Home » Eğitim » Dil Eğitimi » Dil Eğitimi : Bölüm 9 > Ne yana baksam, farklı bir aksan!

Dil Eğitimi : Bölüm 9 > Ne yana baksam, farklı bir aksan!

Bu bölümde İngilizce konuşurken aksanın ne kadar önemli olduğu anlatılmaktadır.

allroads_ThinkBeforeYouSpeakOrType

İlker aceleyle evden çıkıp otobüs durağına koşturdu. Buluşmalarına 20 dakika vardı. Annesi evden çıkarken bir sürü soru sormuştu. İlker bir türlü her akşam Hasan Hocayla buluşup, İngilizceyle ilgili konuştuklarına annesini inandıramıyordu. Kadın, oğlunun kötü kimselerle falan buluştuğunu düşünüyordu herhalde. Belki de daha önce akşamları dışarı çıkma gibi bir alışkanlığı olmadığı için şimdiki düzen annesine garip gelmişti. İlker de mecburen annesine, “O zaman bir akşam eve çağırayım, burada konuşalım,” demişti. Bu fikir annesinin çok hoşuna gitti. En azından oğlunun her akşam kimlerle buluştuğunu öğrenecek, içi rahatlayacaktı.

Buluşma yerine geldiğinde 10 dakika kadar geç kalmıştı. Hasan Hoca oturmuş, gazete okuyordu.

–          Hocam, kusura bakmayın. Anneme bir türlü sizinle buluştuğuma ve İngilizce hakkında konuştuğumuza inandıramıyorum.

–          E annenin yerinde ben olsam, ben de inanmazdım İlker. Yaptığımız şey çok da alışılmış bir şey değil.

–          Öyle tabi de, nasıl yapacağız bilmiyorum. Gerçi birkaç günümüz kaldı ama soruların ardı arkası kesilmiyor.

–          O zaman şöyle yapalım. Senin beni eve davet etmeye niyetin yok gerçi ama ben kendimi zorla davet ettireyim. Yarın akşam size gelirim, annen de rahatlamış olur.

–          Hocam, inanır mısınız ben de bugün sizi eve davet edecektim. Ama biraz çekiniyorum işte. Aslında daha önceden de söyleyecektim ama rahat edemezsiniz diye söylemedim.

–          Niye rahat edemeyim İlker? Biz lord çocuğu muyuz?

–          Yok, o açıdan değil de, ne bileyim işte. Neyse, yarın bize gelecek olmanıza çok sevindim.

–          Ben de sevindim. Eee, how are you today?

Hasan Hocanın yüz ifadesine bakılırsa, bu soru aslında konuya giriş sorusuydu. Acaba ne hakkında konuşacaklardı bugün?

Not bad. Thanks.

– Biraz önce sorduğum soruyu telefonda duymuş olsaydın, nereli olduğuma dair bir fikir oluşur muydu zihninde?

– Yani tek cümleden Konyalı olduğunuzu çıkaramazdım.

– İlker ne Konya’sı? Yani Türk mü, İngiliz mi, anlar mısın diye soruyorum.

– Ha, pardon hocam! Türk olduğunuzu anlardım herhalde.

– Güzel! Açık sözlü olmana sevindim. Peki, ben Türkiye’de doğan birisi olarak İngiliz aksanına sahip olabilmem mümkün mü?

– Bilmiyorum.

– Mümkün. Hem de gayet mümkün.

– Peki, sizin tıpkı bir İngiliz gibi konuşamamanızın sebebi ne? Yani bir tercih meselesi mi?

– Hayır, kabiliyet meselesi… Ben çok uğraştım ama yapamıyorum. Ama bu şu anlama gelmiyor. “Eğer Amerika’da veya İngiltere’de doğmadıysan, asla bir İngiliz veya Amerikalı gibi konuşamazsın.” Bu cümle genelde öğrencileri telaffuz çalışmalarından uzaklaştırır. Ümitsizleştirir. Genellikle de Kritik Periyot Hipotezi denilen yaklaşımdan bahsederek bu görüşlerini desteklerler. Birçok kişinin hedef dilde tam düzgün aksanla konuşamaması, senin de konuşamayacağın anlamına gelmiyor. Birçok komedyen mükemmel taklitler yapıyorlar. Mesela geçen gün bir komedyenin videosunu seyrettim. Mükemmel bir aksanla Fransızca konuşuyor ama tek kelime Fransızca bilmiyor. Yani kelimeleri uyduruyor. Sonra Bridget Jones’un Günlüğü filmini hatırlarsın. Renee Zellweger mükemmel bir İngiliz aksanıyla konuşuyordu dikkat ettiysen. Ama aslında o bir Amerikalı…

– O filmi seyretmedim ama ben de bir dili bilmediği halde taklidini yapabilen insanlar gördüm.

– Evet. En güzel telaffuz çalışması da ses kaydıyla yapılıyor. Birçok programın şu anda telaffuz çalıştırma özelliği var. Kendi sesini kaydediyorsun, sonra orijinal sesle kendi sesini mukayese ediyorsun. Böylece yavaş yavaş hedeflediğin mükemmellik seviyesine yaklaşabilirsin.

– Lisede bir öğretmenimiz bir saat fonetik dersi vermişti. Çok da iyi anlatmıştı ama bir saatte hiçbir şey öğrenmedik tabi. Sizce bu garip sembolleri öğrenmek gerekli mi?

– Bence gerekli. Bir kere sözlükteki kelimeleri doğru okuyabilmek için fonetik öğrenmek şart. Çok da zor bir şey değil.

– Peki hocam, telaffuzu bir kenara koyarsak, gramer veya dil yapısı açısından bir dili sonradan öğrenenler mükemmel bir seviyeye ulaşabilir mi?

– Tabi ulaşabilir. Ama bu konuyla ilgili de yanlış bir ön yargı kafamızın içinde yüksek bir duvar olarak yıllardır durmaktadır. Gerçi sana daha önce de bahsetmiştim, bu konuyla ilgili kritik periyot denilen bir hipotez var. 1967 yılında Eric Lenneberk tarafından ortaya atılan bir hipotez.

– Ne diyor bu hipotezde hocam?

– Adam diyor ki, bir kişi anadilini ancak 12 yaşına kadar öğrenebilir. Bundan sonra beyindeki nörolojik değişimlerden dolayı insan herhangi bir dili öğrenemez. Bu hipotezini desteklemek için Lenneberg, 12 yaşına kadar kimseyle teması olmamış birkaç tane çocuk bularak denek olarak kullanmış. Bu çocuklar ne kadar öğrenmeye çalışırlarsa çalışsınlar, gramer hatalarından kurtulamamışlar.

– Evet, bu konuyla ilgili bir haber okumuştum internette. Amerika’da bir kız çocuğu bulunmuş falan. Sonra bilim adamları bu kıza konuşmayı öğretmeye çalışmışlar.

– Evet, Los Angeles’ta olan bir hadise. Benim çok etkilendiğim bir hikâyedir. Biraz dramatik gerçi ama dilbilimi açısından önemli gerçekleri de ortaya koymuş.

– Hocam, biraz anlatabilir misiniz? Detaylarını bilmediğim için merak ettim.

– Peki anlatayım. Tezde bu konuyu yazdığım için hikâye aynen aklımda. Genie adında bir kız 1970 yılında bir evin bodrumunda, lazımlıklı sandalyeye bağlı olarak bulunmuş. Kız 13 yaşındaymış. Akıl hastası babası yüzünden ömrünü hayattan tamamen tecrit edilmiş bir halde geçiren kızın bildiği kelime sayısı 20 civarındaymış. 13 yıl boyunca sadece “Kes şunu” veya “Yeter artık” gibi birkaç cümle haricinde hiç ses duymamış kızcağız. Çünkü akıl hastası baba, annesinin ve büyük kardeşinin Genie ile görüşmelerini yasaklamış.

– Ne kadar psikopat bir adammış hocam! Doğru mu gerçekten bu hikâye?

– Doğru tabi. Bütün basında yer almış o yıllarda. Neyse, bazı geceler ağladığında babası bodruma iniyor ve havlamaya benzer korkunç sesler çıkararak kızı susturuyormuş. Kız, kimi günler bağlı olduğu sandalyeyle birlikte yere düşüyor ve saatlerce düştüğü yerde kalıyormuş. Babası arada bir insafa gelip kızı sandalyeden çözüyor, bir uyku tulumuna sarıp üstünde metal kapak bulunan bir beşiğin içine koyup kapağı kapatıyormuş.

İlker hikâyeden gerçekten çok etkilenmişti. Vicdan sahibi olmak herkese nasip olmuyordu demek ki…

– Annesi falan görmemiş mi hiç çocuğu ya?

– Annesinin, kendisine verilen bir dakikalık süre içinde yalnızca kızını beslemeye izni varmış ama beslenme esnasında da konuşması yasakmış. Neyse, radyosu, televizyonu olmayan bu çocuk, duygusal ve sosyal mahrumiyetle büyümüş. Şans eseri kurtarılıp hastaneye getirildiğinde ayakta duramıyor, insani özellikler sergileyemiyormuş. Dahası dil bilmediği için iletişim kuramıyormuş.

– Bildiğiniz film yani hocam… Ormanda büyüyen bir çocuğun filmi vardı buna benzer.

– Film gibi ama gerçek… Olayı duyan psikolog, psikiyatr, engelli eğitmeni gibi bilim adamları hemen hastaneye akın etmişler tabi. Bu grubun arasında en iştahlı gözükenleri de tahmin edeceğin gibi dil bilimcilermiş. Ana dilin ancak çocukluk döneminde öğrenilebileceğini savunan “Kritik Periyot” hipotezi için sonunda tabii bir denek bulmuş oldukları için hepsi çok heyecanlıymış. Hastane, bilimsel araştırmaların üssü haline gelmiş.  Genie’yle gönüllü olarak ilgilenmek isteyenler sıraya girmiş, evlatlık almak için türlü numaralar çekilmiş. Ama yıllar süren uğraşlar neticesinde Genie, yaş olarak geç kalması sebebiyle 100 kelimeden fazlasını öğrenememiş ve annesi tarafından kimsesizler evine gönderilmiş. İstersen internette bu kızın fotoğraflarını bulabilirsin.

– Gerçekten çok ilginç bir hikâye! Ama bu hikâye aslında sonradan yabancı dil öğrenmeye başlayan birisinin asla anadili gibi öğrenemeyeceğini destekliyor.

– Destekliyor desteklemesine de, yine de çok katı kurallar koymamak lazım. Çünkü dildeki akıcılık aslında o dili ne kadar erken öğrenmeye başladığınla değil, o dille ilgili ne kadar çok girdi aldığına bağlıdır. Elbette tam bir mükemmellik sağlanamaz ama öğrendiğin dili anadil olarak konuşanlara çok yakın bir şekilde öğrenebilirsin. Hatta dil konusunda kabiliyetin çoksa kimse senin Türk mü, İngiliz mi olduğunu bile anlayamaz.

– O zaman, neydi adı, Lenneberk miydi neydi, aslında yanılmış.

– Tam olarak yanılmamış. Çünkü anadille hedef dil arasında mutlaka fark vardır ve olması da normaldir. Ama bu hipotezi öne sürüp dil öğrenen insanların cesaretini kırmaya hiç gerek yok. Zaten yabancı dili çok iyi konuşan kimseler için “anadili gibi konuşuyor” denir. Oradaki gibi kelimesi bütün konuştuklarımızı açıklıyor. Gibi konuşmak. Yani aynısı değil, ama çok benzeri.

– Evet, benim açımdan kritik periyot geçeli oldukça fazla zaman olmuş. Ama yine de İngilizceyi anadilim gibi öğrenebilirim.

–          – Evet. Ama bunun için hep konuştuğumuz gibi bilinçli olmak lazım. Etrafta bu kadar simsar dolaşırken doğru adresi bulmak çok kolay değil. Yabancı dil eğitimiyle ilgili biraz genel bilgiye sahip olmak kişiyi bilinçlendirir.

–          Bilinçli tüketici oluruz yani. Gerçi şu ana kadar İngilizce bizi tüketti ama bundan sonra biz onu tüketirsek, bari bilinçli tüketelim.

–          Bizim halkımız gıda ve giyim eşyaları konusunda acayip bilinçlidir. Ama konu eğitim veya sağlıksa acayip saygılıdır ve asla olumsuz bir şey düşünmek bile istemez. Marketten aldığın sütün son kullanma tarihi geçmişse hemen markete gidip olay çıkarıyorsun. Ama gittiğin dershanede kullanılan yöntemlerin son tarihi geçmişse, hiçbir şey yapmıyorsun. Niçin? Bilgisizlikten.

–          Ama hocam, zaten ben dershaneye İngilizce öğrenmeye gidiyorum. İngilizce bilmeyen ben, İngilizce öğretim tekniklerine nasıl hâkim olup karar vereyim. Sizce de bir mantıksızlık yok mu?

–          Bence mantıksızlık falan yok. Bir şeyi bilmiyor olman, o işin nasıl iyi yapıldığını bilmiyorsun anlamına gelmez. Türkiye’de maalesef böyle yanlış bir algı var. Gidip şirket yöneticisine bir fikir sunuyorsun, “Madem sen daha iyi biliyorsun, gel sen yap,” gibi bir tepki alıyorsun. Saçma. Ben daha iyi yaparım iddiasında değilim ki ben. Mesela bir lokantada yediği kuru fasulyeyi beğenmeyen bir insan düşün. Bu insana, “Madem beğenmedin, git kendin pişir,” diyebilir misin? Ben kuru fasulye pişirmeyi bilmiyorum ama yediğim zaman güzel olup olmadığını anlayabiliyorum.

–          Hocam, acıktınız galiba. Örnekler yine gıda sektörüne doğru kayıyor.

–          İlker, sen de örneklerden kişilik analizi yapmaya bayılıyorsun ha! Gerçekten acıktım ama bu saatten sonra yemek yiyemem. Yarın sizdeyiz şimdi, değil mi?

–          Evet hocam.

İlker eve giderken ertesi günü düşündü.

Sonra da bir ertesini ve bir ertesini daha…

Sona yaklaştıkça hüzünleniyordu. Fazla duygusal birisi değildi ama nedense kendisinden yaşça büyük birisiyle kurduğu bu dostluğu çok özleyecekmiş gibi hissediyordu.

Ve hislerinde yanılmadığını anlayacaktı.

Not: Bu yazı  Salih Uyan’ın “Anlıyorum Ama Konuşamıyorum” kitabından alınmıştır. Kitabı beğendiyseniz, aşağıdaki linkten sipariş verebilirsiniz.

http://www.bkymarket.com/Anliyorum-Ama-Konusamiyorum,PR-146.html