Home » Kitap » Kitap Özeti BÜYÜKLER İÇİN HAYAT BİLGİLERİ Tınaz Titiz 3.Bölüm

Kitap Özeti BÜYÜKLER İÇİN HAYAT BİLGİLERİ Tınaz Titiz 3.Bölüm

BİR FİZİK PROBLEMİ BAĞIRARAK ÇÖZÜLEBİLİR Mİ? PEKİ, YA SOSYAL PROBLEMLER!
Bir fizik ya da geometri problemini çözmesi istenen bir grubun, bu işi bağıra çağıra, konudan uzak yerlere atlaya zıplaya çözmeye çalıştığı, hatta bununla da yetinmeyip kavga ettikleri, herhalde hiç görülmemiştir.

Herkes kendi alanındaki alışkanlıklarını değiştirmek için zorlu çabalara girmeden, bir şeylerin değişeceğini ummak, şapkadan tavşan çıkarmaktan daha da imkânsızdır. (1999)

SIKINTISIZ YAŞAM!
Hemen her insanın genel hedefi “sıkıntısız” bir yaşam değil midir? Kişiler, toplumlar ve idarenin amacı sorunları en aza indirmek, mümkünse yok etmek değil midir? Ama, “her dokunduğum altın olsun” diye yakaran kişinin dileği kabul olduğunda hayatı nasıl bir cehenneme döndüyse; “Tanrım bana acı verme” diye dua eden birisinin de aynı cehennemle karşılaşacağından şüphe yoktur. Acılar, sıkıntılar hatta felaketler, aslında Tanrının insanlara verdiği en değerli yol göstericilerdir. İnsana verilen en büyük ceza,en büyük felaket ise, onlardan yararlanmayı, ders almayı bilmemek, öğrenmeye çalışmamaktır. Doğru yorumladığınız takdirde, neleri yapmamanız gerektiğini şaşmaz bir doğrulukla gösteren sıkıntı kaynaklarından daha sağlam bir dost bulunabilir mi? Ya da aksine, her türlü uyarıya karşın onlardan öğrenmeyen bir kişi için, kendi kendisinden daha tehlikeli bir düşman var mıdır?
Ama ne gariptir ki, insanlar binlerce yıldır putlara ve Tanrıya hep, bu gerçek dostu kendilerinden ayırması için yakarmaktadırlar. Toplum yaşamımızdaki çeşitli sorunlara bu gözlükle bakınca, ne kadar çok ve yol gösterici işaretle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Yapılacak şey, bunları doğru yorumlayıp gereğini yapmak; yapılmayacak şey ise, sorunun kaynaklarını kurutmak yerine, o işaretleri, yani sorunun neden olduğu sıkıntıları gidermeğe çalışmaktır.
İşte, gündelik ve köklü politikalar arasındaki ayrım buradadır. Her nerede “bu sorun nerelerden kaynaklanıyor?” diye soruluyorsa, orada köklü politikalara yönelim vardır. Her nerede “sıkıntıları giderelim” diye bir eğilim varsa, orada ise gündelik politika vardır.
“Çöp patlaması”, “hava kirliliği”, “trafik terörü”, “köktenci eğilimler”, ya da “adalet personelinin ücretleri” sorunlarına bu yaklaşımla bakıldığında, son derece yararlı işaretler görülecektir. Yeter ki, bu işaretlerin ne anlama geldiklerini merak edip, “bunlar niçin oluyor” diye sorabilelim. (1998)
BEN BU “VATANDAŞ”LARDAN KORKUYORUM!
Bu başlığı okuyanlar, bilgi teknolojileri, bilgi toplumu ve bu gibi kavramlarla ne gibi bir ilgisi olabileceğini düşünecekler ve muhtemelen de kuramayacaklardır. Başlık, bir gazete haberinden esinlemedir. Habere göre; İstanbul Kapalıçarşı’da bir kuyumcu çırağı, naylon torbaya doldurmuş olduğu altınları bir yerden bir yere götürürken poşet patlamış ve altınlar yere saçılmış. Bunu önce bir kamera şakası sanan “vatandaş”lar, daha sonra şaka filan olmadığını anlayınca, altınları bir anda kapışmışlar. Gazetede, kapışmanın fotoğrafının altında aynen şöyle yazıyor: “Altınları kapışan vatandaşlar, çocuğun altınları düşürünce ağlaya ağlaya gittiğini söylediler…

Bu habere konu olan, altınları dökülen çocuğun ağlamalarına aldırmadan, çocuğun ustası karşısındaki durumuna boş veren “vatandaş” ları hepimiz çok iyi tanıyoruz. Çünkü çevremiz hemen hemen bütünüyle bunlarla sarılı. Bu çocuk şu anda muhtemelen işinden kovulmuş, ayrıca da dayak vs. yollarla aşağılanmıştır. Otoyolda güvenlik şeridini kullanıp ambulans ve itfaiye araçlarına geçilmez yapan ve böylece hastaların ölmesine, evlerin yanmasına aldırmayıp kendi 3-5 dakikalık çıkarını kollayanlar, kuyumcu çırağının ağlamasına gülüp geçen, aynı vatandaşlardır. Apartmanlarda toplu yaşamın kurallarını hiçe sayanlar, rüşveti iş yaptırmanın standart yolu yapanlar, toplumu kendine hizmet etmek zorunda varsayan, ama kendinin tek görevinin kendi çıkarlarını gözetmek olduğunu sananlar da yine aynı vatandaşlardır.

Çocuk ve gençleri zehirlemek pahasına onlara uyuşturucu satan, bu maddelerin kolayca kullanımı için disko açıp işleten, insanların şans deneme eğilimlerini en acımasız biçimde sömürmek üzere kumarhane işletenler de bu vatandaşlardır. Birbirinin hak ve özgürlüklerine saygı gösterme sorumluluğunun bilincinde olan gerçek “vatandaş”lara göre bir rejim olan demokrasi, bu “sahte vatandaşlar”ın becerebileceği bir oyun değildir.

Bilgi toplumu, yaşamının çeşitli kesitlerindeki sorunlarını çözmek için bilgi tüketen ve de bilgi üreten “vatandaşlar”dan oluşan toplumdur.
Ama bunlar, küçük kuyumcu çırağının ağlamasına aldırmadan yere dökülen altınları kapmağa çalışan kan emici “vatandaş”lar değildir.
Ben bu vatandaşlarla aynı vatanı paylaşmaktan utanıyorum. (1997)

“BİRŞEYLER” YAPMAK LAZIM!
Nasıl ki insanları bazen küçücük bir söz ele verirse, toplumları da ele veren deyimler oluyor. “Birşeyler yapmak” deyimi de bunlardan birisidir. Bu deyim, “yapılması gereken bazı şeyler var. Fakat ben o şeylerin ne olduğunu bilmiyorum. Bu şekilde boş durmak da ayıp oluyor. İşe yarasa da yaramasa da “birşeyler” yapayım da bu ayıp pek belli olmasın” demektir. Ortaya çıkmasaydı toplum içinde herkese dürüstlük ve işbilirlik hocalığı yapacak kimselerin, yolsuzlukları ortaya çıkınca, kamuoyundan sesler yükseliyor: “Bu ne rezalettir, bu kadar da çalınır mı?” (demek ki daha az çalınabilirmiş!), “milletvekilleri işe el koysun” (merak edilmesin, işlere zaten el koyulmuş durumdadır), “müsebbipler meydana çıkarılsın” (o kadar geniş bir meydan var mı?) gibi…
Düz vatandaşın tepkisini anlamak kolaydır ve o gayet haklıdır. Anlaşılmaz olan, toplumu yönetmek veya yönlendirmek sevdasında olanların yaklaşımlarıdır. Toplumu yöneten veya yönlendiren kesimlere girebilmek için inanılmaz çaba harcayan insanlar, emellerine ulaştıktan sonra, asli ilgi alanı sayılabilecek karmaşık sorunlar karşısında, “birşeyler yapmak lazım”ın dışında bir marifet sergileyemezler. Son olarak ortaya çıkan ve toplumumuzun kirlilikler portföyünün “küçük ve orta ölçekli yolsuzluklar” sınıfına giren bir kamu bankası soygunundan sonra, yine bu tür yaklaşımlar ortalığı kapladı.

Fazla şüpheci bir senaryoya göre, bu “kim çaldı, kim vurdu, kim vurdurdu?”gibi magazin soruları ve cevaplar, sorunların mekanizması açısından hiç bir işe yaramaz, ama kamuoyundaki tepki birikimini deşarj etmek açısından birebirdir. Bu nedenle bu tür sorular bilinçli olarak tartıştırılmaktadır. Bir rüşvet hesaplaşmasında son olarak tetiği çeken gariban kişi, bir paratoner gibi, insanların tepkilerini toprağa akıtır ve yeni yolsuzluklar için gereken “tepkisiz toplum” şartının ilk taşını yerine koyar.

Evet, “temiz toplum”a erişmek için “birşeyler” yapmak lazım. Ama o “birşeyler”in, hangi nedenleri ortadan kaldırmaya yönelik birşeyler olduğu acaba hiç merak edilir mi?
Bu tür sorunlar karşısında pratik reçetelere pek meraklı insanlar vardır (yani otuz-kırk milyon kadar). Üç-dört (tercihen tek) ve basit (ama çok basit) ve de kimseye (özellikle de kendisine) zararı dokunmayacak bir çare (sihir gibi “birşeyler” ) bulunmalıdır! Düşünce tembelliğinin ve kalıpçılığın tam bir örneği olan bu yaklaşımlardan nefret etmekle birlikte, bu denli yaygın bir arzuyu es geçmek de doğru değildir. Buna göre, yolsuzluklarla mücadele etmek isteyenler için şöyle bir reçete önerilebilir:
(1) “Temiz toplum”u arzu edenler arasında bir araştırma yapıldığında, hemen herkesin ayrı bir temizlik tanımı bulunduğu görülecektir. Kimi, çalmayana; kimi, çalıp da ortaya çıkarmayana; kimi, hem çalıp hem iş yapana temiz demekte iken, bir kısmı ise “benim dışımdakilerin temiz olması gerekir, ben yüksek ideallere sahibim, ne yapsam yeridir” şeklinde bir sava sahiptir. Bu nedenle önce, “temiz toplum” ve “yolsuzluk”tan ne anlaşılması gerektiği konusunda bir uzlaşıya ihtiyaç vardır.
Toplumumuzun yüzlerce sorununa kaynaklık eden az sayıdaki Kök sorun’dan birisinin, “kavramların içlerinin boşluğu” olduğu dikkate alınırsa, bu tanım birliği işinin önemi daha iyi anlaşılacaktır.
(2) “Temizlik” konusundaki bu tanımsal uzlaşmadan sonra derhal görülecektir ki, temiz toplum yandaşlarının sayıları zannedildiği kadar çok değildir. Ama bu yine de bu amaç doğrultusunda uğraşmayı gereksiz kılamaz.
(3) Toplumdaki kirlenmenin, küçük bir kesimin işi olmadığının, en saygın, en tartışılmaz kesimlerin bile boğazına kadar pisliğin içine batmış olduğunun bilincine varıldığı bu ikinci adımdan sonraki sağlam adım, adına “yolsuzluklar ağı” denebilecek mekanizmanın TAM anlaşılmasıdır.

Toplumumuzun bir özelliği, sorunların nedenleri yerine doğrudan doğruya çözümleriyle uğraşmasıdır. Ve, sorunların bir türlü çözümlenemeyişinin başlıca nedenlerinden birisi de bu “çözüm merakı” dır.
Örneğin, kamu bankalarının soyulmasına dayalı yolsuzlukların “nedenleri” üzerinde tek kelime edilmeden derhal “çözüm” üretilmiştir: Kamu bankaları özelleştirilirse yolsuzluklar da bitecektir!

Ama, ülkemizde yalnız kamu bankası soyan özel bir hırsız türü bulunmadığını, kamu bankaları özelleşince bu kişilerin bu defa başka yerleri soyacakları, bu nedenle özelleştirmenin yanında mutlaka, “soygunlara yol açan diğer nedenleri” yok etmeye yönelik diğer önlemlerin de gerektiği nedense düşünülemez! İşte bu nedenle, “yolsuzluklar ağı”nın bir plan gibi çizilip bir resim gibi görülmesi çok önemlidir. Bu önemli adımın atılmasını önleyen başlıca engel ise “çözüm merakı”dır. Bu meraka yenilmeyip, önce mekanizmanın tam anlaşılması gerekir.

“Yolsuzluk” adı altında tek sözcükte toplanan her tür melanetin tüm olası kaynaklarını, “bu önemlidir, şu önemsizdir” gibisinden peşin yargılardan uzak durarak ortaya koymak, işin güç ama can alıcı noktasıdır. Bu yapıldığında, toplumun, üzerinde hiç konuşmadığı örneğin “Kalabalık Kamu Kadroları” ya da “Mali Sistemimizin Belgeye Dayalı Olmayışı” gibi nedenlerin ne inanılmaz sonuçlara yol açtığı, milyon dolarlık rüşvetlerin bu ve benzeri masum yapı taşlarından nasıl örüldüğü hayretle görülecektir.

(4) Bu adımlar atılırken geçecek süreye tahammülü olmayan acilciler, yolsuzlukların önemli desteklerinden birisidirler. Acilciler ikiye ayrılır: Yolsuzlukların “hemen” önlenebileceğini, bunların küçük fakat henüz bilinmeyen bir kesim tarafından yapıldığını, bunlar bulunup etkisiz kılınırlarsa toplumun temiz olacağını düşünen saf vatandaşlar ile, mekanizma’nın anlaşılmasını bilinçli olarak önlemeyi amaçlamış ve bunun için de toplumsal tepkileri kısa vadeli —ve kendileri için bir zarar veremeyecek— önlemlere yönlendirmeye çalışan uyanıklar… Ancak, çözümü kamuoyunun desteğine mutlak ihtiyaç gösteren yolsuzluk sorunları için “çabuk” sonuç bekleyen kesimleri de ihmal etmemek gerekir. Bu nedenle, “yolsuzluklar ağı”nın analizinin yanı sıra, “Temiz Siyaset Yasası” adlı bir “şemsiye yasa”nın çıkarılması gerekmektedir. Altında, “Kamu Alımları Yasası”, “ombudsman”, “Gün Işığında Yönetim Yasası”, “delegesiz siyasi parti”, “siyasi parti gelir ve giderlerinin saydamlığı” gibi yasal düzenlemelerin bulunacağı bu şemsiye yasa’nın TBMM’nden çıkabilmesi, yolsuzluklar konusunda bu denli sığ görüşlere sahip bir “yöneten ve yönlendirenler” topluluğu karşısında hemen hemen imkânsızdır. İSKİ, İLKSAN, CİVAN gibi olaylar, bu sığ bakışların işe yaramadığını göstermesi açısından son derece yararlıdır. Hatta, henüz bilinmeyen ve dokunulması düşünülmeyen yolsuzlukların, —çeşitli pazarlık anlaşmazlıkları nedeniyle— ortaya çıkması, bu bilinçlenme açısından zorunludur denebilir İşte ancak o durumda, böyle bir yasa destek bulur ve de “yolsuzluklar ağı”nın önemi ve analizinin gereği anlaşılır. Lütfen, ne yolsuzlukların nasıl çözümleneceği ile uğraşalım, ne de diğer sorunların… Bunların “niçin” ve “nasıl” olduklarını anlamaya çalışalım. Göreceğiz ki, bu nedenler bütünü, aranılan çözümün ta kendisidir. (1994)

ÇALIŞMADAN PARA KAZANILMAZ!
Kamuoyuna Titan olayı adıyla yansıyan para toplama usulünü uygulayan kişiye gazeteci soruyor: “Sizin, insanları kandırdığınız, saadet zinciriyle para topladığınız söyleniyor. Titanzedeleri çıldırmaya kadar götüren bu iddialar doğru mu?”.. işi cevap veriyor: “Hayır katiyen doğru değildir. Ayrıca Titanzede diye kimse yoktur. Yalnızca, çalışmadan para kazanmak isteyen kişiler çıkmıştır. Tabii ki beleş, çalışmadan para kazanılmaz. Gayret etmek, çalışmak lazımdır” .. Kimilerinin saadet zinciri olarak adlandırdığı sistemin, bilindiği üzere, iki esası vardır: Birisi matematiksel esası olup, geometrik dizi denen sayı dizisinin şaşırtıcı artışıyla ilgilidir. Gazete kağıdının 50 defa katlanması, satranç tahtasının her karesine bir öncekinin 2 katı buğday koyulması gibi örnekler, hep geometrik dizi örnekleridir. Ancak, şaşırtıcı sonuçların görülebilmesi için, dizi elemanlarının sayısının bir miktar çok olması lazımdır. Aksi halde, mesela satranç tahtasının sadece 10 karesi olsaydı herhangi şaşırtıcı bir sonuç elde edilemeyecekti.
İkinci esas, bu sistem kullanılarak paraları toplanacak olan kişilerin akıl ve fikir düzeylerinin iyice düşük olması gereğidir. Fakat bu yeterli olmayıp, bu tür kişilerin sayılarının, birinci kuralın gerektirdiği kadar “çok” olması da şarttır. Titan olayının bence ilgi çekmesi gereken kısmı, uyanık bir kişinin çıkıp, tarih kadar eski bir metotla para toplaması değildir. Çünkü aynı yöntem, temizlik malzemelerinin ve kozmetik ürünlerinin pazarlaması için de halen kullanılmaktadır ve gerek yasalara gerekse ahlaka aykırı bir tarafı da yoktur. Primle çalışan pazarlamacılar hemen her sektörde son derece yaygındır. Bu tür pazarlama zincirlerinde görev alan kişiler, gerçekten de, çok çaba harcarlarsa çok para kazanabilmektedirler. Ayrıca zincire giren herkes, kazanabileceği söylenen paranın kaynağını görmekte, bu paraların yapılabilecek satışların bir bölüm gelirinden
kaynaklandığını bilmektedirler.

Titan konusunda ilginç olan, kaynağı sadece ahmaklık olan bir paradan pay almak isteyebilecek bu kadar çok kişinin varlığıdır. Bilim ve teknolojiyle uğraşan kişi ve kuruluşlar, fen dersleri okutan okullar, ülkemizin geleceğinin bilimle ilgili olduğunu düşünenlere, Titan olayından daha iyi bir inceleme konusu olamaz. Bu kadar çok insanın ahlaksız olduğuna, “ben senden alırım, sen de başkasından al” gibi bir mantığın, hırsızlık denen olgunun mantığıyla tamamen aynı olduğunu bilmediklerine, katiyen inanmıyorum. Bu zincire giren insanlar ahlaksız değillerdir. Bu insanlar ahlaksız değillerdir ama, “yoktan bir şey var olamayacağı” temel yasasını bilemeyecek kadar bilgisiz; durup duruken bu kadar para kazanılamayacağını akıl edemeyecek kadar da akılsızdırlar.

“Hiç bir şey yoktan var olmaz” kuralını gerçekten anlamış (farkına varmış) bir kişinin, “patron kâr etmese de verebilir”; “devlet, vergi almasa da memuruna zam verebilir”; “enflasyonu telafi edici ücret zamları yapsak da kararlı bir politikayla enflasyon düşürülebilir”; “medeni insanlar gibi katma değeri yüksek ürünler üretemesek de, insanca yaşamak hakkımız vardır” ve daha onlarca biçimde dile getirilen “yoktan var etmek mümkündür” hülyasına kapılması mümkün değildir. Bilim, yalnızca evrenin sırlarını anlamak değil, o sırlar arasındaki bağları kurmak için de gereklidir. Lavoisier yasasını bir bilim yasası olarak bilen (hatta dersini veren), ama yukarıdaki örneklerdeki yaşam olgularıyla bunu bağlayamamış bir kişi, unvanı, mesleği, şöhreti ne olursa olsun bilim cahili konumundadır.
Titan olayını toplum olarak iyi anlamalıyız. Dünyanın her yerinde saf insanları kandıran uyanıklar olmuştur ve olacaktır. Zaten Titan da, bir yabancı kuruluştan sağlanan teknoloji (!) ile çalışmaktadır. Ama Türkiye’deki olay, kandırma-kandırılma boyutunun dışında değerlendirilmelidir. Bu kadar çok insan, dinlerin “yoktan var etmek Tanrıya özgüdür” ve bilimin “hiçbir şey yoktan var olmaz, var olan da yok olmaz, ancak yer ve şekil değiştirir” temel yasasıyla boğuşarak, para kazanmaya çalışmaktadır.
Titan zincir(ler)ini yasaklamak için yasa çıkarılmasının düşünüldüğü gibi haberlerin doğru olmaması temenni edilir. Hatta eğer yasa çıkarılacaksa, bu tür “yoktan var etme girişimleri”ni özendirmek üzere çıkarılmalıdır. Ayrıca bir yasa da bunu akıl edip yaşama geçiren uyanık kişileri ulusal hizmet ödülüyle ödüllendirmek de gerekir. Çünkü, doğal seçim yoluyla bu ve benzeri işlerin peşinde koşanların ayıklanması (çıldırma, intihar ve benzeri yollarla) sonunda geriye düzgün bir nüfus kalacaktır. Tabii ki, Türkiye gibi geniş toprakları olan bir ülke için, kalacak olan nüfus çok az olacaktır. Ama ziyanı yok, nasıl olsa çabuk çoğalıyoruz! (1996)

KİMLERDEN KURTULMALI?
“Kalıpçılık” ağırlıklı düşünce stilinin en önemli iki kaynağı, “ezbere dayalı öğretim sistemimiz” ve “birey yerine devleti önemli gören ve devletin kalıplarına uyan bir örnek kişiler yetiştirmeyi hedeflemiş yaygın anlayışımız”dır.
“Sizi, sorunlarınızdan ancak kendiniz kurtarabilirsiniz. Ben ise sizi kurtarmaya kalkışmayacağıma, yalnızca kendinize yardım etmenize yardımcı olacağıma söz veriyorum” diyebilecek yeni “yiğit”lere ihtiyacımız vardır. Bu denli yiğit bolluğu içinde, herhalde o türlüsü de çıkar.
(1994)

Bu ara en değerli şey, “ben, doğrularımı terk ediyorum, yeni doğrular arıyorum” diyebilmektir. (1996)

ZİHİNSEL VİRÜSLER
NO 1- “ Başkası yapmasın, ben de yapmam! ”
Toplum yaşamımızı şekillendiren değer ölçüleri içinde yer alan birkaç virüsü tanıtmak istiyorum. İlk sıra, en masum görünüşlü, fakat en öldürücü olanında: “Başkası yapmasın, ben de yapmam!” “Güvenlik Şeridi: Güvenlik şeridinde araç sürmek başkalarının yaşamlarına kast etmekle eşdeğerdir. Taammüden cinayetle, ambulansın geçebileceği tek yolu kapatmak arasındaki tek fark, halkımızın bu konudaki bilinçsizliğidir. Yoksa insan, gözünün önünde işlenen bu dizi cinayetlere kayıtsız kalabilir mi? Batı medeniyetiyle bizi ayıran şey ne islam ne de gelirimizin düşüklüğüdür. Esas ayıran, işte bu ve benzeri konulardaki duyarsızlığımızdır. Gelişmiş toplumların insanları, bu kayıtsızlığımızı kendilerinin yüzlerce yılda inşa ettikleri medeniyete bir saldırı olarak görüyor ve bu yüzden de bizden nefret ediyorlar. Biz ise bunu hâlâ anlamıyor ve Avrupa Birliği’ne girerek bu nefreti sempatiye çevireceğimizi zannediyoruz. Bu boşunadır. İşte Türklerin trajedisi özet olarak budur. Bütün bunlar böyledir. Ama doğrusunu söylemek gerekirse ben de güvenlik şeridini kullanıyor, zaman zaman kırmızı ışıkta da geçiyorum. Ama bunu birçok insan yapıyor. Onların yapmasına engel olunsun ben de seve seve uyarım.” Ezber: Ezber zihinsel soykırım demektir. Bir toplumu tankla topla yıkamayabilirsiniz. Ama uzun vadede en etkin silah, o toplumun bireylerinin düşünme yetilerini zayıflatmaktır. Kendisine belletilenleri, tek ve değişmez doğrular olarak benimsemeye koşullandırılan çocuklardan ne vatandaş, ne bilim insanı, ne politikacı ne de bir başka şey olur. Nitekim olmuyor da. Her gün yakındığımız çeşitli sorunların altında, bellediği kalıpların dışına çıkamayan, icadı ayıp sayan, “hareketli ceset” benzeri insanlar yatmıyor mu? Bu cinayeti bir an önce durdurmak gerekir. Okullarda öğretilen her şeyin, belirli koşullara “göre” olduğu, o koşullar değiştiğinde doğruların da değişeceği öğretilmelidir. Ama ne yapayım ben de bir öğretmen olarak mevcut sistemin dışına çıkamıyorum. Çünkü, başta ezber yaptırmadığını iddia eden okullar dahil herkes ezbere dayalı öğretme yaptırıyor. Eğer bana emir verilir ve başkaları da terkederse ben de katiyen ezber yaptırmam, ben ezbere karşıyım.” Rüşvet: Eğer rüşvetin tanımına dikkat edilirse toplumda ne denli yaygın olduğu hayretle görülecektir. “Elindeki yetkiyi kendine çıkar sağlama yönünde kullanma” biçiminde tanımlanabilecek olan rüşvetin en yaygın olduğu yer politikadır. Elindeki imkânları seçim bölgesine yağdıran bakan, bu imkânları hiç sesini çıkarmadan kabul eden seçmen, aldı-verdi tipi rüşvetler halinde mangalda kül bırakmayan ama bu tür rüşvetleri görmezden gelen basın, bunların hepsi rüşvet olgusunun taraflarıdır. Evet ben de işimi yürütmek için gümrükte rüşvet vermek zorunda kalıyorum. Aksi halde iş duracak. Rüşvet o kadar yaygın ki herkes veriyor herkes alıyor. Başkaları alıp vermesin ben de vermem”
Bu ya da benzeri sözler, hepimizin aşina olduğu sözlerdir. Her tür eğriliği yapanların, üstüne üstlük bir de ders verip zeytinyağı gibi üste çıkmalarına imkân tanıyan mantık operatörü, “başkası yapmasın, ben de yapmam” olarak özetlenebilir. Bunun öldürücülüğü, dış kabuğunu saran adalet mesajından geliyor. Ama dış kabuk kaldırılınca altından şu dehşet verici öz çıkıyor: Ben yaptığımı sürdüreceğim, hatta bu konuda etrafa ders dahi vereceğim. Ama ortaya, yerine getirilmesi öylesine imkânsız bir koşul atacağım ki herkes beni haklı bulacak. Nasıl olsa binlerce insan arasından bir kişi çıkar ve eğrilik yapar, ben de onu örnek gösteririm. Ayrıca, kimse çıkmasa da ben olduğunu iddia ederim! Acaba, bu tür virüsleri üreten bir laboratuvar var mı? Bunları kimler üretiyor? Kimler etrafa dağıtıyor? Ne ilginç sorular değil mi?

NO 2- ERİ Sİİ İ ÇİN NE DE”
Geçen hafta en tehlikeli virüs olarak birinci sıraya aldığım “başkası yapmasın ben de yapmam”dan sonra bu hafta en az onun kadar sinsi ikinci bir virüsü tanıtacağım. Aslında “tanıtma” sözcüğü buraya pek uymuyor, çünkü her gün defalarca duyuyor, belki de kullanıyoruz.
İnsan yaşamını kolaylaştıran şeyler listesi yapsak belki de en başlara yerleşebilecek olanlar, hemen her dakika kullandığımız ve, veya, değil gibi mantık operatörleridir. Bunların, insanlık tarihiyle yaşıt olduklarını kestirmek zor değildir. Ayrıca, isimleri böyle konulmamış olsa da hemen tüm canlıların bunlara benzer operatörler kullandıkları da doğrudur. Bu operatörler bir bakıma yaşamı kolaylaştırırlarken, diğer açıdan bakıldığında yaşamın serbestliklerini sınırlarlar. Örneğin, “bana elma veya armut cinslerinden birisini söyleyiniz” denildiğinde herkes bilir ki, sadece bu iki meyva kümesinden birine ait olan bir cins söylenmelidir. İşte bu bir sınırlamadır ve cevap olarak karpuz demek niyetinde olan birisinin fena halde canını sıkar. Onbin yıldır kullanılageldiği için insanlığın ortak malı haline gelmiş bulunan bu mantık operatörlerinin belirlediği dar kalıplardan sıkılan bir kısım uyanık insanlar yeni operatörler icat etmiş ve yürürlüğe koymuşlardır. Örneğin, elma veya armut konusunda yapılması istenen tercihe karpuz demek isteyen kişi — ki muhtemelen bizim bir vatandaşımızdır—, yeni bir mantık operatörü düşünmüş ve bu yazıya konu olan 2 numaralı virüsü icat etmiştir. Böylece, normal insanlara göre mesela elma olması gereken yanıt bu defa, “evet elma ama yine de karpuz” haline gelme imkânı bulmuştur. Böyle bir operatörün pratik hayatta bir işe yaramayacağı, bu gibi işlerle uğraşanların vakti bol yapacak işi olmayan insanlar oldukları gibi bir düşünce akla gelebilir. Gerçek ise tamamen farklıdır. Bu ve bu gibi icatlar, onları kullananlara fevkalade rahat bir yaşam sağlarlar. Bu operatörlerin bir üstünlüğü de, kullanımlarının belirli bir meslek, yaşam kesiti gibi sınırlayıcılarla tahdit edilmemiş oluşudur. Bu denli esnek, her duruma bu kadar kolay adapte edilebilen bir başka fiziki araç icat edilmemiştir. Örneğin, bu araçtan bilimsel alanda yararlanmak isteyen bir kişi şöyle bir sav ileri sürmek imkânına kavuşur: “Kıt kaynaklarımızın geniş ihtiyaç alanlarımıza doğru tahsis edilmesi esastır. Bu ilke bilimsel araştırmaların saptanmasında da geçerlidir. Hatta diğer alanlardan daha çok geçerlidir. Türkiye’nin öncelikli ihtiyaç alanlarında araştırma ihtiyacı dururken, bunları dikkate almayan araştırma konularına para harcanması doğru değildir. Bu en azından bilim etiği açısından yanlıştır. Ama ben yine de, bu gibi araştırmaların yapılmasını son derece yararlı buluyorum”
Ya da, “Ezber, çocuklarımızın zihinlerini donduruyor, onların yaratıcılıklarını öldürüyor, onları başkalarına muhtaç insan durumuna getiriyor. Sakalı bıyığı ağarmış insanlar her başları sıkıştıkça kurtarıcı arıyorlar. Bütün bunların nedeni ezber denen ve kuşku duymadan belleme demek olan ve de genellikle salt bellemek ile karıştırılan illettir. Ama yine de belli şeylerin ezberlenmesi yararlı hatta zorunludur. Ezber olmadan nasıl eğitim olabilir ki?”

Veya, “Sigara insan sağlığına zararlıdır, ayrıca çocuklar söylenenleri değil yapılanları taklit ederler. Onlara sigara konusunda ceza uygulayıp bir yandan da sigara içmek açıklanabilir bir olay değildir. Ama yine de zaman zaman içilebilir.” Bu bir iki örnekten görüldüğü gibi, “evet ama yine de” mantık operatörü, yaşamı kolaylaştırıcılık yönünden eşsiz bir araçtır. İnsanlığın ortak değeri haline gelmiş değerlere hiç itiraz etmeden, onların tam terslerini yapma imkânı tanır. Hele yalnız icat eden tarafından değil de başkaları tarafından da kullanılır duruma gelince, bu defa No 1 virüs (başkası yapmasın ben de yapmam) ile birlikte kullanılarak başa çıkılamaz bir güç kazanır. Medeni toplumlar bir yandan evreni anlam yolunda keşif ve icatlar yaparlarken, diğerleri de böyle icatlar yaparlar. Bir toplumsal iyileşme programının ilk ve vazgeçilmez adımı, zihinlerimizin bu virüslerden arındırılması olmalıdır.

NO 3- ERİ S İ İ İ ÇİN TANDAŞIN SORUNLARINI
ÇÖZMEK İÇİN YAPILIR”
İki hafta evvel en tehlikeli virüs olarak birinci sıraya koyduğumuz “başkaları yapmasın ben de yapmam”dan sonra geçen hafta sıra en az onun kadar tehlikeli olan, “evet ama yine de” virüsündeydi. Bu hafta, virüs üreten virüslerin sonuncusuna sıra geldi. Başlıktan da görüldüğü gibi bu, hem siyasiler hem de vatandaşlar arasında yaygın kabul görmüş olan bir değer ölçüsüdür. Değer ölçülerimizi enfekte eden virüslerin sayısı sadece üçle sınırlı olmayıp belki de yüzlercedir. Bununla beraber, bu üç tanesi en doğurgan olanlardandır. Diğerlerinin çoğu bunların kendi aralarındaki kombinezonlardır. Doğurgan virüslerin tehlikesinin nedeni, genel kabul görmeleridir. “Siyasetin topluma hizmet olduğu, hizmetin en makbulünün de toplumun sorunlarının çözümüne ortam hazırlamak olduğu” gerçeği hafifçe çarpıtılarak bu virüs elde edilmiştir. Topumun sorunlarının çözümüne hizmet etmek, toplumun sorunlarını çözmek olarak değişince, bu virüs ortaya çıkmıştır. Çeşitli TV kanallarında, sokaktaki vatandaşlarla yapılan söyleşilere verilen ortak yanıtlar, komedyenlerimizin eleştirilerindeki ortak tema, gelmiş geçmiş muhalefet, hatta iktidar partilerinin mensuplarının ortak söylemleri hep aynı noktaya yöneliktir: devlet vatandaşın sorununu çözemiyor! Devleti sistemini oluşturan ögeler içinde eleştiriye en açık kesim politikacılar olduğu için de, bu yetersizlik onların bir eksikliği olarak tanılanıyor. İşin kötüsü, politikacı da, sorunları çözmenin kendi görevi olduğu ve de onları çözebilme erkinin kendisinde bulunduğu gibi inançlarla bu işi üstleniyor ve “yakınma yoluyla korunma” gibi bir yolu seçiyor. İçlerinden birilerinin çıkıp da şunu söylemez mi?

«Ey vatandaşlar! Herkes söze demokrasi diye başlıyor. Demokrasi, insanların kendi kendilerini yönetmeleri ise, biz sizin sorunlarınızı niçin ve de nasıl çözelim? Sizlerle önce bu konularda anlaşalım. Siz kendi sorunlarınızı çözme yolunda gerekli çözüm araçlarını gerek icat, gerek geliştirme, gerekse kopya yoluyla ortaya koyamıyorsanız, çözümleri başkalarından bekliyorsanız bu demokrasi sevdasından vazgeçin. Demokrasi istiyorsanız sorun çözme becerinizi geliştirmek zorundasınız. Demokrasi aciz insanların sürüler halinde başkalarınca güdüldüğü rejimin adı değildir. Bu becerinizi geliştirme konusunda isteğiniz, enerjiniz, cesaretiniz, sağduyunuz yoksa o zaman da kaderinize katlanın. Bu güç tercihleri yapmadan düze çıkacağınızı söyleyenler ya cahil ya yalancıdırlar, inanmayınız. Ben size açıkça söylüyorum: Eğer bana oy verirseniz sizin sorunlarınızı çözmeye kalkışmayacağım. Sadece, sizin kendi geliştireceğiniz sorun çözme araçlarını kullanabilmeniz için önünüzde engeller varsa ve onlar bizler tarafından konulmuşsa onları —yine sizin çizeceğiniz hareket biçimine göre— kaldırmaya çaba harcayacağım. Haydi yolunuz açık olsun.»
Zihinsel kurgu (mind set) içindeki bu virüslerden arınmadan birinci lige geçmek mümkün değildir. Nasıl arınırız? Sorusunun yanıtı ise basittir: önce, bunun bir sorun olduğunu içtenlikle kabul ederek. Sıra, tehlikeli virüslerin sonuncusuna geldi: “Sana ne!”(ve onun türevi “bana ne!”). Demokrasinin başlıca dayanaklarından —belki de bir numaralısı— olan yurttaş denetimini bir anda imkânsız kılıveren bu virüsün vatanı belli olmamakla birlikte, ülkemizi pek sevip yaygınlaştığı bilinmektedir. Söylendiği ilk anda, yapılan ve neye dayanılarak yapıldığı pek açık olmayan bir uyarının ahlaki, yasal ya da benzer bir dayanağının sorulması gibi bir çağrışım yaratırsa da hiç öyle bir zorunluluk olmadan da özgürce kullanılabilen son derece yararlı bir alettir.
Örneğin, resim çeken bir gazeteciyi coplayan polise yanlışlıkla yapılabilecek, “memur bey, sizin görevleriniz içinde resim çekmeyi önlemek de var mı?”biçimindeki bir yurttaşlık görevine karşı normal mantık kuralları içinde söylenebilecek hiç bir şey yokken, bu virüsü kullanarak güzel bir cevap verilebilir. Ya da far ampullerini halojenlerle değiştirerek çocukluğundan beri içinde birikmiş bulunan ezilmişliğini tedavi etmeye çalışan bir sürücüye yapılabilecek “sayın sürücü bey, siz savaşa mı gidiyorsunuz?”gibi bir ikaza karşı “sana ne ulan!”şeklinde gayet anlamlı bir yanıt beklenmelidir. Hemen her durum karşısında hiç bir güçlükle karşılaşmadan işin içinden çıkmanıza, çıkmak bir yana suçlu konumdan güçlü konuma geçmenize yarayan bir araçtır. Bu yanıt biçimi dönerek kendisine yataklık yapacak bir eşleniğini üretmiştir: “bana ne!”.. “Bana ne”, “sana ne” gibi kullanımı rahat bir kavram değildir. Özellikle entel kesim arasında her şeye maydanoz olmak, ama işe yarar bir şey yapmamak pek makbul sayıldığı için öyle uluorta “bana ne” demek ayıp sayılır olmuştur. Bunun yerine, tamamen aynı anlama gelen, üstüne üstlük bir de alacaklı duruma gelme imkânı sağlayan, “bu memleket katiyen düzelmez”, “önce tepeden başlamalı”, dizisine ait kalıplardan bir tanesi kullanılır olmuştur. Geçtiğimiz 3 hafta içinde ve bu yazımla biraz şaka yollu sizlere sunduğum bu zihinsel virüslerle mücadele için ne yazık ki kestirme bir yol mevcut değildir. Tek mümkün görünen ve galiba da rasgele insan kitlelerini “ulus”a dönüştüren reçete, toplumumuzun zihinsel kurgusu içindeki tüm değer ölçülerini gözden geçirmektir. Bunun için ne dış yardıma ve ne de devrimlere ihtiyaç vardır. Zihinsel kurgu (mind set) içinde yer alan bu değer ölçülerinin ne denli üretken birer melanet kaynağı olduğunu kabul edenlerin yılmadan, iğnelerle kazacakları kuyulara ihtiyaç vardır. Büyük medeniyetler hep bu türlü kurulmuşlar, yıkılanlar da kestirme yollar ararlarken yok olmuşlardır. Yarın sabahtan itibaren bu toplumsal ayıplar çevresinde duyarlık yaratmak üzere, tek başımıza ya da gruplar halinde, yaratıcı fikirlere dayalı çözümler üretmeye başlayabilir miyiz?
(1995)

İŞ
DÜNYASI
TEKNOLOJİ TRANSFERİ
“Teknoloji, ancak üretildiği takdirde onu üretene bir rekabet gücü sağlar”. Ayrıca, sabah işe gelişlerde ve akşam eve gidişlerde birer defa yüksek sesle bu sözün tekrarında da büyük yarar olabilir!

BULUŞÇULUK, DEMOKRASİ VE YENİ KÖLELİK!

Üçüncü binyıl’ın dünyasında belirleyici tek gücün ‘buluşçuluk’ olacağı artık iyiden iyiye ortaya çıktı. Aslında ‘ortaya çıktı’ demek pek doğru değil, bu gerçeği dünyada daha çok insan anladı demek daha doğru!

İsveç’i bir buzlu çöl ülkesi olmaktan, 100 yıl içinde endüstri ötesi bir topluma dönüştüren nedenin, 49 adet önemli buluş olduğu 1986’da yapılan bir doktora çalışmasıyla doğrulandı. Bu yüzyılın başlarında birer avuç pirince talim eden Japonya, G.Kore, Taiwan, Singapur ve Hong Kong’u bugün birer ekonomik güç haline getiren nedenin de yine aynı ve buluşçuluk özelliği olduğunu anlayanlar arttı.

Çin’in, buluşçuluğun önemini kavrayıp ilk Patent Kütüphanesi’ni satın almasından hemen sonra başlayıp bugün sürmekte olan Patent Korsanlığı kavgası, bu ülkenin de uyandığını gösteriyor. Tarihin eski ve güçlü kültürüne sahip bu 1,5 milyar insanın buluşçuluğa yönlendirildiği bir an için hayal edilirse, bu akımın dışında kalan toplumların gelecekteki perişanlığı şimdiden açıkça görülebilir.

Günümüz dünyası artık net olarak ikiye ayrılmaktadır: Buluşçuluk yoluyla kendi kaderlerine —ve buluşçuluğun bilincine varamamış toplumların kaderlerine— hükmedenler ile, buluşların estirdiği rüzgârlara kapılıp oradan oraya sürüklenenler! Demokrasi, toplumların kendi kararlarını kendilerinin verdiği, o kararların olumlu ve olumsuz sonuçlarına rıza gösterdiği bir yönetim biçimi olduğuna göre, bu sürüklenen toplumların herhangi bir şikâyete hakları yoktur. Ayrıca, bu global oyunun oynanabilmesi için de, daima sürüklenenlere ihtiyaç vardır. Onlar olmaksızın, yeni buluş ürünlerini satın alıp onlarla övünecek toplumlar olamazdı. Bunlar günümüz dünyasının “yeni köleleri”dir. Demokrasi de, kendine köleliği seçen toplumlar için bir bumerang görevi görmektedir. Buluşun önemini anlamayan, anlamadığı gibi onu her gördüğü yerde ezmeye çalışan insanların çoğunlukta ve genellikle de güç sahibi olduğu toplumumuzda, gündemi işgal eden incir çekirdeğini doldurmaz tartışmaları gördükçe, insan niçin buna müstahak kılındığımızı düşünmeden edemiyor… (1997)

NİHAYET BİLİM DÜNYASINI SARSACAK KEŞFİ YAPTIK!

Antoine-Laurent Lavoisier (1743-94), yaklaşık 200 yıl önce, kendi adıyla anılacak olan ünlü yasasını ortaya koyuyordu: “Her operasyon veya tepkimede, önceki ve sonraki madde miktarı eşittir.
Sadece, değişim ya da dönüşüm vardır. ”..
Gerçekte ise bu yeni bir keşif değildi. En az 2000 yıl önce tek tanrılı dinler tarafından da, bir şeyin yoktan var edilemeyeceği, bunun ancak Tanrıya mahsus olduğu kesin bir dille belirtiliyordu. Lavoisier, bunu deneysel olarak göstermiş, böylece bilim bu dogmayı kendi ilkelerine göre sınayıp kabul etmişti. Ama, bunun böyle olmadığını savunanlar da vardı. Simya denen dal, tam olarak “yoktan var etmek” ile değil ama, benzer bir işle uğraşıyordu. Herhangi bir maddenin altın’a dönüştürülebileceğini savunan simyacılar, modern kimyaya belki de zemin hazırlıyorlardı. Ne yazık ki, modern bilimin çarkları, bu gayretli insanların büyük bir bölümünü ezip geçti. Simyacılar tamamen yok oldu sanıladursun, onlardan bir avuç idealist, değişik toplumlar içinde, değişik meslekler altında çabalarını sürdürüyor, bir gün gelip “yoktan var etmenin sırrı”na ereceklerini düşünüyorlardı. Acımasız bilim, onların hiç bir şekilde kendilerini afişe etmelerine, çalışmalarını toplumla paylaşmalarına izin vermiyordu. Bu yüzden de simyacılar, kimsenin aklına gelmeyecek meslekler edinerek yaşamlarını ve bu kutsal çabalarını sürdürmek zorundaydılar. Her yerden kovalanan, hiç bir yerde kendilerine yaşam fırsatı verilmeyen bu kişiler, nihayet kendilerine kucak açan, sevecen ve “temiz” insanlardan oluşan bir vatana, bizim sayemizde kavuşmuşlar, burada ekonomist, bankacı, mühendis gibi saygın mesleklerin kisvesi altında icra-i sanat etmişlerdir. Şimdi, 2000 li yılların rüyaları yavaş yavaş gerçekleşmekte, “yoktan var olmaz, var olan ise yok olmaz” diyenler utanmaktadırlar.

Yakın bir geçmişte, “biz hiç bir vatandaşımızı enflasyona ezdirmeyeceğiz ” derken, bu müthiş keşfin ilk sinyalleri veriliyordu. Enflasyon var oldukça bunu birilerinin taşıması gerekeceği dogması yıkılıyor, kimsenin taşımasına ihtiyaç olmayan bir enflasyon tanımlanmış oluyordu. Günler geçip, bu vatanın “temiz” insanlarından herhangi bir itiraz gelmeyince, bu defa “yeni simya” denebilecek bu dalın daha somut ürünlerinin pazara sürülebilmesine sıra gelmiş oldu. Geçtiğimiz günlerde, “esnek limitli kredi kartı” adıyla pazara çıkan bu “yeni simya” ürünü, ay sonunu getiremeyen milyonlarca insana bir müjde olarak patlatılıyordu: “Artık özgürsünüz, ay sonu param bitti diye üzülmeyin, kredi kartınızın limiti dolduysa esnetiriz, böylece sorun da çözülmüş olur” Her toplumda bozguncu insanlar çıkacak, toplumun önünü tıkamaya çalışacaklardır. Esnek limitli kredi kartı buluşunu, halkımızın, açlığını yüzlerce yıldır duyumsadığı “bilime katkı” olarak değerlendirmek yerine, “peki bunu gelecek ay kim ödeyecek ” gibisinden sevimsiz sorular sorarak değersizleştirmeye çalışanlar da çıkabilecektir.
Ama üzülmeyiniz, bizim “temiz” insanlarımız böyle sorulara aldırmayacak kadar temizdir. (2000)

UCUZ İŞÇİ, UCUZ İŞÇİLİK DEĞİLDİR

Gazetelerde sık sık Türkiye’deki işçilik ücretlerinin düşük olduğuna ilişkin haberler yer alır. Geçtiğimiz haftalarda bir haber, OECD ortalamalarına göre çok düşük işçiliğimizden bahsediyordu Bu haber hem doğru hem yanlıştır. Ancak bundan evvel iki farklı kavramı açıklığa kavuşturmak gerekir. Şöyle ki; “İşçi Ücreti” bir kişiye ödenen ücreti; “işçilik maliyeti” ise, işçi ücretinin verimlilikle normalize edilmiş miktarını gösterir. Saat ücreti $2.00 olan bir Japon işçisi belirli bir üründen
1 saattte 10 adet üretiyorsa: işçi ücreti = 2.00 $/saat işçilik maliyeti = 0.20 $/adet demektir.
Türkiye’de ise saat ücreti örneğin $1.00 olan bir işçimiz ayn ı üründen saattte 4 adet üretebiliyorsa: işçi ücreti = 1.00 $/saat işçilik maliyeti = 0.25 $/adet olur. Böylece, Türkiye’mizde işçi ücreti daha düşük, ama işçilik maliyeti daha yüksek olur.

OECD içindeki en düşük işçi ücretlerinin ve de en yüksek işçilik maliyetlerinin nasıl olup da Türkiye’mizde bulunduğu kolayca anlaşılır.
Ancak dikkat edilmesi gereken bir ince nokta vardır: “İşçilik” sözcüğü her ne kadar hemen “işçi”yi çağrıştırıyorsa da, işçiliğin yüksek oluşunun nedeni genellikle sadece işçi değil, onu çevreleyen sistem (yönetim, sendikacılık anlayışı, teknoloji üretimi vb.)dir.

Nitekim yabancı ülkelerde daha iyi yönetilen, daha çağdaş sendikacılık anlayışına sahip sendikalara dahil işçilerimiz daha yüksek işçi ücretlerine rağmen, daha düşük işçilik maliyetlerine konu olabilmektedirler. İşçi ücretlerimiz, işçilerimizin verimlilikleri ve yönetim becerilerimizin kalitesi düşük, işçilik maliyetlerimiz ise yüksektir. Rekabet gücümüzü düşüren faktörlerden birisi de budur. Kavramları yerli yerinde kullanıp, kafaları karıştırmamalıyız. (1996)

YENİ BİR ÜCRET SİSTEMİ
Kamu kuruluşlarında uygulanan çeşitli ücret statüleri çeşitli nedenlerle dejenere olmuş ve bugün ne çalışanlar, ne çalıştıranlar, ne de hizmet alanları memnun edebilen; memnun etmek bir yana, her kesimi ayrı ayrı çileden çıkaran bir duruma gelmiş dayanmıştır. Artık “iyi bir ücret sistemi” ne sahip olmak, “olursa iyi olur ama olmazsa da böyle idare eder” çizgisinin ötesine geçmiştir. Ancak, “iyi bir ücret sistemi”ni gerçekleştirmek bir yana, tanımlamak dahi pek kolay değildir. “İyi bir ücret sistemi”: Çalışanlara en yüksek ücreti veren sistem midir? İşlerin güçlüğünü ücretlere yansıtan sistem midir? Çalışanların performanslarını dikkate alan sistem midir? Piyasa ücret yapısına uyan sistem midir? Arz-talebe göre şekillenen sistem midir? “Yalnız talep” e göre belirlenen sistem midir? “Yalnız arz” a göre oluşan sistem midir? Yoksa bunların karmakarışık bir bileşimi midir? Halen yürürlükte bulunan kamu çalışanları ücret sistem(ler)i, en çok bu sonuncusuna uymaktadır. İçinde, yukarıdaki parçaların her birinden renkler bulunmaktadır. Bu ücret yapısı bu hale nasıl gelmiştir? Bu, ayrıca irdelenmesi gereken bir konudur.* Bu irdeleme yapıldığında varılacak ilk sonuç şudur: Kurulacak yeni sistem, büyük ölçüde eski “bozucu etkiler”in etkisinde kalmaya devam edecektir. Gerek 657 sayılı Devlet Personel Yasası, gerek Sözleşmeli Personel statüsü ve gerekse daha dar ve özel ücret sistemlerinde (istisna akdi vbg) göz atıldığında görülen ortak yan, her birinin bazı “duyarlık alanları” içerdiğidir. Bunların başında, “amirin takdiri” gelmektedir.

Bu “duyarlık alanı”, bizim insan niteliği dokumuz ile çok kolay dejenere edilebilecek bir alandır. İkinci bir duyarlık alanı “eğitim” olup, dejenere edilmesi oldukça güçtür. Bir diğeri “kıdem”dir ve o da çok güç dejenere edilebilir.

Dejenere edilmeye çok yatkın bir alan “görevin gereği”dir. Bazı görevlerin kişilere göre tanımlandığı, gereklerinin kişilere göre “ayarlandığı” çok görülmüştür. O halde yeni sistem, bu gibi “duyarlık alanları”nı olabildiğince az içermelidir. Bu, yeni ücret sisteminin son derece basit bir sistem olacağı anlamına gelir. Bu acıdır ama bir gerçektir. Madem ki dejenere edilemeyen birkaç alan vardır, o halde yeni sistem bu birkaç alana dayalı olmalıdır. Bunlar, “kişilerin eğitim düzeyi” ve “kıdemi”dir. Kişilerin “eğitim” ve “kıdem”inden başka faktörü dikkate almayan bir ücret sistemi uygulansa acaba nasıl sonuçlar ortaya çıkar? Başlıca ikisi şunlar olabilir:
(1) Kamu çalışanları arasındaki eğitim düzeyi dağılımında düşük eğitim düzeyliler ve kıdemi az olanlar çoğunlukta olduğu için büyük çoğunluk, oldukça düşük düzeyde bir ücret alabileceklerdir.
(2) “Unvan” ile “ücret” arasında doğrudan bir ilişki kalmayacağı için, yapay unvan ihdası garabeti oldukça azalacaktır. Ayrıca, yüksek ücretin ön şartı durumuna gelmiş olan “unvan”lara erişmek için siyasi baskı kullanma alışkanlığı zayıflayacaktır. Bu çok önemli bir avantajdır. Çalışanları rencide eden, “siyasi yardımla unvan edinme” eğilimlerinin zayıflamasının, birçok ahlaki sorunu da ortadan kaldırabileceği beklenmelidir.
Yeni sistemde alınması gereken bir önlem, bir yanda işsiz insanlar varken herhangi bir kamu görevine kapağı atabilmenin bir piyango çarpma şansı olmaktan çıkarılmasıdır. İşsizlik varoldukça, “iş”in değeri azalmayıp artacaktır. Ama ilginç olan, “iş”in değil “kamuda iş”in değerli sayılmasıdır. Bunun açık sebebi, kamu işlerinin rahatlığı ve güvencesidir. Bir ilke olarak, hangi ücret sistemi getirilirse getirilsin, kamu işleri işsizliğe karşı bir önlem olarak kullanıldığı sürece, çalışanların, çalıştıranların ve hizmet alanların mutlu olmalarına imkân yoktur.
O halde yeni ücret sisteminin vazgeçilmez ön şartlarından birisi, yeni iş yaratma teknolojileri’nin kullanılıp, kamu işlerine olan talebin azaltılmasıdır. Bir diğer ön koşul, kamu işlerinin “rahat iş” olmaktan çıkarılmasıdır. Bu ise kamu işleri için iki genel ilkenin benimsenmesiyle yapılabilir:

İlke 1- Kamunun görevi, işlerin yapılabileceği ortamları hazırlamak ve onları korumaktır. Kamu, özel kişi ve/veya kuruluşların yapabileceği hiç bir iş yapamaz. Bu ilkenin benimsenmesiyle, mevcut personel emekli olana kadar, bu ilkeye aykırı düşen işlere yeni eleman alınmayacaktır.

İlke 2- Kamu görevleri, ancak yüksek öğrenim görmüş elemanlar eliyle yapılabilir. Bu ilke ile de, kamu görevlerine karşı mevcut bulunan aşırı talep azalmış olacaktır.
Bu iki ilke, yeni ücret sistemi dolayısıyla doğacak olan “düşük ücret” sorununu ortadan kaldıracaktır. Sonuç olarak; mevcut ücret kargaşasının “yama”larla ortadan kalkması mümkün değildir. Bir ücret sistemini çağdaş hale getirebilmek için bulunması gerekli “duyarlık alanları”, ne yazık ki, bir süre daha kullanılabilir görünmemektedir. (1995)
FARKLI BOYUTTAKİ OLGULAR
TOPLANIP ÇIKARILABİLİRLER Mİ, NASIL?
“Çoklukları teke indirgeme arzusu”, denebilir ki, medeniyet tarihiyle yaşıttır. 3 elma ile 3 inciri toplamayı kafasına koymuş ilk matematikçi bunu (3,3) şeklinde göstermeyi, böylelikle boyutları karıştırmadan, çoklukları ifade etmeye imkân veren bir ifade tekniği sağlamayı becermiştir.
Benzer meraka sahip başka düşünürler de bir başka yol keşfetmişler ve birimleri ortak bir başka birime (mesela meyve) çevirme usulünü geliştirmişlerdir. Böylece, örneğin 3 elma ve 3 incir toplanıp 6 meyve olmaya başlamıştır. Bu yaklaşımların genişletilip hemen her alanda kullanımı mümkünken, insanın kolaycı —ve çoğu zaman yanıltıcı— yapısı elmalarla incirleri —boyutlarının farklılığına aldırmaksızın— toplama yolunu icat etmiştir. Bütünüyle yanlış olmasına rağmen, işleri çok kolaylaştırdığı için inanılmaz bir kabul görmüş, insanlar hemen her konuda bu toplama işlemini yapar olmuşlardır. O çağlardaki tartışmaları bilmemekle birlikte, bu işin yanlışlığını bilen kişilerin bu acayip toplama işlemine ne denli karşı çıktıklarını tahmin etmek pek de güç değildir. Günümüzde medeniyetin iyice ilerlemesiyle artık bu tartışmalar geride bırakılmış, hep birlikte incirlerle elmalar toplanır hale gelmiş, bununla da yetinilmeyip yalnız meyve vs. şeylerle uğraşılırken, sosyal ve ekonomik olgulara da el atılmıştır. Örneğin, günümüzde “hırsız”, “zeki”, “bilgisiz” ve “ruh sağlığı bozuk” birisi için “nasıldır?” diye sorulduğunda, böyle bir dörtlüyle değil, soranın da isteklerini kavrayacak biçimde “eh işte şöyle böyle” gibi bir “toplama” nın sonucu söylenmektedir. Bu “kolay toplama” yöntemi artık bütün ilgi alanlarına girmiş bulunmaktadır. Örneğin ekonomide “devletçilik” ve “özel girişimcilik” arasındaki tek ortak yan, ikisinin de girişimci olması gibi toplama işlemi açısından hiç önemi olmayan bir ayrıntı iken, ikisini bu terim çevresinde toplayıp “karma ekonomi” denen garabet icat edilmiştir.

Devletçilik ve özel girişimcilik iki ayrı küme olup, bu kümelerin toplanması (ya da çıkarılması), özel koşullara bağlıdır ve çoğu zaman mümkün de değildir. Birbirleriyle toplanılıp çıkarılmak istenen olguların bir çizgi üzerinde birer nokta ile işaretlenip, aralarındaki yerlerin birer “uzlaşı noktası” olarak işaretlenmesi, işleri çok kolaylaştırıcı ve o derece de saçma bir gösterim biçimidir. “Sağ”ve “sol” ideolojiler birer ayrı kümedir. Bu iki ayrı kümenin elementlerinden uygunları seçilerek başka kümeler oluşturulabilir ve onlara çeşitli adlar verilebilir. Örneğin, “üretim”, “bireycilik”, “muhafazakârlık” gibi temel ögeleri bulunan sağ kümenin üretim elementi ile; temel ögeleri “paylaşım”, “toplumculuk” ve “değişimcilik” olan sol kümenin paylaşım elementi alınıp, temel elemanı “üretirken paylaşmak” olan bir yeni küme yaratılabilir.

Ama artık bu yeni küme, ilk iki kümeden tamamen farklıdır ve adı da mesela “sağ solculuk”, “sol sağcılık”; “ortacılık”, “ortanın sağı” ya da “ortanın solu” değil, bu yanlış toplamayı çağrıştırmayacak bir başka ad, örneğin “sosyal piyasa sistemi” dir. Bu yanlış toplama örneklerinin sayısı inanılmayacak kadar çoktur. Bu, yalnızca bir adlandırma hatası olsaydı üzerinde durmaya değmeyebilirdi. Pratikte bu yanlış toplamaya dayalı felsefelerin tanımlanmaya kalkışılması işin esas önemli yanıdır.
Kendini, bir baskın özelliği ile (kürt, dindar, liberal, devletçi, yerel, evrensel vb.) tanımlayan kümelerin bir araya getirilip bu kümelerin toplanmaya çalışılması, siyasi tarihimizde zaman zaman görülmektedir.
Aslında bu yapılabilir ve çok da iyi olur. Ama bu toplamayı yapabilmek için bir yeni “boyut” tanımlanmalı ve bu boyut etrafında yeni bir küme tanımlanmalıdır.
Örneğin yerel ya da evrensel değerlere bağlılık, bir çizgi üzerinde gösterilip ikisinin ortasındaki bir nokta “yereli dışlamayan evrensel” olarak tanımlanamaz. Böyle bir şey mümkün değildir. Bir kişi biraz yerel biraz da evrensel olamaz. Bu toplama yapılmak isteniyorsa yeni bir element tanımlanmak zorundadır ve bu da “evrensel değerlere göre yeniden tanımlanmış yerel değerler” olabilir.

Tek sesli geleneksel Türk Müziği ile çok sesli senfonik müzik iki ayrı kümedir ve toplanıp ifade edilemez. Ancak yeni element olan “geleneksel ezgilerin çok sesli ifadesi” olabilir. Benzer şekilde, bireycilik ve toplumculuk da toplanarak “toplum çıkarları söz konusu olmadığı sürece bireycilik” denilemez . Onun yerine “toplum çıkarlarıyla çatışmayacak şekilde anlaşılacak bir yeni bireycilik” söz konusu olabilir. “Rekabetsiz işbirliği” ve “rakibini tahrip eden rekabet” de iki ayrı kümedir ve bu iki noktanın arasında biraz yıkım biraz işbirliği değil, “işbirliği içinde rekabet” denen yeni element mümkündür.
Toplumsal olguları rasgele toplayıp çıkararak yeni ideolojiler üretmek isteyenlere bu basit aritmetiğin yararı olabilir. Aksi halde, yanlışlar bazen çok pahalı ödenebilir. İnanmayanlar örneklerini inceleyebilirler. (1994)

FARKLI MALZEMELERİN BİRLEŞTİRİLMESİ MÜZİKSİZ OLMAZ!
Her nerede “ek” varsa oraya dikkat ediniz. Büyük ihtimalle, “ek” yeri, sızıntı yapıyordur. Daha doğrusu, genellemeden söylenecek olursa, “ülkemizdeki ek’lerin çoğu kaçırıyordur!”.. Su, elektrik, gaz, kanalizasyon ve benzeri bilumum borular, ek yerlerinden —yurdumuzda— kaçırırlar. Tesisat işleriyle uğraşan ustalar bu ek yerlerine “keten” denen lifleri sarıp üzerine de “ilaç” dedikleri yapıştırıcı-doldurucu malzemeyi sıvarlar ve böylece bir süre için kaçağı önlerler. Keten ve ilaç kuruyup esnekliğini kaybedince ek yerleri tekrar kaçırmaya başlar. Bazı uyanık ustalar ise bu tür ekleri ekmek kapısı yapabilmek için bilerek uyduruk iş yaparlar.
Yeni yetme mimarların pek meraklı olduğu kiremitsiz düz çatıların birleşim yerleri de —yurdumuzda— kaçırır ve alt katlarda oturanları hayatlarından bezdirir.
Çekomastik denen ve icat edildiği ülkeden çok daha fazlası yurdumuzda satılan dolgu macunu, bu kaçağı önlemek için inşaat ustalarımızca tonlarca kullanılır.
Hava alanlarında uçakların “taksi” yaptıkları beton yolların ek yerleri, viyadüklerin birleşme yerleri —yurdumuzda-birer zıplama noktasıdır ve bunlar da birer kaçak türüdür. Daha genel bir ifadeyle camların çerçevelerle, fayansların döşemelerle, ıslak hacimlerin kurularla birleştiği ek yerleri — yurdumuzda— kaçırırlar.
El becerisinin eksikliğini (Çetin Altan’ın deyimiyle mesleksizliği) gösteren bu örneklerin dışındaki “ek” yerleri de kaçırırlar. Bir yasaya göre çıkarılması gereken, yani yasa ile ek yapacak olan kararnameler, anayasa ile ek yapması gereken yasalar yine eklendikleri noktalardan kaçırırlar ve Anayasa Mahkemesi keten ve ilacı ile onarılmaya çalışılırlar. Dindarlarla olmayanlar, Alevilerle Sünniler, kürtlerle türkler, çalışanlarla işverenler, devletle vatandaşlar daima ek yerlerinde sorunludurlar.
Bu değişik örneklerden çıkarılabilecek sonuç, toplumumuzun teknik ve sosyal alanlardaki “ek” işlerini beceremediğidir. Becerememekte ve doğan kaçakları gidermek için kaynaklarını harcamakta, başka iş yapmaya imkânı kalmamaktadır. İşçisi, ustası, mühendisi, hukukçusu, bürokratı ve politikacısı, sürekli olarak ek yerlerinin kaçaklarını önlemeye çalışmakta, bol bol keten ve ilaç tüketmektedirler. Pekiyi, bu bizim beceremeyip başkalarının becerdiği bu “ekleme” işinin sırrı nedir? Bizim neyimiz eksik olduğu için yaptığımız ekler hep kaçırmaktadır? Bunu anlayabilmek için, “ek” denen olguya daha yakından bakılmalıdır. Ekleme işlemi, iki farklı nesneyi yanyana getirip arasına, ikisiyle de iyi birleşebilen bir “arakesit malzemesi” koymakla yapılır. “Arakesit Malzemesi”nin bir özelliğİ, her iki nesneyle de tam birleşip bir “bütünlük” sağlamasıdır. Bir diğer özelliği ise zamanla bozulmaması, esneklik ve bu gibi niteliklerini kaybetmemesidir. Ekleme işleminin başarılı olabilmesinin bir diğer koşulu ise, eklenecek her iki malzemenin de, ekleme işlemine hazır hale getirilmesi, bir diğer deyimle ek noktasındaki farklılığı fark edebilecek duyarlıkta olmasıdır. İşte, bizim beceremeyip başkalarının yapabildiği bunlardır. Bizim arakesit malzemelerimiz, sayıca az ve özellikleri de yetersizdir. Ayrıca, eklenecek malzemeler, ekleme işlemi için yeterli duyarlığa —esnekliğe— sahip değildir. Teknikte olduğu gibi sosyal alanlardaki ekleme işlemleri için de Dünyada her gün yeni arakesit malzemeleri geliştirilmektedir. Bunlar, tarafımızdan da benimsenip uyarlanıp kullanılabilir. Bu, nisbeten “yapılabilir” bir iştir. Güç olan, birleştirilecek farklı malzemelerin, eklemenin gerektirdiği duyarlığa sahip kılınmasıdır. Bu ise doğrudan insanmalzememizin nitelikleriyle ilgilidir ve ne ithal ne de transfer yoluyla sağlanamaz. İnsanları bu duyarlığa kavuşturan araç müziktir. Sesler arasındaki ince farkları ayırt etmeyi öğrenmiş, bu farklılıklara tepki üretebilen insan, yaptığı boru ekleme, viyadük birleştirme, kararname hazırlama ya da farklı düşünceleri birlikte yaşatabilme işlerini kaçaksız yapabilir. Bu ayırt etme özelliğini kazanmış dindar, dindar olmayanla; Alevi, Sünniyle; kürt, türk ile ve işçi işverenle, kaçaksız arızasız yaşayabilir.
Ne tek sesli geleneksel müziğin mesajlarını, ne de çok sesli müziğin çok boyutluluğunu algılamayı beceremeyen insanlar ise, sürekli olarak keten ve ilaç kullanırlar. (1995)

KEFİL OLMAK SORUMLULUK GETİRİR!
Bankadan borç ya da taksitle buzdolabı almak isteyen herkes, kendisinden bir iki kefil isteneceğini bilir. Kefiller de, söz konusu borcun ödenmemesi halinde bunun kendilerince üstlenileceğinin bilincindedirler ve bu yüzden de kefil olacakları insanı iyi tanıyıp güvendikleri takdirde buna razı olurlar. Bu süreç, toplumumuzda çok iyi anlaşılmış ve iyi işleyen bir kurum halindedir. Zaman zaman borçlu ve kefillerin aralarında anlaşıp karşı tarafı dolandırdıkları olursa da bunlar azınlıktadır. Ancak, kefalet konusu, buzdolabı, banka borucu ve bu gibi elle dokunulabilir olmaktan çıkıp da, “iş arayan bir kişiye kefil olmak”, “bir göreve birisini tavsiye veya telkin etmek” gibi alanlara kaydığında, bu iyi işleyen süreç birdenbire bir laubaliliğe, bir aldırmazlığa dönüşüyor. Halbuki bu durumda kefil olunan borç, bir buzdolabı ya da tüketici kredisi limitlerini çok aşmış, ödenmemesi halinde vereceği zararlar açısından, baştan planlanması mümkün olmayan sınırlara ulaşmıştır.
Örneğin, bir işe girmesi için kefil olunan kimse, girdiği iş yerinin kasasını soyarak bin adet buzdolabı parasını bir anda yürütebilir ya da bilgi-becerisine kefil olunan kişi beceriksiz çıkarak şirketi onulmaz zararlara uğratabilir. Benzer şekilde, bir görev için isim telkini de potansiyel riskler içerir. Eğer yüzeysel göstergelere bakarak bir telkinde bulunulmuşsa —ki bu göstergeler anlayanlara çok şey anlatır—, doğabilecek zararlara ortak olunmuş demektir. Bu gibi durumlarda dürüst davranış, doğan zararın sorumluluğunu üstlenerek, “evet, bu kefalete temel oluşturması gereken bilgilere sahip olmadan kefil oldum ve yanıldım. Zarar ziyan ne ise ben de ortağım!”diyebilmektir.
Ama bir alternatif de pişkin davranmak, ve doğan zarardan kefilin de şikâyet etmesi, hem de yüksek sesle şikâyet etmesidir.(1996)