Home » Eğitim » Dil Eğitimi » Dil Eğitimi : Bölüm 12 > Menemen yiyen adam İngilizce öğrenebilir mi?

Dil Eğitimi : Bölüm 12 > Menemen yiyen adam İngilizce öğrenebilir mi?

Bu bölümde dil-kültür ilişkisi anlatılmaktadır.

UniqueCulture_pan

– Hocam, dil kültürüyle birlikte öğrenilir, değil mi?

– Konuya balıklama dalmak deyimini yaşatmaya çalışıyorsun herhalde?

– E hocam, balık söyledik ya, olsun o kadar.

Yapılmış güzel bir espriye, aynı güzellikte karşılık vermeye çalışmak ama becerememek İlker’in sıkça yaşadığı bir şeydi ve bu yüzden fazla kafaya takmadı. Bu arada Bakırköy’de buluşmuş, birlikte birkaç bilgisayarcı gezmişlerdi. Hasan Hoca kendisine yeni bir laptop alacaktı. Ancak istediği modeli bulamayınca en yakın balıkçıya gidip oturmuşlardı.

– Dün gece bu konu üzerinde düşündüm de, o yüzden direk daldım. Zihnimde böyle bir cümle var ama mana derinliği yok. Klişe olarak kazınmış kalmış. Yani bir ortamda tartışma olsa, kesinlikle, “Dil kültürüyle birlikte öğrenilmeli,” diye tartışırım diye düşünüyorum. Ama dün bir simülasyon yaptım. Konuyla ilgili kurduğum cümleler hiçbir yere çıkmıyor. Çıkmaz sokak yani.

– Zaten bazı konularda uzmanlaşan insanlar, zihinlerindeki klişe cümleleri açarak başarıyorlar bu işi. Bu yüzden senin bu cümleyi düşünmen, bir de üstüne manasına hâkim olmadığını anlaman çok güzel. Ne yapalım şimdi?

– Hocam, sizin bir gündeminiz vardır mutlaka. Beni boş verin, siz başlayın.

– Gündem var elbette ama şu anda ertelemeyi düşünüyorum. Çünkü canım acayip bu konudan bahsetmek istiyor. Hatta bir soruyla konuya balıklama dalış yapayım diyorum. Astronomi eğitimi almak için uzaya çıkman gerekir mi?

– Gerekmez. Süper bir örnek ama daha önce de söylemiştiniz hocam?

– Hadi ya! A, evet hatırladım. Ya İlker, söylemek zorunda mısın böyle şeyleri?

– Pardon hocam. Ne bileyim, çok heyecanla söylediniz, ben de aynı heyecanla tepki veremedim ve bu yüzden söyleyeyim dedim.

– Tamam tamam. Bunun için uzaya gitmeye gerek yok elbette. Ama astronomi eğitimi alan birisi uzaya giderse harika olur, değil mi?

– Elbette.

– Öyleyse dil öğrenmenin birinci şartı o ülkeye gitmek, kültürünü sindirmek falan değil. Londra’da dönercilik, New York’ta pompacılık yaparak sürüneceğine adam ol, Türkiye’de öğren bu işi. Sonra fırsatın olursa gidersin ve cila yaparsın.

– Kızmayın hocam. Ben gideceğim falan demedim zaten.

– Kızmıyorum. Daha önce de kaç defa söyledim İlker. Sen hitabım sana değil.

– Biliyorum hocam. Onu öğrendim. Ben Türkiye’nin İngilizce öğrenemeyen mağdur bir kesimini temsilen buradayım.

– Çok dramatik oldu. Neyse, ne diyorduk? İngilizce öğrenmek için sabah kızarmış ekmeğe marmelat sürmen, corn flakes yemen falan gerekmez. Menemenden vazgeçmeden İngilizce öğrenebilirsin.

– Hocam, hakikaten ya… Çiğ köfte yoğuran bir adam sanki İngilizce konuşamazmış gibi geliyor. İlla ki elinde bir fincan kahve olacak veya pizza yiyecek… Mesela kapuska yerken İngilizce konuşmak da garip geliyor.

– İlker! Konuyu dağıtmaya çalıştığının farkındayım. Birkaç tane örnek verdik işte, niye kapuska falan diye konuyu dağıtıyorsun.

– Tamam hocam. Ama hakikaten komik geldi. O yüzden daldım konuya hemen.

– Komik gibi gözüküyor ama aslında üzücü. Ama bu konuya girersek emperyalizmden girer, siyonizmden çıkarız. İyisi mi boş verelim. Elbette dil öğrenen bir kişi kültürel farklılıkları öğrenmek zorundadır. Ama bunun için ayrıca bir uğraş gerekmez. Yani üniversitelerin yabancı dil bölümlerine “dilin kültürü” falan gibi bir departman açmaya gerek yok. Dili öğreniyorsan, bir şekilde zaten kültürüne de öğrenirsin. Bir örnek vereyim mesela. Yıllar önce televizyonda bir film seyrediyordum. Polisiye bir filmdi galiba. Birden başroldeki abi şöyle bir cümle kurdu; “Bu cinayetteki şişman kadını bulmamız lazım.” Oyunculara baktım, bütün aktrisler gayet zayıf. Şişman kadın olayını anlayamadım. Sonra jeton düştü. İngilizce’de, “It’s not over until the fat lady sings,” diye bir deyim var.

– Yani?

– Yani, “Şişman kadın söylemeden bitti sanma.”

– Ben hala anlayamadım olayı. Şişman kadın kim?

– İşte bu örneği bu yüzden verdim. Burada işin işine kültür giriyor. Özellikle de deyimlerde ve atasözlerinde ortaya çıkan bir durum. Televizyondaki filmi çeviren arkadaş dilin kültürüne hâkim olmadığı için veya tembellik yapıp deyimi araştırmadığı için küt diye yazmış cümleyi. Hâlbuki bu atasözü veya deyim şu demek. Operada en son sahneye kim çıkar?

Bilmiyorum. Operaya hiç gitmedim.

– Peki, Pavoratti’yi tanıyor musun?

– Evet, Türkiye’ye geldiğinde özel klozet yapmışlardı.

– Neden yapmışlardı peki özel klozeti?

– Sığamadığı için.

– Evet, Pavoratti’nin bu kadar başarılı olmasının sebebi de klozete sığamaması aslında.

– Nasıl yani?

– Operada sesi en güçlü olanlar, diyaframı en geniş olanlardır. Diyaframın genişliği de beden ölçüsüyle bağlantılı biliyorsun. Bu yüzden operalarda sahneye en son sesi en güçlü olanlar, yani diyaframı en güçlü olanlar çıkıyor.

– Vay be! Şişmanlığın işe yaradığı bir meslek duymak çok enteresan.

– Öyleyse bu atasözündeki şişman kadın, en son kişi anlamında falan kullanılıyor. Filmin çevirisinin şöyle olması lazımdı. “Bu cinayetteki son kişi kim?” veya “Bu cinayette en son kimin parmağı var.”

– Şimdi anladım. Yani bu atasözünü doğrudan Türkçeye çevirirsen kimse bir şey anlamaz. Peki, Türkçede bu anlama gelen bir atasözü var mı?

– Dereyi görmeden paçaları sıvama falan olabilir.

– Ha ha ha! Hocam, çok geyik ya!

– Adamlarda opera kültürü var, biz de her yer bağ bahçe olunca atasözleri bu şekilde değişiyor. Her dil, konuşulduğu toplumun kültürünü yansıtır ister istemez. Mesela Türkiye’de başına bir iş gelen kadın camı açıp “Komşular, yetişin!” diye bağırır. Ama bir İngilizce camı açıp ya, “Polis” diye bağırır, ya da “İmdat” der. Çünkü komşuluk Türkiye’de olduğu kadar gelişmemiştir.

– Aunt, uncle kelimeleri falan da kültürle ilgili değil mi? Mesela adam my aunt deyince halası mı, teyzesi mi anlaşılmıyor.

– Evet. Çünkü akrabalık ilişkileri bizde olduğu kadar gelişmemiş. Bruce Willis’i bir filmde şöyle bir cümle söylerken hayal edebilir misin? “Hey Jack! Sen benim kayınbiraderi al ve hemen eve git. Ben de bacanağı kurtarıp oraya geleceğim.”

– Ha ha ha!

– Bu gün neşen yerinde maşallah… Ama umarım konuyu anlıyorsundur.

– Anlıyorum hocam. Çok iyi anlıyorum. Dil tabi ki o ülkenin veya kültürün özelliklerini taşıyor. Ama Türkiye’de de son zamanlarda garip bir şey dikkatimi çekiyor. İnsanlar artık dayıoğlu, amcaoğlu, kayınbirader, elti gibi kelimeleri kullanmaya çekiniyorlar gibi. Mesela çok zengin veya sosyetik bir kişinin bu kelimeleri kullanmaktan çekindiğini fark ediyorum.

– Bu da toplum olarak yaşadığımız kompleksin bir belirtisi. Ama kuzen kelimesinde problem yok dikkat edersen. Niye? Çünkü kuzen Hollywood filmlerinde sıkça geçiyor. Ama dayıoğlu dediğinde amele gibi görünüyorsun. Veya öyle zannediyorlar.

– Benim de aklıma bir cümle geldi ve hakikaten çok komik duruyor. Mesela, “Dün akşam eltimle golf oynadık” veya “Yarın kayınbiraderle sushi yemeye gideceğiz,” cümleleri komik geliyor. Ama asıl komik olan, bu cümlelerin komik gelmesi. Yani eltiyle yaprak sarması yapılıyor ama golf oynanamıyor. Ama kuzenle golf da oynarsın, kriket de, problem yok. Gerçekten çok ilginç!

– Bu ilginçliğin birçok sebebi var. Yaşadığımız komplekse etki eden faktörlerden bahsediyorum yani. Mesela filmlerin Türkçe seslendirilmiş olarak seyredilmesi de bu kompleksi tetikliyor.

– Türkçe seslendirilmesi mi?

– Evet. Hollywood filmlerini kim seslendiriyor?

– Tiyatro sanatçıları herhalde…

– Evet. Yani toplumun en iyi konuşan, sesi en güzel olan kimseleri, değil mi? Hal böyle olunca da, filmlerdeki en abuk sabuk tipler bile harika bir Türkçeyle konuşuyor. Benzincisi, katili, krosu, magandası, hepsi akıcı ve güzel bir Türkçeyle konuşuyorlar. Böylece bilinçaltımıza İngilizce konuşan toplumlarla ilgili çok olumlu mesajlar akmaya devam ediyor. Yani bir Türk filmindeki köylü, “Nediyon oğlum, hiç görüşemeyoz. Nirlerdesin?” şeklinde konuşurken, Amerikan köylüsü, “Hey dostum, nasılsın ha? Seni görmeyeli uzun zaman oldu. Umarım iyisindir,” falan şeklinde acayip düzgün konuşuyor.

– Hocam, bunlar müthiş tespitler. Hiç bu açıdan düşünmemiştim.

– Aslında bunlar benim tespitlerim değil. Ömer Birpınar isminde bir yazarın makalesinden okumuştum.

– Her neyse hocam, her kimse adam güzel yazmış. Gerçekten bir illüzyon yaşıyoruz o zaman. Filmin orijinalini seyredince de aksanı anlayamıyoruz. Türkçe seyredince zaten çok düzgün konuşuyorlar.

– Adam katil. Hapishaneden çıkıyor. Küfürbaz, ağzı bozuk, pislik bir tip… Ama bir konuşuyor. Hayran oluyorsun. “Hey, 10 yıldır Eyalet hapishanesindeyim ve sen bana o lanet olası günlere geri dönmemi mi istiyorsun? Hayır dostum. Bu imkânsız,” falan diyor. Ses de acayip mikrofonik. Aslında şöyle çevrilmesi lazım… “Gardaşım, 10 yıldır mapusanedeyim. Sen beni yeniden dama göndermek istiyosun. Aboo! Valla gitmem, billa gitmem.”

– Ha ha ha! Süper ya! Peki, bu aksanla konuşan bir Türk niye bilinçaltımızda olumsuz bir imaja sahip?

– O konuya girersek Kürt sorununa, oradan Ergenekona falan geçeriz, konudan koparız.

– Hocam, bugün de hangi konudan bahsetsem, “Şimdi ona dalarsak, şuradan gireriz, buradan çıkarız,” diyorsunuz, hiçbir şey konuşamıyoruz ya!

– İlker, konuştuğumuz konu yabancı dil. Siyaset, politika konuşmak istiyorsan ayrıca randevu alman lazım.

– Hocam, öyle bir konuştunuz ki, sanki her oturum için size para ödüyorum zannettim.

– Parayı sonunda alacağım. Taksimetre işliyor. Neyse, biz konumuza dönelim. Adam dükkânına İngilizce tabela falan asınca kızıyoruz ama aslında meselenin köklerine inmek lazım. Bir ülkeyi ele geçirebilmenin ilk yolu, o ülkenin diline zarar vermektir. Kültür emperyalizminin en önemli taktiği budur. Ve İngiltere yıllarca sömürdüğü Hindistan’dan sonra İngilizce öğretimiyle aslında birçok doğu ülkesini sömürmeye devam ediyor. Kendi kültürünü empoze ediyor ve o ülkelerin yerel dillerini ikinci plana itiyor. Dil deyip geçme. İnsanın bütün algısını kontrol eden bir mekanizmadır. İngilizce öğretiminde kullanılan yöntem ve teknikler hep İngiliz ve Amerikan kültürünü baskın olarak vermekte, bu ülkelere ait kültür tanıtılırken hep güzel örnekler verilerek hayranlık uyandırılmaktadır. Bazı ülkeler dili ihraç ederler, bazı ülkeler de ithal ederler. Türkiye ithal edenler grubunda yer alıyor. Yani bir anlamda İngilizceyi satın alıyor. Ama alıcı olarak kendi ihtiyaçlarımızı bilip, ona göre bir satın alma gerçekleştirirsek amaca ulaşmamız kolaylaşır. Yabancı dil konusunda dilbilimci Herder şöyle diyor: ‘Ben öbür dilleri kendi dilimi unutmak için öğrenmem, eğitimimden edindiğim töreleri değiştirmek için yabancı ülkelerde dolaşamam. Ben vatanımın yurttaşlık hakkını yitirmek için başka kuyruğa geçen bir yabancı olurum o zaman, kazanmaktan çok yitiririm’

– Vay be! İyi söylemiş.

– İyi söylemiş ama duyan yok. Daha doğrusu bu tür konulara kafa yoran yok. Bu millet İngilizce öğrenme konusuna eğildiği kadar, kendi anadilini korumak için uğraşsaydı İngilizce olayı da çözülürdü. Ve anadilimize en büyük zarar da şu anda İngilizceden geliyor.

– Birden İngilizce düşmanı kesildik hocam. Hayırdır?

– Hayırdır tabi. Bir sürü insan Türkçe cümlelerin arasına İngilizce kelimeler serpiştirip kendini bir şey sanıyorken, bizim burada oturup İngilizce kroluğu yapmanın zararlarından bahsediyor olmamız inan çok hayırlı bir şey.

– Dediğiniz şey benim de çok gıcığıma gidiyor aslında. Bir arkadaş var. Bu işin olabilitesi yok falan diye konuşuyor. Ve bunu geyik olarak değil, gayet ciddi cümlelerin arasında söylüyor.

– İddia ediyorum ki, o talihsiz arkadaşın bu kelimeleri kullandığı için kendisiyle gizliden gizliye gurur bile duyuyordur.

– Valla o gurur duyuyor mu bilmiyorum ama genellikle bu arkadaşı dinleyenler gizli bir hayranlık duyuyor gibi. Yani İngilizce bildiğini hissettikleri an hayranlık başlıyor.

– Hâlbuki hayranlık değil nefret duymak lazım. Çünkü kendi güzel dilini kirletiyorsun. İngilizce konuşabilirsin. Ama İngilizce konuştuğun için kendinle anlamsız bir gurur duyman veya daha da kötüsü Türkçe konuşurken İngilizce kelimeler kullanarak hava atmak inanılmaz aşağılık bir şey.

– Çok effective konuşuyorsunuz hocam. Acayip impressed oldum yani.

– Dalga geçme İlker! Bu arada bu kelimeler nasıl geldi birden aklına.

– E hocam, düzenli kitap okuyorum. Olsun o kadar! Kaç gündür konuşuyoruz burada. Bırakın da biraz etkisi olsun.

– Harika! Sevindim gerçekten.

– Peki İngilizceyle çok haşır neşir olan insanlar bilinçsiz bir şekilde kullanıyor olabilir mi bu kelimeleri?

– Olamaz. Türkçe öğrenen bir İngilizce düşün. I will visit my babanne falan der mi? Veya I am very sinirli now diyebilir mi? Komik duruyor değil mi?

– Oldukça.

– Yabancı dil öğrenmek elbette insana çok şey katar. Bunda herkes hemfikir… Ama  “Çingeneye beylik vermişler, önce babasını asmış,” hesabı, bunu büyük bir meziyet olarak görüp anadiline üvey evlat muamelesi yapanları anlamak zor. Sapasağlam bir insana sırf değişiklik olsun diye organ nakli yapılır mı?

– Yapılmaz. Yapılırsa mükemmel bir gerilim filmi çıkar ortaya. Kuzuların sessizliği tarzında…

– Elbette. Düşünmesi bile tüyleri diken diken etmeye yetiyor. Dil de yaşayan bir organizma. Pırıl pırıl Türkçe kelimeler dururken İngilizce kelime kullananlar aslında büyük bir suç işlediğinin farkına varmalı. Acilen toplumsal bir tepki oluşturmak gerekiyor.

– Hocam, biraz daha konuşursanız sloganlar eşliğinde yürümeye başlayacağım.

Hasan Hoca kahkahayla gülerken balıklar geldi. Kiremitte nar gibi kızarmış mezgit ve salata…

Hafif buğulanmış cama, kaldırımdan hızlı adımlarla gelip geçen insanların telaşı yansımıştı. Bakırköy, yükünü boşaltan damperli bir kamyon gibi çevre semtlere insan serpiyordu.

İkisinin de keyfine diyecek yoktu.

Not: Bu yazı Salih Uyan’ın “Anlıyorum Ama Konuşamıyorum” kitabından alınmıştır. Kitabı beğendiyseniz, aşağıdaki linkten sipariş verebilirsiniz.

http://www.bkymarket.com/Anliyorum-Ama-Konusamiyorum,PR-146.html