Home » Yazarlar » Alev Alatlı » Bize Yön Veren Metinler Cilt 2 Bölüm5

Bize Yön Veren Metinler Cilt 2 Bölüm5

II – SİYASET, DEVLET VE BÜROKRASİDE GELİŞMELER

İslam, hiçbir şekilde bir devlet modeli önermemiştir. Bunun en somut delili, bizzat Kur’ân’ın kendisi ile Hz. Muhammed’in vefat ederken bir halife tayin etmemiş olmasıdır. Ancak İslam, devletin siyasi, iktisadi ve hukuki ilkelerini belirlemiştir. Yönetim şekli anlamına gelmek üzere, toplum ve devlet yönetiminde toplumun görüşünü almanın, yönetici sorumluluğu alan kimselere danışmanın (el-istişâre), Hz. Muhammed’i de bağlayıcı bir ilke olarak kabul edildiği şüphesizdir (Kur’ân 3: 159, 42: 38). İslam’ın çoğunlukla kendisiyle suçlandığı çatışmacılığın aksine o, evrensel barışçılığı (salah, sulh) ve bozgunculuk (fesad) düşmanlığını kendisine ilke edinmiş (Kur’ân 2: 11–12, 205,vd.), cinayet işlemeyen ve yeryüzünde bozgunculuk yapmayan birisini öldürmeyi bütün insanları öldürmek kadar büyük bir suç, bir insanı yaşatmanın bütün insanları yaşatmak kadar büyük bir başarı olduğunu (Kur’ân 5: 32) açık siyasi ilkeler olarak belirlemiştir. Bu nedenledir ki İslam siyasetinin temel ilkelerinden birisi Mustafa Kemal’in de ifade ettiği gibi ’yurtta sulh cihanda sulh’tür. Bu ilke, gerek siyasi gerekse iktisadi olarak, sadece Müslümanların değil, bütün insanların çatışmasından ve sosyal/iktisadi düzenlerinin bozulmasından faydalanmayı reddetmektedir. Kur’ân (3: 104, 9: 71, 9: 112) ve hadislerde ısrarlı bir şekilde altı çizilen hem bireysel hem de toplumsal siyasi ilkelerden birisi, “iyi olanı emretmek ve kötü olanı yasaklamak”tır. Bu nedenledir ki İslam devletlerinin gerek iç gerekse dış politikada çoğunlukla en başarısız olduğu siyasi manevra türü, kendisini korumak veya çıkar elde etmek amacıyla başkasının zarar görmesini sağlayan böl ve yönet (devide et imperia) yöntemidir. “Böl ve yönet” ilkesi, “kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına da yapma” evrensel ahlâk ilkesiyle açıkça çelişkilidir. İslam’a göre, siyasi otoritenin toplumu veya toplumsal sınıfları sömürme hakkı, genel olarak güçlünün zayıfı ezme hakkı yoktur. Tanrıtanımaz bir siyasi/iktisadi sistem adalete dayanırsa yaşayabilir, ancak söz konusu İslam bile olsa bir siyasi/iktisadi sistem adaletsizlik üzerinde devam edemez. İslam’ın getirdiği yenililikler, bütün geleneksel yapıları, çıkar kaygısı güden ve adaletsiz faydacılığı kendisine ilke edinmiş siyasi ve iktisadi bütün sistemleri rahatsız edegelmiştir.

A. SİYASETİN İLKELERİ

1. Adalet Mülkün Temelidir: Nizâmülmülk

Mülk Küfürle devam eder ama, adaletisizlik

2. Siyasetin Temelleri: et-Turtûşî

Tam adı Ebû Bekr Muhammed b. Velid b. Muhammed b. Halef el-Fihrî et-Turtûşî (ö. 520/1126)’dir. Endülüslü ve Mâlikî fakihi olan Turtûşî, aynı zamanda hadis alanındaki otoritesiyle meşhur olup Irak, Sûriye ve Mısır gibi dönemin ilim merkezlerine giderek ilim alma ve tedris faaliyetlerinde bulunmuştur. Müellif ahlak, siyaset, tarih, fıkıh usulü alanlarında eserler kaleme almış ve bu eserlerden bir kısmı günümüze ulaşmıştır. Müellifin siyâsetnâme türünde kaleme aldığı ve vezir Me’mun el-Batâihî’ye sunduğu Sirâcü’l-mülûk isimli eseridir. Altmış dört kısımdan oluşan bu eserde Turtûşî, siyaset felsefesi ve ahlakı, devlet yapısı ve kamu hukukuna ilişkin görüşlerini ifade etmiştir. Farsça ve İspanyolca gibi birçok dile tercüme edilerek neşredilen bu eserin yarısı Kazasker Vüsûlî Mehmet Çelebi tarafından 992/1584 yılında Şem-i Hidâyet adıyla Türkçeye tercüme edildiği gibi yakın zamanda da Sait Aykut tarafından yeniden neşredilmiştir.

C. DEVLET FELSEFESİ

1. Erdemli Devlet: el-Fârâbî

İslam dünyasında Kindî’nin çalışmalarıyla başlayan felsefi düşünceyi problemleri, yöntemi ve terminolojisi ile bir sistem haline getiren Ebû Nasr Muhammed b. Muhammed el-Fârâbî et-Türkî, Latin Ortacağı’nda Alfarabius ve Abunaser adıyla anılır. Dönemin önemli bir eğitim ve kültür merkezi konumundaki Fârâb’da iyi bir tahsil gördüğü, bir süre kadılık (yargıçlık) yaptığı anlaşılan filozof, bilinmeyen bir tarihte mesleğinden ve memleketinden ayrılıp Buhara, Semerkant, Merv, Belh, Bağdat ve Dımaşk gibi önemli merkezlerde bulunmuştur. Kindî’nin başlattığı Meşşâî geleneğe, kendi inanç ve kültürünün temelini oluşturan ilkelerin yanı sıra Eflâtun ve Yeni Eflâtunculuktan aldığı bazı unsurları da katan filozof, eklektik bir sistem kurmuştur. Özellikle mantık alanındaki üstün başarılarından ötürü, Aristoteles’ten sonraki ikinci otorite sayıldığı için “Muallim-i Sânî” (İkinci Hoca) unvanıyla anılan Fârâbî, geriye 43’ü günümüze ulaşan 100’e yakın eser bırakmış olup bunlardan bazıları şunlardır: Eflatun’un Kanunlarının Özeti, Felsefenin Temel İlkeleri, Eflatun ile Aristoteles’in Görüşlerinin Uzlaştırılması, İlimlerin Sayımı, İdeal Devletin Yurttaşlarının Görüşlerinin İlkeleri, Felsefe Öğreniminden Önce Bilinmesi Gereken Konular, Siyaset Felsefesine Dair Görüşler, Mutluluk Yoluna Yöneltme, Mutluluğun Kazanılması, Giriş, Mantığa Başlangıç, Beş Bölüm, Astroloji Hakkında Doğru ve Yanlış Bilgiler, Aklın Anlamları.

İnsanlar Toplum Halinde Yaşamaya ve Yardımlaşmaya Muhtaçtır

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

Yönetici ve Yönetilen İlişkisi

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

Mükemmel Toplumlar ve Mükemmel Yönetici

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

Kusurlu Toplumlar

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

2. Devletin Çöküş Sebebi: el-Gazzâlî

3. Devletlerin Yıkılış Sebepleri: et-Turtûşî

4. Mülk ve Büyük Hanedanlık Sadece Kabile ve Asabiyetle Meydana Gelir: İbn Haldûn

5. Zulüm Ümranı Harap Eder: İbn Haldûn

D. DEVLET VE BİLGİ

Hz. Muhammed’e göre, Allah bir toplumu helak etmek istediğinde ilk önce o toplumun âlimlerini alır. Zerdüşt düşüncesine ilişkin olup Kitâbu’l-Mevâlîd adıyla 750’lerde Arapçaya çevrilen Denkard adlı eserin sonradan ilave edilen mukaddimesinde, Kral İskender’in İran’ı ele geçirdikten sonra yaptıkları şöyle anlatılır: “Kral İskender, Dara krallığını zaptedince, astronomi, tıp, astroloji ve diğer felsefî bilimlerle ilgili bütün eserleri, Yunancaya çevirtti. Daha sonra korunan bütün orijinal nüshaları yaktırdı. Bu nüshaları saklayabileceğini düşündüğü herkesi öldürttü. Ayrıca İskender, çeşitli binalardaki taşlara ve ahşaplara yazılmış bütün bilgileri yerlerinden sökerek ve bunları yaktırarak yok etti. Geriye, ancak yüksek dağlara yahut denizlerdeki adalara kaçarak İskender’den kendisini koruyabilen bazı bilgelerin ezberinde kalanlar kurtuldu.” Çünkü İskender, bilgeleri ortadan kaldırılmış bir devletin asla süregidemeyeceğini, dolayısıyla bir devleti yıkmanın, orduları yenmekle değil, bilgelerini ortadan kaldırmakla gerçek anlamda mümkün olacağını biliyordu. Cahiller tarafından yönetilen bütün devletler, bilge kimseleri savaşa asker olarak gönderirler, bütün bilgili yöneticilerse bilgin ve düşünürlerini gözleri gibi saklarlar.

Platon’a göre ya bilgeler kral olmalı ya da krallar bilge olmalıdır. Ancak fen anlamında ihtisaslaşmış bilgeliğin henüz ortaya çıkmadığı bu dönemde belki bu ideal mümkündü. Hz. Ali’ye göre devlette ve bilgelikte birbirinin tersi şekilde işleyen iki süreç vardır. Devlette karar tek bir kişide olmazsa devletin işleyişi bozulur, bilgelikteyse kişi başkalarının görüşünü dikkate almadan sadece kendi görüşüyle hareket ederse yanılır. Bununla birlikte hükümdarlık, bilgi mercii değil karar merciidir; karar verirken elbette bilgiye ihtiyaç duyulur. Bunun için bilgelik kurumu ve onun mensuplarıyla hükümdar arasında dinamik bir ilişki bulunmak zorundadır. Aşağıda bilgi ve bilgeliği, peygamberlikten sonraki en yüksek makam olarak gören İslam medeniyetinde hükümdarların bilge kimselerle nasıl ilişki kurması gerektiğine ilişkin metinler sunulmuştur

1. Hükümdarların Devlet İşlerinde Âlimlerle İstişare Etmelerine Dair: Nizâmülmülk

İşlerde danışmak, kavi reylilikten olur. Herkes bir şey bilir, biri daha çok, biri daha az bilir; birinin ilmi vardır, tatbik etmemiştir; birinin hem ilmi vardır, hem de tatbik etmiştir, tecrübe etmiştir. Mesela, biri derdin, bir hastalığın ilacını okumuş olduğu kitaptan arar ve bütün ilaçların adım ezbere bilir. Sonra biri bütün bu ilaçların adlarını bilmekle kalmamış, tedavi eylemiş, defalarca tecrübe etmiştir. Bu adam asla onunla bir tutulamaz. Keza, biri vardır ki, birçok seferler yapmış, cihanı daha fazla görmüş, zamanın soğuğunu ve sıcağını daha fazla tatmış, işler ortasında bulunmuştur, asla bir sefer yapmamış, vilâyetler görmemiş, işlerin ortasında bulunmamış olan bir adamı hadiselerin ortasında olanla bir seviyede tutulamaz.

Bu hususta (şöyle) söylenir:

Bütün tedbirler âlimler ve tecrübelilerle alınmalıdır. Birinin daha keskin zekâsı vardır, işleri daha çabuk görebilir. Biri de daha geç anlar. Âlimler (şöyle) söylemişlerdir: Bir kişinin (aldığı) tedbir, tek bir kişinin gücü gibidir. İki kişinin aldığı tedbir iki kişinin gücü gibidir: Her bir durumda 10 kişinin gücü bir kişininkinden daha kuvvetli olur. Şöyle kıyas ediyorlar: Bütün dünyada yaşayan Âdemoğullarından hiç kimsenin Peygamberimiz Muhammed Mustafa’dan -salât ve selam üzerine olsun- daha âlim olmamıştır. Sahip olduğu ilme rağmen zira, o, önündekini olduğu kadar arkasındakini de bilirdi; gökler ve yerler, cennet ve cehennem, sahife (levh) ve kalem, (Allah’ın) tahtı ve kürsü (kürsî)yü arzettiler; Cebrail-selam üzerine olsun-her zaman gelir ve vahiy getirir; olmuş, olmamıştan haber verirdi, sahip olduğu bunca fazilet ve mucizelere rağmen, Yüce Allah ona, “işlerde onlara danış”. “Yâ Muhammed, bir iş yapacağın veya karşına bir iş çıktığı zaman, kendi ashabınla istişare et” diye buyuruyor (Âl-i İmrân 3/159).

Hz. Muhammed- selam üzerine olsun- müşavere etmekten affedilmedikten sonra hiç kimse affedilemez.

Netice olarak, karşısına bir iş çıkınca, padişahın, herkesin (aklına) geleni söylemesi, ortaya atılan fikri; her birinin sözü ile karşılaştırması, doğru olanı tercih etmesi için, ihtiyarlar, âlimler ve dostları ile meşveret etmeyi vazife bilmelidir. İşlerde müşavere etmemek, zayıf fikirlilikten olur; böyle kimse bencil olur. Allah a hamdolsun, Âlemin Efendisi (Melikşah) -Allah saltanatını daim etsin- hem kavi reylîdir, hem de o işin sahibidir ve tedbir bilir. Biz (yazdığımız) kitabın şartı bakımından bu kadar yadettik.

Nizâmülmülk 1999. Siyâsetnâme, çev. Mehmet Altay Köymen, Ankara: Türk Tarih Kurumu, s. 64–65.

2. Hükümdarın Bilgiye Olan İhtiyacı: et-Turtûşî

3. Alim ve Salih Kimselerin Yönetenlere Tavırları ve Uyarıları: Turtûşî

4. Din Âlimlerinin Gözetilmesi: Nizâmülmülk

Din işlerini araştırıp sormak, farzları ve sünneti gözetmek, Yüce Allah’ın emirlerini yerine getirmek, din âlimlerine saygı göstermek, geçim ve yaşamaları için gerekeni, Beytûl-maldan ayırıp tâyin etmek, zahidlere ve perhizkârlara hürmet etmek, pâdişaha vacibdir. (O) vâcibi, haftada bir defa veya iki defa din âlimlerinin huzuruna çıkmalarına yol vermek, Hakk Tealâ’nın emirlerini onlardan işitmek, yine onlardan Kuran tefsirini ve Resûl-selâm ve salat üzerine olsun- un hadislerini duymak, adil padişahların hikâyelerini ve peygamberler -selâm üzerlerine olsun- in kıssalarını onlardan dinlemekle yapar. Bu takdir de (o), gönlünü dünya meşguliyetlerinden fariğ kılar; akimi ve dikkatini onlara verir. Münazara yapmalarını emrederler. Padişah bilmediği lıer şeyi sorar, hadiseyi araştırır. Bildiği zaman, kalbine yazar. Zira, bir müddet böyle yapılırsa, kendisine âdet olur. Sonra zaman geçmez ki, daha fazla şeriât ahkâmı ve Kuran Tefsiri, Resul -selam üzerine olsun- un hadisleri ona malum olur ve ezberler. Din ve dünya işleri yolu, tedbir ve savab yolu ona açılır. Hiçbir kötü mezheb ve bidat onu (doğru) yoldan saptıramaz. (Üstelik) kuvvetli fikir sahibi olur. Adalet ve insafı artar. Onun memleketinden ihtiras ve bid’at kalkar, elinden büyük işler gelir. Onun devleti zamanında şerrin, fesadın ve fitnenin kökü kazınır. Salâh ehlinin eli kuvvetlenir, fesadçı kalmaz, bu dünyada iyi ad (sahibi) olur; öteki dünyada ise, kurtuluş, yüksek derece, sayısız sevab bulur ve de insanlar onun (saltanatı) zamanında ilim öğrenmeye ve bilgiye daha fazla rağbet ederler.

Nizâmülmülk 1999. Siyâsetnâme, çev. Mehmet Altay Köymen, Ankara: Türk Tarih Kurumu, s. 43.

5. İlimler, Ancak Büyük Bir Ümranın ve Yüksek Bir Hadaretin Bulunduğu Yerde Gelişir: İbn Haldûn

E. İSLAM DEVLETİNDE BÜROKRASİ

1. Devlet Başkanı ve Vezirlerin Görev ve Vasıfları: el-Mâverdî

2. Vezirlerin Önemi: Nizâmülmülk

3. Vezirlerde Bulunması Gereken Özellikler: el-Gazzâlî

4. İyi Bir Vezirin Sıfatları: el-Gazzâlî

5. Vezirler ve Niteliklerine Dair: et-Turtûşî

6. Vezirliğin Çeşitleri: el-Mâverdî

7. Eyalet Valilerinin Tayini: el-Mâverdî

8. Valilerde Aranması Gereken Özellikler: et-Turtûşî

9. Kumandanın Görevleri: el-Mâverdî

10. Kadı, Hatîb ve Muhtesiplere Dair: Nizâmülmülk

Memleket kadılarının iş durumlarını tek tek bilmeleri, onlardan her kim âlim, dindar ve kanaatkâr ise, gönlü hıyanete kaymaması için onlardan her birine liyakatları ölçüsünde aylık vermeleri gerekir. Zira, bu, büyük, mühim ve nazik bir iştir. Çünkü, onlar Müslümanların kanlarına ve mallarına musallattırlar. İster cahillik, ister kasıtlı, isterse tabiatları icabı bir hüküm verip ve bir sicil düşünce, öteki hakimlerin o kötü hükmü imza edip, padişaha bildirmesi, azletmesi ve cezalandırması lazımdır.

Memurların (Gumâştegân) kadıyı desteklemeleri, kadı sarayında itibarını gözetmeleri gerekir. Eğer bir kimse güçlük gösterir ve mahkemede hazır bulunmazsa, ne kadar haşmetli olursa olsun, sertlik ile ve zor kullanarak) kadılık (makamında) hazır etsinler; Peygamber -salât ve selam üzerine olsun- in ashabı zamanında doğruluktan başka (bir şey) olmaması ve hiç kimsenin ayağını (mahkeme) hükmünden geri çekmemesi için (adaleti) bizzat yerine getirmişler, hiç kimseye havale etmemişlerdir. Âdem –selam üzerine olsun– zamanından şimdiye kadar her vakit her millet ve mülkde (insanlar) adalet dağıtmışlar, insafı gözetmişlerdir; doğruluk için çalışmışlardır; öyle ki, memleket onların hanedanında birçok yıllar karar kılmıştır.

Nizâmülmülk 1999. Siyâsetnâme, çev. Mehmet Altay Köymen, Ankara: Türk Tarih Kurumu, s. 29.

11. Hâkimlere Dair Bazı Hususlar: el-Mâverdî

12. İkta Sahipleri Halka Nasıl Davranmalı: Nizâmülmülk

Devlet yöneticisinin, kamu malı durumunda olan özellikle arazi, maden ocağı, liman gibi gelir sağlanabilen iş alanlarının mülkiyet, kullanma veya işletme hak ve yetkilerini bir kimseye vermesidir. İkta, aynı zamanda belirli bir bölgenin vergi gelirlerini de kapsar.

Ellerinde ikta bulunan ikta sahipleri (mukta’an), reâyâya karşı nasıl davranacaklarını, kendilerine tefviz etmiş oldukları vergi (mal) havalesini nasıl alacaklarını bilmelidirler. (Bu davranış ve alış) iyi yolda (iyilikle) olursa, (kabule) şayandır.

Reâyânın şahsını, malını, oğlunu, emlak ve eşyasını emniyet altında tutacak (kadar) vergi (mal) almaları kötü olursa, ikta sahiplerine bunun için müsaade yoktur. Reâyâ padişahın dergâhına gitmek ve kendi halini açıklamak isterse, onları bundan alıkoymasınlar. Her ikta sahibi bundan başka yaparsa, kendisinin iktasını elinden alsınlar. Onu azarlasınlar ki, başkaları ibret alsınlar. Onların hakikaten bilmeleri lazım ki, mülk ve raiyyet hep sultanındır. İkta sahipleri ve valiler, başta şahne gibidirler. Raiyyet ile karşılaşmasın ve padişahın işkence ve azabından emin olsun.

Nizâmülmülk 1999. Siyâsetnâme, çev. Mehmet Altay Köymen, Ankara: Türk Tarih Kurumu, s. 23.

13. Nedimlere Dair: Nizâmülmülk

Padişahın layık nedimlere sahip olmaktan, onlarla açık saçık ve senli benli bulunmaktan başka çaresi yoktur. Zira, (O’nun) büyükler, vilayetler erkânı ve sipehsâlârla çok oturması, padişahın kudret ve haşmetine ziyan verir ve onlar cüretli olurlar.

Umumi bir kaide olarak, her kime nedimlik buyurmuşlarsa, ona hiçbir memuriyet (amel) buyurmamalıdır. Zira, padişahla birlikte bulunmaktan gelen rahatlık dolayısıyla, zulüm yapar. Halka sıkıntı verir. Âmilin daima padişahtan korkması, nedimin de cesaretli olması lazımdır. Nedim, küstah olmazsa, padişah ondan hiç zevk almaz, padişah dinlenmez.

Nedimlerin (huzura kabul) vakti bellidir. Padişah toplantı yapmadığı ve bütün büyükler (huzurdan) çekildikleri zaman onların sırası gelir.

Nedim sahibi olmakda birkaç fayda vardır. Biri, padişaha arkadaşlık eder. Diğeri, gece ve gündüz onun muhafızı yerinde olduğu için, eğer –Allah göstermesin– bir tehlike vuku bulursa, nedim, vücudunu belaya siper etmekten korkmaz. Bundan başka, (O), nedime bin türlü söz söylenebilir. Vezire ve büyüklere söylenemez; zira, onlar memuriyet sahibi, padişahın icraatçılarıdırlar. Ve nedimlerden her türlü söz işitirler, küstahlıkları dolayısıyla sarhoşluk ve ayıklık sırasında hayır ve şer, ahvali gösterirler ki, bunda fayda ve hayır vardır.

Lakin nedim, görgülü, faziletli, neşeli, temiz mezhepli, sır tutucu, temiz giyimli olmalı; kitaplardan hikâyelerden ve nadir şeylerden çokça (ezbere) bilmeli; iyi rivayet etmeli; daima iyi yüzlü ve iyi (eğlence) arkadaşı olmalı, tavla ve satrancı iyi bilmelidir. Eğer bir müzik aleti çalar; bir silahı kullanabilirse daha iyi olur. Nedimin padişahla uygun düşmesi lazımdır. Padişah her ne yapar ve söylerse, nedim ona “iyi yaptın” ve “bravo” demelidir. (Padişaha), “bunu yap, onu yapma” diye öğretmenlik yapmamalıdır. Zira, padişahların ağrına gider ve sonra nefrete götürür.

(Sultanın) İçkiye, temaşaya, eğlence meclisine, şaraba, ava, çevgen oynamaya, güreşe ve buna benzer her şeye dair nedimlerle birlikte tedbir almaları yerindedir; zira, onlar bu husus için hazırlanmışlardır. Yine İmar, savaş, akın, cezalandırma (siyaset), erzak (zahire), hediye (şılat), oturma (makam), seyahat (sefer), asker, re ây â ve buna benzer memlekete teallukeden her şeyde vezir, cihan devletinin büyükleri ve ihtiyarları ile tedbirler almaları daha uygun olur. Çünkü, onlar bu husus(lar)da daha tecrübelidirler. Böylece bütün işler yolunda gider.

Padişahlardan bazıları tabip ve müneccimi nedim yapmışlardır. Yedikleri her şeyin, her birinin fayda ve zararının ne olduğunu, ona ne yapıp ne yapmayacağım tabip söylüyor ve onun tabiat ve mizacım koruyor. (Müneccim nedim ise), vakit ve saate bakıyor, kutlu ve kutsuz günü bildiriyor, (Sultanın) yapacağı bir işin vaktini seçiyor, demişlerdir.

Yine padişahlardan bazıları, her ikisinden de nefret etmişlerdir ve “tabip, hastalıksız (olan) beni daima hoş, temiz yiyeceklerden alıkoyar; yine hasta olmaksızın ilaç verir; ağrı olmaksızın kan alır; müneccim de, ancak işleri yapmaktan meneder, (mühim) teşebbüslerden alıkor. Baktığım zaman, her iki kavim bizi daima dünya murad, lezzet ve şehvetlerinden alıkorlar; hayatı bize bıktırıcı hale getirirler; onları ihtiyaç zamanında arayalım daha iyidir” demişlerdir.

Ama, bir nedim tecrübeli, her yere gitmiş (çok gezmiş) ve büyüklere hizmet etmiş ise, daha iyi olur. İnsanlar padişahın huyunu, âdetini bilmek isterlerse, nedimlerinden kıyas ederler: Eğer nedimler tatlı huylu, açık tabiatlı, sabırlı, zarif, latif olurlarsa bilirler ki, padişah da tatlı huylu, hoş tabiatlı, iyi davranışlı, beğenilir âdetlidir. Eğer nedimleri asık suratlı, kendini beğenmiş, inkâr edici, hasis, olmayacak şey talep eden, düşüncesiz olurlarsa, bilirler ki, padişah da hoş olmayan tabiatlı, kötü huylu, öfkeli ve kötü davranışlıdır.

(Bundan) başka, eskiden beri melikler ve halifeler meclisinin âdeti olduğu gibi, –henüz bu âdet eski hanedanda kalmıştır– nedimlerden her birinin rütbe ve derecesi vardır: Bazısı (huzurda) oturma, (bazısı da ayakta durma) statüsüne sahiptir, onlar için bir pay ayırırlar. Gazneli sultanının daima 10’u ayakta, 10’u da oturmuş 20 nedimi olur. Onlar bu âdeti ve düzeni Sâmânilerden almışlardır. Padişahın nedimlerinin (kâfi) tahsisatı, maiyet arasında tam saygınlığı olmalıdır. (Onlar) kendilerini kontrol edici ve (sultana karşı) samimi olmalıdırlar.

Nizâmülmülk 1999. Siyâsetnâme, çev. Mehmet Altay Köymen, Ankara: Türk Tarih Kurumu, s. 64–65.

14. Hata Yapan Yüksek Makam Sahiplerinin Açıkça Azarlanmamasına Dair: Nizâmülmülk

Kişilerin yükselip büyük mevkilere ulaşıncaya kadar sıkıntı çekmeleri gerekir. Onlar bir hata yaptıklarında veya suç işlediklerinde, açık bir şekilde azarlanırlarsa onurları kırılır. Ne kadar çok iltifat edilip iyilik yapılsa da yine kırılganlıkları geçmez. En iyisi, bir kişi hata yaptığında, o anda görmezlikten gelmek, daha sonra onu gizlice çağırıp “Sen şöyle, şöyle yaptın. Biz, kendi yücelttiğimizi aşağılamamak ve makamını yükselttiğimiz kişiyi atmış olmamak için bunları görmezlikten geldik. Bundan böyle kendine dikkat et” demektir. Artık böyle şeylere cüret edemez. Bundan başka türlü yaparsa, makamını kaybeder ve gözümüzden düşer. Artık bu bizim değil, onun hatası olur.

Hikâye

Müminlerin Emiri Ali’ye –Allah O’ndan razı olsun– “Yiğit adamlardan hangisi daha savaşçıdır?” diye sordular. “Öfkelendiğinde kendine hâkim olan ve hiçbir şey yapmayan kişidir. Çünkü öfkesi geçtiğinde pişman olur ama bunun faydası olmaz” dedi.

İnsanın akıl olgunluğu, kendi öfkesini tutmasındadır. Öfkelenirse, öfkesinin aklına değil, aklının öfkesine üstün gelmesi gerekir. Nefsinin istekleri aklına üstün gelen bir kişi öfkelendiğinde, öfkesi onun akıl gözünü köreltir ve tıpkı deliler gibi davranır. Aklı, nefsinin isteklerine üstün gelen kişi ise, öfke anında, onun aklı, nefsinin isteklerini kırar, akıl sahiplerinin hoşlanacağı şekilde davranır ve kimse onun öfkelendiğinin farkına varmaz.

Hâce Nizamulmülk-i Tûsî 1373. Siyâsetnâme (Siyeru’l-Mülûk), be-kûşiş-i Dr. Ca’fer-i Şi’âr, 6. Baskı, Tahran hş, s. 151–152. Çeviren: Ali Güzelyüz

15. İşlerde Acele Edilmemesine Dair: Nizâmülmülk

İşlerde acele etmemelidir. Bir şey işittikleri veya bir şeyden şüphelendikleri zaman, hakikati anlayıncaya, yalanı doğrudan ayırıncaya kadar bu hususta yavaşlık buyurmak lazımdır. Çünkü, acelecilik kudretlilerin işi değil, zayıfların işidir. İki hasım karşı karşıya geldikleri ve birbirleriyle konuştukları zaman, padişahın temâyülünün hangi tarafta olduğu onlara malum olmamalıdır. Zira, sonra o zaman hak sahibi korkar ve söz söyleyemez. Batıl sahibi cesaret kazanır ve yalan söyler. Aziz ve celil olan Allah’ın fermanı şöyledir: “Eğer bir kimse bir şey söylerse, tahkik edinceye kadar onu işitmeyiniz. Zira, bu işte acele edenler, ondan sonra pişman olurlar, o zaman da fayda etmez” (Hucurât Sûresi 49/6).

Nizâmülmülk 1999. Siyâsetnâme, çev. Mehmet Altay Köymen, Ankara: Türk Tarih Kurumu, s. 93.

16. Memurlara Dair: Nizâmülmülk

Padişahlar uyanık, vezirler akıllı olmalıdır. Her devirde iki meşguliyeti bir kişiye, bir meşguliyeti de iki kişiye asla buyurmazlardı; böylece işleri hep parlak ve düzenli idi. Çünkü, iki meşguliyeti bir adama buyurdukları zaman bu iki meşguliyetten biri daima bozuk ve kusurlu olur. Çünkü, eğer bir adam bu meşguliyette gereğince gayret gösterirse, bakımını ciddi olarak ele alırsa, öteki meşguliyette bozukluk ve kusur meydana gelir. Eğer öteki meşguliyette gereğince gayret ve ihtimam gösterirse, bu defa bu meşguliyetde mutlaka kusur ve bozukluk meydana gelir. Bakdığın zaman, iki meşguliyeti olan her kimsenin daima iki meşguliyeti de bozukluk içinde olurlar, O başarısızdır ve sorumlu bulunur. Amir daima üzülür. Keza, ne zaman ki, iki kişiye bir meşguliyet buyururlar, bu ona, o da buna atar. (Bunun neticesi olarak) o iş daima yapılmamış olur. Bu hususta atasözü yapmışlardır:

“İki hanımlı ev süpürülmemiş (kalır), iki aile reisli ev viran olur”. Her iki kişi gönüllerinde daima şunu düşüneceklerdir: “Eğer ben bu işte gereğince zahmet çekip işe baksam, hiçbir bozukluğun yol bulmasına (imkân) bırakmasam, efendilerim bunun benim liyakat, maharet, ihtimam, çabukluk ve gayretim ile olmadığını sanırlar”. Öteki ise, daima düşünür: “Ey adam, niçin boşuna zahmet çekeyim. Bu işte çektiğim her zahmet, (gösterdiğim) ciddiyet ve cehd minnetsiz, medh edilmeksizin kalır. Sahibim (zahmeti) onun çekmiş olduğunu sanır”. Bakdığın zaman o meşguliyet devam ettiği müddetçe, baştan başa bozuk olur. Eğer amire “niçin bu işe iyi bakmadınız ve kusur işlediniz?” diye sorarsa, mesuliyeti birbirlerinin üzerine atarlar. O, “Hayır, bütün kusuru bu yaptı” der ve suçu bunun üzerine yükler, akla ve aslına döndüğün zaman, ne bunun, ne de onun suçu vardır. Suç iki kişiye bir meşguliyet buyuran kimsenindir Vezirin yetersiz ve padişahın gafil olduğu her zaman, bunun alameti, divandan bir Âmile 2 veya 3; 5; 7; 30 memuriyet (amel) buyururlar. Bugün öyle adam vardır ki, bütün kifayetsizliğine rağmen uhdesinde 10 memuriyet vardır. Eğer başka bir meşguliyet meydana çıkarsa, onu da kendisine bağlar. Eğer otuzuncusu için (para) sarf etmek gerekirse, sarf eder; ona verirler. Bu adamın işin ehli olup olmadığını, memuriyette kabiliyeti bulunup bulunmadığını, muameleyi yürütüp yürütemeyeceğini deruhte ettiği bunca işle başa çıkıp çıkamayacağını düşünmezler.

Bundan daha hayrete değer olanı davardır: Bendeleri, her zaman meşguliyeti aynı mezhep ve aynı itikadda olan, asil ve dindar bulunan bir kimseye buyururdum; eğer (o kimse) kaçınır, kabul ve icabet etmezse, mecburi olarak ve zorla boynuna yüklerdim. Bunun neticesi olarak, para (mal) zayi olmazdı, reâyâ asude olurdu; îktâ sahibi, şöhretli, zarar görmeksizin yaşardı. Padişah ise, gönlü rahat ve vücudu istirahat içinde hayat sürerdi.

Bugün, fark (temyiz) kalkmıştır. Eğer süfli bir Yahudi, Türklerin kedhudalığına ve Türklerin (yaptıkları) işe gelirse, uygun görülüyor. (Aynı yerlere) bir Hıristiyan gelirse, Zerdüştî gelirse, uygun görülüyor; eğer Rafızî, Harici ve Karmatî gelirse, tasvip ediliyor. Onları (tayin edenleri) gaflet istila etmiştir. Ne dinlerine hamiyyet, ne mala şefkat, ne reâyâya himmet ve merhamet vardır. Devlet kemale erişmiştir, bendeleri, (devlete) kötü göz değmesinden korkuyorum; bu işin nereye varacağını bilmiyorum.

Sultan Mahmud ve oğlu Mesud, Sultan Tuğrul ve Sultan Alp Arslan – Allah burhanlarını aydınlatsın- zamanlarında hiçbir Zerdüştinin, Hıristiyanın, Râfızînin Sahraya gelmeye veya bir Türk’ün huzuruna çıkmaya cüret ve cesaretleri yoktu. Bütün Türklerin kedhudâlığı, memur ve zanaatkârları temiz Hanefi veya Safi’i mezhebine mensup Horasanlı insanlardan olurdu. Ne kâtipler, ne de gulâmlar, Irak’ın kötü mezheplileri için kendilerine (gelmelerine) yol verirlerdi Türkler de onlara meşguliyet verilmesini bırakmazlar veya izin vermezlerdi.

Nizâmülmülk 1999. Siyâsetnâme, çev. Mehmet Altay Köymen, Ankara: Türk Tarih Kurumu, s. 113–115.

17. Ordunun Çeşitli Milletlerden Teşkiline Dair: Nizâmülmülk

Bütün ordu bir soydan olduğu zaman, bundan tehlikeler doğar; çok çalışmazlar. (Ordunun) her soydan olacak şekilde karışık bulunması gereklidir. Dergâhta ikamet eden 2000 Deylemli ve Horasanlı lazımdır. Mevcut olanları muhafaza etsinler, geri kalanını (iki bine) tamamlasınlar. Eğer bunların bazıları Gürcü ve Fars Şebankârelerinden olursa, uygun olur. Zira, bu soy hep iyi insanlar olurlar.

Türk, Horasanlı, Arap, Hindu, Gurlu, Deylemli gibi her soydan askere sahip olmak, Sultan Mahmud’un âdeti idi. Seferde her gece her guruptan kaç kişinin muhafız nöbetçi olarak gideceğini belli ederlerdi ve gurubun (nöbet) yerini gösterirlerdi. Hiçbir gurup birbirinin korkusundan kendi yerlerinden kımıldamaya cesaret edemezdi: Birbirlerini gözlerlerdi ve uyumazlardı. Eğer savaş günü idi ise, her soy (mensubu), kendi ad ve şerefini (korumak) için çalışırlardı, ne kadar şiddetli olursa olsun savaşırlardı, öyle ki, kimse, “filan soy (mensupları) savaşta gevşeklik gösterdiler” diyemezdi ve hepsi de birbirinden iyi olduklarını göstermeye çalışırlardı. Savaş adamlarının prensibi böyle olduğundan hepsi sıkı çalışırlardı; şöhret peşinde koşarlardı. Netice olarak silahı ellerine aldıkları zaman düşmanı mağlup edinceye kadar geri adım atmazlardı.

Nizâmülmülk 1999. Siyâsetnâme, çev. Mehmet Altay Köymen, Ankara: Türk Tarih Kurumu, s. 72.

18. İstihbarat ve Casusluk: Nizâmülmülk

Uzak yakın ordu ve raiyyet ahvalini arayıp sormak, az ve çok olup biteni bilmek pâdişâhların vazifesidir. Zira, (O) böyle yapmazsa, ayıp olur, gaflet, tembellik ve zulme hamlederler ve memlekette olup biten fesadı ve zulmü (ya) biliyor veya bilmiyor. Eğer biliyor da meselenin çaresine bakmıyorsa, tıpkı onlar gibi zalimdir ve zulme rıza göstermiştir ve eğer bilmiyorsa, gaflete düşürülmüştür; tembel ve cahildir. Bu her iki husus da iyi değildir. Mutlaka haberci (sahib-i haber) ye ihtiyaç vardır.

Her zamanda, cahiliyette ve İslam’da padişahların bütün şehirlerde hayır veya şer olup-bitenden haberdar olan (sahib-i Berîd)i olmuştur. Öyle ki, eğer bir kimse, haksız yere bir tavuğu veya bir torba samanı almışsa, 500 fersahlık mesafedeki padişahın bundan haberi olmuş ve bu kimseyi cezalandırmıştır; diğerleri, de padişahın uyanık olduğunu anlamışlardır. Her yere haberciler (Kâr-âgâhan) bırakmışlardır. Böylece (onlar) zalimlerin faaliyetlerini kontrol altına almışlardır. (Devlet teşkilatındaki) adamlar raiyyeti namuslu eylemişler, cihanın iman ile meşgul olmuşlardır. Bu iş, çok nazile ve çok üstün bir iştir. Bu iş, haklarında (kötü) şüphe bulunmayan ve gayesi ile meşgul olmayan kimselerin eline, diline ve kalemine bırakılmalıdır. Zira, memleketin salah (a kavuşması) ve fesad (uğraması) onlara bağlıdır. Onlar başka bir kimse tarafından değil, (doğrudan doğruya) padişah tarafından (tayin) edilmelidir. Gönül rahatlığı ile hadiseleri bildirmeleri için ücret ve aylıkları hazineden emre amade kılınmalıdır. Onların ne bildirdiklerini padişahdan başka bir kimse bilmemelidir. Öyle ki, vuku bulan her hadiseyi (sadece) padişah bilsin ve ne icab ediyorsa onu emretsin. Sonra böyle olunca da, (devlet teşkilatındaki) adamlar daima itaat üzere (bulunmakta) hevesli olurlar. Padişahın tedibinden korkarlar. Padişaha karşı isyan etmeye hiç kimse cüret edemez. Zira, sahib-i haber ve münhî tayin etmek, (padişahın) adalet, uyanıklık ve basiretindendir. Padişahın (bu) tedbiri ile vilayet mamur olur.

(…)

Her tarafa tüccarlar, seyyahlar, sûfîler, dervişler ve ayak satıcıları kılığında casuslar gitmeli ve hâdiselerin hiçbir şekilde gizli kalmaması, eğer bir şey vuku bulur veya zuhur ederi zamanında çaresine bakılması için, işittikleri her şeyi haber vermelidirler. Zira, birçok zaman olmuştur ki, valiler, İkta sahipleri ve memurlar ve emirler isyan ve muhalefete girişmeyi düşünmüşler, padişahın aleyhine komplo hazırlamışlardır (casuslar geldikleri zaman), padişaha (onların) bu teşebbüslerini haber vermişler, padişah da derhal baskın yapmış, onları yakalamış, onların bu azmini boşa çıkarmıştır. Eğer başka bir padişah onun memleketine kastetmişse, onu def etmiş, onun işini bitirmiştir.

Nizâmülmülk 1999. Siyâsetnâme, çev. Mehmet Altay Köymen, Ankara: Türk Tarih Kurumu, s. 45–46, 53–54.

19. Resmi Dil Sorunu: Karamanoğlu Mehmet Bey’in Türkçe Fermânı

III. İKTİSAT

İslam dininde evrensel bir değer sisteminden söz etmek mümkündür. Bu değer sistemi ölçülülük, emek ve adalet kavramlarına dayanır. İnsanın ister dini ve ahlaki, ister toplumsal ve siyasi, isterse iktisadi bütün yapıp ettiklerinin bir değeri vardır. Kişinin dini mükellefiyetleriyle ilgili yaptığı veya yapmadığı her şeyle ilgili bir kazanç veya zarar söz konusudur. Her şeyin bir hesap ve ölçü içerisinde olduğu, tesadüfün bulunmadığı bir evrende haksız bir kazanç veya karşılığı olmayan bir emek olamaz. Esasen haksız kazancın veya karşılıksız emeğin ontolojik imkânsızlığı, İslam’daki evren anlayışında tesadüfün imkânsız görülmesinden dolayıdır. İslam iktisat siyasetinin evrensel ilkelerinden birisi yine bizzat Kur’ân tarafından şöyle belirlenmiştir: “İnsan için, kendi emeğinin karşılığından başka hiçbir şey yoktur. Ve kişinin emeği ileride mutlaka önüne konulacaktır. Sonra da emeğinin karşılığı kendisine tam olarak verilecektir” (Kur’ân 53: 39–41). Emek ve adalet ilişkisi, İslam’ın sadece dini ve ahlaki konularda değil iktisadi alanda da temel bakışını özetleyebilecek yeterliliktedir. İslam’da emek ve dinamizm, bazen abartılı şekilde vurgulanan kavramlardır. Hz. Muhammed’in boş boş oturan kimselere selam vermeden geçtiği, buna karşın bir çöple yeri kazıyan kimselere dahi selam verdiği, hadis literatürünün yer verdiği önemli tespitlerden birisidir.

İslam iktisadı denilince bundan çağdaş matematiksel ekonomi teorileriyle kıyaslanabilir bir öğreti anlamak doğru olmaz; esasen böyle bir mukayesede, iktisadın kurucusu sayılan Adam Smith bile sınıfta kalır. Bununla birlikte İslam dinini ortaya koyan Kur’ân ve hadislerde açık bir şekilde iktisadi siyasetin temel ilkeleri, hatta iktisadi ilkeler belirlenmiş ve İslam tarihi boyunca çeşitli yöntemler ve yorumlar içerisinde uygulanmıştır. Her şeyden önce İslam’da ticaret, Ortaçağ Avrupa kültüründe olduğunun aksine, ahlaksız kimselerin uğraş alanı olarak değil, şerefli bir uğraş olarak görülmüştür. Dahası “veren el alan elden üstün” tutularak çalışma ve üretim teşvik edilmiştir. Nitekim Hz. Muhammed, ticaretle uğraşan biriydi. Bireylerin mülkiyet ve serbest tasarruf hakları, israf boyutuna varmamak üzere meşrulaştırılmıştır. Burada israf kavramının, yaptırımsal özelliği bulunan hukuki değil ahlaki bir içeriğe sahip olduğu vurgulanmalıdır. Öte yandan israf, sadece iktisadi bir kavram da değildir; siyasi yahut ahlaki herhangi bir seçimdeki aşırılık demektir. Dolayısıyla israf bir bütündür; ahlaki aşırılık, diğer aşırılık çeşitleriyle birlikte gelişir.

“İslam’da” diyor Bernard Lewis “eski dünyadan farklı olarak bir köle, artık menkul bir mal değil, tanınan yasal ve ahlaki konumu bulunan bir kişiydi. Kadınlar, çokeşlilik ve cariyeliğe muhatap olmakla birlikte, Batıda modern çağa kadar ulaşılamayan mülkiyet haklarına sahiptiler.” Buna karşın kendi alın teriyle kazanmış bireyin servetinde, emeği geçmemiş bile olsa başka bireylerin haklarının bulunduğu tespit edilerek, İslam’daki iktisadi siyasetin sosyal adalet ilkesi tesis edilmiştir. İslam iktisat siyaseti, pek çok konuda olduğu gibi, milli veya dini bir çerçeveyle sınırlı olmayıp evrensel bir çerçeveyi öngörmektedir. Bunun en somut örneği, faiz konusundaki yasağın, sadece İslam topraklarında değil, Gayr-i Müslimlerin ülkelerinde de, pek çok İslam düşünürü tarafından yasak sayılmasıdır.

Sosyal adalet gözetilmeksizin sermayenin adaletsiz bir şekilde artışı, sermayeciliğin (capitalism) de lokomatifidir. Dolayısıyla ezilen bir toplumsal sınıf, hatta kitleler, sermayeciliğin doğasının bir gereğidir. İslam’da servet kavramına ve kazanımına karşı en ufak bir ima dahi yoktur; hatta durum tam da tersidir. Ancak İslam’da açık bir şekilde yasaklanan, sermayeciliğin temelini oluşturan adaletsiz servet birikimidir (Kur’ân 9: 34–35). İnsanların emeklerinin karşılığı olan değeri gasp ederek servet biriktirmek, doğal bir şekilde dolaşımda olması gereken değerin bir yerde toplanması demektir. Bir örneğe başvurursak vücutta normal bir şekilde dolaşması gereken kan sıvısı dokuları beslemezse, bu dokular ölmeye başlar ki tıp dilinde bunun adı kangrendir.

İslam iktisadı veya İslam ekonomisi Hindu-Pakistan kaynaklı çağdaş bir terim olup 20. Yüzyılın ortalarına doğru meydana gelmiş ve özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra hızla gelişmeye, bağımsız bir disiplin olmaya başlamıştır. Terimin Türkiye’ye gelişiyse, 1950lerde İstanbul Üniversitesi’nde çalışmaya başlayan Hintli düşünür Muhammed Hamidullah (1908–2002) sayesinde olmuştur. Daha sonra Türkiye’de bu kavramı geliştiren başlıca isimler iktisatçılar Sabahaddin Zaim (1926–2007) ile Ahmet Tabakoğlu’dur. İslam iktisadı kavramı 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren çeşitli yayınların yapılması, üniversitelerde İslam iktisadına ilişkin çalışmaların başlatılması ve bu konuyla ilgili araştırma enstitülerinin kurulması, İslam Konferansı Örgütü tarafından İslam Kalkınma Bankası’nın kurulması gibi etkenler sonucu hızla gelişmektedir. Bununla birlikte, yukarıda belirtildiği üzere İslam düşünürlerinin iktisadi konulardaki görüşlerinin 20. Yüzyılda ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. İslam düşünürlerinin iktisadi konulardaki görüşleri, İslam’ın doğuşuyla birlikte başlamıştır. İslam iktisadına ilişkin bilgi ve belgeler başlıca hukuk, hadis, tefsir ve tarih yazınında yer almaktadır ki bunlar, İslam iktisat düşüncesine ilişkin çağdaş çalışmalara kaynak teşkil etmektedir. İşte bu bölümde çağımızda son derece önem arz eden iktisat konusuna Müslümanların nasıl baktığını gösteren metinlerden oluşan bir çerçeve sunulacaktır.

A. İSLAM İKTİSADI: EŞ-ŞEYBANÎ

Hanefi mezhebinin üç büyük imamından biri olan İmam Muhammed’in tam adı, Ebû Abdullah Muhammed b. Hasan b. Farkad eş-Şeybanî’dir. Aslen Şam civarından olan babası, daha sonra Irak’a yerleşmiş, İmam Muhammed de, 132/749 tarihinde Vasıt’da doğmuştu. Kendi dönemin önde gelen ilim merkezlerinden biri olan Kufe’de yetişmişti. Babasından yüklü miktarda kendisine miras kalmış, bu serveti ilim yolunda harcamıştı. Küçük yaşta Ebu Hanife’nin derslerini takibe başlamış, 150/767’de Ebu Hanife’nin ölümü üzerine, fıkıh tahsilini Ebu Yusuf’tan tamamlamıştı. Eğitiminden sonra çeşitli yerlere seyahatlerde bulunarak Şam’da Evzaî’nin, Mekke’de Süfyan b. Uyeyne’nin, Horasan’da Abdullah b. Mübarek’in yanına giderek bunlardan ilim tahsil etmişti. Basra’da da birçok ilim ehlinden ders almış, yaklaşık üç sene Medine’de İmam Mâlik’ten ders okumuştu. İmam Şafiî’ye de ders verdiği kaydedilen İmam Muhammed, kadılıklarda da bulunmuş, 189/805 tarihinde Rey civarında vefat etmişti. ez-Ziyâdât, el-Câmiu’s-Sağîr, el-Câmiul-Kebîr ve diğer önemli eserler telif eden bu âlimin, iktisat konularını kapsayan Kitâbu’l-kesb isimli eseri de önem taşımaktadır.

    1. İslam İktisadında Kazanç

    2. İktisadi Faaliyetlerin Çeşitleri

    3. İktisadi Açıdan İhtiyaçlar

    4. İhtisaslaşma ve İş Bölümü

B. İKTİSADIN İLKELERİ: EL-İSFAHANÎ

5/11. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış büyük İslam âlimi Râgıp el-İsfahanî’nin asıl ismi Hüseyin, künyesi Ebû’l-Kâsım olmuştur. Râgıp lakabıyla meşhur olan bu âlim, İsfahan’da dünyaya gelmiş, daha sonra bazı yerlerde, o cümleden Bağdat’ta bulunmuş, burada bir müddet kadılık yapmış, daha sonra da tedrisatla meşgul olmuştu. 502/1108 tarihinde Bağdat’ta vefat etmişti. Başta ahlak ilmi olmak üzere felsefe, tefsir ve lügat konusunda da adından söz ettirmiş, bu sahalara dair değerli eserler telif etmiştir. Nitekim el-Müfredât fî garîbi’l-Kur’an, Efâninü’l-Belâğa, el-Meâni’l-ekber gibi değişik konulara dair eserler vermiştir. Özellikle de İmam Gazzalî üzerinde etkisinin olduğu belirtilen Râgıp el-İsfahanî’nin Tafsîlü’n-neş’eteyn, Kitâbu’l-Ahlâk ve Kitâbu’z-Zerîa fî mehâsini’ş-şerîa gibi ahlak ilmine dair eserleri âlimler nezdinde şöhret bulmuştur.

    1. İnsanların Ortak Yaşam İhtiyaçları

    2. Yüce Allah’ın İnsanları Farklı Zanâatlara Yetenekli Olarak Yaratması, İnsanlara Üstlendikleri İşlerde Yardımı

    3. Bedensel Yapıların Zanâatlarla İlişkisi

    4. Kazancın Zorunluluğu

    5. Çalışmanın Övülüp Tembelliğin Yerilmesi

    6. Kullanımdaki Paralar ve Yüce Allah’ın Bundaki Hikmeti

C. VERGİ VE MALİYE

İslam her zaman bir denge dini olmuştur. İslam’da toplumun hakkı olan verginin tahsili konusunda ne kadar hassas davranılmışsa, halk üzerindeki vergiyi artırarak devlet idaresini kolaylaştırmaya çalışmak da o kadar şiddetle reddedilmiştir. Ne birey için toplum ve devlet, ne de toplum ve devlet için birey feda edilmiştir. Vergi, her ne kadar dini bir zorunluluk ise de, bu görev yerine getirilirken, devletin kolluk kuvvetleri yerine bireyin ahlâk mekanizması ve buna bağlı beyanı esas alınmalıdır. Şu halde dini bir görev sayılan vergiyi tahsil ederken devlet, halkı ve bireyleri maddi olarak zor duruma düşürecek şekilde yetkisini kullanamaz.

1. Hz. Ali’nin Zekât Toplama Görevlilerine Tavsiyeleri

Hz. Ali zekât âmillerine (memurlarına) şu tavsiyelerde bulundu:

Eşi ve ortağı olmayan Allah’a sığınarak yola çık. Bir Müslümanı rahatsız etmekten ve onu korkutmaktan sakın. Onların mallarından Allah’ın emrettiğinden fazlasını sakın alma. Bir yere gittiğin zaman hemen halkın evlerine girme; dışarıda bekle. Sükûnet ve vakar içerisinde onlara yaklaşıp selam ver ve sonra da şöyle söyle: “Ey Allah’ın kulları! Beni size Allah’ın emrettiği hisseyi almak için Allah’ın kulu ve halifesi gönderdi. Mallarınız arasında Allah için vereceğiniz bir şey var mı? Birisi buna “hayır” derse bir daha ona uğrama. Birisi “evet” derse onu korkutmadan ve rahatsız etmeden sana vereceği altın ve gümüşleri al. Koyun, keçi, sığır ve devesi varsa sakın onların bulunduğu yere girme. Buraya girerken şiddet ve baskı uygulama. Malları iki kısma ayır ve ona birini seçme hakkını tanı. Onun kendisi için seçtiklerine sakın dokunma. Kalanı yine ikiye ayır. Yine kendisine seçme hakkı tanı. Allah’ın emrettiği oranı alıncaya kadar bölüştürmeye devam et. Sonra Allah’ın emrettiği miktarı al. Eğer adam razı olmazsa, onun istediği gibi taksim et. Bu arada yaşlı, cılız ve sakat develeri alma. Bu zekât mallarını dini açıdan güvenmediğin birisine teslim etme. Hayvanları şefkatle, güvenle, şiddet kullanmadan, bitkin duruma düşürmeden getirecek birini görevlendir. Bunları bize suratlı bir şekilde gönder ki, biz de onları Allah’ın emrettiği yerlere süratle dağıtalım. Görevlendirdiğin kişi deve ile yavrusunu birbirinden ayırmasın. Yavruya gerekli sütü ayırsın. Hayvanlara fazla yük yüklemesin. Yorulan hayvanları dinlendirsin. Tırnakları yarılan ve yürümekte zorlananlara merhametle muamele etsin. Hayvanları getirirken suyu ve otu bol yerlerden geçirsin. Yemlerini ve su ihtiyaçlarını karşılasın. Buraya yorgun ve bitkin halde değil, semiz ve sağlam bir şekilde ulaşsınlar. Biz de onları Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün sünneti üzerine yoksul Müslümanlara dağıtalım. Bu şekilde hareket edersen Allah seni büyük ecir ve sevapla mükâfatlandırır.

er-Radî, Şerîf 1410/1990. Nehcü’l-Belâga, Beyrut, s. 283–284. Çeviren: Abdülkerim Özaydın – Casım Avcı

2. Ömer b. Abdülaziz’in Zekât ve Öşürün Tahsili Hakkındaki Emirleri

3. Maliye, Hazinenin Adil Paylaşımı ve Maliye Görevlileri: el-Maverdî

Tam ismi, Ali b. Muhammed b. Habib Ebî’l-Hasan el-Maverdî (bu lakap kendisine gülsuyu ticareti yapmasından dolayı verilmişti. Mâü’l-verd, gülsuyu anlamına gelmektedir) olan bu âlim, 364/974 tarihinde Basra’da dünyaya gelmişti. Büveyhîler döneminde yetişmiş olan Maverdî, dönemin ilim merkezlerinden Basra ve Bağdat’ta Hasan b. Ali el-Huzelî, Muhammed b. Adiy el-Minkarî, Muhammed b. Mualla el-Ezdî ve Cafer b. Fazlı el-Bağdadî gibi meşhur âlimlerden ders almıştır. Hayatının belirli kısımlarında kadılık, müsteşarlık ve benzeri vazifelerde de bulunmuş, 450/1058 tarihinde Bağdat’ta vefat etmiştir. Tefsir, Hadis, Fıkıh, Edebiyat ve Siyaset alanlarında kendinden söz ettirmiş Maverdî bu sahalara dair Tefsîrü’l-Kur’an, Kitabu’l-emsâl ve’l-hikem, el-İğnâ gibi değerli eserler telif etmiştir. Onun, devlet başkanlığı ve dini idarelere dair konuları ele aldığı el-Ahkâmu’s-Sultaniyye’si de, siyaset konusuna dair yazılmış en önemli eserlerden addedilmektedir.

Maliye

Hükümdar bilmelidir ki, düzeldiğinde herkese yararı, bozulduğunda ise zararı dokunacak işlerden biri de parasal işlemlerdir. Para iyi yönetildiğinde hükümdarın göreceği fayda, halkın göreceği faydadan daha çoktur. İyi bir para politikası, devletin gelirlerini artırıp, giderlerini azaltacaktır. Özlü bir sözde şöyle söylenmiştir: “Mübah olduğu halde daha iyisini terk etmek, acizliğin bir göstergesidir.”

Hükümdar eğer parada sahtecilik yapmaya müsaade eder ve gümüş paranın başka bir madenle karıştırılmasına göz yumarsa, bu durumun doğuracağı zarar, sağlayacağı yarardan daha çok olacaktır. Çünkü gerçek gümüş bir paraya, düşük ayar bir gümüş karıştırılır (örneğin %50 oranında) ve bu paranın gerçek bir gümüş para değerinden alınması istenirse, bu mümkün değildir. Yapılan bu işin hiç kimseye faydası yoktur. Bu ölçü ve tartıyı birbiriyle değiştirmeye benzer. Böylece hem elindeki gümüş parayı bozar hem de çalışması hüsranla sonuçlanır.

Gümüş para, uzun süre kaldığında ve dokunanlar çok olduğunda parlaklığı kaybolur. Bu yüzden insanlar ona rağbet etmez ve böylesi gümüş paraları almaktan kaçınırlar. Daha yeni ve parlak olanı tercih ederler. Bazen gümüş işleyenler, gümüş para üzerine birçok süslemeler yapar ve parayı bozarlar. Böyle süslü gümüş paralar eskisinden daha güzel olabilir; ancak halk, bu tür süslemeli gümüş paraları almaktan kaçınır ve sağlam gümüş para olmadıkça mallarını satmazlar. Bu durumda insanlar saf gümüş veya halis altınla alışveriş yapmayı tercih ederler. Mallarını bu şekilde halis altına çeviri ve günlük harcamalar için alışılmışın dışında nakit para yerine trampa usulü alış veriş yaparlar. Yani karşılıklı mal takası yapar ve ihtiyaçlarını öylece karşılarlar…

Hükümdar bilmelidir ki, devletin halktan topladığı vergilerin dini bir meşruiyeti vardır. Din, bu verginin miktarını belirlemiş ve nerede harcanacağını açıkça izah etmiştir. Din vergi miktarını yeterli oranda belirlemiş, arttırılmasına gerek bırakmamıştır. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Yardım, ihtiyaç miktarınca gelmiştir.” O halde hükümdar, dinin belirlediği oranla yetinmeli; Yüce Allah’ın yeryüzündeki bir temsilcisi ve O’nun kullarını yöneten bir lider olarak, emrine itaat etmelidir.

Eğer vergi toplama ve harcamada Allah’ın buyruklarına uyarsa, insanlar gönülden ona itaat eder ve mallarını seve seve verirler. Kimse vergi kaçırmaz, hükümdar da zorla vergi toplamaya ihtiyaç duymaz. İnsanlar, hükümdardan, gücünün üstünde şeyler istemeyecekleri gibi, hükümdar da halka ağır vergiler koymamalıdır. Böylece hem dini emirlere uyarak, öteki dünyasını kurtarmış, hem de bu dünyada devletini istikrar ve huzura kavuşturmuş olur. Bu şekilde hem askerlerini hoşnut eder, hem de halkının mutluluğunu sağlar.

Şayet hükümdar, dinin bu yöndeki hükmünü çiğner ve halktan, hak etmediği taleplerde bulunursa, bu durumda insanlar kendisinden nefret eder ve vergi vermekten kaçınırlar. Ardından hükümdar, yönetim kurallarının dışına çıkar ve zor kullanarak malları toplamaya başlar. Böylece uymak zorunda olduğu hakları çiğner ve hak etmediği taleplerde bulunması nedeniyle halk da ondan hakları olmayan taleplerde bulunur. Kendilerinden gelişi güzel vergi toplamaya kalkan hükümdardan onlar da elbette ki gelişi güzel taleplerde bulunacaklardır. Ancak adil davrananlara adil davranılır. Hükümdar, haksız yere fazla vergi toplayarak, halkın taleplerinin önüne geçemez. Aksine onların nefretini kazanır ve memurların, emirlere itaatsizliğine neden olur. Her iki durumda da ülke hiçbir zaman istikrar ve huzura kavuşamaz.

Hükümdar, Allah’ın, kullara haksızlık yapılmaması yönündeki emrine itaatsizlik etmekten sakınmalıdır. Aksine Allah’ın emirlerine uyarak ülkenin çıkarlarını korumalıdır. Halkı, kendisine hizmet eden ve koruması altına girenler gibi görmeli, geçimlerini üstlendiği kimseler gibi davranarak onların ihtiyaçlarını karşılamalıdır. Kazançlarının bir düzene girmesini sağlamalı, onları her türlü tehlike ve sıkıntılardan korumalıdır. Çünkü onlar, Allah’ın, korunması için hükümdara emanet ettiği kimselerdir. İhtiyaçlarının karşılanmasından hükümdarı sorumlu tutmuştur…

Mali Düzenlemeler ve Adil Paylaşım

Yerine getirilmesi, devletin bekasını sağlayan: terki ise devlete zara veren önemli görevlerden biridir.

Kazanılan hazine gelirinin halka dağıtılması padişaha zor gelir. Çünkü o, sahip olduğu güçle o malları elde ettiğine ve her istediğine bu mallar sayesinde ulaşabileceğine inanır.

Padişah öncelikle hazineyi kolay yollarla doldurmanın gayretindedir. Eğer bu mümkün olmazsa dinen sakıncası olmayan yollardan zor ve şiddet kullanarak bunu gerçekleştirmeye çalışır. Hatta çoğu zaman zorluklarına katlanarak dinin kabul etmediği yöntemleri bile kullanmaktan çekinmezler.

Eğer padişah, kararlılıkla adil yöntemini sürdürebilir ve bu suretle gerekli vergileri toplayabilir ve ilgili alanlara dağıtabilirse, o zaman arzulanan istikrarı sağlayabilir; bunun için şiddete başvurmak zorunda kalmaz. Böylece otoritesi de sağlamlaşmış olur. Böyle bir ortamda hiç kimse haktan sapmaz; batıl olana yönelmez. İşte bunu gerçekleştiren padişah en mutlu padişah, halkı en mutlu halktır. Bunu gerçekleştiremeyen ise ancak bedbaht kimselerdir.

Kendi ülkesinde ve yönetiminde istikrarı sağlamış bazı devlet başkanları, istikrarı sağlayamamış başka yöneticileri eleştirerek bana şöyle söyledi: “Giderimi gelirime göre ayarladım ve her gidere yeterli miktarda gelir buldum. Gelir ve giderleri kontrol etmek üzere güvenilir ve işinde uzman vekiller tayin ettim. Geliri giderinden az olanlara geliri kadar başkasından borç almalarına izin verdim. Bu şekilde sistemimi sağlamlaştırdıktan sonra kendimden ve sistemimden emin bir şekilde zevk ve eğlenceye daldım. Çünkü mal, yaşamdan zevk almak ve eğlenmek için vardır. Eğer bu sistemi kurmadan eğlence ile meşgul olsaydım, kınanır ve eleştirilirdim. Fakat benim yaptığım gibi sistemi sağlam bir şekilde kurduktan sonra eğlenenler eleştirilmemelidir. Eğer birileri eleştirilecekse, benim gibi yapmayanlar ancak eleştirilebilir”…

Madem mali düzenleme ve adil paylaşım bir görevdir, o halde bu görev iki yönde ele alınmalıdır.

Gelirlerin belirlenmesi: Gelirler iki şekilde belirlenebilir; ya dini metinlerin kesin bir şekilde belirlediği ve aşılmasının caiz olmadığı şer’i miktardır. Veya yetkililerin gerekli gördükleri miktardır. Eğer bu ikincisi yerleşik kurallara uygun olursa adaletli kabul edilir. Ancak bu miktar kat kat artırılır ve zorla tahsil edilmeye çalışılırsa, zulüm ve haksızlık olur.

Giderlerin belirlenmesi: Bu da ya zorunlu ya serbest harcamalardır. Ya da gelirlerin tahsilinde ortaya çıkan zorunlu giderlerdir. Gelir ve gider karşılaştığında şu üç durumdan biri ortaya çıkar.

Gelirin giderden fazla olması: Sağlıklı devlet ve doğru paylaşım ancak bu durumda sağlanabilir. Böyle bir durumda giderden artan gelirler, meydana gelebilecek felaket ve sıkıntılar için, yeni ortaya çıkabilecek olağanüstü durumlar için hazır halde tutulur. Böylece halk bu tür kötü durumlardan doğabilecek sonuçlara karşı kendisini güveni hisseder; askerlerin de kendilerine güvenleri artar. Padişah da ortaya çıkabilecek zor ve kötü şartlara karşı hazırlıklı olur ve meydana gelebilecek felaketlere karşı koyamaya gücü yeter. Çünkü devletin başına hiç beklenmedik felaketler gelebilir; hesapta olmayan olaylar zamanla ortaya çıkabilir.

Gelirin giderden az olması. Bu, sağlıklı olmayan zayıf ve güçlü devletin ta kendisidir. Çünkü böyle bir devlette sultan, sahip olduğu güç sayesinde dilediği şekilde hareket eder. Yapması gerekeni yapmaz; halktan hakkı olmayan şeyleri talep eder. Böylece ihtiyaçlarını karşılamak ve isteklerini gerçekleştirmek için yönetim kurallarından ve dinin emirlerinden uzaklaşır; kendisi ile beraber. Böyle bir durumda askerler yöneticilerin aleyhine çalışır, ihtiyaçlarının karşılanmasını talep ederek yöneticilere karşı çıkmaya başlarlar. Düzenleri bozulduğu için artık onları durdurmak ve isyandan vazgeçirmek çok zordur.

Ancak devlet başkanı bütün imkânlarını kullanır ve askerler de özveride bulunarak tasarruflu davranır ve yöneticilerine destek olurlarsa, durumun düzelmesi mümkündür. Aksi halde bozulmanın varacağı kötü son, devletin çökmesi ve yok olmasıdır.

Gelir ve giderin birbirine eşit olması: Bu durumda gelir ve gider birbirini karşılar; Biri diğerinden ne fazla ne de eksiktir. Barış dönemlerinde devletin gelir ve giderlerinin denk olması, istikrar ve huzuru sağlayabilir. Ancak olağanüstü dönemlerde ve felaket zamanlarında bunun istikrarı sağlaması mümkün değildir. Devlet böyle durumlarda çok fazla zarar görür. O halde bu tür durumlarda her iki dönemin kendine has sonuçları ortaya çıkar. Eğer kader, barış döneminin uzaması ile siyasal iktidara yardım ederse istikrar uzun sürer. Ama sıkıntı ve felaketler peş peşe gelirse, devletin halka yardım etmesi mümkün olmaz ve insanlar son derece sıkıntı çekerler.

Bu yüzden yöneticiler, felaket zamanları için hazırlık yapmalı, böyle zamanlarda halkını yardımsız bırakmamak için yoğun çaba harcamalı ve halkın desteğini kazanmak için adil bir yönetim ve paylaşımı mutlaka gerçekleştirmelidir…

Maliye Görevlileri

Halktan vergi toplayan, ülke hazinesini oluşturan, padişahla halk arasında bir aracı olarak koordinasyon görevi yapanlar, maliye memurlarıdır. Eğer bu memurlar devlet mallarında savurganlık yapmaz, çalışmalarında adil davranırlarsa, devlet hazinesinin geliri artar, ülke en iyi şekilde imar edilir. Şöyle bir söz nakledilmiştir: “Padişahların üstünlükleri ülkelerini imar etmekle ortaya çıkar.”

Eğer vergi toplayan memurlar, padişaha ihanet ederek, topladıkları vergileri kaçırır, halktan haksız bir şekilde zorla ve yüksek oranda vergi toplamaya kalkarlarsa, o zaman devlet hazinesinde para birikmez ve ülke zayıf düşer.

Padişaha destek verenler, gelirlerinin düşük olması nedeniyle mevcut desteklerini çekerler. İstihkakların az verilmesi nedeniyle askerler isyan etmeye başlar. Buna bağlı olarak padişahın, halkın ve ülkenin huzuru bozulur. Bazı siyaset bilimciler şöyle söylemişlerdir: “Devlet görevlilerinin haksızlık etmesi, devlet işlerini bilinmeyen karanlıklara götürür.”…

Mâliye memuru olarak kimselerde aranacak nitelikler şunlardır:

Adalet

Merhamet

Herkese eşit davranma

Deneyim

Yapıcı olma

Halktan toplanan vergileri korumada titiz olma

Devlet mallarında tasarruflu davranıp, savurganlık yapmama…

Maverdî, Devlet Yönetimi (Teshîlü’n-nazar ve ta’cîlü’z-zafer fî ahlâki’l-mâlik ve siyâseti’l-mülk), tr. Mehmet Ali Kara, İlke Yayıncılık, İstanbul, 2003, s. 44, 45, 46, 47, 73, 74, 75, 119, 120, 121, 122.

Çeviren: Abdurrahman Yazıcı – Reşadet Ahmadov

4. Vilayetlerin Gelirlerinin Hesabının Tutulmasına Dair: Nizâmülmülk

5. Vergi Politikası: el-Gazzalî

6. Hazine ve Maliye: el-Gazzalî

D.ZEKAT VE VERİLİŞİ

İslam iktisat siyaseti, çağdaş sermayeci ekonomik görüşün temelini oluşturan, güçlü olanın haklı olduğunu vurgulayan orman yasalarına karşıdır. Bununla birlikte o, bireysel mülkiyet hakkının engellenmesine de karşıdır. Her ne kadar kendi emeğiyle kazanmış olsa da bireyin servetinde toplumun payını ( Kuran 51:19) ifade eden bir kir (Kuran 9:103) vardır. İşte zekat bu kiri temizleyen bir uygulamadır. Dinler arasında, inanç esasları içerisinde zekat gibi sosyal adalet ilkesi kabul eden tek din İslam’dır.

1.Zekat : eş-Şafi

Tam adı Ebû Abdillâh Muhammed b. İdrîs b. Abbâs eş-Şâfiî (ö. 204/820)’dir. Şâfiî mezhebinin imamı olup sayılı müçtehitlerdendir. İmam Mâlik’e de öğrencilik yaparak ondan el-Muvatta’ı okumuş aynı zamanda daha sonra aralarında münazaralar olacak İmam Muhammed eş-Şeybânî’ye de öğrencilik yapmıştır. Şâfiî’nin görüşleri genel olarak ikiye ayrılmakta, Mısır’a gitmeden önceki görüşleri kavl-i kadîm veya mezheb-i kadîm olarak adlandırılırken Mısır’a gittikten sonraki görüşleri kavl-i cedîd veya mezheb-i cedîd olarak adlandırılmaktadır. İmam Şâfiî’nin düşüncesinde Peygamber (sav)’in sünnetinin özel yeri bulunmakta olup aynı zamanda sünneti vahyin ayrılmaz parçası olarak kabul etmektedir. Mezhebine ait usulü bizzat yazmasıyla diğer mezhep imamlarından ayrılan Şâfiî’nin bu tutumu sayesinde mezhep geniş bölgelere yayılmıştır. eş-Şâfiî’nin bize kadar intikal eden en önemli eserleri arasında sonraki fıkhi görüşüne göre (mezheb-i cedîd) yazılmış el-Üm, fıkıhtaki usulünü ortaya koyan er-Risâle ve eş-Şeybânî’ye reddiye niteliğinde kaleme alınmış er-Red ʿalâ Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî zikredilebilir.

Rabî b. Süleyman, Muhammed b. İdris eş-Şafiî’den şöyle nakletti: “Allah Teâlâ’nın: ’Halbuki onlar ancak şunu yapmakla emir olunmuşlardı. Allah’a şirk koşmayan hanifler olarak, dini Allah için hâlis kılarak yalnız Allah’a ibadet etsinler ve namazı dürüst kılsınlar ve zekâtı versinler ve odur doğru din’ (Kur’ân 98: 5) şeklinde buyurduğu gibi zekât vermeyi onlara farz kıldığını kullarına açıklamakta, sadece ona kulluk etmelerini, zekât vermelerini ve namaz kılmalarını istemektedir”.

Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Altını, gümüşü hazineye tıkıp da onu Allah yolunda sarf etmeyenler ise, işte onları acı verici bir azap ile müjdele. O gün ki bunların üzerine cehennem ateşi kızdırılacak da kendilerinin alınları, böğürleri, sırtları bunlarla dağlanacak, İşte sizin kendiniz için derleyip tıktıklarınız. Haydi, tadın bakalım ne biriktirip tıkıyorsunuz” (Kur’ân 9: 34–35). Yine Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Allah’ın fazlından kendilerine bahşettiği şeye cimrilik edenler, sakın onu kendilerine hayırlı sanmasınlar. Hayır! O, onlar için bir şerdir, yarın kıyamet günü o kıskandıkları mal boyunlarına dolandırılacak” (Kur’ân 3: 180). Allah Teâlâ bu iki ayette zekâtı farz kıldığını, vacip olduğu halde onu yerine getirmeyenleri cezalandıracağını açıkladı. Bu ayetlerde yine Allah Teâlâ zekât ve gümüşün de zekâta tabi olduğunu belirtti. “Allah yolunda infak etmiyorlar” (Kur’ân 9: 34) ayetiyle de Allah zekâtın Allah yolu gibi farz olarak verilmesi gereken yeri açıklamaktadır. Bir malın biriktirilmesiyle ilgili olarak ise, bir malın elde edilmesi caizse biriktirilmesi de caizdir. Peygamber (sav)’in sünneti de bu yöndedir. Ben bu konuda buna muhalif bir görüş de bilmiyorum…

Abdullah b. Mes’ûd’dan şöyle nakledildi: “Kim ki Allah kendisine mal mülk verir ve o kişi de zekâtını vermezse, kıyamet gününde zekâtı verilmeyen mal, sahibi için çok zehirli erkek bir yılan suretine konulur. Bu azgın yılan kıyamet gününde mal sahibinin boynuna gerdanlık yapılır. Allah, şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın kendilerine verdiğinde cimrilik edenler, sakın kendileri için bunun bir hayır olduğunu sanmasınlar. Bilakis bu, onlar için bir şerdir. Onların cimrilik ettikleri şey, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır” (Kur’ân 3: 180).

Ebû Hureyre’den şöyle nakledildi: “Kim ki, Allah kendisine mal verir de o malın zekâtını vermezse kıyamet gününde zekâtı verilmeyen mal sahibi için çok zehirli yılan suretine girer. Bu yılanın iki gözü üstünde iki nokta vardır. Bu azgın yılan ağzı ile sahibinin çenesini iki tarafından yakalayarak şöyle deri: ’Ben senin dünyada çok sevdiğin malınım; ben senin hazinenim’ der.”

Abdullah b. Ömer’den de şöyle nakledilmiştir: “Eğer biriktirilen mal, zekâtı veriliyorsa o biriktirilen mal (yasaklanan) kenz kapsamında değildir. Eğer biriktirilen maldan zekât verilmesi gerektiği halde ondan zekât verilmiyorsa o (yasaklanan) kenzdir”. Eğer bu mallar saklı ve gizli değilse, Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Onların mallarından, onları kendisiyle arındıracağın ve temizleyeceğin bir zekât al ve onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir. Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir” (Kur’ân 9: 103). Allah, bu ayette zekât verilmesi gereken malın alınmasını emretmiştir. Allah zekâtı tanımladığı ve vasıflandırdığı yerin dışında farklı yerlerde de zikretmektedir. Allah Teâlâ, zekâtın farz olarak alınması gerektiğini Kur’ân’da açıkladıktan sonra Peygamber (sav) yoluyla da hangi maldan ne kadar zekât verileceğini, hangi durumda zekât verilmeyeceğini, hangi mallardan verilmeyeceğini açıklamaktadır…

Ebû Sâîd el-Hudrî yoluyla Peygamber (sav)’den, beş devenin altına zekâtın farz olmadığı nakledildi… Peygamber (sav)’in sünnetinde beş devenin altında zekât olmadığı, beş deveye ise zekâtın farz olduğunu açıkladı. Abdullah b. Ömer’den şöyle nakledilmiştir: Bu kitap, Peygamber (sav)’in zekât vesikasıdır. Zekâtın farz olarak terettübüyle ilgili, yirmi dört ve daha aşağıdaki deve için vâcip olan zekât miktarı her beş deve için bir koyundur. Eğer deve miktarları bundan fazla olursa otuz beş âdete kadar bir binti mehâz (iki yaşına basan dişi deve), eğer binti mehâz bulunmazsa yerine ibnu lebûn (iki yaşına basan erkek deve) verilir, eğer bu sayıyı geçerse kırk beş adede kadar binti lebûn (üç yaşına basan dişi deve), eğer sayı bunu da geçerse altmışa kadar erkek devenin aşacağı dişi deve verilir. Altmıştan, yetmiş beş sayısına kadar da bir cez’a (beş yaşında bir deve), yetmiş bir adetten doksan bire kadar bir binti lebûn farz olur. Doksan birden yüz yirmiye kadar erkek devenin aşacağı iki hıkka (dördüne basan deve), deve sayısı yüz yirmiyi aşınca ise her kırk deve için bir binti lebûn (üç yaşına basan dişi deve) verilir. Koyunun zekâtına gelince sadece sâime (yılın yarısından fazlasını merada otlayarak geçiren) olanlardan alınır. Saime olan koyunların sayısı kırka ulaştı mı zekât farz olur ve yüz yirmi adede kadar bir koyun verilmesi gerekir. Yüz yirmi sayısından iki yüz sayısına kadar da iki koyunun zekât olarak verilmesi gerekir. İki yüzden üç yüz koyuna kadar da üç koyun kadar zekât düşer. Bundan sonrası için de her bir yüz koyun için bir koyun zekât verilmesi gerekir. Zekât olarak yaşlı olan kusurlu olan ve damızlık olarak bırakılan hayvan verilmez…

(…)

Sadaka farz ve gönüllü (sadaka) şeklinde ikiye ayrılır. Farz olarak verilen zekâtta, zekât vermekle mükellef kişi niyet etmemiş olursa zekâtı geçerli olmaz. Bir kişi dört yüz dirhem için beş dirhem zekât verse, bir kısmı veya tamamı için zekâta niyet etmiş olsa veya zekât farz olan kısmına niyet etmiş olsa bir kişinin zekâtı sahih olur. Çünkü zekât niyetinde bulunmuştur.

Beş dirhemi zekât olarak verir fakat herhangi bir zekât niyetinde bulunmazsa fakat beş dirhem sadaka verdikten sonra kendisine vacip olan zekât için niyette bulunmuş olsa bu kişinin zekâtı geçerli olmamış olur. Çünkü farz olan zekât için niyet etmemiştir.

Eğer bir kimsenin dört yüz dirhemi bulunuyor olsa ve dört yüz dirhem için bir dinar vermiş olsa –bir dinar da on dirhemdir– bu zekât olarak caiz olmaz. Çünkü kendisine vacip olanı vermemiş, başka bir cins maldan dinar olarak vermiştir. Bu vermiş olduğu gönüllü bağış anlamında sadaka olur…

Eş-Şâfii, Kitâbü’l-Üm = Mevsûatü’l-İmâm eş-Şafii, thk. Ali Muhammed, Adil Ahmed vd., Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, 2001/1422, C. II, s. 189-195, 231.

Çeviren: Abdurrahman Yazıcı – Reşadet Ahmadov

2.Kime ve Hangi Durumda Zekat Farzdır : İbn Hazm

Tam adı Ebû Muhammed Alî b. Ahmed b. Saîd b. Hazm el-Endelüsî el-Kurtubî (ö. 456/1064)’dir. Zahiri mezhebinin en büyük temsilcilerinden ve bu mezhebin günümüze ulaşmasında önemli yeri olan âlimlerdendir. Fakihliğinin yanında aynı zamanda usul âlimi, muhaddis, tarihçi, edip ve şair olarak bilinen çok yönlü birisidir. Kıyası tamamen reddeden, mezhebine uygun olarak lafızcılığa aşırı bağlı kalan İbn Hazm Dâvud ez-Zâhirî’den sonra Zahirilik mezhebini sistemleştiren âlim olarak kabul görmektedir. Müellifin başta fıkıh ve fıkıh usulü olmak üzere tarih, biyografi, kelam, felsefe, edebiyat alanıyla farklı konuları ele alan çok sayıda eseri olup bunlardan büyük kısmı günümüze gelmiştir. Bunlardan el-Muhallâ isimli eseri zahiri fıkhındaki en önemli eser niteliğindedir. Zahiri mezhebinin usûlüne dair yazdığı el-İhkâm fî usûli’l-ahkâm isimli eseriyle özet niteliğinde fıkıh usulü kitabı olan en-Nübzetü’l-kâfiye fî usûli ahkâmi’d-dîn bu sahada önemlidir. Üzerinde icma edilen konuları ele aldığı Merâtibü’l-icmâ ile es-Siyâse isimli eseri de fıkıh alanında kaleme aldığı günümüze ulaşan önemli eserlerindendir.

Mesele: Zekât, Müslümanlardan hür erkeklere ve hür kadınlara, kölelere, cariyelere, küçük ve büyüklere, akıllı ve delillere farzdır. Gayrimüslimlerden zekât alınmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Namazı kılın ve zekâtı verin!” (Kur’ân 2: 110). Bu Allah Teâlâ’nın iman edenlerden kadın erkek, köle, hür, baliğ ve akıl sahibi herkese hitabıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Mallarından sadaka al; böylece onları arındırmış ve temizlemiş olursun” (Kur’ân 9:103). Bu ise, küçük büyük, akıllı ve deli, hür veya köle herkese hitap eder. Çünkü imam edenlerin tamamı Allah’ın temizlemesine ve arındırmasına muhtaçtırlar… İbn Abbâs’tan şöyle nakledildi: Peygamber (sav) Muâz’ı Yemen’e gönderince ona şöyle dedi: “Onları, Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim elçi olduğuma şehâdete çağır. Eğer onlar buna itâat ederlerse onlara Allah’ın her günün gündüz ve gecesinde beş vakit namazı farz kıldığını bildir. Eğer onlar bunu da kabul ederlerse Allah’ın onların zenginlerinin mallarından alınacak ve fakirlere verilecek zekâtı farz kıldığını bildir.” Bu tüm Müslüman zenginlere hitap etmektedir. Eğer zenginlerse bunun içine küçük, büyük, deli, erkek köle, cariye hepsi dâhil olur. Bunda ihtilaf edilmiştir. Ebû Hanîfe ve Şâfiî, kölenin malının zekâtının efendinin sorumluluğunda olduğunu, çünkü kölenin malının efendisinin olduğunu, onun kendi malı bulunmadığını söylemektedirler. Fakat bu iki görüş sahibi de kölenin malından zekâtın verilmesi gerektiğini kabul etmektedirler. Onlarla bizim aramızdaki ihtilaf konusu, “köle mal sahibi olabilir mi? Ya da olamaz mı?” noktasındadır. Neticede onlar da kölenin malına zekâtın gerektiğinde bizimle ittifak halindedirler. Mâlik ise, “kölenin malından köleye de efendisine de zekât gerekmez” demiştir. Bu gerçekten fasit bir görüştür. Kur’ân ve sünnete aykırıdır. Onların bu konuda hüccetlerinin bulunduğunu da bilmiyorum…

İbn Hazm, el-Muhallâ, thk. Muhammed Münir Dımaşki, İdâretü’t-Tıbaati’l-Müniriyye, Kahire, 1932/1351, V, s. 201, 202.

Çeviren: Abdurrahman Yazıcı – Reşadet Ahmadov

3.Zekatın Şartları : el-Muhakkık el-Hilli

Tam adı, Ebü’l-Kâsım Necmüddîn Ca’fer b. el-Hasen b. Ebî Zekeriyyâ Yahyâ el-Muhakkık el-Hillî el-Hüzelî (ö. 676/1277)’dir. el-Hillî, kendisine kadar intikal eden Şii fıkhi geleneğini derleyip toparlayıp sistematik hale getirmesiyle kendisinden önce yaşamış Şeyh Müfid, Şeyh Tûsî gibi Şii fakihlerinden farklı bir çizgi oluşturmuştur. Kendisinden önceki Şii âlimlerinin eksik bıraktıkları noktaları tamamlaması sebebiyle de el-Muhakkık lakabıyla anılmaya başlanmasının yanında Şii fıkhında tartışma konusu olan zekât ve humusun toplanması, Mehdi’nin bulunmadığı gaybet döneminde Cuma namazının kılınıp kılınmayacağı gibi konularda seleflerinden farklı görüşler ileri sürmüştür. Müellifin fıkıh alanında kaleme aldığı, üzerine çok sayıda şerh, haşiye yapılan önemli eserleri bulunmaktadır. Bunlardan en önemlileri İmâmiyye mezhebinin temel fıkıh metinlerinden kabul edilen, başvuru kaynağı ve medreselerde ders kitabı niteliğinde olan Şerâ’i’u’l-İslâm fî mesâ’ili’l-helâl ve’l-harâm isimli eseridir. Müellifin eseri üzerine yaptığı özet niteliğinde en-Nâfi fî Muhtasari’ş-Şerâî, Ebû Ca’fer etTûsî’nin en-Nihâye’sini şerhettiği Nüketü’n-nihâye, dokuz fıkıh meselesini ele aldığı el-Mesâilü’l-İzziyye gibi eserleri de bulunmaktadır.

Zekât baliğ olana, akıllıya, hüre, mal sahibi zengine farzdır. Eğer malı işletiliyorsa çocuğun malından zekât verilmesi de müstehaptır. Fakat malını işletecek velisi bulunmuyor veya malı işletilmiyorsa zekât gerekmez…

Köleye de zekât gerekmez, onun malında zekât yoktur. Sadece para ve altın gibi parası varsa gerekir. İsterse kendisi malını yönetebilen mükâtib (efendisiyle sözleşme yapmış) köle olsun isterse velisi malını yönetiyor olsun…

Gasbedilmiş mala zekât verilmesi gerekmediği gibi, vakıf malından, kaybolan hayvan ve maldan da zekât gerekmez. Kaybolan mal da eğer sahibinin veya vekilinin elinde değilse zekât gerekmez. Kaybolan mal ve hayvan belirli süre sonra gelirse kaybolduğu seneler için de zekât verilmesi müstehaptır. Verilen borca da sahibine borç ödenene kadar da zekât gerekmez…

Aslen kâfire de zekât vermek farzdır fakat iman etmesi şart olduğundan zekâtın edası için şart oluşmadığından gerekmez.

el-Muhakkık el-Hillî, Şerâ’i’u’l-İslâm fî mesâ’ili’l-helâl ve’l-harâm, talik. es-Seyyid Sâdek eş-Şîrâzî, 2. bs., İntişârât, Kum, 1409, s. 105, 106, 107, 108, 163, 164, 165.

Çeviren: Abdurrahman Yazıcı – Reşadet Ahmadov

E. İSLAM İKTİSADINDA TİCARİ İLİŞKİLERİN ESASLARI

Birçok Kur’ân ayetinde zikredildiği üzere İslam’daki iman sistemi, esas itibariyle bir alışveriş sözleşmesi olarak yorumlanmıştır. İslam’da iktisadı, iman sistemine bağlayan en güçlü bağlardan birisi budur. Dolayısıyla İslam, ticari ilişkilerin nasıl adaletli olabileceğine ilişkin ilkeleri belirlemiştir. Bu ilkeler doğrultusunda İslam bilginleri emek-sermaye ilişkisinin, sözleşmenin ilkelerinin, satış, takas ve kiralama ilkelerinin, vakıf, hibe ve ikta esaslarının nasıl olması gerektiğini belirlemişler, özellikle emek-sermaye ilişkisinde ortaya çıkan ve İslam’ın açıkça yasakladığı faizin durumunu değerlendirmişlerdir. Bu bölümde yukarıda belirtilen hususlarla ilgili İslam bilginlerinin çeşitli görüşlerine yer verilmiştir.

    1. Emek-Sermaye Ortaklığı (Mudârebe): es-Serahsî

    2. Ticaretin İlkeleri ve Ticari Sözleşmeyi (Muahede) Bozan Hususlar: el-Gazzalî

    3. Satış ve Satış Akdi: el-Merginanî

    4. Satış ve Çeşitleri: İbn Rüşd

    5. Takas: et-Tahavî

    6. Selem Akdi: et-Taberî

Tam ismi, Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr et-Taberî olan bu âlim, 224/838 tarihinde Taberistan’ın Âmul şehrinde dünyaya gelmiş, ilk tahsilini de burada yapmıştı. Yedi yaşında hafız olmuş, dokuz yaşından itibaren hadis ezberlemeye başlamıştı. İlim tahsili için Rey, Basra, Kûfe, Medine, Suriye ve Mısır gibi şehir ve ülkeleri dolaştıktan sonra, hilâfet merkezi olan Bağdad’a yerleşmişti. Zamanının çok değerli âlimlerinden ders alan et-Taberî, birtakım mezhep mensuplarınca Râfîzîlik’le itham edilmişti. Fıkıhta önceleri Şafîi mezhebine mensup iken, sonradan mutlak müctehidlik mertebesine ulaşmıştır. Kaynaklar onun, Ceririyye adında sonraları ortadan kalkmış olan bir mezhebin imamı olduğunu kaydeder. Hayatını ilme adamış bu değerli âlim, 310/923 yılında Bağdat’da vefat etmişti. Hayatı boyunca Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, Letâifu’l-Kavl fi Ahkâmi Şerâii’l-İslâm, Kitâbu’l-Kırâât ve Tenzîlu’l-Kur’an, Kitâbu Şerhi’s-Sünne ve Kitâbu Âdâbi’l-Kudât gibi değişik konuları ihtiva eden eserler telif etmiştir. Onun İhtilâfu’l-Fukahâ isimli eserinde ise bazı fıkhi konularda fukahanın ihtilafa düştükleri konular ele alınmaktadır. İslam iktisat ilkelerinden birisi, olmayan malın satışının da yapılamamasıdır. Ancak bir malın meydana gelmesi hususunda satış sözleşmesinin tarafları anlaşırlarsa, parası peşin malın veresiye olduğu bu satış sözleşmesine selem adı verilir.

İmam Mâlik, İmam Evzâi, es-Sevrî, İmam Şafiî, Ebû Hanife ve dostları, Ebû Sevr, mevsufun satışında bir beis görmemişlerdir. Saîd b. el-Müseyyeb, selemin, herhangi bir eşya konusunda caiz olmayacağını söylemiştir… İnsanlar Saîd b. el-Müseyyeb’in bu toplam on görüşüne muhalefet etmekteydiler. (Onlardan biri de) selemin herhangi bir eşyada caiz olamayacağı konusundaki görüşüdür. Fakat Saîd’den (kendisine atfedilen bu görüşün) zıddı olan bir rivayet nakledilmektedir ki burada, elbisede belirtilmiş ölçü olursa bir beis bulunmamaktadır, demektedir.

Seleme cevaz verenler, İbn Abbas tarikiyle gelen bu rivayeti delil getirmektedirler: “Resûlullah (s.a.s.) Medine’ye geldiğinde Medineliler meyveyi, bir sene, iki sene ve üç sene önceden satarlardı. Bu durum üzerine Resûlullah, (selemin kapsamını sınırlayarak); Her kim selem yaparsa, ölçüsünü ve vadesini belirtsin, buyurmuştu…

(Bu konuda) Abdullah b. Ebî Efvâ’dan şöyle nakledilmektedir: “Biz, buğday, arpa ve hurma konusunda bir vade belirterek Şam ekinlerine selem uygulardık…”

Sâid b. el-Müseyyeb’in bu konudaki delili Resûlüllah’ın (s.a.s.), “Olmayan bir malın satışı helal olmaz” buyurduğu rivayettir…

Seleme cevaz verenler icma ile şunu söylemektedirler ki, selem, ancak sıfatı belirtilmiş bir şeyde olabilir. Fakat fiyatının belirtilmemesi konusunda ihtilaf edilmektedir. Mâlik’in görüşüne göre selem, mutlaka belirtilmiş bir şeyde olmalıdır…

es-Sevrî ve İmam Şafiî de selemin mutlaka belirtilmiş şeyde olması görüşündedirler…

Ebû Yusuf da, selemin caiz olduğunu söylemiş, hatta kıymeti belirtilmese dahi bunun mümkün olduğunu belirtmiştir. Bu konuda o, Müslümanların yiyecek veya hurma satışında olduğu gibi kıymeti belirtilmeyen mallarda satışın caizliğine icma ettiklerini delil getirmiş, hem yiyeceğin hem de hurmanın ölçü ve tartıyla satılmadığını, aynı şekilde fiyatının da belirtilmese dahi selem yapılabileceğinin caiz olduğunu ifade etmiştir…

Selem yapılmış mekânın belirtilmemesi konusunda da ihtilaf edilmiştir. İmam Evzaî’ye, belirli bir vasfa ve ölçüye sahip yiyeceğin vadesi de belirtilmişse, fakat ifa edildiği mekân belirtilmemişse durumun ne olacağı sorulmuş, o da, bu uygulamanın mekruh olacağını söylemiştir…

es-Sevrî, herhangi bir yiyecek konusunda selem yapılırsa, kendisine ödenecek mekânın belirtilmesi gerektiğini söylemiştir.

İmam Şafiî de, (Selem yaparken) Bana, (parası) ödenecek mekânın şart koşmam en çok sevdiğim(yöntem)dir, demiştir.

Ebû Yusuf ve Ebû Sevr, (selem konusunda) mekân şartı koşulmuşsa, tamamdır. Eğer mekân şart koşulmamışsa, o zaman ödenecek yer ya kişinin evi ya da dükkânıdır…

(Âlimler) selemin fiyatının ödenmesini, selemi yapan iki tarafın satışı gerçekleştirdikleri meclislerinde vuku’ bulmadıkça, bunun caiz olmadığını icma ile kabul etmektedirler…

Her ikisi veya sadece biri belirtilmiş İki eşya konusunda fiyat olarak iki değişik vaade belirtilmiş olan selem yapılması hakkında da ihtilaflar bulunmaktadır. Bu konuda İmam Mâlik’e, birisi diğerinden kırk dinar karşılığında yaş hurma satın almış, her Cuma gününde iki, üç veya daha çok dinar karşılığına denk gelecek miktarda, ta ki bahsedilen (kırk dinar) değerinde bahçesindeki hurmadan alacağını şart koşmuşsa, bunun durumunun ne olduğu sorulmuş, o da, bu satışın bir hayrı olmadığını, zira bu selem akdinin bir vadesi belirtilmediğini söylemiştir. Aynı şekilde ne kadar (hurma) alınacağı da belirtilmemiştir. Bunun caiz olabilmesi için alacağı şeyin bilinen (miktarda) olması gerekirdi. Aynı şekilde et ve pazarlarda satılan diğer yiyecekler de bunun gibidir…

Selemin yiyeceklerin dışındaki şeylerde olması durumunda da ihtilaf edilmiştir. İmam Mâlik, un, ehil hayvanlar veya araziler konusunda selem yapıldığında, belirli bir vade tayin edilmişse bunun helal olduğunu söylemiş, müşterinin daha önceden şart koşulan fiyattan daha fazlasını ödemediğinden bunun böyle olduğunu, aksi durumda ribaya gireceğini belirtmiştir…

Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, İhtilafu’l-Fukaha, Beyrut, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, s. 93, 94, 95, 96, 97, 98, 99, 100, 101, 115.

Çeviren: Abdurrahman Yazıcı – Reşadet Ahmadov

    7. Kiralama ve Ortaklık: Ebû Yusuf

Hz. Peygamber’in ashabından Sa’d b. Habta’nın soyundan ve İmam Ebû Hanîfe’nin seçkin talebelerinden olan Ebû Yusuf, 113/731 tarihinde Kufe’de dünyaya gelmiş, Ebû İshak eş-Şeybanî, Süleyman et-Temimî, el-A’meş, Hişam b. Urve gibi fakihlerden ders almış, Atâ b. es-Sâib, Muhammed b. İshak b. Yesâr ve Leys b. Sa’d gibi meşhur muhaddislerden hadis tahsil etmiştir. Yaklaşık on altı sene bir süre için İmam Ebû Hanîfe’den fıkıh dersleri görmüştür. Onun vefatı üzerine Bağdat’a gelmiş, burada ilmi ve siyasi otoritenin dikkatini çekmiş, bunun sonucunda kadı olarak tayin edilmiştir. İslam’da ilk defa Kâdı’l-Kudât unvanının sahibi olan Ebû Yusuf, kadılık mesleğini uzun süre devam ettirmiş, 182/798 tarihinde vefat etmiştir. Emâli fi’l-Fıkh, Kitâbu’l-Büyu’, Kitâbu’z-Zekât, Kitâbu’l-Ferâ’iz, Kitâbu’s-Salât ve Kitâbu’s-Savm gibi çoğu fıkıh sahasına dair eserler telif eden Ebû Yusuf’un özellikle de Kitâbu’l-Harâc eseri önemli kaynaklardan addedilmektedir.

Ariyet

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

Yarı Yarıya Ortaklık

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

Araziyi İcarlamak

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

Üçte Bir Veya Dörtte Birle Ortaklık

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

Sadece Emek Mukabili Ortaklık

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

Değirmen, Ev ve Gemilerin Ortağa Verilmesi

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

Kanal, Ark, Kuyu Ve Nehirler Ve Sulardan Hisse Almanın Hükümleri

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

Meralar Ve Çayırlarla İlgili Hükümler

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

    8. Vakıf ve Hibe

İslam’da zekât, dinin beş esasından birisidir; sadaka ise isteğe bağlıdır. İslam dininin sosyal adalet siyaseti, İslam tarihinde çok geçmeden sosyal adalet ve dayanışma vazifesi gören vakıf kurumunu meydana getirmiştir. Vakıf kurumunun gelişmişliği ile İslam toplumlarının sağlamlığı doğrudan ilişkilidir; çünkü iktisadi krizler, sosyal adalet ve dayanışma mekanizmasını geliştirememiş ülkelerde sosyal patlamalara ve siyasi krizlere neden olur. İslam’daki sosyal adalet ve yardımlaşma mekanizması sonraları o kadar gelişmiştir ki sadece insanlara yönelik değil, göçmen kuşların ve diğer hayvanların bakımı ve beslenmesine adanmış vakıflar kurulmuştur.

Hibe: Sahnûn

Tam adı Ebû Saîd Abüdesselâm b. Saîd b. Habîb et-Tenûhî (ö. 240/854)’dir. Maliki mezhebinin oluşum ve gelişim sürecinde önemli katkısı olan Maliki fakihlerindendir. Sahnun özellikle Maliki mezhebinin Afrika’da yayılmasında etkili olmuştur. Müellifin en önemli ve günümüze ulaşan eseri el-Müdevvenetü’l-kübrâ’dır. Bu eser gerçekte Mâlik ve Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’nin öğrencilerinden Esed b. Furât’a âit Esediyye olarak meşhur eserin fıkıh konularına göre düzenlenmesi ve üzerinde çalışılması neticesinde ortaya çıkmıştır. Sahnun’un şöhretiyle birlikte bu eser de Kuzey Afrika ve Endülüs bölgesinde hızla yayılmış, kendisi üzerine çok sayıda şerh, haşiye ve muhtasar yazılmıştır. el-Müdevvene’ye yapılan şerhlerden Berâziî’nin et-Tehzîb’inin el-Müdevvene’nin meşhur olması sebebiyle bu eserden ayırt etmek maksadıyla Sahnun’un eseri el-Müdevvenetü’l-kübrâ olarak anılmaya başlanmıştır.

“Adamın birisi küçük çocuğunun malından hibe yaparsa, bu Mâlik’e göre câiz olur mu?” diye sordum. O da, “Hayır, caiz olmaz” dedi. ’Baba hibe etmiş ve bu hibe edilen şey telef olmuşsa Mâlik’e göre babanın bunu tazmin etmesi gerekir mi?” diye sordum. O da, “Evet, tazmin etmesi gerekir” dedi.

Adamın, Evinin Yarasını ya da Kölesinin Yarısını Hibe etmesi: “Eğer adamın birisi, kendisiyle bir başkası arasında ortak veya henüz daha taksim edilmemiş evi hibe ederse, bu şekilde yapılan hibe Mâlik’e göre caiz midir?, caiz değil midir?” diye sordum. O da, “Mâlik, mülk taksim edilmemiş olsa da hibe caizdir” diye cevap verdi. Ben de, “Kendisine hibe edilen ya da sadaka verilen kişi bu malı nasıl ele geçirecek?” diye sordum. O da, “Hibe edenin yerine geçer, onun yerine geçerek diğerlerini hakkını almak için engelleyebilir, men edebilir. Bu yapılan hibeyi veya sadakayı elde etmesidir” dedi. “Aynı şekilde taksim edilemeyen bir kölenin hibe veya sadaka verilmesi de Mâlik’e göre caiz midir?” diye sordum. O da, “Evet caizdir. O’nun elde edilmesi de yukarıda evin elde edilmesi gibidir” dedi. “Bu Mâlik’in görüşü müdür?” diye sordum. O da, “Evet, eğer hibe edilen şeyi sahibi değil de kendisi alırsa bu şekilde hibe elde edilmiş olur” dedi.

Bir Adamın Bir Evde veya Duvardaki Ne kadar Olduğunu Bilmediği Payını Hibe Etmesi: “Adamın birisi, bir evde sahip olduğu mülkiyeti hibe etse fakat bu mülkiyetin miktarını bilmese bu caiz olur mu olmaz mı?” diye sordum. O da, “İlki doğrudur. Yani caiz olur” dedi. “Mâlik’e göre aynı şekilde bir duvardan bir hisseyi hibe etse bu caiz olur mu?” dedim. O da, “Evet, caizdir” dedi…

Bir Adamın Yaptığı Hibeyi, Kendisine Hibe Edilenin Eline Geçmeden Ölmesi: “Eğer adamın birisi benim köleme bir ev hibe ederse ve kölem de ölürse, Mâlik’in kavline göre ben bu hibeyi alabilir miyim?” diye sordum. O da, “Bu konuda Mâlik’ten bir şey duymadım. Senin bu hibeyi alacağını düşünüyorum. Malik şöyle dedi: Eğer bir kimse bir başkasına hibede bulunursa, kendisine hibe edilen kimse de hibeyi almadan önce ölürse mirasçıları onun yerine geçerek yapılan hibeyi alırlar. Hibe edenin bunu engelleme hakkı bulunmamaktadır. Aynı şekilde bir kölenin efendisi de bana göre böyledir” dedi.

Müslüman’ın Zimmîye, Zimmînin Müslüman’a veya Zimmînin Zimmîye Hibe Etmesi: “Bir Müslüman, bir müşrike hibede bulunursa bu hibenin geçerliliği Müslüman’a yapılan hibe gibi midir?” dedim. “Evet” dedi. “Eğer bir zimmî bir Müslüman’a hibe etse, daha sonra Müslüman bu hibeyi kabzetmeye çalışsa fakat zimmî hibe ettiği kişinin kabzetmesine mâni olsa, bu durumda Malik’in görüşü hangi yöndedir?” dedim. O da, “Eğer Müslüman ile zımmî arasındaki hüküm bulundukları yer açısından ehl-i İslâm ise, bu durumda İslam ehline uygun hükmün uygulanması gerekir. Ve bu konuda def’î geçerli olur” dedi…

“Eğer adamın birisi henüz daha koyunun üstünde olan yünleri ya da hayvanın sağılmamış sütlerini ya da henüz daha ağaçta bulunan meyveleri hibe etse, bu hibe Malik’e göre caiz midir?” diye sordum. O da, “bunların tamamı Malik’e göre caizdir” dedi. Bir adamın koyunun karnındaki ya da cariyenin rahmindekini hibe etmesi:

“Bir adama, koyunumun karnındaki, ya da cariyemin rahmindekini hibe etsem, bu Malik’e göre caiz midir?” diye sordum. O da, “Evet, caizdir” dedi…

“Eğer adamın birisi arazisini başka birisine hibe ederse, bu hibe edilen arazinin kabzı nasıl olur?” diye sordum. O da, “Mâlik’e göre o şeyden yararlanması / elde etmesidir” dedi…

Bir adamın başka bir adama olan borcunu başka birine hibe etmesi: “Bir adama olan borcumu bir adama hibe etsem, bunun kabzı nasıl olur?” diye sordum. O da, “Eğer, kabul ettim denirse, bu kabzedilmiş olur. Eğer kabul ettim denirse, borç sakıt olmuş olur” dedi…

Adamın birisinin yanında bulunana ve yanında olmayana hibe etmesi: “Eğer arazimi iki yabancı adama hibe etsem, bu adamlardan birisi yanımda bulunuyor. Diğeri ise bu esnada yanımda bulunmasa, yanımda bulunan yapılan hibenin tamamını kabzetse, yanımda bulunanın yaptığı kabz, yanımda bulunmayanın yaptığı kabz yerine de geçer mi? Yanımda olmayan kişi diğerini kabz için yerine bırakmadı ve hibe yapıldığını da bilmiyor” diye sordum. “Hazır olanın yaptığı kabz, orada bulunmayanın yerine de kabz sayılır. Orada bulunmayan kişi ister hibe yapıldığını bilsin, isterse bilmesin fark etmez” dedi…

“Adamın birisi bir elbise hibe etse, belirli şartlar koşsa veya fakat kendisine hibe edilen bunun hibe edilenden az veya eksik olduğunu görse ne olur?” diye sordum. O da, “Eğer kendisine hibe edilen buna razı olursa alır. Fakat razı olmazsa kendisine hibe edileni alır” dedi. “Eğer kendisine hibe edilen kimseye hibesi verilmiş fakat o buna razı olmuyor, daha az olduğunu iddia ediyorsa fakat hibesi olduğu gibi kendisindeyse bu durumda ne gerekir?” dedim. O da, “Eğer verilen hibenin kendisi veya daha fazlası hibe edilene verilmişse bu durumda hibe edenin bundan başka yapacağı bir şey yoktur” dedi…

Sahnûn, el-Müdevvenetü’l-kübrâ, Dâru Sadır, Beyrut, 1905, C. VI, s. 118, 119, 122, 123, 124, 126, 140, 142.

Çeviren: Abdurrahman Yazıcı – Reşadet Ahmadov

Vakıf, Hediye ve Hibe: el- Hırakî

Kim akıl ve bedenen sıhhatli olduğu bir döneminde bir topluluğa, çocuklarına ve kendisinden sonra gelenlere, daha sonra da miskinlerin istifade etmesi şartıyla vakıfta bulunursa bu kişinin bu vakfettiği maldaki mülkiyeti biter. O vakfettiği şeylerin menfaatlerinden herhangi bir şeyi geri alması caiz olmaz. Eğer vakfederken ondan yiyebilmeyi şart koşmuşsa sadece şart koştuğu kadar ondan alabilir ve yiyebilir. Vakfedilen şeyden kalan ise oğlunun erkek çocuklarıyla kız çocukları (müellif çocukların bulunmadığı durumu kastediyor) arasında eşit olarak paylaştırılır. Eğer vakfeden kimse bir kısmına daha fazla almaları şeklinde vakıfta bulunmuşsa bu durumda alabilirler. Eğer onlardan hiç kimse kalmazsa bu durumda vakıf miskinlere intikal eder. Eğer onun kalanını miskinlere has kılmadıysa ve kendilerine vakıf yapılan miskinler de kalmazsa bu durumda vâkıfın mirasçılarına tekrar geri döner. Bu (Ahmed b. Hanbel’den nakledilen) bir rivayettir. Bir başka rivayete göre de, vâkıfın en yakın asabesine verileceği şeklindedir.

Eğer bir kişi ölüm hastalığına yakalandığı esnada vakıfta bulunursa veya öldükten sonra malım vakıftır derse, bu kişinin malından sadece üçte biri vakıf olarak kabul edilir. Fakat mirasçıları bu konuda izin verirlerse malın diğer kısmı da vakıf olarak geçerli olur.

Eğer vakıf harap olur zarar görürse ondan bir şey vakfeden kimseye geri dönmez. Bu harap olan şeyler satılır ve bunların bedeli ilk vakıfta olduğu gibi tekrar vakıf ehline vakfedilir. Vakfedilen bir atın durumu da böyledir. Savaş için gidemeyecek durumda olduğu için satılır, bedeliyle yeni at alınır…

(…)

Hibe eden kimse çocukları arasında birine diğerinden fazla verirse Peygamber (sav)’in yaptığı gibi bu durumda ona diğerine de aynısını vermesi emredilir. Eğer diğerine de aynı şekilde eşit vermeden önce ölürse sağlığında iken nasıl hibe etmişse o şekilde sabit olur. Hibe eden kimsenin yaptığı hibeden dönmesi helal değildir. Hediye eden kimsenin de yaptığı hediyeden geri dönmesi caiz olmaz…

Eğer bu evim hayatta olduğun sürece veya hayatta olduğun sürece senindir derse, o ev o kişiye ait olur. Ölümden sonra ise mirasçılarına intikal eder.

Hırakî, Muhtasarü’l-Hırakî alâ mezhebi’l-İmâm Ahmed b. Hanbel, thk. Muhammed Zuheyr eş-Şâvîş, 1. bs., Dârü’s-Selâm, Dımaşk, t.y., s. 15, 16, 107-109.

Çeviren: Abdurrahman Yazıcı – Reşadet Ahmadov

    9. İkta ve Fey

Sözlükte “kesmek”, “ayırmak” anlamlarına gelen Arapça qaṭ’ kelimesinden türetilmiş ikta terimi kamuya ait taşınmazların ve doğal kaynakların mülkiyet ve/veya işletme haklarının birisine verilmesidir. Fey ise Gayri Müslimlerden alınan çeşitli vergilerin genel adıdır.

Temîm ed-Dârî ve Ailesine Yapılan İkta

Hz. Peygamber çoğunlukla insanların kalplerini İslam’a ısındırmak ve bir kısım toprakları daha verimli hale getirmek amacıyla özellikle 9 (631) yılından itibaren birçok kişiye iktalar vermiştir. Filistin bölgesinde bir köyde doğan Temîm ed-Dârî’ye ve kabilesine henüz fethedilmeden önce bu köy Hz. Peygamber tarafından ikta olarak verilmiştir. Bu konudaki belge şöyledir:

“Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu, Resûlullah’ın Temîm b. Evs ed-Dârî’ye verdiği iktâ yazısıdır. Habrûn ve Beyt-i Aynûn köyleri ile birlikte dağları, suyu, bitkileri, sığırları ve köleleri onun ve onun soyundan gelenlerindir. Bu konuda hiç kimse onlara müdahale etmeyecek, hiç kimse haksızlık yaparak bu topraklara girmeyecektir. Kim haksızlık yapar ve onlardan herhangi bir şey alırsa Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerine olsun.”

İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, nşr. İhsan Abbas, I-IX, Beyrut 1388/1968, I, 343–344; Hamidullah, el-Vesâik, s. 129–133.

Çeviren: Abdülkerim Özaydın – Casım Avcı

Fey ve Tahsisi: Ebû Ubeyd

İslâm dünyasının yetiştirdiği büyük âlim ve müçtehitlerden sayılan Ebû Ubeyd Kâsım b. Sellâm Fıkıh, Tefsir ve Edebiyat sahalarında da şöhret bulmuştur. Rum asıllı bir kölenin oğlu olan Ebû Ubeyd, 154/770 tarihinde Herat’ta dünyaya gelmiş, sonradan Irak’a göç etmiştir. Tarsus’ta uzun seneler kadılık yapan Ebû Ubeyd, 224/839 tarihinde Mekke veya Medine’de vefat etmiştir. Eğitimini, Ömer b. Müsennâ, Kisaî, Ferrâ, Ebû Zeyd el-Ensarî el-Asmaî gibi dönemin meşhur âlimlerinden almıştı. Aynı zamanda hadis sahasında da adından söz ettirmiş, İsmail b. Cafer, Kadı Şureyk ve Huşeym gibi muhaddislerden hadis almış, kendisinden de Darimî, Hâris b. Usâme ve Muhammed b. Yahya et-Tirmizî gibi hadis âlimleri istifade etmişlerdir. Ahmed b. Hanbel ise onu hadis sahasında “Üstad” olarak kabul etmiştir. Bu değerli âlim hayatı boyunca birçok eser telif etmiştir. Bunların içinde en-Nâsih ve’l-Mensûh, bir lugat kitabı olan Garibu’l-Musannaf ve el-Emvâl eserleri dikkat çekmektedir.

Kuvvet Yoluyla Fethedilen Toprakların Fey ve Ganimet Hükmüne Tabi Olması

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

Zimmilerin Yükümlülükleri

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

Fey’in Taksimi

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

Fey’den Tahsisat Verilmesi

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

    10. Faiz

Faiz, İslam’da sosyal adaleti alt-üst eden bir kötülük olarak görülmüştür ve her şeyden önce İslam iktisat siyasetinde evrensel bir ilke olarak kabul edilen emek-değer dengesine aykırıdır. Günümüz İslam iktisadı çalışmalarında faiz, para ve malın değerini doğrudan etkileyen enflasyon, devalüasyon, arz-talep dengesi, merkez bankasının görevi gibi nedenlerden dolayı en çok tartışılan hususlardan birisidir; çünkü bu sayılan nedenler paranın veya malın değerini doğrudan etkilemektedir.

Faiz, Para ve Mübadele: el-Mevsılî

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

Dârü’l-Harpte Faiz Alıp Verme: İbn Kudame

İslam hukukunda Müslümanlar, İslam’ın evrensel ahlak-siyaset-iktisat ilkelerinin kabul edildiği İslami bir yönetim altında, yani “Dârü’l-İslam”da yaşıyorlarsa bazı dini görev ve sorumluluklarını yerine getirmemek için hiçbir mazeret kalmaz. Ancak İslami olmayan bir yönetim altında, yani “Dârü’l-Harp”te yaşıyorlarsa bu durumda bazı görev ve sorumluluklarını yerine getirmeyebilirler. İşte tartışma konusu olan hususlardan birisi de “Dârü’l-İslam”da olduğu gibi Dârü’l-Harp’te faizin haram oluşunun devam edip etmediğidir.

Ebû Muhammed Muvaffakuddîn Abdullah b. Ahmed b. Muhammed b. Kudâme el-Cemmâîlî el-Makdîsî (ö. 620/1223), Hanbelî mezhebinin önde gelen fakih ve usulcülerindendir. Müellif fıkıh, kelam, hadis, hilaf, ferâiz, ensâb, Arap dili ve edebiyatı, hesap ve astronomi gibi dallarda otoriteliğinin yanında özellikle kelam ve fıkıh sahalarında verdiği eserlerle meşhur olmuştur. İbn Kudâme Hanbelî mezhebine mensup olmakla birlikte zaman zaman eserlerinde mezhebin genel görüşünün dışına çıkmıştır. Müellifin en önemli eseri Ebü’l-Kâsım el-Hırakî’nin Hanbelî fıkhında kâleme aldığı el-Muhtasar üzerine yaptığı el-Muğnî isimli şerhidir. Müellif bu eserinde Hanbelî mezhebindeki farklı görüşlerle tercih edilen mezhebin genel görüşüne yer vermiş aynı zamanda sahabe ve tâbiîn kavillerine, mezheplerin farklı görüşlerine delilleriyle yer vermiştir. Müellifin ders kitabı niteliğinde olan bir eseri de el-ʿUmde fi’l-fıkhi’l-Hanbelî olup eserde mezhepteki genel görüşleri zikredilerek, ayrıntıya yer verilmemiştir. Müellifin ders kitabı niteliğinde yazdığı, mezhepteki farklı görüşlerin delilleriyle yer verildiği bir eser de el-Kâfî fî fıkhi’l-İmâmi’l-mübeccel Ahmed b. Hanbel’dir.

Faiz, dârü’l-harpte de dârü’l-İslam’da haram olduğu gibi haramdır. Mâlik, Evzâî, Ebû Yûsuf, Şâfiî ve İshak böyle demiştir. Ebû Hanîfe de şöyle dedi: “Müslüman ile harbî arasında dârü’l-harpte fâiz olmaz. Dârü’l-harpte Müslüman olmuş iki kişi arasında da fâiz olmaz.” Mekhûl’den şöyle nakledilmiştir: Peygamber (sav) şöyle dedi: “Dârü’l-harpte harbîler ile Müslümanlar arasında fâiz olmaz.” Çünkü onların malları helaldir. Dârü’l-İslam’da bizim onlara dokunmamamıza neden olan onlara verdiğimiz emandır. Bu eman bulunmadığında onlara ve mallarına dokunmamız helâl hâle gelir. Bu konuda bizim delil aldığımız ayetler şöyledir: “Allah fâizli işlemleri haram kılmıştır” (Kur’ân 2: 275). “Fâiz yiyenlerin davranışı, şeytanın takılıp aklını çeldiği kimsenin davranışından farklı değildir” (Kur’ân 2: 275). “Müminler! Allah’tan korkun, faizden arta kalanı bırakın” (Kur’ân 2: 278). Bu konuda nakledilen rivayetler de fazlalığın haram olduğunu göstermektedir: “Kim artırır ya da daha fazlasını istemiş olursa faize girmiş sayılır” hükmü, bu konuda genel hüküm niteliğindedir. Bunun dışında nakledilen hadislerdeki ifadeler de genel olup faizin her durumda haram olduğunu gösterir. Dârü’l-İslâm’da haram olan bir şey dârü’l-harpte de haramdır. Faiz de böyledir. Onların bu konuda naklettikeri rivayet mürseldir. O’nun sıhhatini bilmiyorum. Onun da faizi haram kıldığı şekilde anlaşılması gerekir. Kur’ân, sünnet ile haramlığı sabit olan ve icmanın vuku bulduğu faizin dârü’l-harpte de haram olmasının meçhul bir habere istinad edilerek terkedilmesi caiz olmaz. Bu rivayet sahih kaynaklarda, müsnedlerde ve güvenilir kitaplarda yer almamaktadır. Bu rivayet aynı zamanda mürseldir (sahabe atlanmıştır). Rivayetteki, “Faiz olmaz” ifadesinin faiz haramdır şeklinde anlaşılması da muhtemeldir. Allah Teâlâ’nın da “Hacda kadına yaklaşmak, kötü söz söylemek ve dövüşmek olmaz” (Kur’ân 2: 197) şeklinde buyurduğu gibi bu fiillerin hacda yasak olduğunu göstermektedir…

İbn Kudâme, el-Muğnî, Dârü’l-Fikr, Beyrut, 1405/1985, I, 554, 555.

Çeviren: Abdurrahman Yazıcı – Reşadet Ahmadov

F. HİSBE: GENEL AHLAKI, KAMU İKTİSADİ DÜZENİNİ KORUMA VE DENETLEME: CELÂLEDDÎN ŞEYZERÎ

İslam hukukunda hisbe genel ahlakı, toplumsal ve iktisadi düzeni korumak ve denetlemekle görevli müessese ve bu konuyla ilgili İslam hukuku dalına denmektedir. Temelde Allah hakkı, kul hakkı ve her iki yönü bulunan hisbe müessesesi uygulamada İslam tarihinde dönem ve bölge itibariyle çeşitli farklılıklar göstermiştir. Bu görevi yerine getiren kişiye muhtesip denilir. Genel olarak muhtesibin polis, zabıta, müfettiş, belediye başkanı, vali gibi yetkililerin yerine getirdiği görevleri yaptığı, üretim-tüketim-pazarlama sürecini, ezanların vaktinin doğruluğunu denetlediği, dini alandaki bidatlere engel olma, haramlardan sakındırma, ölçü, tartı, akitler, dilencilik, halkı yanıltan durumlara mani olarak, belediye işleri, işçi-işveren ve komşu anlaşmazlıklarında rol oynadığı görülmektedir. Bir müessese olarak İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren gelişen hisbe teşkilatı, kapsamı ve görevleriyle alakalı müstakil eserlerin de yazıldığını görmekteyiz. Bu eserlerden birisi de Taberiyye kadısı ve muhtesibi Celâleddin Şeyzerî’ye (ö. 589/1193) aittir. Tam adı Ebü’l-Fezâil Celâlüddîn Abdurrahmân b. Nasr(illâh) b. Abdillâh eş-Şeyzerî et-Taberî olan müellifin eserinin adı Nihâyetü’r-rütbe fî talebi’l-hisbe adıyla günümüze ulaşmıştır. Bu eser daha çok pazar hükümlerini içermekte olup kendinden sonra yaşamış çok sayıda müellif de eserden iktibasta bulunmuştur.

    1. Giriş

    2. Muhtesibin Vazifesi ve Hisbenin Önemi Hakkında

    3. Çarşılar ve Yollar

    4. Ekmekçiler

    5. Fırıncılar

G.TOPRAK ISLAHI VE EKİN : EL-KURAŞİ

Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Âdem b. Süleymân el-Kufî el Mukrî, 203/808 tarihinde Vâsıt şehri yakınlarında Fem-i Sılh’da vefat etmişti. Kıraat ilmini Ebû Bekr b. Şûbe b. lyâş’tan alan Yahyâ b. Âdem, Yezîd b. Abdülazîz, Kutbe b. Abdülazîz, İbrâhîm b. Sa’d, Hasen b. Sâlih, Yahyâ b. Zekeriyyâ, Fudayl b. Merzûk, Mufaddal b. Muhelhil, Vekî’ b. Cerrâh, Varaka, Vehîb ve diğer âlimlerden ilim tahsil edip hadis rivayeti yapmıştı. Kıraat ilminde, meşhur on kıraat imamından biri olan Halef’i yetiştiren Yahyâ b. Âdem, Müslümanların işlerini kolaylaştırmak için fıkıh ilminde pek kıymetli eserler vermiştir. Kendisinden sonra gelen âlimler onu, Veki’ b. Cerrâh’ın halefi olarak görmüşlerdir. Aynı zamanda, Ahmed b. Hanbel, Ebû Kureyb, Abdullah-ı Mesnedî ve İbn Ebî Şeybe gibi pek çok değerli ilim adamı da yetiştirmişti. Ayrıca birçok değerli eser kaleme alan Yahyâ b. Âdem’in, fıkha dâir Kitâbü’l-harac isimli eseri de sahasında öneme haizdir. Bunun dışında Kitâbü’z-zevâl, Kitâbü’l-ferâiz adlı fıkha dair iki kitabı ve Ahkâmü’l-Kur’ân adlı tefsire dair kitabı da meşhurdur.

[Hurma ve ekin ekmek]

… Ebû Üseyd kanalıyla gelen rivayette Resûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Her kim bir ekin eker yahut bir fidan dikerse, her yenildiğinde ona ecir verilir…”

… Câbir b. Abdullah Resûlüllah (s.a.s)’ın şöyle dediğini nakletmektedir: “Her kim ölü bir araziyi diriltir de bundan dolayı kendisine ecir vardır. Buradan her yenildiğinde de kendisine sadaka olur…”

Yine Câbir kanalıyla gelen bir rivayette Resûlüllah (s.a.s)’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: “Her kim bir ekin eker veyahut bir fidan dikerse, ondan da bir insan, bir hayvan veya bir kuş yerse, bu, onun için bir sadaka olur…”

[Ölü toprağı diriltmek]

… Hişam b. Urve babası tarikiyle Resûlullah (s.a.s.)’ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Her kim ölü bir araziyi ihya ederse, orası ona mahsustur. Zâlim birisi o toprak üzerinde hak iddia edemez…”

… Muhammed b. Ubeydullah es-Sakafî şöyle demiştir ki: “Ömer b. el-Hattâb (r.a.) bize şöyle yazıp bildirdi; “ölü toprakları ihya eden kimse bu topraklar üzerinde daha çok hak sahibidir…”

Yahya b. Âdem el-Kuraşî, Kitabu’l-Harac, (tashih: Şeyh Ahmed Muhammed Şakir), (el-Mektebetü’s-Selefiyye, 1384), s. 77, 78, 80, 82.

Çeviren: Abdurrahman Yazıcı – Reşadet Ahmadov