Irak Şairleri

ÖLÜM VE ZAMAN
Sevgilim bütün
Arkadaşlarım öldü
Zamandan başka şey kalmadı
Ve türkülerden başka
Dostum küçük Ahmet
Küçük Ahmet bile
Öldü, Tanrı rahmet etsin benim
Küçük dostum Ahmet.
Ne dersin yurda döndüğümüzde
Bizi tanımazsa kimse
Ne dersin?
Ey kederli serçe?
Türkçesi: Melih Cevdet Anday

FIRTINA
Öldüremeyeceksiniz beni
Kaçıramayacaksınız
Işığından güneşin
Ne de şiir söyleme sevincinden
Kuramayacaksınız darağacım
Aşka şaire güle karşı
Yıkamayacaksınız sarayını düşlerimin
Korkutamayacak zincirleriniz küçük çocuklarını ülkemin
Kirletemeyeceksiniz sanatın surlarını
Ancak karşınızda
Küllerin ölümün tamburlarını bulacaksınız
Hayatım
Uzatıyor kollarını ışığa doğru
Geriye uşaklar
Dönünüz geldiğiniz yere
Türkçesi: Nuri Pakdil

GELEMEYEN ZİYARETÇİ – Nazik El Melike
Akşam geçip gitti ve neredeyse kayboldu ayın yüzü,
Yazık, ikinci akşam da eklenip birincinin ardından!
Gözümüzün önünde sona eriyor mutluluk işte.
Sen gelmedin ve yitirdik seni,
öteki dileklerimizle birlikte.
Sen yoksun, yerin boş kaldı.
Darmadağın olmuş bizler soluğumuzu kesip,
Sabırsız ve sıkıntılı sorup durduk gelmeyen ziyaretçiyi.
bilmem ki yılların ötesinde de yok muydun?
Gölgenin izleri vardı her kelimede ve her anlamda,
İler köşede ve düşlerimin her birinde, kafamda canlanan.
Yok muydun, burdakilerden daha mı gerçektin, bilemiyorum.
Yüzlerce ziyaretçi bile dindiremiyordu
Sana karşı duyduğum özlemi bir an.
Her biri gelmeyen bir ziyaretçinin
Görme tutkusunu coşturuyordu üstelik.
Gelseydin diyelim, olmaz ya,
ötekilerle birlikte olsaydık şuracıkta,
Öteden beriden söz ederek,
Dilediğini konuşsaydı herkes, ilgilendiği konuda.
Buradakilerden biri olmayacak mıydm sende?
Akşam sona eriyordu. Bakıp duruyorduk şuraya buraya.
Gecelerde gelmeyenlerin boş yerine bakıp
Soruyorduk birbirimize bağrışarak
Gelmeyen bir ziyaretçinin onların arasında olup olmadığını.
Yine de ben gelmemeni isterim.
Eğer günün birinde çıkıp gelseydin,
Anılarımın rengârenk evreninin hoş kokusu yitip giderdi,
Kırılırdı düş dünyamın kanatları,
Türkümün sesi kısılırdı,
Alırdım avcumun içinde kalan kirlenmemiş tutkumun kırıntılılarını,
Ve anlardım, düş görür gibi seni sevdiğimi.
Oysa sen etten ve kemiktensin işte orda.
Düşleyip duracağım gelmeyen garip ziyaretçiyi.
Türkçesi: Eray Canberk

LÜBNAN Şairleri

İNSAN’IN ŞARKISI – Halil Cibran (1883-1931)
Ben çağların başlangıcıyla geldim
hala üzerindeyim şu kocamış dünyanın
Çağların bitimiyle gene gideceğim
Tükenmez bu yüzden acılar yüreğimde.
Göğün sonsuzluğunda dolaşan bendim
Uçtum üzerinde düşlerdeki bölümün
Gördüm her yönünü kutsal uzayın
Ama tutsak kıldı beni gene yasalar.
Dinledim öğretisini Konfüçyus’un
Bilincin gözleri çözüldü Brahma’da
Bilgelik ağacının altında gördüm Budayı
Ama yenik kıldı beni gene duygular.
Tanık oldum Babilon’un anlatılmaz yüceliğine
Ramses’i gördüm bir uzak çağa ün veren
Vuruşkan Roma ordularla belirdi
Ama üzgülere boğdu beni gene kurallar.
Neler çektim baskı yöntemlerinde
Zincir vurdular ellerime sömürgeciler
Acımasız zindanlarda açlığı tanıdım
Ama bir güç kaldı gene içimde, bırakmadı beni
Işıyan yeni günle bana umut getiren
Türkçesi: Engin Aşkın

SEVGİ’DEN
Karşısındakine kendinden başka hiçbir şey vermez
Sevgi ve kendinden başka hiçbir şeyi de geri almaz
Ne kendi dışındaki şeylere sahiptir, ne de kendisine
sahip olunabilir;
Çünkü Sevgi, kendi kendini bütünler ve kendi kendine yeterlidir.
Sevgi gelip sizi bulmuşsa, “Tanrıyı yüreğinde taşıyorum”
demektense,
“T anrının yüreğine eriştim” deyin.
Ve hiçbir zaman sevgiye yön verebileceğinizi düşünmeyin,
Çünkü Sevgi, eğer sizi o değerde bulmuşsa, kendi yönünü
kendi çizecektir.
Sevginin kendini mutlu kılmaktan öte hiçbir arzusu yoktur.
Ama eğer sevgiye kapılmışsanız ve tutkularınız olsun
istiyorsanız şunları kendinize seçin derim:
Tutkunuz, sevginin içinde erimek olsun. Tıpkı geceye
şarkılar söyleyen bir akarsu gibi akıp gidin.
Tutkunuz, aşırı duygusal davranışların getireceği acıları
tanımak olsun.
Tutkunuz, kendi sevgi anlayışınızla kendinizi vurmak olsun,
Varsın istekle ve coşkuyla aksın kanınız.
Tutkunuz, kanatlanmış bir yürekle sabaha gözlerinizi açıp
sevgi dolu bir güne başlayabiliyor oluşa teşekkür etmek olsun;
Tutkunuz, gün öğleye eriştiğinde oturup sevginin yüce
heyecanını düşünmek olsun;
Tutkunuz, gün akşama erdiğinde evinize minnet dolu bir
yürekle dönebilmek olsun;
Ve yüreğinize gömdüğünüz sevgili için iyi bir şeyler dileyip
yatın; dudaklarınızda onu yücelten şarkı olsun.
Türkçesi: Aytunç Altındal

 

NASIL UNUTULUR – Beşara El-Huri (1890-1955)
Kokusu geçmişin nasıl unutulur
Ruhumun çocukluk düşlerinin anıları
Temiz bir alev gibi yükselen günleri
Nasıl unutulur
Anımsayacak mısın May bu yılları
Hangi düş bozabilecekti bu düşü yüreğinde
Düş ki yerle gök çiçeğe kesmişti içinde
Nasıl unutulur
Sevimli bir gölcük bakarak bize kabardı
Çevresinde dallarıyla ilkbahar vardı
0 kırlangıçlar ki bunamış çığlıklardı
Nasıl unutulur
Olmaya görsün akşam o batan güneşte
Selma bizim için yabancı kuş olur
Büyürdü onunla on batan güneşte
Nasıl unutulur.
Ve sonra bu gezintiler çimenlikte yol olur
Selma ile Hind ile Selva ile
Daha sonra karışırdı ellerimiz gül ile
Nasıl unutulur
Elifbe ’yi öğreniyorduk
Usulca silerdi Selma satırları
Yer değiştirerekten tatlı bir işaretle
Nasıl unutulur
Evlenme oyunuydu şimdi yürürlükte
İstiyordu ki Selma kocası olayım oyunda
Kucaklardık birbirimizi güle güle sonsuzda
Nasıl unutulur
Yoktur unutulma olanağı büyüdüğümüzün
Büyüdü içimizde yaşam ki gururu kırık sunulur
Ustayız oluşturmakta yurtsamayı ki hüzün
Nasıl unutulur
Unutacak mıydım vedalar gününü
Oturan gözlerimize kızıl yaramsı gülüşünü
O iç çekmeler o sitemler büyüyen unutacaksm’Iar
Nasıl unutulur
Ey geçmişin kokusunu duyuran Selma
Ey kral çocuğu kraliçem ulaşamadığım dağ
Ey gören büyük acımı kim için ağladım
Nasıl unutulur.
Türkçesi: Nuri Pakdi

BAŞKANA – Hayreddin Zirikeli (1893-1976)
Acımasız gözetliyor Batı
Sen koru kendini
Tanıyarak tuzaklarını
Derinleştir deneyimlerini
Gör Mısır’da, Irak’ta, Şam’da yok edilen uygarlığı
Dağıldığında başkanlar
Birbirini izler yıkım
Tutunmazsan ilkelere sıkıca
Düşersin batağa
Türkçesi: Ömer Erinç

GIRNATA – Fevzi Maluf (1899-1930)
Gırnata ah Gırnata
büyüklüğünden ne kaldı
sönmüş büyüklüğünün üstüne akan bu gözyaşlarından
başka bir şey mi sürüklüyor ırmağın
Sabah yeliyle akşam rüzgârı
yayılan bir hıçkırıktan başka bir şey midir
en ışıklı bir minare gibi
lâl renkli bir kubbenin taçladığı
ak alnının suların aynasında parıldadığı
bu ırmakta
alı Gırnata
egemen değilsen artık
Uçtu ünün yazık
içimde acı dağı
taşıyorum ondan gözyaşını
yalnızlık çöküyor ağaçlara
içiyor hüznü pişmanlığı El-Namra
ne can yoldaşlarının sevinç çağıltısı
ne geçmiş bayramlarının yankısı
ne aşk ağrısı
âşıkları anlatan ud sesi
gezdiriyor ay soluk bakışların
ünlü dayanıklı mermerde
o çakırkeyf çiçeklerin kokusu sinmiş
hüzünlü bülbüllerin ağıtları arasında
gürültüsüyle doldurur bir geceyi
tükenmez geçitli sonsuz odalı bu ıssız saray
üstünde halıların güzeller güzeli
geçiyordu birbiri arkasından
Doğunun en hızlı oyunlarından
dokuyarak çıplak ayaklarını
Gırnata
bu sessiz yıkımlar ortasında uzanmış tabuta
yeni acılarının gürültüsünü
görüyorum. Afrika’ya taşıyan kırlangıç sürüsünü
orda ağlıyor çocukları
hüzün uzak yüzlerinden
taşışıdır bu
umudun gözlerinden
çektiler kınından kılıçları
eyerlediler atları
gittiler denize doğru
o zaman işaretlediler ufuktan kadı dorukları
Toprağa kapandılar
çığlıklarını bıraktılar:
GIRNATA
GIRNATA
YİTİRDİK SENİ
BİR YİTİM

BIRAKTI HEPİMİZİ YETİM
gözlerinde
oluk oluk
gözyaşları
ağladı onlarla deniz dalgaları
Türkçesi: Nuri Pakdil

 

ŞİİRLER  – Adonis (Ali Ahmet Sait) (d. 1930)
1 .
Bir ağaç yaprağı ailesi
oturmuş kaynağın başına
yaralıyor toprağı gözyaşlarıyla
ve okutuyor suya ateşin kitabını
ailem beklemedi dönüşümü
alıp başını gitti
ne ateş ne de izler
2.
İkarus geçti buradan
solgun yaprakların altına kurdu çadırın, ateşi kokladı
bitkisel odalarda, körpeliğinde tomurcukların
sarstı salladı gövdeyi sonra oturdu
tıpkı bir yumak gibi kendi gövdesine sarılarak.
Vecde geldi, sonra uçtu kanatlanıp
hiç yanmadı. İkarus şimdi dönüş yolunda.
3.
Mızrak taşımadım, ne de bir kafatası deldim
yazın ve kışın
bir kuş gibi göç ederim
açlığın ırmağında, onun büyülü ağzında
Sudandır yüzü ülkemin
egemenlik sürerim şaşkınlık ve acıda
kuraklık ve yağmurda
ha yaklaşmışım ha uzaklaşmışım, hepsi bir bana
ülkem ışıktadır
ve eşiğidir evimin toprak
Bir umut ormanı dikti
açlar
gözyaşlarının ağaç olarak bittiği
dalların gebe kadınlara yurt olmak istediği
bu özlü toprakta
basat için yurt
Bir çocuktur her dal
uyur yeşil uzayın yatağında
kul eder şikâyet ve iniltileri
Açların iç çekişleriyle yüklü durumda
yıkandı küller ormanında
geçip gitti acının kulelerini
yakınmaya başladı görünümden sonra.
Türkçesi: Özdemir İnce

MISIR Şairleri

YAZ SONU – Ahmet Zeki Ebu-Sadi (1892-1955)
Alay ediniz bakalım kumlar alay ediniz
Yaşamın tatlı gürültüsüyle
îşte
Biten dönemi düşün
Başladı başka bir dönem
İşte
Gözyaşlarının denizi
Zamanın hıçkırıkla kalın yazısı
durmadan çatlayan
Yeniden başlayan bayağılığın
Zamanın kırılası elleriyle yoğurduğu
Bütün güzellikler geçicidir elbette
durmadan başlar ölüm söylevine
Ağlar sıcak gözyaşlarını
Alay ediniz kumlar
Bu şaşkınlığımla
İşte
Oldum ben tutsağı güzelliğin
Kör bilgeliğin
Türkçesi; Nuri Pakdil

İSTEKLER – Kemal Necat (d. 1923)
Neden dönmeyecektin
yurtsamanın ağladığı bir kalbe
Yoluna anılarımızın
Acıdır yılların orağı
Geçecekti zaman öyle mi
İki âşık karşılaşabilmeksizin
Sen
denizlerin ötesinde misin
Kurda değil mi kalbim
Süt dökmüş kedi gibi duran
Kalplerinde tutkuların
Gülüyor ilkyaz
Sıcacık iç açan ışıkta
Kir sabah çiçekleniyor yeniden
ilenim yüreğimde senin yüreğinde
liy gözyaşları içindeki gece
Kuluştuk b ir gün yeniden
Katıksız anlığı içinde gök aşka bulandı
Aşk
İlkyaz nüktesi
Diken çöllere mutluluğun iri ağaçlarını
Yağmurlu sabah
Oldu ayrılış esenlemeleri
Yayılıyor hüzün
Havalanan bir uçak uğurladı bizden sevimizi
Yitti
birden yaşıyorum kalbimde ölü bir ışığı
Dönüş sonra
Gençliğin kırılıp geçirildiği yol
Yalnızca dikenlerini üleşen kaygının
âşıkların gençliği
Döndüm evimize
Atıldım kollarına
Her yerde mutluluğun etinden
Yolunmuş yaşam parçaları
Kalbim ıssız atıyor
İstiyor senden yeni bir sabahı
Dokunuyor anılar odasında
Kırık aşkımızın tayfalarına
Kuduruyor rüzgârlar
Ağlayıp meydan okuyorlar
Titriyor kanatlarım
Dört duvar arasına kapatılmış kalbimde büyüyor hüzün
Sıralıyorum yabancı adımları
Dokunuyorum tuhaf yaralara
duydum içimde tırmalayıcı yankıyı
Diyor ki
Niçin dönmüyorsun
Türkçesi: Nuri Pakdil

TERKEDİLMİŞ ŞATO – AhmedRami (1892-1991)
Şarkıcı kuşlar kaçırdılar taşlarını
Çiçekleri bütün soldu
Ey şato
Yazıyor yaşam geçici sayfaları
Sürükledi üstünde geceler harmanilerini
Kabirlerin solgun tozları gibi
Yığın bırakarak arkada
Arzunun silindiği gibi aşk öldü sende
ne ki serin bahçelerin gölgesinde
Daha da parlak gülüşlerden
Dinliyorum tatlı şarkıları
Ama bir
Yankı anısını iten
Rüzgârın ezgisinden başkası
Değildi artık bu
Nasıl yığılıyor yüreğimde acı
Dostunu yitirmişin gözyaşından daha ağır
Kurudu avludaki gölcük
Saçları uzun ağaçlar
Eğiliyor üstüne
Güzellerin şefkatle eğilmeleri
Gibi üstüne bir beşiğin
Şato sevinçlerin en üst yeri
Parlaklığında bir gençliğin tepesinde bir ışığın
işte yüksek pencerelerin sönen ışığı
Kapalı çıplak işlemesiz
Sende ıssızlık adı oluyor hüznümün
Çılgın yüreğimin üstünde dağılmış bir kuş
Çıplak şatoda
Benzer bir mutsuzluktayız
Zorba zaman
Fır dönüyor yanımızda
Kalbimizde tek basmalar
İnsanların bıraktığı
Türkçesi: Nuri Pakdil

 

SUDAN Şairleri

SABAH OLDU
Sabah oldu işte
Ve yıkıldı duvarları zindanın
Dar bir gedikten tutsaklar
Gün ışığına çıktılar
Ve ne zincir, ne sınır
Tanımayan şafak
Parlak, kırmızı kanadını
Geçirdi üstümüzden
Ve içimizi
Ölesiye sıkan keder
Yer değiştirdi
Yüreklerin derinliklerini
Ateşleyen bir sevinçle.
İşte güneş de doğuyor
Ve acele ediyor
Toprağı ısıtmakta.
Ve karşılaşıyor kardeşler
Ve bakıyorlar
Birbirlerinin yüzüne.
Kahramanlar kuşağı
Ulaştı kurbanlar kuşağına;
Ve gerçeğin çilekeşleri
Duruyorlar
Kucaklayarak savaşçıları.
Her şey için teşekkürler size
Sudan, sen
Hiçbir zaman
Eğmedin başını
Senin kahramanlarının adı
Bütün dünyayı
Dolaşıyor rivayetlerin kanadında
Muhammed El Feyturi (d. 1931)
Türkçesi: Ataol Behramoğlu

 

KARA TUFAN
Alnımı ağarttı doğan gün,
Ey Afrika toprağı,
Islak ve kar derinliklerini aydınlattı tan,
Duyuyor musun zencilerin şarkıların
Ağır ve korkunç yankılanan…?
Görüyor musun kölelerin
Bıyık altından gülen yüzünü
Tabutları başında zorba hükümdarların?
Uçsuz bucaksız bir mezarlıktın
Fatihlerin atlarının çiğnediği,
Bir ettin çürümüş
Tükürdüğü yüzyılların.
Kölelerin toprağı.
Afrika, ülkesi sen
Perişan kılıklı
Serseri zencilerin.
Nasıl yaşarlar böyle çırılçıplak?
Nasıl insan sayılırlar, abanoz renkli derileri varken,
Dağ mağaralarında yakarken ışıklarını,
Bırakırken çocuklarını ağaç kovuklarına…
Nasıl insan sayılırlar?
Avlamak için bir köle sürüsü Afrika toprağında…
Ne zaman param olacak, bir sandal, bir köpek, bir gömlek alacağım…
Beyaz bir insanım çünkü ben kar gibi tıpkı,
Ne var ki güçlü değilim öyle…
Yoksulum, ama kardeşlerim vardı benim, gittiler,
Döndüler sonra güçlü ve zengin;
Niçin gitmeyeyim onlar gibi ben de?
Kaç kez istedim bir vahşi gövdeyi,
Tadına doyulmaz gövdesini bir zenci kadının…
Bana dediler ki çünkü, kölelerin derisinin
Özel bir kokusu, kendine göre tadı var…
Afrika, gömüler ülkesi,
Toprağı perişan kılıklı serseri zencilerin,
Geldim sana bir gün yeni bir fatih kimliğinde…
Zengin ve hayat arayan.
Uzun yıllar, boyun eğmiş davrandın,
Ağırlığı altında zındıkların büyük günahlarının…
Erişince sana sabah aydınlığı;
Yırttın kefenini işte
Ve tana karşıdan bakan,
Rüzgârların yönünü değiştiren
Ve, yeniden,
Kandan harflerle tarihini güneşin alnına yazan
Bir dev gibi ayağa kalktın tekrar.
Duyuyor musun Afrika, şarkılarım kara derililerin
Ağır ve korkunç yankılanan?
Görüyor musun kölelerin
Bıyık altından gülen yüzünü,
Tabutları başında zorba hükümdarların?
O, böyle şarkı söylüyordu Afrika için,
Ve öfkeli çılgınlığında,
Kurtuluş çanları çalıyordu,
Zincirlerinde kıvranırken Afrika,
Görerek hapishaneleri topraklarında kurulan,
Ve görerek yükselişini ölüm sehpalarının kendi toprağında,
Yüreğinin içinde taşıyordu çünkü
isyanını geçmiş çağların…
Kendi düşüyle esrimiş,
Ve gerçekleşmiş gibi hayalleri,
‘Titredi sevinçten,
Görünce çıplak zenci yığınlarını,
Gümbürdeyen isyanla ayaklanmış,
Yürürken üzerine zorbanın;
Ağlayarak kucakladı kardeşlerini
Ve şarkı söylemeğe başladı onlarla birlikte,
Ve yazdı duvarlarına zamanın
Şarkılarım kana bulanmış Afrika’nın.
Türkçesi: Özdemir ince

 

SURİYE Şairleri

ÇOCUKLUK BİR UZAK ZAMANDI – Halil Matran (1902-1949)
ikimiz de çocuktuk hatırlar mısın?
Hatırlar mısın o geçen günleri Zahla’da
Mutluluğun durmadan kucaklaştığı
Gölgeler bir yerde birleşirdi, hep gülerdi yüzü yaşantının
O sanıp sarhoşluğunun giz dolu tadında?
Nasıl koşardık hatırlar mısın?
Kıvanç bir yangın gibiydi içimizde
Simsiyah bir salkım düşerdi asma dalından
Karşılığı ödenen bir gülüşle yüzümüzde.
Hatırlar mısın o gün doğumlarım, o gizli düşsel gücü?
Alıp götüren bizi, göklerin ötelerine
Fin bilinmez uzaklara, hep dolup boşalan
lin güzelin, en çirkinle buluştuğu
İşte yıldız yıldız Pleiades;
işte Aremis’in güzellik perileri.
0 uzak, hırçın ırmak orda mı şimdi,
Yine kabarıp taşar mı durmadan öyle,
Hatırlar mısın nasıl ele geçirdiğimiz
Yöneltip serinliği, uyanan bahçelere?
Nasıl güzel kıldığımızı sulayıp çiçekleri
Bir kutsal sevgiydi onunla gelen, bir tutkuydu
Bütün görünümleri ışınlarla bezeyen.
Türkçesi: Engin Aşkın

CEMİLE BUHAYRAT – NizarKabbani (d. 1923)
Adı, Cemile Buhayrat
Hücre numarası doksan
Vehranda savaş tutuklularından
Yirmi iki yaşında
Tapınağın kedileri gibi gözleri
Ve kara arap saçları
Yaz gibi
Hüzün çağlayanı gibi
Su ibriği, bir de gardiyan
Bir el Kurana dokunuyor
Bir kadın ilk sabahta
“döneceğiz, diyor sana”
Ayetler geçiyor dilinden hazin
Meryem Suresinden, Fetih Suresinden
Adı, Cemile Buhayret
Ateşle yazılmış
Yağmurda ıslanmış
Ülkemin sanatında, sanatımda ıslanmış
Yirmi iki yaşında
Bir çift güvercin konmuş göğsüne
Haliç konmuş denizin dudağı
Aslen İstanbullu
Hiç süs görmemiş dudakları
Hiç düş girmemiş odasına
Çocuklar gibi oynamamış hiç
Gözü kalmamış gerdanlıkta, süslü giysilerde
Adı, Cemile Buhayrat
En güzel şarkısı mağribin
En uzun hurması
Cezayir’in ovaları görünüyor gözüne
bir kız çocuğu görünüyor
Yoruyor güneşi o yorulmuyor
Tanrım
Yıldızların altında
Var mı bir insan
Razı olsun yenmesine
Asılan bir kadının etinden
Bastille’in ışıkları sönmüş
Veremli bir kadının öksürükleri
Doydu zincirler memesinden
Değersizler doydu
Lacoste ve binlerce adi kişi
Yenik Fransa ordusu doydu
Şimdi saldırıyorlar kadınlara
Mum gibi asılmış kadınlara
Bağlı ayakları kırnaplarla
Sigaralar söndürülüyor memesinde
Kan içinde dudakları burnu
Ve Cemile Buhayrat’ın yaraları
Ve kurtuluş sözleşilen yerde
Giyotin kuruluyor, acımasızlar
Sürüyor kadınları bıçağa
Cemile bombalar altında
Yağmura tutulmuş bir serçe gibi
Kara, yanık kırmızısı bedenini
Çökertiyor elektriğin uçları
Yanıklar var sol memesinde
Memesinin ucunda
Daha daha… ey utanç
Adı, Cemile Buhayrat
Bir tarih bu
Yazar ülkem onu
Korur çocuklarım onu
Bir kadının tarihini ülkemde
Giyotinin soğuttuğu
Fethetmişti güneşi
bir kadın
Kanayan kanayan kanayan
Yükselen bir kadın ‘Cebeli Atlas’tan
Leylaklar nergisler anıyor onu
Turunç çiçekleri anıyor
Ne küçükmüş Jeanne D’Arc ey Fransa
Ülkemin Jeanne D’Arc’ı yanında
Türkçesi: Turan Koç

 

ADI
Birkaç harf işte
Kitabım gibi arkadaş olan bana
Küçük bir bahçe mi bu
Göveren gömleğimin altında
Kuşlukta gece karanlığında
Sabah ışığında ve daha
Serçelerin ötüşünde
Tamburun iç çeken vuruşlarında
Ey bir şarkının içinden
Gizlice görünen yiten sonra
Uğrayan unutkanlığın içinden
Coşkuma acılarıma
Dolaştıran bir ipek ipliğin
Düğümlerine sağlamlığına
Atan beni bir duygudan
Yeşeren bir duyguya b ir duvara
Yürüyorum işte
Aşkın kurumayan akıntısında
Bilinmenin tanınmanı ötesindesin sen
Adın mı? Yok, bağışla
Türkçesi: Turan Koç

İKİ AYAKKABI ARASINDA BİRİ – Muhammed Maghut (d. 1930)
Görülüyor pencereden yalnız kalpler
bitik göğüsler dışında trenlerin
Hüzünlü bir masa
Eğiyor başını uzaktan ağlamaya
Tekrarlıyorum sözleri deli gibi
Kahvelerde büyüğünde küçüğünde
Altında yıldızların kalabalığın tükrüğü altında
Anlamasın diye kimse beni
Ne çocuk ne kuş
Ne bir yabanıl hayvan
Sabahtan akşama değin titriyor çenem
Akşamdan sabaha değin
Yapışıyor bir türkü öyle bir türkü çeneme
Bitti deha zamanı
Uzun merdivenler üstünde kayma
Üstünde çiçeklerin bitler
Uçak kalıntıları üstünde bitler
Duyuyorum sallandığımı üstünde toprağın
Sürekli çarpıyor kulağıma
‘Git’ler
Öleceğim bir akşam bu dört yol ağzında
Taş üstünde parmaklarım alacak elmadaki kurt biçimini
Orda sonum
Karanlıkta parlayan bir kılıç görüyorum yüreğime doğru
Sürüklüyor bir araba söndürülmüş ateşleri
Masamı
Kâğıtlarımı
Genişliğine çölün
Orda o anda tam
Çıkacak öfkeli bir rüzgâr
Keserek kısa tırnaklarımı
Sebze artıkları gibi süpüren şiirlerimi
Bitecek etimden uzun kulaklar
Duyacağım onlarla halkıma indirilen son yumrukları
Kendiliğinden kapanan kapıların ezgisini
Kargılarla kapatıldığında
Bıyıkların ucunda donan parmaklarla
Bakacağım ayağına güvenlik görevlisinin
Çamura batık bu ayak
Dönüyor bana yüzü dönük bu ayak
Bilmeden kim olduğumu
Sokaklarımızda bu tuhaf ölü
dinginlik bulduğunda ciğerlerim
İki göz gibi alımlı olacak görünümü
Çok uzaktan bir gelin görünümü
Açıldığında göğsüm duvarların yağmurun kokusu altında
dişler gibi tenha
Olmayacak yüzümde rüzgârın çözdüğü bir örgü
Sayfalarımda gözyaşı gibi inen bir meme
Aşındıracağım bu onur kıran toprağı
Ağlayarak
Bulamamak ne kötü başka bir olanağı
Ayırdı beni kökümden
Dikeceğim oraya dişlerimi
Anımsamak toprağı biraz anlamak demektir
Anımsamak kirli topraklan
Sürgün kollan ortağı
Çaprazlaştırılmış göğüsleri
Düşünüyorum pencerede elleri demirde bekleyen anamı
Sineğin ya da kelebeğin uçuvermesi gibi dönüşümü
Geçireceğim ellerimi rayların üzerinden
Güz ıslağı
ayaklarımı sürüdüğüm kaldırımlar üstünde

 

MASRAFSIZ BİR İNTİHAR TASLAĞI
sırtımı verdiğim dirkel üstünde
dinleyeceğim toprağın dibinden
toprağın dilinden
çarpan yüreğimi
al öcünü
anımsa cılız kızkardeşlerini
iple delinmiş kulaklarını
Anımsa ölülerini
böylece
Denizle çöl arasındaki
Şiirlerin erkten düşmeleriyle çamur arasındaki
Ey sultan onurlu köylü
Sen ve yağmur
Mürekkeple gözyaşları arasındaki toz
Ben değil miyim hıçkıran konuşan
Daha yüksek sesle ölümcüllerden
Biliyorum geç kaldın toprağa
Gece yarısından sonra gelen yabancı gibi
Doğmak zorunda kalmış olacaktım
bu yalı romantiklerle
varlıklı sakalı ara
güve yemiş külahlara
yaşamak çok eski zamanlara
Kayıkçı krallık
kumral tefecilerin yanında
kırmızı tuğlalı odada
çekmeceler çiçekten orda
duvarlarda
çocuk eriklerinin kuş gagalarının oluşturduğu
Kemerlerde değnek
Kitaplar sırtta
Geçiyorum arasından çok koyu bir yeşilin
ormanların
sise batık balçık çukurundan
durgun su birikintisine
Türkçesi: Nuri Pakdil

BU ÖFKELİ ADAM – Abdel Basit El-Sufi
O hıncını boşalttı diyorsunuz
attı zincirlerini rüzgâra
diyorsunuz ki verdi işaretini güneşe bilekleriyle o
ve buluşma sözünü
güneş bekliyor onu
tutsak çarpabilecek mi derebeyini diyorsunuz
gerçeğin kayasına
dikilerek karşısına
tufandan daha yüksek
ve ateşten yoğurabilecek mi günlük ekmeğini
O yırttı acısını diyorlar
yırtık parçalarından yaptı kalbini
sürü
nasıl götürebilecek çobanlarını mezbahaya
tutsak
nasıl dağıtabilecek ekse karanlığı
nasıl tokatlayabilecek elleriyle cellatım
Boynunda zincirler
bedeninde kırbaç kızartıları
kim başkaldırabilir
ne ki ustasıdır halk olamazlıkların
yiğitliği kurucusudur şanların
merhaba bu öfkeli adama
Cezayir çöllerindeki
merhaba taşan öfkesine
merhaba güneyin başkaldıranma
ki eğer vuruyor öç atlarına
merhaba Irak’m yaralısına
tokat vuruyordu Bağdat’ın satılmışlarına
arıtmak için yurdunu
merhaba demir vurulu bileklere
demircinin öfkesine merhaba
merhaba kabaran taşan coşan yüreklere
merhaba köpüğünü kayalara düğümleyenlere
körfezin kumlarına ilk dikilen palmiyeye merhaba
torunlarını araplarm atalarına doğru yönleyen
bengi yurda gül derleyen
gül saran ozana merhaba
yurt
ilk haykırışı gurur haykırışı oldu
yurt
ilk devinimi ufuk arkasındaki sınırlarını derinleştiren
tek Tanrının kutsal atılımı
kanla dokunan toprak
güneşin karşısında gömleğini açan toprak
güzellik kokulu yüzünde
taze otların çayırın
ilkbaharın serin yollarının
hazırlıyor kokusu şölenleri
gölge sürüklüyor kıyısına gölcüğün
vadi düşünüyor derin derin yaylalarında
yurt
çamura bırakan çocuklarım
bu alçağı koruyor sade
yüz karası
lekeledi kefenini
torunlarını gömdü yüz karası
istediniz ki bedeniniz zincir ola
özgür insanın türküsü gırtlağında boğula
eğilsin alm özgür insanın çamura
ne ki işte biz
yüksek soylu dağlarız
biz yeni çocuklarıyız ulusun
milyon canız
kalıyor dönen rüzgârın kurban taşında alınlarımız
yankısı sesimizin duyuluyor uzağında yıldırınm
çağırıyor ellerimiz vuruşmaya çılgın fırtınaları
diziyor ellerimiz
utku denizinde askerleri
ateş olacağız gözlerinde karanlıkların
daim kökü kazman kötülüğün
siz
yönetici zamanlar arasında
insanlardan insanlara
işbirlikçilerinizle
bilincinde halkların
gecesiniz

Türkçesi: Nuri Pakdil

SUUDİ ARABİSTAN

GECENİN ÖKSÜRÜĞÜ – Haşan Abdullah El-Kureyşi (d. 1926)
Koyulaştı uykum diyordu
Oysa bende ayaklanıyordu gece
Soluyordu yinimin ateşi üstünde
Gel gel
Bendedir aşk
Işığı şerbet renkli lamba
Bende anların esrimesi
Gelmiyorsan korkağın biri olduğundandır
Ey suyu kurumuş eski zaman kavanozu
Gel gel
Çimdirdim tatlı anılarla bu akşamı
Gelirsen onun sana açacağı gizler
Burada-
Gönlüm bir tutukludur yakınır
Gel gel
Yoktur yıldız
Tarlamda ne de bir ışıltı
Gel gel
Bir serüven oldu gecemiz
En egemen esrikliğin doruğu
Bir damla yetiyor coşturmaya beni sesinden
Geliyor sesin kayar gibi gün ağarmasından
Ne ki ben Antar gibi
Yiğidim sabırlıyım ölüm gelip çatınca
Çağlayanda
Düşüşünün en uç noktasında
Veriyorum ancak öpüşümü
Dileğin özgür olmak
Kendi başına buyruk dalgalar
Yaran kayıkçı gibi sessizlik ırmağım
Yaşamak ortasında fırtınanın
Gök gürültüsünün
Dolaşmak balta girmemiş ormanlarda
Gitmek gitmek istiyorum
Yalnız
Önüne geçip önsezilerimin
Katlayıp harmanisini gecenin
Güzelim sende
Yamanlığı suyun
Bukalemun nemi
Bense birkaç patlama
Ama öldürdün ruhumda geceyi
Düşlerimin kıvılcımı
Ölmüş duygularımda kaldı ancak
Bırak beni
Kış uykusunda
Konuşmaya gelişi esrik güzel bir ölü gibi
Geçmiş düşümün çocukluğunda kalayım bırak beni
Bırak sürmeli kapının arkasında
Yok yok açma
Kaçacağım açarsan kapıyı
dalıp içine
Bitimsiz ormanların
Kaçılabilir mi ki
Türkçesi: Nuri Pakdi

TUNUS Şairleri

ŞAİR KALBİ – Ebülkastm El-Şâbi (1909-1934)
Uçan sürünen kalkan süzülen evrenin üstündeki bütün varlıklar
Kuşlar çiçekler kokular kaynaklar eğik dallar
Denizler mağaralar doruklar oturulan çöller yanardağlar
Işıkla gölge geceyle mevsimler bulutlar gök gürültüleri
Kar geçici gönül kararması zorlu fırtınalar cömert yağmurlar
Din öğrenimleri düşler duyuşlar suskunluk şarkı
Yaşıyor hepsi bunların kımıldıyor kalbimde
Özgürlük düzleminde
Sonsuzluk çocuklarının keskin büyülü kız kardeşinde
Burda kalbimde
dipsiz ölçüsüz
Onuyor ölüm
Eğleniyor yaşamın korkunç görüşüyle
Burda soluyor gecenin yılgıları
Titriyor güllerin acıları
Yankısında doğuyor sanat yapıtları
Sesleri sonsuzluğun yineliyor burda
İşte burda dilekler aşkla hüzün
Gösterişli bir alay
İlerliyor birbiri ardında
Burda bitimsiz gün ağarması
Başlaması gecenin yeniden
Kabaran binlerce okyanus
Sonra boyun eğmek sınırları
Şimdi çekiliyor yüzü zamanın
Yeniden görülmez üzre yarın
Türkçesi: Nuri Pakdil

EZGİ
Şefkatle içtim bu katıksız tatlı aşkı
Doldurdum onunla ışık bardağım
söyledim türküsünü sonsuz sessizliğe
Öylesine uzaklaştırdım ki kalbimden mutsuzluğu
Adadım esprimi tatlı şiire
Herkesin nakaratımı telli sazında yeniden bulduğu
Zamanın evet türkümle coştuğu
Benim için yükselttiği en yüksek tabyalarını
Sevince boğdu beni zaman
Dinginlik sürerek üstüme
Öyle bir ateş yaktı ki beni
Güldüm bununla birlikte
Soludum şaşılası bahçelerin çiçeklerini
Bırakarak ışığa yüreğimi
Yeniden doğuşu ruhumu
Arzu açıyordu yüreğimde
Çiçeklerin üstüne döküyordu tan kızıllığı çiğ bardağını
Vuruyordu kanatları düşlerimin aydınlığa
Besisuyu onarıyordu zamandan önce pörsük yaprakları
Türkçesi: Nuri Pakdil

ÜRDÜN Şairleri

BİZDE ÖLÜM VE GÜZELLİK – Selma El-Cayusi
Çağırınca ölüm nasıl diyecektim kalbime
: ‘Gel’
Gömütle nasıl kandıracaktım onu
Nasıl düğümleyecektim çevresinde
Görülemez düşünün doruklarını ele geçirmek için o güçlü ipleri
Diyecektim ona
: ‘Eridi güneş denizde
Gitmek gerekli
Ölümle duran kalbime nasıl diyecektim
:’Serüven bitti’
Birleşti ölümle güzellik bizde
Kaynakların isteği tutuyor yurtsamayı içimizde
Yayıyor gölgeler egemenliğin üstümüzde
Bu mu ölüm
Ne ki taşıyor kalbim onda yaşamın yamanlığını
Vardır onda sisli dostların gelip giden anıları
Zamanlardan gelen armağanlar arasında bırakıyor kalbim onları
Bir yakarışı yakarış anısını arkadaşlıkları
Bunlar kim anı ekranından geçenler
Aşkımızla övgülü giyinik
Sevinç yapıtını tanıyan bir yürek bolluğuyla
Tattık bize sunulanlardan
Dorukları tutan adakları
Ve bağımıza girenlerle
Orda çağırdık onları
Vardı söz vermişliğimiz

Sunduk yürek bağışları arasında bin dua yakarış dilekçesi
Konuk gelen bize
Gelen güzelliğin gizeminden
Hallerimizi emziren
Çağıran bizi ki yürüyor sevimiz olamayan yolda
Sudan
Gideremeden susuzluğumuzu içtik kaynaktan
Yaşadık sevdalı andan
Bir kez bile yadsımadı büyücüler
Yoktu sonu yolculuğumuzun
Özgürüz cinler gibi gidiyoruz rüzgârla
İslediği gibi rüzgârın
Yöneten yüce doruklarını
Sevimizin umutsuzluğumuzun
Göçebe merkürün bir gemisi üstünde
Bilinç noktasına doğru evlerin
Ölümün gözetlediği
Aşkımızdır kalansa
Onlara
Anı
Yurt sana
Türkçesi: Nuri Pakdil