Home » Bilim - Teknoloji » SORULMAYAN SORULAR! – Tınaz Titiz

SORULMAYAN SORULAR! – Tınaz Titiz

 

Üzerinde ambargo bulunmasa da, düşünülmesi bir yolla caydırılmış olabilecek kavramlar ve o kavramlarla ilgili kesimler var. Bu kavramlardan biri eğitim, bununla ilgili kesim de eğitim sınıfıdır. Eğitim ve sınıfı “kutsal” ilan edildiği için kimse eğitimin içeriği konusunda konuşamaz, eğitim sınıfının ne yaptığı konusunda soru soramaz, ama eğitime az ödenek ayrıldığı, eğitim sınıfının mağdur olduğu daima gündemde tutulur.

Eğer bir gün gelirse…

Türkiye bir gün eğitimde bir atılım yapabilecekse, bunun, eğitimin içeriğinin ve de bu içeriği bunca yıl sorgulamayan eğitim sınıfının sorgulanmasından geçeceği, neredeyse kesindir. Benzer bir kavram da bilim ve teknolojidir. Bununla ilgili sınıf daha bir okumuş-yazmış olduğu için, bir gün gelip bilim-teknoloji kavramının ve onunla ilgili sınıfın sorgulanabileceğini öngörmüş ve buna bir önlem olarak da araya bir başka kavramı yerleştirmiş, böylece oluşan sütrenin gerisinde rahatsız edilmeden yaşamıştır. Bu kavram, araştırma-geliştirme’dir.

Bilimi hayatımıza sokamadık!..

Ekonomik ve toplumsal alanlarda gelişme anahtarlarının en güçlülerinden olan bilim ve teknolojiyi kendine rehber edinmiş toplumlara oranla, yaşamının hemen hiç bir alanına bilimi sokamamış olan toplumumuz, bu garipliğin nasıl mümkün olabildiğini henüz sorgulamaya başlamamıştır. Çünkü ortada o denli açık (gibi) görünen bir yanıt vardır ki, ona rağmen soru sormak neredeyse bilimin yararlarını sorgulamakla eşdeğer sayılabilir. Bu yanıt da, “ulusal gelirimiz içinden araştırma-geliştirmeye yeterli payın ayrılmamakta olduğu”dur. Doğru ama, tam doğru değil, yani yanıltıcı! Bu yanıtın hiç sorgulanmayışının nedeni, doğru oluşu, ama tam doğru olmayışıdır. Doğru’dur çünkü sahiden de ulusal gelirimizden araştırma-geliştirmeye ayrılan pay, kendimizi karşılaştırabileceğimiz ülkelere oranla 10 ila 40 kat daha düşüktür.

Devlet yücedir, o halde işler onundur…

Soru sorma konusunda çocukluğundan beri susturulmuş ve yapılması gereken her ne iş varsa bunları devletin yapması gerektiğine, kendisinin ise yalnızca talep etmek ve yakınmak gibi iki görevi bulunduğuna inandırılmış bulunan insanlarımız, ulusal pay içinden araştırma-geliştirmeye kimin para ayıracağını da sormamış, bunun olsa olsa devletin bir görevi olduğunu düşünegelmiştir.

Sloganlar afyondur…

Sokaktaki insanı ile aydınının düşünme biçimi arasında pek fark bulunmayan, her ikisinin de sloganlarla düşünmeye yatkın olduğu toplumumuzda, genelde aydın kesim ve özelde bilim sınıfı da, bunu böyle yorumlamışlardır. Yani devlet, bütçe içinden araştırmaya pay ayıracak, bununla araştırma kurumları kuracak, üniversitelere para dağıtacak, bilimsel unvan sahiplerini, gelişmiş ülkelerde benzer unvan taşıyanlarla benzer yaşam ve tatmin standartlarına çıkaracaktır.

İşi para kazanmak olanlar ile sorunlarla ilgilenmek olanlar:

İki kesimli toplum!

Bu süreç bu şekilde işlerken, toplumu oluşturan diğer kesimlerin ise bu bağlamda bir yükümlülükleri yoktur. Onlar yaşayacaklar, para kazanacaklar, eğlenecekler; devlet ise araştırma-geliştirmeye pay ayırıp, bu kişilerin daha çok para kazanmaları için gerekenleri —onlar her ne ise— yapacaktır. İnsanların tek görevi ise, devletin kendilerine ilgi göstermediğinden, yanıp bittiklerinden, araştırma-geliştirmeye yeterli pay ayrılmadığı için gerekli rekabet gücüne erişemediklerinden yakınmaktan ibarettir. Bu toplumsal iş-bölümü içinde yanlış bir şeyler bulunduğu bellidir. İlk kuşkulanmamız gereken, bu araştırma-geliştirme denen işin kimlerin işi olduğu ve bu konuda zihnimizi berraklaştırmaktır.

Araştırma denen şey nedir?

Araştırma, işlerin daha iyi, daha hızlı, daha ucuz ve paydaşlarına daha yüksek tatmin sağlayacak biçimde nasıl yapılabileceğinin, mümkün olan her yolla ve bu süreçlere dahil olan kimler varsa onların tamamınca araştırılması; geliştirme de, bu işlere konu olan mal ve hizmetlerin, mevcut durumlarından hedeflenen bu durumlara erişilebilmesi için, bir plan uyarınca hareket edilmesi eylemidir.

Bu tanıma göre, yapılması gerekenler, toplum yaşamının tamamını kapsamaktadır.

Yani araştırma, herkesin vazgeçilmez işidir!

Yolların daha iyi, daha ucuz nasıl süpürülebileceği; trafik cezasının daha az zahmetle nasıl kesileceği; seçimlerde boyanmadan ve kuyruklarda beklemeden nasıl oy kullanılabileceği; tekstil ya da otomotiv ürünlerimizin katma değerlerinin nasıl yükseltilebileceği; maliyetlerimizi nasıl doğru hesaplayıp, kâr ettiğimizi sanırken batmaktan nasıl korunacağımız; parlamentoda daha az sorunun nasıl biriktirilebileceği, on-onbeş kişilik bakanlar kurulunun, ellişer kişilik bakanlıkların nasıl mümkün olacağı; insanların beyinlerini yıkamaya kalkışıp her türlü fanatizme çanak tutmadan nasıl eğitim yapılıp, sonra da yobazlıkla karşılaşmayacağımız; ve daha yüzlerce alanda, araştırma– geliştirmeye ihtiyaç vardır. Ve bu araştırma-geliştirmeyi yapacak olanlar, bizzat bu işleri yapanlar, bu kişileri yetiştirenler, bunlarla ilgili usulleri koyanlar ve bu işlerin bilimini yaptığını söyleyenlerdir.

Devletin rolü ise yalındır: Toplumun verdiği katkılardan — vergiler— bir bölümünü, bu çabaları özendirecek şekilde ve de başka alanlardaki ihtiyaçları da dikkate alarak kullanmak… Devletin yapmaması gereken ise, son derece nettir: Devlet hiçbir şekilde, vatandaşların yapmaları gereken işleri onlar adına ya da onlar yerine yapmamalıdır.

Şimdi, ulusal gelirden araştırma-geliştirmeye az pay ayrıldığı yargısının niçin tam-doğru olmadığı anlaşılmalıdır. Pay ayırması gerekenler, bizzat bu işten yakınanlardır.

Şimdi bu soruya yanıt bulmalıyız!

Ve yine şimdi, artık sorulabilmelidir: Bilim sınıfı bu gerçeği niçin saklamaktadır. Farkında olmadığı için mi, kendisini çaba harcamaktan korumak için mi, yoksa devlet eliyle yapılacak araştırma-geliştirme, bu sınıfa daha büyük avantajlar sağladığı için mi? Bu sorular yanıtlanmalıdır. Suçlu bulmak için değil, karabasanı yırtabilmek için! (1997)