Home » Kitap » Kitap Özeti : ÇİN DÜNYAYI YÖNETİNCE

Kitap Özeti : ÇİN DÜNYAYI YÖNETİNCE

ÇİN DÜNYAYI YÖNETİNCE

Bölüm I
MUHAFIZ DEĞİŞİMİ
1945’ten bu yana dünyanın dominant gücü Amerika olmuştur. İngiltere’nin sanayi devriminden itibaren Avrupa’nın elinde olan bu üstünlük iki savaştan sonra el değiştirmiştir. Şimdi, henüz bebeklik döneminde olan ve dünyayı değiştirmesi beklenen tarihi bir sürece tanıklık ediyoruz. Batı tanımı altında toplanan gelişmiş dünya (Amerika, Kanada, Batı Avrupa, Avustralya, Yeni Zelanda ve Japonya), gelişen dünya tarafından kızağa çekiliyor. Elbette en ileri gelişen ülkenin bile daha çok uzun zaman gelişmiş ülkelerin ekonomik ve teknolojik seviyesine ulaşması beklenemez fakat bunların toplam nüfusları dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturduğundan ve ekonomik büyüme hızları gelişmiş dünyadan daha yüksek olduğundan, yükselişleri de küresel ekonomik güç dengesinde belirgin bir kayma yaratmaktadır. Yeni Yüzyıla girerken Amerika tek süper güç olarak kalmıştı. Neo-konservatifler dünyayı Sovyet Blok’unun çöküşü ve Amerika’nın sahip olduğu muazzam askeri güç prizmasından yorumladılar. Ekonomik çok kutupluluğa doğru olan trendi dikkate almayan yeni doktrin, Amerika’nın potansiyel rakiplerini caydıracak muazzam askeri üstünlüğe ve dostlarını ve uluslar arası anlaşmaları kaale almayacak kadar Amerika’nın çıkarlarına önem veriyordu. Soğuk savaş sonrasında Amerika’nın askeri harcamaları, dünyadaki tüm devletlerin harcamalarının toplamına ulaştı. İnsanlık tarihinde tek bir ulusla tüm diğerleri arasındaki askeri eşitsizlik hiç bu kadar büyük olmamıştı. Terörle savaş her şeyin önüne geçti, Avrupa ile ilişkiler askıya alındı, ulusal egemenlik bir yana atılırken rejim değişikliği meşru görülerek Irak’ın işgaliyle sonuçlandı. Amerika küresel olaylara çeki-düzen vereceğim derken küresel desteği kaybetti. Ezici askeri gücünün Irakta bir işe yaramaması bir yana, yumuşak güç (bir ülkenin kültürünün, siyasi ideallerinin ve yaşam politikalarının cazibesi) rezervini de yitirdi.
Bush’un dış politikası Amerika’nın dünyadaki konumunu pekiştirmek üzere yola çıkmış fakat ciddi biçimde zayıflamasıyla sonuçlanmıştı. Neo-konservatif yaklaşım tarihin feci biçimde yanlış okunmasını temsil ediyordu. Paul Kennedy’nin “Büyük güçlerin Yükselişi ve Çöküşü” adlı kitabında da belirttiği gibi siyasi ve askeri güç ekonomik güce dayanır. Kraliçe Victoria döneminde ( 1850 – 1914) Büyük Britanya imparatorluğunun dünya hakimiyeti, sanayi devrimini başlatan ülke olarak ekonomik alanda bütün ülkelerin önüne geçmesi sayesinde gerçekleşmişti. Gücünü kaybetmesi de yine ekonomisinin bozulması yüzünden oldu. Irak olayında Amerika’nın yanında yer alması yalnızca göstermelikti. Egemen güç olmanın ön koşulu ekonomik güçtür. Bu gerçeği emperyal güçler asla kabul etmezler. Amerika da emperyal hırslarının ve aşırılıklarının klasik sorunlarıyla baş başa kalmıştır. Dünya yüzeyine serpiştirilmiş 800 üsse sahip dev bir askeri gücü korumanın getirdiği yük, Amerika’nın muazzam cari açığının başlıca sebeplerinden biridir. Ekonomik gücü zayıfladıkça askeri üstünlüğünü sürdürmesi de mümkün olamayacaktır. Yeni Tür Bir Dünya Şu anda yeni tür bir dünyanın arifesindeyiz fakat bunu kavramak çok zor: Çağdaş dünyanın ezberleri ve parametreleriyle yaşamaya o kadar alışmışız ki elimizde olmadan onları normal kabul ediyor ve uzun dönemli tarihi değişimlerin bir sonucu değil de değişmez gerçekler olduklarına inanıyoruz. Dünyayı Batı’nın, daha doğrusu Amerika’nın yönlendirdiği fikrinin dışına çıkamıyoruz.
Küreselleşmeyi ele alalım. Yaygın Batı görüşü, küreselleşmenin serbest piyasa, Batı sermayesi, özelleştirme, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve demokratik normlarıyla tüm dünyayı batılılaştırma süreci olduğu yolundadır. Oysa her toplumun kültüründe ve tarihinde kök salmış, aile, hükümet, şirket gibi yerel kurumları şekillendiren ve tam aksi yöne çeken kuvvetli ters akımlar vardır. Dahası, ülkelerin refahı arttıkça kendi kültürleri ve tarihlerine daha fazla sahip çıkarlar, Batı’yı taklide pek heveslenmezler. Dolayısıyla küreselleşme tek yönlü bir süreçten öte oldukça karmaşık bir olgudur. Bir taraftan birleştirirken diğer taraftan ayrıştırır.
Gittikçe artan sayıda gelişen ülkenin yükselişine tanıklık etmekteysek de ekonomik açıdan Çin uzak ara birincidir. Yeni Dünyanın taşıyıcısı ve sürücüsü Çin, kollarını 10 yıl içinde Doğu, Orta ve Güney Asya, Güney Amerika ve Afrika’ya uzatmıştır.
Savaş sonrası Amerika tarihi açıdan eşi benzeri olmayan bir konuma gelmişti. O zamana kadar, güçlü bir devletin güdümündeki bir yeni dünya düzeni hep zorlama ve boyun eğmeye dayanırdı. Fakat Amerika’nın güdümündeki düzen emperyal olmaktan çok liberal, ulaşılabilir, meşru ve dayanıklıdır. Kurumları ve kuralları, demokrasi ve kapitalizm kök salmış ve beslenmiştir. Katılması kolay, tahttan indirilmesi zordur. Buna rağmen, Çin faktörünü gözden uzak tutamayız. Şimdiye kadar, önce İngiltere sonra Amerika olmak üzere,yeni bir küresel gücün doğuşu beraberinde yeni bir dünya düzeni getirmiştir. Çin’in, ne kadar güçlü ve farklı olacağının işaretlerini şimdiden verdiğini dikkate alırsak, zamanla yeni bir uluslar arası düzenin doğabileceği fikrini göz ardı edemeyiz.

Batı Dünyasının Sonu
18.Yüzyılın ortalarına kadar hayata geçmiş açısından bakılır, şimdiki zaman geçmişin bir uzantısı olarak görülürdü. 18. yüzyılın sonuna doğru modernitenin ortaya çıkmasıyla şimdiki zaman geçmişe bakarak değil, geleceğe yönelik olarak algılanır oldu. Moderniteye özgü yeni kazanılan değerler ve kavramlar ortaya çıktı: ilerleme, değişim, modernizasyon, aydınlanma, gelişme ve özgürleşme gibi. Sonra da bu kavramlarla adet, gelenek, tecrübe ve muhafazakarlık arasında çatışma başladı.
Moderniteyi başlatan ve yaygınlaştıran etken, sanayi devrimi ve onun getirdiği ekonomik take – off oldu. Modernite, gitgide genişleyen evren gibi halen de yayılmasını sürdürmektedir. Sınaileşme ile tarladan fabrikaya, köyden kente geçiş yanında, aile yapısı, yaşam standartları, çalışma koşulları, bilgi ve beceriler, siyasi temsil, çevreyle ilişkiler ve zaman kavramı da halen sürmekte olan değişime uğradı. Modernite’nin doğum yeri Avrupa’ydı. Ahtapot gibi kollarıyla 200 yılda tüm dünyayı sardı, modernite ile Avrupa eşanlamlı hale geldi. Fakat son 50 yıldır Doğu Asya moderniteyi benimsemek yanında kendi kültüründen ve tarihinden gelen çok farklı özellikler kattı.

BATININ YÜKSELİŞİ
1800’de Çin ve Japonya en az Avrupa kadar şehirleşmiş, sermaye birikimi ve ekonomik kurumları gelişmiş, anonim şirketler ortaya çıkmıştı. Dokumacılık, boyama, sulama, tıp, porselen üretimi gibi teknolojinin bazı alanlarında Çin Avrupa’nın önüne geçmişti. Ancak İngiltere sanayi devrimini başlattıktan sonra sermaye ve enerji yoğun proseslere yapılan yatırımları ile üretkenliği arttırıp bilim, teknoloji ve innovasyonun yüksek ivmeyle gelişmesini sağladı. Böylece Çin İngiltere’nin gerisinde kaldı. İyi de, 1800 ‘den itibaren neden Çin veya Japonya değil de Batı Avrupa bu kadar hızla ilerledi? Bu noktada tek etken olmamakla birlikte şans faktörü devreye girmişti. 1800 civarında Eski Dünya’nın en kalabalık bölgeleri olan Çin ve Avrupa artan nüfuslarını taşıma güçlüğüne düşmüşlerdi. Hızla azalan toprak ve ormanlar yüzünden gıda, dokuma ipliği, yakıt ve inşaat malzemesi kıtlığı baş göstermişti. Bu durum özellikle Çin’de ciddi boyuttaydı zira en yoğun nüfusun yaşadığı Sarı ırmak ile Yangtze ırmaklarının arasındaki bereketli topraklar aşırı kullanımdan dolayı verimsizleşmişti.
Avrupa, daha doğrusu İngiltere, bu çıkmazdan iki gelişme sayesinde çabuk kurtuldu: Birincisi, sanayi devrimi için gereken yakıt ihtiyacını karşılamak için gittikçe azalan odunun yerini alacak muazzam kömür yataklarının keşfi, İkincisi ve daha da önemlisi, yeni Dünya’nın (Karayipler ve Kuzey Amerika) sömürgeleştirilmesi sayesinde devasa boyutta arazilere kavuşması, onu işleyecek ucuz işgücü için kölelerin getirilmesi ve böylece istendiği kadar gıda ve hammadde sağlanması. Öyle ki İngiltere 1830’da Yeni Dünya’dan ithal ettiği sadece pamuk, şeker ve kereste’yi kendi üretmek zorunda kalsaydı, ülkedeki tüm topraklar yetmeyecekti. Çin’in ne yazık ki böyle bir şansı olmadı. Aynı noktada başladıkları halde, iki ülke arasındaki gelişmişlik farkı kısa süre içinde öylesine büyüdü ki kapanamaz hale geldi.
Sömürgeciliğin Avrupa’ya başka uzun vadeli kazanımları da oldu. Ulus devletler arasındaki savaşlar ve sömürge rekabeti ekonomik güçle birleşince birer savaş makinesi olup çıktılar; 19. yüzyıl boyunca dünyadaki bütün bölgelerden daha üstün askeri güce kavuştular. Sömürge ticareti aynı zamanda şirket organizasyonu ve finansal sistemlerde innovasyonlara yöneltti; Hollanda anonim şirketi icat etti. Köle ticareti ve sömürgeleştirme olmasaydı, Avrupa asla bunu başaramazdı.
1800’de dünya ekonomisi çok merkezliydi. Güç; Asya, Avrupa, Çin, Amerika, Hindistan arasında paylaşılıyordu. En büyük iki ekonomi Çin ve Hindistan’dı. Sonraki iki yüzyıl boyunca güç, nispeten az nüfuslu Avrupa ve Kuzey Amerika’nın elinde yoğunlaştı. Dünya’nın diğer bölgelerindeki kalkınmayı yüzyıldan uzun süre boğdu. Ve şimdi yeniden çok merkezli hale dönüyor. Avrupa’nın Moderniteye Geçiş Sürecindeki Farklar Avrupa ülkeleri kendi aralarında savaşarak epeyce zaman ve enerji tükettiyse de, 16. yüzyıldan itibaren moderniteye geçiş, güneydoğudaki Osmanlı İmparatorluğu hariç, ciddi bir dış tehdit olmaksızın gerçekleşti. Nitekim, 17. yüzyıldan sonra Osmanlı İmparatorluğu da gitgide geriledi ve nihayet 19. yüzyılda Balkanlardan atıldı. Dış tehdit olmaması önemli bir imtiyazdı ve bunun keyfini süren bir tek Avrupa oldu. Asya, Afrika, Latin Amerika’da sonradan moderniteye özenen bütün ülkeler modern Avrupa devletleri kisvesi altındaki yırtıcıların pençeleriyle ezildiler. Bu yüzden Avrupa “Öteki” ni anlamaya çalışmadı hiç; hep sömürge gözüyle baktı.
Moderniyete geçiş süreci her yerde tarım toplumu, sanayi toplumu, hizmet toplumu sırasını izlediği halde, İngiltere, Belçika ve Almanya başta olmak üzere 16 Avrupa ülkesinde sanayi istihdamının hem tarım, hem de hizmet sektöründen daha yüksek olduğu bir dönemden geçildi. Oysa başka hiçbir ülkede sanayi sektörünün, tarım veya hizmet sektöründen daha büyük olduğu bir dönem yaşanmamıştır.
Avrupa’nın başka bir farklılığı, birbiri ardına iç savaş da denebilecek kıta içi savaşlar veya çatışmalar çıkmasıdır. Bunun başlangıçtaki sebebi dindi. 1054’de Doğu-Batı Hıristiyanlığı bölünmesini 1517’de Katolik- Protestan bölünmesi izledi. Bu dini çatışmalar, önceleri teolojik, daha sonraları ideolojik olmak üzere Avrupa’da güçlü bir doktrinel düşünme tarzına yol açtı. O yüzden din dışı bütün “ izm ”ler- liberalizm, anarşizm, sosyalizm, faşizm vs. – hep Avrupa’da doğup gelişti.
Avrupa ülkeleri arasında ekonomi ve sömürge rekabeti dolayısıyla artan iç çatışmalar I. ve II. dünya savaşlarıyla doruğa çıkınca Avrupa neredeyse haritadan silinecekti. Bu olmadı ama Avrupa tükendi, global bir güç olmaktan çıktı.
Avrupa’nın transformasyonundaki son fark “ bireycilik” dir. Bireyciliğe göre toplum, birey denen özerk ve eşit birimlerden oluşur; bu bireylerin her biri, oluşturdukları toplumdan daha önemlidir. Bu görüş, bireyin değil grubun önemli olduğu Asya kültürlerinden çok farklıdır. Bu fark aile yapısına bile yansır; Batı’nın çekirdek ailesi; doğu toplumlarının geleneksel genişletilmiş ailesi, görücü usulü evlilik, akrabalık ilişkileri ile tam bir tezat içindedir. Batı’da evlilik iki birey arasında olduğu halde Doğu’da iki aile arasındadır. Görüldüğü gibi Avrupa’nın moderniteye yolculuğu belirgin farklar taşır: dış tehdit olmayışı, sömürgecilik, sınaileşme ve bireycilik. Avrupa uzun yıllardır dünyanın geri kalanı üzerinde o kadar büyük etki yapmıştır ki bu özelliklerin kendine has değil, evrensel olduğuna inanıp gerekirse güç kullanarak bunların her yerde uygulanmasını beklemektedir. Avrupa’nın Hükümranlığı 1800’lerin başında Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’nın GSMH’sı Japonya ve Çin’inki ile hemen hemen eşitti. 1900’e gelindiğinde ise 10’a katlanmıştı. Avrupa ve Kuzey Amerika 19.yüzyılda sınaileşmenin ve tekel olmanın keyfini sürdü ve bunun sonuçları başka herkes üzerinde derin etki yarattı. Avrupa ile bütün diğerleri arasındaki ekonomik uçurum ona, dünyaya hükmetme imkânı kazandırdı. Sömürgecilik 17.yüzyılda başlamıştı fakat 18.yüzyıldan sonra hızla yayıldı. Hıristiyanlık, uygarlık ve ırksal üstünlük adına İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği Avrupa devletleri, eşsiz-benzersiz orduları ve donanmalarıyla dünyaya boyun eğdirdiler. Beyazlarla beyaz olmayan Çinliler, Hintliler, Afrika, Amerika ve Avustralya yerlileri arasında vahşi savaşlar oldu. Bu halklar dinlerini, yönetimlerini, topraklarını ve kaynaklarını Avrupa saldırılarından korumaya çalışırken canlarını verdiler. Batı egemenliği dünya tarihinin en büyük asimetrilerinden biridir. Anayurtları, dünya yüzeyinin % 7 ‘si üzerinde dünya nüfusunun %18’ini barındırdığı halde küresel toprakların %’33’ünü, maddi varlıklarının % 28‘ini hakimiyetleri altına almışlardı. Dünyayı yöneten güç olarak İngiltere yeni küresel ticaret sistemini kendi çıkarlarına göre şekillendirdi. Ulusal zenginliği, en ucuz fiyatlarla gıda ve hammadde ithal edip mamullerini en çok sayıda pazara ihraç etmesine bağlıydı. İmalattaki üstünlük gücünü kullanarak, başkalarının kendi doğum halindeki sanayilerini korumak için gümrük tarifeleri koymasını engelledi. İngiltere’nin empoze ettiği uluslar arası serbest ticaret rejimi, Amerika hariç Dünya’nın geri kalanını adeta boğdu. Sömürgelerin görevi, anayurt ekonomilerini rekabete girişmeden desteklemekti.
1800’den sonra Avrupa kendisi take-off’a geçmekle kalmadı; Asya’nın da aynı yolu izlemesini ekonomik ve askeri gücünü kullanarak engelledi. Örneğin ilk Afyon savaşı (1839-1842) İngiltere’nin Hindistan’da üretilen afyonu zorla Çin pazarına sokması, İmparatorluğun da bunu engellemeye kalkışması sonucu çıkmıştı. Yenilgiyi takiben Afyon kullanımının yaygın satış ve kullanımı Çin halkını mahvetmişti ama ne gam; İngiltere isteğine kavuşmuştu ya! Avrupa’nın gücünden ve Çin’in başına gelenlerden korkan Japonya hızla modernizasyona girişti. Avrupa’nın eğitim sistemlerini, ordularını, donanmalarını, demiryollarını vs.yi incelemek üzere ne gerekiyorsa yaptı. Bu da Avrupa egemenliğinin ne kadar etkin karakterde olduğunu gösteriyordu. Diğer bütün ülkeler Avrupa’nın gölgesinde yaşıyor, isteyerek veya istemeyerek onun özelliklerini benimsemeye çalışıyorlardı. Aksi takdirde birer sömürge haline gelmeleri işten bile değildi. Avrupa herkes için oyunun kurallarını değiştirmişti. Bundan yararlanan istisnalar Avustralya, Kanada ve Yeni Zelanda oldu. Zaten bu sömürgeler ağırlıklı olarak İngiliz göçmenlerden oluştuğu için farklı bir statü içinde hep ayrıcalıklı muamele gördüler ve sonuçta serpilip geliştiler. Avrupa’nın gücü I. Dünya Savaşının hemen öncesinde doruğa çıktı. Bu arada Amerika iyice güçlenmişti. Avrupa 1945’den sonra adamakıllı inişe geçti, imparatorlukları parçalandı. Hindistan, Endonezya, Afrika’nın çoğu, Malezya, Çin, hepsi bağımsızlıklarını elde etti. Ulus-devletlerin sayısı üçe katlandığından 19. Yüzyılda çizilen dünya haritası bir kere daha çizildi: hem de çok hızlı ve aksi yönde.
Köle ticareti ve kaynaklarının insafsızca tüketilmesi yüzünden iyice güçsüz kalan Afrika dışındaki eski sömürgelerin 1950’den sonra kaydettiği hızlı ekonomik dönüşüm, 20.yüzyılın en önemli olayının sömürgelerin bağımsızlığa kavuşması olduğunu göstermektedir: 21. Yüzyılda dünya nüfusunun çoğunluğunun dominant oyuncu olmasının yolunu açmıştır.

ABD’nin Yükselişi
Avrupa ve Amerika modernitesi “ Batı Modernitesi “ olarak birlikte tanımlansa da aralarında bazı farklar vardır. 1607’den itibaren Amerika’ya gelen göçmenlerin ezici çoğunluğu Avrupa ülkelerindendi. Kendi değerlerini, inançlarını, kültürlerini, bilgilerini ve adetlerini de birlikte taşıdılar. Niyetleri Yeni Dünya’da Eski Dünya’yı yeniden yaratmaktı. Ancak Kapitalizmin feodal atalar tarafından şekillendirildiği Avrupa’nın aksine, yerleşimciler önceki toplumsal yapılar ve değerlerle kısıtlanmıyorlardı. Geçmişin yükü olmadan, yepyeni bir başlangıç yapabilirlerdi. Yeni başlangıç yaparken, Amerikan yerlileri de tam bir kıyıma uğradı. Bu süreç şimdi artık en zalim etnik temizlik olarak tanımlanmaktadır. Amerika Birleşik Devletlerinin boş bir kağıtla işe başlaması ona kendi kurallarını yazma ve kurumlarını oluşturma fırsatı verdi. Yoğun Protestan doktriniyle yüklü olan Amerikalıları soyut ilkeler ve fikirler cezbediyordu. Bu da hem anayasalarında hem de daha sonra evrenselleşme ve küresel misyon üstlenmelerinde ifade buldu.
Avrupalı yerleşimcilerin beraberinde güçlü bir değerler ve dini inançlar manzumesi getirmesi fakat sınıfsal yapıyı geride bırakmaları beyaz Amerika halkına homojenlik duygusu verdi. Afrikalı köleler Amerikan toplumundan dışlandığı, yerliler de temizlendiği için kimlikleri güçlü bir ırksal boyut kazandı. Muazzam büyüklükte, bol kaynaklara sahip toprakların sunduğu sınırsız olanaklar halka güçlü bir iyimserlik ve sürekli değişim arzusu aşıladı. Sınır, durmaksızın ilerledi. İç piyasa yerel ve bölgesel tercihlerle ve sınıf statü farklılıklarıyla kısıtlanmadığı için standartlaşmış ürünler kolayca kabul gördü. Emek arzının nispeten düşük olması, emek tasarrufu sağlayan makine icadını ve verimliliğin iyileştirilmesini teşvik etti. Teknolojik innovasyon, mekanizasyon, ürünlerin standardizasyonu, ölçek ekonomileri ve seri üretimi içeren bir ekonomi doğdu. Reklamcılık sektörü çok gelişti. Sonuçta Amerikan kapitalizmi Avrupa’daki benzerlerinden çok daha dinamik ve yenilikçi bir yapıya kavuştu. 1820 de dünya gelirinin % 1.8 ini üretirken 1950’de %27.3 ‘e çıktı. Aynı tarihte tüm Avrupa 9.26 ile 2 inciydi.
Böylece Amerika gerçek bir global güce kavuştu. IMF, Dünya Bankası, GATT gibi kurumlarıyla, dünya rezerv dövizi olan dolarıyla, hava kuvvetlerine dayalı askeri gücüyle tartışmasız egemen fakat herkese açık ve herkesi içine alan bir dünya sistemi kurmayı başarmıştı. Kültürel gücü ve etkisiyle birlikte, kurduğu mutlak egemenliği Sovyet Bloku’nun çökmesiyle doruğa ulaştı. Aradaki farklılıklara rağmen Amerika’nın Avrupa ile paylaştığı soy ırk, tarih, kültür, din, inançlar ve ortak çıkarlar “ Batı “ terimi altında toplandı. Batı, yaşadığımız dünyayı değiştirmiştir. Şimdi bile, Çin’in artan rekabetine rağmen dominant jeopolitik ve kültürel güçtür. Batı etkisi o kadar yaygın ki dünyayı onsuz düşünmek veya Batı olmasaydı nasıl bir dünya olurdu diye hayal etmek bile imkansız. Ancak çok doğal kabul ettiğimiz, sindirdiğimiz, benimsediğimiz Batı hegemonyası ne doğaldır, ne de ebedi. Aksine, bir noktada sona erecektir.

JAPONYA – MODERN FAKAT BATILI SAYILMAZ
19.yüzyılın başında sınaîleşmeye başlayan tek Asya ülkesi Japonya idi, Batı kulübüne dışarıdan karışan tek ülke. Batıyı kopyalamada her bakımdan mucizevi başarı gösterdi. 1945’e kadar Doğu Asya’nın büyük bir bölümünü sömürgesi yaptı. 1980 ‘e doğru milli gelirini Batı’nınkiyle eşitledi. 1950’den itibaren take-off’a geçen Doğu Asya ülkelerine model teşkil etti. Asya modernitesini anlamak istiyorsak, ilk ve halen en gelişmiş örnek olarak Japonya’dan başlamalıyız. Japonya nereden geliyor? Japonya’yı şekillendiren, zamanın en ileri iki uygarlığıyla olan ilişkileridir: 5. ve 6. yy da Çin ve 19. / 20. yüzyılda da Batı. Japonya’nın Çin’le ilişkileri başlamadan önce kendi yazım sistemi yoktu. Çin karakterlerini alıp yeni ilave ve uyarlamalarla kendi sistemini yarattı. Bu süreçte Çin edebi geleneği Japon kültürünün temel taşlarından biri oldu. Taoizm Japon animist gelenekleriyle harmanlanıp Şintoizm oldu. Budizm ve Konfüçyizm etkinlik kazandı ki bugün hala yönetişim ideolojisi ona dayanmaktadır. Konfüçyizm zamanın en sofistike felsefelerinden biriydi: karmaşık bir ahlaki, sosyal, siyasi ve din benzeri bir düşünce sistemiydi.
Japonya 14. yüzyıl boyunca Çin’in gölgesinde yaşadı. 1868 Meiji restorasyonuna kadar olan bu sürenin büyük bir kısmı Çin’in tributary ( barış için para ödeyen ve onun üstünlüğünü kabul eden) devletlerinden biri olarak geçti. Bu durum Japon psikolojisinde derin bir aşağılık duygusu yaratarak savunmacı ve militan milliyetçiliği körükledi. Çin’in etkisi derin olsa da, Japonya hepsini kendine göre şekillendirdi. Çin Konfüçyüs öğretisinde en önemli erdem merhamet ve iyi yüreklilik iken Japonya’da sadakat ve büyüklere hürmet tüm Japon kültürünün belirleyici özelliğiydi. Çin İmparatorluğunda toplam 37 hanedan değişirken Japon İmparatorluk ailesi kutsal kabul edilip 1700 yıldır hiç değişmedi. Çin hanedanları mutlak iktidara sahip olduğu halde Japonya’da fazla etkin değildi.

Meiji Restorasyonu
Japonya’da 1853’e kadar süren huzur ve istikrar, Amerikan deniz subayı Perry’nin siyah gemilerden oluşan bir filonun başında Tokyo körfezine gelmesiyle bozuldu. Perry, Amerika ve Avrupa güçleri adına Japon limanlarının serbest ticarete açılmasını talep ediyordu. Artık Japonya’nın içine kapanık dönemi bitmişti. Tıpkı çağın diğer ülkeleri gibi yayılmacı ve yırtıcı Batı’dan kendini koruyamayacaktı. İşgal tehditleri altında 1858 ‘de Batı ile hiç de eşit olmayan bir anlaşma imzaladı. Anlaşma, Japon limanlarını ülke toprakları dışında sayan ve Batı uyrukluları Japon yasalarından vareste tutan, Hristiyanlığı serbest bırakan ve tümüyle Japon egemenliğine darbe vuran, son derece aleyhte şartlar içeriyordu.
Batı tehdidi altındaki ülke, bağımsızlığını korumak ve afyon savaşlarından sonra Çin’in başına gelenlerden sakınmak için Batı’dan mümkün olduğunca çok şey öğrenmesi gerektiğini fark etti. Hükümetin bu görevi yerine getirmede gösterdiği hız, azim ve içerik zenginliği tam bir tarihi fenomendir. Nefes kesen 20 yıl içinde, Batı’nın tecrübesinden yararlanarak bir dizi kurum tesis etti. Öğrenilebilecek her şeyi öğrenmeleri için Avrupa ve Amerika’ya heyetler, kişiler gönderdi. Bunu yaparken de sistematik bir şekilde hangi ülkenin hangi konuda uzman olduğuna bakıldı. Eğitim sistemi Fransa’dan, donanma İngiltere’den, ordu Almanya’dan, üniversiteler Amerika’dan adapte edildi. Japonya’ya uzmanlar getirildi. Hükümet yeni kurduğu fabrikaları satarak kapitalist sınıf oluşturdu. Sonuçta yamalı bohça gibi fakat tamamen Japonya’ya has bir bütün elde edildi.
Batılı olmayıp da 19. Yüzyıl da sınaileşen, Doğu Asya’nın en ileri ülkesi, dünyanın en büyük ikinci ekonomisi, hayran olunacak bir yaşam standardına sahip, bununla birlikte sosyal ve kültürel özelliklerini koruyan bir ülke olarak Japon modernitesi olağanüstü bir başarıdır. Ancak üç nedenle Batı’da ve Asya’da hak ettiği saygıya ulaşamadı. Birincisi, Japonya 1945’ten bu yana Batı ile farklarını değil, benzerliklerini ön plana çıkarma peşinde olmasıdır. Yenilgiyi takiben Amerikan etki alanına girerek her türlü bağımsız dış politika sesini kaybetti; farklılığını hiç vurgulamadı. İkincisi, Doğu Asya ülkeleriyle çok iyi ilişkiler kuramadığı için bölgesinde ekonomik gücünün gerektirdiği siyasi ve kültürel etkiyi yayamadı. Üçüncüsü de Japonya kendini hep evrensel açıdan değil de farklılıkları açısından görmüştür. O yüzden başkaları için bir model olamadı. Yine de şu gerçek ki Japonya Doğu Asya’da modernize olan ilk ülkeydi. Bölgede diğerleri onun dümen suyundan gitti. Japonya olmasaydı Asya kaplanları kükremeye başlar mıydı şüpheli ama şurası kesin ki Asya kaplanları olmasaydı Çin’in modernizasyonu çok daha gecikirdi. İngiltere nasıl Avrupa’nın modernitesini başlattıysa, Japonya da Asya’nın öncüsü olmuştur.

ÇİN’İN UTANCI
Kral George III’ ün emriyle toplanan ilk İngiliz ticaret heyeti teleskop, saat, barometre, yaylı araba ve hava tabancası gibi hediyeler taşıyan üç gemiyle 1792‘de Çin’e hareket etti. Amaç, İmparator Quianlong’u İngiliz sanayi ve teknolojisi ile etkileyip, Çin pazarını ve limanlarını ticarete açmasını sağlamaktı. 200 kişilik heyetin başkanı Macartney 4 aylık uğraşıdan sonra İmparatorun huzuruna çıkabildi. İmparator onu dinledikten sonra kendisine cevap vermek yerine Kral’a bir mektup iletmesini istedi. Mektupta Çin’in dış ticareti arttırmayacağını, zira başka ülkelerden hiçbir şeye ihtiyaçları olmadığını, başkentte elçi bulundurmanın hem kendi kurallarına aykırı olduğunu, hem de İngilizlere bir yarar sağlamayacağını ifade ediyordu. Heyet eli boş geri döndü. Ancak Macartney’e göre Çin’in İngiliz taleplerine karşı koyması boşunaydı zira ilerlemeyi durdurmak imkânsızdı. Bir dönemin kapanıp yeni bir dönemin açılmakta olduğunu fark edememişti imparator. Oysa artan gücün ve saldırganlığın verdiği testosteronla dolu İngiltere hedefe ulaşmak için gereğini yapmakta gecikmedi. O sıralarda Çin’e afyon sevkiyatı zaten başlamıştı. Çin’in afyon ithalini yasaklamasından çılgına dönen İngiltere I. Afyon savaşını (1839-1842) başlatıp Güney Çin’i bombaladı. Akabinde imzalanan Nanjing anlaşmasıyla Çin Hong- Kong’u İngiliz’lere bırakmak yanında 5 limanını ticarete açmak ve savaş tazminatı ödemek zorunda bırakıldı. Çin’in “aşağılanma yüzyılı” başlamıştı.
Nasıl ki Japonya 19. yy da sınaîleşmeye başlayan Batı dışı ülke örneğiydi, Çin de aynı düzeyde başladıkları halde sınaileşmeyi ıskalayan ülke oldu. O yüzden Amerika, Avrupa ve Japonya ile arası gitgide açıldı. Çökme derecesinde ekonomik zayıflama, iç bölünme, yenilgi, aşağılanma, yabancı güçlerin işgali ve giderek egemenliğin yitirilmesi. Yine de, 1949’dan, özellikle de 1978’den beri kaydettiği ilerleme, çağdaş dinamizminin esas kaynağının Batı değil, kendi geçmiş birikimi olduğuna işaret etmektedir.

Güneşte Bir Yer
Çin şimdiki şeklini daha İsa’dan önceki yüzyıllarda almaya başlamıştı. Kuzeyde stepler, Doğu’da ve Güney’de deniz, Güney Doğu’da dağlardan oluşan doğal sınırları sayesinde muazzam büyüklüğe ulaşmıştı. Yaygın iç göç, iyi bir iletişim ağı ve asırlar boyu birlikte yaşama geleneği, zamanına göre çok büyük bir nüfusun nispeten homojen bir kültüre ulaşmasını sağladı. Toplam 7500 km’lik, Roma imparatorluğuyla boy ölçüşebilen yolları vardı. Köklü Konfüçyüs öğretilerine dayalı Merkezi bir hükümet ve sofistike bir devlet yapısına sahipti. Ağırlık, ölçü ve para birimleri standartlaştırılmıştı. Milattan önceki bin yılda Çin birçok halkları kapsadığı halde olağanüstü güçlü bir kültürel kimlik duygusu taşıyordu. Tuhaf olan, kuzeyden gelen Moğol, Mançuryalı gibi işgalciler bile bir süre sonra bu adet ve değerleri benimsiyor, onların kurumlarını ve yönetim ilkelerini uyguluyorlardı. Çin kimliğinin bu kadar erken tesis etmesi, bugünkü Çin’in en önemli yapı taşlarından biridir. Ortak dil ve kültürel kimlik olmasaydı üniter devlet yapısını 2 bin yıldır koruyamayacak ve en çarpıcı özelliği olan büyüklüğü paramparça olacaktı.
Tarihte, tarımda kaydedilen ilerleme kalabalık nüfusların sürdürülmesine ve devlet yapısının gelişmesine imkan sağlamıştır. Çin’de de 12.000 yıl önce, Mezopotamya’dan (8.000) bile erken başlayan kuru tahıl tarımı yerini zamanla sulu çeltik tarımına bıraktı. Fidelerin ekimi, erken olgunlaşan çeltik çeşitleri, sistematik tür seleksiyonu, suyu bir seviyeden diğerine taşıyan zincir ve çanak benzeri aletler ve sofistike sulama şekli gibi pirinç üretimine durmaksızın getirilen yenilikler verimin ve dolayısıyla nüfusun artmasına imkan sağladı.
Denizden, ırmaklardan ve kanallardan da yararlanan entegre ulaşım ağı, pazarın ülke çapında genişlemesine katkıda bulunmuş oldu. 18. yüzyıl da dünyanın en büyük ekonomisiydi. Çin’i Hindistan ve Avrupa izliyordu.] Daha 13. yüzyılda Hangzhou’nun nüfusu 7 milyona ulaşmıştı. Çin’in Rönesans’ı da denen Song hanedanı döneminde devlet eğitime ağırlık vermiş, klasik sınav sisteminin geliştirilmesi; neo-Konfüçyüzmin doğuşu; barut, top ve tahta kalıplı matbaanın icadı; kitapların yaygınlaşması; matematik, tıbbi bilimler, astronomi ve coğrafyada ilerlemeler bu dönemde gerçekleşmişti. Avrupa’nın çok ilerisinde olan Çin gelişmişlik açısından ancak İslam dünyası ile karşılaştırılabilirdi. Avrupa’da Rönesans daha iki asır sonra başlayacaktı. Ne yazık ki Çin 1300’ den sonra bu gelişmeyi sürdüremedi. Bunun başlıca sebebi nüfusun hızla artmasıyla orman, yakıt, dokuma elyafı, iş hayvanı, maden, tahta ve tarım toprağı gibi kaynakların azalmasıydı. İngiltere gibi teknolojisini geliştirip sömürgeler de ele geçiremediğinden ekonomik dar boğaza girdi. İşçi ücretleri düşüp kar oranları azalınca zamandan ve emekten tasarruf eden makineler icat etmeye gerek kalmadı. Oysa geniş pazarlara ulaşan ve iş gücü ücretleri yükselen İngiltere’de emekten tasarruf eden makinelerin icadı elzem oldu. Bu da icat, uygulama, verim artışı ve ekonomik büyüme ile sonuçlandı.

Çin Devleti
Roma İmparatorluğunun çöküşünden sonra Avrupa bir daha asla tüm kıtaya egemen bir imparatorluk rejimiyle yönetilmedi. Siyasi otorite 2 bin yıldan beri birçok devlet arasında bölüşülmektedir. Aksine Çin 13. yüzyıldan bu yana emperyal devlet sistemini korumaktadır.
Bu durum, Çağdaş Çin ile Avrupa‘nın tutumları arasındaki temel farktır. Çin mutlak üniterliğini vazgeçilmez şekilde korurken Avrupa ulus-devletlerin egemenliğine önem vermektedir.

Gerileme ve İşgal
19.yüzyıl da Çin’in problemleri artmaya başladı. I. Afyon yenilgisini takiben ekonomi zayıfladıkça ikisi Türk soylu Müslümanlardan olmak üzere ülkenin çeşitli yerlerinde isyanlar çıktı. İngilizlere yenilmek yüzünden imparatorluk rejimine olan güvenin sarsılması, şiddetli seller ve açlık, isyan ortamını hazırlamıştı.
İsyanlar bastırıldıktan sonra bu sefer de Batılı hırsları ve saldırganlığı devreye girdi. I. Afyon savaşından sonra Nanjing antlaşmasıyla Hong Kong kaybedilmiş ve 4 liman özel imtiyazlarla İngilizlere açılmıştı. ll. Afyon savaşında Fransızlar ve İngilizler Beijing’de yazlık sarayı talan edip yaktılar. Akabinde imzalanan Tianjin anlaşmasıyla bütün önemli limanlar açıldı, Batı vatandaşlarına yeni imtiyazlar tanındı, askeri üslere izin verildi, misyonerlere kıta içinde seyahat özgürlüğü tanındı ve yeni tazminatlar ödendi. Böylece Çin, toprakları üzerinde egemenliğinin en önemli unsurlarını kaybetmeye başladı. 1884’de Fransızlar Vietnam’ı (Hindiçin) ele geçirmek için Çin donanmasına saldırdılar. Çin amiral gemisi savaşın ilk dakikası içinde batırılmış, bir saattan az bir sürede donanmanın tümü yok edilmişti. Bu deniz savaşı, Batılı bir sanayi ülkesinin, hem de vatanından bu kadar uzaktayken sahip olduğu güç ile bir tarım ülkesinin gücü arasındaki korkunç farkı ortaya koymuştu.
Çin’e saldıran ülkeler arasına, Çin’e hamilik parası ödeyen Kore’yi ele geçirmek için, hızla sanayileşen ve saldırganlaşan Japonya da katıldı. Ağır yenilgiyi takiben Çin, yıllık tüm milli gelirinin üç katını tazminat olarak Japonya’ya ödemek zorunda kaldı. Artık 20. yüzyıl başında Çin’in egemenliğinden söz etmek zordu. Boxer isyanı denen, misyonerlere ve diğer batılılara karşı yapılan saldırıları bastırmayı bahane eden İngiliz, Fransız, Japon ve Amerikan ortak kuvvetleri Bijing’e yürüdüler, isyanı bastırdılar ve bir yıl yasak şehirde konuşlandılar. Çin yine hepsine savaş tazminatı ödedi. Resmen sömürge statüsüne girmese de gerçekte sömürgeden bir farkı kalmamıştı. Yabancılar her şeyi yapmakta özgürdüler. Ticaret faaliyetlerinden vergi veya gümrük falan da ödemiyorlardı. Çin adam akıllı yoksullaşmış, utanç içinde kalmıştı.
Çini modernize edip bu acıdan kurtarmak için ülkede reform girişimi başlatıldı. Ancak Japonya’dakinin aksine bu reform için ülkede konsensus sağlanamadı, bazı elit ve bürokratların girişimi olarak kaldı. O yüzden orduda yapılan bir takım reformlar ve eğitimde yapılan bazı değişiklerle sınırlı kaldı. Örneğin ilk kez Londra ve Paris gibi büyük başkentlerde elçilikler kuruldu. Reformların karşısına çıkan en büyük problem, modernizasyon ile Batı’nın bazıları tarafından eşanlamlı olarak görülmesiydi. O sırada Batı Çin’e sömürgesi gibi davrandığı ve aşağıladığı için bu reformistler de halk tarafından Batı’nın uşağı ve işbirlikçisi olarak görülüyordu. Oysa Japonya tam da bu seferberlik sayesinde modernizasyonda başarılı olmuştu. 20.yüzyıl başında Hanedan’ın hiçbir otoritesi kalmamıştı: yaptığı her işte işgal kuvvetlerinin onayını almak zorundaydı; toprakları üzerinde egemenliği sınırlıydı.
Ödemek zorunda bırakıldığı korkunç savaş tazminatlarının da etkisiyle ekonomi berbat haldeydi. Hükümet gerekli ödemeleri yapabilmek için yabancı bankalardan yüksek faizle borçlanıyordu. Yer yer çıkan isyanları bastırmakla yükümlü askerler kendi başlarına hareket eder olmuştu. Nihayet 1911 Devrimi ile Quing Hanedanı 266 yıllık iktidarını kaybetti ve böylece dünya tarihinin en uzun ömürlü siyasi sistemi olan 2000 yıllık hanedanlık hükümetine perde indi. Yerine gelen Sun Yat Sen başkanlığındaki Cumhuriyetçi hükümet durumu düzelteceğine ülkeyi balkanlaştırdı: 1916 – 1927 arası egemenlik parça parça oldu: yer yer bölünmeler ortaya çıktı, ordu ile yabancı güçler hüküm sürdü. 1928-1937 arasında Milliyetçi partinin başına geçen diktatör Chiang Kai-Shek zamanında nispeten ulusal birlik sağlandı. Ancak bir taraftan güneyden komünist birliklerin muhalefeti, diğer taraftan kuzeyden Japon ordusu rahat nefes aldırmadı. 1937’de Japonlar Güneye doğru ilerleyerek bereketli toprakları ve sanayi tesislerini ele geçirmekle kalmadılar, uyguladıkları korkunç zulüm, 300.000 sivil ve askerin öldürüldüğü Nanjing katliamıyla doruğa ulaştı. Bu katliam bugün bile Çin Japon ilişkilerine gölge düşürmektedir. Bu olay Chiag Kai-Shek’i de gözden düşürdü. Komünistler gerçek vatansever olarak görülüp güç kazandılar. Nihayet 1949 Devrimiyle komünist parti Mao Zedong liderliğinde iktidarı ele geçirdi.
1911-1949 arasında, Çin’in bu en acı dönemiyle ilgili şu soru ortaya çıkıyor: yer yer ayrılıkçı hareketlere rağmen Çin nasıl oldu da bölünmedi? Bütün yaptıklarına rağmen Batı ve Japon işgali uzun dönemde fazla etkili olmadı? Bir kere ‘’Han soyundan gelme Çinli ‘’ kimliği halkın içine o kadar yerleşmişti ki başka bir kimliği benimsemeye imkân kalmamıştı. Dahası, Batı kaynaklı ulusdevlet sistemine geçince modern milliyetçiliğin yapıştırıcı etkileri öne çıkmıştı: asırlar ötesinden gelen kültürel kimlik ve birliktelik, yabancı işgaline karşı beslenen derin hınç ve öfkeyle güçlenmişti.
Nihayet, Afrika ve Orta Doğuda ele geçirdikleri toprakları sömürgeleştiren batılılar Çin’in azameti karşısında çekinmişler, bırakın tümünü, çoğunluğunu bile sömürgeleştirmeye cesaret edememişlerdi. 1800 öncesi Çin’in ileri bir tarım toplumu olarak tarımsal sanayisinin, ticaretinin ve piyasalarının gelişmiş olması, yabancı işgali sona erer ermez Çin’in sınaileşmek için kendi kültür, bilgi ve becerisinden yararlanmasının yolunu açtı.Ayrıca dünyanın en eski ve en gelişmiş devlet geleneğine ve birikimine sahip olması 1949’dan sonra çok işine yarayan bir kaynak oldu. Oysa Afrika ve Orta Doğu’da bu gelenek olmadığından modern devletler neredeyse sıfırdan yaratıldı. Çin halkı her şeye rağmen kendine güvenini, tarih ve kültürlerinin verdiği üstünlük duygusunu hiç yitirmedi. Fakat yüzyıl boyunca çektiği azap ve hissettiği aşağılanma, bilincinde bugün bile silinmeyen derin izler bıraktı.

1949 Sonrası
1949’a gelindiğinde Çin’in egemenliği yüzyılı aşkın süredir sekteye uğramıştı. İktidar; merkezi hükümet, işgal kuvvetleri ve bazı yerel odaklarca paylaşılıyordu. 2000 yıldır bağımsız ve üniter bir devlet olarak yaşayan Çin için bu tahammül edilmez bir durumdu.
Komünistlerin önünde 2 ana görev vardı: Ülkeyi bağımsızlığına kavuşturmak ve üniter devleti yeniden teessüs etmek. 2.dünya savaşında batılı güçler yavaş yavaş ülkeden çekildi. Japonlar da bir taraftan komünistlerin baskısı, bir taraftan da savaş sonu yenilgisiyle Çin’i terk etmek zorunda kaldı. Milliyetçilerin 1949’da komünistlere yenilmesiyle ülke Tayvan, Hong Kong ve Macao hariç, birliğine kavuştu. Komünist rejimin o günden bugüne süre gelen desteğinin ana kaynağı işte bu iki başarıdır: Bağımsızlığı ve birliği sağlamak. Batının yükselmesinden bu yana, Çinin modernizasyon için önünde çeşitli strateji seçenekleri olmuştu: Geleneksel imparatorluk kurumlarında reform yapmak (1911 öncesi denenmiş ve başarılı olamamıştı), Batı modelini aynen taklit etmek (1911-1949 arası denenen bu girişim de fiyasko ile sonuçlanmıştı), veya kendi kurumlarının başarılı olanlarını Batı örnekleriyle birleştirip yeni kurumlar oluşturmak. Komünistler bu üçüncü yolu seçtiler. Sovyetler birliğinden de büyük ilham alan, ancak kendilerine has Maoizm ortaya çıktı. Çin Halk Cumhuriyeti (PRC) olarak tanınan yeni rejimin ilk işi gelirler ve harcamalar üzerinde merkezi kontrol sağlamak oldu. Devrimin mimarı, bağımsız ve üniter Çin’in kurucusu Mao, iktidarı süresince muazzam suiistimallere ve milyonların ölümüne sebep olmasına rağmen, önderlik ettiği yeni rejimin popülerliğini ve meşruluğunu sürdürmesinde en büyük faktör oldu. Bugün bile saygıyla anılmaktadır. Yeni rejimin dayanıklılığı ve gücü Mao’nun ölümünden sonra da devam etti. “İleri Doğru Büyük Adım‘’ ve ‘’Kültür Devrimi’’ felaketlerine rağmen komünist parti halkın da büyük desteğiyle yepyeni ekonomik politikalar uygulayarak olağanüstü hızlı ekonomik büyüme gerçekleştirerek Çin’in dönüşümünü başardı.

Ekonomik Take-off
1820‘de Çin’in kişi başı geliri 600 $ iken 1950 de 439 $ a düşmüştü. Bunun da başlıca sebebi 120 yıl boyunca yabancıların Çin’i işgal altında tutması yanında, insafsız savaş tazminatları ve gümrüklerin, tuz, demir yolları, posta, su, gaz, elektrik v.s gibi işletmelerin ve bütün önemli sanayi tesislerinin yabancıların elinde olması dolayısıyla ekonominin çökmesi idi. Yeni hükümet ülke birliğini sağladıktan sonra sanayileşmeyi hedef aldı. Bu amaçla toprak reformu yapıldı, büyük komünler teşkil edilip artan ürün tarım vergisi olarak toplandı. Bu para ile ağır sanayi tesisleri kuruldu. Çeşitli sorunlara rağmen Çin 1950-1980 arası Mao döneminde yıllık ortalama % 4.4 büyüdü. İnsani gelişme indeksi 4.5 kat yükseldi. Bu da eğitime muazzam ağırlık verilmesi, kadın-erkek herkes için eşitlik gözetilmesi, sağlık sisteminin iyileştirilmesi ile başarıldı. Böylece diğer çoğu Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin yaşadığı tarım nüfusunun aşırı yoksulluğu ve zengin-fakir arası gelir uçurumu, kadın-erkek fırsat eşitsizliği, büyük gecekondu mahalleleri ve şehirlerde yoğun işsizlik gibi sorunlar yaşanmadı. Tabi ki bazı Mao politikalarının yol açtığı kişisel özgürlüklerden yoksunluk, eziyet ve ölüm gibi ağır bedeller ödendi bu hızlı ilerleme için fakat Mao hiç bir zaman halkın desteğini kaybetmedi.

MODERNİTE – DEĞİŞİMİN HIZI
Bütün Asya Kaplanlarının (Güney Kore, Tayvan, Singapur, Hong Kong, Çin, Malezya, Tayland, Endonezya ve Vietnam) en belirgin özelliği değişimlerinin hızıdır. 1950’de ağırlıklı olarak tarım toplumuydular. Tarım Nüfusları % 80-90 iken bu oran bu gün % 10 ‘un altına inmiştir. Moderniteye geçişin ana özelliği köyden kente, tarla işinden sanayi işine geçiştir. Köy yaşantısında bir yıldan ötekine, bir kuşaktan diğerine pek az şey değişir. Sanayileşme koşulları müthiş değiştirir: Alışılmışın yerini belirsizlik, geçmişin yerini gelecek alır. Asya kaplanlarında bu geçişin Batı’ya göre çok daha hızlı olması beraberinde modernitelerine de iki önemli fark getirmiştir.
1- Geçmişin Yakınlığı
Asya kaplanlarında halk çok yakın zamana kadar tarımda çalıştığından geçmişin damgası şimdiki zamanın üzerinde capcanlı durmaktadır. Moderniteye rağmen geleneklere bağlılık aynen devam etmektedir.
2-) Şimdiki zamanda gelecek
Daha önce de belirtildiği gibi modernite, şimdiki zamana gelenek, örf ve adetlerin değil geleceğin hükmetmesi, gözlerin ve zihnin arkaya değil öne yönelik olmasıdır. Bu duruşun derecesi ülkeden ülkeye değişir. Şurası tuhaftır ki yakın zamana kadar geçmişiyle haşır neşir olan Asya ülkelerinde geleceğe dönme derecesi, moderniteye çok daha erken geçen Avrupa ve Amerika’ya göre çok daha ileridir. Bu ülkeler değişim tiryakisi, teknoloji tutkunu, acayip esnek ve her çeşit yeniliğe uyumlu karakterleriyle adeta bir hiper modernite yaşamaktadırlar. Aslında bu hiç de şaşırtıcı değildir. Batı ekonomisi % 2 büyürken siz her yıl ortalama % 10 büyürseniz, bu turbo hızın yaşam koşullarında, istihdam tiplerinde, şehirleşmede, şehirlerin görüntüsünde ve tüketici ürünlerinde devrim yaratması kaçınılmaz olur. Aile gibi yerleşik kurum ve değerleri değiştirerek sosyal dokuya yeni ve ağır gerilimler yükler. Böylesine bir değişimle baş etmek için hem bireylerin, hem de toplumun buna hazır olmasını ve hedefe kilitlenmesini gerektiren, çok gelişmiş pragmatizm ve esneklikleri sayesinde bunu başarmışlardır. Hızlı değişimle aklını bozmanın bir örneği Doğu Asya kentlerinin karakterinde ve yapısında açıkça görülür. Binalarının yüksekliğinin ve karakterlerinin kesin kurallara bağlı olduğu, yüzeyin kullanıma göre bölgelere ayrıldığı Avrupa ve Amerika şehirlerinin aksine Asya şehirlerinde böyle bir düzen yoktur. Her semtte her şeyden biraz biraz vardır, her şekil ve yükseklikte binalar görürsünüz. Batı kentlerinde belli bir merkez varken Asya kentleri birbiri ardına metamorfoz geçirerek ha bire yeni merkezler üretirler. Kuralsızlık, düzensizlik ve başıboşluk tipik Asya kentlerinde masum kaos, sıkıştırılmış bir enerji ve heyecandan oluşan baş döndürücü bir karışım yaratır. Görünüşte tek sabit, değişimdir. Avrupa’nın aksine korumaya hiç önem vermeden binalar birbiri ardına yıkılıp yenisi yapılır. Avrupa şehirleri neredeyse asırlarca aynı kalırken Asya kentleri bir günden diğerine alt üst olur.
Japonya geleceğe dönüklüğün, hiper modernitenin en uç örneğidir. Kimse ikinci el araba veya başka bir eşya almadığı gibi fabrikalar yılda birkaç model çıkarırlar. Elektronikçiler, modacılar peş peşe yeni ürünler, yeni koleksiyonlar sunar. Japonya tüketici teknolojisinde hızlı gelişmenin özüdür. Partnere ihtiyaç bırakmayan dans makinaları bile mevcuttur.

Modernitede rekabet
Dünyada’ki güç dengesi hızlı bir değişim içindedir. 1973’e kadar baskın olan Batı, gelirin % 58.7 sini elde ederken Japonya hariç Asya’nın payı % 16.4 tü. 2001 ‘ e gelindiğinde bu oran % 52 ‘ye % 31 olmuştu. Oran önümüzdeki 15-20 yıl içinde daha da değişecektir. 2027 de Çin’in Amerika’yı geçip dünyanın en büyük ekonomisi olması, 2032 de de BRIC adı verilen Brezilya, Rusya, Hindistan (India) ve Çin grubunun Amerika, Kanada, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya ve Japonya’dan oluşan G7 yi aşması beklenmektedir. Ayrıca, gelişmekte olan diğer 13 ülkenin (Bangladeş, Mısır, Endonezya, Iran, Meksika, Nijerya, Pakistan, Filipinler, Türkiye ve Vietnam) toplam gelirinin G7 nin üçte ikisine ulaşacağı tahmin edilmektedir.
Bu zamana kadar dünya Batı küstahlığının etkisindeydi: Onlara göre kendi değerleri, inançları, kurumları ve düzenlemeleri herkesten üstündü. Bu mentalitenin gücü ve baskısı hiç de hafife alınmamalıdır. Hükümetleri diğer ülkelere demokrasi ve insan hakları dersi vermekten hiç çekinmezler. Batının bu derin üstünlük kompleksi güçlü ekonomik, siyasi, ideolojik ve kültürel akımlardan beslenir.
Ancak modernitenin yayılması bu mentaliteyi zora sokacaktır. “İleri”,” Gelişmiş”, “Uygar” gibi fikirler Batı ile eşanlamlı olmaktan çıkacaktır. Şimdiye kadar başkaları için evrensel ve tartışmasız örnek ve model olduğuna, herkesin onu izlemesi gerektiğine inanan Batı’nın, kendisine rakip modeller çıktığında nasıl davranacağını Allah bilir. Gelecekte kendini mutlak değil rölatif bağlamda düşünmesi, dünyanın geri kalanından öğreneceği çok şey olduğunu fark etmesi, her şeyin en iyisini kendi bildiği saplantısından vazgeçmesi gerekecektir. Bu değişimin öncüsü de Çin olacaktır.

BÖLÜM II
ÇİN ÇAĞI
Ekonomik Süper Güç Olarak Çin
1976 da Mao öldüğünde kim derdi ki Çin, ülkenin yüzünü ve kaderini tamamen değiştirecek olan olağanüstü bir büyüme arifesinde? Ülke Kültür Devriminin enkazı altındaydı. 50’lerde ve 60’larda partiyi yöneten kadro, Kültür Devrimi sırasında alaşağı edilip lanetlendiğinden ülke boşluk içinde kalmıştı. Çok geçmeden eski liderler göreve çağrıldı. Deng Xiaoping dümene geçti. Kadro, Kültür devriminin mirası olan ekonomik çöküntü ve siyasi kargaşa ile karşı karşıya kalmıştı ama Mao’nun çılgın aşırılıklarının engeline takılmadan kendi içgüdülerini ve eğilimlerini hayata geçirebileceklerdi. Reform süreci 1978’de bazı ekonomik bölgeler teşkil edilerek başladı. Aralarında Guangdong vilayetinin de bulunduğu bu bölgelerde kırsal komünler iptal edilip topraklar köylülere uzun dönemli kiralandı, kendi ürünlerini pazarlamaya teşvik edildi. Her girişim adım adım, deneysel biçimde yürütüldü. Bir yerde uygulanan reformun işe yaradığı görülünce başka bölgelere de uygulandı. Yeni ekonomik yaklaşım hükümet kadrolarında da bambaşka bir bakış açısı ve düşünce tarzı gerektirdiğinden, en yukardan başlayıp aşağılara kadar inen personel değişikliği yapıldı. 1978 de Deng söyle diyordu: “Devrim yapmak ve sosyalizmi kurmak için düşünmeye, yeni usuller denemeye ve fikirler üretmeye cesareti olan çok sayıda öndere ihtiyacımız var. Bu devasa bir projedir: Parti ile hükümet arasında, iktidar ile yargı organları, kitle örgütleri, girişimciler ve kurumlar arasında ve nihayet merkezi, yerel ve halk örgütleri arasında mevcut ilişkileri ön plana almaktadır. Yüz milyonları ilgilendiren bu iş zahmetli ve uzun bir görev olacaktır.” Değişimin ana öğelerinden biri devletin merkezi yapısının yerelleştirilmesiydi. Mülkiyet hakları ve Mali güç yerel yönetimlerin çeşitli kademelerine dağıtıldı. Daha hemen başlangıçta büyüme hızı Mao döneminin % 4-5 lerinden yılık ortalama %9,5’e çıktı. Yine başlangıçtan itibaren hükümet Amerika’nın desteğinin ve işbirliğinin hayati önem taşıdığını gördü. Temeli 1972 de Mao – Nixon buluşmasıyla atılan ilişkiler, 1979 da resmi diplomatik ilişkiler kurulması, mülkiyet haklarının tanınması ve Çin’in en gözde ülke ilan edilmesiyle geliştirildi. Amerika’nın değeri 1980’lerde iyice kanıtlandı. Çin ihracatta ağırlıklı olarak oraya yöneldi. Çinli öğrenciler Amerikan üniversitelerine koştu. Sovyetlerin çökmesi ve internet etkiyi daha da arttırdı. Küreselleşen ekonomiye uyum için Çin gümrük engellerini kaldırıp ülkenin kapılarını yabancı yatırımlara açtı. Çin firmaları hiç korunmadan “ya bat, ya çık” rekabetine sokuldu. Oysa Japonya, Güney Kore ve Tayvan’da yerli sanayiciler gelişinceye kadar yabancı rekabetinden korunmuşlardı. Reformun ilk yıllarında kırsal ekonomiyi kalkındırmaya ağırlık verildikten sonra 1980’lerin sonunda ağırlık kentlere ve sınai ekonomiye kaydı. Ucuz iş gücünden yararlanmak isteyen Batı ve Japon sermayesi Guangdong eyaletinden başlayıp diğer bölgelere akarak toplam 500 milyar doları aştı. Şu anda tüm ihracatın %60’ını yabancı firmalar gerçekleştirmektedir. Bu süreçte Çin, düşük ve orta kalite imalat için “dünyanın atölyesi” olmuştur. Gümrüklerin git gide indirilmesiyle dış ticaretin hacmi milli gelirin % 75 ine ulaşmıştır. Bu oran en gelişmiş ülkelerde bile % 30 ‘u aşmaz. Oranın yüksekliği Çin’in küresel ekonomide önemini arttırmak yanında ülkeyi küresel çalkantılara veya Batıdaki artan korumacılık duygusuna karşı daha duyarlı kılmaktadır. Çin ve Rus süreçlerinin karşılaştırılması yararlı olur. Zira her ikisi de emirkomuta ekonomisinden piyasa ekonomisine nasıl geçileceği meselesiyle karşı karşıya kalmıştı. Rusya Batının reçetesine uyarak şok terapiyi tercih etti. Bu da 90’larda hiper enflasyona, ileri boyutta sermaye kaçışı, paranın değerinin dibe vurması ve dış borçlarda temerrüte düşülmesi gibi sorunlara yol açtı. Tersine Çin daha kademeli bir yaklaşım izleyerek hiper enflasyondan korundu, uluslararası kredi notunu yükseltti ve sermaye kaçışına uğramadı. Rusya’da Kamu sektörü haraç mezat yandaşlara satılırken Çin’de kamu sektörü toptan özelleştirilmek yerine parça parça, kademe kademe özelleştirildi. 2007 Forbes 100 listesinde 13 Rus’a karşılık hiç Çinli yoktu. Buna mukabil 1990’da Çin’in milli geliri Rusya’nın iki katının altındayken 2003 de altı katından fazla olmuştu. Çok kısa bir sürede dünyanın imalat merkezi oldu. Bugün fotokopi makinelerinin, ayakkabıların, oyuncakların ve mikrodalga fırınların ve daha pek çok ürünün üçte ikisi Çin’de üretilmektedir. Ülke aynı zamanda gelmiş geçmiş en büyük yoksulluktan kurtuluş programını uygulamış ve 1978 de 250 milyon olan yoksul sayısını 2001 de 22 milyon kişiye indirmiştir.

Çin’in Ekonomik Büyümesi Sürdürülebilir mi?
Çin her yıl 23 milyon kişiye istihdam yaratmak zorundadır. Hükümetin stratejisinin temeli yıllık % 10 büyümedir. Zaten büyüme % 8 in altına düştüğü takdirde toplumda huzursuzluk baş göstermesi çok muhtemeldir. Global durgunluk büyümenin sürdürülebilirliğini sınayacaktır zira artık Çin Batı ihracat pazarlarına eskisi kadar güvenemez. En karamsar senaryo, Batı’daki durgunluğun 1930’lar kadar derin ve uzun olması ve Amerika’nın Çin ürünlerine karşı korumacı önlem almasıdır.
Küresel durgunluğun derecesi ne olursa olsun şimdiki büyüme modeli uzun vadede sürdürülebilir değildir, zira tamamen yatırıma dayalı olduğundan ülkenin kaynaklarını yutacak, ağır bir tüketim baskısı yaratacaktır. Sermaye ve emek verimliliğini arttırmak, bunun için de teknoloji basamaklarında yükselmek şarttır. Nitekim küresel durgunlukta bunun belirtileri görülmekte, ihracat oyuncak gibi ucuz ürünlerden teknoloji ürünlerine kaymaktadır. Milli gelir ağırlıklı olarak dış ticarete bağlı olmaktan da kurtarılmalıdır. Zira küresel iniş çıkışlardan çok etkilenmektedir. Bir başka tehlikesi de, durgunlukta diğer ülkelerin Çin mallarına karşı korumacılık yoluna gitmesidir. Bu yüzden iç tüketim de arttırılmalıdır. Bir başka sorun da çok kısa sürede çok hızlı büyüme, dünyanın en eşitlikçi ülkelerinden birini en eşitsiz hale getirmek üzere olmasıdır: Kıyı bölgeleriyle iç bölgeler, kentlerle köyler, kayıtlı ekonomiyle kayıt dışı ekonomi arasındaki uçurum git gide artmaktadır. Bu da toplumsal gerilime yol açmakta ve reform programına halkın katılımını baltalamaktadır.
Çin’in büyümesi toprak, orman su ve petrol gibi kaynaklara aşırı bağımlıdır. Çok kalabalık bir nüfus zaten kıt olan bu kaynakları hızla tüketmektedir. Son 40 yılda ormanların yarısı yok edildiğinden şimdi dünyanın en çıplak ülkelerinden biridir. Kullandığı petrolün yarısını ithal etmek zorundadır. Bu yüzden Çin büyümesi için gereken muazzam miktarda ham madde için diğer ülkelere bağımlıdır. Şu anda bile dünyanın en büyük bakır, ikinci en büyük demir cevheri ve üçüncü en büyük alüminyum ithalatçısıdır. Diğer bütün hammadde gereksinimlerinde ve enerjide ilk birkaç sırada yer almaktadır. %8 büyüme hızını koruduğu takdirde, önümüzdeki 20 – 30 yıl içinde dünyanın tüm kaynaklarından fazlasına ihtiyaç duyacaktır ki bu da küresel çevreye yapacağı etki bir yana, bizzatihi sürdürülemez bir durumdur.

Çevre İkilemi
Çin’in büyük paradoksunun (insan kaynaklarında bereket, doğal kaynaklarda kıtlık) etkileri tüm dünyada hissedilmektedir. Emeğin ucuzluğu mamul ürünlerin fiyatını düşürürken, emtia fiyatlarını adamakıllı yükseltmiştir. Artan emtia fiyatları Çin’in kaynak–yoğun büyüme modelini aşırı pahalı hale getirecek, böylelikle Çin Amerika’nın bugünkü yaşam standardına yaklaşamadan nefesi tükenecektir. O yüzden Çin daha şimdiden enerjiye daha az bağımlı bir yaklaşım izleme kararı almıştır ama bu kararı hayata geçirmek pek kolay olmayacaktır. Çin 18.yüzyıldan 21. yüzyıla sadece 30 senede geçtiği için 200 yıl idare edilebilecek ekolojik kaynaklar da aynı kısa sürede tüketilmiştir. Bugün 300 milyon küsur insan temiz suya ulaşamıyor. Dünyanın en kirli 20 şehrinden 16 sı Çin’de. Asit yağmurları ülkenin üçte ikisini etkiliyor. Ülkenin dörtte biri çöl. Topraklarının % 58 ‘i tamamen veya kısmen kurak. Ne kadar yoksul ülke olursa olsun, çevre önlemlerini almak için zengin ülke statüsüne kavuşmayı bekleyecek lüksü kalmamıştır.

Düşük Teknoloji mi, Yüksek Teknoloji mi?
Mevcut durumda Çin’in mukayeseli üstünlüğü, yoğun vasıfsız işçilikle ve sudan ucuz fiyatlarla dünya piyasasına alt seviyede imalat yapmaktır. Bunun uzun dönemde iki sakıncası vardır: Birincisi, bir ürünü piyasaya sununcaya kadar yapılan toplam harcamanın yalnızca % 15’ini imalat oluşturmaktadır. Maliyetin en önemli kısmı tasarım, pazarlama, markalaşma vb ögelerden kaynaklanmaktadır ki bu da halen gelişmiş ülkelerin tekelindedir. İkincisi, Çin’in ihracatının çoğu Batılı ve Japon, çok uluslu firmalarca üretilmekte, Çin firmaları fasona çalışmaktadır. Başka bir deyişle Çin’in rolü, gelişmiş ülkelerde yerleşik çok uluslu şirketlerin küresel operasyonlarında ucuz mamul taşeronluğudur. Ancak Çin’in kararlı adımlarla teknoloji basamaklarını tırmandığı görülmektedir. Bütün yeni başlayanlar gibi kendi yolunu buluncaya kadar çeşitli usuller denemektedir. Yeni teknolojilere ulaşmak için kullandığı yöntem, kopyalama, satın alma ve Çin pazarına giriş vaat ederek yabancı ortaklardan teknoloji transfer etme yöntemlerinin bir kombinasyonudur. Gerçekten de pazarının cazibesi Çin’in elinde önemli bir kozdur. Ayrıca, yabancı firmalar imalatlarını Çin’e taşıdıklarında çeşitli yan işlem ve üretimlerini de Çin’e taşımaktadırlar. Örneğin İtalyan tekstil sanayi işe basit üretimlerini taşımakla başlamış, katma değeri yüksek tasarıma kadar ulaşmıştır. Microsoft, Motorola ve Nokia gibi firmalar Ar-Ge operasyonlarının önemli bir bölümünü Çine kaydırmıştır.
Fakat uzun vadede Çin’in teknolojik potansiyeli ancak kendi üst düzey araştırma ve geliştirme kapasitesini arttırmakla büyüyebilecektir. Nitekim ülkenin hedefi, 2004 te 24.6 milyar $ olan Ar-Ge harcamalarını 2020 de 113 milyar dolara (milli gelirin % 2,5 i) çıkarmaktır. Bu yolda epeyce yol kat ederek başta malzeme bilimi, analitik kimya ve nano teknoloji olmak üzere bir çok alanda Amerika’nın yakın takipçisi olmuştur.
Çin’in kuvvetli noktası çok sayıda eğitimli profesyonel ve ciddi, disiplinli bir eğitim ahlakına sahip olmasıdır. Ülkede her yıl 900.000 gen bilimci, mühendis ve yönetici mezun olmaktadır. Önemli bir sayı da üst düzey Amerikan üniversitelerinde eğitim görmektedir. Gerçi bunların bir kısmı Amerika’da kalmaktadır ama bir taraftan da mezunların yurda dönmeleri için devlet her türlü imkan ve teşviki sağlamaktadır. Dolayısıyla Çin’in sonsuza kadar teknolojinin alt basamaklarında dolaşmasını beklemek abesle iştigaldir; zamanla zorlu bir teknolojik güç olacaktır. Öteki Asya kaplanlarının aksine Çin şirketleri yurtdışında üretim ve pazarlama için dış piyasalara açılmadan önce içerde mali temel, teknik beceri, iyi konumlanmış marka ve iç piyasaya hakim olmaktan kaynaklanan yüksek karlılık gibi üstünlükler kurmayı bekleme fırsatları olmamıştır. Çin firmalarının esas dışa açılma sebebi yurt içindeki kıran kırana rekabetten kaçmaktır.
Eğer Çin; Japonya, Güney Kore ve Tayvan gibi uluslar arası boyutta şirketler ortaya çıkaramazsa fazla başarılı olamaz. Bu da Çinli şirketlerin gelişmekte olan ülkelerden başlayarak küresel pazarlara kitlesel ucuz ürünlerle girmesi, daha sonra da gelişmiş dünyaya açılmasını gerektirecektir. Örneğin Japon şirketleri de önce bölgesindeki Doğu Asya pazarlarını hedef almış, ürünlerini geliştirip deneyim kazandıktan sonra Batı pazarlarına geçmişti. Nitekim Çin’in Afrika, Ortadoğu ve Güney Amerika’ya ihracatı ABD’ye olan ihracatından çok daha hızlı büyümektedir. Bir taraftan beyaz aletler ve motorlu araçlar gibi alt ve orta teknoloji ürünlerinde belirgin ilerleme görülürken uzun vadede aerospace gibi ileri teknoloji sektöründe de önemli bir oyuncu olmaya kararlıdır. Yakında kendi bölgesel yolcu jetlerinin üretimini başlatacaktır. Airbus imalatının bir kısmını Çin’e kaydırmak üzeredir. 2003 de uzaya adam göndermiş, 2007 de Aya uydu fırlatmıştır. 2020 de uzay istasyonu kurma planları, aerospace alanında yüksek teknoloji geliştirmeye ne karar kararlı olduğunu kanıtlamaktadır.
Uluslararası firma kurmanın hayati noktası doğrudan dış yatırımlar yapmaktır. Tahminlere göre 2010’da Çin’in yurt dışına yapacağı doğrudan yatırım, Çin’e giren yabancı yatırım seviyesine ulaşacaktır.

Çin Modeli
Gelişmiş Batı ülkelerinden farklı olarak Çin’de devlet çeşitli şekillerde (merkezi hükümet, eyalet ve yerel yönetimler) hala ekonomide fevkalade önemli rol oynamayı sürdürmektedir. 90’ların sonundaki Asya krizi sırasında Çin’in hantal ve bol sübvansiyonlu kamu girişimlerini başka ülkeler gibi hızla özelleştireceği sanılıyordu. 10 yıl sonra gördüğümüz rejim farklıdır. Kamu İktisadi teşebbüsleri (KİT) 120.000’den 30.000’e indirilmiş, bunun yanında yeniden yapılandırma ve kadro azaltmaya gidilmiştir. Ancak Hükümet tümden özelleştirme yerine iyi KİT’leri mümkün olduğunca verimli ve rekabetçi hale getirmeyi tercih etmiştir.
Sonuçta en üstteki 150 KiT topal ördek olmak bir yana, olağanüstü başarılı olmuş, 2007 toplam karları 150 milyar dolara ulaşmıştır. Bu stratejinin amacı KİT’leri hiç korumadan, tekelimsi statü sağlamadan, en şiddetli rekabete maruz bırakarak uluslararası rekabete hazır hale getirmektir. Bu KİT ler Batılı örneklerinden farklı olarak büyük miktarda özel sermayeye açılabilirler. Dolayısıyla Çin KİT lerine hem kamu, hem özel sermaye niteliği taşıyan melez firmalar denebilir. Neticede ortaya çıkan Çin modeli, özel şirketlere yardım, KİT lerin yönetimi, yuan’ın tam konvertibiliteye geçişi ve her şeyden önce Çin’in ekonomik transformasyonu gibi çok çeşitli alan ve şekillerde hiperaktif, her an hazır ve nazır bulunan yepyeni bir kapitalizmdir. Çin’in başarısı, Çin modeli devletin bilhassa gelişmekte olan ülkeler üzerinde olmak üzere küresel etki yaratacağına işaret etmektedir. Mortgage krizi ertesinde anglo-amerikan modelinin çökmesi Çin modelini daha da değerli kılacaktır.

Büyüklük Meselesi
Devasa bir nüfusun olağanüstü yüksek ekonomik büyüme ile birleşmesi dünyayı yepyeni bir durumla karşı karşıya bırakmaktadır. Gerçekten de Çin gözlerimizin önünde dünyayı değiştirmekte, bizi hiç gidilmemiş denizlere götürmektedir. Bu kaymanın etkisi o kadar büyüktür ki modern ekonomik tarihi Çin den önce (Ç.Ö)
Çin den sonra (Ç.S) olarak iki bölüme ayırabiliriz. Amerika’nın 1870’de take-off’u başladığında nüfusu sadece 40 milyondu, Çin’in ise 1978 de 963 milyon, yani Amerika’nın 24 katı. Take-off un plato yapmasının beklendiği 2020 yılında nüfusun en az 1.4 milyar olması beklenmektedir.
Toplam nüfus Çin’in boyutunun yalnızca bir yönüdür. İkincisi artan iş gücüdür. Çin’in büyümesi tarım dışı işlerle uğraşan insan sayısını olağanüstü arttıracak, bu da tüm dünyadaki tarım dışı çalışanlara çok hızlı ve kitlesel ilave yapacaktır. Üçüncü etki gelirdir. 1978’de Çin’in geliri dünya toplumunun % 4.9 uydu. 2020 de % 18-20 ye ulaşması çok muhtemeldir. 1990 da daha yeni gelişirken bile dünyanın toplam gelir artışına Amerika’nın katkısı % 21 iken Çin’in katkısı Amerika’yı aşarak % 27.1 olmuştur.
Dördüncü etki dünya ticareti üzerinedir. 1978 öncesinde Çin’in etkisi asgari düzeydeydi. Zira hem çok yoksul, hem de dış ticarete kapalı bir ülkeydi: Fakat 1978 den bu yana hızla dünyanın ekonomisi en açık ülkelerinden biri haline gelmiştir. 2001 de Ortalama % 23.7 olan gümrük tarifesi 2011 de % 5.7 ye inecektir. Böylece, Çin bugün için gelişmekte olan bir ülke olduğu halde, 2010 sonunda dünyanın en büyük tüccarı olacaktır. Çin’in büyüklüğünün 4 etkisi (nüfus, iş gücü, ekonomi ve ticaret) küresel büyümeyi ve ulusal ekonomilerin gelişmesini stimüle etmek açısından dünyanın geri kalanına yararlı olacaktır. Ancak beşinci etki, Çin’in kaynakları tüketmesi, doğal kaynakların önce fiyatını yükseltip sonunda bitirerek tüm dünyaya ağır darbe vuracaktır.

Çin’in Ekonomik Etkisi
Çin’in büyümesi küresel tüketim mallarının ucuzlaması açısından gelişmiş ülkelere ve ham madde fiyatlarını yükseltmesi açısından bu kaynaklara sahip Afrika, Ortadoğu, Rusya, Avustralya gibi bölgelere yaramıştır. Asıl kaybedenler Meksika gibi gelişmekte olan ülkelerdir. Bu ülkelerin mukayeseli üstünlüğü emek yoğun üretimdi. Şimdi kendilerini Çin rekabetiyle karşı karşıya bulmuşlardır. Ayrıca rekabet yeni yabancı sermaye girişini azalttığı gibi, ülkeye girmiş olanın da bir kısmının yatırımlarını Çin’e taşımalarına yol açmaktadır. Çin’in dünya üzerinde gittikçe artan etkisinin bir ölçüsü de Amerika ile ilişkisinde keyfini sürdüğü kaldıraç gücüdür. Amerika’nın Çin mallarına karşı doymak bilmez iştahı sayesinde Çin Amerika’nın en büyük ithalat yaptığı ülkedir. Ortaya çıkan dev boyuttaki dış ticaret fazlasını Çin başta hazine bonosu olmak üzere çeşitli Amerikan enstrümanlarında değerlendirmektedir. Çin’in 2008 de 1.81 trilyon dolara ulaşan döviz rezervi, 9 ülke dışındaki tüm ülkelerin yıllık milli gelirinin toplamından fazladır. Bu döviz kapasitesi finans dünyasında, bilhassa Batının mali krizinde Çin’i mali dev yapmıştır. Batılı finans kurumları, pek çok batılı şirket, hatta ülkeler likidite açlığı içinde kıvranırken aksine Çin likidite içinde yüzüyordu.
Bu durum Çin’in küresel etkisini ve gücünü daha da arttırarak başta petrol ve mineral firmaları olmak üzere yabancı şirketleri satın alabilecek hale getirmiştir. Çin‘in döviz rezervlerini nasıl konuşlandıracağı, herkesin ama özellikle de Amerika’nın merak konusudur. Zira rezervlerinin % 60’ını dolarda tutan Çin önemli bir miktarını başka dövizlere çevirmeye kalkışırsa anında doların değerini düşürecek, faizleri yükseltecektir. Ancak bu çevirme miktarını yüksek tuttuğu takdirde doların, dolayısıyla elindeki paranın değeri de aşırı düşecektir. Bu konuda Çin tam bir açmazdadır. Neticede günümüzün iki büyük fakat hiç benzeşmez ülkesi tuhaf bir karşılıklı bağımlılık içindedirler. Çin’in geç de olsa dünya ticaret örgütüne kabulü, hem ürettiği çok ucuz Çin mallarını tüketen ve Çin’i düşük maliyetli imalat üssü olarak kullanan diğer ülkelere, hem de dünya pazarlarına daha kolay giriş ve yabancı sermaye girişinin hızlanması açısından Çin’e yaramıştır.
Bu kazan-kazan durumu devam edecek mi? Çin’in dünya ticaret sistemi üzerine etkisi o kadar büyük ve uzun dönemde belirsiz ki bu soruya cevap vermek çok zor. Küresel sistemi tasarlayan ve yaşatan Batı, ancak şimdiye kadar en fazla yararlanan Doğu Asya, özellikle Çin oldu. Bir noktada Batı bunun Çin’e faydalı, kendisine zararlı olduğuna kanaat getirirse pekala da korumacı sisteme geçip küreselleşmeye darbe vurabilir. Şimdiye kadar Çin’in ucuz mallarından ve imalat üssü olmasından kazançlı çıkan, ancak işini kaybeden mavi yakalı işçilere ve gelişmekte olan ülkelerin feryatlarına kulak tıkayan Batı, Çin teknoloji basamaklarında yükseldikçe ve beyaz yakalılar da işlerini kaybettikçe tutumunu değiştirecektir. Bu süreç ne kadar hızlı olursa Batının tepkisi de o kadar hızlı ve sert olacak, korumacı duvarlar yükselecektir. Süreç ancak yavaş olduğu takdirde Batı bunu sindirebilir.
Şu bir gerçek ki küresel ticaret hızla daralmakta; aynı şekilde sermaye akışları da daralmaktadır. İşsizlik tüm dünyada hızla artıyor. Şu an içinde bulunduğumuz küreselleşme dönemi birden bire duruşa geçti. Bu süreç ne kadar devam eder belli değil. Hemen her yerde hükümetler tehdit altındaki sektörlerine yardım etmenin yollarını arıyor. Almanya’dan sonra dünyanın en büyük ihracatçısı olan Çin kaçınılmaz bir şekilde bu taleplerin hedefi olacak. Bu durumda, bir ticaret savaşı ve ülkelerin birbirlerine rakip ticaret blokları oluşturması çok muhtemeldir.

BİR UYGARLIK DEVLETİ
Çin her zaman ucuz mal, daha da ucuz işçilik ve berbat çalışma koşulları ile eş anlamlı olmayacak. Evrende herkesin kendi durumunu düzeltme arzusu, dünyanın en ucuz, hiç bir şekilde sendikalarla ve yasalarla korunmayan, en zalim piyasa koşullarına açık işgücüne dayalı bir ekonomik rejimin yaşamasına izin vermez. Çin, kalkınmasının yeni bir aşamasına doğru ilerlemekte, siyasi dünyası da bunu yansıtmaktadır. Laissez-Faire tutumun yerini işçi haklarının korunduğu bir sistemin alması gerektiği bilinci artmaktadır. Batı, Çin geliştikçe kendine benzeyeceğini düşünmektedir. Bu büyük bir yanılgıdır. Japonya’dan sonra süper güçlerin arasına ilk kez Batılı olmayan bir ülke olarak katılan Çin’in bu gelişimini anlamak için ekonomik büyüme yanında tarihini, siyasetini, kültür ve geleneklerini anlamak zorundayız.

Uygarlık Devleti
3000 yıla yakın tarihiyle Çin dünyanın kesintisiz var olan en eski ülkesidir. Çinliler Çin terimini kullandıklarında genellikle ülkeyi değil, Çin uygarlığını, tarihini, hanedanlarını, Konfüçyüs’ü, düşünce tarzını, ilişkilerini, adetlerini, ailelerini, ana baba ve atalara tapınma derecesinde saygıyı, değer ve felsefelerini kastederler.
Çin’e alışılmış ulus-devlet prizmasından değil, kendilerine özgü siyasi, iktisadi ve sosyal sistemlerini haiz, çok sayıda yarı özerk eyaletten oluşan bir kıta sistemi prizmasından bakmamız gerekir. Her biri bir ülke büyüklüğündeki bu eyaletlerin arasında her açıdan muazzam fark vardır. O kadar ki, tüm Avrupa’nın ulus-devletleri arasındaki fark bile daha azdır. Kıta büyüklüğündeki bu devletin Beijing’den yönetilemeyeceği aşikârdır. Eyaletler epeyce özerktir. Neticede Çin üniter bir devlet yapısına sahip olsa da gerçekte de facto federal sistemdir.

Çin Siyasetinin Yapısı
1949 devrimi Çin siyaset sistemine epeyce değişiklik getirmişse de temel niteliklerin çoğu hanedanlar döneminde ne İse, komünist dönemde de aynen devam etmektedir. Bu özellikler nelerdir? Çin’de Siyaset her zaman devletle eş anlamlı olmuştur: elitler veya halk pek katılamaz. Konfüçyüs öğretisine göre halk devlet yönetiminden uzak tutulmalıdır ki hükümet yetkilileri bağlı oldukları etik kurallar ve ideallerle çalışabilsinler. Batı mantığına ve adetlerine ne kadar aykırı olsa da bu görüşleri silip atamayız. Unutmamalı ki Konfüçyüs sistemi insanlık tarihinde en uzun süredir devam eden siyasi değer olup Japon, Kore ve Vietnam tarafından da model olarak alınmıştır.
Konfüçyüs sistemi elitist olmasına rağmen bir çıkış yolu tanıyordu: Tanrı imparatora hükümdarlık hakkı vermiş olsa da halkın büyük bir bölümünün memnuniyetsizliği durumunda imparator bu hakkı kötüye kullanmış oluyordu ve hükümdarlıktan atılmalıydı.
Çin’de devlet toplumun direği olarak görülür: mutlak hakim odur. Avrupa toplumlarında aksine iktidar; din, aristokrasi ve ticari çıkarlar gibi birbirine rakip yetki kaynaklarının çekişmesine maruzdur ve gücünü onlarla paylaşmak zorundadır. Farklı otorite kaynaklarının bir arada var olması Çin’de etik dışı görülür. Yalnızca iki kurum resmen kabul edilir ve önemlidir: Hükümet ve aile. Tüccar sınıfı hiyerarşide en son sırada olduğu halde hiçbir zaman sıra atlamayı veya örgütlenmeyi düşünmemişlerdir.
Çin siyasetinde geleneksel olarak etik kurallar en önde gelir. Kamu görevlileri devrimden önce Konfüçyüs öğretisi sınavından geçerlerdi. Şimdi bunların yerini Maoist öğreti almıştır. Devlet yönetimi ilkesi olarak etik standartlara bağlılık, çocukların yetiştirilmesinde aile ve eğitimin rolüne verilen önemle birleşmiştir. Çin toplumsal hayatında en önemli kurum ailedir. Çinli çocuk hiyerarşiye ve otoriteye boyun eğmeyi orda öğrenir. Ailenin, daha doğrusu babanın sözü son sözdür. Büyüklere saygı, utanma duygusu ve mahcup olma korkusu ile birleşip öz disiplini geliştirir. Kısacası bir ulus-devletten ziyade ulus ailedir. Çin siyasetinin diğer temel özellikleri ülkenin birliği ve siyasi istikrardır. Her ikisi de, ara ara kesintilere uğrasa bile, ülkenin iki bin küsur yıllık varlığının vazgeçilmez öğeleridir.

Çin ve Demokrasi
Batılıların gözünde bir ülkenin siyasetinin ve yönetişiminin sınavı demokrasinin varlığı ya da yokluğudur. Kuşkusuz, şartlar olgunlaşmışsa ve ülke kültüründe ciddi kök salmışsa bu tür demokrasinin mevcudiyeti arzulanan bir sistemdir. Ancak Irak örneğinde olduğu gibi Anglo-amerikan silahının namlusuyla empoze edilmiş yabancı bir uzuv gibiyse, bu zorlamanın direnme, kendi toplumuna yabancılaşma veya etnik çatışma şeklinde ortaya çıkan bedeli, sağlayacağı yarardan kat kat fazla olacaktır. Demokrasi tarih ve kültürden bağımsız, her şart ve durumda uygulanabilen soyut bir ideal değildir zira şartlar müsait değilse asla düzgün işlemez; hatta tehlikeli bile olabilir. Bir ülkenin yönetiminin kalitesini değerlendirirken diğer bütün kriterlerden daha önemli olarak da görülmemelidir. Özellikle gelişmekte olan ülkeler için ekonomik büyümeyi başarmak, etnik uyumu korumak, yolsuzluğu önlemek ve düzen ve istikrarı sürdürmek demokrasiden daha da önemli gerekliliklerdir. Demokrasi kendi tarihi ve gelişimi bağlamında görülmelidir; farklı toplumlar kendi koşullarına, tarihlerine ve gelişme seviyelerine bağlı farklı önceliklere sahip olabilirler. Aslında pek az ülke bugünkü anlamıyla demokrasiyi ekonomik take-off süreciyle birleştirmeyi başarabilmiştir. Bütün Batı Avrupa ülkeleri take-off’u demokrasi olmadan yaşamıştır. Avrupa’nın sınaîleşme döneminde en yaygın yönetim şekli, mutlakıyetçi veya anayasalı monarşilerdi. Seçme hakkı bile sanayi devrimi tamamlandıktan çok sonra, o da yalnızca imtiyazlı küçük bir azınlığa tanınmıştı. Sömürgelerin asla seçme hakkı olmadı, anavatanda herkes bu hakkı kazandıktan sonra bile. Dolayısıyla Batının, ‘’bir ülke kalkınmanın hangi aşamasında olursa olsun demokrasi ile yönetilmelidir’’ diye diretmesi tam bir iki yüzlülüktür.
Ekonomik take-off’unu yüz küsur yıl önce yaşamış olan gelişmiş dünyada, şu veya bu tarz da olsa, demokrasi evrenseldir. Gelişmekte olan dünyada ise rejim hayli karışıktır; Demokrasi ya hiç yoktur ya da yarım yamalaktır. İlk Asya kaplanlarının (Güney Kore, Tayvan, Singapur, Hong-Kong) hiçbiri take-off’nu demokratik koşullarda gerçekleştirmedi. Tayvan ve güney Kore’de ileri görüşlü askeri diktatörlük, Hong-Kong’ da demokrasi yoksunu İngiliz sömürgesi, Singapur’da otoriter ve uydurma demokrat bir yönetim vardı. Ancak hepsinin de şansına, becerikli ve stratejik iktidarlarla kutsanmışlardı. Gelişme aşamasındaki devletler olarak iktidarların meşruiyeti büyük ölçüde halkın sevgisini kazanmada değil, hızlı ekonomik büyüme ve yaşam seviyelerini yükseltmede yatıyordu. Şimdi bu ülkelerin her biri batı Avrupa’nın kalkınma ve yaşam seviyesini yakaladı. Japonya ile birlikte bu örnekler sınaîleşme ve zenginleşmenin, demokratik sistemin gelişmesine daha uygun koşullar yarattığını göstermektedir. O yüzden, nüfusun yarısından fazlası kırsal alanda yaşayan Çin’in çok partili, seçimli demokratik sisteme geçmeye hazır olduğunu veya geçmesi gerektiğini iddia etmek abesle iştigaldir. Batılı ultra demokratlar ne kadar karşı çıksa da Çin’ in şu an en baştaki önceliği ekonomik kalkınmadır.

Çin ve Hümanist İktidar
Tiananmen meydanı ayaklanmasının Sovyet komünizminin çöküşüne rastlaması pek çok Batılı gözlemciyi Çin komünist partisinin kaderinin de aynı olacağına inandırmıştı. Daha fazla yanılmış olamazlardı. Aksine, Deng Xiaoping liderliğinde komünist parti büyük esneklik ve yaratıcılık göstererek Mao’dan miras krize, halkın büyük bir bölümünün yaşam standardını yükselten bir reform süreci başlatmak suretiyle cevap verdi. Komünist partinin iktidarı artık sağlam, hak ettiği prestijin keyfini çıkarıyor.
Toplumsal huzursuzluktan ve kronik yolsuzluktan doğan yönetişim sorunlarına rağmen, başlamış reform sürecinin görülebilir gelecekte de devam etmesi beklenmektedir. Hem Çin, hem de dünya için en kötü senaryo, komünist partinin Rusya’daki gibi çöküp yok olmasıdır. Nüfusu çok daha fazla, ekonomisi çok daha büyük, dış dünya ile çok daha entegre olan Çin’de böyle bir çöküş hem ulusal, hem de küresel açıdan tam bir deprem yaratacaktır. Çin ve dünya içinen iyi durum, mevcut rejimin aynı tür reformlarla ülkenin dönüşümünü sürdürmesi ve gerektiğinde yumuşak bir geçişle başka bir döneme ulaştırması olacaktır.

Farklı Bir Devlet Olarak Çin
Şimdiye kadar Batı kavramalarının, değerlerinin, kurumlarının ve önermelerinin hakim olduğu dünyada bunlara uyup uymamak Çin’in sorunuydu. Fakat gelecekte Çin’in gücü ve etkisi arttıkça bu Batının sorunu olacağa benziyor; zira böyle bir durumda Çin’in değişip Batının kültürel normlarını kabul etmesi beklenemez. Düşünce ve davranış tarzları buna izin vermeyecek kadar eski ve köklüdür.
Batının devlet deyince tek kavramı ulus-devlettir. Fakat Çin ve Hindistan’ın yükselişi resmi yeniden değiştirecek gibi görünmektedir. Bu ülkeler sıradan birer ulus devlet değil, pek çok ülkeyi gölgede bırakan dev boyutta devletlerdir.
Çin’in global bir güç olarak ortaya çıkışının başka bir farkı daha olacaktır. Sınaileşme dönemi başladığından bu yana dünyanın en güçlü ülkeleri iki ana özelliği paylaşmışlardır: Birincisi çağının en yüksek milli gelirine sahip olmak, diğeri de kişi başı geliri en yüksek ülke olmak. En zengin ülkelerin hep en zengin vatandaşları olmuştur. Çin bunların yalnızca birine sahip olabilecektir. Şu anda dünyanın üçüncü en yüksek gelirine sahiptir. Ancak Goldman Sachs’ın öngördüğü gibi 2027’de Amerika’yı geçse bile kişi başı geliri düşük kalacak, zenginler kulübüne giremeyecektir. Yeni bir tip küresel güce hoş geldiniz: aynı anda toplam geliri açısından gelişmiş, kişi başı geliri açısından gelişen. Tam bir melez.

ORTA KRALLIK MENTALİTESİ
Çin nasıl bir büyük güç olacak? Bu soruya geleneksel olarak jeopolitik, yani dış politika ve devletler arası ilişkiler bağlamında cevap verilir. Başka bir deyişle hep dış işleri, diplomasi, karşılıklı müzakereler ve ordu açısından ele alınır. Oysa uluslar arası ilişkilerin formel yapısı üzerinde yoğunlaşmak, halkın düşünce, davranış ve başkalarını algılama tarzlarını yönlendiren kültürel unsurları gözden kaçırmamıza yol açar. Jeopolitik yaklaşım bir devletin elitlerinin nasıl bir mantıkla davrandıklarını açıklarken, kültürel analiz, tarihten ve halkın bilincinden gelen köklerle halkın değerlerini, tutumlarını önyargılarını ve varsayımlarını açıklar. Sonuçta uluslar dünyayı kendi tarihi, değerleri ve bakış açısından görürler ve dünyayı da bu deneyimlerin ve algılamaların ışığında şekillendirmeye çalışırlar.
Amerika örneğini ele alalım. Üç yüz yıldır Amerikan davranışını anlamanın temel noktası, bu ülkenin Avrupalı yerleşimciler tarafından kurulduğu, bu yerleşimcilerin savaşlar ve salgın hastalıklarla yerlileri neredeyse yok ettikten sonra beraberlerinde getirdikleri Avrupa geleneklerini esas alarak sıfırdan yepyeni bir başlangıç yaptıkları, saldırganca batıya doğru yayılarak sonunda tüm kıtayı işgal ettikleri ve büyük ölçüde Afrikalı kölelerin katkısıyla zenginleştikleri gerçeğidir. Bu tuğlaları dikkate almadan Amerikan tarihini ve bugününü anlamaya imkan yoktur. Bilinçli ya da bilinçsiz olarak, halkın kendini ve başkalarını tanımlama şeklinin temeli bunlardır. Kültürel yaklaşım, Çin’in durumunda daha da önemlidir zira kendisini bir ulus devlet olarak görüp ulusdevlet protokolü uygulaması daha dün denecek kadar yenidir. Çin’in dünyanın geri kalanına nasıl davranacağını anlamak istiyorsak, bugünkü Çin’in nerelerden geldiğini ve kendilerini nasıl gördüklerini anlamak zorundayız. Tarih, kültür, ırk ve etnisite bir kez daha hikayenin özünde yatıyor. Farklılıktan Homojenliğe Çin’de, ya da bugün Çin dediğimiz topraklarda bir zamanlar çok sayıda ırk yaşıyordu. Ancak bugün Çin kendisini neredeyse bütünüyle homojen görmektedir. Yaşadıkları bölgeyle göre değişen fiziksel özelliklerine rağmen nüfusun % 90 ‘ı kendini Han soylu çinli olarak görür. Doğru, anayasa Çin’i üniter, çok ırklı bir devlet olarak tanımlar fakat diğer ırklar yalnızca % 9’unu oluşturur ki, ülkenin muazzam büyüklüğü dikkate alınırsa bu çok küçük bir orandır. Kalabalık nüfuslu başka ülkelerle Çin arasındaki fark ırk çeşitliliği olmaması değil, ırkların kimliklerinin binlerce yılda fetihler, asimilasyon, uyum, evlilikler, dışlama ve ırk katliamları yüzünden yitirilmesidir. Bütün ırk sınıflandırmaları gibi Han Çinlileri de çok sayıda ırkın zaman içinde kaynaşmasıyla ortaya çıkmış hayali bir gruptur. Ancak bu kimlik o kadar uzun süredir o kadar güçlü yerleşmiştir ki Çinliler ortak kökenli tek bir soydan gelen büyük bir aile oldukları efsanesine bütün kalpleriyle inanırlar. Konfüçyüs, cumhuriyet veya komünizm, her dönemde bu inanış hiç değişmez. Çin tarihçileri Çin topraklarının genişlemesini fetih değil, birleştirme süreci olarak tarif ederler ve bu birleşmenin, üniterleşmenin ülkenin doğal evrimle gerçekleşen kaderi olduğunu iddia ederler. “Toprak bir kere ele geçirildi mi , artık orası Çin’dir, halkı da seve seve sadakatle bağlanır.’’ Oysa bu zannın aslı astarı yoktur. Çin’in bugünkü sınırlarına kavuşması doğal ve uyumlu bir süreçle değil, karmaşık bir savaş, rekabet, etnik çatışma, asimilasyon, fetih ve yerleşme süreci sonucu gerçekleşmiştir ve bugün Çin hala tam bir imparatorluktur.

Evrenden Ulus-Devlete
19. yy da Avrupa ile ilişkiler başlayıncaya kadar Çin kendisini “dünyanın merkezi”, ‘’Orta krallık’’, “Cennetin altındaki toprak’’ şeklinde tanımlıyor ve başka krallıkların bulunduğu düzlemden farklı bir düzlemde olduğuna, bir isme bile ihtiyacı olmadığına inanıyordu. İsrail ve Amerika gibi Tanrı tarafından belirlendiği için değil, yalnızca parlak uygarlığı dolayısıyla ‘’seçilmiş toprak’’ tı. 19. yy.ın sonuna doğru Avrupa güçlerinin ve Japonya’nın artan tehditleri karşısında Quing hanedanı yavaş yavaş ulus devlet kurallarına uygun şekilde davranmak zorunda kaldı. Başka ülkelerden üstün konumda olduğu görüşü, Avrupa üstünlüğü kayalıklarına çarparak batmış, ‘’cennetin altındaki topraklar’’ yeryüzüne inmişti. Orta krallık artık Çin adında bir ismi olan herhangi bir ülke haline gelmişti. Kültürel üstünlüğüne yürekten inanmış bir halk uzun bir şüphe, belirsizlik ve utanç krizine girmişti. 150 yıl sonra bu krizden daha yeni yeni kurtulmaya başlamıştır.

Çinliler ve Irk
Irkçılık, siyasi olarak insanların utandığı, varlığını derhal inkar ettikleri, sözünü etmekten sakındığı, fakat bütün toplumları incelerken mutlaka üstünde durulması gereken bir konudur. Bazen yüzeyde, bazen hemen altında, ama her zaman bir yerlerden ortaya çıkmayı bekler. Bu hiç de şaşırtıcı değildir zira insanlar kendilerini gruplar halinde görür; fiziksel fark çok belirgin ve güçlü bir ayırıcıdır. Bütün ırklar önyargı taşırlar, ırkçı tarzda düşünürler ve diğer ırklara karşı ırkçı davranırlar, kendileri bizzat ırkçı muamelenin acısını çekmiş olsalar bile. Ancak her bir ırkçılık başka ırkçılıklarla ortak özellikler barındırsa da halkın kendi tarih ve kültürünün şekillendirdiği, kendine has bir türdür. Irkçılık batı icadı da değildir; kökleri Çin ve Japonya’ya uzanır. Çin’de etnik azınlıklar eşit görülmek bir yana, kültürsüz, geri kalmış, Çin kültürünü örnek alması gereken insanlar olarak horlanırlar. 1949 devrimini takiben bariz ırkçılık biraz örtülse de Çin sağduyusunun temelinde hep mevcuttur, üstelik reformdan sonra hem halk arasında, hem resmi çevrelerde yeniden tırmanışa geçmiştir. Çin’in farklı ırklara karşı tutumunun en açık iki örneği, nüfusunun yarısından fazlası uygur olan Xingjiang ile tibetli olan Tibet’te görülür. Her iki ırk da gerek etnik, gerekse ırk olarak han’lardan çok farklıdır. 2008 mart’ında Lhasa ve çevre eyaletlerdeki Tibetlilerin anti-han isyanları, onlarca yıldan beri en kötüsü ve tibetlilerle hanlar arasında kaynayan gerilimin bir göstergesiydi. Tibetlilerin yüzyıllardır sahip olduğu ve sonra ellerinden alınan özerklik, 1950 deki yeni düzenlemelerde söz verildiği halde hiç gerçekleşmemiştir. Çin’in Tibet’e karşı stratejisi baskı, asimilasyon, Dalai Lhama’yı tanımama, Budist rahipleri ve ibadetleri yasaklama gibi unsurlar içerir. Ayrıca, Beijing-Lhasa arasında doğrudan demiryolu hattı döşeyerek hanlıların Lhasa’ya göç etmesini teşvik etmiş, böylece etnik dengeyi değiştirerek Tibetlilerin pozisyonunu zayıflatmayı amaçlamıştır. Bir yandan da çeşitli teşvik ve sübvansiyonlarla ekonomik büyümenin sağlanması ve yaşam standardının yükseltilmesi için çaba harcanmıştır. Hükümet, Tibet halkına bir baba gibi davrandığını, protesto ve isyanları da Dalai ekibinin organize ettiğini iddia etmektedir. Tibetlilerin en büyük öfkesi ise kültürel ve dini özgürlülüklerden yoksun olmaları ve han göçleriyle kendi topraklarında azınlık konumuna düşmeleridir. Oysa çözüm mümkündür. Dalai Lhama Tibet topraklarını genişletme iddiasından ve batılılara yönelik Çin aleyhine kampanya yürütmekten vazgeçer, Çin de Dalai Lhamanın ruhani lider olarak Lhasa’ya dönmesine, kısıtlı bir özerk yönetime ve tam bir kültürel-dini özgürlüğe izin vererek han göçünü durdurur. Batının Çin’e bakışıyla ilgili en büyük sorun Çin’in iç politikasına, özellikle de demokrasi bulunmayışına, komünist hükümetine ve askeri gücüne fazla burnunu sokmasıdır. Gerçekte ise Çin’in yükselişinin yaratabileceği en önemli tehlike askeri değil kültürel olacaktır. Başka bir deyişle Çin ile ilgili sorun demokrasi bulunmayışından ziyade kendisiyle diğer kültürler arasında farklılıklara karşı nasıl tepki vereceği olacaktır. Bir ülkenin dünyanın geri kalanına karşı tutumu öncelikle kendi kültürü ve tarihi tarafından belirlenir. Her yeni egemen ülkenin gücü kendine hastır. İngiltere ve Avrupa için bu güç denizlerde büyüme ve sömürgelerden imparatorluk kurma şeklinde, Amerika için ise hava kuvvetlerinin gücü ve küresel ekonomik hakimiyet olmuştur. Çin’in gücü de yeni ve farklı şekiller alacaktır. Çin geleneği Batıdan çok farklıdır. Çin egemenliğin unsurlarını kültür ve ırkın belirlemesi beklenmelidir. Çin’in kültürüne ve üstünlüğüne olan özgüveni Amerika ve İngiltere’den çok ötedir. Dolayısıyla Çin’in küresel bir güce yükselmesi sonucu, zaman içinde dünyanın kültürel ve ırksal düzenini kendi imajına göre temelden değiştirmesi beklenmelidir. Çin, ülkeleri ve kıtaları kendi ağı içine çektikçe bu ülke ve kıtalar muazzam güçlü bir ülkenin sadece ekonomik tedarikçisi olarak kalmayacaklar, aynı zamanda Çin hakimiyetindeki küresel hiyerarşide kültürel ve etnik açıdan aşağıda bir konumda kalacaklardır.

ÇİN’İN KENDİ ARKA BAHÇESİ
1992 de Hong-Kong Çin’e iade edildiğinde İngilizler kentin kendi dönemlerinde olduğu kadar parlak olacağından çok kuşkuluydular. Çin’in geleceğinin, Hong- Kong’a ne kadar benzeyebileceğine, başkalarından ne kadar öğrenebileceğine bağlı olduğuna inanıyorlar, tek akıllıca yolun dışarıdan içeri doğru olduğunu savunuyorlardı. Bunda bir parça doğruluk payı var gibi görünüyordu zira bölgede değişim Çin dışında başlamıştı. Gerçekte ise bu bakış açısı tamamen Çin’e tepeden bakıştı. Çin’in, batı fikirleri ve know-how’u ile doldurulması gereken boş bir fıçı olduğunu ima ediyordu. Elbette Çin’in Batı’dan öğreneceği çok şey vardı fakat gerçekleştirdiği transformasyon dışarıdan ithal edilmekten ziyade evde yetiştirilmişti. Hong-Kong da hala Hong-Kong olmakla birlikte ekonomik açıdan yeniden yaratıldı. Borsa hacmi Shanghai’ın epey altında kaldı. Hakikisi Beijing ve Shanghai’dayken oraya kim gitsin ki? Önceden hikaye tamamen Çin dışındayken şimdi bütün yollar Çin’e çıkıyor. Bölgenin gündemi Beijing’de belirleniyor.
Çin’in yükselişi en iyi Amerika, Avrupa hatta Güney Amerika veya Afrika’dan değil Doğu Asya’dan görülebilir. Yükselişinin yarattığı titreşimlerin en şiddetli ve yaygın olarak hissedildiği yer kendi arka bahçesidir. Çin’in gittikçe artan gücünü orada nasıl kullanacağı, küresel güç olarak nasıl davranacağının önemli bir göstergesi olacaktır. Bir ülkenin kendi bölgesinde dominant güç olmadan küresel güç statüsüne kavuşması çok zordur. Çin de doğu Asya’nın prömiyer gücü olma çabasındadır. Dünya nüfusunun üçte birini barındıran bölgede Çinin rakipleri, bölgenin teknolojik olarak en gelişmiş ve en fazla gelire sahip ülkesi Japonya ile askeri işbirlikleri, üsleri ve deniz kuvvetleri sayesinde Amerika’dır. Dahası Çin yine güçlü birer oyuncu olan Rusya ve Hindistan ile de sınır komşusudur. Çin’in bölgesel güç olmaya giden yolu taş ve dikenlerle örülüdür. Çin’in bölgede hızla büyüyen ekonomik etkisi siyasi ve kültürel yankılara da yol açmaktadır. Her yerde Çin’in varlığı değişik ölçülerde hissedilmektedir. Çin’in karşılıklı bağımlılığa, yeni anlaşmalar yapmaya hazır olması ve diğer ülkelerin ilgi ve ihtiyaçlarını dikkate alması ona diğer ülkeler nezdinde büyük itibar kazandırmakta, onu iyi bir komşu, yapıcı bir ortak, dikkatli bir dinleyici ve korkmadıkları bir bölgesel güç olarak görmelerini sağlamaktadır. Avustralya doğu Asya’nın değil Pasifik adalarıyla birlikte Asya-pasifik’in bir parçasıdır. Tuhaf olan bu kadar doğudaki bir ülkenin nüfusunun çoğunun beyaz olması ve batı olarak tanımlanmasıdır.
Avustralya’nın başta demir cevheri olmak üzere muazzam doğal kaynakları Çin’in doymak bilmez iştahını kabartmaktadır. Çin’in talebi sayesinde Avustralya kesintisiz 20 yıldır büyümektedir. Krize kadar, bir taraftan emtia fiyatları yükselirken bir taraftan da tüketim ürünlerinin ucuzlaması dolayısıyla Çin’in yükselişinden çifte kazançlı çıkan ender ülkelerden biridir Avustralya. Çin’in bölgesel politikalarına uymayan iki istisna vardır: Biri ülkenin en önemli “Kayıp toprakları” olan Tayvan, diğeri de vaktiyle ona sömürge muamelesi yapan en büyük düşmanı Japonya. Bölgedeki her ülkeyle uyum, taviz ve anlaşma politikaları güden Çin, Japonya ve Tayvan’a karşı aynı tutumda değildir.
1949’dan beri Tayvan Çin’in en büyük sorunu olmuştur. Çin şimdilik bu sorununun çözümünü ileriki bir tarihe atarsa Çin’in Doğu Asya’da en zor meselesi olarak Japonya kalacaktır. 1968 de başlayan Meiji restorasyonuna kadar Japonya ile Çin arasındaki ilişkiler nispeten uyumluydu. Japonya uyum zamanında Çin’in bir tributary ülkesi olarak Çin uygarlığına ve Konfüçyüs geleneklerine gereken saygıyı gösteriyor, borcunu ödüyordu. Restorasyonla yüzünü Batıya çeviren Japonya, kendi kıtasına, özellikle Çin’e ve onun genişlemeci heveslerine sırtını döndü. 1894 Çin-Japon savaşı aralarındaki çekişmenin tepe noktası oldu. Çin halkı hala bu savaşı ve onu izleyen Shimona-seki anlaşmasını Çin’in “Aşağılanma Yüzyılı” nın en kara saati olarak görür.
Japonya’nın hali hazırda Amerika ile olan askeri işbirliği ve bağımlılığı uzun dönemde sürdürülemeyebilir. Çin’in büyüyen ekonomik, siyasi ve askeri gücü bir noktada Japonları Çin’e karşı tavırlarında daha olumlu düşünmeye yöneltebilir; Amerika da Çin’le ilişkilerinin daha önemli olduğu ve Japonya ile işbirliğinin azaltılması, rafa kalkması veya terk edilmesi gerektiği konularında ikna edilebilir. Fakat böyle bir sonuca ulaşma ihtimali gerçekleşse bile bu yakın zamanda olacak iş değildir. En olmayacak senaryo ise Japonya’nın tek başına Çin’e sahip olarak süper güç statüsüne kavuşmasıdır zira bunu başaramayacak kadar küçük, izole ve doğal kaynaklardan yoksundur.

File Gelince
Odadaki, daha doğrusu bölgedeki fil Amerika’dır. Doğu Asya’ya dahil olmamakla birlikte Japonya ile askeri işbirliğiyle, Güney Kore’deki üsleriyle, yıllardır Tayvan’a verdiği destekle, Kore ve Vietnam savaşlarıyla 1950 den bu yana bölgede dominant güç olmuştur. Ancak durum hızla değişmektedir. 11 eylül olayı, Çin’in dış politikasındaki değişim ve ekonomik gücü Çin’in bölgedeki gücünü arttırırken, her şeyi bırakıp kafasını Orta Doğu’ya gömen Amerika Bush döneminde bölgeden iyice uzaklaşmış olup yalnızca deniz kuvvetleri olarak bölgedeki dominant gücünü sürdürmektedir.
Bu deniz gücü Çin’in bölgesel gücünü zaptı rapt altına almakla birlikte Amerika’nın artan zayıflığının da belirtisidir aynı zamanda. Ekonomik, siyasi, kültürel, birçok açıdan, bölgenin bütünüyle Çin hegemonyasına girmesi uzak değildir.

YÜKSELEN BİR KÜRESEL GÜÇ OLARAK ÇİN
Çin’de 192 tane hipermarketi bulunan Carrefour’un sürgünde Dalai Lhama’yı finanse ettiği duyulunca Çin halkı derhal mağazaların önünde toplanıp yoğun protestolara girişti. Devlet Çin pazarını Fransız şirketlerine kapatmakla tehdit etti. Başkan Sarkozy alelacele özür diledi. Londra Metropolitan üniversitesi Dalai Lhama’ya fahri doktora verince Çin 434 öğrencisini geri çekmekle tehdit etti. Anında rektör özür diledi. Bunun gibi birbirinden farklı çok sayıda örnek, yabancı liderlerin Çin’in hassasiyetleri karşısında boyun eğmeye ne kadar hazır olduklarını göstermekte, Çin halkının görüşlerinin, endişelerinin ve tutumlarının küresel sahnede artan etkisini vurgulamaktadır.
Gelecekteki şekli henüz pek net olmayan yeni bir dünya düzeni ortaya çıkmaktadır. Çin 20 yıl içinde Doğu Asya’nın de facto merkezi, her ülke için önemli bir pazar, yeni ekonomik düzenlemelerin kilit noktası, bütün ülkelerin dikkate almak zorunda olduğu bir ülke haline gelmiştir. Şimdiye kadar Çin’in yükselişinin getirdiği değişiklikler küresel suları dalgalandırmamış olmakla birlikte değişimin hızı ve büyüklüğü derin bir istikrarsızlık dönemine girdiğimize işaret etmektedir. Oysa soğuk savaş nispeten öngörülebilir ve olağanüstü istikrarlı bir dönemdi.
Çin’in ekonomik yükselişi 10 yıl sonra nasıl hissedilecek ve algılanacak? 20 yıl sonra Amerika’nın arkasından ikinci olduğunda ve Doğu Asya’yı tümüyle egemenliği altına aldığında nasıl davranacak? Yerleşik uluslar arası sistemin kurallarına uygun şekilde hareket etmeyi sürdürecek mi? Yoksa yepyeni bir sistemin mimarı ve öncüsü mü olacak? Dünya nüfusunun beşte birini oluşturan vatandaşları Batı yaşam standartlarına ulaşmaya çalışırken çevre ve iklim felaketlerine yol açacak mı? Bu soruların cevabını ne Çin biliyor ne de dünya’nın geri kalanı. Zaten diğer ülkelerin Çin’e davranışı, Çin’in nasıl tepki vereceğini de belirleyen faktör olacaktır. Uluslar arası ilişkiler uzmanları, kendilerini yeni kavuştukları uluslar arası sistem içinde muhafaza edemeyip, artan hırslarıyla savaşa yol açan ülkelere örnek olarak 20. Yüzyıl başlarındaki Almanya ve Japonya’yı göstermeye bayılırlar. Çin’in yükselişi illaki savaşa yol açmayacaktır – insanlık adına öyle olmasını dileyelim – ama öyle bir durum ortaya çıkarsa bunun yol açacağı felaket Almanya ve Japonya’nınki ile karşılaştırılamayacak kadar büyük olacaktır.
21.yy ın başlangıcı Çin’in dünya zihnine düştüğü andır. O zamana kadar insanların pek tanımadığı, uzaktaki bir ülkenin bir hikayesiydi. Şimdi, bir avuç yıl içinde etkisi gerçek ve elle tutulur hale gelmiş, tüm dünyanın beynine kazınmıştır. Bu Çin farkındalığının iki ana saikı vardır: birincisi Çin ”Dünyanın atölyesi” konumuna gelince “Made in China” malları tüm pazarlara sel gibi akmış, neredeyse bir gecede tüketici fiyatlarını alaşağı etmiştir. İkincisi de Çin’in kaydettiği çift haneli büyüme dünyanın emtia ihtiyacını adam akıllı körüklemiş, başta petrol olmak üzere pek çok emtianın fiyatını zirveye taşımıştır. Böylece Çin’in yükselişinin olumsuz sonuçlarının da olduğu görülmüştür.
2001 de Çin resmen “ Küresel hareket” stratejisini başlatmıştı. Bunun amacı, emtia üreticisi ülkelerle daha yakın ilişkiler kurmak ve böylece ülkenin büyümek için acilen ihtiyaç duyduğu hammaddelerin teminini güvenceye almaktı. Bu politika ciddi etki yarattı. 10 yıldan kısa süre içinde Çin Güney Amerika ve Afrika’daki, daha az ölçüde de Orta Doğudaki birçok ülkeyle sıkı ilişkiler kurdu. Batı hemen Çin’in kendisi ile olan ilişkisini mercek altına aldı. Fakat gerçekte Çin için gelişen ülkelerle bağları sıkılaştırmak, yeni bir küresel güç olarak ortaya çıkmasında daha büyük önem taşıyordu. 2000 ile 2005 arasında Çin’in yurtdışı yatırımları beş kat artarak 12 milyar dolara ulaştı. Bunun da bir numaralı destinasyonu Afrika oldu.
Afrika’nın Çin için çekiciliğe aşikardır. 2003’te ülke dünya tüketiminin petrolde %7 sini, çelik ürünlerinde % 27 ‘sini, Demir cevherinde % 30 unu, kömürde % 31 ini ve çimentoda % 40’ını tek başına Çin gerçekleştirmiştir. Çin’in doğal kaynakları ne kadar kıtsa Afrika’nın da o kadar fazladır. Üstelik devamlı Amerika’nın baskısı altında olan Orta Doğunun aksine, Afrika nispeten gözden uzaktadır.
Çin’in Afrika üzerinde şimdiye kadarki etkisi genelde olumlu olmuştur. Emtia ihracatçısı ülkeler için hem talebi hem de fiyatları yukarı çekmiştir. Ancak hammadde kaynaklarından yoksun ülkelerin mamul ürünlerine rakip olmuştur. Batılı uluslar ile Çin’in, Afrika ve genel olarak gelişen ülkelere yaklaşımındaki tezat, Afrikalılar arasında kalkınmada acaba Çin modelini mi uygulayalım sorusunun tartışılmasına rol açmıştır. Bu modelin özellikleri alt yapıda ve destek hizmetlerinde devletin önderlik ettiği büyük ölçekli yatırımlar ve dış yardımın da Batının yaptığı gibi minerallerin çıkarılmasına ve yardımı yapan ülkenin kendi ekonomik çıkarlarına bağlı olmaması yanında demokrasiyi askıya alan güçlü bir hükümettir ki bu sonuncusu otoriter Afrika hükümetlerine pek cazip gelmektedir. Çin’in dev adımlarla büyümesi ve yoksulluğun büyük ölçüde azaltılmış olması, bütün gelişen ülkeleri Çin’den alınacak çok ders olduğuna inandırmaktadır. Çin modeli, Washington Konsensüsü’nün aksine şok terapiyi ve Big Bang’i reddederek mevcut kurumların iyileştirilmesini temel alan kademeli bir süreci yeğler. Güçlü hükümet, reform sürecinde önderlik eder ve yönetir. Seçici bir öğrenme ve kültürel etkilenmeyi içerir. Neo – Liberal Amerikan modeli dahil yabancı fikirleri alıp kendininkileriyle harmanlar ve nihayet öncelikleri sıraya koyar. Örneğin siyasiden önce ekonomik reformlardan yola çıkması, kalkınmayı iç eyaletlerden önce kıyı eyaletlerinden başlatması gibi. Görüldüğü üzere Çin modeli tıpkı diğer Asya kaplanları gibi daha az ideolojik, daha fazla pragmatiktir.
Çin’in Afrika’daki misyonu çok büyük önem taşımaktadır. Hızla artan etkisi zaman içinde muhtemelen kıtada dominant oyuncu olacağına ve Çin’in daha geniş küresel niyetleri olduğuna işaret etmektedir. Neticede hiçbir ülkeyi sömürgesi altına almamış olan, tersine kendi de sömürge tecrübesi yaşayan Çin, gelişen bir ülke statüsüyle Afrika ulusları arasında Batı’dan çok daha fazla yakınlık gösterilmesinin ve meşru görülmesinin keyfini sürmektedir. Afrika ülkeleri arasında yapılan bir anket, çoğunun Çin’e karşı tutumlarının Amerika’ya karşı olandan daha olumlu olduğunu göstermiştir.

Orta Doğu ve İran
Bilinen dünya petrol rezervlerinin neredeyse üçte ikisi Basra körfezi çevresinde yoğunlaşmıştır. Bunun çeyreği şimdi Arabistan kontrolünde olup çeyreği de Irak ve Kuveyt tarafından paylaşılmaktadır. Bu üç ülke bilinen dünya rezervlerinin yarısından fazlasına sahiptir. Bölgenin bir diğer büyük üreticisi olan İran’ın payı onda birdir.
Çin 1993’te petrol ürünlerinin, 1996’da ham petrolün net ithalatçısı olmuştur. Bu yüzden Orta Doğuda yakın ilişkiler kurmak istemesi doğaldır. Ancak bu bölge tam anlamıyla Amerika’nın etki alanında olduğundan Çin çok dikkatli davranmakta, hiçbir şekilde Amerika’yı kızdırmak istememektedir. Dolayısıyla Afrika Çin dış politikasında birinci, Ortadoğu ikinci derecede önceliklidir. Çin’in Orta Doğu stratejisinin merkezinde, uzun süredir yakın ilişkide olduğu Iran vardır. İki ülkenin pek çok ortak noktası vardır. Her ikisi de tarihte büyük başarılar kaydetmiş çok eski uygarlıklar olarak bölgelerindeki diğer devletlere tepeden bakarlar. Batının elinden ikisi de çok çektığı için ikisi de nefret eder, Batı hegemonyasından kurtulmuş bir dünyada çok daha fazla gelişeceklerine inanırlar. Ancak ilişkilerini yine de tutumlar değil, çıkarlar yönlendirir. Çin’in İran’da ilişkisinin ucu açıktır. Bir taraftan Amerika ile ilişkisini bozmak istemeyecek, öte taraftan da İran’ın körfez bölgesinde dominant rol oynamasını destekleyecektir.

Rusya
20 yıl süren düşmanlıktan sonra Çin’in 1980’lerde Sovyetler Birliği ile ilişkileri düzelmeye yüz tutmuştur. Sovyetler Birliğinin çöküşüyle de 1990’larda tamamen düzelmiştir. Rusya önceki gelirinin yarısına, nüfusunun yarısından azına düşerek eski Sovyetlerin soluk bir gölgesi haline gelmiştir. Bu arada reform programını başlatan Çin üst üste çift haneli büyümeyi sürdürmüş, böylece iki ülke arasındaki güçler dengesi tamamen kayarak Çin’in ezeli rakibinden çok daha öne geçmesini sağlamıştır. İki ülke yüzyıllardır süre gelen sınır anlaşmazlığını geride bırakarak 43.000 km’ye ulaşan dünyanın en uzun kara sınırına kavuşmuşlarıdır. Sınır da tamamen askeri bölge olmaktan çıkıp ticaret ve değiş-tokuş merkezi olmuştur. Hindistan Ve Güney Asya
Çin ile Hindistan’ın bir çok ortak noktası vardır. İkisi de çok büyük nüfusa sahip demografik süper güçler olarak bütün çabalarıyla ekonomik dönüşüm sürecine girmiş kıtasal devlerdir. Birlikte, bir yandan dünya’nın çehresini değiştirip şirazesini Asya’ya doğru eğerken, öte yandan da küçük ve orta boy Avrupa devletlerine hiç benzemeyen, alan ve nüfus olarak anıtsal boyutlarda yepyeni bir tür ulus-devlet oluşturma çabasındadırlar. Bu benzerliklere rağmen aynı zamanda aralarında büyük farklar vardır. Çin dünyanın kesintisiz en uzun tarihine sahip ülkesiyken Hindistan devlet statüsüne nispeten yeni kavuşmuştur. Çin uygarlığı devletle ilişkiler açısından tanımlanırken Hindistan tam bir Kast(sınıf) toplumudur. Hindistan dünyanın en büyük demokrasisi iken Çin demokrasi kavramına henüz yabancıdır. Çin’in güçlü bir kimlik ve homojenlik duygusu varken Hindistan çok çeşitli ırkları benimseyip barındıran bir çoğulculuk ile kutsanmıştır. Kültürel farklar iki devletin arasına anlayış ve empatiden yoksun bir mesafe koymuştur. Çin Hindistan’ın Güney Asya’daki dominant konumunu baltalamak için Hindistan’la araları bozuk olan Pakistan, Nepal, Bangladeş ve Myanmar’ı dost edinmiştir. Bunlardan en önemlisi olan Pakistan, Çin sayesinde nükleer silahlara kavuşmuştur. Çin’in kurnaz diplomasisi Hindistan’ın Güney Asya’da hakimiyet kumasını engellemektedir.

Avrupa
Çin’in Avrupa ile ilişkisi Amerika ile olandan çok farklıdır. Çin’in Amerika ile ilişkileri neredeyse sürekli tartışma konusuyken şimdiye kadar Avrupa ile pek dikkati çekmeyen, iniş çıkışsız ve sorunsuz olmuştur. Geçmişte yaşananları düşünürseniz bu durumu şaşmamak mümkün değildir. Avrupa’nın Çin’in yükselişine yaklaşımı genelde alt perdeden, parçalı ve anlaşılmaz olmuştur. Bunun sebebi, Avrupa Birliğinin, Çin gibi ülkelerle ilişkilerde tek söz sahibi olacak gücü ve yetkisi olmamasıdır. Dolayısıyla Avrupa ya kısık sesle, ya da hep bir ağızdan konuşur. A.B stratejik veya net bir şekilde düşünme ve davranma kapasitesine sahip üniter bir devlet değil, farklı çıkarları temsil eden bir alaşımdır.
Avrupa’nın Çin’le ekonomik ilişkileri son on yılda büyük ilerleme kaydetmiştir: ucuz Çin malları sel gibi kapılardan girerken, başta Almanya’dan olmak üzere, çeşitli ileri teknoloji ürünleri Çin pazarına sevk edilmiştir. Yine de, son kredi krizi ve depresyon birçok Avrupa ülkesinde endişe fitilini ateşlemiştir. Sonuçta Çin’le ekonomik gerilim artmış, Çin’den ithal edilen ürünlere anti-damping ve anti –sübvansiyon vergileri konma olasılığı belirmiştir. Endişeyi körükleyen başka bir faktör de Avrupa’nın kilit sanayilerine Çin şirketlerinin yatırım yapması korkusudur. Uzun vadede Çin Teknoloji basamaklarında yükseldikçe ve Avrupa markalarıyla kıran kırana rekabet edecek markalar geliştirdikçe mağdurların sayısı ciddi ölçüde artıp Çin’in “haksız” rekabetine karşı koruma önlemleri konmasına yol açabilir. Ancak bunun gündeme gelmesi için henüz erkendir.

Yükselen Süper Güç, Alçalan Süper Güç
1972 Mao – Nixon karşılaşmasından ve 1979 da ful diplomatik ilişkiler kurulmasından bu yana Çin ile Amerika arasındaki ilişkiler sürekli ve istikrarlı yürümüştür. Deng’in dış dünya ile sorunsuz ve barışçı bir ortam yaratıp, bu sayede “çabaları ve kaynakları ekonomik kalkınma üzerinde yoğunlaştırma stratejisi” çerçevesinde Çin’in dış politikasında Amerika en baş köşeyi kaplamaktadır.
Başlangıçta Çin’in Amerika’ya duyduğu ihtiyaç, Amerika’nın Çin’e duyduğundan çok daha fazlaydı. Amerika dünyanın en büyük pazarına sahipti. Kendi tasarlayıp işletmesini üstlendiği uluslar arası sitemin kapı bekçisiydi. Çin’in bu sisteme dahil olup olmaması iki dudağının arasındaydı. Oysa Amerika Çin’i, çok sayıdaki uluslar arası ilişkilerinden yalnızca biri olarak görmekteydi. Ucuz Çin mallarının ve Çin’in Amerikan hazine bonolarını satın almasından doğan kredi bolluğunun tadını çıkarıyordu.
Ancak Çin yüzyılın başında kanatlarını açıp ekonomisi hızla büyümeye, iki ülke arasında ticaret açığı büyümeye, Çin’in elindeki hazine bonoları durmadan artmaya, yurt dışı yatırımları çoğalmaya, Afrika, G. Amerika ve Orta Asya’da etkisini arttırıp hammadde kaynaklarına rahatça ulaşmaya, Doğu Asya’da egemenlik kurmaya başlayınca Çin’in aynı köşede kalmayacağı anlaşıldı. Zira Amerika hangi kıtaya, hangi ülkeye baksa, karşısında Çin çıkarlarını ve yatırımlarını görüyordu.
Bu arada Bush hükümeti daha önceki, konsensüse dayalı çok taraflı dış politikayı terk etmiş, önleyici saldırıyı benimseyen tek taraflı politika gütmeye başlamıştı. Evrensellikten, ittifaklara önem vermeyen ulusallığa dönülmüştü. Ulusal egemenliğe saygının yerini, rejimi değiştirmek için müdahale edilebilir tezi almıştı. Yeni ve saldırgan bir Amerika doğmuştu. Irak’ın işgaline bir kaçı hariç bütün diğer devletler ve kendi halkının çoğunluğu karşı çıktığı halde yürümüş, işgal başarısız bir biçimde uzadıkça da sevilirliği hiç görülmemiş derecede dibe batmıştır. Tam o sıralarda Çin’in sahneye çıkma vakti gelmiş dünya sürdürdüğü tranformasyonun anlamına ve etkilerinin farkına varmıştır. 2007’e kredi krizi başlayıp da Amerikan finans sektörü dizleri üzerine çökünce Amerika tam bir geri dönüş yaparak finans sektörüne kurtarıcı para aktardı ve böylece de 1970 ten beri Amerikan kapitalizminin özü olan Neo- liberal rejimin ölümünü ilan etmiş oldu. Birkaç hafta içinde Anglo-Amerikan modeli çökmüş, beraberinde Batılı ekonomileri de ciddi durgunluğa sürüklemişti. Amerika’nın Çin kredisine güvenerek kendi imkânlarının çok ötesinde yaşaması, Amerikan zenginliğinin zaafını göstermiş ve ağırlık merkezini Amerika’dan Çin’e kaydırmıştı.

Büyüyen Sürtüşme
Amerika’nın Çin’e karşı tutumunu şekillendirmesinde iki ülke arasında sürtüşme olasılığını arttıran çok sayıda mesele vardır. İlki, Amerika’nın küreselleşmeye yönelik tutumudur. 1990 larda küreselleşme Amerika’da ve tüm dünyada kazan-kazan durumu olarak gözüküyordu. Gerçekte ise Amerika’nın tasarlayıp dünyaya ihraç ettiği, sonra da oturduğu yerden meyvelerini topladığı bir süreçti. Şimdi gittikçe Amerika’yı tehdit eden bir boomerang olarak algılanmaktadır. Önceleri Amerika’nın yararlandığı bir sistemken şimdi Çin ve Doğu Asya’ya yaradığı düşünülmektedir. Küreselleşme sayesinde Çin kendisini Amerika’nın ezici rakibi haline dönüştürmeyi başarmıştır. Dev dış ticaret fazlasıyla Amerikan bonolarının çoğunu zapt etmiş, Amerikan imalat sanayinin kilit sektörlerini neredeyse öldürmüş, işsizliğin artmasına yol açmıştır.
Uzun dönemde Çin teknoloji basamaklarını tırmandıkça yalnızca ucuz ürünlerde değil, katma değeri yüksek ürünlerde de rekabet artacağından Amerika’da ve Avrupa’da kaybedenlerin de sayısı artacaktır. Böyle bir durumda serbest ticareti öngören küreselleşme askıya alınıp, başta Çin mallarına olmak üzere, korumacılık önlemleri gündeme gelebilir. Son kriz bu yönde bir işarettir. Doha görüşmelerinin sekteye uğraması da bu senaryonun olasılığının bir göstergesidir.
Dünya’nın en önemli ekonomik bölgesi olarak güç dengesi de değişmiş, Doğu Asya şu anda ekonomide hem K. Amerika’yı, hem de Avrupa’yı geçmiştir.
Doğu Asya’da Amerika’nın etkisinin azalması, küresel konumunu da etkileyerek bir yandan Çin’in cüretini arttırırken öte yandan da başka uluslara sinyal olabilir. Amerika bütün dikkatini Orta Doğu’ya yönelttiğinden Doğu Asya’yı ihmal etmekte, ne olup bittiğinin farkına varamamaktadır.
Bu arada Çin soğuk savaştan farklı bir biçimde, usul usul Amerika’ya alternatif bir model olarak ortaya çıkmaya başlamıştır. 2003 ten bu yana Amerika’nın kaba kuvvete ağırlık vermesi onu dünya çapında gözden düşürmüş, yarattığı vakumu çok taraflılığı ve barışçı yükselişi vurgulayan Çin ufaktan ufaktan doldurmaya başlamıştır.
Çin’in hedefi esasta gelişmiş değil, gelişen ülkelerdir; ön koşulsuz insani ve altyapı yardımları, her ülkenin bağımsızlığına saygısı, güçlü devlete vurgusu, süpergüç hegemonyasına karşı çıkması ve herkes için adil oyun alanını desteklemesi, gelişen ülkelerde güçlü bir yanıt bulmaktadır. Amerika’nın yumuşak gücünün hedefi, ulus devletlerin içinde demokrasi bulunmasıdır. Aksine Çin, ulus-devletler arasında demokrasiyi savunur. Çin ayrıca örnek teşkil edip kendi büyüme deneyimini gelişen ülkelere aktarabilir. Amerika güdümündeki uluslar arası sistemin gümbür gümbür çökmesi, Amerika’nın gücünü ve prestijini adamakıllı azaltmıştır.
Çin’in Doğu Asya’da gücü artıp, orada ve diğer bölgelerde yeni sorumluluklar üstlendikçe askeri gücünün de buna paralel artması beklenebilir. Ancak bunun ne boyutta ve ne şekilde olacağını şimdiden söylemek zordur. Korkulan odur ki, bir noktada Çin ve Amerika toplu soğuk savaş dönemine benzer şekilde korku iklimi yaratan bir silahlanma yarışına girsinler.
Bu dört mesele – Amerikanın küreselleşmeye karşı tutumu, Doğu Asya’ da güç dengesinin kayması, Çin’in Amerika’ya alternatif bir model olarak ortaya çıkması ve askeri gücün ne olacağı – çok uzak bir gelecekte değil ufak ufak belirti veren bir konumdadır. Çin’in gücü ve hırsları artıkça Amerika ile arasındaki fark ve anlaşmazlık noktaları da artacaktır. Çin’de zaman öyle hızlı akmaktadır ki ticaretten diğer ülkelerle ilişkilere kadar pek çok konuda yakın zamanda çatışma çıkabilir. Çin’de komünist partinin iktidarda olması ve kültürel açıdan hiçbir benzerlik bulunmaması da karşılıklı yanlış anlama ve öfkelere yol açabilir.
Uzun dönemde bütün bu meseleleri gölgede bırakabilecek mesele, iklim değişikliği tehlikesi ve dünyanın karbon salınımını kısıtlamak için ciddi önlemler alınması gerektiğidir. Bush döneminde Amerika tek taraflı tavır takınarak Kyoto protokolünü imzalamayı ve herkesin kabul ettiği bilimsel görüşleri kabul etmeyi reddetmiştir. Çin gelişen bir ülke olduğu için Kyoto protokolünü imzalamak zorunda değildi. Fakat artık dünyanın en fazla sera gazlarını üreten bu ülkesinin dahil edilmemesi, gezegenimiz açısından desteklenebilir bir olgu değildir. Herhangi bir yeni iklim anlaşmasına Amerika, Çin ve Hindistan katılmadıkça o anlaşmanın hükmü, anlamı ve yararı olmayacaktır.
Amerika ile Çin’in arası ciddi biçimde bozulduğu takdirde Çin’in mevcut uluslar arası ekonomik sistemden dışlanması bir seçenek olmayacaktır. Çin küresel üretim sistemine öyle derin entegre olmuştur ki bu süreci geri döndürmek imkansızdır.
Son olarak eğer Amerika Çin’e karşı daha hazımsız davranır da silahlanma yarışına girerse bundan Çin’den ziyade Amerika zarar görür. Tıpkı Irak’ın işgalinden sonra olduğu gibi, Amerika’nın küresel konumu ve prestiji yerlerde sürünür.

Uluslar Arası Sistemin Geleceği
Dünyanın önde gelen süper gücünün kilit özelliği, herkesin isteyerek veya zorunlu olarak katılacağı uluslar arası bir ekonomik sistemi yaratma ve örgütleme becerisidir. İngiltere’nin kurduğu uluslar arası altın standart sistemi 1914 öncesinde, bir tür veya şekilde, dünyanın büyük bir bölümünü kapsıyordu. İki savaş arasında İngiltere inişe geçince yerini döviz bölgelerine, korumalı piyasalara ve menfaat alanlarına dayalı balkanlaşmış bir sistem aldı. 1945 ten sonra Amerika dünyanın önde gelen süpergücü olunca Bretton Woods’da kararlaştırılan ve daha sonra geliştirilen yeni sistem bir Amerikan kreasyonuydu. Bunu mümkün kılan da, savaş sonrasında Amerikan ekonomisinin dünya gelirinin üçte birinden fazlasını tek başına üretir olmasıydı. Bu sistem, Çin DTÖ’ne üye olduktan ve Sovyetler Birliğinin çöküşünü takiben blok ülkeleri sisteme katılmak için sıraya girdikten sonra ancak gerçek anlamda küresel oldu.
Amerika’nın küresel gücüne en büyük tehdidi Çin’in sisteme karşı tavrı oluşturacaktır. Şu anda ayrılmaz bir parçasıdır. Fakat her zaman koşulsuz destekleyeceği anlamına gelmez.
Mevcut küresel krizin ana sebebi Çin yükselirken Amerika’nın inişe geçmesidir. Amerikan tüketimindeki patlamayı, Çin’in aralıksız Amerikan hazine bonosu alarak para pompalaması besliyordu. Amerika hala da bu zayıf halinde Çin’in bono alımlarını sürdürmesine muhtaçtır. Aslında Çin açısından elde edilen gelirin ne kadar az olduğuna bakınca bunun pek bir mantığı yoktur: yoksul bir ülkenin kaynakları daha verimli kullanılabilir. Bu husus şimdi Çin’de açık açık tartışılmaktadır. Fakat Çin tam bir çıkmazdadır. Eğer elindeki bonoları satışa çıkarırsa, hatta yenisini almayı durdurursa doların değeri ve ona bağlı olarak kendi varlıkları dibe vuracaktır. Böylece, Amerika ile Çin’in arasındaki mevcut ilişkide Faust’vari bir pakt bulunmaktadır ki bu uzun vadede ne ekonomik, ne de siyasi olarak sürdürülebilir bir durumdur. Amerika’nın küresel finans merkezi ve doların ana rezerv dövizi olma konumu, Çin yaşam destek sistemine bağlıdır. Mevcut finansal krizin temelinde Amerika’nın uluslar arası finans sisteminin omurgası olmayı sürdürememesi yatmaktadır; öte yandan Çin de bu rolü üstlenmeye ne hazır, ne de isteklidir. Bu yüzden kriz çok ağır ve uzun süreli olmuştur. Küresel çözüm aranırken karma karışık, birbirine dolanmış meselelerin dikkate alınması gerekir.
Mevcut sistem öncelikle Amerika’nın menfaatlerini korumak ve kollamak üzere tasarlanmıştır. Çin’in ve onun yanında Hindistan gibi diğer “dışarıdaki” ülkelerin gücü arttıkça Amerika, sistemi bu ülkelerin taleplerini ve emellerini karşılayacak şekilde uyarlamak zorunda kalacaktır. IMF’de ve G-8’de reformun ne kadar yavaş ilerlediğine bakılırsa Amerika ve Avrupa’nın isteksizliği görülebilir, zira ne olursa olsun kendi çıkarlarını ve değerlerini korumak istemektedirler. Bu yüzden yeni bir sisteme geçiş olsa bile bu çok sancılı olacaktır. Tıpkı savaş arası dönemde İngiliz egemenliği yerini sterlin, frank ve dolar rekabetine terk ettiği gibi Amerikan egemenliğinin yerini de rakip etki bölgeleri alabilir. Güçler dengesi belirgin biçimde Çin lehine kaydığı takdirde Amerikan ve Çin etki alanlarında bölünme söz konusu olabilir. Böyle bir durumda muhtemelen Doğu Asya ve Afrika Çin tarafında, Avrupa ve Ortadoğu Amerikan tarafında kalacaktır. Ancak dünya bu kadar birbirine entegre olmuşken böyle bir ayrışma istikrarlı olamaz.

ÇİN DÜNYAYI YÖNETİNCE
Dünya yirmi hatta elli yıl içinde neye benzeyebilir diye biraz fikir yürütmek istiyorum. Geleceği elbette kimse bilemez; böyle bir yaklaşım tabi ki spekülatif, hatalı çıkabilecek varsayımlara dayalı olacaktır. En önemli varsayım da Çin’in yükselişinin raydan çıkmayacağıdır. Çin’in ekonomik büyümesi kuşkusuz 20 yıl, hatta 10 yıl içinde yavaşlayacak. Daha uzun bir sürede siyasi çerçevesi de değişebilir, komünist iktidarın sonu gelebilir veya karakteri ciddi bir metamorfozdan geçer. Ancak bu olasılıkların hiç biri, Çin’in büyümesi yavaşlayarak bile olsa devam ettiği takdirde eninde sonunda önce iki süper güçten biri, sonra da tek süper güç olacağı iddiasını çürütmeye yetmez. Onu yıkacak şey, Çin tarihini kesintilere uğratan bir istikrarsızlık dolayısıyla çöküşü olacaktır. Şu anda bu pek olası görünmüyor ancak 2000 yıllık ömrünün yarısının Çin üniterliğinin bozuk olduğu dönemlerde geçtiği dikkate alınırsa bu ihtimal de göz ardı edilemez.
Senaryomuz, Çin’in büyümesinin devam ederek yüzyılın ikinci yarısında, belki de daha önce, dünyanın önde gelen gücü olması üzerine dayalıdır. Bu konuda neredeyse küresel mutabakat vardır. Çin küresel güç haline geldikçe artan kuvveti ne şekillere bürünecek? Başka bir deyişle, küresel egemenlik kurmuş bir Çin neye benzeyecek? Bu senaryoda kuvvetini nasıl gösterecek, nasıl davranacak? 1945 ten bu yana süper güç olan Amerikan deneyimi bir model teşkil etmese de referans noktası olarak işe yarayabilir. Peki, Amerika’nın başlıca özellikleri neler, bir bakalm:
– Dünyanın en büyük, en innovatif, tekolojik açıdan en ileri ekonomisi,
– Kişi başı en yüksek gelir,
– En kuvvetli askeri güç: hava ve deniz kuvvetleri sayesinde dünyanın her bölgesinde etkin,
– Küresel gücü dolayısıyla aşağı yukarı her ülkenin hesaplarında ve tutumunda kilit faktör, bu yüzden bütün ülkelerin bağımsızlığı değişen oranlarda sınırlı,
– Uluslar arası ekonomik sistemi büyük ölçüde tasarlayan, şekillendiren ve kurallarını halen belirleyen,
– Dünyanın en iyi üniversitelerine sahip olduğundan uluslar arası en büyük yetenekleri cezbedebilme
– Gücü ve cazibesi dolayısıyla İngilizce küresel lingua franca,
– Hollywood ve bir ölçüye kadar televizon sektörü dünya film piyasasına hakim,
– Coca Cola, Microsoft, Mc Donalds gibi markaları diğer ulusların markalarını bastırıyor,
– New York dünyanın de facto başkenti,
– Halloween, sevgililer günü gibi adetleri tüm dünyaya yayılıyor,
– Fikir ve değerleri tüm dünyada yankı yapıyor.
Tıpkı Amerika’nın olduğu gibi Çin’in de küresel egemenliği ülkenin hem tarihi, hem çağdaş, kendine özgü özelliklerini yansıtacaktır. Örneğin Avrupa’nın üstün olduğu dönemde siyasi hükümranlığın karakteristik biçimi sömürgecilik, bunun da kaynağı deniz kuvvetleriydi. Fakat çeşitli nedenlerle, 1945 ten sonra sömürgecilik sürdürülemez oldu. Aksine, Amerikan dönemi ise dünyanın her yerinde askeri üsler, devasa boyutta askeri üstünlük, gayri resmi bir imparatorluk, uluslar arası finans sistemine hakimiyet ve küresel medya ile öne çıkıyordu. Dolayısıyla müstakbel Çin egemenliğinin bir noktadan sonra yepyeni şekiller alması beklenemez.
Çin tarihinin olağanüstü uzunluğu bir yana, en önemli özelliği Roma imparatorluğunun çöküşünden sonra toprakları paramparça olup oradan yeni devletler doğarken Çin’in tam aksi yönde ilerleyip birliği sağlamasıdır. Bu birliktir ki ona uygarlığının sürekliliğini ve ülkenin topraklarının büyümesine imkân vermiştir. Başka bir özelliği de sayısız icadın oradan doğup dünyaya yayılmasıdır. Bu da Batı’nın en fazla buluş yapan uygarlık olduğu efsanesini yerle bir eder.

Beijing:Yeni Küresel Başkent
New York dünyanın de facto başkentidir. Hiçbir şey bunu, 11 eylül’e karşı ortaya çıkan küresel reaksiyon kadar açık gösteremez. Aynı kader Kuala Lumpur’daki zarif ikiz kulelerin başına gelseydi, bırakın ayları, 12 saatliğine dünya basınındaki manşetlerde yer alması bir şans olurdu. New York’un bu statüyü kazanması dünyanın finans başkenti, Wall Street’in mekanı ve her yerden gelen insanları eriten bir pota olması sayesindedir. Ancak bu hep böyle değildi. Dünyanın merkezi (tabi o zamanlar için bu sıfat kullanılabilirse) Roma, Floransa, Londra şeklinde değişmişti. Tekrar ileriye bakarsak, Beijing’in 50 yıl içinde de Facto başkent olması çok muhtemeldir. Çin’in egemenliğinin en az dört temel jeopolitik kayma yaratacağını söyleyebiliriz. Birincisi, Beijing dünya başkenti olarak ortaya çıkacak, ikincisi Çin Dünyanın bir numaralı gücü olacak, üçüncüsü Doğu Asya dünyanın en önemli bölgesi haline gelecek ve dördüncüsü de Asya dünyanın en önemli kıtası(Hindistan’ın katkısıyla) haline gelecek. Bu çoklu değişim dünya ekseninde de kayma yaratacaktır. Dünya önce Avrupa’ya, sonra Amerika’ya doğru bakmaya alışmıştı fakat bu durum sona ermek üzeredir. Bir zamanlardaki dünya hakimiyetinin mirası olarak Londra saat dilimlerinde hala sıfırı temsil ediyor olabilir fakat küresel toplum saat ayarını gittikçe daha fazla Beyijing saatine bakarak yapacaktır.
Dünya, Avrupa hakimiyetinin mirası olan ulus-devlet kavramını esas kabul etmektedir. Henüz ulus-devlet olamamış uluslar bile olma çabasındadır. Uluslar arası sistemin ana birimi olarak evrensel kabul görür. Devrimden beri Çin dahi kendini ulus-devlet olarak tanıtmaktadır. Bu kısmen doğru olsa da Çin esas olarak bir uygarlık devletidir.
Fakat ya Çin Batı ile ilişkisinin tek yönlü olmasını, yani en doğru sistemin Batı usulü ulus-devlet olduğunu kabul etmekten vazgeçer de kendine, tarihine, kültürüne sarılıp şimdi de ona göre davranmaya kalkarsa? Bu durumda uluslar arası sistem de daha çeşitli olacak, birbiriyle rakip kavramlara, farklı tarihlere ve boyutlara yer verecektir.
Soğuk savaş bitip de Çin’in yükselişi başladıktan sonra Batı Dünyası bölgede devletlerarası ilişkilerde istikrarsızlık, gerilim, hatta savaş ihtimalinin artacağını veya Çin’in diğerlerini ikna edip Batı’ya cephe alacağını düşünüyordu. Bunların hiç biri gerçekleşmedi. Aksine bu ülkeler Çin’e daha da sokuldu. Tributary sistemin (bir bölgede bir devletin üstünlüğünü diğer devletlerin kabul ederek ona hamilik parası ödemesi) temel özelliği kendisi ile yörüngesindeki öteki uluslar arasında mevcut uçurumdu. Sistemi bu kadar uzun süre istikrarlı kılan bu uçurumdu. Şimdi de aşırı eşitsizlik tributary sistemde olduğu gibi yeni Doğu Asya düzeninde istikrar sağlayabilir. Oysa Avrupa’da kabaca eşit ulus devletler yüzyıllar boyu kavga ettiler. 1945‘te savaştan bitkin halde çıktıklarında bir de baktılar ki dünya artık Avrupa merkezli değil.

Rakamların Ağırlığı
2001’de Dünya nüfusunun %20.7 sini Çin, %4,6 sını Amerika oluşturuyordu. Dünyanın önde gelen ülkesi olarak Çin şimdiye kadarki egemen güçlerden çok farklı bir demografik ağırlık taşıyacaktır.
Demokrasinin esası, sayıların önemli olmasıdır. Bu önerme, şimdiye kadar her bir ulus devletin kendi sınırları içinde geçerliydi, küresel bağlamda değil. Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun hiçbir gücü yoktur. IMF ve Dünya bankası demokratik olmak bir yana, onları kuran, kararlarını veto yetkisine sahip olan başta Amerika ve bir dereceye kadar Avrupa’nın çıkarlarını ve siyasi ağırlığını yansıtır. Batılı Dünya düzeni, ulus-devletlerin kendi içindeki demokrasiyi şart kılarken küresel düzeyde Demokrasiyi umursamamıştır bile. Küresel düzen anti demokratik ve otoriterdir. En fazla nüfusa sahip ülkeler dahil, gelişmekte olan dünya için yoksulluk, marjinalleşme veya küresel karar verme sürecinden etkin biçimde dışlanma anlamına gelmiştir. Aksine ekonomik güç küresel yetkinin pasaportudur. Çin’in egemen olması tek başına yeni tür bir demokratik düzen getirmez fakat Hindistan, Brezilya ve Rusya’nın da Çin’in yanında yükselişi daha demokratik bir küresel ekonomiye yol açacaktır. İki yüzyıldır süren, ulusal zenginlik ile nüfusun büyüklüğü arasındaki uyumsuzluk belirgin biçimde azalacaktır. Diğer gelişen ülkelerle birlikte BRİCS in katıldığı bir küresel ekonomik rejim kesinlikle daha demokratik olacaktır. Ne de olsa nüfuslarının toplamı dünya nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Küresel bir güç olarak Çin nüfus yoğunluğu ile dünyanın geri kalanı üstünde hem yerçekimi, hem de merkez kaç etkisi yaratacaktır. Çin pazarı zamanla dünyanın en büyüğü olacak, böylece bir çok küresel standart ve kural kendi ölçülerini getirecektir. Şirketleri ve borsası ile daha pek çok kurumu dünyanın en büyüğü olacaktır.
Dünyanın kumar merkezi olarak Las Vegas’ın konumu bile tehdit altındadır. 2007 itibariyle Macao’nun kumar gelirleri Las Vegas’ınkine yetişmek üzereydi. Çin’in merkezkaç etkisinin bir örneği, Çinlilerin dışarı göçüdür. Çin net bir göç ihracatçısıdır. Çinliler dünyanın her yerine yayılmış ve yayılmaktadırlar. Bir başka örnek de turizmdir. Dünya turizm örgütü 2019 da yurtdışına seyahat eden Çinli sayısının 100 milyona ulaşacağını tahmin etmektedir ( 2004’te 28 milyondu). Bunun en büyük etkisi Güneydoğu Asya ve Avustralya ‘da görülecektir. Yalnızca konuşan insan sayısının çok olması dolayısıyla, Çince küresel önem kazanacaktır.

Irksal Çin Düzeni
İki asırdır beyazlar dünya ırk hiyerarşinin tepesinde imtiyazlı konumlarının keyfini sürmektedirler. Avrupa’nın sömürge imparatorlukları döneminde bu konum beyaz ırkın doğuştan üstünlüğüne yönelik teorilerle açıklanıyordu. Naziliğin yenilgisini ve sömürgelerin özgürlüğe kavuşmasını takiben saf ırkçı teoriler dünyanın bir çok bölgesinde cazibesini kaybetmiş olmakla birlikte beyazların hep tepede olduğu, büyükten küçüğe bir gagalama sırası alttan alta hep vardır. Çin’in yükselip zaman içinde Batı’yı geçmesi kaçınılmaz biçimde küresel ırk hiyerarşisini yeniden düzenleyecektir.
Çin Usulü Bir Ülkeler Topluluğu Mu?(Commonweath) Batı kavramı, Avrupa’nın genişlemesi ve insanlarının dünyanın en uç noktalarına dağılması olgusu ile yakından ilgilidir. Amerika’nın ve Kanada’nın yaratılmasına yol açan, Avrupa’dan gelen beyaz göçmenlerin ağırlıklı olarak kıtanın kuzeyine yerleşmesidir. Latin Amerika terimi de Güney Amerika’nın İspanyol ve Portekizler tarafından sömürgeleştirilmesinden kaynaklanmaktadır. İngiliz göçü Avustralya ve yeni Zelanda’ya yönelmiş, Yerli halk Aborijinler baskı, kırım ve dışlanmaya tabi tutularak Asya-Pasifik’te Batı Bayrağı çekilmiştir.
Avrupa’nın gücünün ve zenginliğinin bir ürünü olan beyaz diyasporanın aksine Çin diyasporasının doğuşu, daha ziyade yurt içindeki açlık ve yoksulluk ile, Çinlilerin Britanya İmparatorluğu tarafından ucuz işçi olarak taşınmasının bir sonucudur. Fakat şimdi hemen her yerdeki etnik Çinli azınlıklar çalışkanlıklarıyla başarı merdivenlerini tırmanmakta, öz-güven, prestij ve statü kazanmaktadırlar. 40 milyonu aşan Diaspora ile anavatan arasındaki ilişki ne şekilde gelişecek? İlerde bir Commonwealth oluşabilir mi? Şu anda başka uluslarca kabul edilmesi imkansız görülen bu olasılık dünya dengesi değiştikçe göz ardı edilmeyecek bir şeydir.

Ekonomik Güç Santralı
Çin’in küresel egemenliğini ekonomik gücü sağlayacaktır. On yıllar içinde Çin ekonomisi gittikçe zenginleşip sofistike hale geldikçe bu güç sadece ülkenin demokratik üstünlüğüne dayanmayacaktır. Bunun ekonomik açıdan ne anlama geleceğini bugünden tahmin etmek zor, fakat katlanarak büyüyeceği çok muhtemeldir.
Çin sermaye hareketinin yavaş yavaş serbestleşmesi ve Çin’in yüksek tasarruf düzeyi sayesinde Çin’in dış yatırım potansiyeli devasa boyutlara ulaşmıştır. 2007 de 4,8 trilyon dolar olan hane ve kurumsal tasarrufları milli gelirinin %160’ına eşittir. Bu tasarrufların her yıl en az % 10 arttığı varsayımıyla, 2020 de 18 trilyon dolara gelecektir. Bu tarihte tasarrufların yalnızca %5’i yurtdışına çıksa, dış yatırımları 885 milyar dolar olacak demektir. 2001 den beri yıllık %60 büyüyen dış yatırımlar 2008 de 50 milyar doları aştıysa da henüz bebeklik dönemindedir. Bu rakamın ne anlama geldiği hakkında bir fikir vermek için şunu söyleyelim, Amerika’nın 2001 ‘de görünmez ihracatı 451 milyar dolardı. Çin’in düzenli bir biçimde teknolojik ve bilimsel basamakları tırmandığının bolca kanıtı vardır. Şu anda ekonomisi innovatif olmaktan ziyade taklitçidir. Ancak Ar-Ge harcamaları arttıkça ciddi bilimsel araştırmaların da hacmi hızla artmaktadır. Dünyanın önde gelen bilimsel yayınlarında payı 5. sıradadır. Nanoteknoloji gibi kilit konularda özellikle kuvvetlidir. Ar-Ge’ye ayrılan kaynak 2006’da Japonya’yı geçerek Amerika’nın ardından ikinci sıraya oturmuştur. Çin’in yükselişinin temel ekonomik etkilerinden biri dünya finans sisteminin değiştirilip yeniden şekil verilmesi olacaktır. Vaktiyle dolar pound’un yerini almış, sonra da karşısına rakip olarak Euro çıkmıştır. 2002 den itibaren Amerika’nın çifte açığı (ödemeler dengesinde ve hükümet bütçesinde) ve ekonomisinin inişe geçmesi dolayısıyla doların değeri çökmektedir. 2008 Eylül’de başlayan kriz Amerikan ekonomisinin artık uluslar arası finans sisteminin taşıyacak ve doları dünyanın rezerv dövizi olarak koruyacak gücü kalmadığına işaret etmektedir. Dolardaki düşüş finans dünyasıyla sınırlı değildir; Washington’un dünya sahnesindeki yerini de sarsacaktır. Kur politikaları çok, ama çok ciddidir. Amerika’yı güçlü kılan faktörlerden biri olan dolar tüneğinden düştüğü takdirde küresel egemenliği ona çok pahalıya patlayacaktır.
Doların düşmesi farklı sonuçlar doğuracaktır: uluslar rezervlerini farklı bir dövizde tutacak, Çin dahil, kurlarını dolara endeksleyen ülkeler en azından vazgeçecek, Kuzey Kore ve İran gibi ülkelere uygulanan yaptırımların hükmü kalmayacak, dış ticaret fazlası olan ülkeler Amerikan hazine bonosu almaya pek hevesli olmayacak, yeryüzüne yayılmış askeri üslerin finansmanı çok pahalanacak ve Amerikan kamu oyu bunların yükünü daha fazla taşımak istemeyecektir. Başka bir deyişle, küresel egemenlik daha masraflı ve zor olacaktır. Aynı süreç 1918-1967 arasında pound’un ve İngiliz emperyal gücünün azaldığı döneme de eşlik etmişti.
Şimdiki uluslar arası kurumların yerini zamanla yenileri alabilir. Elbette IMF ve Dünya Bankasında Amerika’nın rolünü zaman içinde Çin ve Hindistan’ın üstlenmesi mümkündür fakat yavaş yavaş IMF ve Dünya bankasını kenara iten yeni bir kurumsal yapı daha olasıdır.

Çin’in Büyük Bir Güç Olarak Davranışı
En şaşalı günlerinde Avrupalı uluslar, daha sonra Amerika, kendilerine has özellikleri tüm dünyaya empoze etmenin yollarını aradılar. Peki, kökeni ve tarihi tamamen farklı olan Çin nasıl davranacak? Batı ile Çin arasındaki davranış biçimlerinde tarihi farkları göz önünden ayırmamamız çok önemlidir. Portekiz, Hollandalı ve İspanyollardan başlayarak Batı, belki de Akdeniz’de deneyim kazanan deniz kuvvetleri sayesinde, 15. Yy dan itibaren Çin dahil dünyanın her yanına gücünü yaymıştır. Çin ise kendini hep bir kıta ülkesi olarak görmüş, kara sınırlarında ufak ufak ilerlemeler dışında deniz aşırıya göz diken bir süper güç olma çabasına girmemiş, bu güne kadar da kendi toprakları dışında varlık göstermeye kalkmamıştır. Bu, bundan sonra da böyle yapacak anlamına gelmez elbette; demek istediğim Çin’in düşünce ve davranış biçiminde böyle bir gelenek yok. Orta krallık mantalitesinin anlamı budur: Çin dünya’yı yönetmeye heveslenmez çünkü kendisinin zaten dünyanın merkezi olduğuna, bunun doğal rolü ve konumu olduğuna inanır. Ve bu tutum, Çin’in küresel gücü arttıkça muhtemelen daha da kuvvetlenecektir.

Yeni Bir Siyasi Kutup
Tarihi ve kültürü ne olursa olsun, eninde sonunda bütün diğer ülkelerin Batı Modelinde birleşeceğine inanan Batı için, kendi düzenlemelerine ciddi bir alternatif çıkabileceğini hayal etmek bile zordur. Çin politikalarının tabiatını ve Batıdan farkını anlayabilmek için bugünkü komünist rejimin ötesine geçip Çin’e çok daha berilerden bakmak gerekir.
Çin’in kendine has özellikleri şöyle özetlenebilir:
– Çin politikasında her şeyin önüne geçen üniterliğin vazgeçilmez bir zorunluluk olması.
– Ülkenin muazzam çeşitliliği
– Alışılmış ulus-devlet niteliklerine pek uymayan kıtasal büyüklük
– Kilise, iş dünyası gibi başka kurumlarla iktidarını asla paylaşmamış bir siyasi atmosfer,
– Devletin, bütün öteki kurumların üstünde ve ötesinde, toplumun doruk noktası olması
– Ulusal egemenlik geleneğinden yoksunluk
– Ahlak ve etiğin önemi
Bunlar göz önüne alındığında Çin siyasetinin Batı’nınkine benzemesi düşünülemez.
Ülkenin başarılı bir dönüşüm geçirmesini sağlayan komünist iktidar yurt içinde büyük nüfus ve desteğe sahiptir. O yüzden daha 20 yıl kadar iktidarda kalması olasıdır. Uluslararası saygınlığı da Sovyetlerden faklı olarak iyileşmektedir. Çin’in başarılı olduğu yerde Sovyetler sınıfta kalmıştır.

Değerler Yarışı
200 yıllık Batı egemenliği dolayısıyla uygar ulusların – bu Batı demek oluyor – değerleri ile geri ve reaksiyoner toplumların – bu da yalnız Müslüman değil, bütün diğerleri demek oluyor – değerleri arasındaki kıyaslamada Batı değerleri hep ezici çoğunlukla üstün görülmüştür. Gerçekte ise değerler ve kültürler bu kabulden çok daha karmaşık ve nüanslıdır. Soğuk savaş sırasında değer çatışması, ideolojik düzeyde kapitalizm ile sosyalizm arasındaydı. Bu yüzyıla ve gelecek yüzyıla şekil verecek olan modernite çağında değerler arasındaki kıyaslama ideolojik değil, kültüre dayanacaktır. Zira bir toplumun değerleri öncelikle kendine has kültürünün ve tarihinin ürünüdür. Bu değerler yüzeyde çok farklı görünse de gerçekte çarpıcı benzerlikleri vardır. Örneğin tolerans Batıya özgü bir yaklaşım değildir. Bizim sahip olmadığımız bir dönemde Osmanlılar dini tolerans sahibiydiler; tıpkı İspanyadaki Emevi krallığı gibi, Hindistandaki Asoka krallığı gibi. Dolayısıyla toleransa evrensel bir değer diyebiliriz.
Buna rağmen farklı halkların çeşitli değerleri arasında hep bir gerilim ve çatışma vardır. Birbirine rakip çok sayıda değerlerin bulunduğu bu dünyada böyle zıt değerlerin bir arada yaşamasına izin veren ve mümkün kılan bir yol bulunması çok önemlidir. Aslında küreselleşmiş modern dünyada nispeten barış ve uyum içinde yaşamanın ön koşuludur. Bu Batı için bu bayağı zor olacaktır zira hep kendi norm ve değerlerini başka ülkelere empoze emekte ve kabul etmeleri için ısrar etmekte haklı görür kendini. Değerler tartışmasında Çin’in karşı safta aldığının iki göstergesi vardır. Birincisi, demokrasi ve ifade özgürlüğü yoksunluğunu kullanarak uluslar arası saygınlığına kara çalmaya kalkışan Batı’ya başarıyla direnmiş, o ve destekçileri gelişen ülkeler önemli olanın içerdeki siyasi haklar değil uluslar arası bağlamda ekonomik ve sosyal haklar olduğunu iddia etmişlerdir. Tartışma esasında, gelişmiş ülkeler ile gelişen ülkelerin öncelikleri, çıkarları ve deneyimleri üzerindeydi. 90’ların sonunda Çin’in artan etkinliği güç dengesini değiştirmeye başlayınca tartışma da geri plana itildi. 2000 lerde de Çin değil, Iraktaki ve Guantanamo’daki tutumu yüzünden kendini savunmak zorunda kalan Amerika oldu.

Mandarince Biliyor musunuz?
Çin nüfusunun bu kadar kalabalık olmasının bir sonucu da dünyada ana dili veya ikici dili olarak Mandarince konuşan insan sayısının, İngilizce konuşanların iki katı olmasıdır. Bunların çoğu ana vatanda yaşar. Ancak Çin’in yükselişiyle dünya çapında artan sayıda insan ikinci dil olarak Çince öğrenmeye başlamıştır. Bu süreç 2006’dan bu yana Çin hükümeti tarafından aktif biçimde teşvik edilmekte ve yerel üniversitelerin bünyesinde Konfüçyüs enstitüleri açılmaktadır. Küreselleşme ve gittikçe küreselleşen medya çağında dil, yumuşak gücün önemli bir bileşenidir. İngilizcenin Lingua franca – tercih edilen ortak dil -olarak kullanılması Amerika’ya çok çeşitli biçimlerde yarar sağlamıştır. Mandarincenin de bir gün bu seviyeye ulaşacağını şimdiden söylemek çok zor fakat zamanla Lingua Franca olarak İngilizcenin yanında yer alabilir. Bir dilin geleceğini tahmin etmek çok zordur. Orta Çağda eğitim dili olarak Latincenin öleceğini tahmin etmeye kalkışsaydınız insanlar yüzünüze gülerdi; aynen 18.yy da Fransızcadan başka bir dilin kibar sosyete dili olarak kullanılacağını söyleseydiniz başınıza geleceği gibi. İngilizcenin popülerlik kazanması Amerika’nın küresel güç kazanması sayesinde gerçekleşmiştir. Aynı gerekçeyle, Amerika’nın inişe geçişi de İngilizcenin konumuna olumsuz etki yapacaktır: dilin küresel kullanımı bir boşluk içinde gerçekleşmez, ulus-devletin gücüyle doğrudan orantılıdır.

Çin Üniversitelerinin Yükselişi
Amerika’nın dünya üzerinde iz bırakmasının bir yolu da üniversitelerinden geçmiştir. Dünyanın en iyileri kabul edilen üniversiteleri dünya çapında en iyi öğrencileri ve akademisyenleri cezbetmektedir. En üstteki Amerikan Üniversitelerinde araştırmacılar eşi görülmedik tesislerin ve kaynakların keyfini yaşarken, Harvard, MIT, Berkeley gibi üniversitelerden alınan diplomalar Oxford hariç, bütün diğerlerinden fazla kabul görürler. Elbette büyük üniversiteler muazzam ulusal gelir ve kaynak gerektirir. Dolayısıyla en tercih edilen üniversiteler liginde şimdiye kadar başı hep Batı çekmiştir. Çin üniversitelerinin de 20 yıl içinde küresel sıralamada düzenli yükselerek ilk onda yer alması olasıdır. Hükümet süreci hızlandırmak için yurtdışında yaşayan başarılı Çin’li öğretim üyelerini Çin üniversitelerinde görev almaya çağırmaktadır.

Batı’nın İnişi ve Çöküşü
Bu bölümün amacı Çin’in küresel egemenliğinin önümüzdeki yarım yüzyılda nasıl gelişeceğini araştırmaktı. Meselenin bir yüzü daha vardır. Bu sürecin en travmatik sonuçlarını Batı hissedecektir. Zira tarihsel konumunu Çin’in ele geçirdiğini gören, ( iki yüzyıldır dünyanın tartışılmaz lideri ) Batı olacaktır.
1945 ten sonra Avrupa devletlerinin egemenliği Amerika’ya kaptırması onlar için travmatik bir deneyim olmuş, tepki olarak Avrupa Birliği kurulmuştur. Avrupa’nın süregelen krizi, önemsiz konuma düşen ülkelerin yeni duruma uyum sağlamasının ne kadar zor olduğunun altını çizmektedir. Dahası, Avrupa’nın inişi belirsiz bir geleceğe kadar devam edecektir. 400 yıllık rolü asla tekrarlanmayacak, Yunan ve Roma imparatorlukları gibi tarihe karışacaktır. Bugün Yunanistan ve İtalya İmparatorluk geçmişinin şaşaasını yalnızca ayakta kalan tarihi yapılarda yansıtabilmektedir. Avrupa sıkıntıya düşecekse bu Amerika’nın karşı karşıya kalacağı maddi-manevi kriz yanında sıfır kalacaktır. Amerika küresel lider olmadığı bir hayatı yaşamaya tamamen hazırlıksızdır. Bush döneminde, tek taraflı biçimde kendi çıkarlarına yönelik hareket edebilen, ittifakları reddeden, dünyanın tek süper gücü olarak kendini tanımlamıştır. Başka bir deyişle, gücünün azalmakta olduğunu fark edeceğine, tam aksi çıkarımlara vararak Amerika’nın gücünün daha da genişletilebileceği, Amerika’nın çıkışta olduğu ve 21.yy da dünyanın tamamen Amerikanlaşacağı fikriyle sarhoş olmuştur. Bush dönemi saldırgan, dediğim dedikçi, genişlemeci Amerika’nın en tepe noktası olmuştur. Dönem sonra erdikten sonra bile zirveden inişe geçildiği fark edilmemiştir. Amerika geçmişteki ve şimdiki gücünün keyfini sürmekte, geleceğin neler getirebileceğine gözlerini kapamaktadır. İngiltere de 1918 den sonra aynı aymazlık ve inkar içindeydi, ta ki 1950 de kolonilerini kaybetmeye başlayıncaya kadar. Amerika için de bu dönüm noktası pek ala finansal sistemin neredeyse çöktüğü ve neo – liberalizmin öldüğü Eylül 2008 olabilir. Dünyanın karşı karşıya kalabileceği en büyük tehlike, Amerika’nın bir noktada saldırgan bir tutuma girip Çin’e düşman muamelesi yaparak izole etmeye çalışması olacaktır. En kötüsü de Soğuk savaş zamanındaki gibi Çin’le askeri rekabete ve silahlanma yarışına girişmesidir.
Çin’in Batı’dan çok farklı bir kültürden ve köklerden türemiş olması ve jeografik koordinatlarda bulunması Batının ezik, yönünü bulamayan ve hasta hissetmesini daha da kötüleştirecektir. Aralarındaki benzerlik ve yakınlık dolayısıyla, İngiltere’nin dünyanın baskın gücü olarak yerini rakibi ve varisi Amerika’ya bırakması bir şeydi, Amerika’nın hiçbir ortak noktası bulunmayan Çin’e bırakması başka bir şey. Bütün önemli küresel sorunlarda karar vermeyi müktesep hak gören Amerika için dünyaya tek başına sahip olamamanın şoku çok derin olacaktır. Çin’in yükselişi ile Batı’nın evrenselliği evrensel olmaktan çıkacak, değerleri ve normları daha az etkin olacaktır. Batı dünyanın kendi dünyası, uluslar arası toplumun kendi toplumu, uluslar arası kurumların kendi kurumu, dünya para birimi doların kendi para birimi ve dünya dilinin (İngilizcenin) kendi dili olması fikrine alışmıştır. Bu durum daha fazla böyle devam edemez. İnişe geçmiş Batı ilk defa başka kültürlerin ve ülkelerin kuvvetli yönlerinden ders alacaktır. Amerika uzun bir ekonomik, siyasi ve askeri travma dönemine girmektedir. Bunun psikolojik etkileri de acı olacaktır. Buna uzun vadede tepkisi pek güzel olamaz. Dua edelim de çok çirkin olmasın.

SON YORUMLAR
ÇİN’İ TANIMLAYAN SEKİZ FARK
Çin’in yükselişine Batı’nın kabaca iki tür tepkisi olmuştur. Birincisi Çin’e hemen hemen yalnızca ekonomik açıdan bakar. Buna “ekonomik vay canına faktörü” diyebiliriz. İnsanlar büyüme rakamlarına inanamazlar. Bu tepki Çin’in yükselişinin neyi temsil ettiğini yeterince kavramaktan yoksundur. Ekonomik değişim ne kadar önemli olsa da resmin yalnızca bir bölümüdür. Politikalara ve kültüre kör olan bu bakış Çin’in ekonomik dönüşümünü tamamladıktan sonra Batı’lı olacağı varsayımına dayanır. Öteki tepki ise aksine, Çin’in yükselişi konusunda kuşkuyu elden bırakmaz, hep fiyaskoyla sona ermesini bekler. Bu kitap çok farklı bir yaklaşım üzerinedir: “Batı Tarzı”nın tek geçerli model olduğunu kabul etmez. Batı’nın özgeçmişi olağanüstü büyüme ve innovasyonla doludur. Bu sayede bu kadar uzun bir süre, böylesine dinamik bir güç olarak kalabilmiştir. Çin’in 1978 sonrası dönüşümü ve Japonya da dahil Doğu Asya’daki modernizasyon örnekleri hep Batı’dan feyz almıştır. Ancak bu tek neden değildir. Hepsi Batı’dan ve komşularından öğrendiklerini kendi kültür ve tarihiyle harmanlayıp yerli kaynaklarını harekete geçirmiştir. Ya/ya da döneminden melezlik dönemine geçmiş durumdayız. O Yüzden modernite de tek tip olmaktan çıkıp çoklu hale gelecektir. 1970’e kadar modernite münhasıran bir Batı fenomeniydi. Son yarım yüzyıldır Batı’dan esinlenen, fakat başarmak için yereli harekete geçirme, üzerine inşa etme ve dönüşüme tabi tutma becerilerine dayanan yepyeni modernitelere tanıklık etmekteyiz. Bu yeni moderniteler melez oldukları için orijinalliklerini kaybetmediler, aksine orijinallikleri kısmen bu fenomende yatmaktadır. Melezlik Batı için de geçerli olacak, kendi dışındakilerin de bazı özelliklerinden ders alacaktır.
Burada önemli soru şudur: Batı modelinin hangi bileşenleri vazgeçilmez, hangileri bileşenleri vazgeçilmez, hangileri opsiyonel? Mevcut başarılı ekonomik dönüşüm örneklerinin hepsi, kurumlarında, siyasal ve politikalarında, kültürlerinde belirgin farklar olsa da neticede kapitalist kalkınma modeline dayanmaktadır. Ancak bir ülkenin başarılı olmasının ön koşulu Batı tarzı hukukun üstünlüğü, bağımsız bir yargı ve temsile dayalı hükümet gibi Aydınlanma ilkelerini benimsemesidir şeklinde bir önerme henüz kanıtlanmamıştır. Japonya Aydınlanma ilkelerine ve demokrasiye dayanmadığı halde en az Batılı çağdaşları kadar ileridir.
Çin’i yalnızca Batı gözüyle yorumlayıp değerlendirmek, Çin’e has, Çini Çin yapan özellikleri dikkate almamak demektir. Fakat Çin bir taraftan büyür, bir taraftan da farklılığını korurken Batı da ister istemez toplam sekiz olan bu farkları anlamak zorunda kalacaktır. O yüzden Çin’in modernitesinin hem dahili özelliklerini, hem de bunların küresel durumunu ve dış ilişkilerine etkisine iyi bakmalıyız. Birincisi, Çin, kendini o şekilde tanımlasa da bir ulus devlet değildir. İkincisi, Çin’in diğer Doğu Asya ülkeleri ile ilişkisi eşit ulus-devlet sisteminden çok, tributary sistemde olacağa benzemektedir. Binlerce yıl devam edip 19.yy da sona eren bu sistem, Çin ile diğerleri arasındaki büyük eşitsizliğe ve Çin kültürünün üstünlüğünün kabulüne dayanıyordu. Şimdi de aynı durum tekrarlanabilir ve bu sefer Orta Asya’yı hatta Afrika’yı da kapsayabilir. Üçüncüsü, ırk ve etnik kökene karşı kendine özgü bir tutumu vardır. Han Çinlileri, gerçekte öyle olmadığı halde kendilerini tek bir ırk olarak görürler. Oysa Hindistan, Brezilya, Amerika gibi diğer çok nüfuslu ülkeler çok ırk ve kökenli karakterlerini kabul edip övünürler. O yüzden Çin hızla dünyaya katılıyor olsa da bir taraftan tarihine sadık kalarak hep uzak duracaktır. Dördüncüsü, Çin öteki ulus-devletlerle kıtasal düzlemden ilişki kuracaktır. Bir ülke Çin kadar büyük olunca pek çok çeşitlilik barındırır, hatta bir çok açıdan farklı ülkelerin birleşimi gibidir. Dolayısıyla, ilişkilerinde hem tek ulus, hem de çok uluslu kıtasal gereklere göre yürüyecektir.
Beşincisi, Çin yönetimi de kendine özgüdür. Devlet ister emperyal, ister komünist dönemde, iktidarı kimseyle paylaşmak zorunda olmamıştır. Ulaşılmaz ve karşı konulmaz biçimde tepeden nezaret etmektedir. Altıncısı, Çin modernitesi öteki Doğu Asya ülkeleri gibi dönüşümünü çok hızlı sürdürmektedir. Batı modernitesinden farklı olarak geçmişi ve geleceği aynı anda şimdiki zamanda birleştirmektedir.
Yedincisi, Çin 1949 beri komünizmle yönetilmektedir. Paradoks bir biçimde , 20. yy’ın ikinci yarısı hem Çin’de komünist hükümetin 1978’de başlattığı tarihin en büyük ve hızlı ekonomik dönüşümüne, hem de 1989 da Sovyet Blokunda ve Avrupa’da komünizmin çöküşüne tanıklık etmiştir. 1950’den beri komünizmi düşman olarak gören Batı, Çin komünist partisinin de aynı başarısızlıkla sona ereceğini tahmin ediyordu. Oysa Çin Komünist partisi Rus eşdeğerinden çok farklıydı; Ruslara yabancı olan bir esneklik ve pragmatizm içeriyordu. 1978 den sonra da farklı stratejiler uyguladı. Sekizincisi, Çin önümüzdeki on yıllarda hem gelişen, hem de gelişmiş ülke niteliklerini barındıracaktır. Bunun sebebi ülkenin kıtasal boyutta olması dolayısıyla dönüşümünün de yavaş olmasıdır. Bunun sonucu taşralı geriliğiyle iç içe bir modernitedir. Ülkenin büyük bir kısmı farklı bir çağda yaşamayı sürdürecektir. Gerçekten de Çin dünyayı sömürgeciler ile sömürgeler, kaybedenler ile kazananlar şeklinde 19.yy dan bu yana ikiye bölen çizginin “yanlış” tarafından gelen ilk süpergüç olacaktır. Nasıl 20 yy’ı şekillendiren gelişmiş ülkeler ise, 21 yy’ı şekillendiren de gelişen ülkeler olacaktır. Gelişen dünyanın yükselişi ancak sömürge döneminin bitmesiyle mümkün olabilmişti zira sanayi ülkeleri kendilerine rakip yaratmamak için sömürgelerin sınaîleşmesine izin vermemişti. Yukarıdaki sekiz nitelik Çin’in modernitesinin Batı’nınkinden çok farklı olacağına ve yeni küresel gücün dünyayı temelden değiştireceğine işaret etmektedir. Ancak bu olguyu uzun yıllardır dünyanın sürücü koltuğunda oturmakta olan Batı hayal bile edememekte, küçümsemektedir. Çin odadaki kimsenin görmek istemediği fildir.
Şimdiye kadar Çin sabırla ve sadakatle dışarıda durup içeriye alınmayı beklemiştir. Yükselen bir güç olarak mevcut uluslar arası normları kabul ve adapte etmek zorunda kalmıştır. Özellikle de içeri girmek için işbirliğine ve desteğine muhtaç olduğu Amerika’ya yanaşmıştır. Fakat gücü arttıkça dünyayı kendi normlarına göre yeniden şekillendirecektir. Büyüklüğünün verdiği çekim gücünün geometrik artması, dünyanın işleri Çin usulü yürütmek zorunda kalmasına yol açacaktır. Bütün bunlar için zaman Çin’in lehine ilerlemektedir. Batı evrenselliğinin inişe geçmesi sadece Çin’in yükselişinin bir ürünü değildir. Ekonomik dünyanın gittikçe daha çok kutuplu hale gelmesinin ve modernite çeşidinin bollaşmasının da rolü vardır. Bundan sonra dünyanın tek merkezi olmayacaktır. Artık hiçbir ülke veya yarım küre 200 yıldır Batı’nın sahip olduğu türden prestij, meşruluk ve etki sahibi olamayacaktır. Çin de rakip moderniteler arasında en gelişmişi ve dominantı olacaktır. Fakat bütün bunlar için daha çok zaman var. Şu anda dünya büyük buhrandan bu yana en büyük durgunlukla baş etmeye çalışıyor. Sonuçları henüz belli değil. Krizler savaşlara benzer: normal zenginlik ve büyüme dönemlerinde rastlamadığımız biçimde toplumları sınar, zayıf noktadan vurur. Yeni siyasi ideolojilere ve hareketlere davetiye çıkarır. Görünüşe göre Çin bu krizle baş edebilmek için Batı’dan daha donanımlı. Batılı bankaların aldığı risklere bulaşmadığı için finans sektörü daha iyi durumda. Gelişmiş dünyanın önünde daha birkaç yıl küçülen bir ekonomi dururken Çin hala büyüme tahminlerini sürdürüyor. Çin için bilinmeyen, %8’in hatta %6’nın altına düşen bir büyüme oranının işsizlik ve toplumsal huzursuzluk açısından etkilerinin ne olabileceğidir. Bu, Çin toplumu için en büyük sınav olacak. Dünya yeni bir siyasi döneme girmekte. Batının, Çin modelinin sürdürülebilir olmadığı uyarılarına rağmen aksine 2008 krizi 1970’ler den beri uygulandığı şekliyle Batı’nın serbest piyasa modelinin başarısızlığının ve neo-liberalizmin ölüşünün habercisi oldu. Batı’nın değil, Çin’in yaklaşımı doğrulandı.
Batı krizden çabuk çıkmaz da Çin %6-8 büyümeyi sürdürebilirse kitapta söz edilen değişim ve kaymalar daha da hızlanacak demektir. Her halükarda, uluslar arası finans işlerinde Çin’in çok daha aktif ve etkin olacağı kesin. Bugünkü krizden ne tür bir mimari çıkarsa çıksın hepsinde Çin, merkez oyunculardan biri olacak. Böyle bir durum çok değil, 3-5 yıl önce düşünülemezdi bile. Bunun olası sonuçlarından biri de G-8’in yerini G-20 nin alması, IMF ve Dünya Bankası’nın gelişen ülkelere de söz hakkı tanıyacak şekilde reformdan geçirilmesi olabilir. Beijing’den çıkan en cüretkar öneri, IMF’nin para çekme haklarının kullanılmasına dayalı, zamanla dünya rezerv parası olarak doların yerini alabilecek yeni bir para biriminin icadıdır. Bu öneri gerçekleşmese bile Çin hükümetinin küresel ana para olarak doların günlerinin sayılı olduğuna inandığını göstermektedir.
Kitapta sözü edilen değişim süreci tahmin edilenden daha hızlı olacağına benzer.