Home » Tarih » Endülüs » MEZOPOTAMYA VE SURİYE’NİN FETHİ’NİN ABBASİLERDEKİ TERCÜME DEVRİNE KATKISI

MEZOPOTAMYA VE SURİYE’NİN FETHİ’NİN ABBASİLERDEKİ TERCÜME DEVRİNE KATKISI

MEZOPOTAMYA VE SURİYE’NİN FETHİ’NİN ABBASİLERDEKİ TERCÜME DEVRİNE KATKISI

CONQUEST OF SYRIA AND MESOPOTAMIA CONTRIBUTION TO THE TRANSLATION IN THE ABBASID ERA

Murat TURAL

Bozok Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü

Öz

İslam devleti‟nin sınırlarının Mezopotamya ve Suriye‟ye ulaşması ile Müslümanlar Helenistik, İran ve Hint kültürleri ile karşılaştılar. Bunun sonucunda karşılıklı etkileşimler meydana geldi. Müslümanlar bu farklı kültürlere merak ve ilgi duydular. Bu karşılaşmadan evvel burada önemli kültür merkezleri vardı.

Helenistik kültürün en önemli merkezleri İskenderiye, Urfa, Nusaybin Antakya, Harran, Gundi-Şapur idi. Bu kültür birikiminden en fazla yararlananlar Abbasiler oldu. Tercüme yoluyla eski dünyanın zenginliklerine ulaşıldı. Endülüs bu kültürel mirası Bağdat‟tan aldı. Avrupa bu antik kültür mirasıyla Müslümanlar vasıtasıyla tanıştı.

Giriş

Müslümanlar, Mezopotamya ve Suriye‟nin fethini tamamladıklarında burada olgun bir medeniyet ile karşılaştılar. Eski Yunanın kültür mirası Müslümanların karşılaştığı en büyük dış tesirdir. Hellenizm kendisini Müslümanlara kabul ettirmekte gecikmedi. Hellenizm merkezleri arasında Urfa, Harran, Antakya, İskenderiye sayılıyordu. Hellenistik kültür bu merkezlerden yayılmıştır.

Medeni ve kültürel akımlar kapalı bir muhitte oluşmamışlardır. Bu toprakların ilk yerleşenleri Asur-Kildaniler değildir. Asur-Kildani uygarlığından önce başka bir uygarlık vardı. Doğal olarak Asur-Kildani uygarlığı başka bir uygarlığı takip ederek gelmiştir. Bu önceki uygarlık Sümerler‟dir. Sümerliler‟in yazıları Asur-Kildani yazısı ile aynı olup dilleri değişiktir. Bu dil grubuna Sami diller denilmektedir.2 Hristiyanlığın çabuk yayılması düşünüldüğünde Aram dilinin bu bölgelerde konuşulması çok büyük kolaylık sağlamıştı.

Hellenistik akımın Bizans ve İran‟daki merkezleri Arabistan‟a yakın bölgelerde bulunmaktaydı. Hristiyanlık imparatorlukta resmi din olarak kabul edilmesinden sonra Roma ve Atina felsefe mektepleri zayıflamışlardı. Felsefe ve felsefe ile ilgili ilimlerin din ile çelişki oluşturduğuna inanılıyordu. Buna karşın İskenderiye Akademisi hala gücünü korumakta idi. İskenderiye Akademisinde fesefe, tıb, riyaziyyat, kimya, nücum v.s. ilimler okutulmaktaydı. İskenderiye‟dekine benzer ilimler Antakya, Hıms ve Urfa da Yakubiler, Nusaybin, Rakka ve Re‟sul- Ayn‟da Nasturiler tarafından devam ettirilmekteydi. Bu mektepler Süryaniler‟in (Asurilerin) elindeydi ve onlar Mezopotamya ve İran kültürünün etkisi altında idiler. Roma ve İstanbul mektepleri daha çok hukuk ve gramer ile meşgul iken, Arianizm, Nasturulik ve Yakubilik gibi yeni Hristiyanlık akımları bu kültürün etkisinde Mısır-Suriye sahasında kendisini gösterdi.

Şimdi, kıymetli bir hazine olarak telakki edilen Eski Yunanın kültür mirasının sahip çıkıldığı, Hristiyanlık mesajının yayıldığı, ilmi-felsefi tartışmaların yapıldığı bu akademilerin işleyişleri ve fonksiyonları hakkında malumat verelim.

  1. Urfa Akademisi

Aprim‟e göre Eski Doğu Hristiyanlığı‟nın Mezopotamya ve Pers Akademilerindeki çalışmaları tarihçiler tarafından küçümsenmektedir. Hristiyanlığın ilk döneminde Urfa, Nusaybin, Gundi-Şapur akademileri kendini gösterir. Dünyadaki manastır hareketi4 Mezopotamya da biçimlenmiştir. Manastır yaşamı, mistisizm ve yüksek öğrenim bu coğrafyada şekillenmiştir.

Hristiyanlık mesajının Sami düşüncesiyle mi yoksa Helen düşüncesiyle mi sunulacağı konusu Urfa Akademisini uzunca bir süre meşgul etmiştir. Bu savaşı kazanan Helenler‟dir. Ancak bu din Sami kökenlidir. Helenlerin üstünlüğü kralların ve imparatorların politik nedenlerle müdahalelerinden ileri gelmektedir.

Hristiyanlık, Filistin halkı ile Mezopotamya, Ermenistan, Asur halkları arasında Helence konuşan batı halkları arasındakinden daha büyük bir hızla yayılmıştır. Bunun nedeni bu halklar arasındaki sıkı ırk ve dil ilişkileridir. İncilin benimsetilmesi için en önemli yer Urfa idi. Burada Yahudiler, Partlar, Medler, Elamlılar da vardı. Urfa‟ya Hristiyanlığın girişi konusunda içinde birçok mit öğesi içeren Abgar Söylencesi vardır. Söylencenin daha geniş bir anlatımı 5. yüzyılda yazılan Adday Öğretisi‟nde bulunmaktadır. Bu söylenceye göre Adday, Urfa kralı Abgar‟ın isteği üzerine İsa tarafından bu bölgeye gönderilmişti. Urfa‟da Adday bir okul kurdu, daha sonra bu okul gelişerek ünlü Urfa Akademisi haline geldi. Bu akademi, Doğu Suriye ile Asur‟un yararlandığı bir Hristiyan Üniversitesi oldu. Gençliği aydınlatmak ve ruhban adaylarını yetiştirmek bu akademinin en büyük amacı idi. Akademinin I. ve II. yüzyıllarda nasıl örgütlendiği bilinmemektedir. II. yüzyıldaki Urfa‟da yaşayan ve ders veren Tityanus ve Bardaysan‟ın yazılarına göre bu akademinin örgütlenişi İskenderiye deki Din Akademisi‟ninkine çok benziyordu. Hristiyanlık öğretisi ve Felsefe öğretimi beraber işlenmekteydi. Roma‟dan kovulan Tityanus Urfa‟ya yerleşerek Hristiyanlar için İncillerin yeni bir versiyonunu düzenledi. Bardaysan da Urfa kilisesinin resmi bilginiydi. Onlar Akademinin başkanı ve yöneticisi oldular.

Akademideki tüm öğrenciler rahip olmazlardı, dinsel örgütlere girmeyecek olanlarda kabul edilmişti. Öğrenciler okula başlamadan önce tüzüğü öğrenmek ve Akademi‟de kaldıkları sürece bekar kalmaya and içmek zorundaydılar. Yönetmeliğin ayrıntılı kuralları vardı, cezalar müdür tarafından belirlenirdi, itiraf ve kovulma safhaları vardı. Öğrenciler, müdür ya da başdanışmanın izni olmadan kenti terk edemezlerdi. Ağustos başıyla ekim sonuna tatil rastlamakta ve bu dönem aralığında kentten çıkılabiliyordu. Akademi, öğrencilerin barınma dahil tüm ihtiyaçlarını karşılardı. Hücre başkanının gözetiminde ki dua ve dersler öğrencilerin günlük hayatlarının büyük bir bölümünü oluşturuyordu. Ekim ve hasat zamanlarındaki uzun tatillerde öğrenciler toprakta çalışmak üzere evlerine giderlerdi. Bu yönleriyle akademi büyük saygınlık kazanmıştı.

363 yılında Aziz Afrem ve Nusaybin‟den Urfa‟ya kaçan bilginlerle Urfa Akademisi Persliler Akademisi adını aldı. Pers topraklarında çalışmak isteyen Hristiyan ruhban adayları bu eğitim merkezine yöneldiler. Ancak öğretmen ve öğrencilerin hepsi Persli değildi. İbas öğretmenlerin en ünlüsüydü. Ders programlarında öncelik Kutsal Kitabın açıklanması ve doğru okunmasındaydı. Ders programı ayrıca retorik, coğrafya, dindışı Tarih konularını da içermekteydi. Urfa‟daki okul Nasturiliğin yayılması nedeniyle 489 yılında İmparator Zenon tarafından kapatıldı. Okulun kapanmasıyla Narsay ve diğer bilginler Nusaybin‟e geldiler.

  1. Nusaybin Akademisi

Bu akademi 325 yılında toplanan İznik Konsili‟nden sonra açılmıştır. Nusaybinli Mor (Aziz) Yakub açtığı akademiye Mor Afrem‟i öğretmen olarak atamıştır. Mor Afrem burada 363 yılına kadar Akademiyi yönetmiştir. 363 yılında Pers kralı Şapur‟un baskısı neticesinde Urfa‟ya gitmiş ve Afrem‟in ölümü bundan on yıl sonradır.

Burada Aziz Afrem hakkında bir parantez açmak gerekir. Zira Aziz Afrem, Asurlu yazarların en ünlüsü olarak kabul edilmektedir. Tahmine göre Urfa‟da yazdığı İncil yorumları Asurlulardan kalan en eskileridir. Afrem‟in başarısı aziz olarak kabul edilmesindendir, yoksa onun fikri çalışması bulunmamaktadır. Aziz Afrem derslerini ölçekli ilahiler ve Homelieler (Vaizler ) şeklinde aktarmıştır.

Mor Afrem‟den sonra akademinin başkanı Qiyore‟dir. Bu dönemde en önemli öğrenciler Mor Narsay ve Mor Barşavmo‟dur. Urfa Psikoposu İbas (435-457)‟ın ölümünden sonra Borşawmo ve Mor Narsay Nusaybin‟e gelmişler ve onlar bu akademinin kurucuları olarak kabul edilmektedir.12 Narsay‟ın akademideki ününün kısa zamanda yayıldığı anlaşılıyor. Çünkü Urfa‟da bulunan Süryaniler bile ders için Nusaybin‟e gelmişlerdir. Ancak ayrılıkçı gruplar Narsay‟ın kitaplarını Urfa‟dan ayrılışından sonra yakmışlardır.

572 yılına gelindiğinde Nusaybin Akademisi‟nin başında Erbil‟li Hnono vardır. Hnono, 7. yüzyılın başına kadar yaşamıştır. Hnono‟dan sonra akademi yıldan yıla cazibesini kaybetmiş ve dağılmaya yüz tutmuştur. Akademi‟nin işleyişine baktığımızda, Rabban (yorumcu) akademinin başkanıdır. En önemli görevlerden biri dini kitapların yorumlanmasıdır. Yorumcu, dini kitapların açıklanması dışında Felsefe ve bir miktarda Mantık bilimi öğretmekteydi. Yorumcudan sonra akademi yasalarında sıkça adı geçen okutucu ve yazı öğreticisi gelir. Vekil ve katip gibi görevlilerde akademi yasalarında geçmektedir.

Akademide sırasıyla Mezmurlar, Tevrat, Peygamberlerin Öyküleri ve Yeni Ahit okutulmaktaydı. Daha sonraları akademiden ayrı olarak bir hastanede kurulmuş ve burada tıp dersleri de verilmiştir. Yoksul öğrenciler gelirlerini tatil zamanlarında temin ediyorlardı. Sözünü yerine getirmeyenler, evlenenler, çalanlar, sihre ve sapıklığa bulaşanlar, vekilden kitap alıp onu geri vermeyenler, dilencilik edenler, akademiden ve kentten kovulurlardı. İlk zamanlar bilim ve kutsal mekanlar için dahi olsa Bizans‟a gitmek yasaktı.

  1. Antakya Akademisi
  2. yüzyılda Asur/Süryanilerin Mezopotamya‟da kurduğu yüksek okullardan biriside Antakya Akademisi‟dir. “İmparatorun ayrılışından beri Roma‟nın sesi çıkmaz. İskenderiye aydın olarak yerini, ateşli dinsel kavgaların içinde kaybeder. Konstantinopolis hukukçuların ve askerlerin kentidir. Konstantinopolisliler at meydanındaki oyunlara, hitabetle uğraşmaktan daha düşkündürler. Atina adlardan başka parlak hiçbir şey sunmaz. Vaktiyle filozoflarıyla tanınan kent bugün bal imalatçılarıyla, Antakya ise okullarının çoğalmasıyla tanınır.”

Albert Harrent‟in de bahsettiği gibi Roma imparatoru Diocletianus tetrarchia16 (dörtlü yönetim)‟yi kurduktan sonra Roma‟dan ayrılarak İzmit‟e yerleşmesi ile Roma‟nın etkinliği azalmıştı. Konstantinopolisliler genelde günlük yaşamını hipodromda geçirmekteydiler. Özellikle Hristiyanlğın kabulüyle birlikte başkentte ve Atina‟da bilime darbe vurulmuştu. Fakat her nasılsa Mezopotamya da bilime karşı bu kadar bir yabancılaşma olmamıştı.

Halk için eğitimin yapıldığı üç nokta vardı. Bunlardan birisi öğretmenlerin kendi okullarını açmalarıdır. Eğitim faaliyetinin gerçekleşmesinde belediyelerde duyarsız kalmamışlardır. Belediye, öğretmenleri seçip onlara güvence vererek okullar açıyordu. Üçüncü olarak da devlet eğitimi vardı.

Öğrenciler İlkokul, Gramer Okulu ve son olarak da Hitabet okuluna giderlerdi. İlkokula başlayan yedi ve sekiz yaşındaki öğrenciler okuma, yazma ve sayma dersleri görürlerdi. Helen harfleri Latinceye oranla daha fazla rağbet görmekteydi. Yazıya çok fazla önem verilmekteydi. “Bundan dolayı usta kopyacıların işi, hattatlık, kütüphanelerde eski yazınseverlerin yanında, iki katına çıktı.” Eski çağların yazıları kopya ediliyordu. Gramer okulunda Quintillien‟in Hitabet Kurumları (Institutions Oratoire) adlı kitabı zorunluydu. Gramer Okulunda; ders verme sanatı, artık kullanılmayan sözler ve mitolojiyle, coğrafyanın ayrıntıları, ad ve fiil çekimlerinin mantığa dayanan düzeni ve edebi eleştiri öğretilmekteydi. Hitabet okulunda ise esas olan konuşma ve doğaçlamadır.

Eğitim ve özelliklede öğretimde ailenin de büyük rolü vardı. Genç kızlar sadece ilkokula gidebiliyorlardı. Ancak onlara üst düzey bir eğitim özel öğretmen vasıtasıyla sağlanabilirdi. Ders veren öğretmenler aynı zamanda hukuk danışmanlığı ve avukatlıkta yapabiliyorlardı. Daha yüksek bir eğitim biçimi ise yüksek hitabet idi. “Bugün kitap ve gazetenin verdiği toplumsal bilgiyi 4. yüzyılda hitabet veriyordu.”

  1. Gundi-Şapur Akademisi

Gundi-Şapur kenti adını Sasani kralı I. Şapur (241-272)‟dan alır. Daha önce bu yerleşim yerinin adı “Beth Lapat” idi. Kent asıl önemini Sasani kralı I. Hüsrev I/Anoşirvan zamanında kazandı. Bu akademinin öneminin artmasında kuşkusuz Bizans‟ın son Romalı imparatorunun büyük katkısı oldu.

Bizans‟ın son Romalı imparatoru olan Justinianos (527- 565) Hristiyan bir hükümdar olarak putperestlere savaş açmıştı. Purperestler sayı bakımında azdı fakat bilim ve kültüre oldukça düşkün idiler. Bu sebeple onlar Hristiyanlık için tehlike arz etmekteydi. Bu şekilde düşünen İmparator Justinianos 527 yılında Atina Akademisini kapattı. Kovulan bilginler de İran sarayında kendilerine yer buldular.

Sasanilerin hükümet merkezi 309‟dan beri Ktesiphon idi. Bu yüzden bilginler muhtemelen eski merkez Gundi-Şapur‟a değil Ktesiphon‟a gelmişlerdi. Bu bilginler 533 yılında Yunan vatanlarına geri döndüler. I. Hüsrev Atina‟lı bilginlere gerçek bir felsefe kralı gibi görünmüştü. Böylece Gundi-Şapur‟da felsefi temele dayanan bir “Academia Hippocratica” görmekteyiz. Gundi-Şapur‟da bu şekilde önce Psikopos okulu ve hastaneden dünya çapında felsefi-tıbbi bir yüksek okul teşekkül etti. Sasani kralı Nuşirevan‟ın adil ve bilgin bir hükümdar olduğunu Nizamülmülk‟ün Siyasetnamesinde de görmekteyiz. Nitekim Nizamülmülk onu Nuşirevan-ı Adil olarak adlandırmış ve “akıl ile adaletin tabında yoğrulduğu bir kişi” nitelemesinde bulunmuştur.

Bu şekilde destek gören bu akademi batıdaki felsefi ve tıbbi yüksek okullardan farklıydı. Orada batıdaki tıp ve büyünün karışması gibi bir şey zuhura gelmemiş, bunun aksine Yunan tıbbı temelleri üzerine Hint, Suriye ve İran tıbbı birleşerek parlak bir okul halini almıştı.

Gundi-Şapur kliniğinde çalışan hekimler felsefi bir kültüre de sahiptiler. Burada mevcut olan Aristoculuk İskender ile birlikte var olmuştu. Gundi-Şapur‟daki fikri akımlar da dikkat çekicidir. Şüphesiz bu fikri akımların en önemlilerinden biri Manikeizm (Manicilik)‟dir. Manikeizm‟in kurucusu olan Mani 276‟da Gundi-Şapur‟da idam edilmiştir. İranlı olan Mani Helence‟yi de iyi bilmekteydi. Öğretisinin insancıl karakterinin oluşmasında Yunanca ile olan bu temasın etkili olduğu görüşü kabul edilmektedir. Diğer bir fikri akımda Zerdüştlük‟tür. Bu fikri cereyanda esas olan ateşe tapmadır. Gundi-Şapur kent planındaki çok sayıda yüksek bacalar bunu kanıtlamaktadır. Bir diğer akım da Hristiyanlık‟tır. Özellikle Nestorius‟un tanrı bilim görüşleri burada etkisini göstermiştir. I. Hüsrev‟in saltanatında sarayda bulunan İran‟lı bir hekimin Hindistan yolculuğu dönüşü getirdiği Süryanice çevirisi olan Kelila ve Dimna ve sonraki Lafontaine‟nin ilham aldığı fabl koleksiyonu “Pancatantra”nın önemi büyüktür. Şekerin ilk rafineri edilişi yine Gundi-Şapur‟dan çıkmıştır.

Gundi-Şapur‟un kozmopolit yapısına bölgenin hakim Parsi ulusçuluğu nasıl müsaade etmişti? Bizans ve İran arasındaki asırlarca süren rekabet bu müsaadeyi doğuran en büyük etkendir. Gundi-Şapur Akademisi‟nin en önemli özelliği laik bir temele dayanmasıdır. Burada farklı inanıştan insanlar bulunmaktaydı. Yine aynı inanışın aykırı olarak kabul edilen görüşleri de burada varlığını korumuştur. Yüksek bir ilmi seviye ancak bu temel üzerinde yaratılabilirdi. Aynı zamanda bu ilim merkezi farklı milletten olan kişileri de barındırıyordu. Gundi-Şapur‟un uzunca bir süre etkisini sürdürmesi bu hoşgörü ortamı sayesinde olmuştur. İslam dünyasında bilhassa Abbasiler, insanlığın bu mevcut birikiminden en iyi şekilde istifade etmişlerdir.

Bu akademilerin Hristiyanlığın teolojik yapısından kaynaklanan ayrılıklardan etkilenmemesi düşünülemezdi. Nitekim Bizans‟ın doğu eyaletleri ile olan bu uzlaşmaz tavrı neticesinde bu bölgeler İran nüfuz sahasına girdi. 451 Efes Konsili ile Doğuda gruplaşmalar başladı ve sonuçta Nasturyanizm adı altında bir mezhep ortaya çıktı. Mecusi Sasaniler de bu tabanı kullanma yoluna gittiler.

Akademiler sürekli bu tanrıbilim tartışmaları ile meşgul olmuşlardır. Urfa Psikoposu İbas bu zamanda iyi silahlanma düşüncesiyle Helen felsefesine ve yorumculuğuna daha çok önem vermiştir. Birçok yapıt böylece Süryaniceye çevrilmiştir. Nasturilik çatışması Helen incelemelerini hızlandırmıştı. İbas, Qawme ve Probus Aristoteles‟in yapıtlarını Süryaniceye çevirmişlerdi. İbas Forforiyos‟un İsagoci‟sinin en eski Süryanice çevirisini yapmıştır.

  1. Bölgede İslam Hakimiyetinin Kurulması Ve Emeviler İle Başlayan Tercüme Faaliyetleri

Hz. Ömer devri (634-644) İslam tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. Bilindiği üzere bu devirde Sasani ve Bizans imparatorluklarına karşı birçok askeri ve siyasi başarılar elde edilmişti. Netice olarak İslam devletinin sınırları genişlemişti. Irak, İran ve Cezire, Suriye, Filistin, Mısır toprakları artık Müslümanların hakimiyetindeydi. Helenistik, İran, Hint ve diğer kültürlerle temas bu şekilde oluşmuştu. Antik dünyanın bilinen ilmi ve felsefi eserlerinin Müslümanlara aktarılmasında Emevilerin rolü ancak şahsi uğraşlarla ifade edilebilir. İlmi ve fikri seviyedeki gerilik geniş halk kitlelerinin akli ilimlere birden yönelmesini zorlaştırmıştı. Abbasilerle birlikte bu zorluk atlatılmış ve Bağdat ekolü yaratılmıştı.

Haydar Bammat‟ın bu hususta şu suali mevzuyu etraflıca aydınlatır:

“Roma‟nın çöküş ve ölüm devrinde İskenderiye ekolüne mensup bilginlerin ortaya koydukları üstün ve aydınlık yol altıncı asırda durur ve ancak bundan sekiz yüz yıl sonra Avrupa‟da ilim ışığı yanar. Bu çok uzun devirler dünya milletlerinin barbarlık ve vahşet devri miydi?” Bu devirleri barbarlık ve vahşet devri olarak telakki etmek birçok Avrupalı yazar için mu‟tad olmuştur.

Emevilere geri döndüğümüzde bu devirde Arapçaya ilk tercümeler Halid b. Yezid b. Muaviye (öl. 704) tarafından yaptırılmıştır. Mütercimlerin başkanı İskenderiyeli Stephane (İstefan el-Kadim) idi. Halid b. Yezid‟in kimyaya ( simya ile karışık ) olan ilgisi dolayısıyla bu alanda on beş eseri bulunur. Yine Halid, İskenderiye Akademisi (es-Sevari)‟nden Arapça bilen alimleri Dımaşk‟a çağırarak kimya, tıb, nücum gibi konularda Yunanca‟dan ve Kıbtça‟dan Arapçaya kitaplar çevirtmiştir. İskenderiyeli rahipler Stephane ve Marianus‟un bu çeviri faaliyetlerindeki rolleri büyüktür. Emevi halifelerinden Mervan b. Hakem ve Ömer b. Abdülaziz‟de özellikle tıb konusunda bu çalışmalara destek olmuşlardır. Mervan b. Hakem‟in tabibi Masarceveyh el-Basri el-Yahudi İskenderiye Akademisi‟ndeki tabiplerden Ahron (Haron-Harun)‟un Künnaş adlı tıbba dair eserini Arapçaya çevirmiş, Ömer b. Abdülaziz bu eseri çoğaltarak halka sunmuştur. Abdülmelik (717-720) devrindeki Irak, Şam ve Mısır‟daki Farsça, Yunanca, Kıbtça olan mali divanların Arapçaya tercümesi de çeviri faaliyetleri açısından dikkate değerdir.

Bu devirdeki tercüme faaliyetleri ve mütercimler bunlarla sınırlı değildir. Biraz önceki şahsi uğraşlar olarak ifade ettiğimiz bu hareketler Abbasilere kıyasla böyledir. Ancak akli ilimlere bu merakın doğması açısından baktığımızda önemli faaliyetler olduğunu söyleyebiliriz. Abbasilerin ilk devirlerindeki faaliyetlerin daha sistemli, istekli ve yoğun yapılması bizim konumuz açsından daha mühimdir. Burada vurgulanmak istenen Müslümanların diğer milletlerden ve dinlerden olan insanlarla hangi merkezde toplandıkları ya da başka milletlerden ve dinden olan insanların Müslümanlara antik dünyanın nimetlerini sunmadaki başarısı ve azmidir. Peki Abbasiler devrindeki bu ahenk ortamının oluşmasında en önemli amil neydi? Kuşkusuz en önemli amil Emeviler‟in cihad anlayışının terk edilmesi ve bunun yerini fikri bir uyanışın alması idi. İlim, sanat ve edebiyata karşı artan bu ilgi ve merakın sebebi bu kültürleri çok iyi tanımak mı yoksa onlara karşı biran önce bu üstünlüğü ele geçirmek miydi? Şüphesiz bu saydıklarımızın hepsinin payı vardı ancak en önemlisi İslam‟ın bir “ilim dini” olmasıdır.

“Alim ol yahut alimlerin talebesi, yahut dinleyicisi veyahut dostu ol; fakat beşinci bir vaziyette bulunmamaya dikkat et! Çünkü mahvolursun!” Bu hadis işte bu ahenk ortamının kavranması açısından çok mühim bir yer tutar.

Abbasiler (750-1258) dönemi ile Müslümanlar Arap olmayan unsurlarla savaşmaktan ziyade onlarla iç içe yaşamaya başlamışlardır. Ancak bu Abbasilerin hiçbir zaman fetih siyaseti izlemediği anlamına gelmez. Emevilerin fetih siyaseti ve Arap politikası ile karşılaştırıldığında bu devir bir sükut devri olarak kabul edilir.

İslam‟ın ilk zamanlarında okulların bulunmaması dolayısıyla İslam öğrenimi daha çok şahsi gayretler yoluyla öğrenilmekteydi. Camiler ve saraylar eğitim merkezi vazifesi görmüşlerdir. Fıkıh ve kelam sistemlerinin Hadis öğrenimi sayesinde gelişmesiyle bazı ünlü şahsiyetler belirmiş ve İslam dünyasının her köşesinden bu öğretmenlere doğru yönelme başlamıştır. Fazlur Rahman bu hususu şöyle izah ediyor: “Orta Çağın daha sonraki devirlerinde, ünlü bilginlerin çoğunluğunun medreseler yerine, özel derslerini dinledikleri tek tek öğretmenlerin yetiştirdikleri kimseler olduklarını söylemekle doğrudan uzaklaşmış olmayız.” Gördüğümüz gibi Orta Çağ ve sonraki devam eden süreç boyunca şahsi öğretmenlerin eğitim alanında oynadığı faal rol devam etmiştir. Daha öncede sözünü ettiğimiz gibi Narsay Urfa Akademisi‟nden Nusaybin‟e geldiğinde ardından birçok Süryani de Nusaybin‟e ders almak için gelmişti. Bu da Orta Çağ da ki şahsi öğretmenlerin önemini ortaya koymaktadır.

Abbasiler döneminde Beytül-Hikme‟nin kurulması ve tercüme faaliyetlerinin sistemli bir hale gelmesine geçmeden önce Süryanilerin buradaki aracı rollerine değinmek de fayda vardır. Bu konuda İbni Haldun‟un Mukaddimesi‟nde de açıklayıcı bilgiler mevcuttur. İbni Haldun Mukaddimesi‟nde Süryanilerin ilim ve fen alanında çok ilerlemiş olduklarından ve Mezopotamya da onların elli kadar ilim yurtlarının bulunduğundan bahsetmektedir. Urfa, Nusaybin ve Gundi-Şapur Üniversiteleri gibi en tanınmış üniversitelerinde ilim ve fenler Süryan ve Yunan dilleriyle okutulmaktaydı. “İlmi ve fenni eserleri tercüme ve tercüme edilenlerini tashih edenlerin çoğunun Süryanilerden olmasının sebebi işte budur.” Görüldüğü gibi Süryaniler Sasani, Bizans ve İslam imparatorlukları arasında yaşamışlar ve bu şekilde kültür taşıyıcısı vazifesini ifa etmişlerdir. Süryaniler bu vazifeyi ilk önce değindiğimiz akademiler vasıtasıyla sonrada bu görevi en iyi şekilde Beytül- Hikme‟de yerine getirmişlerdir. Süryanilerden başka Harran Sabiileri de Beytü‟l Hikme de etkin rol oynamışlardır. Sabiiler‟in astronomi, matematik ve astroloji ilimlerindeki üstünlükleri onları bu akademiye çekmiştir. Sabit b. Kura, Sabiiler‟in içinden çıkan en önemli isimdir.

Gördüğümüz gibi Abbasiler‟in tercüme devrinde Arap asıllı olmayanların faaliyetleri göze çarpmaktadır. Halifeler bunlara kimi zaman ters davransalar da genel bir hoşgörü ortamında bu faaliyetler yürütülmüştür diyebiliriz.

Will Durant‟da gerek Emeviler‟in gerekse Abbasiler‟in bu coğrafyaya geldiklerinde okulların çalışmalarına müdahale etmediklerini belirtmiştir. Bu yolla ilmi klasikler muhafaza edilmiştir. Ayrıca, halifeler İstanbul ve Yunan şehirlerine haberciler-ulaklar göndererek matematik ve fenni eserlerin getirtilmesi için çaba göstermişlerdir.34 Halifeler sadece tercüme faaliyetlerine destek çıkmakla kalmamışlar aynı zaman da bazı heyetler yoluyla ülke dışında ilmi eserler getirilmesi için de gayret sarf etmişlerdir.

  1. Abbasiler Döneminde Halife Mansur İle Başlayan Tercüme Hareketleri

Emeviler döneminde bazı şahsi gayretler ile başlayan tercüme hareketleri Abbasiler döneminde35 Mansur zamanında hız kazanmıştır. Beytü‟l Hikme‟nin Mansur, Harun Reşid ya da Memun döneminde mi kurulduğu konusunda bir fikir birliği yoktur. İlk önce bir tercüme bürosu ve kütüphane olarak faaliyete başlayan Beytü‟l Hikme zamanla bir kültür merkezi halini almıştı.

Beytü‟l Hikme sistemli bir işleyişe kavuşmadan evvel bir kütüphane olarak adlandırıldığı için ona bazı kaynaklar “Hizanetü‟l Hikme” adını vermişlerdir. Halifeler çeşitli vesileler ile getirttikleri kitaplar için kendi adlarıyla “Hizanetu Harun Reşid”, “Hizanetu Memun” gibi yerler teşkil etmişlerdir. Beytü‟l Hikme tabiri de bütün ilmi çalışmaların yapıldığı merkezlere verilen addır. Halife Mansur ve Harun Reşid zamanların da Bağdat da saray bünyesinde yapılan bu faaliyetlerin Memun ile birlikte Caferiye sarayında ayrı bir birimde devam ettirildiği kuvvetle muhtemeldir.38 Memun ile birlikte tercüme faaliyetlerinin altın çağını yaşadığı düşünüldüğünde bu dönemde ayrı bir binanın bu çalışmalar için tahsis edildiği akla yatkın gelmektedir.

Halife Mansur ile başlayan bu devirde ki çalışmalar da daha önce de değindiğimiz gibi Arap asıllı olmayanların artık ön plana çıktıklarına şahit olmaktayız. “Dini hoşgörü öylesine güzel olmuş ve ilmi koruma öylesine mükemmel yapılmış ki Hristiyanlar, Yahudiler, Mecusiler, Budistler ve diğerleri, sadece özel dini edebiyatları alanında değil, bütün öteki ilimler de dahi Müslüman bilimini zenginleştirmek için işbirliği etmişlerdir.” Halife Mansur ile başlayan bu devirde İranlı Bermeki vezir ailesi, İbnü‟l Mukaffa, Gundi-Şapur‟dan gelen hekimler Muhammed Hamidullah‟ın ifade ettiği hoşgörü ortamını en iyi şekilde ortaya koymuşlar ve Müslüman ilmine katkıda bulunmuşlardır.

Abbasi halifelerinin bu ilmi çalışmaları devlet desteği ile teşvik etmelerin de İran‟ın nüfuzunu kırma çabası da göze çarpmaktadır. Bu dönem de ortaya çıkan Şu‟ubiyye hareketi ile muhtelif kavimler medeni üstünlüklerini sergilemeye başlamışlardı. Schöffler, Gundi-Şapur Akademisi adlı eserinde bu hususa dikkat çekmiştir.40 Böylece İran‟ın sızması önlenmek istenmiştir. Bermekiler‟in İran kültürü ile ilgili kitapları tercüme ettirme çabaları Schöffler‟i haklı çıkarmaktadır. W. Barthold‟da Şu‟ubiyye hareketinin Araplar da, Hristiyanlar da, Yahudiler de, İraniler de hatta Harran‟da da görüldüğünü ileri sürmektedir. Barthold‟a göre bu “muhtelif kavimlerin milli yahut dini medeniyetlerinin yüksekliğini idrak” hareketidir.

6.1. Buhtişu Ailesi

Nesturi bir Hristiyan ailesi olan Buhtişu‟lar Gundi-Şaapur‟da ünlenmişlerdi. Gundi-Şapur tıb okulunda yetişen bu hekimler ailesi Abbasiler sarayına 250 yıl hizmet vermişlerdir. Buhtişu‟lar ifa ettikleri tabiplik hizmetlerinin yanında tercüme çalışmaları yaptıkları gibi aynı zaman da telif eserlerde meydana getirmişlerdir. I. Buhtişu, I. Cibrail, Curcis, II. Buhtişu, II. Cibrail, III. Buhtişu, I. Ubeydullah, Yuhanna, IV. Buhtişu, III. Cibrail, II. Ubeydullah Buhtişu ailesinden yetişen hekimlerdir.

Gundi-Şapur‟daki Bimaristan (Hastane)‟ın başhekimi olan Curcis b. Cibrail, Halife Mansur‟un geçirdiği mide rahatsızlığı dolayısıyla Bağdat‟a çağrılmış ve kısa zamanda Halife Mansur‟a kendisini sevdirmişti. Böylece bu saraydaki tabip memurluğu görevi babadan oğula geçerek Cibrail b. Ubeydullah (öl. 1006) ve Buhtişu b. Yuhanna (öl. 941)‟ya kadar devam etmiştir.44 Curcis b. Cibrail, saraydaki memurluğu esnasında Süryanice Künnaş adıyla bir tıp kitabı da meydana getirmiş ve bu eser daha sonra Huneyn b. İshak tarafından Arapçaya tercüme edilmiştir. Abu‟l Farac kendi ismiyle bilinen tarihinde Curcis b. Cibrail ve Halife Mansur arasında geçen ilginç diyaloğa temas etmiş ve buradan Hristiyanlar için bir pay çıkarmıştır. Bu şekilde Gundi-Şapur tıp okulu ile kurulan ilişki Halife Mansur‟un halefleri zamanında da devam etmiştir.

 6.2. İbnü’l Mukaffa

Halife Mansur zamanında tercüme faaliyetini yürüten en önemli kişi İran asıllı mütercim İbnü‟l Mukaffa‟dır. İbnü‟l Mukaffa aynı zaman da telif eserlerde meydana getirmiştir. Basra Valisi Süleyman b. Ali‟nin katipliğini yapmakta iken Mansur ile tanışmıştır. İbnü‟l Mukaffa İslam değerleri ile aklı birleştirmeye çalışmıştır. Fakat kendisi etrafındakilerce zındık olarak görülmüş ve katledilmiştir. İbnü‟l Mukaffa‟nın Fars, Hint, Arap, Yunan kültürlerini kaynaştırma çabası ve bunları İslam toplum düzenine adapte etme girişimleri bazı kişilerce kabul edilmemiştir.

İbnü‟l Mukaffa ayrıca Mansur‟a sunduğu Risalesi‟nde hukuk ilmi ve adaletin dağıtılmasındaki farklı yerlerdeki farklı ekollerden şikayet etmiştir. Bunun için İbnü‟l Mukaffa, kadıların doğrudan doğruya halifeye bağlı olarak, tek bir doktrin ile hareket etmelerini halifeye teklif etmiştir. Görüldüğü üzere İbnü‟l Mukaffa‟nın İslam hukukunu devletin yegane hukuku yapma girişimleri dahi onun zındıklıkla itham edilmesine engel olmamıştır.

İbnü‟l Mukaffa‟nın yaptığı tercümelerden bazıları şunlardır: Aristo‟nun Organon adlı mantık külliyatının ilk üç kitabı (Kitabü‟l Malukat, Kitabü‟l İbare, Kitabü‟l Kıyas), Porphyrius‟un Eisagoge‟si (İsagüci) ve Kelile ve Dimne‟nin Farsça‟dan Arapçaya tercümesidir. İbnü‟l Mukaffa‟nın Kelile ve Dimne‟yi Arapçaya çevirmesiyle Arap edebiyatına fabl türü hikaye tarzı girdiği gibi, Farabi, İbni Sina gibi düşünürlerde siyaset, dostluk ve valilerle ilgili görüşlerinde bu çevirinin önemli ölçüde etkisinde kalmışlardır. Ayrıca, İbnü‟l Mukaffa birçok telif eser de meydana getirmiştir. El-Edebü‟ş-şagir de din-akıl ilişkisi üzerinde, Yetimü‟s-sultan adlı eserinde ahlaki öğütlerde bulunmuştur.

Halife Mansur döneminde yine Yahya b. Batrik ve oğlu Yunancadan Hipokrat‟ın, Calinos‟un eserlerini ve Batlamyus‟un Mecisti‟sini tercüme etmişlerdir. Hind‟den gelen alimlerin yanlarında getirdikleri astronomi kitapları için de Sind-Hind en önemlisidir. Ayrıca, Öklid‟in Elemento Geometricae‟si de Usulü‟l-hendese adıyla tercüme edilmiştir.

Halife Mansur döneminde yapılan bu çalışmalar özellikle Harun Reşid ve Memun dönemlerinde daha sistemli bir şekilde devam etmiştir. Haydar Bammat Halife Mansur döneminde yapılan çalışmaları şöyle özetliyor: “Halife Mansur‟un hükümdarlığı sırasında imparatorluğun her yanında Kur‟an ve tefsir ile birlikte Aristo‟nun, Galien‟in Hipokrat‟ın, Arşimet‟in, Öklit‟in, Ptoleme‟nin, ve Apollonius‟un eserleri okunuyordu. İşte böylece Greko-Romen bilgisi ve felsefesi yok olmaktan kurtuldu.” Halife Mansur‟un geleneksel ilimlerin yanı sıra akli ve tecrübi ilimlere duyduğu ilgi vesilesiyle bu çalışmalar yapılabilmiştir. Hintli, İranlı, Süryani, Nasturi ve birçok milliyete mensup alimler Halife Mansur‟un yüksek hoşgörüsünden faydalanmışlardır

  1. Harun Reşid Devri Tercüme Faaliyetleri

Halife Mansur‟un ölümünden sonra Mehdi zamanında zenadıka hareketi dolayısıyla fazla bir ilmi çalışma görülmemiştir. Ancak Urfalı heyetşinas Teophilos (Teofil) halifenin sarayında İlyada ve Odese‟yi Süryaniceye çevirmiştir.

Abbasi halifelerinin en meşhuru Harun Reşid‟dir. Halife Mansur ile beraber kurulmuş olan vezirlik müessesesinden sonra Harun Reşid‟de Yahya b. Halid al-Barmaki‟yi vezir tayin etmişti. Barmaki 17 yıl iki oğlu al-Fazl ve Cafer ile beraber imparatorluğun fi‟len hükümdarı gibi hareket etmiştir. Harun Reşid ilme ve sanata büyük önem vermiş ve bu vesileyle her kesimden alim onun sarayında yer bulmuştur.

Harun Reşid tercüme heyetinin başına Yuhanna b. Masaveyh‟i getirmişti. Bu dönem de Haccac b. Yusuf b. Mattar, Öklid‟in Usul el-Hendese‟sini tekrardan tercüme etmiştir. Bu dönem de Pehlevi dilinden Ömer b. el- Ferruhan et-Taberi ile Sehl b. Harun, Yunancadan Yahya b. el-Bıtrik tercümeler yapmışlardır. Üzerinde fikir birliğine varılamayan konulardan biride Hind tıbbı, matematiği ve özellikle de Hind rakamlarının55 Abbasiler‟in ilk döneminde gelip gelmediğidir. Eğer Abbasiler döneminde gelmiş olsaydı bunlardan bir yenilik olarak bahsedileceğinden dolayı Müslümanların Hind rakamlarını Sasaniler‟den almış olmaları daha muhtemeldir.

Harun Reşid‟in Anadolu‟ya yaptığı seferlerin sonucunda da özellikle Ankara (Ankyra), ve Ammuriye (Emirdağ yakınlarında eski bir şehir)‟den birçok yazma kitaplar Bağdat‟a getirtilmiştir. Böylece artan kitap sayılarından dolayı bu yolda çalışmalar için ayrılan mekanın genişlemesi de muhtemel görünmektedir. Daha önce bahsettiğimiz Bermeki vezir ailesinden olan Harun Reşid döneminin ünlü veziri Yahya b. Bermek‟in de Hintçe, Farsça, Yunanca kitapların getirtilmesine büyük çaba harcadığı görülmektedir. Halid b. Bermek‟in Hind‟den doktorları getirterek buraya yerleştirmesiyle (Menke, Baziyer, Sinbad, Korkbulkul) Hint tıbbı bu coğrafyada yer bulmuştur.

Gördüğümüz gibi Halife Mansur ile başlayan çalışmalar Harun Reşid döneminde daha sistemli bir halde devam etmiştir. Bu dönemde özelikle Bermekilerin ilmi korumaları ve sahip çıkmaları neticesinde çalışmalar bir kat daha hızlanmıştır. Özellikle Memun devrinde bu kurumun maddi olarak da desteklenmesiyle birlikte Beytü‟l Hikme tarihte oynadığı “bilgelik evi” rolünü tam anlamıyla yerine getirmiş olacaktır.

Ayrıca, Harun Reşid döneminde yine Gundi-Şapur‟dan II. Buhtişu Yahya b. Halid vasıtasıyla getirtilmiştir. Künnaşü‟l Muhtasar ve oğlu Cibrail için yazdığı Kitabü‟t Tezkire adlı eserleri bulunmaktadır. Ebu Bekir er-Razi el-Havi adlı eserinde ondan bahsetmiştir. Buhtişu ailesi halifelerden gördüğü yakınlığı sürdürmüş görünmektedir.

Memun döneminde yapılan çalışmalara geçmeden evvel onun etkilendiği öne sürülen “mutezile” akımına değinmek gerekir.

7.1. Mutezile

Görüşlerini yalnızca akla dayandıran bu “hür fikirli” grup yaptığı tefsirler ile hasımlarının delillerini çürütme yoluna gitmişlerdir. Ebu Bekr el-Es‟am (öl. 854) ve İbn Cerv el-Esedi (öl. 997)‟nin eserleri, Mutezile‟nin en önemli tefsirlerinden sayılmaktadır. Kur‟an ayetlerini akli ilkeler doğrultusunda açıklamada ısrar etmişlerdir.

Fakat bir zaman sonra bu grup akılla vahyi eşit tutmaya varacak kadar ileri gitmişlerdir. Aynı zamanda aklı hadise üstün tutmuşlardır. Irak‟daki fikri çeşitlilik ve bu atmosferin sağladığı hoşgörü ile Memun da bu akımdan etkilenmiştir. Daha önceki halifeler, rejime karşı bir tehdit olarak ortaya çıkmadığı sürece özgür düşünceyi teşvik ediyorlardı, ancak Memun döneminde Mutezile rasyonalizmi devlet dini haline gelmiştir.62 Bu akımda Yunan mantığı ve felsefesinin ağır bastığı ortadadır. Bu şekliyle özellikle Memun devrinde Beytü‟l Hikme‟ye de sirayet etmiştir.

  1. Halife Memun Devri Ve Sonraki Dönemin Önemli Simaları

Bu dönemde yapılan çalışmalara geçmeden evvel Sigrid Hunke‟nin şu izahı Memun döneminin fikri atmosferini göstermesi bakımından önemlidir:

“Bugünkü günde mağluptan, maden kuyuları, harp bakımından önemli sınai tesisler, mahvedici yeni silahların imal planlarıyla birlikte mucitleri istenirken, İslam dünyasında El-Memun, Bizans kralı III. Michael‟ e karşı kazandığı zaferden sonra, tazminat olarak antik filozofların henüz Arapçaya çevrilmemiş eserlerini, gerçek bir barış tesisine yarayan fikrin silahlarını ister.” Bu açıdan bakıldığında, Halife Memun‟un ilmi ve kültürel hareketlere oldukça fazla önem verdiği görülmektedir. Ne kadar zıttır ki şimdi bir yerleşim yeri işgal edildiğinde ilk önce oranın kültürel zenginlikleri bertaraf edilmektedir. Medeniyete vurulan bu darbeden sonra o toprakların maddi olanaklarını ele geçirmek daha kolay olmaktadır.

Abbasiler dönemindeki kitapçı dükkanları da birer eğitim merkezi gibi faaliyet göstermişlerdir. Ticari olarak gelirin düşünülmesinin yanında buralarda bir kültür merkezi vazifesi görmüşlerdir. İbnü‟n Nedim (öl. 955), Ali b. İsa (öl.95 ) ve Yakut (öl. 1229) bunlardan sadece bir kaçıdır.

Memun ve sonraki dönemde önemli çalışmalar yapan bu bilgelik evinin olgunluk dönemine damgasını vuran kişiler; Huneyn b. İshak, Şakiroğulları, Sabit b. Kurra, Kindi, Harezmi ve diğerleridir.

Huneyn b. İshak (809-873) Hira beldesinde doğan, Hristiyan Arap İbad kabilesinden bir eczacının oğludur. Gençliğinde Bağdat‟a gitmiş ve Yahya b. Masaveyh‟in talebesi olmuştur. Huneyn b. İshak‟ın hocasıyla arasında geçen diyalog onun kendisini geliştirmesini sağlamıştır. Abu‟l Farac aralarında geçen diyalog hakkında şu bilgiyi veriyor: “Bir gün Huneyn, John (Yahya b. Masaveyh )‟un bir sualine cevap verirken John hiddetlendi, onu kovdu ve “Seninle tıp arasında ne alaka var? Senin gibi bir adama yakışan, sokak başında oturup bakla satmaktır” dedi” Huneyn, bundan sonra Roma diyarına geçerek Yunan dilini en iyi şekilde öğrenmiştir.

Huneyn b.İshak aynı zamanda Süryanice, Yunanca, Farsça ve Arapçayı da tercümeler yapabilecek kadar iyi öğrenmişti. Birçok kitap üzerinde şerhler yazan Huneyn Hipokrat, Dioskorides, Platon, Aristo gibi ünlü yazarların eserlerini tercüme etmiştir. Beytü‟l Hikme vasıtası ile Şakiroğulları ile tanışmış ve onlarla beraber çalışmıştır. Huneyn b. İshak sadece tercümeler yapmamış aynı zaman da birçokta kitap yazmıştır. Felsefe, tıp, baytarlık, tarih vd… birçok konuda eserleri bulunan Huneyn‟in yanındaki genç araştırmacılarda onun izinde yürümüştür. Ancak Huneyn b. İshak asıl ününü Mütevekkil döneminde kazanmıştır.

Astronom Musa İbn Şakir‟in üç oğlu (Muhammed, Ahmed, Hasan) da bu dönemde kendi kütüphanelerini kurmuşlar, tercüme ve ilmi araştırmalara büyük meblağlar sarf etmişlerdir. Halife Memun, Musa b. Şakir ile Merv„de kaldığı yıllarda tanışmıştır. Şakiroğulları özellikle matematik, heyet, hendese ve musiki ilimleri ile meşgul olmuşlardır.

Sabit b. Kurra da (826-901) Beytü‟l Hikme de yetişen ve Halife Mutemid döneminde yaşamış olan Sabiiler‟in en önemli simalarındandır. Harran da Sabii bir ailede doğmuş ve orada cemaatten kovulduktan sonra Şakiroğullarından Muhammed‟e tesadüf ederek Bağdat‟a gelmiştir. Bağdat‟ta riyaziye, heyet, felsefe, tıp ile meşgul olmuş ve birçok tercümeler yapmıştır.

Halife Memun ile başlayan dönem de Beytü‟l Hikme deki çalışmalara katılanlardan biride Kindi (801- 867)‟dir. Mutasım ve Mütevekkil zamanlarında da yaşamış, ancak Mütevekkil zamanında felsefecilerin kelami tartışmalar yaptıklarından dolayı saraydan uzaklaştırılmalarından o da nasibini almıştır. Kindi, Beytü‟l Hikme de, Süryanice ve Yunancadan yapılan tercümelerin Arapçaya aktarılması esnasındaki felsefi kavramları gramer kuralları bakımından tedkik etme işlerine bakmıştır. Felsefe, mantık, astronomi, tıp vs.. birçok konuda eseri vardır. İslam felsefesinin temellerini atması dolayısıyla Kindi ilk İslam filozofu olarak sayılır. Harezmi de 9. asrın riyaziyat, astronomi alimlerinden belki de en önemlisidir. Mühim eserlerini Halife Memun zamanında yazmıştır. Harizmi‟nin riyaziyedeki şöhreti 16. asra kadar sirayet etmiştir. 16. asırda Avrupa da meşhur riyaziyeci Gerelamo Cardano Harizmi‟yi dünyanın en büyük 12 mütefekkiri arasında saymaktaydı. Harizmi‟nin eserleri ile Orta Çağ‟ın Hristiyan alimleri riyaziyat ilimlerini Müslümanlardan öğrenmişlerdir. Harizmi en eski astronomi tablolarını (Zic) derleyen bilgindir. Kitab-ul- Cebri ve-l Mukabele adlı eserini bir coğrafya ansiklopedisi) Halife Memun için hazırlamıştır. Cebir ilminin bugünkü şeklini almasında onun payı büyüktür.

Beytü‟l Hikme‟de bu kadar çok ilmi çalışmalar yapılırken bu kurumun işlemesinde mütercimler kadar diğer ilmi ve hizmet personelinin de katkıları olmuştu. Bunlardan Sahibu Beytü‟l Hikme hepsinin başında bulunmaktaydı. Hazinler ise görevli oldukları bölümlere bakmakla yükümlü olup, müstensihler de çoğaltma işleriyle meşgul idiler. Hizmet personelinde de mücellidler ciltleme işleriyle uğraşırken, münaviller ve hizmetçilerde çalışmalara yardımcı olarak katılmaktaydılar.

Memun ile beraber en olgun devrini yaşayan Beytü‟l Hikme bu dönemden sonra yavaş yavaş hızını kaybetmiş görünmektedir. Aslında hızını kaybetmekten ziyade artık tercüme devri sona yaklaşmaktadır demek daha uygun bir ifadedir. Halife Memun‟dan sonra gelen halifeler Mutasım (833-842), Vasık (842-846), Mütevekkil (847-861) vd… bu kültür merkezinin çalışması için gayretler sarf etmişlerse de Abbasiler‟in bu ilk dönemi kadar canlı bir uğraşı görülmemektedir. Samarra (836-892) devri ile Bağdat‟ın öneminin geri plana itilmesi de buna bir etkendir. Moğol Hükümdarı Hülagü‟nün Bağdat‟ı işgali (1258) ile bu kurumda son bulmuş fakat en canlı dönemi olan 750-850 yılları arası dönemde İslam medeniyetinin temellerinin atılması için yeterli mirası bırakmıştır. En önemli miras olarak antik eserlerin tercüme edilmesi kabul edilse de Arapçanın ilim dili olması da göz ardı edilmemelidir. Antik eserlerin Arapçaya tercümesinden sonra Müslümanlar kendi ilim adamlarını yetiştirmişlerdir. Kısacası tercüme devrinin bitmesiyle birlikte artık telif devri başlamıştır. Telif devri hem bir sentez hem de Müslümanların kendi orijinal eserlerini verdikleri bir dönem olmuştur. Bağdat‟tan parlayan ışık İspanya ve Sicilya‟ya da sıçramış ve Orta Çağ Avrupa düşüncesini uzun yıllar etkilemiştir. Dolayısıyla İskender‟in fetihleri ile Orta Doğu, Grek kültürü ile tanışmış, İslam kültürü ise Avrupa‟ya yine benzer şekilde İslam fetihleri ile taşınmıştır.74 Hatta Yunanca-Arapça çeviri hareketinin Perikles Atinası, İtalyan Rönesans‟ı veya 16. ve 17. yüzyılın bilimsel devrimiyle aynı kategoride değerlendirilmesi gerektiği de ifade edilmiştir. “Şarkta ki kavimlerin en müterakkisi olan Süryaniler bile Farabi, İbn-i Sina, Biruni ve İbn-Rüşd ile mukayese edilebilecek bir tek alim yetiştiremediler”76 W. Barthold‟un da dediği gibi Müslümanlar bundan sonra kendi alimlerini yetiştirmişler ve bu yolla batı uyanışının da öncüsü olmuşlardır.

Sonuç

Hristiyanlık, Roma imparatorluğunun resmi dini olmasına kadar geçen sürede büyük bir yıkım yaşamıştır. Gerek Hristiyanlığın kendi çıkmazları gerekse farklı kültür unsurlarının farklı yorumlamaları ve siyasi güçlerin baskıları ile ayrılıklar da başlamıştır. Bundan en çok etkilenen doğu halkları olmuş ve farklı güç odaklarının baskılarına maruz kalmışlardır. Ancak bu coğrafya ilme verdiği değer ile yükselmiş, antik bilim ve düşünce mirasının korunması ve aktarılmasıyla önemli bir görevi yerine getirmiştir. Kurulan akademilerde tanrıbilim tartışmaları etkili olsa da bu, bilime engel olacak bir vaziyete yol açmamıştır.

Müslümanların sınırlarının Arabistan‟ın dışına doğru genişlemesiyle askeri karşılaşmaların yanında kültürel karşılaşmalar da olmuş ve karşılıklı etkileşmeler meydana gelmiştir. Yukarıda sözü edilen Mezopotamya ve Suriye‟nin, hakim olan siyasi güçler (Roma ve İran) arasında sürekli el değiştirmesi ve bu halin coğrafyanın insanlarını olumsuz yönde etkilemesi, Müslümanların burada hakimiyet tesis etmelerini kolaylaştırmıştır.

Gerek İran‟ın ilk zamanlarda Hristiyanlara karşı zulümleri gerekse Romanın uyguladığı baskılar Müslümanların bölgeye hakim olmasıyla son bulmuştur. Emeviler‟in fetih politikasının terk edilmesi yerini sükuta bırakmıştır. Abbasilerle birlikte Müslümanların ilme olan ilgi ve merakları dolayısıyla ilmi eserlerin Arapçaya çevirisi başlamıştır. Tercüme faaliyeti Beytü‟l Hikme ile sistemli bir şekilde sürdürülmüştür.

Şii Fatımiler‟in 1004 yılında Kahire‟de kurdukları Darülhikme‟de her ne kadar ilmi çalışmalar yapılsa da amaç İsmailiği yaymak olmuştur. Ağlebiler (800-909)‟in Kayrevan‟da kurdukları Beytü‟l Hikme‟de çok kısa ömürlü olmuştur. Selçuklular‟ın bölgeye hakim olması ile yine belli bir akideyi kuvvetlendirmek amacıyla Nizamiye Medreseleri (1067) kurulmuştur. Beytü‟l Hikme yerine getirmiş olduğu görev itibari ile ve kozmopolit yapısıyla bunların hepsinden ayrı bir yer tutar. Erken Hristiyanlık döneminde, ulusal kaygılardan ve tanrı bilim tartışmalarından muzaffer çıkmak için akademiler çeşitli ilimlere yönelmişlerdir. Bölgede İslam hakimiyetinin kurulması ve fethedenlerin bu toprakların eski sahiplerine karşı her konuda gösterdikleri müsamaha ile ilim bu coğrafyada en yüksek seviyesine ulaşmıştır. Sonuç olarak şunu diyebiliriz ki, yukarıda birçok örneklemeler yapılırken üzerinde durulmuş olan coğrafya, tarihi süreç içerisinde, hakimleri değişmesine rağmen önemini hiçbir zaman yitirmemiştir.