Home » Dünya Gündemi » BÜYÜK GÜÇLERİN KÜRT KARTI – Prof.Dr.Erol Kurubaş

BÜYÜK GÜÇLERİN KÜRT KARTI – Prof.Dr.Erol Kurubaş

Her ayrılıkçı hareketin arkasında bir yabancı güç vardır. Yerine göre bir akraba devlet, yerine göre de herhangi bir komşu devlet. Etnopolitik (akrabalık) veya reelpolitik (çıkar) nedenlerle öncelikle bu aktörler, bu tip hareketleri destekler. Ayrılıkçı hareketlerin varlıklarını ve etkinliklerini sürdürebilmeleri de ancak böyle bir sınır ötesi bağ ile mümkündür. Aksi halde bu hareketler uzun ömürlü olamazlar.

Öte yandan, her ne kadar büyük güçler ilkesel olarak ayrılıkçılığın karşısında ve devletlerin yanında yer alsalar da, bölgesel ve uluslararası dengeler, dolayısıyla kendi çıkarları gereği, nadiren de normatif nedenlerle (uluslararası hukuk) daima bu tip ayrılıkçı hareketlere duyarlıdırlar. Bu duyarlılık kendini çok farklı biçimlerde gösterse de, büyük güçler bu tip hareketleri genelde kendi çıkarları doğrultusunda bir dış politika aracına dönüştürme ve kullanma, nadiren de belli bir süre uzaktan izleme ve göz önünde tutma eğiliminde olurlar.

Ayrılıkçı hareketler açısındansa küresel güçlerden destek almak hayati bir konudur. Bu hareketler, seslerini uluslararası platformlarda duyurmanın ötesinde ideallerini gerçekleştirebilmek için mutlak surette büyük güçlerin desteğine ihtiyaç duyarlar. Bu destek ayrılıkçı hareketlerin varlıklarını ve etkinliklerini devam ettirebilmeleri için gerekli olmanın ötesinde bağımsızlık ideallerini gerçekleştirebilmeleri ve meşrulaştırabilmeleri için olmazsa olmazdır. Böyle bir dış destek olmadan hiçbir etnik hareket bağımsızlık amacına ulaşamaz.

Tüm bu sözünü ettiğimiz çerçeveye uygun olarak, Kürt hareketi de yüzyıllık geçmişi boyunca bölgesel güçlerin yanı sıra büyük güçlerle, kullanılma ve yüzüstü bırakılma pahasına, oldukça esnek ve pragmatik ilişkiler geliştirmiştir. Kurulan bu ilişki sayesinde Kürtler her dönemde büyük güçlerin farklı biçim ve düzeylerde ilgisine ve desteğine mazhar olmuştur. Fakat büyük beklentilerle kurulan bu ilişkilerin ve bu çerçevede elde edilen dış desteğin Kürtler için genelde büyük hayal kırıklıklarıyla sonuçlandığı görülmektedir. Kürtlerin yüzyıllık tarihi, bu acı gerçeği sürekli teyit etmektedir.

ORTADOĞU’DA BİR İNGİLİZ MİRASI: KÜRT KARTI

Ortadoğu üzerine politika geliştirmeye çalışan her büyük gücün yolu mutlaka Kürtlerle kesişmiştir. Bu çerçevede Osmanlı’nın son dönemlerinden başlamak üzere, Ortadoğu’ya nüfuz etmeye ve burayı kontrol etmeye çalışan tüm devletler bir biçimde Kürtlerden yararlanmaya çalışmıştır. Bunu ilk kez ustaca bir koz haline getiren ve çıkarlarına uygun kapsamlı bir planın parçası olarak kullananınsa İngilizler olduğunu söylemek yanlış olmaz. Özellikle 1. Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı’nın içinden bir “Ortadoğu” çıkartan İngiltere’nin hem Musul petrollerini ele geçirmek, hem de Anadolu’da başlayabilecek bir başkaldırıyı engellemek için Kürtlerden son derece sofistike çabalarla yararlanmaya çalıştığı, Musul’a ilişkin amaçlarına ulaşınca da Kürtleri ve onlara verdikleri sözleri unutuverdikleri görülür.

Bu politikanın bir sonucu olarak, devlet olma vaadiyle kışkırtılmış Kürt hareketleri de bundan sonra bir yandan bölge ülkeleri ve bölgesel istikrar için birer tehdide dönüştü, öte yandan da bu bölgeye yönelik politika geliştiren, ister küresel ister bölgesel olsun, tüm ülkeler için birer dış politika aracı ve kozu haline geldi. Bu nedenle İngilizlerin bıraktığı bu sorunlu mirasın, her dönem olduğu gibi günümüzde de işlevsel olduğunu görmek hiç şaşırtıcı değil. Özellikle son yıllarda gerek ABD’nin gerekse Rusya’nın Suriye Kürtleri ve PYD ekseninde kendini gösteren ve aslında Türkiye ve Irak Kürt hareketlerini de içeren Kürt politikaları, İngiltere’nin bıraktığı bu mirasın günümüze yansımasından başka bir şey değil.


“Özellikle 1. Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı’nın içinden bir “Ortadoğu” çıkartan İngiltere’nin hem Musul petrollerini ele geçirmek, hem de Anadolu’da başlayabilecek bir başkaldırıyı engellemek için Kürtlerden son derece sofistike çabalarla yararlanmaya çalıştığı, Musul’a ilişkin amaçlarına ulaşınca da Kürtleri ve onlara verdikleri sözleri unutuverdikleri görülür. ” PROF. DR. EROL KURUBAŞ
20. yüzyıl başında İngilizlerin bölgeyi şekillendirirken Kürtlerden nasıl yararlandıklarını ele alırken konuyu sadece dış boyutuyla inceleyen bu yazı, Kürt hareketlerinin sahip olduğu iç dinamiği yadsımaz.
İngiltere’nin Kürtleri keşfi
Aslında İngilizlerin Kürtlerle değilse de, Kürtlerin İngilizlerle kurdukları temas 19. yüzyıl sonuna değin gider. Bu dönemde Osmanlı’daki merkezileşme çabalarından rahatsızlık duyan Kürt liderler yerleşik bulundukları topraklar üzerinde cereyan eden İngiliz-Rus nüfuz mücadelesinden yararlanmak için çaba harcarken, planladıkları ayaklanmalara destek alabilmek için ilk önce İngilizlerin kapısını çaldılar. Fakat bu dönemde İngilizlerin bu bölgeye yönelik politikasının asli unsurunu Müslüman Kürtler değil, Hristiyan Ermeniler oluşturuyordu. O nedenle de İngilizler o yıllarda Şeyh Ubeydullah ve Abdurrezzak Bedirhan gibi Kürt liderlerin ayaklanmaya destek konusundaki ısrarlı çabalarına karşılık vermediler. Onların bu tutumu 1. Dünya Savaşı sonuna değin sürdü.

İngilizler ancak 1917’de, Bağdat’ı işgallerinin ardından, Musul ve civarını kontrol altına almak istediklerinde etkin bir Kürt politikasına ihtiyaç duydular. Çünkü savaş sonrası Osmanlı’nın mağlup sayılması ve İngilizlerin Musul ve Mezopotamya’ya yönelik yeni çıkar tanımlamaları, kaçınılmaz olarak Kürtlerle yollarının kesişmesine yol açtı. İngilizler açısından sahip olduğu petrol nedeniyle Musul Vilayeti çok önemliydi ve buraya yönelik en büyük tehdit Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmek isteyen Türk milliyetçilerinden kaynaklanıyordu. Musul ve civarındaysa çoğunluğu Kürtler oluşturuyordu ve Wilson İlkeleri’nden (ulusların kendi kaderini tayin ilkesi) etkilenen Kürt liderler bu süreçte bağımsız bir devlet kurma peşindeydiler.

İşte bu durum İngilizleri çıkarları çerçevesinde Kürtlerden yararlanmayı temel alan bir politika geliştirmeye itti. İngilizler açısından Musul’un olabildiğince güvence altına alınması son derece önemliydi ve Türklerden kaynaklanan tehdit, Kürtler aracılığıyla ortadan kaldırılabilirdi. Bunun için de Türkiye ile Musul arasında İngiltere’nin kontrolünde bir Kürdistan oluşturmak gerekebilirdi. Kısacası, İngilizler bir yandan Anadolu’daki ulusal kurtuluş mücadelesini zayıflatmak ve Musul’la bağını kopartmak, öte yandan Misak-ı Milli içinde görülen Musul Vilayeti’ni yeni kuracağı Irak’ın parçası haline getirmek için Kürtlerden yararlanabilirdi.

İngilizler Kürt politikası belirlemeye çalışıyor
Fakat daha ilk günlerde, İngilizlerin izleyecekleri Kürt politikasının bir takım zorluklarla karşı karşıya olduğu anlaşıldı. Çünkü Kürtler için vadedilecek olası bir “Kürdistan”ın kuzey sınırları ile Ermenilerin istediği topraklar çakışıyordu ve bu durum İngiliz yetkililer arasında görüş ayrılıklarına neden olmuştu. İngilizler bu yıllarda Ermeni, Asuri, Nasturi ve Keldani gibi bölgedeki Hristiyan unsurların haklarını, siyasetlerinin ana unsuru yapmışlardı. Bu topluluklarsa Müslüman Kürtlerle iç içeydiler ve daha önemlisi Kürtler tarafından dışlanmış, bazen de kötü muameleye uğramışlardı. Ayrıca “Kürdistan”ın güney sınırları da sorunluydu. Kürtlerin de içinde yer aldığı Musul Vilayeti’nde Kürtlerin yanı sıra Türkler ve Araplar vardı. İngilizler bu toprakların Mezopotamya ile birlikte ele alınıp alınmaması konusunda kararsızdılar. Nihayet bir diğer sorunsa, aşiretlerden oluşan Kürtlerin yekpare bir halk özelliği göstermemesiydi.
“Bu politika, uygulamada, kuzeydeki Kürtlerin kesin vaatlerde bulunulmadan oyalanmasını, güneydeki Kürtlerinse Mezopotamya’da kurulacak Arap devletine bir ya da birkaç yarı özerk eyalet biçiminde bağlanmasını öngörüyordu. Kısacası, İngilizlerin esas derdi, Kürtler değil, petrolün olduğu Musul’du.” PROF. DR. EROL KURUBAŞ
İngilizler tüm bu sorunlara bir çözüm olarak, kendilerini asıl ilgilendiren Musul Vilayeti’nin içinde yer alan “güney Kürdistan” için ayrı, Ermenilerin istediği topraklar içinde kalan “kuzey Kürdistan” için ayrı bir politika izlemeye karar verdi. Bir başka deyişle, İngilizler petrolün bulunmadığı ve Hristiyan toplulukların yaşadığı, özellikle de Ermenilerin toprak isteğinde bulunduğu dağlık bölge ile petrolün bulunduğu ve çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu bölge konusunda ayrı ayrı politika izleyeceklerdi. Bu ikili politika sayesinde Kürtlerden hem Ankara hem Musul sorunu bağlamında yararlanmak mümkün olacaktı. Bölgede güçlü bir Kürt milliyetçiliğinin olmayışı ve Kürtler arasındaki aşiretsel ve coğrafi bölünmüşlük de böyle bir politika izlemeye son derece elverişliydi.


Bu politika, uygulamada, kuzeydeki Kürtlere kesin vaatlerde bulunulmadan oyalanmasını, güneydeki Kürtlerinse Mezopotamya’da kurulacak Arap devletine bir ya da birkaç yarı özerk eyalet biçiminde bağlanmasını öngörüyordu. Kısacası, İngilizlerin esas derdi, Kürtler değil, petrolün olduğu Musul’du. Ve bunun için Kürtlerin muğlak vaatlerle bir süre oyalanması gerekiyordu. Dolayısıyla İngilizlerin Kürtler için öngördüğü kader, ilkesel olarak Kürtlerin hayalini kurduğu “bağımsız Kürdistan”ı içermiyordu.

İngilizlerin çerçevesini çizdikleri bu politikanın yürütülebilmesi için Kürt aşiretlerle ve liderlerle temas kurmak üzere birçok kişi görevlendirildi. İngiltere’nin Bağdat Yüksek Komiserliği’ne bağlı olarak çalışan bu uzmanlar arasında Binbaşı E. C. W. Noel, Binbaşı E. B. Soane ve Binbaşı C. J. Edmonds ile arkeolog Gertrude Bell öne çıkan isimlerdi. Kürtler adına temas kurulacak başlıca isimlerse, güneydeki Kürtler için Şeyh Mahmut Berzenci, kuzeydeki Kürtler içinse Kürdistan Teali Cemiyeti (KTC) Başkanı Seyit Abdülkadir ve Bedirhanlar olacaktı.

İngilizler Süleymaniye’de Şeyh Mahmut Berzenci ile temas kuruyor
1917’de Bağdat’ın işgaliyle birlikte İngilizler buradaki Kürtlerle temasa geçtiler ve 1918 baharında kuzeye doğru ilerlerken, bu ön temaslar sayesinde Kürtlerin Türklere olan desteğini büyük oranda engellemeyi başardılar. Mütarekenin hemen ardından, kendisini bölgedeki Kürtlerin temsilcisi olarak sunan Şeyh Mahmut Berzenci, onlara bu toprakları İngiltere’nin himayesinde yönetmeyi önerdi. Diğer Kürt liderler de bölgede bir Türk otoritesi istemediklerini ve İngiltere’nin yardım ve himayesini memnuniyetle karşıladıklarını bildirdiler. İngilizler açısındansa Kürt aşiretlerle kurulacak ilişkinin esasını bölgedeki Türk egemenliğine son verilmesi oluşturuyordu ve burada kalıcı bir Kürt yönetimi şimdilik düşünülmüyordu.

İlk iş olarak bölgeyi kontrol altına almak isteyen İngilizler, yerel aşiretlerle bağlantı kurması ve Musul vilayetinde geçici bir yönetim oluşturması için Binbaşı Noel’i bölgeye yolladılar. Kasım 1918’de Süleymaniye’ye ulaşan Noel, Şeyh Mahmut ile temas kurarak onu bölgeye yönetici atadı. Fakat kısa süre içinde Şeyh Mahmut’un liderliğinin bölgedeki aşiretlerin tamamını kapsamadığını gören İngilizler, onu sadece kısa vadeli politik bir araç olarak kullanmaya karar verdiler. Şeyh Mahmut ise fazlasıyla ihtiraslıydı ve kendi hükümranlığında bir devlet kurmak istiyordu.

1919 başlarında Musul’daki son gelişmeleri görüşmek maksadıyla Bağdat’ta yapılan ve Kürt uzmanları Soane ve Noel’in de katıldıkları toplantıda İngilizler iki konuda kesin karar aldı: Noel’in Süleymaniye’deki görevine son verilerek, buraya Binbaşı Soane’un getirilmesi ve Şeyh Mahmut’un otoritesinin zayıflatılması. Soane’un atanması, aslında İngilizlerin Şeyh Mahmut’u zaten gözden çıkarttıkları anlamına geliyordu. Çünkü Berzenci ailesi Soane’dan pek hoşlanmazdı. Alınan kararlar hemen uygulamaya konuldu ve Noel kuzey Kürt bölgelerine giderken, Soane Süleymaniye’de Şeyh Mahmut’un otoritesine ciddi kısıtlamalar getirdi.
“Akıcı Kürtçe konuşabilen ve burada yürüttüğü faaliyetlerle İngiliz yetkilileri bile kızdıran Binbaşı Noel’in misyonu, Araplara gönderilen Lawrence’ınkine benziyordu. Fakat onun misyonu, bölgedeki İngiliz aleyhtarı havayı yumuşatmak, Kürtleri bir süre oyalamak ve gerektiğinde Türklere karşı kullanıma hazır hale getirmekle sınırlıydı.”PROF. DR. EROL KURUBAŞ
İngiliz planlarının kendininkiyle uyuşmadığını gören Şeyh Mahmut, Mayıs 1919’da Süleymaniye’de bir ayaklanma başlatmışsa da, yaralanarak İngilizlere esir düştü ve ömür boyu hapse mahkum edilerek Hindistan’a sürgün edildi. Şeyh Mahmut’tan umduklarını bulamayan İngilizler Seyit Taha, Hamdi Baban gibi başka Kürt aşiret reisleriyle de görüştüler. Onların Kürt devleti taleplerine karşı bir süre de onlara muğlak vaatlerde bulunarak bölgeyi kontrol altında tutmaya çalıştılar.


“Kürtlerin Lawrence”ı Binbaşı Noel ve vaatleri
İngilizler, Binbaşı Noel’i alınan karar gereği bu sefer de kuzeydeki Kürt aşiretlerinin kontrol altına alınması ve bir takım vaatlerle oyalanarak Türklerle birlikte hareket etmelerinin önlenmesi için görevlendirdiler. Akıcı Kürtçe konuşabilen ve burada yürüttüğü faaliyetlerle İngiliz yetkilileri bile kızdıran Binbaşı Noel’in misyonu, Araplara gönderilen Lawrence’ınkine benziyordu. Fakat onun misyonu, bölgedeki İngiliz aleyhtarı havayı yumuşatmak, Kürtleri bir süre oyalamak ve gerektiğinde Türklere karşı kullanıma hazır hale getirmekle sınırlıydı. Yoksa İngilizler ondan bir Kürt devletine zemin hazırlamasını istemiyorlardı. Fakat Noel pek öyle düşünmüyordu.

Nisan 1919’da Musul’dan Nusaybin’e gelerek çalışmalarına başlayan Noel, aylarca bölgede gezerek Kürt aşiretleriyle çeşitli temaslar kurdu. Bu temaslar sonucu Noel, Kürtlerin geleceğine ilişkin olarak İstanbul’daki Seyit Abdülkadir ve Diyarbakır’daki Bedirhanlar gibi Kürt şefleriyle görüş birliğine varılabilirse, kendisinin Kürtleri Mustafa Kemal’e karşı kolayca ayaklandırabileceği izlenimi edinmişti.

Fakat İstanbul’daki İngiliz yetkililer bölgedeki İngiliz ajanlarının Paris’teki barış konferansının sonucunu beklemeleri ve ona göre hareket etmeleri gerektiğini bildirmişlerdi. Bu süre içerisinde amaç sadece var olan sınırların korunması ve buradaki İngiliz birliklerinin güvenliğinin sağlanmasıydı. Bununla birlikte bunun kaçınılmaz olarak Kürdistan’ın bağımsızlığı veya özerkliği sorununu beraberinde getireceğinin ve zaten Kürtlerin de samimi olarak İngiliz mandasını istediklerinin farkındaydılar; ama sorun şu ki, Londra’nın şimdilik böyle bir planı yoktu.

Buna rağmen Noel, Kürtlere bir devlet vaat ediyordu. İngiliz yetkililerse Noel’in bu vaatlerinden rahatsızdılar. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği, “bir tür fanatik” olarak gördükleri Noel’in bir “Kürt havarisi” gibi davranmasından şikayetçiydiler ve onu “Kürt Lawrence”ı olmaya çalışmakla suçluyorlardı. Onlara göre, Türkleri zayıflatmak maksadıyla Kürtleri Türklerden dikkatli ve temkinli bir biçimde koparmak iyi bir fikir olmakla birlikte, bunun için Kürtlere sadece bazı önemsiz sözler verilmeliydi, ama Noel bir Kürt devleti vadediyordu.
“Seyit Abdülkadir görüşmeler sonunda İngilizlere olan inancını kaybetmeye başlamışsa da, bu görüşmeleri Kürtlerin Türklerden ayrılma ve bağımsız olma yolundaki kararlılığını göstermesi bakımından önemsiyordu.”PROF. DR. EROL KURUBAŞ
Kısacası, Noel kendisine verilen yetkileri aşıyordu ve İngiliz resmi politikasına uygun hareket etmiyordu. Kürt devleti kurulmasını sabit bir fikir haline getirmişti ve İngiliz himayesi altında bulunacak böyle bir devleti yönetebilecek popülerliğe ve etkinliğe sahip kimseleri arayıp bulma çabalarını sürdürmekteydi. Buradaki Kürtlerin beklentilerini bu kadar yükseltmesinin tehlikeli olduğunu düşünen İngiliz yetkililerse çareyi, onun buradaki görevine son vermekte buldular. Fakat Noel bundan sonra da Kürt devleti fikrinden hiç vazgeçmedi ve özellikle Bedirhanlarla temaslarını sürdürdü. Hatta öyle ki, 1921’de İngilizlerin bir kere daha Anadolu’da bir Kürt isyanını tartıştıkları sırada, Noel ve Bedirhanlar da Bağdat’a gelerek bu isyan sonucu kurulacak bir Kürt devleti fikrini yetkililere kabul ettirmeye çalıştılar. Ama onları pek ciddiye alan olmadı.
İngilizler İstanbul’da Seyit Abdülkadir’le temas halinde
Kürt bölgelerinde çalışmalarını sürdüren İngilizler, ayrıca İstanbul’daki Kürt liderlerle de temas halindeydiler. Burada özellikle öne çıkan figür Kürdistan Teali Cemiyeti (KTC) Başkanı Seyit Abdülkadir’di. Onun liderliğinde İstanbul’daki Kürt ileri gelenleri Kürtlerin hakları ve “Kürdistan”ın gelecekteki statüsü konusunda İngilizlerle birçok görüşmeler yaptılar. Türk egemenliğinden kurtulmayı ve bir Kürt devleti kurmayı istiyorlardı; en büyük kaygılarıysa, Kürt topraklarının bir kısmının, kurulması düşünülen Ermeni devletinin sınırları içine alınmasıydı.

Özellikle Paris’teki barış görüşmelerinden kendilerine ulaşan haberler hiç de iç açıcı değildi. Seyit Abdülkadir, Kürdistan’ın kuzey ve güney olarak ikiye bölüneceği yolundaki söylentileri ve bu konudaki endişelerini sık sık dile getirse de, İngilizler bunları her seferinde muğlak cevaplarla geçiştirdiler ve kesin sözler vermekten de özenle kaçındılar. Fakat yine kabul edilen politika gereği, Wilson İlkeleri ışığında Kürtlerin kendi kaderlerini belirleme haklarına sempatiyle baktıklarını söylemeyi de ihmal etmediler. İngiliz dışişlerinin İstanbul’a gönderdiği talimatlarda, Kürtlerle Ermenilerin Paris’te olduğu gibi İstanbul’da da anlaşmalarının sağlanabilmesi için her türlü teşvik ve desteğin verilmesi isteniyorduysa da, böyle bir yardım İngiliz politikasına aykırı olmayacak ve gelişmelerin seyrini değiştirmeyecek nitelikte olmalıydı. Kısacası İngilizler açısından İstanbul’daki temaslar da o zamanki tutumlarına uygun biçimde yürütülüyor, Kürtler oyalanmaya çalışılıyordu.

Seyit Abdülkadir görüşmeler sonunda İngilizlere olan inancını kaybetmeye başlamışsa da, bu görüşmeleri Kürtlerin Türklerden ayrılma ve bağımsız olma yolundaki kararlılığını göstermesi bakımından önemsiyordu. O nedenle de bir süre daha devam ettirdi. Öte yandan Bedirhan kardeşler gibi İngilizlere olan inancını kaybetmeyenler de vardı.
Bağdat’taki İngilizler “Kürdistan”ı tartışıyor
Bağdat’ta bir araya gelen İngiliz uzmanlar 1919’da Kürtlerin geleceğine ilişkin iki plan üzerinde tartışıyorlardı: “Birleşik Kürdistan” ve “Bölünmüş Kürdistan”.

İlkine göre, “Kürdistan” kısmen Kürtlerin yerleştiği doğu Suriye ve etnik açıdan Kürtlerin çoğunlukta olduğu Güneydoğu Anadolu bölgesini kapsıyordu ve burada Kürtlere verilecek herhangi bir özerkliğin, bir Arap Emirliği altında değil, doğrudan İngiliz Yüksek Komiserliği altında olması uygun olurdu. Tabii İran Kürt bölgeleri zaten planın parçası olamazdı; çünkü İngilizler İran’ın toprak bütünlüğünü garanti etmişlerdi. Dahası bu plan aslında Van, Bitlis, Ağrı gibi Ermenilerin talepte bulunduğu Kürt bölgelerini de dışarıda bırakıyordu.

Aslında “Birleşik Kürdistan” planı azınlık görüşüydü ve İngiliz yetkililerin büyük kısmı bu küçültülmüş tek Kürdistan planını bile gerçekçi bulmuyordu. Çünkü bölgede hâlâ belli oranda bir Türk iktidarı vardı ve planda yer alan bölgenin sınırları belirsizdi. Ayrıca “Kürdistan”ın birliğinden söz etmek eldeki verilere aykırıydı.

Çoğunluk görüşünü yansıtan “Bölünmüş Kürdistan” planına göreyse, kuzey Kürt bölgelerini içerecek biçimde İngiliz himayesinde “Cezire merkezli bir Kürdistan” ile İngiliz nüfuz alanında özerk bir bölge olarak “Süleymaniye merkezli bir Kürdistan” kurulabilirdi.

“İngiliz yetkililere göre, Kürt sorununun çözümü, her halükarda Ermeni devletinin statüsü ve sınırlarının genişliği ile Mezopotamya’da kurulacak Irak devletinin sınırları gibi bir takım belirsiz koşullara bağlıydı. Tam kontrol altına alınmamış olan Kürt aşiretler için İngiltere’nin doğrudan bir sorumluluk üstlenmesi, İngiltere’nin askeri ve siyasi olarak bu uzak bölgelere yayılması, dolayısıyla da yeni güvenlik sorunları demekti. “PROF. DR. EROL KURUBAŞ
Fakat İngiliz yetkililere göre, Kürt sorununun çözümü, her halükarda Ermeni devletinin statüsü ve sınırlarının genişliği ile Mezopotamya’da kurulacak Irak devletinin sınırları gibi bir takım belirsiz koşullara bağlıydı. Tam kontrol altına alınmamış olan Kürt aşiretler için İngiltere’nin doğrudan bir sorumluluk üstlenmesi, İngiltere’nin askeri ve siyasi olarak bu uzak bölgelere yayılması, dolayısıyla da yeni güvenlik sorunları demekti. Bu nedenle Londra’dan gelen talimatlarda İngiltere’nin Kürtlere desteğinin “manevi bir teşvik”ten öteye geçmemesi gerektiği, bu bölgelere ilişkin hükümetin sorumluluğunun hiçbir surette esnek bir siyasi nezaretten öteye geçemeyeceği ve doğrudan bir İngiliz yönetimi gibi şeylerinse söz konusu olamayacağı hatırlatılıyordu.

Kısacası, İngilizler bölgedeki Kürt aşiretlerle sanki bir “Kürdistan” kuracaklarmış gibi temasta olsalar da, gerçekte Londra onları eksen alan bir plandan özenle uzak duruyordu. İngilizler için kesin olan, Musul petrol bölgesinin güvenliğiydi. Kürtlerin yaşadığı dağlık bölgelerin geleceği ise çok önemsenmiyordu. Dolayısıyla İngilizler iki ayrı Kürdistan planını masada tutsalar da, hem gerçekleşmesi hem de nasıl bir şey olacağı konusunda karasızdılar. Kesin olan tek şey, buralarda Türk egemenliğine izin verilmeyecek olmasıydı. Nihai kararsa uluslararası toplantılarda verilecekti.

İngilizler Sevr’de “Kürdistan” kurmuş gibi yapıyorlar
Bölgenin kaderinin belirleneceği uluslararası toplantılar Paris, Londra ve San Remo’da daha çok İngiliz-Fransız görüşmeleri şeklinde cereyan etmişti. Bu toplantılarda Ermenistan, Suriye, Mezopotamya, Kürdistan, Filistin ve Arabistan’ın Osmanlı İmparatorluğu’ndan bütünüyle ayrılması ve buralarda manda yönetimleri kurulması genel bir ilke olarak benimsenmişse de, “Kürdistan” konusu Musul petrolleri bağlamında ele alınan tali bir mesele olmuş ve “Kürdistan”ın bütünü için ne İngiliz, ne Fransız, ne de İngiliz-Fransız ortak mandası mümkün görülmüştü. İngilizler ve Fransızlar, sadece bölgede bir Türk egemenliğinden söz edilemeyecek olmasında, Suriye ve Irak’ta Arap devletleri ile Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurulmasında tam mutabakat içindeydiler.

Sevr Antlaşması’na son şeklinin verildiği San Remo Konferansı’nda Kürdistan konusu son kez ele alındığında, kuzey Kürt bölgelerinin Ermenistan’ın yanı başında yer alması ve Asuri-Keldani Hristiyanları ilgilendirmesi nedeniyle önemli olduğu, burayı Türkiye’den ayırıp özerklik vermenin iyi olacağı; güney Kürdistan’ınsa İngiltere’nin mandası altına alınacak olan Musul Vilayeti’nin bir bölümünü oluşturacağı kabul edildi. İngilizler, Kürtlerin aşiret yapısı nedeniyle ayrı bir siyasi entite olarak varlıklarını sürdürebileceklerine pek inanmıyorlardı. Bu nedenle kendilerinin ilgi göstereceği tek Kürt bölgesinin, Musul’un bölünmez bir parçası olan Süleymaniye çevresindeki yerler olacağını, Musul’un kuzey sınırları konusunda ise mevcut sınırların geçerli olduğunu ve Kürdistan’ın geri kalanı üzerinde hiçbir hak talebinde bulunmayacaklarını, dolayısıyla herhangi bir sorumluluk da almayacaklarını açıkça bildirdiler. Sonuçta İngilizlerin Kürtlerin geleceğine ilişkin politikaları, nihai olarak Sevr Antlaşması’na sınırları, statüsü ve geleceği belirsiz bir “Kürdistan” olarak yansıdı.
“İngilizlerin hiç de gerçekçi olmayan böyle bir “Kürdistan” kurmadaki amaçları ise, Kürtleri biraz daha oyalama ve yararlanma çabasından başka bir şey değildi. Çünkü İngilizler Anadolu’da gelişen Türk ulusal kurtuluş hareketinden endişe duyuyor ve politikalarını da aslında ona göre belirliyorlardı. “PROF. DR. EROL KURUBAŞ
Zaten onaylanmadığı için ölü doğan, ama İngilizlerin yaklaşımını anlamak açısından önemli olan Sevr Antlaşması’nın 88-92. maddeleri ile kurulan “Ermenistan Devleti”ne Kürtlerin istediği Ağrı, Van ve Bitlis dahil edilirken, 62-64. maddelerle kurulması öngörülen “Kürdistan”ın hangi koşullarda oluşabileceği ve bağımsızlık kazanabileceği belirtiliyordu. Buna göre:

“…üç üyeden oluşan bir komisyon, Türkiye-Irak ve Türkiye-Suriye sınırının kuzeyinde, Kürtlerin sayıca üstün bulunduğu bölgelerin yerel özerkliğini, …altı ay içinde hazırlayacaktır. …bir yıl sonra, Kürtler, …nüfusun çoğunluğunun Türkiye’den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak Milletler Cemiyeti Konseyine başvururlarsa ve Konsey de bu nüfusun bağımsızlığa yetenekli olduğu görüşüne varırsa ve bu bağımsızlığı onlara tanımayı Türkiye’ye salık verirse, Türkiye, …bu bölgeler üzerindeki haklarından… vazgeçmeyi şimdiden yükümlenir. Bu vazgeçmenin ayrıntıları Müttefik devletlerle Türkiye arasında yapılacak özel bir sözleşmeye konu olacaktır. Bu vazgeçme gerçekleşirse… Musul Vilayeti’ndeki Kürtlerin, bu bağımsız Kürt devletine… katılmalarına, Müttefik devletler karşı çıkmayacaklardır”
Kısacası, Sevr’de, Irak’ın dışında, ancak bir yıl sonra, belli koşulların yerine gelmesiyle bağımsız olabilecek “özerk bir Kürdistan” kurulması kararlaştırılmıştı. Bu Kürdistan’ın bağımsız olabilmesi için sıralanan koşulların yerine gelmesi ise aslında pek mümkün değildi. Çünkü Milletler Cemiyeti’ni de büyük oranda kontrol eden İngiltere, Ortadoğu’da Türkiye, Irak, Ermenistan kurarak statükoyu oluşturduktan sonra, bunu bozacak bağımsız bir Kürt devletinin ortaya çıkışına ve dahası Musul’a verdikleri önem ortadayken, Irak’taki Kürtlerin bu devlete katılmasına elbette sıcak bakmayacaktı. İngilizler aslında bu maddelerle Kürtlere sanki bir “Kürdistan” vermiş gibi yaptılar, o kadar. Gerçekte ise Sevr ile Kürtler, bir kısmı Irak’ta, bir kısmı Türkiye’de, bir kısmı da Ermenistan’da kalacak şekilde bölünmüş oldu.
İngilizlerin hiç de gerçekçi olmayan böyle bir “Kürdistan” kurmadaki amaçları ise, Kürtleri biraz daha oyalama ve yararlanma çabasından başka bir şey değildi. Çünkü İngilizler Anadolu’da gelişen Türk ulusal kurtuluş hareketinden endişe duyuyor ve politikalarını da aslında ona göre belirliyorlardı. Antlaşmada geçen bir yıllık süre Türk hareketinin geleceğini daha yakından görmeyle ilgili olup, İngilizler esasen Türklere karşı ellerinde bir koz olması için Sevr’de böyle bir “Kürdistan” planlamışlardı. Ve eğer İngilizlerle Türkler Musul konusunda anlaşabilirlerse, böyle bir devlete de gerek olmayacaktı.

Sevr’den Lozan’a giden süreç: İngilizler Kürtleri unutuyor
Aslında Sevr’den Lozan’a giden süreç, İngilizlerin adım adım Kürtleri terk edişinin hikayesidir. İngilizler 1921’den itibaren Türk Kurtuluş Savaşı’nın başarıya her adım atışında Kürtlerle ilgilerini biraz daha azalttı ve onları biraz daha gözden çıkarttı. Sevr’den (1920) Lozan’a (1923) kadarki süre içerisinde İngilizlerin Kürt politikası, sınırları ve statüsü belirsiz bir Kürt yönetimi tasarısını destekleme çizgisinden, “Kürdistan”ın ne kadarının Türkiye devleti, ne kadarının Irak devleti sınırları içinde yer alacağı kararının verilmesi çizgisine kadar gelip dayanmıştı.

Gerçekten de, İngilizler 1921 yılını bekle-gör politikasıyla geçirmişse de, aynı yıl Türkleri merkeze alan bir politikayı da gündemlerine almışlardı bile. Çünkü Ankara Hükümeti’nin askeri ve siyasi başarıları, İngilizleri yavaş yavaş “dost bir Türkiye” ile ilişki kurmanın daha değerli olacağı düşüncesine yaklaştırmıştı. Tek sorun, Türklerin Musul’u istemeleriydi. O nedenle bu müstakbel dostu biraz hırpalamak hiç de fena olmazdı. Zira Musul nedeniyle güçlü bir Türkiye ile dost olmak pek mümkün gözükmüyordu. Dolayısıyla Kürtleri bir süre daha yedekte tutmak doğru olacaktı.

“Aslında Sevr’den Lozan’a giden süreç, İngilizlerin adım adım Kürtleri terk edişinin hikayesidir. İngilizler 1921’den itibaren Türk Kurtuluş Savaşı’nın başarıya her adım atışında Kürtlerle ilgilerini biraz daha azalttı ve onları biraz daha gözden çıkarttı. “PROF. DR. EROL KURUBAŞ

Bu çerçevede İngilizler bir yandan sınırlı da olsa kuzeydeki Kürtleri Ankara Hükümeti’ne karşı kullanma çabalarını sürdürürken, öte yandan Ankara’yı kendi şartlarıyla barış masasına oturtmanın yollarını aradılar. Bu politikanın ilk işaretini de 1921 başlarındaki Londra Konferansı’nda verdiler. İngilizler burada Türkiye’nin Kürtlerin ve Asurilerin korunması ve özerklik tanınması konusunda kolaylık göstermesi halinde Sevr’deki “Kürdistan”dan vazgeçebileceklerini açıkça söylediler.

İngilizler bu toplantıdan istediklerini alamasalar da, Türk ulusal direnişinin yükselişi karşısında, Anadolu’da başka bir bağımsızlık hareketinin başarı şansının olmadığını da görmüşlerdi. Güçlü olan tercih edilmeliydi, ama öteki de buna karşı kullanılabilirdi. O nedenle İngilizler, Türklerle yapmayı düşündükleri görüşmelerin başarısız olması halinde Anadolu’da çıkartılacak bir Kürt isyanından yararlanabileceklerini düşündüler. Bunun için de 1921 sonlarına kadar, Kürtlerin bağımsızlık çabalarını destekleyecekleri izlenimini vererek Bedirhanlarla temas halinde bir Kürt isyanı çıkartma planları yaptılar. Zira Kürtlerin bu çabaları, Türklerin güçlerini Batı cephesine yığmasını engelleyeceği gibi, özellikle Irak-Türk sınırının İngiltere’nin istediği biçimde oluşmasında işe yarayabilirdi.

Fakat 1921 sonunda İngilizler, hem Kemalistlerle ileride yapılabilecek görüşmelerde bir önyargı unsuru olabileceği endişesiyle hem de Kürtler arasında birlik sorunu nedeniyle başarısız olacağını düşünerek bu Kürt isyanı planından vazgeçtiler. Ama bu, Kürtlerin Musul civarında kullanılamayacakları anlamına gelmiyordu. O nedenle İngilizler, “bir önlem olarak Kürt ihtilalcileriyle temasa devam” kararı aldılar. Böylece İngilizlerin Kürtlerle ilgisi de artık sadece Musul’la sınırlı hale gelmişti ve orada da zaten bir Kürt devleti fikrinden kesin olarak vazgeçilmişti.

Öte yandan 1922’de Musul’un kurtarılması için Ankara’nın emriyle Özdemir Bey’in buraya gönderilmesi İngilizleri zor durumda bırakmıştı. Çünkü gerek Sevr Kürdistanı’nın Musul’u kapsamaması, gerekse 1921’de Faysal’ın önderliğinde bir Irak devletinin kurulması nedeniyle hayal kırıklığı yaşayan Kürtler, Türklerle birlikte hareket etme eğilimindeydiler. İngilizlerse buralarda başlayan huzursuzluğu gidermek ve Türk propagandasını etkisizleştirmek için bir kere daha Şeyh Mahmut’u Süleymaniye’ye getirdiler. Türkleri kovması karşılığında ona her türlü yardımı yapacaklarını ve Kürt davasını savunacaklarını söylediler. Fakat Türklerle temas halinde olan ve artık İngilizlere inanmayan Şeyh Mahmut burada bir kere daha ayaklanarak kendi krallığını ilan etti. Türklerin de desteğiyle bu yönetim bir süre daha devam etmişse de, 1926’da Musul sorunu nihai çözüme kavuşunca bu Kürt yönetimi de son buldu.

“Kürtler, kendilerini muğlak vaatlerle oyalayan İngilizlerin kurduğu yeni Ortadoğu düzeninde yer bulamadılar. İngilizler büyük hayallerle kışkırttıkları Kürtleri, amaçları doğrultusunda kullandıktan sonra hem güneydeki hem de kuzeydeki Kürtleri ve onlara vadettikleri Kürdistan’ı kolayca unutuverdiler. “PROF. DR. EROL KURUBAŞ


İlk büyük hayalkırıklığı ve aldanış
Tüm bu hikayenin sonucu şu oldu: Kürtler, kendilerini muğlak vaatlerle oyalayan İngilizlerin kurduğu yeni Ortadoğu düzeninde yer bulamadılar. İngilizler büyük hayallerle kışkırttıkları Kürtleri, amaçları doğrultusunda kullandıktan sonra hem güneydeki hem de kuzeydeki Kürtleri ve onlara vadettikleri Kürdistan’ı kolayca unutuverdiler.

Kurtuluş Savaşı’nı kazanan Ankara ile 1923’te Lozan Antlaşması yapılınca sadece Sevr Kürdistan’ı rafa kalkmadı; ayrıca buradaki Kürtler de kaderine terkedildi. Bundan sonra giriştikleri onca isyana rağmen seslerini kimse duymadı. Hatta 1925’teki Şeyh Sait İsyanı’nda bile tüm iddialara rağmen İngilizlerin bir dahli olduğuna ilişkin ikna edici bir kanıt yoktur. Tabii İngilizler Musul’un Irak’ta kalmasını sağlamak için bu olaydan çıkardıkları Kürtlerin Türklerle birlikte yaşamak istemediği tezini dile getirerek yararlanmış oldular, o kadar.

Musul’da ise, buranın Irak’a bırakılmasını öngören 1925 tarihli Milletler Cemiyeti kararı ve buna uygun olarak 1926’da yapılan Ankara Anlaşması’yla güneydeki Kürtlerin de ayrı devlet kurma hayalleri son bulmuş oldu. Bununla birlikte buradaki Kürtlere bir takım kültürel haklar ve yerel yönetim kurma hakkı tanınmışsa da, deklare edilen bu haklar uygulamaya tam olarak yansımayınca, burada da isyanlar sürdü. Ama onları da duyan olmadı.

Neticede Kürtlerin büyük güçlerle ilişkisi onların çıkarlarına ve onların çıkarları da bölgedeki devletlerle olan ilişkisine bağlıydı. Şimdi İngiltere, Türkiye ve Irak üzerinden burada bir statüko kurduğuna göre Kürtlerle temasını kesmeliydi. Öyle de yaptı. Bu Kürtlerin ilk kullanılışı, ilk aldanışı ve ilk büyük hayal kırıklığı oldu.

Böylece Ortadoğu’nun kaderini çizen İngilizler, Kürtlerin kaderini de çizmiş oldular: Kürtler, Türkiye, Irak, İran ve Suriye devletlerinin içinde, onların öngördüğü kadarıyla yetinerek yaşayacaklardı. Fakat bu durum bu topraklara yönelik politika geliştirecek tüm büyük güçlerin kullanabileceği bir politik aracın ortaya çımasına yol açtı. Buna kısaca Kürt kartı diyebiliriz. Bu kart, dört devletin sınırları içinde yaşayan Kürtlerin ideallerinin/hayallerinin büyük devletler tarafından kendi çıkarları doğrultusunda kullanılması anlamına geliyordu. Ve bunun ilk deneyimini Kürtler İngilizlerle kurdukları ilişkide yaşadılar. Ama bu son olmadı.

Kürtler bu kötü deneyimlerine rağmen hayallerini gerçekleştirme pahasına her seferinde kullanıldıklarını bile bile, büyük güçlerle kurdukları ilişkiyi hareketlerinin temel dayanağı yapmayı sürdürdüler. İngilizlerin açtığı bu yoldan, Ruslar ve Amerikalılar da geçti. Hatta Kürt nüfuslu bölge ülkeleri bile birbirlerinin Kürtlerini birbirlerine karşı kullanmaktan geri durmadılar.

RUSYA’NIN KÜRT KARTI

Rusya’nın Kürtlerle ilişkisinin yüzyılı aşan bir geçmişi bulunmaktadır. Bu uzun tarihsel geçmiş içinde güç dengelerindeki değişime bağlı konjonktürel kopukluklar olsa da, Ruslar Kürtlerle ve Kürt hareketleriyle hep yakından ilgilenmiştir. Bu ilginin temel nedeni, kuşkusuz Kürtlerin yaşadıkları coğrafyanın Rus dış politikası açısından taşıdığı hayati önemdir. Kürtlerin yaşadığı topraklar Rusya’nın Orta Doğu’ya açılan kapısıdır.

Strijd tegen het geheime genootschap Mau Mau. Deze benden hebben als doel de Britse blanke kolonisten uit Kenya te verwijderen. Op de foto: Militaire politie onderzoekt de hutten van de bewoners op verborgen wapens

Öte yandan, her küresel güç gibi, Ruslar da Orta Doğu’da var olabilmek için kendine kullanışlı dış politika araçları oluşturmaya çalışmıştır. Kürtler, bu çerçevede 19. yüzyıldan itibaren Rusların (ve tabii İngilizlerin) ilgisine mazhar olurken, 20. yüzyılda Orta Doğu’da oluşturulan statükonun dışına itilince, adeta Rusların doğal müttefiki haline gelmiştir. Dolayısıyla güçlü tarihsel temellere sahip olan bu ilişki, küresel güç mücadelelerine ve Türk-Rus ilişkilerine bağlı bir değişken olarak o günden bugüne bir biçimde devam etmiştir. Kürt hareketi de, varlığını ve etkinliğini önemli oranda bu ilişkiye borçludur.

Günümüzde Orta Doğu bir kere daha doğrudan küresel güç mücadelesinin arenasına dönüşünce, bu tarihsel ilişki yeniden gündeme geldi. Kasım 2015’te Türk hava sahasını ihlal eden Su-24 tipi Rus savaş uçağının düşürülmesiyle Türk-Rus ilişkilerinde son on yıldır devam eden bahar havası sona erince, Ruslar bu tarihsel ilişkiyi bir kere daha canlandırmaya kalktılar. Putin, aynen selefleri gibi, Kürt kartını masaya koydu. Hem de bunu hiç saklama gereği duymadan.

Rusya’nın Kürtlerle geçmişte kurduğu bu ilişkiden yararlanmaya çalışması elbette anlaşılabilir bir durum. Kürt hareketi gibi ayrılıkçı etnik hareketlerin de, pragmatik ve faydacı bir yaklaşımla büyük güçlerden destek alma çabaları da kaçınılmaz. Bununla birlikte, her ne kadar büyük sistem değişimi dönemlerinde büyük devlet çıkarlarının örtüşmesi halinde bu tip etnik hareketlerin kimi beklentileri karşılansa da, bu istisnai bir durumdur.

İlgili aktörler arasındaki asimetrik güç yapısı nedeniyle (küresel güç-ulusaltı güç), genellikle bu hareketler ortaya konulan senaryonun ve hareket planının nesnesi olmaz ve küresel güçler için bir dış politika aracından öte anlam taşımazlar. Dolayısıyla dış desteğe dayalı bu etnik hareketler genellikle boş vaatler çerçevesinde kurulan boş hayallerin izinden giderek büyük hayal kırıklıkları yaşarlar. Kürt hareketlerinin Rusya’yla (ve tabii diğer büyük güçlerle) kurdukları ilişkinin tarihsel seyri bu varsayımı hep teyit etmiştir.

Erken dönem Kürt-Rus ilişkileri ve ilk hüsran
Kürt-Rus ilişkisinin geçmişi 19. yüzyıl başlarına değin götürülebilir. İlk doğrudan temaslar, 1826-28 İran-Rus ve 1828-29 Osmanlı-Rus savaşları sırasında gerçekleşti. Bu sıralarda merkezle sorunlu kimi Kürt aşiretleri arasında bir Rus sempatisi söz konusuydu. Öyle ki, 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı’nda iki Kürt aşiretinin Rusların yanında savaştığı bilinir. 19. yüzyıl ortalarına doğru Osmanlı’daki merkezileşme çabalarına tepki olarak başlayan Kürt Bey İsyanları ve sonrasında bunların devam etmesi, Ruslar için burada Osmanlı’ya karşı kullanılabilecek bir dış politika aracının varlığına işaret etse de, bu dönemde Rusların esas ilgisini çeken Hristiyan ahali yani Ermenilerdi. Bölgede Müslüman Kürtlerin Ermenilere kötü muamelede bulunması da, Rusların Kürtlere olan ilgisini ayrıca sınırlamaktaydı.

Nitekim 1880’de İran-Osmanlı sınırındaki Kürt bölgelerinde (Şemdinan) başlayan ayaklanma öncesinde ayaklanmanın lideri Şeyh Ubeydullah, bölgedeki İngiliz-Rus rekabetinden de yararlanacak biçimde birkaç yıl arayla Erzurum ve Van’daki Rus Konsolosları Obrenilır ve Kamşarkan’la temas kurarak yardım talebinde bulunmuştur. Ruslar, 1877-78 Savaşı sonrası Osmanlı’yla anlaşma halinde oldukları ve önceliklerini Ermenilerden yana belirledikleri için (anlaşma gereği Ermenilerin yaşadıkları yerlerde reform yapılacak ve Ermeni ahalinin Kürt ve Çerkeslere karşı güvenlikleri sağlanacaktı), bu ayaklanmada –aynen İngilizler gibi- Kürtlere destek vermedi. Böylece Kürtler de ilk kez büyük devlet reelpolitiğiyle tanışmış oldu.
“Bu erken dönemden itibaren Rusya’nın, Kürt kimliğine, tarihine ve diline ilişkin çalışmalar yapılmasını teşvik ettiği görülür. Bir etnikleştirme ustası olarak Rusların Kürtlerle ilgili etnografik çalışmaları teşvik etmesi elbette şaşırtıcı değildir, ama aynı zamanda masum da değildir.”PROF. DR. EROL KURUBAŞ

Bundan sonra Kürtlerin Ruslarla temasının arttığı görülür. Bunda, bölgede Osmanlı’ya ilk başkaldıran Cizre Emiri Bedirhan Bey’in torunu Abdurrezzak Bedirhan’ın çabalarının özel bir yeri vardır. 1890’da Osmanlı’nın St. Petersburg Konsolosluğu’nda çalışan Abdurrezzak Bedirhan, o tarihten sonra Ruslarla sürekli temas halinde olmuş ve kendini bir Rus dostu olarak tanıtmıştır. 1910-12 arasında bir Kürt isyanı başlatmak için Ruslardan destek almaya çabaladıysa da, bunda muvaffak olamamıştır. 1914’te gerçekleşen Bitlis İsyanı ise Bedirhan’ın dışında gelişmiş, zaten Rusya da isyana destek vermemiştir.

Öte yandan, bu erken dönemden itibaren Rusya’nın, Kürt kimliğine, tarihine ve diline ilişkin çalışmalar yapılmasını teşvik ettiği görülür. Bir etnikleştirme ustası olarak Rusların Kürtlerle ilgili etnografik çalışmaları teşvik etmesi elbette şaşırtıcı değildir, ama aynı zamanda masum da değildir. Bu çaba, 19. yüzyılda imparatorluklara karşı tüm küresel güçlerin en etkin aracı olan milliyetçiliğin kullanılmak istendiği anlamına gelir.

Ruslar bu dönemden itibaren Kürtler aracılığıyla kendine bağlı, kullanabileceği bir etnik milliyetçiliğin temellerini atmaya çalışmıştır. Bu amaçla 19. yüzyıl ortalarında St. Petersburg’daki Doğu Bilimleri Enstitüsü’ndeki oryantalistler, Kürt el yazması eserleri toplamaya ve tercüme etmeye başlamıştır. Rusların Kürt dil, tarih ve edebiyatıyla ilgili bu çabaları sonraki yüzyılda artarak devam edecek, 1959’da Doğu Dilleri Enstitüsü’nde A. Jaba, V. F. Minorsky ve V. P. Nikitin gibi ünlü Kürdologların öncülüğünde açılan Kürdoloji Bölümü’yle St. Petersburg dünyanın en önemli Kürdoloji merkezi olacaktır.
Sovyet Rusya’nın Kürtlerle ilişkisi: İran ve Irak’ta isyanlar ve hüsranlar
Rusların Kürtlerle ilişkileri SSCB kurulduktan sonra da artarak devam etti. Hatta öyle ki, etnik olarak oluşturulmuş ilk Kürt siyasi entitesi (Kurdistanskii uezd), SSCB tarafından 1923’te Sovyet Azerbaycanı içinde özerk bir bölge olarak kuruldu. Orta Doğu’daki tüm Kürtler arasında sosyalist devrimi teşvik etmek için oluşturulan bu yapının ömrü fazla olmadı ve 1929’da kaldırıldı. Ama bu Kürtlerin Rusya için jeopolitik bir araç olarak önemini yitirdiği anlamına gelmemektedir.

Nitekim 1941’de İngiltere ile SSCB İran’ın işgali konusunda anlaşınca Rusya, işgal bölgesi içindeki Mehabat’ta bölgesel bir Kürt yönetimi oluşturarak buradaki varlığını tahkim etmeye çalıştı. Savaşın hemen sonunda (Ocak 1946’da) Mehabat Cumhuriyeti ilan edildi. Fakat Truman’ın Stalin’i uyarması sonucu küresel güç dengeleri gereği Sovyet birlikleri İran’dan çıkınca, Mehabat ve Kürtler de kaderine terkedildi. 1946 sonunda İran ordusu Mehabat’a girerek devlet başkanı Kadı Muhammed’i ve Kürt ileri gelenlerini idam ederken Sovyetler sessiz kalmayı tercih etti.

Bu arada Irak’tan gelerek İran’daki bu devlet deneyimine katılan ve genelkurmay başkanı yapılan Molla Mustafa Barzani de Irak’a geri döndü. Irak hükümeti savaş sonrası, Iraklı Kürtlerin lideri Şeyh Ahmet Barzani’yi hapsedince, kardeşi Molla Mustafa Barzani de SSCB’ye sığınmak zorunda kaldı. Ahmet Barzani 12 yıl Irak hapishanelerinde kalırken, Mustafa Barzani de bir o kadar sürgünde kaldı. Kısacası, Kürtlerin bu ilk devlet deneyimi sona ermekle kalmadı, Irak ve İran’daki Kürt hareketlerini de tarumar etti. Böylece bir kere daha Ruslara güvenerek hareket eden Kürtler, büyük bir hayal kırıklığı ve hüsran yaşamış oldu.
“Kürtlerin 1946’daki ilk devlet deneyimi sona ermekle kalmadı, Irak ve İran’daki Kürt hareketlerini de tarumar etti. Böylece bir kere daha Ruslara güvenerek hareket eden Kürtler, büyük bir hayal kırıklığı ve hüsran yaşamış oldu.”PROF. DR. EROL KURUBAŞ


İran Kürtlerini ABD destekli Şah yönetiminin insafına terk eden Sovyetlerse, bu kez de kendisine sığınan Barzani sayesinde Irak Kürt hareketini denetimi altına alarak Orta Doğu politikası çerçevesinde Kürtleri kullanmayı sürdürdü. Barzani, sadece Iraklı Kürtler için değil, aynı zamanda Türkiyeli ve İranlı Kürtler için de çok şey ifade ediyordu. O nedenle Barzani aracılığıyla sadece Irak’a karşı değil, Batı yanlısı Türkiye ve İran’a karşı da buralardaki Kürtlerin harekete geçirilmesi pekâlâ mümkündü.

Nitekim Bağdat Paktı’yla Batı kampına katılmış olan Irak’ta, 1958’de sol eğilimli bir darbe yapılınca Barzani de Irak’a geri döndü. Irak’a gelişinden kısa süre sonra Barzani yeni Irak yönetimi ile anlaşmazlığa düşmüşse de, SSCB’nin tam da istediği biçimde, onun dönüşüyle esasen Türkiye ve İran’daki Kürt hareketleri yeniden canlandı ve kısa sürede buralarda sol eğilimli Kürt örgütleri ortaya çıktı. Barzani de misyonunu böylece tamamlamış oldu. 1970’te Barzani Irak yönetimine karşı isyan başlatırken, Sovyetler Birliği Baasçılarla anlaşmaya varmıştı bile. Ruslar, Kürtleri bu sefer de Irak’ın insafına terk etmişti.

Bu dönemde İran ve Irak Kürtlerini kullanıp, işi bittikten sonra bir kenara atan Sovyetlerin Kürtlerden yararlanma çabaları sona ermemiştir. 1970’ler boyunca Türkiye’deki Kürt hareketinin içinde devrimci sol örgütlerin güçlenmesiyle beliren ideolojik yakınlık, SSCB’ye çok geniş imkânlar sunmuştur. 1980’de Türkiye’deki Marksist-Leninist PKK’nın, SSCB’nin Ortadoğu’daki gerçek müttefiki ve en güçlü nüfuz ettiği ülke olan Suriye’ye yerleşmesi elbette rastlantı değildir.

Kısa süre içinde NATO üyesi olan Türkiye’ye karşı Suriye’den yönetilen ve hayati destek alan PKK’nın terör saldırılarına başlamasının arkasında sadece Hafız Esed’in olduğunu düşünmek saflık olur. Hafız Esed’in arkasında SSCB olmasaydı, PKK da Suriye’de olamazdı. Bu sayede SSCB 1980’ler boyunca Kürtlerle ilişkisini Suriye’de yerleşik PKK üzerinden sürdürmüş ve Türkiye’ye karşı yürütülen terör kampanyasına göz yummuştur.

“Hafız Esed’in arkasında SSCB olmasaydı, PKK da Suriye’de olamazdı. Bu sayede SSCB 1980’ler boyunca Kürtlerle ilişkisini Suriye’de yerleşik PKK üzerinden sürdürmüş ve Türkiye’ye karşı yürütülen terör kampanyasına göz yummuştur.”PROF. DR. EROL KURUBAŞ

Böylece Ruslar Kürtleri, Ortadoğu’nun kaygan zemininde değişen çıkarlarını gerçekleştirmek için adeta dilediğinde kullanıp, işi bitince de bir kenara atabileceği reelpolitik bir araca dönüştürmüştür. Kürt liderlerse, buna ve bunca hayal kırıklığına rağmen, aldatılacaklarını bile bile, belki çaresizlikten, belki hayalcilikten, belki de basiretsizlikten, ama her seferinde Ruslarla işbirliği yapmaktan hiç vazgeçmediler.

Bu durum, yüzyıl boyunca Kürt hareketini gayrimeşru ve kirli ilişkilerin bir parçası haline getirerek, Kürtlerin tamamının tüm bölgesel aktörler için bir tehdit unsuru olarak algılanmasına ve üzerindeki baskının artmasına yol açtı. Bir başka deyişle, Kürtler, Orta Doğu’da politika izleyecek her küresel güç için kullanışlı bir araç olurken, Kürt nüfuslu devletler için de en büyük tehditlerden biri haline geldi.

Sovyetler sonrası Rusya’nın Kürtlerle ilişkisi: PKK’ya desteğe devam
SSCB’nin dağılması bu ilişki durumunu ve Rusların alışkanlıklarını hiç değiştirmedi. Sovyet sonrası Rusya’nın Suriye’deki varlığı ve ilişkileri korunduğu gibi, PKK ile ilişkileri de korundu. Hatta bu dönemde Rusya için PKK’nın öneminin daha da arttığını söyleyebiliriz.

Türkiye’nin yeni Türk cumhuriyetleriyle kurduğu ilişki ve bu bağlamda Hazar Bölgesi petrol ve doğalgazını Türkiye üzerinden geçirecek boru hatlarının gündeme gelmesi Rusya’yı ziyadesiyle rahatsız etmekteydi. Ama daha önemlisi, Rusya’ya karşı başlayan Çeçen bağımsızlık mücadelesinin Türkiye’den aldığı ciddi destekti. Rusya’nın bunu dengelemek ve mümkünse engellemek için Türkiye’ye karşı kullanabileceği bir araca ihtiyaç vardı. Bu da yine Kürtler ve tabii PKK olacaktı.

“1990’lar boyunca PKK’nın Moskova yakınlarındaki Yaroslav kentinde eğitim ve kültür kampı olarak çalışan bir bürosu oldu. Türk yetkililer bu durumdan şikâyetçi olduklarında, her seferinde Ruslar Çeçen meselesini gündeme getirdiler.”PROF. DR. EROL KURUBAŞ
1990’lar boyunca PKK’nın Moskova yakınlarındaki Yaroslav kentinde eğitim ve kültür kampı olarak çalışan bir bürosu oldu. Türk yetkililer bu durumdan şikâyetçi olduklarında, her seferinde Ruslar Çeçen meselesini gündeme getirdiler. 1994-98 arasında taraflar bu eksende birçok görüşme ve pazarlık gerçekleştirdi.

Bu sürece ilişkin nihai gelişme ise 1998 sonunda yaşandı. Türkiye’nin Öcalan’ın Suriye’den çıkartılması konusundaki kararlı tutumu sonucunda Öcalan buradan ayrılarak Moskova’ya geldi. Rusya bunu inkâr etmekle birlikte, Türkiye Öcalan’ın kesin yerini tespit ederek (Moskova yakınlarındaki Odintsovo) Ruslara bildirdi.

Gelen baskılar, Çeçen sorununun gündemden düşüşü ve en önemlisi Türkiye’yle gelişen ticari ilişkiler (Mavi Akım projesi) nedeniyle Rusya, PKK kartını –şimdilik- bırakmaya karar verdi. Öcalan’ı Türkiye’ye teslim etmese de, iltica talebini reddetti ve ülkesinde daha fazla kalmasına izin vermedi. Böylece Rusya bir kere daha Kürtleri kullanmış ve bu sefer de Türkiye’nin insafına terk etmiş oldu.

Putin Rusya’nın yeniden Kürt kartına sarılması: Türkiye’ye karşı PYD
2000 sonrası yaklaşık on yıl boyunca, Putin Rusyası’nın nispeten düşük profilli bir dış politika izleyerek Batı’yla iyi ilişkiler kurması, Kürtlere olan ilgisinin de görece azalmasına yol açtı. Bu dönemde özellikle Türkiye’yle güçlenen ticari ilişkiler ve İran’la güçlenen siyasi ilişkiler bu durumu daha da pekiştirdi.

Fakat 2011’de Libya Krizi ve ardından Suriye’deki iç savaş (tabii bu arada Kırım’ın ilhakı), Rusya ile Batı’nın yollarının ayrılmasına yol açarken, en önemlisi Türkiye ile Rusya’nın güçlü bir çıkar çatışması sürecine girmesine neden oldu. Bir tarafta, Suriye’deki Baas yönetiminin ayakta kalması için büyük çaba harcayan hatta fiili olarak savaşa müdahale eden Rusya, öte tarafta bu rejimin yıkılması için muhalifleri ülkesinde örgütleyen ve destekleyen Türkiye. Bir başka deyişle 2011 sonrası Rusya’nın Orta Doğu’daki hayallerinin önündeki en büyük engel Türkiye, Türkiye’nin hayallerinin önündeki en büyük engelse Rusya oldu. Bu karşıtlık, Rusya’nın bir kere daha Türkiye’ye karşı hasmane bir tutum içine girmesine ve yumuşak karnını oluşturan Kürt kartını oynamasına yol açtı.
“2011 sonrası Rusya’nın Orta Doğu’daki hayallerinin önündeki en büyük engel Türkiye, Türkiye’nin hayallerinin önündeki en büyük engelse Rusya oldu. Bu karşıtlık, Rusya’nın bir kere daha Türkiye’ye karşı hasmane bir tutum içine girmesine ve yumuşak karnını oluşturan Kürt kartını oynamasına yol açtı. “PROF. DR. EROL KURUBAŞ
Aradaki ticari ilişkiler nedeniyle her şeye rağmen bu kart Kasım 2015’teki Uçak Krizi’ne değin masaya konmadı. Ama bu olay vesilesiyle Ruslar hem Türkiye’nin canını yakmak hem de tüm diğer Esed karşıtı aktörlere karşı kendi bölgesel çıkarlarını maksimize etmek için harekete geçti.

Bu bağlamda daha önce İran, Irak ve Türkiye Kürtlerinden yararlanan Rusya’nın yolu bu sefer de, Şam yönetimiyle sıkı ilişkileri nedeniyle yokmuş gibi davrandığı ve Esed’in insafına bıraktığı Suriye Kürtleriyle kesişti. Bölgede self-determinasyon temelinde özerklik mücadelesi veren PKK’nın Suriye’deki uzantısı olan PYD’nin hayallerinin karşısında Türkiye bulunmaktaydı. O nedenle Rusya’nın ve PYD’nin Suriye’deki hayallerine kâbus gibi çöken bu ortak düşmana karşı hareket etmeleri hiç de sürpriz olmadı.

İlk iş olarak Rusya PYD’nin terör örgütü olmadığını açıkladı. Ardından taraflar arasında görüşme trafiği başladı. Dışişleri Bakan Yardımcısı Mihail Bogdanov önce PYD Eşbaşkanı Salih Müslim ile daha sonra da diğer PYD Eşbaşkanı Asya Abdullah ve Kobani üst düzey yöneticilerinden Enver Müslim ile bir araya geldi. Bu görüşmelerin bir sonucu olarak PYD Şubat 2016’da Moskova’da temsilcilik açarken, Rusya PYD kontrolündeki Kamışlı’da, büyük bir dinleme üssü, Haseke’de de bir askeri üs kurdu. Dinleme üssü, Türkiye’nin tam burnunun dibinde ve Türkiye’yi de ağının içine alan bir konumdaydı. Burada bir de Rus komutanlarla PYD’lilerin birlikte çalışacakları “Ortak Operasyon Bürosu” kuruldu. Ama en önemlisi, Rusya PYD’nin, Türkiye’nin kırmızı çizgi olarak ilan ettiği Fırat’ın batısına yani Kilis’in hemen karşısında bulunan ve Türkiye ile muhaliflerin tek bağlantı yeri olan Cerablus’a ve oradan da Afrin’e ulaşmasına zemin hazırladı. Bunun için PYD’ye tonlarca silah ve mühimmat yardımında bulunmanın yanı sıra bölgede başlattığı bombardıman sayesinde PYD’nin, güneyden dolanarak Fırat’ın batısına geçmesini sağladı. Tüm bunların yanı sıra Rusya diplomatik alanda da, yine Türkiye’nin kesin olarak karşı çıktığı PYD’nin Suriye görüşmelerine katılması konusunda -başarılı olamasa da- çaba harcadı.

Öte yandan, Rusya’nın PYD ile kurmuş olduğu bu sıkı ilişkinin PYD ile organik bağı olan PKK ve HDP üzerinden Türkiye’ye daha doğrudan yansımaları da oldu. Örneğin 24 Aralık 2015’te Rus Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov’un şahsi daveti üzerine HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş Moskova’ya gitti ve burada partisinin bir temsilcilik ofisinin açılışını yaptı. Dahası, Rusya Türkiye’nin PYD’nin özerklik ilan ettiği yerlere komşu olan Nusaybin, Cizre ve Silopi’de yürüttüğü (çok muhtemel) PYD destekli PKK terörüyle mücadelenin uluslararası soruşturmaya konu edilmesi çağrısında bulundu.

Tüm bu Türkiye’yi rahatsız edici gelişmeler Putin’e haz vermenin ötesinde, geçmişte İran, Irak ve Türkiye Kürtlerini çıkarları doğrultusunda kullanmış olan Rusya’nın açıkça şimdi de Suriye Kürtlerini kullanma çabasını yansıtmaktadır. Halbuki bu durum, Rusya’nın Kürt ideallerini desteklediği ve şimdiki desteğin kalıcı olacağı anlamına hiç gelmiyor. Çünkü Rusya’nın Suriye politikasında gerçek müttefiki Beşşar Esed ve İran yönetimidir. Her ikisinin de Suriye’de sınırların yeniden çizilmesine yol açacak bir Kürt self-determinasyonuna sıcak bakması zaten mümkün değildir.

Kaldı ki, Türkiye ile Rusya arasındaki krizin konjonktürel olduğunu ve kalıcı olmadığını da görmek gerekir. Bu durumda Kürt-Rus ilişkilerinin tarihine bakarak Rusya’nın bir kere daha reelpolitik nedenlerle Kürt kartını tedavüle soktuğunu ve işi bittikten sonra bir kenara atacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Buna rağmen Kürtler, halen Putin’in Kürdistan’ı kurmaya yardımcı olacak bir Kürt dostu olduğunu düşünüyorlarsa çok fena yanılıyorlar demektir. Çünkü yukarıda özetlediğimiz Kürt-Rus ilişkilerinin tarihi bize çok farklı şeyler söylüyor.

“Tüm bu Türkiye’yi rahatsız edici gelişmeler Putin’e haz vermenin ötesinde, geçmişte İran, Irak ve Türkiye Kürtlerini çıkarları doğrultusunda kullanmış olan Rusya’nın açıkça şimdi de Suriye Kürtlerini kullanma çabasını yansıtmaktadır. Halbuki bu durum, Rusya’nın Kürt ideallerini desteklediği ve şimdiki desteğin kalıcı olacağı anlamına hiç gelmiyor. “PROF. DR. EROL KURUBAŞ

Bununla birlikte Orta Doğu’da sınırlar açısından olmasa bile, dengeler ve rejimler açısından bir statüko değişim döneminde yaşadığımız açıktır. Bu nedenle Rusya’nın konjonktür gereği yeni statüko oluşumu bağlamında Kürt ideallerine kısmen ortak olması ihtimal dahilindedir. Özellikle Batılılar/ABD Suriye’de güçlü bir Kürt özerkliğine yeşil ışık yakarlarsa (burada bir Kürt bağımsızlığı zaten gündemde değildir), kuşkusuz Rusya bunun kendine müzahir olması için en önemli destekçisi olacaktır.

Muhtemelen bu nedenle Kürt hareketi de tarihi bir fırsat yakaladığını düşünerek, geçmişteki tüm hayal kırıklıklarına rağmen Ruslarla (ve tabii diğer büyük güçlerle) iş tutmanın kendince en akılcı seçenek olduğunu düşünüyor.

Ama kesin olan şu ki, her durumda sonucu belirleyecek olan Kürtlerin idealleri değil, küresel ve bölgesel güçler arasındaki ilişki ve dengeler olacaktır. Bu durumda Suriyeli Kürtler için güçlü bir statü yerine hayal kırıklığı ve hüsran da çıkabilir. O zaman Kürt hareketinin bu oyunu, bölge devletleri açısından tüm Kürtlerin tehdit olduğu algısının daha da güçlenmesine, belki de ihanetle suçlanmasına yol açabilir. Acaba Kürtler bunu göze almak ister mi?

AMERİKA’NIN KÜRT POLİTİKASI: BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ

Amerikalıların Kürtlerle tanışması her ne kadar 19. yüzyıl sonlarında Doğu Anadolu’da açılan yatılı Amerikan misyoner okullarına değin gitse de, ABD’nin bu dönemde hem bölgeye yönelik özel bir ilgisinin olmayışı hem de dış politikada benimsediği yalnızcılık politikasının sonucu bir Kürt politikası izlemediğini söyleyebiliriz. 2. Dünya Savaşı’nın ardından ABD’nin artık süper güçlerden biri olması ve bu bağlamda diğer süper güç olan SSCB’nin Ortadoğu’ya yayılma çabalarını engelleyecek politikalara (çevreleme politikası) ve araçlara ihtiyacı duyması, kaçınılmaz olarak İngiltere’nin Ortadoğu’daki mirasını devralmasına yol açtı.

Gerçekten de 1956’da (Süveyş Krizi) İngiltere’nin Ortadoğu’daki misyonunu bırakmasının ardından ABD, 1957’de Eisenhower Doktrini ile birlikte Ortadoğu’ya özel bir önem vermeye başladı ve İngiltere’nin Ortadoğu’daki mirasını hemen her şeyiyle devraldı. Gerçi ABD’nin bu mirasın içinde Kürtlerin de olduğunu görmesi biraz zaman aldı. Çünkü gerek Türkiye’nin 1952’de NATO üyesi olması, gerek Irak’ın 1955’te Bağdat Paktı’nda yer alması, gerekse 1954’ten itibaren İran’da Şah’la kurulan iyi ilişkiler ABD’nin Kürtlerle ilgilenmesini engelledi. Fakat 1958 sonrası SSCB’nin Irak’la kurduğu ilişkiler ABD için önemli bir endişe kaynağıydı ve bunu engellemek istiyordu. ABD işte bu çerçevede Irak Kürtleri ve liderleri Molla Mustafa Barzani ile temas kurmaya başladı. Böylece ABD de, İngiltere gibi bölge politikasının bir unsuru olarak Kürtlerden yararlanabileceğini keşfetmiş oldu.

Fakat Amerikalıların Kürtlerden yararlanma çabaları, İngilizler gibi sadece bölge ülkelerine bir baskı ve pazarlık aracı olarak değil, aynı zamanda küresel güç mücadelesinin bir parçası olarak da kendini gösterdi. Bu çerçevede ABD’nin Kürtlere ilgisi kimi zaman SSCB/Rusya ile çekişmesinin bir yansıması, kimi zaman da bölge ülkelerine yönelik politikalarının bir parçası oldu. Ama bu ilgi her durumda araçsaldı.

“1958 sonrası SSCB’nin Irak’la kurduğu ilişkiler ABD için önemli bir endişe kaynağıydı ve bunu engellemek istiyordu. ABD işte bu çerçevede Irak Kürtleri ve liderleri Molla Mustafa Barzani ile temas kurmaya başladı. Böylece ABD de, İngiltere gibi bölge politikasının bir unsuru olarak Kürtlerden yararlanabileceğini keşfetmiş oldu.”PROF. DR. EROL KURUBAŞ
Öte yandan ABD değişik ülkelerdeki Kürtlere, değişik dönemlerde değişik politikalar geliştirmeye çalışmışsa da, uzunca bir süre (2000’lere değin) bu politikaların odağında Irak Kürtlerinin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Kuşkusuz ABD Türkiye, İran ve Suriye’deki Kürtleri ve Kürt hareketlerini her zaman takip etmiştir. Fakat bu takip, büyük oranda ABD-Türkiye ve SSCB-Suriye-İran ilişkilerinin çerçevesiyle sınırlı kalmıştır.

ABD Türkiye’deki Kürtleri takip ediyor
ABD ilk önce Türkiye’deki Kürtleri takibe başladı. ABD’nin bu yöndeki ilk çalışmaları, Türkiye’nin NATO’ya kabul edildiği zamana kadar gider. Fakat burada daha çok Kürtlerin durumuna ilişkin tespit çalışmaları söz konusuydu. Gerçi bu çalışmalar sonunda Kürtlerin Türkiye için sorun olabileceğinden hareketle 1960 başlarında Kürtlere birtakım kültürel kolaylıklar gösterilmesine ilişkin öneriler getirilmişse de, bunlar Türkiye tarafından reddedilince 1980’lere değin bir daha bu konu açılmadı. Çünkü Soğuk Savaş’ın getirdiği bloklaşma ve stratejik bağımlılık, müttefikler arasında bu tür “hassas konular”ın uzun yıllar gözardı edilmesini gerektirmişti.

1980’lerde PKK’nın terör eylemleri başlayınca ABD insan hakları ihlalleri çerçevesinde Kürtlerle biraz daha yakından ilgilenmeye başladı. Fakat hâlâ Soğuk Savaş yılları devam ediyordu ve Türkiye, ABD için çok değerliydi. O nedenle bu ilginin sadece insan hakları ihlallerinin tespit edildiği bağlayıcı olmayan ülke raporlarıyla sınırlı kaldığı görülür. Bununla birlikte 1987’den itibaren bu raporlarda kullanılan dil oldukça eleştirel ve Türkiye’yi rahatsız edecek türdendi. Örneğin, ayrılıkçı Kürt gerillalarından, Kürt etnik kimliğine dönük Türkiye’nin baskıcı tutumundan bahsediliyordu ki, bunlar Türkiye’nin resmi protestolarına yol açmıştı.

1990 başlarından itibarense ABD Kürt konusunu daha yüksek sesle dile getirmeye ve ikili ilişkilerin bir unsuru olarak görmeye başladı. Bu ilginin esas nedeni, Kürt hareketinin hatırı sayılır bir hal almış olması ve tabii Irak’a ilişkin gelişmelerdi. ABD, özellikle Irak’ta Saddam’ın aşırılıklarını engellemek ve gerekirse ona karşı kullanmak için gelişmekte olan Kürt hareketini etkisi altına almak istiyordu. Ayrıca yakın bir gelecekte SSCB tehlikesini üzerinden atan bir Türkiye’nin kendisine olan bağımlılığının azalması, Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD’nin Orta Asya ve Ortadoğu’daki çıkarları açısından Türkiye’nin kilit rol oynayacağını düşünmesi de ABD’yi Kürtlerle ilgilenmeye iten diğer nedenlerdi. Bütün bunlardan ötürü ABD, bir yandan “Kürt kozu”nu elinde bulundurmak isterken öte yandan Türkiye’yi de küstürmek istemiyordu.

Bu güdülerle ABD, PKK ile Kürt sorunu arasında bir ayrım yapmanın yollarını aramaya başladı. Bu çerçevede resmi olarak PKK’yı terör örgütü ilan ederek Türkiye’nin terörle mücadelesini de desteklediğini ortaya koydu. Ama öte yandan siyasi ve kültürel temelli Kürt hareketlerine yakın ilgi göstermeye başladı. Bu bağlamda ilk sinyallerse 1989’da alındı. Amerika’nın Sesi radyosundan Kürtlerle ilgili yayınlar yapılmaya başlanırken, Paris’te düzenlenen Uluslararası Kürt Konferansı’na ABD Senato Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Claiborne Pell bizzat katılarak bir konuşma yaptı ve Senatör Edward M. Kennedy de bir mesaj gönderdi. Aynı yıl ABD Kongresinde Kennedy ve Yahudilerin öncülüğünde bir Kürt lobisinin temelleri atıldı. Bu lobinin girişimiyle 1989’da Senato İnsan Hakları Komisyonunda Kennedy ve Danielle Mitterrand’ın da birer konuşmayla katıldıkları, “Tehlikedeki Halk: Kürtler” konulu bir de konferans yapıldı.

“ABD, bir yandan “Kürt kozu”nu elinde bulundurmak isterken öte yandan Türkiye’yi de küstürmek istemiyordu. Bu güdülerle ABD, PKK ile Kürt sorunu arasında bir ayrım yapmanın yollarını aramaya başladı. Bu çerçevede resmi olarak PKK’yı terör örgütü ilan ederek Türkiye’nin terörle mücadelesini de desteklediğini ortaya koydu. Ama öte yandan siyasi ve kültürel temelli Kürt hareketlerine yakın ilgi göstermeye başladı.”PROF. DR. EROL KURUBAŞ
Tüm bunlarla ABD’nin, 1991’e kadar Türkiye’deki Kürtlere ilişkin yaklaşımını uygulamaya dönük bir politikaya dönüştürdüğünü söylemek zor. ABD yönetimi Körfez Savaşı’na kadar Kürtler konusunda “bekleyip görmek” istiyordu.

ABD Irak Kürtlerini doğrudan destekliyor
ABD’nin Kürt politikası açısından esas ilgi odağını Irak Kürtlerinin oluşturduğu açıktı. Zaten 1960’lardaki ayaklanmalar sırasında Barzani ABD’den de yardım istemişti. Fakat 1970 başlarına değin ABD Kürtlere sözlü desteğini iletmekle birlikte hiçbir yardımda bulunmamıştı. Fakat 1968’de Baas Partisi’nin iktidara gelmesiyle Irak’ın SSCB’yle ilişkilerini geliştirmesi, ABD’nin Kürtlerle doğrudan temas kurması için yeterli bir nedendi. Özellikle de Irak’ın 1972’de SSCB ile “Dostluk ve İşbirliği Anlaşması” imzalamasının ardından Kürtler ABD’ye, ABD de Kürtlere yaklaştı.

Kürtler açısından bakıldığında, o zamana kadar Irak’a karşı SSCB desteğiyle ayakta kalan Molla Mustafa Barzani, bu desteği yitirince doğal müttefik olarak İran’ı ve o dönemde onun hamisi ABD’yi gördü. Barzani İran’daki ABD yetkilileriyle görüşerek kendilerine yardım verilmesi halinde büyük bir ayaklanma çıkartabileceğini; dahası, ABD’den başka hiçbir güce güvenmediğini ve hatta başarılı olmaları halinde ABD’nin 51. eyaleti olmaya bile hazır olduğunu söyledi.

ABD ise Irak’ın SSCB ile anlaşması sonucu Doğu Bloku’na kaymasını önlemek ve bu amaçla Irak yönetimini sıkıştırmak için Kürtleri kullanabileceğini düşünüyordu. Ayrıca ABD’nin bölgedeki sadık müttefikleri İran, Şatt-ül Arap sorunu nedeniyle, İsrail de Arap devletlerini zayıflatma politikası çerçevesinde Irak’a karşı Kürtleri destekleme konusunda ABD’yi teşvik ediyorlardı. Nihayet 1973’te Başkan Richard Nixon’ın Şah’la görüşmesi sonucu Kürtlere yapılacak 16 milyon dolar tutarındaki bir yardım paketi üzerinde mutabakata varıldı. Bu yardımdan ne Dışişleri Bakanlığı’nın, ne de bu konularda onayı gereken Beyaz Saray’ın ilgili komitesinin haberi vardı. ABD, bölgede Kürt kartını oynarken Türkiye’yi ve Arapları rahatsız etmek istemiyordu.

Böylece ABD, Sovyet yörüngesine oturmuş olan Irak’ı sıkıştırmak ve biraz da cezalandırmak için Barzani’nin yardım talebine olumlu karşılık vermiş oldu. Fakat ABD’nin Kürtlere yaklaşımı oldukça pragmatik bir unsura dayanıyordu ve bu unsurdaki değişim her an Kürtlerin gözden çıkartılmasına yol açabilirdi. Bir başka deyişle, ABD için Kürtler Irak’ta artan Sovyet nüfuzunu kırmanın bir aracıydı ve eğer Irak yeniden Batı yörüngesine alınabilirse Kürtler gözden çıkartılabilirdi.

Sonuçta İsrail-İran-ABD desteğini arkasında bulan Barzani sözünü tutarak, 1974’te Irak’ın yaptığı özerklik önerisini reddedip büyük bir ayaklanma başlattı. Fakat bir süre sonra bölge politikasının öznesi olan devletler arasında anlaşma sağlanınca, yine bölge politikasının nesneleri olan Kürtler yüzüstü bırakıldılar. 1975’te İran ve Irak arasında sınır sorunlarının barışçı yollardan çözümünü, Irak aleyhine bazı sınır düzenlemelerini ve İran’ın Kürtlere desteğini kesmesini öngören Cezayir Protokolü’nün imzalanmasıyla birlikte, uzayan çatışmaların bir sonuç vermeyeceğini gören ABD de Kürt hareketine verdiği yardımı kesti ve ayaklanma arkasında 50 bin ölü bırakarak bastırıldı. “Kürdistan’ın özerkliği için verilen mücadelenin sona erdiğini” açıklayan Barzani, Kissinger’a yazdığı mektupta, “ABD’nin Kürtlere karşı ahlaki ve siyasi bir sorumluluğu olduğunu” söylerken, Kissinger da ona “gizli servis operasyonlarının bir hayır işi olmadığını” hatırlattı. Bundan sonra, beklendiği gibi, Irak Sovyet yörüngesinden çıkmaya başlayınca, ABD-Irak ilişkilerinde de belirgin bir iyileşme oldu.
“ABD için Kürtler Irak’ta artan Sovyet nüfuzunu kırmanın bir aracıydı ve eğer Irak yeniden Batı yörüngesine alınabilirse Kürtler gözden çıkartılabilirdi.” PROF. DR. EROL KURUBAŞ
Böylece Kürtler, bir kere daha dış desteğin geri çekilmesiyle başarısızlığa mahkûm olurken, hastalığını tedavi ettirmek üzere İran’a, oradan da ABD’ye giden Barzani, 1977’de başkan seçilen J. Carter’a yazdığı iki mektupta, bir yandan eski yönetime ilişkin sitem ve hayal kırıklıklarını öte yandan yeni yönetimden beklentilerini dile getirmeye devam ediyordu. Kürt halkının bir özerklik düşü olduğunu, ABD’nin bu konuda kendilerine söz verdiğini, fakat önceki yönetimin Kürtleri feda ettiğini belirten Barzani, şimdi yeni yönetimin bu sözü tutacağından emin olduğunu, bundan sonra ABD’nin insan hakları öncelikli dış politikasının Irak Kürtleri için de geçerli olması gerektiğini söylüyordu. Ama Barzani’nin çabaları boşunaydı; çünkü yeni yönetim Kürt dosyasını çoktan kapatmıştı. Barzani ise bu sitemkâr duygular içinde 1979’da Amerika’da hayatını kaybetti. Bu sefer de ABD tarafından aldatılan Kürtlerin payına yine hayal kırıklığı ve hüsran düşmüştü. Bundan sonra ABD bir süreliğine Kürtleri unutacaktı.

ABD Irak Kürtlerini yeniden hatırlıyor
1980-88 arasında Irak’ın, ABD’nin bölgedeki en büyük düşmanı haline gelen İran’la savaşması, Kürtlerden uzak durması için yeterli bir nedendi. İran-Irak Savaşı sona erince Iraklı Kürtler Saddam’ın başlattığı Enfal Operasyonu’yla büyük bir dram yaşarken, savaş boyunca Saddam’ı destekleyen ABD bu dram karşısında sessiz kalmayı tercih etti.

1990’da ise hava değişmişti. Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle başlayan süreçte ABD, Kürtleri yeniden hatırlayıverdi. Bu kaybolan hafızanın bir anda geri gelmesi gibi bir şeydi. ABD önderliğindeki Koalisyon Güçleri’nin Irak müdahalesi sırasında Hür Irak’ın Sesi’nden yaptığı yayınların etkisiyle Kürtler ayaklandı. Fakat bu ayaklanma çok kısa sürdü. Çünkü ABD Saddam’la ateşkes konusunda mutabakata varınca ilginç bir biçimde Irak ordusunun ayaklanma çıkartan bölgelerdeki operasyonuna ABD hiç ses çıkarmadı. Sonuç, bir milyonu aşkın Kürt’ün Türkiye ve İran sınırlarına hücum etmesi oldu. Fakat bu sefer ortaya çıkan sonuçlar, öncekilerden farklı olarak Irak Kürtleri lehine birtakım önemli gelişmelere yol açtı. Hem de dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın önayak olmasıyla.

Çünkü ortaya çıkan mülteci krizi nedeniyle Özal’ın önerisiyle BM’de alınan bir karar gereği ABD 36. Paralel’in kuzeyini yani “Kuzey Irak”ı uçuşa yasak bölge haline getirerek Çekiç Güç adı verilen ve İncirlik’te konuşlu bir askeri güçle koruma altına aldı. ABD koruması altındaki bu “güvenli bölge”de Kürtler, Saddam’la yaptıkları pazarlıklardan istediklerini alamayınca ABD’nin teşvikiyle 1992’de seçim yaparak bir parlamento oluşturdu ve bu parlamento “Kürdistan Federe Devleti”ni ilan ederek fiilen bağımsız görünen egemen bir siyasi birim kurdu. Fakat ABD bu siyasi birimin bağımsız bir devlet olmasını değil, bölgesel politikasında bir araç olmasını istiyordu. O nedenle şimdilik fazla güçlenmesini istemedi.
“ABD koruması altındaki bu “güvenli bölge”de Kürtler, Saddam’la yaptıkları pazarlıklardan istediklerini alamayınca ABD’nin teşvikiyle 1992’de seçim yaparak bir parlamento oluşturdu ve bu parlamento “Kürdistan Federe Devleti”ni ilan ederek fiilen bağımsız görünen egemen bir siyasi birim kurdu.”PROF. DR. EROL KURUBAŞ
ABD’nin bu anlayış içinde olduğunun göstergesi ise, bir yandan bu yapıyı Çekiç Güç’le korurken, öte yandan bu yapı içinde Barzani ve Talabani güçleri arasında başlayan çatışmalara 1998’e değin hiç sesini çıkarmaması oldu. Çatışma sürecinin PKK’ya alan açması nedeniyle devreye giren Türkiye’nin kontrolünde bir uzlaşı sürecinin başlaması ise ABD için en iyi politik tercih olamazdı. O nedenle 1998’de tarafları Washington’da bir araya getirerek çatışmaları sona erdirme ve ABD desteğinde bölgede istikrarlı bir yapı kurma konusunda anlaşmaya zorladı. Bundan sonra ABD’li yetkililerle Iraklı Kürt liderler sık sık bir araya gelmeye başladı.

Böylece ABD hem Saddam’a son darbeyi vurmak için hem de kendi kontrolünden çıkmasını istemediği için Irak Kürt hareketini birtakım vaatlerle kendi eksenine katmayı başardı. Kürtler açısındansa en azından şimdilik bir hayal kırıklığı ve hüsran yoktu. Hatta bu sefer Kürtlerin yüzüstü bırakılmayacağına ilişkin yaygın bir kanaat vardı. Çünkü uluslararası kamuoyu Kürtleri “en büyük devletsiz halk” olarak anıyordu. Yoksa Kürtlerin makûs kaderi değişiyor muydu?

ABD PKK’ya da göz kırpıyor
1990 başlarında ABD sadece Irak Kürtlerine yaklaşmadı, aynı zamanda o kadar doğrudan ve görünür olmasa da, PKK ile de temas kurdu. ABD, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Türkiye’nin kendi ekseninden çıkmasını engellemeye ve bölgedeki nüfuzunu sürdürmeye dönük bir araç olarak PKK’dan yararlanmak zorunda kalabileceğini düşünüyordu. Dahası, bugüne değin SSCB kontrolünde olan bu örgütün, şimdi de Rus kontrolüne girmesini engellemek ve bir sonraki aşamada da kendi kontrolü altına almak için bir fırsat yakaladığını görmüştü. Bu çerçevede ABD, Çekiç Güç’le koruduğu Kuzey Irak’ta PKK’nın varlığını tahkim etmesine ve eylemlerini artırmasına kâh göz yumdu, kâh doğrudan destek verdi.

Bunun yanısıra ABD’nin, Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkas politikaları açısından çok önemsediği Türkiye’nin Kürt sorunu çerçevesindeki politikalarına daha eleştirel yaklaşmaya hatta dolaylı baskı uygulamaya başladığı da görülür. Örneğin, kimi dış yardımları PKK ile mücadeleden kaynaklanan insan hakları ihlallerinin giderilmesine ve Kürt politikalarının değişmesine bağlayan ABD, Türkiye’yle istihbarat paylaşmada da isteksizlik gösteriyordu. Hatta Türk resmi makamları ABD’nin PKK’ya yardım malzemeleri verdiğinden şikâyetçiydi. Kimi uzmanlara göre, ABD’nin bu dolaylı baskı politikalarının nedeni, Kürt ideallerini desteklemesi değil, Türkiye’yi çok önemsemesiydi. Zira ABD Türkiye’de yaşanabilecek bir etnik çatışmanın ve istikrarsızlaşmanın kendi çıkarlarına zarar vereceğini düşünüyordu.

Nitekim bir süre sonra büyük güç realpolitiği ve onunla kurulan ilişkinin doğası bir kere daha kendini gösterdi ve 1990’ların ikinci yarısında ABD, Rusya ve Türkiye arasında gelişen yeni ilişki biçimi ABD’nin PKK’ya olan bu dolaylı desteğinin son bulmasına yol açtı. Bunun Kürtlere maliyeti ise, 1999’da Öcalan’ın Türkiye’nin eline geçmesi ve ağırlaştırılmış müebbet hapisle cezalandırılması oldu. Öcalan’ın ele geçirilmesinde ABD’nin önemli bir rol oynadığı ise açıktı. Zira Öcalan, CIA’nin önemli üs bölgelerinden biri olan Kenya’da ele geçirilmişti ve pek çok uzmana göre onu Türk yetkililere teslim eden Amerikalılardı. Bu sürecin sonunda Kürtler bir kere daha büyük devlet politikalarının soğuk yüzünü görmüş oldular.

ABD Kürtlere tarihi bir fırsat sunuyor
2003’te Irak işgali sırasında ABD’nin yolu Kürtlerle bir kere daha kesiştiğinde, 1991’den beri Kürtlerin kendi kendini yönetmesine verilen güçlü desteğin karşılığını Kürtler fazlasıyla ödediler. Irak’a yapılan müdahalede fiilen ABD’yle birlikte hareket ederek Saddam rejiminin devrilmesinde kilit rol oynadılar. Sonrasında da Irak’ın yeniden inşasında ABD’nin en sadık müttefiki oldular. Karşılığını da fazlasıyla aldılar. 1990’larda elde ettikleri fiili özerkliği hem meşrulaştırdılar hem de güçlendirdiler. Kürtler açısından bu kazanım, bağımsızlık yolundaki umutları artırdığı gibi, ABD’nin desteğine olan inancı da pekiştirdi. Yoksa bu ilişki bakımından Kürtlerin makûs kaderi değişiyor muydu?

“1975’te Kürtleri yüzüstü bırakan ABD, bölge politikasında artık Kürtlerin kalıcı bir aktör olduğunu düşünerek kendini affettirmeye karar vermiş görünüyordu. Bunun için de yeni Irak’ın anayasal düzeni içinde Kürtlerin konumunu güçlendiren ve sürekli kılan önemli fırsatlar sundu. Örneğin, Kürtlerin Irak’ta cumhurbaşkanı ve dışişleri bakanı olmasını, Bağdat’ın kontrolü dışında bir ordu kurmasını ve petrol gelirlerinden de önemli oranda pay almasını sağladı. “PROF. DR. EROL KURUBAŞ
Gerçekten 1975’te Kürtleri yüzüstü bırakan ABD, bölge politikasında artık Kürtlerin kalıcı bir aktör olduğunu düşünerek kendini affettirmeye karar vermiş görünüyordu. Bunun için de yeni Irak’ın anayasal düzeni içinde Kürtlerin konumunu güçlendiren ve sürekli kılan önemli fırsatlar sundu. Örneğin, Kürtlerin Irak’ta cumhurbaşkanı ve dışişleri bakanı olmasını, Bağdat’ın kontrolü dışında bir ordu kurmasını ve petrol gelirlerinden de önemli oranda pay almasını sağladı. ABD desteğini arkasına alan Barzani ve Talabani ise artık daha cesur çıkışlar yaparak, gerektiğinde Türkiye’ye bile kafa tutarak, PKK’lıları kollamaya ve bağımsızlığın her Kürdün hayali olduğunu söylemeye başladılar. Anlaşılan o ki, Iraklı Kürt liderler Amerikan desteğinin bu sefer kalıcı olacağına iyice ikna olmuşlardı.

Öte yandan, bu gelişmeler Türkiye açısından da uyarıcı etki yaptı. Türkiye hem ülkesindeki Kürt sorununa kalıcı çözüm bulmak için girişimlerde bulunmaya hem de Iraklı Kürtlerle daha barışçıl bir ilişki kurmanın yollarını aramaya başladı. Arap Baharı’nın etkileri Suriye’yi sarsmaya başlayana değin gelişmeler bu minval üzere seyretti. Kısacası, Arap Baharı’ndan önce Kürt Baharı çoktan meyvelerini vermeye başlamış gibi görünüyordu.

ABD Kürtleri bir kere daha mı unutacak?
2011’de Obama’nın yeni dış politika anlayışı gereği ABD’nin apar topar Irak’tan çekilmesi ve ondan doğan boşluğu gittikçe İran’ın doldurması, Bağdat’ın Erbil’e karşı elini güçlendirdi. Bu durum Irak’taki Şii-Sünni-Kürt dengelerini de, Kürt hayallerini de altüst etti. ABD’nin kendi bıraktığı boşluğu İran’ın doldurmasını engellemek için daha çok Bağdat’a yaklaşması ise Kürtleri daha da rahatsız etti. Obama’nın Amerikası Irak Kürtlerine vefa borcunu fazlasıyla ödediğini ve daha fazla ileri gitmenin doğru olmayacağını düşünüyor gibi görünüyordu. Bu nedenle ABD Kürtlerden uzaklaşmasa bile, artık onların beklentilerine tam olarak da cevap vermiyordu. Bunun üzerine bölgede Suriye iç savaşının yol açtığı yeni dengeleri gözeten Barzani ABD’den uzaklaşmaya başladı. Ama yalnız değildi. Türkiye de benzer bir tutum içindeydi.

Bağdat yönetiminin Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed’le birlikte hareket eden Tahran’a yaklaşmasından rahatsızlık duyan Türkiye, Erbil’le doğrudan ilişki kurmaya istekliydi. Bölgede çok ilginç bir denklem oluşmuştu ve bu denklemde bölgedeki tüm Kürtlerle yeni bir ilişki biçimi geliştirmeye çalışan bir Türkiye göze çarpıyordu. Öyle ki artık içeride çözüm süreci çerçevesinde Öcalan’la masaya oturmuş, dışarıdaysa Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlaşmasına yol açabilecek eylemlere, örneğin Kürt bölgelerinden çıkan petrolün Türkiye üzerinden dünya piyasalarına çıkışına destek olan bir Türkiye söz konusuydu.


“PYD/YPG, ABD’nin bölgede oluşan Kürt denklemine yeniden dâhil olabilmesi, bu bağlamda Türkiye’ye ve Barzani’ye ve aralarında gelişen işbirliğine karşı kullanılabilecek çok işlevli bir fırsat sunuyordu. ABD elbette bunu değerlendirmek isteyecekti. ” PROF. DR. EROL KURUBAŞ 
Kürtlerin kendi kontrolünden çıktığını gören ABD ise, gelişmelerden rahatsızdı. Hem Barzani’ye hem Türkiye’ye kırgın, belki de kızgındı. Bir şeyler yapmak istiyordu. Ama yapacağı şeyler Irak Kürtlerini hayal kırıklığına uğratabilirdi. Türkiye’yi ise kızdıracağı kesindi.

ABD her şeye rağmen PYD/YPG’yi destekliyor
İşte tam böyle bir ortamda Suriye’de devam eden iç savaşın seyri ABD’ye yeni imkânlar sunuyordu. PKK’nın Suriye kolunu oluşturan PYD, oldukça pragmatik bir politika izleyerek Şam yönetimi ve tabii onun destekçileri olan Rusya ve İran’la iyi ilişkiler geliştirmiş, ayrıca Barzani’nin Suriye’de desteklediği Kürt grupları da etkisiz hale getirerek burada Kürtlerin tek temsilcisi haline gelmişti. Dahası, bu örgüt PKK ile doğrudan bağlantılı olduğu için Türkiye’ye de açık bir tehditti. Öte yandan IŞİD’in Suriye’de ilerlemesi ve Kürt bölgelerine de saldırmasıyla PYD burada IŞİD’i durduracak yegâne örgütlü güç olarak öne çıkıyordu. Dolayısıyla PYD/YPG, ABD’nin bölgede oluşan Kürt denklemine yeniden dâhil olabilmesi için, bu bağlamda Türkiye’ye ve Barzani’ye ve aralarında gelişen işbirliğine karşı kullanılabilecek çok işlevli bir fırsat sunuyordu. ABD elbette bunu değerlendirmek isteyecekti.

Her şeyden önce, PYD/YPG Kürt denklemini lehine çeviren ve Batı’nın kontrolünden çıkmaya çalışan Türkiye’ye karşı çok işlevsel bir araçtı. PYD/YPG’nin izlediği politikalar özellikle Türkiye’de Çözüm Süreci’nin sonlandırılmasında ve terörün tırmanmasında çok etkili oldu. ABD, PYD üzerinden PKK’ya göz kırpmıştı. Arkasında Rusya’nın yanısıra ABD’nin desteğini bulan ve bunu tarihi bir fırsat olarak gören PKK ise, Türkiye’nin kurmuş olduğu çözüm masasını devirerek var gücüyle bir “Kuzey Suriye” oluşturmaya ve burada kendi ideolojisine göre kurduğu “demokratik özerk yönetim”leri Türkiye’deki Kürt bölgelerine yaymaya kalktı. Böylece terörün yeniden tırmanışa geçmesiyle bölgede “özerk dış politika” izleyen (pratikte ABD’nin kontrolü dışında anlamına geliyor) Türkiye’nin nüfuzu sınırlandırılabilirdi.

İkinci olarak, ABD desteğini alan PYD/YPG aracılığıyla Türkiye’nin müttefiki haline gelen Barzani’nin Suriye’deki etkisi neredeyse tamamen kaybolmuş ve Türkiye üzerinden petrol satma girişimleri de büyük oranda engellenmişti.

Üçüncü olarak, Amerika PYD/YPG üzerinden Suriye’de Rusya ile aleyhine değişen dengeleri yeniden kurabilme şansını yakalamıştı. Bir başka deyişle, ABD’nin PYD/YPG’ye olan neredeyse koşulsuz desteği, Rusya’nın buradaki etkisini de sınırlıyordu. Ve eğer Suriye’de bir Kürt özerkliği olacaksa -ki bu çok mümkün gözüküyor- bu tamamen Rus nüfuzuna terkedilemezdi. Son olarak, PYD/YPG Amerika için IŞİD’e karşı kullanabileceği sahadaki en önemli güçtü.

Kısacası, ABD için PYD/YPG, Türkiye’yi, Barzani’yi, bu ikisi arasındaki işbirliğini, IŞİD’i ve hatta Rusya’yı dizginlemede oldukça işlevsel bir araçtı. Bu kadar çok fonksiyonlu bir araç elbette kaderine terkedilemezdi ve ABD Türkiye’nin bu örgütün PKK terör örgütünün bir kolu olduğu yönündeki tüm ısrarlı çabalarına rağmen, bunu tamamen görmezden gelerek, hatta Türkiye’yi karşısına alma pahasına, PYD/YPG’ye doğrudan destek vermeyi sürdürdü. Dolayısıyla ABD’nin PYD/YPG tutkusu, bekleneceği üzere, Kürt ideallerine olan ilkesel bağlılığının değil, bölgenin değişen realpolitiğinin bir ürünüdür; konjonktüre göre yine değişebilir.

“ABD de pek çokları gibi Sykes-Picot Ortadoğu’sunun yüzyıllık tarihinde artık bir değişimin yaklaşmakta olduğunun farkında. Ve İngiltere’nin yüzyıl önce burada oynadığı rolü şimdi de kendisi oynamak istiyor. Ama karşısında ise İngilizlerin karşılaştığından çok daha zorlu ve karmaşık bir Ortadoğu ve bu Ortadoğu’da çok daha karmaşık ve çok bilinmeyenli bir Kürt denklemi var. ” PROF. DR. EROL KURUBAŞ


ABD ile balayının sonu ne olur?
ABD de pek çokları gibi Sykes-Picot Ortadoğu’sunun yüzyıllık tarihinde artık bir değişimin yaklaşmakta olduğunun farkında. Ve İngiltere’nin yüzyıl önce burada oynadığı rolü şimdi de kendisi oynamak istiyor. Ama karşısında ise İngilizlerin karşılaştığından çok daha zorlu ve karmaşık bir Ortadoğu ve bu Ortadoğu’da çok daha karmaşık ve çok bilinmeyenli bir Kürt denklemi var. Ve bu denklemin çözümüne dair elinde sofistike bir plan da gözükmüyor.

Bu haliyle son gelinen aşamada, ABD ve Kürtler açısındansa şimdilik durum şu: Irak Kürtleri ABD’nin desteğiyle bağımsızlığa çok yaklaşmışken, yine ABD’nin tutumu nedeniyle bu hayallerinin son bulmasından çok korkar haldeler. Ne de olsa bu ilişkilerin tarihinde hep böyle bir son var. O nedenle de yeni bir yol arayışı içindeler. Ve bu yolda Türkiye’ye yakın durmak bir seçenek olarak görünüyor. ABD ise, bu durumu telafi etmek ve Kürt kartını kaybetmemek için Suriye Kürtlerini ve PYD/YPG’yi hayati bir araç olarak görüyor. Bu nedenle onlara her türlü desteği sunmada son derece cömert davranıyor.

Oldukça pragmatik bir örgütsel davranış sergileyen PYD/YPG ise, Ortadoğu’nun makus kaderinin yeniden yazıldığı bir dönemde Rusya’nın yanı sıra ABD’yi de yanında görmekten son derece memnun. Çünkü bölgedeki yeni düzeni Rusya’nın tek başına kuramayacağının farkında. Ayrıca bu iki büyük güç açısından önemsenmek, pazarlık gücünün de artması anlamına geliyor. Dolayısıyla Suriye Kürtleri ABD aracılığıyla, Irak Kürtlerinin ABD sayesinde elde ettiği kazanımları dikkate alarak benzer hayaller kuruyorlar. Ama göz ardı ettikleri şey, sadece Irak Kürtlerinin yaşadığı makûs tarih değil, aynı zamanda bu kazanımların onları Irak Kürtlerine ve Türkiye’ye düşman yapabileceği.