temin ettikleri kredilerin faiz yapısını değiştiren işlemlerdir.

Döviz Kuru Sistemleri

Döviz kuru sistemleri temel olarak sabit kur sistemi ve dalgalı kur sistemi  olarak  ikiye  ayrılır.  Uygulamada ülkeler sabit kur sisteminden bağımsız dalgalanma sistemine kadar çok değişik kur  sistemleri benimsemişlerdir.

Sabit kur sisteminde Merkez Bankası döviz kurunu bir ülke parasına veya sepet paraya sabitler ve bu kurun değişmesine izin vermez. Döviz talebi arttığında döviz kuru artışını önlemek amacıyla piyasaya döviz satar; döviz arzı arttığında ise kurun düşmesini önlemek amacıyla piyasadan döviz satın alır.

Dalgalı kur sisteminde ise döviz kuru ve dolayısıyla ulusal paranın değeri piyasa güçleri tarafından, diğer bir deyişle döviz arz ve talebi tarafından belirlenir; Merkez Bankası döviz kuruna müdahalede bulunmaz. Döviz talebi artınca döviz kuru artar, döviz arzı artınca döviz kuru düşer.

Sabit Döviz Kuru Sistemi

Sabit kur sisteminde döviz kuru, döviz arz ve talebinden bağımsız olarak otoriteler tarafından belirlenir ve sürdürülmeye çalışılır. Bu sistemin en önemli avantajı, ekonomik kesimlerin geleceği görmelerine imkân vermesi, dövizle işlem yapanların gelir ve giderlerini kesinleştirebilmeleridir. Ayrıca sabit kur sisteminde spekülasyon nedeniyle ekonominin istikrarsızlığa düşmesi olasılığı çok az olmakta, enflasyonun önlenmesi ve parasal disiplinin sağlanması kolaylaşmaktadır. Buna karşılık sabit kur sisteminin olumsuz yönleri de mevcuttur. Sistemin en önemli sakıncası dış ödeme dengesizliklerine yol açmasıdır. Enflasyon nedeniyle ulusal para fiilen değer kaybettiği hâlde sabit kur nedeniyle resmî değer kaybı sağlanamamakta; böylece aşırı değerli para ile ithalat artıp ihracat azalmaktadır. Ayrıca sabit kuru sürdürebilmek amacıyla Merkez Bankasının belli miktarda rezerv bulundurma zorunluluğu olması da önemli bir sakıncadır. Döviz rezervlerinin yetersiz olması durumunda kurun yükseltilmesi, diğer bir deyişle devalüasyon yapılması kaçınılmaz olur. Sabit kur sisteminde ulusal paranın değerinin parasal otoritenin kararı ile resmen düşürül- mesine devalüasyon adı verilir. Paranın değerinin yükseltilmesine de revalüasyon denir. Bu kavramlar sadece sabit kur sisteminde geçerli olan kavramlar olup dalgalı kur sisteminde kur ayarlaması olarak ifade edilmektedir.

Sabit kur sistemleri katı sabit kur sistemi ve geleneksel sabit kur sistemi olarak ikiye ayrılır. Katı sabit kur sisteminde döviz kuru uygulamaları tamamen terk edilir. Bu sistemin en uç şekli dolarizasyondur. Dolarizasyon, bir ülkenin parasal bağımsızlığını terk ederek başka bir ülke parasını resmi para birimi olarak  kullanılmasıdır. Geleneksel sabit kur sisteminde ise ülke parası bir yabancı ülke parasına bağlanır.

Katı sabit kur sisteminin bir diğer şekli de para kuruludur. Belirli yasal düzenlemeler gerektiren bu rejimde ülke parası, seçilen bir yabancı paraya ya da para sepetine sabit kurdan bağlanır. Para kurulunun sabit kur sisteminden farkı kendine özgü bazı kuralları olmasıdır. Bu kuralların amacı, sermayenin aniden ülke dışına çıkması ile Merkez Bankasının zor durumda kalmasının önüne geçmek, yabancı sermayeye güvence vererek kaçmasını önlemektir.

Ara Döviz Kuru Sistemleri

Ara döviz kuru sistemlerinde döviz kuru belirli bir değer olarak sabitlenmez. Ancak Merkez Bankası döviz kurunu belirli aralıklarda veya değerde tutabilmek amacıyla döviz piyasasına müdahale eder. Bu sistemde  döviz  kuru önceden belirlenmiş bir bant içinde tutulmaya çalışılır. Hedef bölge, kaygan aralık, sürünen pariteler gibi birçok uygulamayı  kapsamaktadır.

Dalgalı Döviz Kuru Sistemi

Dalgalı döviz kuru sistemi, yönetimli dalgalanma ve serbest dalgalanma olarak ikiye ayrılır.

Yönetimli dalgalanma sisteminde döviz kuru arz ve talebe göre belirlenmekte ancak Merkez Bankası gerektiğinde müdahale edebilmektedir. Döviz kurları ile ilgili önceden belirlenmiş bir değişme hedefi bulunmamaktadır.

Yönetimli dalgalanma sisteminde yönetimin amacı açısından iki tür dalgalanma söz konusudur:

•          Temiz dalgalanma (clean float): Sadece kısa dönemli düzensiz dalgalanmaların ortadan kaldırılması amacıyla döviz kurlarına müdahale edilmesidir. Böylece piyasada oluşan aşırı değişkenlik giderilmiş olur.

•          Kirli dalgalanma (dirty float): Ülkenin ekonomik açıdan dış rekabet gücünü korumak amacıyla döviz kurlarına müdahale edilmesidir. İhracatı arttırıp ithalatı kısmak amacıyla döviz kurlarının piyasa kurunun üzerinde belirlenmesi kirli dalgalanmadır.

Serbest dalgalanma sisteminde döviz kuru, döviz arz ve talebine göre serbestçe belirlenmekte, Merkez Bankasının parite  kuru  belirleme  uygulaması  bulunmamaktadır. Toplam döviz  talebi ve toplam döviz arzının eşitlenmesi ile denge döviz kurları belirlenmekte, döviz arz ya da talebinde ortaya çıkacak bir değişiklik ile döviz kurları değişmektedir. Döviz arzı sabit kalırken, döviz talebinin artması döviz kurunu yükseltir ve ulusal para değer kaybeder. Aksine döviz talebi sabitken  döviz  arzının artması durumunda döviz kuru düşer ve ulusal para değer kazanır.

ÖDEMELER DENGESİ VE DENKLEŞME MEKANİZMALARI

Ödemeler Dengesi

Ödemeler dengesi, bir ekonomide yerleşik kişilerin diğer ekonomilerde bulunan yerleşik kişiler ile belirli bir dönem içinde yapmış oldukları ekonomik işlemlerin kayıtlarını gösteren bir rapordur. İstatistiki nitelikte olan bu rapor aylık, üçer aylık ve yıllık olarak hazırlanır. Zamana bağlı olarak açıklanan, dinamik bir kavram olduğu için ödemeler dengesi bir akım değişkendir.

Ödemeler dengesi tanımında bulunan yerleşik kişiler kavramı, bir ekonomide en az bir yıl sürekli ve düzenli olarak ikamet eden ve söz konusu ekonomi içinde faaliyette bulunan gelir ve giderleri olan kurum ve kişileri ifade etmektedir. Bu çerçevede yerleşikler merkezî hükûmet, parasal otorite, bankalar ile gerçek ve tüzel kişileri kapsamaktadır.

Tanımda yer alan ekonomi kavramı ise bir hükûmet tarafından yönetilen, sınırları belirlenmiş bir coğrafi bölgeyi ifade eder. Bu açıdan ödemeler dengesi, farklı ekonomilerin yerleşik kişileri arasında gerçekleştirilen ekonomik akımları ölçen bir rapor niteliğindedir. Yurt içi ve yurt dışı yerleşikler arasındaki ekonomik işlemler ise mal ve hizmet gelir-gider işlemlerini, finansal varlıklar ve yükümlülükler ile ilgili işlemleri ve reel ya da finansal kaynakların karşılıksız olarak sağlandığı transferleri içermektedir.

Ödemeler dengesi kapsadığı hesapların ayrıntı durumuna göre iç farklı tablo şeklinde hazırlanır:

•          Özet tablo

•          Analitik tablo

•          Detay tablo

Ödemeler dengesi, mal ve hizmet alışverişi ile sermaye hareketlerini gösteren bir bilanço olduğu için ödemeler bilançosu adını da almaktadır. Bilançoda  ekonomik işlemler sistemli bir muhasebe düzenine göre kaydedilir. Bu nedenle ödemeler dengesi  kayıtlarında  üç  temel  ilke yer almaktadır:

1.         Çift kayıt ilkesi

2.         İşlemlerin       kayıt    tarihi   (mülkiyet        değişimi tarihinde kayıt)

3.         İşlemlerin kayıt değeri (piyasa değeri ile kayıt)

Ödemeler dengesi; Cari İşlemler Hesabı ile Sermaye Ve Finans Hesabı olmak üzere iki temel hesaptan oluşur. Cari İşlemler Hesabı kendi içinde dört alt hesaba ayrılmaktadır. Bunlar Mal Ticareti, Hizmet Ticareti, Gelirler ve Cari Transferler Hesaplarıdır.

Sermaye ve Finans Hesabı ise tüm uluslararası finansal ve reel varlıkların alım satım işlemlerinin kaydedildiği  bir hesaptır. Finansal varlıklar; mevduatları, borçlanmaları, özel kesim ve devlet tahvillerini ve hisse senetlerini kapsar. Sermaye ve Finans Hesabı’nda; Sermaye Hesabı, Finans Hesabı, Diğer Yatırımlar ve Rezerv Varlıklar yer alır.

Cari işlemler hesabı

Mal ve Hizmet Ticareti Hesabı, bir ülkenin ihracat ya da ithalatını yaptığı tüm mal ve hizmetleri içerir. Mal ithalatı eksi (-) işareti ile borçlar kısmına kaydedilirken mal ihracatı artı (+) işareti ile alacaklar kısmına kaydedilir. Mal ithalat ve ihracatının göstermiş olduğu dengeye ise dış ticaret dengesi adı verilir. Eğer ithalat tutarı ihracat tutarını aşarsa bu denge negatif olur ve dış ticaret açığı oluşur. Buna karşılık ihracat tutarı ithalat tutarını aşarsa denge pozitif olur ve dış ticaret fazlası meydana gelir.

Hizmet Ticareti Hesabı ise birçok hizmet kaleminden oluşmakta ve mal ticaretine göre biraz farklılık göstermektedir. Örneğin, yabancı uyruklu bir gemi Türk vatandaşlarını taşıyorsa hizmet ithalatı söz konusu olurken, bir Türk  uyruklu  gemi  yabancıları  taşıyorsa hizmet ihracatı gerçekleştirilmiş olur. Dış ticaret den- gesine hizmetler kaleminin eklenmesi ile oluşacak yeni dengeye  mal  ve  hizmetler  dengesi  adı  verilir.

Cari İşlemler Hesabı’nın bir diğer alt hesabı olan Gelirler Hesabı, yurt içine gelen ve yurt dışına çıkan ücret ödemeleri ve yatırım gelir-gider dengesini göstermektedir.

Cari İşlemler Hesabı’nın son alt hesabı olan Cari Transferler kalemi ise karşılıksız transferler veya tek yanlı transferler adını da alabilmektedir. Çünkü bu hesap, yerleşikler arasında gerek kamu gerek özel sektör tarafından gerçekleştirilen karşılıksız yardım ve bağışları içermektedir.

Sermaye ve finans hesabı

Bazı Sermaye ve Finans Hesabı işlemleri, Cari İşlemler Hesabı ile ilişkilidir. Mal ve hizmet ihracatı nedeniyle, ithalatçı dış ülke yerleşikleri tarafından yapılan ödemeler, sermaye girişi sağlamakta ve bu hesabın alacak kalemine kaydedilmektedir. Buna karşılık mal ve hizmet ithalatı karşılığında dış ülke yerleşiklerine yapılan ödemeler, sermaye çıkışına yol açmakta ve bu hesabın borç kalemine kaydedilmektedir

Ancak bazı sermaye hesabı işlemleri farklı olabilmektedir. Örneğin bir Türk yerleşiğin ABD hazine bonosu satın alması ilk bakışta mal ithalatı gibi görülmekte, hazine bonosu ithal edildiği düşünülmektedir. Aslında bu işlem ülkeden döviz çıkışını ifade etmekte bu nedenle Sermaye ve Finans Hesabı’nda bir borç işlemi olmaktadır. Çünkü bu işlem döviz talebinde bir artışa yol açmış, Türk yerleşik hazine bonosu almak için ABD dolarına ihtiyaç duymuştur. Bu nedenle Türk yerleşiğin sahip olduğu yabancı varlıkların artmasına rağmen, yabancı varlık kazanımı bir borç işlemi olacak ve negatif (-) kaydedilecektir. Sermaye ve Finans Hesabı’nda sermaye girişi artı (+) işareti ile kaydedilirken sermaye çıkışı eksi (-

) işareti ile gösterilmektedir.

Tüm uluslararası finansal varlıkların alım ve satımının kaydedildiği Sermaye ve Finans Hesabı’nın alt hesapları yukarıda  da  belirtildiği  gibi;  Sermaye  Hesabı,  Finans Hesabı, Diğer Yatırımlar, Doğrudan Yatırımlar ve Finansal Türevler’dir.

Sermaye Hesabı, Sermaye ve Finans Hesabı’nın önemsiz bir kalemidir. Göçmen transferleri ile üretilmeyen ve finansal olmayan varlıklar olmak üzere iki kalemi kapsar.

Finans Hesapları, Sermaye ve Finans Hesabı’nın en önemli kalemidir. Bu hesap, özel ve kamu kuruluşlarına ait kısa ve uzun vadeli uluslararası sermaye akımlarını kapsar. Bu hesaplarda yer alan kalemler; doğrudan yatırımlar, portföy yatırımları ve finansal türevlerdir.

Diğer Yatırımlar Hesabı’nda; doğrudan yatırım, portföy yatırımları, finansal türevler ve rezervler dışında kalan tüm sermaye hareketleri yer almaktadır.

Bir ülkenin Merkez Bankasının uluslararası rezervlerindeki değişmeler, ödemeler dengesinde Resmî Rezervler Hesabı’na kaydedilir. Bu hesapta da alacakların ve borçların belirlenmesi kuralları, özel sektör sermaye hesabı kayıtlarında olduğu gibidir. Merkez Bankasının uluslararası rezerv varlıkları artışı Resmî Rezervler Hesabına borç olarak kaydedilir. Rezerv varlıklar; parasal altın rezervleri, özel çekme hakları (SDR), IMF nezdin- deki rezerv pozisyonu, döviz rezervlerini ve diğer alacak haklarını  kapsamaktadır.

Özel çekme hakları (SDR), IMF’nin yarattığı, belli bir sembolü olmayan ve sepet niteliğinde bir hayali paradır.

Ödemeler dengesinde çift kayıt ilkesinin geçerli olması nedeniyle her zaman alacakların değeri borçların değerine eşit olmak zorundadır. Bu nedenle tüm ödemeler dengesi her zaman sıfır toplamı verir. Ancak ekonomik işlemlerin yol açtığı alacakların değeri, örneğin mal ve hizmet ihracatı, mal ve hizmet satın almaktan doğan borcun değerine eşit olmak zorunda değildir. Ancak matematiksel açıdan artı (+) ve eksi (-) değerli kayıtların tutarının eşit olması, iktisadi anlamda dengenin  sağlandığı,  ülkenin ödeme güçlüğü veya ödeme fazlası içinde olmadığı anla- mına gelmez. Bu nedenle ödemeler dengesi açığı veya ödemeler dengesi fazlası kavramları ile sık sık karşılaşılmaktadır. Alacak işlemlerinin değeri borç işlemlerinin değerinden daha büyükse hesabın  fazla verdiği, daha küçükse açık verdiği ifade edilir.

Cari İşlemler Hesabı açığının Sermaye ve Finans Hesabı fazlası ile (veya Sermaye ve Finans Hesabı açığının Cari Hesap fazlası ile) finanse edilememesi durumunda resmî rezervler azalacaktır. Bu nedenle rezervlerdeki azalma kısaca dış açık adı da verilen ödemeler dengesi açığını ifade etmektedir.

Ödemeler dengesi fazlası ise cari hesap dengesindeki fazlanın Sermaye ve Finans Hesabı’ndaki açık ile (veya Sermaye ve Finans Hesabı dengesindeki fazlanın Cari Hesap açığı ile) dengelenememesi durumunda resmî rezervlerde oluşan fazladır.

Ödemeler dengesi hesaplaması yapılırken, bazı kalemlerde ulaşılması  güç  ve  doğruluğu  kesin  olmayan  veriler

kullanılmaktadır. Bu nedenle her zaman cari açık ya da cari fazla değeri ile onlara karşılık gelen sermaye giriş ve çıkış tutarları birbirine eşit olmamaktadır.

Bu nedenle ödemeler dengesinde Net Hata ve Noksan (NHN) Hesabı veya İstatistiki Farklar Hesabı adı verilen dengeleyici bir hesaba yer verilmektedir. Bu kalem, oluşan farkların yansıtıldığı dengeleyici bir hesap niteliğindedir. Diğer bir ifade ile NHN Hesabı, ödemeler dengesinde muhasebe anlamında oluşan dengesizliği gidermek amacıyla açılan ve böylece yapılan kayıt hatalarını telafi eden hesaptır.

Dış ödeme dengesizliklerinin nedenleri

1.         Genişletici politikalar

2.         Hızlı büyüme süreci

3.         Döviz kuru politikası

4.         Döviz spekülasyonu

5.         Üretimde düşük verimlilik

6.         Ekonomik dalgalanmalar

7.         Arz şokları

Bir ekonomide gelirin tüketilmeyen kısmı tasarruf edilmekte ve yatırım harcamalarında kullanılmaktadır. Dışa kapalı bir ekonomide özel ve kamu kesimi tasarruflarından oluşan toplam yurt içi tasarruflar, özel ve kamu kesimi yatırımları toplamına eşit olmaktadır. Bir ülkede yapılan toplam tasarrufların toplam yatırımlara eşit olmasına tasarruf-yatırım özdeşliği adı verilir. Buna göre;

Özel Tasarruflar + Kamu Tasarrufları = Özel Yatırımlar + Kamu   Yatırımları

Dışa açık bir ekonomide ise toplam yatırımlar, toplam yurt içi tasarruflara eşit olmak zorunda değildir. Bir ekonomide toplam yatırımlar, toplam ulusal tasarrufları aşabilmektedir. Bu durumda yatırımların  ulusal tasarrufları aşan kısmı diğer ülkelerin tasarrufları ile karşılanmış demektir. Diğer ülke tasarruflarına yabancı tasarruf veya net dış dünya ödemeleri denilmektedir. Bu durumda toplam yatırımlar; ulusal tasarruflar ile yabancı tasarrufların toplamına eşit olmaktadır.

Ulusal Tasarruflar + Yabancı Tasarruflar = Toplam Yatırımlar

Bu ifadeyi aşağıdaki gibi daha açık olarak yazmak mümkündür;

Özel Tasarruf + Kamu Tasarrufu + Net Dış Dünya Ödemeleri = Toplam Yatırımlar

Dış dünyaya yapılan ödemeler, dış dünyadan gelen ödemelerden fazla olduğu zaman aradaki fark, dış dünyadan borçlanma veya dolaysız yabancı sermaye yatırımları şeklinde giderilmekte; böylece yabancıların tasarrufları transfer edilmiş olmaktadır.

Yabancı Tasarruflar = Negatif Cari Hesap Dengesi (Cari Açık)

Öte yandan devletin yer aldığı dışa açık bir ekonomide millî gelir dengesi aşağıdaki gibi yazılır: Y = C+I+G+(X-M) veya millî geliri arttıran (ilaveler) ve azaltan unsurlar (sızıntılar) bir arada yazılabilir,

I+G+X = S+T+M

Bu eşitlikte;

I=Yatırım, G=Hükûmet Harcaması,  X=İhracat, S=Tasarruf, T=Vergi, M=İthalat’ı göstermektedir. Burada yatırımlar, hükûmet harcamaları ve ihracat arttığı zaman millî gelir de artar. Bu nedenle eşitliğin solunda görülen bu kalemlere ilaveler adı verilir. Öte yandan tasarruflar, vergiler ve ithalat artınca millî gelir azalacaktır. Bu nedenle eşitliğin sağında görülen bu  üç  kaleme  de sızıntılar denmektedir.

Yukarıdaki eşitlik yeni bir düzenleme ile aşağıdaki gibi yeniden yazılabilir:

(I-S) + (G-T) = M-X

(Özel yatırım ve özel tasarruf farkı) + (Bütçe açığı) = (Dış Ticaret  Açığı)

Ödemeler Dengesinde Denkleşme Mekanizmaları

Bilindiği gibi ödemeler dengesi, bir ekonomide geçerli bir döviz kuru  üzerinden  döviz gelirleri  ile  döviz  giderleri arasındaki ilişkiyi göstermektedir. Geçerli bir denge döviz kurunda döviz gelirleri ve giderleri birbirine eşitse dış açık ya da dış fazla sorunu olmaz. Ancak herhangi bir nedenle dış denge bozulursa, ödemeler dengesinde görülen dengesizliklerin giderilmesinde otomatik denkleşme mekanizmaları veya dış denkleştirme mekanizmaları izlenir.

Otomatik denkleşme mekanizmaları

Bu mekanizmaların ilki dalgalı kur sistemidir. Dalgalı kur sistemi, hükûmetlerin döviz piyasasına müdahalesinin hiç olmadığı ya da çok nadir olduğu bir kur sistemidir. Bu sistemde döviz kuru, döviz arz ve talebi tarafından belirlenir.

Dalgalı kur sisteminin  lehinde  ve  aleyhinde  görüşler vardır. Lehinde olanlar, dış dengenin yeniden sağlanması hususunda dalgalı kur sistemine önemli ölçüde güven duyarlar. Herhangi bir nedenle oluşan dış açık ya da dış fazlanın döviz kurunun serbestçe değişmesi sayesinde otomatik olarak, hükûmet müdahalesine gerek kalmadan giderileceği ileri sürülür.

Klasik iktisatçılar, ödemeler dengesinin fiyat-altın para mekanizması ile otomatik olarak sağlanacağını ileri sürmüşlerdir. Fiyat-altın para mekanizması, altın para sisteminin ve klasik ekonominin temel  argümanları üzerine inşa edilmiş  bir  görüştür.  Dünyada  yirminci yüzyılın başlarına kadar uygulanan altın standardına göre altın, bir uluslararası ödeme aracı işlevi görmüştür.

Dışa kapalı ekonomi için geliştirilmiş Keynesyen  millî gelir teorisinin açık ekonomi için de geçerli kabul edilmesi ile   birlikte   Keynesyen   dış   denkleşme   mekanizması

belirlenmiş   olmaktadır.   Bu   yaklaşımın   varsayımları

şunlardır:

•          sabit kur sistemi geçerlidir,

•          fiyatlar  genel  düzeyi,  faiz  oranı  ve  ücretler sabittir.

Görüldüğü gibi klasik yaklaşımda değişken alınan fiyat düzeyi Keynesyen modelde sabit varsayılmıştır.

Parasalcı görüş, 1960’lı yılların sonlarına doğru Milton Friedman tarafından Keynesyen politikalara bir eleştirel bakış olarak geliştirilmiştir. Bu görüşün temel argümanı, tüm sorunların nedeninin para arz ve talebi arasında oluşan dengesizlik olduğunu kabul etmektir. Parasalcı ik- tisatçılar, dış denge sorununu da diğer ekonomik sorunlar gibi para arz ve talebi arasındaki dengesizlik ile açıklamaktadır.

Dış denkleştirme politikaları

Dış denkleştirme politikalarının ilki sabit kur sistemidir. Sabit kur sistemi, döviz kurunun hükûmetler tarafından belirlendiği ve sadece hükûmet kararı ile değiştirilmesine izin verildiği bir sistemdir. Döviz arz ve talebinin  ve piyasa koşullarının dikkate alınmadığı bu kur  sisteminde döviz kuru uzun süre değiştirilmeden sabit olarak tutulabilmektedir. Sabit döviz kuru sisteminde döviz kurunun hükûmetin onayı ile yükseltilmesi ve böylece ulusal paranın değer kaybetmesine devalüasyon adı verilir. Diğer bir deyişle devalüasyon, enflasyon nedeniyle fiilen değer kaybeden ulusal paranın bu değer kaybının hükûmet tarafından resmen onaylanmasıdır. Bu durumun tersi de revalüasyon adını alır. Revalüasyon, sabit kur sisteminde döviz kurunun düşürülmesi ile ulusal paranın değer kazanmasıdır.

Devalüasyonun fiyat etkisi ve hacim etkisi olarak iki etkisi vardır. Bu etkilerden biri olumlu iken diğeri olumsuzdur. Devalüasyon, ihraç mallarının dış talebini arttırır, ithal mallarının yurt içi talebini düşürür. Bu etkilerin işlemesi ile dış ticaret açığı azalır.

Otomatik denkleşme mekanizmalarının işleyişinde gecikmeler olması veya yeterince etkin işleyememesi gibi nedenlerle hükûmetler dış dengesizliklere müdahale gereği duyarlar. Bu müdahalede uygulanan en temel politikalar para ve maliye politikalarıdır.

Para politikası, ekonomide finansal sistemin en önemli kurumu olan Merkez Bankası tarafından yürütülür. Merkez Bankası, fiyat istikrarını sağlamak amacıyla toplam likidite hacmini, toplam harcamaları, kredi hacmini ve ithalat hacmini düzenleyebilmektedir. Para politikası araçları her ülkeye göre farklılık gösterse de genel olarak üç temel araç kullanılmaktadır: Açık piyasa işlemleri, zorunlu karşılık oranları ve reeskont oranı.

Harcamaları değiştirmek amacıyla uygulanan bir diğer politika, maliye politikasıdır. Bu politikanın araçları; hükûmet harcamaları, vergiler ve transfer harcamalarıdır. Bir diğer yaklaşım ise toplam harcama yaklaşımıdır. bu yaklaşım, toplam harcamalar ile yurt içi üretim arasındaki ilişkiyi incelemektedir. Bu yaklaşıma göre, yurt içi üretim ile toplam harcamalar karşılaştırılır. Yurt içi üretimin toplam harcamaları karşılayacak yeterlilikte  olup olmamasına göre dış açık veya dış fazla oluşur.

Ödemeler dengesi açıklarını gidermek amacıyla hükümetler tarafından harcama kaydırıcı politikalar da uygulanır. Bu durumda ödemeler dengesinin Cari İşlemler Hesabı üzerinde etkili olan ve harcama kaydırıcı politikalar olarak bilinen gümrük tarifeleri, kotalar, ithalat yasakları ve döviz kontrolleri gibi araçlar kullanılmaktadır.

Ödemeler dengesi açıklarının giderilmesinde ithalatın ve döviz giderlerinin azaltılmasının yanı  sıra  döviz gelirlerinin arttırması da gereklidir. Bu amaçla hükûmetler, döviz kazandırıcı işlemleri destekleyen politikalar izleyerek mal ve hizmet ihracatını ve yabancı sermaye girişini arttırmayı teşvik ederler.

AÇIK EKONOMİ MAKRO İKTİSADI

İç ve Dış Ekonomik Dengenin Sağlanması

İktisat politikasının temel amacı ekonomide genel dengenin (iç ve dış ekonominin dengede olma durumu) sağlanmasıdır.

Genel denge, ekonomide iç ve dış ekonomik dengenin birlikte sağlanması durumudur. Genel denge politikaları, harcama kaydırıcı ve harcama değiştirici politikalar olarak ayrılır.

Açık ekonomide genel dengeyi oluşturan politikalar;

1.         Harcama kaydırıcı politikalar: toplam talebin yerli ve ithal mallar arasında kaydırılmasını sağlayan politikalar

2.         Harcama değiştirici politikalar: toplam talebin hacmini etkileyen para ve maliye politikalarıdır.

Merkez bankası tarafından yürütülen para politikası araçları: genel olarak  açık  piyasa  işlemleri,  zorunlu karşılık oranları ve reeskont oranlarıdır. Hazine tarafından yürütülen maliye politikası araçları ise genel olarak kamu harcamaları, transfer harcamaları ve vergileri kapsar.

Bir ekonomide para ve maliye politikası araçlarının kullanılması ile iç ve dış denge etkilenir.

İç denge, mal ve para piyasasının birlikte  dengede olmasıdır. Mal piyasası dengesi, toplam mal ve hizmet talebinin, toplam mal ve hizmet talebine eşit olması durumudur. Para piyasası dengesi ise toplam  para talebinin toplam para arzına eşit olması durumudur.

Makro iktisadi analizinde mal piyasası dengesi IS eğrisi (mal piyasası dengesini gösteren yatırım tasarruf eğrisi) ile incelenir. IS eğrisi eğimi, millî gelir ve faiz oranına bağlıdır. Yatırım aracılığıyla kurulan millî gelir ve faiz oranı arasındaki ters orantıdan dolayı eğri negatif eğimlidir. IS eğrisi millî geliri arttıran harcama kalemlerinin artışı ile sağa kayar, millî geliri azaltan harcama kalemlerinin artışı ile sola kayar (s:167, Şekil 7.1).

Makroekonomik analizde para piyasası dengesi, para arz ve talebi dengesini ifade eden LM eğrisi ile incelenir. LM eğrisi eğimi millî gelir ile faiz oranı ilişkisine bağlıdır. Millî gelir ve faiz oranı arasında para talebi aracılığıyla kurulan doğru orantı nedeniyle LM eğrisi pozitif eğimli olur. LM eğrisi reel para arzı artışı ile sağa, reel para arzı azalışı ile sola kayar (s:167, Şekil 7.2).

Kapalı ekonomide denge mal piyasası (IS eğrisi) ile para piyasasının (LM eğrisi) birlikte dengeye gelmesi ile sağlanır (s:168, Şekil 7.3). Bu nedenle mal piyasası dengesini gösteren IS eğrisi ile para piyasası dengesini gösteren LM eğrisi dengeye geldiğinde kapalı ekonomide genel dengeye ulaşılmış olur.

Bir ekonomide dış dengenin sağlanması, Cari İşlemler Hesabı ile resmî rezervler dışı Sermaye ve  Finans Hesabı’nın dengeye gelmesi, böylece ülkeye gelen ve giden  döviz  tutarının  dengelenmesi  ile  gerçekleşir.  Bu

durum dış denge eğrisi adını alan ve BP eğrisi (ödemeler dengesi = balance of payments) olarak ifade edilen bir eğri yardımıyla incelenir. BP eğrisi, faiz oranı ile millî gelir arasındaki ilişkiyi gösteren, pozitif eğimli, yatay veya negatif eğimli olabilen dış denge doğrusudur.

Ülkede sermaye hareketlerinin serbest olup olmaması durumuna göre BP eğrisinin eğimi değişmektedir. BP eğrisi tam sermaye hareketliliği durumunda yatay eksene paralel, sınırlı sermaye hareketliliği durumunda pozitif eğimli, tam sermaye hareketsizliği durumunda ise dikey eksene paralel olur. BP eğrisinin altında kalan her nokta dış açık durumunu gösterirken üzerinde yer alan her nokta dış fazla durumunu gösterir (s:169, Şekil 7.4).

Dışa açık ekonomide genel denge, iç ve dış dengenin eş anlı olarak birlikte sağlanması böylece mal piyasası, para piyasası ve ödemeler dengesi dengesizliğinin bulunmaması durumudur. Bu durum mal ve para piyasasının dengede olmasının yanı sıra dış açık sorununun da olmadığı ideal bir dengeyi ifade etmektedir (s:171, Şekil 7.5).

Dışa açık bir ekonomide izlenecek ekonomi politikaları, kapalı ekonomi durumuna göre daha geniş etkiler oluşturmakta, iç ekonomik göstergelerin yanı sıra dış ekonomik göstergeleri de etkilemektedir.

Açık ekonomide para politikası: Açık ekonomide genişletici para politikası izlenirse millî gelir artışı ile ithalat artar, faiz oranı düşüşü ile ülkeden sermaye çıkışı yaşanır ve sonuçta dış açık oluşur.

Açık ekonomide maliye  politikası:  Açık  ekonomide maliye politikasının dış dengeye etkisi belirsizdir. Genişletici maliye politikası ile millî gelir artınca ithalat artar, faiz yükselişi ile ülkeye sermaye girişi olur. Ters yönlü bu iki etki nedeniyle dış denge üzerindeki etki belirsiz olur.

Sabit kur sisteminde dış açık veya dış fazla durumunda döviz kurunun değişmesine izin verilmez; merkez bankası döviz kurunu değiştirmemek için piyasaya müdahale etmesine sabit döviz kuru sistemi denmektedir. Sabit döviz kuru sistemi ve dış dengesizlik ise şöyle tanımlanmaktadır: Dış açık veren bir ekonomide merkez bankası piyasaya döviz satışı yaparak  döviz  talebini karşılar, ulusal para arzı kısılır, LM eğrisi sola kayar.

Sabit döviz kuru sistemi ve dış açık olan bir ekonomide merkez bankasının piyasaya döviz satışı ile ulusal  para arzını kısarken eş anlı olarak açık piyasa işlemleri ile piyasaya ulusal para enjekte etmesi; böylece bir politikanın etkisini başka bir politika ile dengelemesine sterilizasyon politikası denmektedir.

Ekonomide esnek döviz kuru sisteminin uygulanması durumunda etkilenecek değişkenler ve piyasalar değişmektedir. Esnek kur sisteminde dış denge kendiliğinden sağlanır. Dış açık varsa döviz kuru artar. İhracat artar, ithalat azalır, dış açık otomatik olarak giderilir.

Sermaye Hareketliliği Ve Döviz Kuru Sistemlerine Göre İktisat Politikaları: Mundell- Fleming Modeli

Ekonomide izlenecek iktisat politikaları belirlenirken ülkenin sermaye hareketliliğinin durumu ve döviz kuru sistemleri birlikte ele alınmalıdır. Çünkü sermaye hareketsizliği veya hareketliliği durumlarına göre izlenecek iktisat politikaları, sabit veya esnek döviz kuru sistemlerinde farklı sonuçlar vermektedir. Açık ekonomi dengesinin belirlenmesinde izlenecek olan para veya maliye politikasının etkilerini tam sermaye hareketliliği altında IS-LM modeli ile ilk kez 1960’larda incelenmiştir. Kullanılan bu model Mundell-Fleming Modeli’dir ve bu model tam sermaye hareketliliği koşullarında para ve maliye politikalarının etkilerini sabit ve esnek kur sistemlerinde inceleyen bir yaklaşımdır.

Ekonomide tam sermaye hareketliliği ve sabit döviz kuru sistemi geçerli iken izlenecek para ve maliye politikalarının etkileri farklı olmaktadır. Sabit kur sisteminde para politikası ve maliye politikalarının etkileri yer almaktadır (s:175, Şekil 7.6):

•          Sabit döviz kuru sistemi ve para politikası: Tam sermaye hareketliliği durumunda sabit kur sisteminde para politikası tamamen etkisizdir.

•          Sabit  döviz  kuru  sistemi  ve  maliye  politikası: Tam sermaye hareketliliği durumunda sabit kur sisteminde maliye politikası tam etkilidir.

Ekonomide esnek döviz kuru sistemi geçerli iken para ve maliyesi politikasının etkileri sabit kur sistemine göre farklılık göstermektedir (s:176, Şekil 7.7):

•          Esnek döviz kuru sistemi ve para politikası: Tam sermaye hareketliliği durumunda esnek kur sisteminde para politikası tam etkilidir.

•          Esnek  döviz  kuru  sistemi  ve  maliye  politikası: Tam sermaye hareketliliği durumunda esnek kur sisteminde maliye politikası tamamen etkisizdir.

Sabit döviz kuru sisteminde maliye politikası, esnek döviz kuru (dalgalı kur) sisteminde ise para politikası etkili sonuç verir. Dünya ekonomisinde 1944-1973 döneminde ayarlanabilir sabit kur sisteminin benimsendiği Bretton Woods sistemi geçerli olmuş ve bu dönemde Keynesyen maliye politikası önem kazanmış, bu iki politika aracı birbirini mükemmel şekilde tamamlamıştır. 1973 yılından itibaren ülkelerin esnek kur sistemine geçmeye başlamaları ve 1980’lerden itibaren monetarist görüşün oldukça önem kazanması ile esnek kur ve para politikası şeklinde birbiri ile uyumlu iki politika aracı tercih edilmeye başlanmıştır.

Sınırlı sermaye hareketliliği durumunda dış dengeyi gösteren BP eğrisinin eğimi, sermaye hareketlerinin faize duyarlılığına bağlı olarak dikeye yakın veya yataya yakın olabilir (s:178, Şekil 7.8):

•          BP eğrisi eğimi < LM eğrisi eğimi durumu: BP

eğrisi yatık olduğunda sermaye hareketlerinin faize duyarlılığı yüksektir. Bu durumda sabit döviz kuru sisteminde maliye politikası kısmen etkilidir.

•          BP eğrisi eğimi > LM eğrisi eğimi durumu: BP eğrisinin eğimi arttıkça sabit döviz kuru sisteminde maliye politikasının etkinliği azalır.

Sınırlı sermaye hareketliliği varsayımı altında, sabit döviz kuru sisteminde para politikasının etkileri şöyledir (s:179, Şekil 7.9):

•          BP  eğrisi  eğimi   <   LM   eğrisi   eğimi   durumu: Sınırlı sermaye hareketliliği durumunda da tam sermaye hareketliliğinde olduğu gibi para politikasının etkin olmadığı görülmektedir.

•          BP  eğrisi  eğimi   >   LM   eğrisi   eğimi   durumu: Sınırlı sermaye hareketliliği durumunda BP eğimi ne olursa olsun sabit döviz kuru sisteminde para politikası tamamen etkisizdir.

Sabit döviz kuru sistemine ilişkin yapılan inceleme sonucunda sermaye hareketlerinin tam ya da sınırlı olmasının sonucu değiştirmediği, her durumda maliye politikası etkili olurken para politikasının her durumda tamamen etkisiz olduğu görülmektedir. Sadece sınırlı sermaye hareketliliği durumunda maliye politikasının etkinliği, tam sermaye hareketliliği durumuna göre azalmakta, sermaye hareketi sınırlamalar› arttıkça (BP eğrisi eğimi arttıkça) etkinlik daha az olmaktadır. Para politikası ise tam sermaye hareketliliğinde olduğu gibi sınırlı sermaye hareketliliği durumunda da sınırlamaların ölçüsü ne olursa olsun (BP eğimi yüksek veya düşük), her durumda tam etkisiz olmaktadır.

Esnek döviz kuru sisteminde sınırlı sermaye hareketliliği durumunda izlenen politikalar tam sermaye hareketliliğine göre farklı sonuçlar vermektedir (s:181, Şekil 7.10). Esnek döviz kuru sisteminde dış denge, döviz kuru değişmesi ile kendiliğinden müdahaleye gerek kalmadan sağlanır.

•          BP  eğrisi  eğimi  <   LM   eğrisi   eğimi   durumu: Esnek kur sisteminde tam sermaye hareketliliği durumunda et- kili olmayan ve millî geliri değiştiremeyen maliye politikası, sınırlı sermaye hareketliliği durumunda kısmen etkili olmaktadır.

•          BP eğrisi eğimi > LM eğrisi eğimi durumu: BP eğrisi eğimi artıp dikeyleştikçe esnek kur sisteminde maliye politikasının etkinliği artar.

Sınırlı sermaye hareketliliği varsayımı altında esnek döviz kuru sisteminde para politikasının etkileri şöyle incelenmektedir (s:183, Şekil 7.11):

•          BP eğrisi  eğimi  <  LM  eğrisi  eğimi  durumu: Yatık BP eğrisi söz konusu olduğunda esnek kur sisteminde   para   politikası   kısmen   etkili olmaktadır.

•          BP eğrisi eğimi > LM eğrisi eğimi durumu: BP eğrisi eğimi  artıp dikeyleştikçe esnek kur sisteminde izlenen para politikasının etkinliği artar.

Tam sermaye hareketsizliğinin geçerli olduğu bir ekonomide dış denge sadece dış ticaret kalemlerinden etkilenmekte, sermaye hareketlerinin dış denge üzerinde hiç bir rolü bulunmamaktadır (s:184, Şekil 7.12):

•          Tam sermaye hareketsizliği ve sabit döviz kuru sisteminde para politikası: Tam sermaye hareketsizliği durumunda sabit kur sisteminde para ve maliye politikaları ekonomi üzerinde tamamen etkisizdir.

•          Tam  sermaye  hareketsizliği,  sabit  döviz   kuru sistemi ve maliye politikası: Tam sermaye hareketsizliği durumunda sabit kur sisteminde maliye politikası ekonomi üzerinde tamamen etkisizdir.

•          asfgsdad

Tam sermaye hareketsizliğinin geçerli olduğu bir ekonomide izlenecek esnek döviz kuru sisteminde para ve maliye politikasının etkisi şöyle incelenmektedir (s:185, Şekil 7.13):

•          Esnek döviz kuru sistemi ve para politikası: Tam sermaye hareketsizliği durumunda ve esnek kur sisteminde para politikası kısmen etkilidir. Esnek kur sisteminde dış ticaret açığı nedeniyle döviz talebi artınca döviz kuru artar, ulusal paranın değeri düşer. Böylece ihracat artar, ithalat azalır.

•          Esnek   döviz   kuru   sistemi   ve   maliye   politikası: Tam sermaye hareketsizliği durumunda ve esnek kur       sisteminde maliye politikası ekonomi üzerinde önemli ölçüde etkilidir. Esnek kur sisteminde döviz talebi artınca döviz kuru artar, ulusal paranın değeri düşer. Bu durumda rekabet gücü artışı nedeniyle ihracat artar ve ithalat azalır.

Genel olarak bir ekonomide iç denge sorunları için maliye politikası, dış denge sorunları için para politikası izlenmesinin daha etkin sonuçlar vereceği ileri sürülmektedir. Bu yaklaşım, Robert Mundell tarafından ileri sürüldüğü için Mundell’in Tahsisler Kuralı adını alır. Bu kural, iç denge sorunları için maliye politikasının, dış denge sorunları için para politikasının izlenmesinin uygun olduğunu savunan görüşü ifade etmektedir (s:186, Şekil 7.14).

Ekonomik sorunlar tek bir iktisat politikası ile çözülemez. Bu nedenle hem para hem de maliye politikasının eş anlı olarak birlikte uygulanması gerekmektedir. Böyle hükûmet ve merkez bankası kendi görev alanları çerçevesinde ayrı ayrı politika geliştirirler. Hükûmetin görevi iç dengeyi sağlamak; merkez bankasının görevi de dış dengeyi sağlamak şeklinde belirlenir.

İmkânsız üçlü (impossible trinity) hipotezine göre bir ekonomide;

•          tam sermaye hareketliliği

•          bağımsız para politikası

•          sabit döviz kuru politikası

bir arada yürütülemez. Buna göre ekonomide aynı anda hem finansal serbestinin sağlanması hem bağımsız para politikasının izlenmesi hem de döviz kuru sabitlemesi hedeflenemez.

Bir arada uygulanabilecek alternatif politikalar şu şekilde belirlenmektedir (s:187, Şekil 7.15, Şekil 7.16):

•          Tam sermaye hareketliliği, esnek kur sistemi ve bağımsız para politikası,

•          Sabit kur sistemi, sermaye kontrolü ve bağımsız para politikası,

•          Tam sermaye hareketliliği, para kurulu ve sabit kur sistemi.

İmkânsız üçlü hipotezine dayanılarak geliştirilen iki kutup hipotezine göre ise sermaye hareketlerini serbestleştiren gelişen piyasa ekonomilerinin ya tam sabit ya da tam esnek döviz kuru politikalarını seçmeleri, ara kur sistemlerinden vazgeçmeleri gerekmektedir. Çünkü tam sermaye hareketliliği ve ara kur sistemi izleyen bir ekonomi her zaman spekülatif döviz hareketlerine karşı açıktır. Bu nedenle uzun dönemde uluslararası sermaye hareketleri arttıkça ara kur sistemlerinin uygulanabilirliği azalmaktadır.

ULUSLARARASI PARASAL SİSTEM

Altın Standardı Dönemi

Tarihsel süreçte birçok değerli maden dayanıklı olması, kolay taşınabilir ve depolanabilir olması, kolay biçimde standardize edilebilir olması ve nominal değerini kaybetme sorunu olmaması gibi özelliklere sahip olması nedeniyle para olarak kullanılmıştır. Kullanılan madenler içerisinde en geniş kullanım alanına sahip olan maden altındır.

Klasik altın standardı sisteminde, altın ekonomide fiziksel olarak dolaşmamakta ve altının değeri kağıt paralar(altına bağlı olan) tarafından belirlenmektedir. Bu sistemde her ülke kullandığı parayı altın standardına sabitlendiğinde paralar arasındaki değişim oranları da sabitlenmekte, diğer bir deyişle klasik altın standardı sistemi bir sabit kur sistemi olmaktadır. Ancak bu sistem, merkez bankalarının belirlediği kur düzeyinde ulusal paranın altına, altının ise ulusal paraya dönüştürülebileceğini taahhüt etmesi ve altın ihracat ve ithalatının serbest olması koşulları sağlandığında  işlemektedir.

Klasik altın standardı sisteminde herhangi bir ekonominin açık veya fazla vermesi durumunda, merkez bankası piyasada tahvil alım veya satımı yaparak para arzındaki daraltıcı ya da genişletici etkileri güçlendirir. Merkez bankalarından beklenen bu davranış biçimi “oyunun kuralına uyma” olarak adlandırılmaktadır. Klasik altın standardı sisteminde otomatik bir mekanizma olarak varsayılan altın akım mekanizmasının kusursuz işleyişi için, merkez bankalarının oyunun kuralına uymaları son derece önemlidir.

Altın akım mekanizmasının teorik altyapısı para arzındaki artışların etkilerinin doğrudan fiyatlara yansıdığını ifade eden paranın miktar teorisine dayanmaktadır. Altın akım mekanizması bu çerçeveden ele alındığında dört farklı varsayımsal değerlendirme yapılabilmektedir:

•          İlk olarak altının giriş ve çıkışlarına göre işleyen bu sistemde herhangi bir ödemeler dengesi sorunuyla karşılaşıldığında, para arzındaki değişmelerin merkez bankası tarafınca oyunun kuralına uyularak ayarlanması yani  merkez bankalarının sterilizasyon işlemi yapmaması gerekmektedir.

•          Miktar teorisinde paranın dolaşım hızının sabit olduğu ve kurumsal faktörlerce belirlendiği varsayılmaktadır. Bu varsayım, para arzı değiştiğinde faizi etkilense bile para talebinin bundan etkilenmediği, yani paranın sadece işlem amacıyla elde tutulduğu düşüncesine dayanmaktadır.

•          Klasik yaklaşımın savunduğu gibi ekonomide fiyat katılığı sorununun olmaması gerekir.

•          Para arzının azalması durumunda fiyatların düşmesi altın akım mekanizmasının otomatik işleyişini garanti etmez.

Klasik altın standardının sahip olduğu temel sorunlar; para politikasında ağırlıklı olarak dış dengeyi odak haline getirmesi ve iç dengenin odak dışı kalmasıdır. Bu sorun, I. Dünya Savaşı sonrası dönemde toplumsal yapının değişmesiyle birlikte altın standardı sistemine geri dönüşü zorlaştıran en önemli engel olmuştur.

I.Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte, bütün ülkeler kendi paralarının altına konvertibilitesini fiilen durdurmuştur. 1928 ve 1929 yıllarına gelindiğinde ise, ABD merkez bankasının (FED) hisse senedi fiyatlarındaki artışları önlemek için faiz oranı artırımına gitmesi faiz oranına duyarlı harcamaların önemli ölçüde azalmasına yol açmış, bu durum toplam talebi azaltmış ve ekonomide belirsizlik artmıştır. 1929 Büyük Buhran Döneminde İngiltere 1931 yılında altın standardı sistemini terk etmiştir. I. Ve II. Dünya Savaşı arasındaki dönemde ülkeler dalgalı döviz kuru sistemine yönelmeye başlamış, rekabetçi devalüasyonların döviz kontrolleri ve ayrımcı ikili ticaret anlaşmalarına yol açmış ve böylece küresel ticaret hacminde ciddi biçimde daralmalar meydana gelmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında inşa edilen Bretton Woods sistemi böyle bir mirası devralmıştır.

Bretton Woods Sistemi

I.          Dünya Savaşı sonrası dönemde küresel ekonomik dengelerinin  yeniden  kurulamaması   ve   dolayısıyla ülkelerin uyguladıkları aşırı  korumacı  politikaların  II. Dünya Savaşına yol açtığı düşüncesi,  ABD  ve İngiltere’nin uzlaştığı noktalardan biriydi. Bu iki ülke, II. Dünya Savaşı sonrasında döviz kurunun istikrarına, uluslararası işbirliğine ve ulusal düzeyde tam istihdamın sağlanmasına hizmet edecek bir uluslararası para sisteminin oluşturulmasının finansal sistemin dengelerini yeniden tahsis edeceğini ve koruyacağını, küresel ticaret hacmini ise artıracağını savunuyorlardı.

Savaş sonrası fazla veren ülke  ABD  ile açık  veren ülke İngiltere arasındaki tartışma sürecinde Uluslararası Para Fonu(IMF)’nun kuruluş süreci şekillenmiştir. IMF’nin toplam rezervinin 8,8 milyar dolarla sınırlı olması, Bretton Woods sisteminin ayarlanabilir sabit kur sistemi olmasını belirleyen temel faktör olmuştur. Buna ek olarak iki savaş arası dönemde yaşanan gelişmeler de ayarlanabilir sabit kur sistemine geçişi şekillendiren faktörlerden biridir.

Bretton Woods Konferansı kırk dört ülkenin katılımıyla 1 Temmuz 1944’te başlayıp, 22 Temmuz 1944’te sona ermiştir.

Bretton Woods sisteminde  ABD  dolarının  değeri doğrudan doğruya altına bağlanmış ve 1 ons altın 35 dolar olarak belirlenmiştir. FED, 35 dolar getirene 1 ons altın vermeyi taahhüt etmiş, ABD doları altın karşısında sınırsız konvertibiliteye sahip olmuştur. Diğer ülkeler ulusal paralarını ± %1’lik dalgalanma marjı çerçevesinde(kısa dönemde dalgalanmanın ± %1’lik bandı aşması durumunda, ilgili ülkelerin Merkez Bankalarının karşılıklı olarak müdahale etmesi gerekmektedir) ABD dolarına sabitlemişlerdir. Bu şekilde her ülkenin parası hem ABD dolarına, hem de altına bağlamış oluyordu. Sistem bir yönüyle dolar standardı, bir yönüyle de altın standardı görünümündeydi.

Bretten Woods sistemi 1946 yılında uygulanmaya başlamıştır. Ancak sistem, 1958 yılına kadar öngörüldüğü biçimde işlememiştir. Bu durumun temel nedeni; savaş sonrası dönemde sanayileşmiş ekonomilerin sistemin temel dinamiği olan konvertibiliteye geçememesidir. 1946-1958 yılları arasındaki dönemde küresel ekonomiye ikili ticaret anlaşmalarının yaygınlaşması ve dolar kıtlığı sorunu damgasını vurmuştur.

1958-1967 dönem Bretten Woods Sistemi için Altın Çağ olarak nitelendirilmiş, ancak bu dönemde ortaya çıkan üç sorun sistemin sonunu getirmiştir. Bu sorunlar:

•          ABD dolarının küresel ekonomiye egemen olduğu bir sistemin ortaya çıkması ve ABD’nin ödemeler bilançosu açıklarının sürekli olarak artması nedeniyle bu sistemin sürekli sorunlar doğurması

•          Dünya altın rezervlerinin yetersiz kalması

•          Ayarlanabilir sabit kur sisteminin esasında sabit kur sistemi gibi işlemesi

Ortaya çıkan söz konusu üç faktör, ABD ekonomisinin kendisi için güven sorunu yaratmış, dünyadaki diğer ülkeler için ise likidite sorununu ve özellikle Avrupa ülkeleri açısından da intibak sorununu meydana getirmiştir. Bu sorunların çözümü için Amerika bir takım önlemler almaya başlamış, diğer ülkeler için ise yeni bir uluslararası rezervin yaratılması, ABD dolarının altın karşısında devalüe edilmesi ve dalgalı kur sistemine geçiş olmak üzere, üç farklı öneri sunulmuştur. ABD’nin tüm itirazlarına rağmen, bu önerilerin üçü de hayat geçmiş, özellikle dalgalı kur sistemine geçişin devreye girmesi Bretten Woods sisteminin sonunu getirmiştir.

Bretten Woods Sonrası Dönem

Klasik altın standardı sistemi esasen bir sabit kur sistemi olup, bu sistemde altın uluslararası rezerv olarak kullanılmakta ve sermaye serbest şekilde hareket etmektedir. Bretten Woods ise uluslararası rezerv olarak altının kullanıldığı, ayarlanabilir kur sistemine  dayanan, ABD dolarının zaman içerisinde bir uluslararası rezerv haline geldiği ve uluslararası sermaye hareketlerinin kontrollü olduğu bir sistemdir.

1973 yılından itibaren dünyada klasik altın  standardına veya Bretten Woods sistemine dayanan bütün ülkelerin eş anlı olarak kullandığı ortak bir parasal sistemin mevcut olmadığı görülmektedir. Söz konusu yıldan itibaren  her ülke, kendileri için en uygun döviz kuru sistemini seçme arayışına girmiş ve dünya ekonomisinde parasal birlik projeleri de gün geçtikçe yaygınlaşmaya başlamıştır.

1990 sonrası dönemde küreselleşme süreci hızlı bir ivme yakalamasına rağmen, küresel bir parasal sistem oluşturmak mümkün olmamıştır ancak bölgesel parasal birlik oluşturma projelerindeki girişimler çarpıcı biçimde artış göstermiştir. Bu projeler içerisinde uygulamaya geçen en dikkat çekici proje Avrupa Para Birliği (Euro bölgesi)dir.1973 sonrası ve özellikle 1990 sonrası dönemde ülkeler sabit kur, dalgalı kur ya da ara kur rejimlerinden hangisini uygulamanın kendileri için uygun olacağı sorusunu cevaplandırmaya yönelik girişimler başlatmış ve bu soruyu cevaplama amacıyla teorik tartışmalar giderek artmıştır. Bu tartışmalarda savunulan en önemli hipotezler; köşe çözümü (ortanın boşalması) hipotezi ve imkânsız üçlü hipotezidir.

Asya Krizi (1997) sonrası dönemde, imkânsız üçlü hipotezine dayanan köşe çözümü hipotezi önemli bir referans noktası haline gelmiştir. Bu hipoteze göre; gelişmekte olan ülkeler ara kur rejimlerini terk edip sabit kurun en sert biçimlerinden olan para kurulu sistemi veya tam dolarizasyon sistemlerini ya da dalgalı kur sistemini seçmektedirler. Fischer(2007) ortanın boşalmasının temel nedenlerinden birinin sermaye akımlarının serbestleşmesi olduğunu savunmaktadır. Fischer’in çerçevesinden değerlendirildiğinde, daha önce de belirtildiği gibi ortanın boşaltılması hipotezinin teorik dayanağı imkânsız üçlü hipotezi olmaktadır. İmkânsız üçlü hipotezi bir ülkede uluslararası finansal sistemle bütünleşme, para politikası ve tam döviz kuru istikrarı aynı zamanlı olarak gerçekleştirilemeyeceğini ifade eder.

Gelişmekte olan ülkeler dalgalanma korkusu ve  para birimi uyumsuzluğu sorunu ile karşı karşıya kalmaktadır. Gelişmekte olan ülkeler resmi olarak dalgalı kur sistemine geçtiklerini açıklasalar dahi, fiilen sabit kura yakın bir kur sistemine yönelmekte ve bu durumun temel sebebini dalgalanma korkusu olarak belirtmektedirler. Dalgalanma korkusunu  etkileyen  temel  faktörler   kredibilite yetersizliği, yükümlülüklerin dolarizasyonu, uluslararası sermaye piyasalarına girişteki zorluklar ve döviz kurundan yurt içi fiyatlara geçişgenlik katsayısının yüksekliği olarak sıralanabilir. Gelişmekte olan ülkelerin karşı karşıya kaldıkları bir diğer sorun ise, kendi  para  birimleri cinsinden borçlanamamalarından kaynaklanan para birimi uyumsuzluğudur. Gelişmekte  olan  söz  konusu ekonomilerde para birimi uyumsuzluğu ile döviz kurunun artma yönündeki değişimleri büyük çaplı servet etkileri yaratmaktadır.

İktisat politikası literatüründe bazı iktisatçılar köşe çözümüne dayanan tutarlı bir politikayla dalgalı kur sistemine yönelmenin gerekli olduğunu savunurken diğerleri tam dolarizasyon sistemine geçilerek döviz kuru istikrarsızlığının ortadan kaldırılması yönündeki düşüncelerini savunmuşlardır. Tam dolarizasyon; bir ülkenin kendi parasını terk ederek başka bir ülkenin parasını resmi para birimi olarak kullanmaya başlamasıdır. Tam dolarizasyon sistemini savunan iktisatçılar, gelişmekte olan ülkelerin bu sisteme geçmeleriyle ülkelerinin dış ticaret hacminin artacağını, dolayısıyla büyüme oranlarında da artış sağlanacağını belirtmişlerdir.