Home » Yazarlar » Alev Alatlı » Bize Yön Veren Metinler Cilt 2 Bölüm3

Bize Yön Veren Metinler Cilt 2 Bölüm3

B.ARAPÇA   

Arapça, her ne kadar gelişmiş bir lisan idiyse de, İslam’dan önce bilimsel bir inceleme konusu olarak görülmemiştir. İlk Arapça dilbilgisi teorisinin, Ali b. Ebî Tâlib tarafından kaleme alındığı, daha sonraysa bu teorinin İran kökenli Müslüman Ebû’l-Esved ed-Duelî tarafından geliştirildiği kabul edilir. Arap dilbilgisinin kuruluşunda, özellikle Arap olmayan Müslümanların Kur’ân’ı yanlış (el-lahn) okumaları ve bu yanlışlıkların İslam’ın temel mesajlarını tamamen hatalı anlamaya yol açması önemli rol oynamıştır. Bu nedenle Arapçanın dini bir bilim olduğunu savunanlar bulunduğu gibi onun akli bir bilim, hatta bir tür doğabilimi olduğunu savunanlar da bulunmaktadır.

Arap dilbilimi, klasik İslam yazınında çeşitli yaklaşımlarla ele alınmıştır: Çoğunlukla düzgün konuşma sorunu olarak, İbn Cinni ve İbnu’l-Anbârî gibi kimilerince dilbilimsel nesneleri inceleyen tecrübi bir bilim olarak, Ebû Ali el-Fârisî gibi bazıları tarafından da mekaniğe benzer bir şekilde değişimbilimi (’ılmu’s-sayrûre) anlamında ele alınmıştır. Bu yaklaşımlar arasında en çok benimsenen, sözleri, sadece zihindeki anlamların sembolleri olarak değil, aynı zamanda “dilbilimsel nesne” olarak görerek doğabilimi tarzında yapılan incelemedir. Bu nedenledir ki Arap dilbiliminde en güçlü şekilde gelişme imkânı bulan disiplinlerin başında seslerin fiziksel özellikleri ve zihindeki etkilerinin inceleme konusu yapıldığı sesbilgisi gelmektedir. Aynı nedenledir ki pek çok dilbilgisi teorisinde harfler, tek başına anlamlı olmayan sesler diye tarif edilirken, Arap dilbiliminde harflerin anlamları konusunu adanmış, bazıları birkaç cilt hacminde, Kitâbu’l-hurûf (Harfler Kitabı) başlığı altında bir külliyat meydana gelmiştir.

Arap dilbilimi kelimebilgisi (es-sarf), dilbilgisi (en-nahv), anlambilgisi (el-beyân, el-ma’ânî), vezinbilgisi (eş-şi’r), sesbilgisi ile günümüz Arap dilbilimcilerinin pek az ilgisini çekmekle birlikte felsefi çevreleri yakından ilgilendiren dilbilgisel yöntem (usûlu’n-nahv) ve dilbilgisel dialektik bilimi (’ılmu’l-cedel fi’n-nahv) gibi çeşitli disiplinlerden oluşmaktadır

1.Dilbilgisi

Bir medeniyet dili olarak Arap dilbiliminin gelişimine Araplardan daha fazla Arap olmayan İranlı ve Türk gibi milletler katkıda bulunmuşlardır. Klasik İslam yazınında Arap dilbiliminin şaheseri İranlı bilgin Sîbeveyhi’nin (ö. 177/793) kaleme aldığı ve kendisinden sonra defalarca şerhedilmiş el-Kitâb’tır. Hem edebi özellikleri hem de teorik yapısının mükemmelliğiyle eser, düşünce tarihinde Aristoteles’in Organon’u ve Batlamyus’un Almagest’inden sonra yazılmış “üçüncü en mükemmel kitap” olarak kabul edilmiştir. Günümüzde Ulrike Mosel, Gerard Troupeau, Cornelius Versteegh, Richard Frank, Michael Carter ve Joraslav Stetkevych gibi Batılı araştırmacılar, Arap dilbilimindeki felsefi etkilenimlerden hareketle İslam-Batı ilişkisi üzerine tezler geliştirmektedirler.

Arapça Dilbilgisinin (Nahvin) Ortaya Çıkışı: es-Sîrafî

Tam adı Ebû Muhammed Yûsuf b. Ebî Saîd El-Hasen b. Abdillâh b. Merzubân es-Sîrafî (ö. 385/995) 330/942 yılında Bağdat’ ta doğdu. Fars asıllı köklü bir aileye mensuptur. Arap dili ve edebiyatı âlimi Ebû Saîd es-Sîrâfî’nin oğlu olarak daha çok İbnü’s-Sîrâfî künyesiyle tanınır. Bir yandan geçimini sağlamak amacıyla yağ ticareti yaparken diğer yandan babasının verdiği Arap dili, lügatı ve grameri ile şiir ve aruza ilişkin derslere katılarak kendisini yetiştirdi. Sîrâfî ticareti bırakarak kendini tamamen ilme verdi, özellikle Arap sözlük birimi ve gramerinde derinleşti, daha çok şevâhid şerhi üzerinde çalıştı. İlk bilimsel çalışma olarak İslâhu’l-mantık’ta geçen şevâhidin şerhine dair bir eser kaleme aldı. Arap lügat, gramer ve edebiyatına dair birçok eseri okuttu. Özellikle Mufaddal b. Seleme’nin, Halil b. Ahmed’e ait Kitâbü’l-Ayn’ı tehzip ve ikmal ederek oluşturduğu hacimli lügatı Kitâbü’l-Bâri’ ile ilgili verdiği dersler münasebetiyle onun hakkında açıklama ve ikmaller yapıldı. Yalnız babasından istifade ettiği için çağdışı âlimlerle irtibatı olmadı. İbnü’s-Sîrâfî, 385 Rebîülevvelinin (Nisan 995) son Çarşamba gecesi Bağdat’ta vefat etti.

İnsanlar/ilim adamları Nahvi (…) ilk defa kimin ortaya koyduğu husûsunda farklı görüşler ileri sürmüşler. Bir kısmı Ebû’l-Esved ed-Düelî, diğer bir kısmı ise Nasr b. Âsım ed-Düelî olduğunu söylemişlerdir. Daha başkaları da Abdurrahman b. Hürmüz’ün bu işi yaptığını ileri sürmüşlerdir. Ancak ilim ehli insanların çoğu, bu işi gerçekleştirenin Ebû’l-Esved ed-Düelî olduğu kanaatindedir.

Ebû’l- Esved’in ismi, Zâlim b. Amr b. Süleyman (…)dır. Kendisi Basra sakinlerinden; nisbesi ise Düelîdir. (…) Ebû’l-Esved ed-Dîlî şeklinde telaffuz edenler, hemzeyi hafifleterek söylemiş olmaktadırlar. (…)

Ebû’l-Esved ed-Düelî, (Allah ondan râzı olsun) Hz. Ali’nin dostu ve onun taraftarlarındandı. Ali’yi ve çocuklarını sevmede samimi olanlardandı; bu konuda şiirleri bile vardır.

Ebû’l Esved, Basra’da Kışr oğulları (mahallesinde) konaklamıştı. Hz. Ali ve evladını sevdiği için geceleyin ona taş atıyorlardı. Sabahleyin onlara niçin taş attıklarını sorduğu zaman “Allah seni taşlıyor” dediler. O da onlara şöyle cevap veriyordu: “Yalan söylüyorsunuz; Allah bana taş atsaydı muhakkak isabet ederdi. Siz atıyorsunuz o yüzden bana değmiyor!’’

İlim adamları, Ebû’l Esved ed-Düelî’yi Nahivde planlama yapmaya sevk eden sebebin ne olduğu konusunda ihtilaf ettiler. (Bu konuda) Ebû Ubeyde Ma’mer b. el-Müsenna şöyle söyledi: “Ebû’l-Esved ed-Düelî, Arapçayı Ali b. Ebû Talib –radıyallahuanh–’den öğrendi. İlk zamanlar o, Ali b. Ebû Talib radıyallahuanh’den öğrendiklerini kimseye söylemedi. Ziyad (b. Ebih) ona “İnsanların kendisiyle faydalanacağı ve senin de önder olacağın ve kendisiyle Allah’ın kitabını açıklayacağın (tanıtacağın/öğreteceğin) bir iş yap” şeklinde bir emir gönderdi, ancak bundan afvını istemişti. Nihayet O (Kur’ân) okuyan bir kimsenin (Tevbe sûresinin üçüncü ayetini) (… innellahe berîün minel-müşrikin ve rasûlih…) diye (… Allah müşriklerden ve Rasûl’ünden beridir…) anlamına gelecek tarzda yanlış okuduğunu duyunca: ’İnsanların (bilgi seviyelerinin) bu duruma düştüğünü/geldiğini sanmıyordum!’ dedi ve Ziyad’a baş vurarak: ’Ben (şimdi) Vali’nin (Ziyad’ın) emrettiğini yapacağım ( Valimiz benimle çalışacak) dediğimi yazacak, akıllı ve anlayışlı bir kâtip görevlendirsin’ dedi. Bunun üzerine Abdu’l–Kays kabilesinden bir kâtip getirildi; onu beğenmedi. Başka biri getirildi. (…) Bu sefer Ebû’l-Esved ona: ’Ben bir telaffuz ederken ağzımı açtığımı gördüğün zaman o harfin üst tarafına bir nokta koy; ağzımı toplayınca o harfin önüne bir nokta koy; (çenemi aşağı) kırdığım zaman ise noktayı harfin altına koy. Bu okuyuşlarımın ardından genizden bir ses (ğunne) çıkarırsam (o takdirde) o bir noktanın yerine iki nokta koyarsın.’” İşte Ebû’l-Esved’in noktalama (harekeleme çalışması) bu şekildedir.

(Bu konuda) Muhammed b. Imran b. Ziyad ed-Dabbi (bir başka nakilde bulunmuş ve şöyle) demiştir: “Bana Ebû Hâlid (şöyle) dedi: Bize, Âsım’dan rivayetle Ebû Bekir b. Ayyaş (şöyle) anlattı: Ebû’l-Esved ed-Dîlî (Düeli), Ubeydullah b. Ziyâd’a Arapçanın (esaslarını ortaya) koymak için izin istemeye geldi de o ( bu teklifi) kabul etmedi. (Ebû Bekir) dedi (ki) Bir müddet sonra ona (Ziyad’a) bir grup insan geldi ve onlardan biri şöyle konuştu: Allah sana iyilikler versin!

Mâte ebâna (ebûnâ diyecekken) ve terake benûhu (benîhi diyeceği yerde! = Babamız öldü; geride oğullarını bıraktı! dedi; (o gelince de) Arap dili (grameri)ni ortaya koy (belirle/ yaz)! dedi.

Yahya b. Âdem ise Ebû Bekir’den o da Asım’dan rivayetle şöyle dedi: ’’Arapça (gramer esaslarını) ilk defa ortaya koyan Ebû’l-Esved ed-Düelî’dir. O Basra’da (Vali) Ziyad’a geldi ve dedi ki: “Ben görüyorum ki, Araplar yabancılarla karışık yaşamaya başlamış ve dilleri değişmiştir. Bana izin verirseniz, Arapların anlayacağı, bir söz veya kendisiyle dil yanlışlarını düzeltecekleri (esasları) ortaya koyayım’’ dedi. Ziyad: “Hayır” dedi.

(Ravi Yahya) dedi ki: ’’Bu hadiseden sonra Ziyad’a bir adam geldi ve şöyle dedi: Allah, vâlimize iyilikler versin, tüvüffiye ebânâ ve terake benûnen! (diye Arap gramerine / selîkasına aykırı bir şekilde söyleyince) Ziyad: Tüvüffiye ebânâ ve terake benûnen mi?! Bana Ebû’l-Esved’ i çağırın dedi; (gelince de ona): Daha önce sana yasakladığım (dil esaslarını) ortaya koy!’’ dedi.

Yine denilmektedir ki, bu işe sebep olan olay şöyledir: (Bir gün) Buzincan halkından Sa’d isminde İranlı bir adam, Ebû’l-Esved’e uğradı; Adam, bir grup insanla Basra’ya gelmişler ve Kudâme b. Maz’ün el-Cümahir’in yanına gelip onun delâletiyle Müslüman olduklarını ve bu sebeple O’nun köleleri (mevâlîsi) olduklarını iddia etmişlerdi. İşte bu Sa’d adlı kişi atı yedeğinde olduğu halde Ebû’l-Esved’e uğradı. Ebû’l-Esved:

— Hayrola Sa’d, niye binmiyorsun? dedi. Adam:

— Gerçek söylüyorum, atım yamuktur (dad harfiyle dâli) dedi. (Oysa o, aksıyor, tökezliyor anlamında “zali” demek istemişti) Bu yüzden orada bulunanlardan bir kısmı güldüler. Ebû’l-Esved de onlara “Arap olmayan bu adamlar, İslam’ı arzulamış ve ona girme şerefine ermişler ve bizim kardeşlerimiz olmuşlardır. Bu yüzden biz onlara doğru konuşmayı öğretmeliyiz” dedi.

Bu olaydan o, “fâil” ve “mef’ûl” konularını tesbit etti. Daha fazla bir konu ortaya koymadı/yazmadı.

Ebû’l-Esved, en fasih insanlardandı. Rivâyete göre o bir gün kızı ile aralarında şöyle bir konuşma geçmiştir:

— Babacığım, gökyüzünün en güzel yanı nedir (mâ ahsenüs semâi)?

— Kızcağızım, yıldızlardır.

— Ben onun nesinin güzel olduğunu kastetmedim. Ben onun güzelliğinden dolayı hayretimi/ taaccübümü/ beğenimi anlatmak istedim.

— O halde şöyle de: Mâ ahsene’s semâe! (Gökyüzü ne kadar güzel!) İşte o zaman Ebû’l-Esved bir kitap yazdı. (…)

es-Sȋrâfȋ, Ebû Saȋd el-Hasen b. Abdillah 1405/1985. Ahbâru’n-nahviyyȋn el-Basriyyȋn ve merâtibühüm ve ahzü ba’dıhim an ba’d; thk. Prof. Dr. Muhammed İbrahim el-Bennâ; nşr. Dâru’l-i’tisâm; s. 33–36.

Çeviren: Ahmet Turan Arslan

Arapça Dilbilgisi Öğrenmenin Erdemleri ve Faydaları Üzerine: Yȃkût el-Hamevȋ

Hz. Ömer (ra) şöyle söylemiştir: “Arapçayı öğrenin. Zȋrâ onu öğrenmek, akla kuvvet verir ve kişiliği artırır.”

Abdülmelik dedi ki: “İnsanlar hiçbir ilme dillerini düzeltmekten daha fazla muhtaç değillerdir. (Çünkü) Onlar dilleri sayesinde birbirleriyle konuşuyorlar, hikmetli sözleri aralarında paylaşıyorlar, gizli ilimleri saklı oldukları yerlerden çıkarıyorlar ve dağınık halde bulunan bilgileri bir araya getiriyorlar. Şüphesiz ki söz, davalıların arasını bulan bir kadı, karanlığı aydınlatan bir ışıktır. İnsanların söz ile ilgili ilim dallarına olan ihtiyacı, gıda çeşitlerine olan ihtiyaçları gibidir.”

Zührȋ dedi ki: “İnsanlar, bana göre nahiv ilmini öğrenmekten daha sevimli bir uğraşı üretmemişlerdir.”

Câhız şöyle söylemiştir: “Konuşmanın ayıbı; sözcükleri hatalı telaffuz etmek, yanlış yorum yapmak ve yabancı dildeki ifadeleri tercüme ederken yapılan hatalardır. Sözcükleri hatalı telaffuz etmenin; şeddeli bir harfi şeddesiz okumak, şeddesiz harfi şeddeli okumak, kelimenin irabında hata yapmak ve mahreçleri yakın olan harfleri birbiriyle karıştırmak gibi şekilleri vardır. Yanlış yorum yapmak da, eş sesli sözcüklerden kaynaklanır. Yani örneğin, birçok anlamı bulunan bir sözcük görürsün ve onu cümlede kastedilen anlamından farklı olarak yorumlarsın. (Böylece yanlış yorum yapmış olursun). Kötü tercümelerin kaynağı da budur.”

Bil ki, ilmi müzakere etmek, onun gereğini yerine getirmeye yardımcıdır. Ayrıca bu, anlayışı artırır. Zȋrâ ilim sahibi bir kimsede mutlaka (bazı şeyleri) bilmeme durumu olur. Yani, daha önce duymadığı için ya da unuttuğu için kendisine sorulan birçok şeyi bilmemesi söz konusu olabilir. Bir İranlı şöyle demiştir: “Her şeyi güzel yapabilen bir insan yoktur. Fakat her insan bir şeyi güzel yapar.”

Bir şairin söylediği şu söz de, bir edebi ifade etmektedir:

“Râvȋ bir hadis rivayet ederken daha tamamlamadan

Deme sakın ben bunu işitmiş idim.

Bilakis kulak ver hadise farz ederek

Kendini, onu daha önce duymamış olarak.”

Esmaȋ şöyle söylemiştir: “Bilgiyi sahibine nispet ederek aktarman, onu sana öğretenin hakkıdır.”

Ebû Amr b. Alâ dedi ki: “Nahiv ilminde uzman olan kimseye nahivci adının verilmesi, onun, sözü farklı iraplarla ifade edebilmesinden ötürüdür.”

Konuşmada dil hatası yapmak, iraba riayet etmemekten kaynaklanır. Bir başka açıdan bakacak olursak, dil hatası yaparak konuşmak, bir kimsenin, arkadaşıyla, kendilerinden başka kimsenin bilmediği bir dille konuşması demektir.

Ebû’z-Zinâd’ın rivayet ettiği bir hadiste geçtiğine göre, bir adam Allah Resûlü (sav)’nün yanında Kur’ân okurken hata yaptı. Bunun üzerine Allah Resûlü (sav): “Arkadaşınıza doğrusunu öğretin” buyurdu. Ebû’l-Aynâ’nın, Vehb b. Cerȋr’den naklen anlattığına göre; Vehb, Bâhile kabilesinden bir gence şöyle dedi: “Yavrum! Nahiv ilmini öğren! Zȋrâ bu ilim dalından her bir konu öğrendiğinde, bir güzellik elbisesi giymiş olursun.” Saȋd’in b. Ȃs’ın rivayet ettiği bir hadis şöyledir: Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur: “Hiçbir baba çocuğuna güzel bir terbiyeden daha üstün bir bağışta bulunmamıştır.”

İbn-i Şihâb’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “İnsanlar, bana göre düzgün konuşmayı öğrenmekten daha sevimli bir uğraşı icat etmemişlerdir.” Yahyâ b. Atȋk şöyle söylemiştir: Hasen’e sordum. Dedim ki: “Ey Ebû Saȋd! Bir kimse Arapçayı öğreniyor ve bunu öğrenmekle konuşmasını güzelleştirmek ve okuyuşunu düzeltmeyi arzuluyor. (Buna ne dersin?).” Hasen de dedi ki: “Yavrum! Arapçayı öğren! Zȋrâ (Arapçayı öğrenmeyen) insan, (Kur’ân’dan) ayet okurken yanlış anlayabiliyor ve bu onun helâk olmasına yol açabiliyor.” Saȋd b. Selm’in şöyle söylediği rivayet edilmiştir: Reşȋd’in yanına girdiğimde, onun heybeti ve güzelliği gözümü kamaştırdı. Ancak konuşmasında dil yanlışları yapınca, gözümde bir heybeti kalmadı. Şa’bȋ’nin şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Erkeklerin süsü, Arapçadır. (Arapçayı güzel konuşmaktır.) Kadınların süsü ise, (hafif) yağlı (etli) olmalarıdır.”

Târȋhȋ’nin, İbn-i Kuteybe’ye ulaştırdığı bir isnâd ile aktardığına göre, İbn-i Kuteybe şöyle söylemiştir: Ben İbn-i Hubeyre el-Ekber’in yanındaydım. Bir konuşma gerçekleşti. Nihayet İbn-i Hubeyre, Arapçadan söz etti. Dedi ki: “Vallahi! Dini, şânı, kişiliği aynı olan iki kişiden biri konuşurken dil hataları yapıyor, diğeri ise hatasız konuşuyorsa, bunlar eşit değildir. Şüphesiz ki, hem dünyada hem de ahirette bu iki kişiden en üstün olanı, konuşması hatasız olandır.” Bunun üzerine ben de: “Allah bu emȋri ıslah etsin. Biri Arapçası ve düzgün konuşması sebebiyle dünyada daha üstün olabilir. Peki, ahirette niye daha üstün oluyor?” deyince, İbn-i Hubeyre dedi ki: “Çünkü konuşma ve okumasında hata yapmayan kimse, Allah’ın kitabını, O’nun indirdiği şekilde okur. Diğer şahsa gelince, hatalı okuyuşu onu, Allah’ın kitabında olmayan bir şeyi ona ilave etmeye, Allah’ın kitabında bulunan bir şeyi de ondan çıkarmaya götürür.” Ben de (bunun üzerine): “Emȋr doğru söyledi. O ne güzel söyledi” dedim.

Yine Târȋhȋ’nin Ebû Sevâbe’den, onun da Amr b. Ebȋ Amr eş-Şeybânȋ’den, onun da babasından rivayet ettiğine göre, Şeybânȋ’nin babası şöyle söylemiştir: Ebû Ca’fer el-Mensûr, bir bedevȋnin bulunduğu bir mecliste konuşma yaparken dil hatası yaptı. Bunun üzerine bedevȋ, Ebû Ca’fer’in kulağına fısıldayarak onu uyardı. Daha sonra ilkinden daha büyük bir hata yaptı. Bu defa bedevȋ: “Ben bundan sıkıldım. Bu ne ya!” diyerek tepki gösterdi. Ebû Ca’fer konuşmaya devam edip üçüncü defa hata yapınca, Bedevȋ (öfkelenerek): “Vallahi! Sen bu (halifelik) makamına hasbe’l-kader gelmişsin” dedi. YineTârȋhȋ’nin, Vâkıdȋ’ye ulaştırdığı bir isnâd ile aktardığına göre, Vâkıdȋ şöyle söylemiştir: Zübeyr ailesinden bir adam Ebû Ca’fer el-Mensûr’un arkasında namaz kılıyordu. Ebû Ca’fer (namazda) “Tekâsür suresini” okudu ve iki yerde hata yaptı. (Namazı bitirip) selam verince, Zübeyr ailesinden olan adam, yanında bulunan bir adama dönerek dedi ki: “Bu Kureyşli halife, halkı nezdinde ne de kıymetsizdir böyle!”

Yine Vâkıdȋ şöyle söylemiştir: Tâhir b. el-Hüseyn ve Abbâs b. Muhammed b. Musa, Kûfe’ye gelmişlerdi. Oranın civar kasabalarından olan topluluklar Abbâs’ı ziyarete geldi. Bunun üzerine Abbâs, kâtibini Tâhir’e yönlendirdi. Kâtip de, Tâhir’in yanına girip: “Kardeşin Ebû Musa sana selam söylüyor” dedi. (Ancak ifadeyi doğru telaffuz edemedi). Tâhir: “Sen onun neyi oluyorsun?” diye sorunca, kâtip: “Ben onun (hizmetini gören) ekmeğini (yemeğini) yapan kâtibiyim” dedi. Tâhir: “Tamam. Şimdi bana İsa b. Abdurrahman’ı çağır” dedi. İsa, Tâhir’in kâtibiydi. Geldiğinde Tâhir ona şöyle söyledi: “Yaz ayakta durarak! Abbâs b. Muhammed b. Musa’nın Kûfe’den dönmesi gerektiğini yaz! Zȋrâ o, (orada) kendi yerine güzel yazabilecek bir kâtip bulamamış.”

Târȋhȋ dedi ki: Bize Ebû Bekr ed-Dûlâbȋ şöyle söyledi: Ebû Müshir bize şöyle söyledi: Saȋd b. Abdilazȋz et-Tenûhȋ’ye, yanlış telaffuz edilirken duyduğum söz hakkında soru sordum. Dedi ki: “Yanlış telaffuz, sözü bozar. Çünkü bu, sözden murad edilen anlamı değiştirir. (Bu nedenle) Dilini düzeltmeyen hiçbir âlimle karşılaşılmamıştır. Ömer b. Abdülazȋz, yanlış telaffuz konusunda, çocuklarına, yanında bulunanlara ve halkına karşı en müsamahasız insandı. Hatta bundan dolayı cezalandırdığı bile olurdu.” Târȋhȋ yine dedi ki: İbn-i Ömer’in âzâtlısı Nâfi’ şöyle söyledi: “İbn-i Ömer, çocuklarını Kur’ân öğretmek için dövdüğü gibi yanlış telaffuzdan dolayı da döverdi.” Târȋhȋ’nin, Şerȋk’e dayandırdığına göre, Şerȋk, Câbir’in şöyle söylediğini aktarmıştır: Şa’bȋ’ye dedim ki: “Hadisin irapsız olarak okunduğunu duyarsam onu iraplı olarak rivayet edeyim mi?” Şa’bȋ de: “Evet. Bunda bir sakınca yok” dedi.

Yine Târȋhȋ dedi ki: Hammâd b. Seleme şöyle söylemiştir: “Nahiv bilmediği halde hadis yazan kimsenin hali, yemliği olup da içinde arpası bulunmayan eşeğin durumuna benzer.” Şa’bȋ’nin şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Hadis okurken telaffuzda hata yapmaktansa bazı kelimeleri düşürmek benim için daha iyidir.” Muhammed b. Leys şöyle demiştir: “Edebiyatta nahvin yeri yemekteki tuz gibidir. Yemeğin tuzsuz tadı olmadığı gibi, edebiyat da nahivsiz düzgün olmaz.” Abdullah b. Mübârek’in şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Bir ay ilim, iki ay edep öğrenin.” Bir adam, çocuklarına: “Çocuklarım! Lisanınızı düzeltin! Zȋrâ bir kimsenin başına felaket gelir de, bu felaketi belli etmemek için bir şeylere ihtiyaç duyar. Bu nedenle bir (din) kardeşinden binek hayvanı, bir dostundan elbise ödünç alır. Ancak kendisine lisan ödünç verecek kimse bulamaz.”

Târȋhȋ, Esmaȋ’nin şöyle söylediğini anlatmıştır: “Nahiv bilmediğinde ilim talebesi için en çok korktuğum şey, Hz. Peygamber (sav)’in şu sözünün kapsamına girmesidir: “Kim benim adıma kasten yalan söylerse, cehennemdeki yerine hazırlansın.” Çünkü Hz. Peygamber (sav), hatalı telaffuz yapmıyordu. Dolayısıyla ondan rivayet ederken hatalı telaffuzda bulunursan, onun adına yalan söylemiş olursun.”

Yâkût el-Hamevȋ 1400/1980. Mu’cemü’l-Üdebâ; nşr. Dâru’l-fikr; 1/66–94.

Çeviren: Ahmet Turan Arslan

Arapça Dilbilgisine Giriş: Sibeveyhi

Amr b. Osman Sîbeveyhi (ö.177/793) Şiraz’da 135/752-140/757 yılları arasında doğdu. İlk tahsilini burada gördükten sonra ailesiyle birlikte Basra’ya göç etti. Lakabı olan Sîbeveyhi kelimesi Farsça olup ’elma kokusu’ anlamına gelmektedir. Basra’da Hammâd b. Seleme’nin hadis derslerine katıldı. Bu mecliste bir dil hatası yapması üzerine Halil b. Ahmed’in dil meclisine devam etmeye başladı. Basra’daki diğer dil âlimlerinden de dersler aldı. Halil b. Ahmed’in vefatından sonra onun meclisinin başına geçti. Bir süre sonra Bağdat’a giderek orada Kûfeli dilcilerle münazaralarda bulundu. Ardından memleketi Şîraz’a döndü ve 177/793 yılında orada vefat etti. Sîbeveyhi, uzun bir süre Halil b. Ahmed’in ve dönemin diğer âlimlerinin dil, gramer, fonetik, lügat vb. konularda verdiği derslere devam ederek ve bedevîlerden doğrudan görüşerek kazandığı geniş müktesebatı el-Kitâb adını verdiği eserinde topladı. Bu eser, yazılış tarihi ve kapsamı itibariyle Arap gramerinin ilk kaynağı sayılmakla birlikte sadece Arap dilbilimi için değil dünya dilbilim tarihi için de önemli bir kaynak sayılmaktadır. Eserde gramer kurallarının izahının yanında dilin anlam ve pratik boyutları ele alınmıştır. Aşağıda bu eserden örnek bölümler verilecektir.

Arapçada Kelimeler

Kelimeler, isim, fiil ve –manayı tamamlayıcı bir anlama gelen- harftir.

İsim: Racül (Adam), Feres (at) ve Hâit (duvar).

Fiil ise isimlerin oluşlarından (yani mastarlardan) alınmış, geçmiş, şimdi cereyan eden ve henüz kesilmemiş vukû bulmaya devam eden zaman için kullanılan lafızlardır.

Geçmiş zaman yapısı zehebe (gitti), semi’a (işitti), mekese (kaldı) ve humide (övüldü) örnekleri gibidir. Şimdiki zamanın yapısı emir vererek izheb (git), uktul (öldür) ve ıdrib (döv)” demen; haber vererek yaktulu (öldürüyor), yezhebu (gidiyor), yadribu (vuruyor), yuktelu (öldürülüyor) ve yudrabu (dövülüyor) demen gibidir. Henüz bitmemiş olan devam eden zamanın binâsı (fiil yapısı) da haber verildiğinde böyledir.

Mastarlardan alınan bu örneklerin pek çok kipleri vardır ve bunlar Allah’ın izniyle ileride açıklanacaktır.

İsim ve fiil olmadığı halde bir anlama gelen ise sümme (sonra), sevfe (-ecek), yemin vâv’ı, izâfet lâmı ve benzerleridir.

Arapçada Kelime Sonlarının Durumları

Arapçada kelimelerin sonları (i’râbı) sekiz durumda bulunur: nasb, cer, ref’, cezm, fetha, damme, kesre ve vakıf.

Bu sekiz durum lafızda dört bölüm halinde toplanırlar: Nasb ve fetha bir bölüm, cer ve kesra bir bölüm, ref ve damme bir bölüm, cezm ve vakıf da bir diğer bölümdür.

Sana sekiz durumu zikretmemin sebebi şudur: Bu sayede âmilin (sözcüklerde) oluşturduğu etki sebebiyle bu dört durumdan kelimenin sonuna gelenin hangisi olduğunu anlarsın. Ayrıca hepsi de değişip ortadan kalkabilen durumlardan hangisinin etki ile değişmekte olduğunu ve hangilerinin âmillerin oluşturduğu etkiye rağmen hiç değişmeden mebnî kalacağını bilmiş olursun. Her âmilin harfte bir lafız türüne uygun düşen bir bölümü bulunur. Bu harf, irâb harfidir.

Ref’, cer, nasb, ve cezm irâb harflerine aittir. İrâb harfleri de mütemekkin olan isimlere ve ism-i fâillere benzeyen ve başında hemze, ta, ya ve nun zaid harfleri bulunan muzâri fiillere özgüdür. Ef’alu ene (Ben yapıyorum), Tef’alu ente ev hiye (Sen yapıyorsun veya o kadın yapıyor), Yef’alu huve (O yapıyor) ve Nef’alu nahnu (Biz yapıyoruz) sözlerindeki gibi.

İsimlerde nasb: Ra’eytu Zeyden (Zeyd’i gördüm); Cer, Merartu bi-Zeydin (Zeyd’e uğradım) ve ref’ Hâzâ Zeydun (Bu Zeyd’dir) örneklerindeki (Zeyd) kelimesi gibidir.

Sîbeveyhi, el-Kitâb, (nşr. Abdüsselam Muhammed Harun), Kahire: Mektebetu’l-Hancî, I, 12–14.

Çeviren: Ali Benli

Arapça Dilbilgisinde İsim Cümlesi ve Fiiller: ez-Zeccâcî

Ebû’l-Kâsım Abdurrahman b. İshak (ö. 339/949), Saymera şehrinde doğdu. İlk tahsilini Hemedan’da aldı. Ardından Bağdat’a gitti. Bağdat’ta uzun yıllar dil âlimi Zeccâc’dan ders aldı. Yanından ayrılmadığı bu hocasına nispetle Zeccâcî diye tanındı. Onun yanında İbnu’s-Serrac, Ebû Bekir el-Enbârî, İbn Keysân, İbn Düreyd gibi âlimlerden tahsil gördü. Dımaşk, Halep, Mekke gibi şehirlere seyahatlerde bulundu ve oralarda tedris faaliyetiyle uğraştı. Döneminde özellikle dil ilimlerinde şöhret buldu ve bu alanda pek çok eser kaleme aldı. Bunlar arasında en ünlü olanı el-Cümel adlı gramer kitabıdır. Bu kitap İslam dünyasının farklı bölgelerinde uzun yıllar ders kitabı olarak okutulmuş ve üzerine pek çok şerh kaleme alınmıştır. Aşağıda bu eserden bir bölümün tercümesine yer verilecektir.

İsim Cümlesi (İbtidâ)

Bil ki cümleye kendisiyle başlanan isim merfûdur, haberi de eğer kendisi gibi tek bir isim ise dâimâ merfû olur. Mesela “Zeydun kâimun” (Zeyd ayaktadır) şeklindeki sözün böyledir. ’Zeydun’ kelimesi mübtedâ olduğu için merfûdur. İbtidâ (yani cümleye kendisiyle başlama işi) kelimeyi merfû yapan bir anlamdır ve fâile (özneye) benzerliğinden ibarettir. Çünkü haber mübtedâsız olamayacağı gibi mübtedâ da habersiz olamaz. Benzer şekilde fiil ve fâil de birbirlerinden ayrılamazlar. (Yani fiil olmadan fail, fâil olmadan fiil olmaz). İşte mübtedâ fâile bu açıdan benzediği için (onun gibi) merfû olmak durumunda kalmıştır…..

Bil ki mübteda olan isim haberi dört şekilde olabilir.

Bizzat aynısı olur. ““Zeydun kâimun” (Zeyd ayaktadır)” veya “Allahu rabbuna” (Allah bizim rabbimizdir) gibi.

Fiil olur. “Zeydun harace ebûhu” (Zeyd, babası çıkmış kişidir) gibi.

Zarf olur. “Muhammedun fi’d-dâri” (Muhammed evdedir) gibi.

Cümle olur. “Muhammedun ebûhu kâimun” (Muhammed, babası ayakta olan kişidir) gibi.

Bil ki mübtedâ olan ismin haberi fiil değilse kendisinden önce gelebilir. Fiilin ise ondan önce gelmesi doğru değildir.

Geçişlilik (Müteaddîlik) Açısından Fiiller

Müteaddîlik (geçişlilik) açısından fiiller altı kısımdır:

Mef’ûl (nesne) almayan fiiller: “Kâme, ka’ade…gibi” (kalktı, oturdu)

Bir Mef’ûl (nesne) alan fiiller: “Darabe Zeydun Amran”… gibi (Zeyd, Amr’ı dövdü)

İki Mef’ûl (nesne) alan fakat bir tanesiyle yetinilebilen fiiller: “Kesâ Amrun Zeyden sevben” gibi (Zeyd Amr’a bir elbise giydirdi). Burada sadece bir mef’ûl zikredilip “Kesâ Amrun Zeyden” (Zeyd Amr’a giydirdi) denilebilir.

İki Mef’ûl (nesne) alan fakat bir tanesiyle yetinilemeyen fiiller: “Zanentu Zeyden âlimen” (Zeyd’i âlim sandım) gibi.

Üç mef’ûl (nesne) alan fiiller: “Enbe’enî Muhammedun Bekran mukîmen” (Muhammed bana Bekir’in yerleştiğini haber verdi) gibi.

Harf-i cerle (edatla) nesne alan fiiller: “Merartu bi Zeydin” (Zeyd’e uğradım) gibi.

Hem harf-i cerle (edatla) hem de harf-i cersiz nesne alan fiiller: “Nasahtu Zeyden veya Nasahtu li-Zeydin” (Zeyd’e nasihat ettim) gibi.

ez-Zeccâcî 1988. el-Cümel fi’n-nahv, (nşr. Ali Tevfîk el-Hamed), Şam: Müessesetü’r-Risale, s. 36–37, 27–31.

Çeviren: Ali Benli

Arapçanın Özellikleri: el-Ezherî

Tam adı Ebû Mansûr Muhammed b. Ahmed b. el-Ezher el-Ezherî el-Herevî (ö. 370/980)’dir. Fıkıh, dil ve edebiyat alanında geniş bilgi sahibiydi. 282’de (895) bugün Afganistan’ın kuzeybatısında yer alan Herat’ta doğdu. Bu sebeple Herevî, dedesine nisbetle de Ezherî nisbesiyle de anılır. Tahsil hayatı Herat ve Bağdat’ta geçti. Herat’ta Hüseyin b. İdrîs ile Ebü’l-Fazl Muhammed b. Ebû Ca’fer el-Münzirî’den, Bağdat’ta da Niftaveyh ve İbnü’s-Serrâc gibi dil âlimlerinden ders aldı. İmam Şafiî’nin kitaplarında geçen nâdir ve garîb kelimeleri derledi. Hicrî 312 (924) yılında hac dönüşünde Karmatîler tarafından esir alındı. İki yıl süren bu esirlik döneminde dilleri hiç bozulmamış olan Araplardan birçok dil malzemesi derledi. Daha sonra bunları Tehzîbü’l-luğa adlı sözlüğünde kullandı. el-Garîbeyn adlı eserin müellifi Ebû Ubeyd el-Herevî en önemli talebelerindendir.

Güç ve kuvvet sahibi Allah’a, O’na en yakın kullarının, en değerli varlıkların ve en çok râzı olduğu hamd ehlinin yaptığı bütün hamdlerle hamd olsun. Bize gizli-açık birçok nimet bahşetti. Peygamberlerin efendisi ve müttakîlerin önderi rahmet peygamberi Muhammed (sav)’e inen Kur’ân’ı anlamayı nasib etti. Allah’ın salât ve selamı O’nun ve temiz âlinin üzerine olsun. Allah, O’nun makâmını kendine yakın etti, bize de Kur’ân’ı okumayı nasip etti, Kur’ân’ı anlama, âyetlerini tefekkür etme, muhkem ve müteşâbih âyetlerine iman etme, mânâlarını inceleme, Kur’ân dili olan Arapçayı araştırma yollarını gösterdi, koyduğu ve insanları davet ettiği dine girmeyi nasip etti. Dosdoğru yolu açıkladı, Kur’ân’ın ve Allah’ın peygamberi Mustafa ve Murtezâ’nın (O’na selam olsun) sünnetinin dili olan Arapçayı öğrenmeyi bu devirde yaşayan birçok insan içinde bize ihsan etti. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Biz onu, anlayasınız diye, Arapça bir Kur’ân olarak indirdik” (Kur’ân 12:2). “Şüphesiz Kur’ân Âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu Ruhu’l-Emin (Cebrail) indirdi. Senin kalbine ki uyarıcılardan olasın diye. Pek açık bir Arapça ile”(Kur’ân 26: 192-195).

Yüce Allah nebîsine hitap ederek şöyle buyurmuştur: “İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) düşünmeleri için sana bu Kur’ân’ı indirdik” (Kur’ân 16: 44).

Derim ki, tabi doğruya ulaştırma izzet sahibi Allah’tandır:

Kur’ân-ı Kerîm indiğinde muhataplar, üstün bir ifade tarzı ve parlak bir anlayış sahibi olan Arap toplumuydu. Zikri yüce olan Allah, Kur’ân’ı onların lisanıyla, yetiştikleri ve konuştukları dille indirmiştir. Bu dile alıştıkları için Kur’ân’ın hitap şekillerini biliyorlar ve ondaki incelikleri anlıyorlardı. Onların, Arap dilini, ondaki deyim ve atasözlerini, ifade yolları ve üslûplarını bilmeyen bir toplumda yetişen kimselerde olduğu gibi, zor gelen yerleri ve mânâsı bilinmeyen lafızları öğrenmeye ihtiyaçları yoktu.

Nebi (sav), muhâtabı olan sahâbîlerine gerektiğinde Kitab’ın kapalı yerlerini, müteşâbih âyetleri ve bilinmesi hem onlar hem de ümmet için kaçınılmaz olan bütün ifâde türlerini açıklamıştır. Bu sebeple, bugün bizim ihtiyaç duyduğumuz, Arap lehçelerini, onların farklılıklarını, inceliklerini, Kitab’ın indiği sağlam Arap dilini öğrenme gibi şeylere onlar ihtiyaç duymamışlardır.

Bize gereken, önce Kitab’ın sonra da onun cümlelerini açıklayan ve onu yorumunu beyan eden sünnetin hitap çeşitlerini bilmeyi sağlayacak bilgileri öğrenmektir. Amaç, Kur’ân’ı kafalarına göre yorumlayan, sağlam bir bilgi olmaksızın ve bozuk dilleriyle Allah –azze ve celle–nin kitabı hakkında konuşan inkârcılarla bidat ehlinin önderlerinde bulunan şüphenin ortadan kalkmasıdır.

Başarısızlıktan Allah’a sığınırız. Allah’ın dinindeki insanlara nasihat etmek için niyet ettiğimiz ve yöneldiğimiz bu işte bizi doğruya ulaştırmasını ve yardım eylemesini niyaz ediyoruz. Şüphesiz başarılı eyleyen ve yardım edenlerin en hayırlısı O’dur.

Bize Ebû Muhammed Abdülmelik b. Abdülvehhâb el-Beğavî, er-Rebî’ b. Süleyman el-Murâdî’den, o da Muhammed b. İdris eş-Şâfiî’den (Allah ona rahmet eylesin) şöyle rivâyet etmiştir:

Arapça, en fazla lafız ve en geniş mânâları içeren dillerden biridir. Hz. Peygamber (sav) dışında, bu dilin tamamını bilen herhangi bir kimseyi bilmiyoruz. Ancak dilde hiçbir şey, onu konuşanların tamamına birden gizli kalmaz. Arapların dili bilmesi, fakihlerin sünneti bilmesine benzer. Sünnetin tamamını bilen hiç kimseyi bilmiyoruz. Fakat sünneti bilen âlimlerin hepsi bir araya getirilince, sünnet ilminin tamamı elde edilmiş olur. Her birinin bilgisi çıkarılınca bazısı, bu kısımdan yoksun kalır. Ama onun bilmediği bir şey de, başka birisinin yanında mutlaka mevcuttur. Sünneti bilenler de derece derecedir; Bazıları sünnetin çoğunu bilir, bir kısmını bilmez. Bazıları da başkalarının bildiğinden daha azını bilir. Bu nedenle sünnetin tamamını ancak bilgi dereceleri birbirinden farklı olan âlimlerin tamamı bilebilir.

Aynı durum Arap dili için de geçerlidir. Dili konuşanların, avam olsun özel insanlar olsun, hepsine birden gizli kalan, tamamının bilmediği bir şey yoktur. Arap dilini ancak Araplardan öğrenenler bilir, bu bilgiye ancak öğrenmek için onlara tabi olanlar ortak olur. Kim onlardan dil öğrenirse artık o dil ehlinden olmuştur. “Lisan bilgisinin çoğu Arapların çoğundadır” sözü “Sünnet bilgisinin çoğu âlimlerin çoğundadır” sözünden daha genel bir ifadedir…

Ezherî 1422/2001. Mu’cemü Tehzîbi’l-luğa, nşr. Riyâd Zekî Kâsım, Beyrut: Dâru’l-ma’rife, I s. 27–28.

Çeviren: Ali Bulut

Arapça Dilbilgisine Giriş: İbn Cinnî

Ebû’l-Feth Osman b. Cinnî (ö. 392/1002) Musul’da 300/913 tarihinden sonra doğdu. İlk tahsiline Musul’da başladı. Özellikle dil ilimlerinde kendisini geliştirerek on dört yaşında ders vermeye başladı. Rivâyete göre meşhur Arap dilcisi Ebû Ali el-Fârisî, İbn Cinnî’nin ders verdiği meclise uğramış, ona bazı sorular sorup cevap alamayınca kendisine yeterli seviyeye gelemediğini söylemişti. Bunun üzerine İbn Cinnî ders vermeyi bırakıp, onun en yakın öğrencisi olmuş ve yaklaşık kırk yıl yanından ayrılmamıştır. Devrin önemli ilim merkezlerine seyahatler düzenlemiş ve pek çok âlim ve edipten faydalanma imkânı bulmuştur. Neredeyse tamamı dil ilimleriyle ilgili olan eserlerinde dil konularına yeni yaklaşımlar getirmiş ve yeni fikirler geliştirmiştir. Edebiyat alanındaki en bariz eseri çağdaşı ve yakın dostu ünlü şair el-Mütenebbî’nin divanına yazdığı şerhiyle gramerin yöntem ve kuralları hakkındaki el-Hasâ’is’i sayılabilir.

Dil ve Tanımı

Dilin tanımı şöyledir: Dil, her topluluğun isteklerini ve gayelerini ifade ettiği seslerdir. Dillerin farklı farklı oluşu ve onun insanların anlaşmasıyla mı, yoksa ilham yoluyla mı meydana geldiği konularına ileride değineceğiz. Kelime yapısına baktığımızda lugat kelimesinin “Legavtu”(söz söyledim) fiilinden “fa’letun” vezninde olduğunu görürüz. Kelimenin aslı “lağvetun”dür. “Küretun, kuletun ve sübetün” kelimeleri de böyledir. Aslında lâme’l-fiilleri vavdır….

İbn Cinnî, el-Hâsâis, (thk. Muhammed Ali en-Neccâr), Kâhire: Dâru’l-Kutubi’l-Mısriyye, I, s. 33.

Arapça Dilbilgisi Hakkında

Nahiv, irâb ve tesniye (ikil), cemî (çoğul), tasgîr (küçültme ismi), teksîr (kuralsız çoğullar), izâfet (tamlama), nispet, terkîb (cümle oluşturma) gibi konularda Arapların konuşma tarzına meyletmektir. Bu sayede ana dili Arapça olmayan kişi fesâhat konusunda onlara katılabilir ve onlardan olmasa bile Arapçayı öylece konuşur. Araplardan biri fesâhat dairesinden çıkarsa nahiv sayesinde ona geri dönebilir. Aslında nahiv kelimesi “kasadtu kasdan” vezninde “Nehavtu nahven” örneğinde olduğu gibi bir masdardır. Sonra bu kabilden ilme yönelmek anlamında kullanılmıştır. Fıkıh da aslında bir şeyi bilmek anlamında “Fakuhtu’ş-şey’e” kelimesinden masdardır. Sonradan haram ve helallikle ilgili şeriat ilmine isim olmuştur. Bütün evler Allah’ın olmasına rağmen beytullah yani Allah’ın evi ifadesi Ka’be’ye tahsis edilmiştir…

İbn Cinnî, el-Hâsâis, (thk. Muhammed Ali en-Neccâr), Kâhire: Dâru’l-Kutubi’l-Mısriyye, I, s. 34.

Arap Diline Kıyas Edilen Ondan Sayılır

Bu önemli ve kıymetli bir konudur. Pek çok kişi kapalılığı ve inceliği sebebiyle bu konuyu anlamakta zorlanmaktadır. Hâlbuki ondan elde edilen fayda umumî ve ona dayanmak dili güçlendirici ve yarayışlıdır. Ebû Osman (el-Mâzinî) bu konuda şöyle demiştir: Arap Diline kıyas edilen ondan sayılır. Görmez misin ki sen veya bir başkası bütün fâil yahut mef’ûllleri duymamış, sadece bazılarını duymuş ve onlar üzerine kıyas etmişsiniz. Mesela “Kâme Zeydun” (Zeyd kalktı) örneğini duymuş bunun üzerine “Zarufe Bişrun” (Bişr zarif oldu)” ve “Kerume Hâlidun” (Hâlit cömert oldu) cümlelerini caiz görmüşsünüz.

Ebû Ali (el-Fârisî) şöyle demiştir: Sen “Tâbe’l-huşkunânu” (hoşkonan otu güzel oldu) dediğin zaman bu Arap kelâmından sayılır. Çünkü sen bu kelimeyi irab ederek onu Arap diline soktun.

Bu görüşü Arapça olmayan kelimelerden irab edilenleri Arapların kendi dillerinin asıllarına katmaları destekler. Görmez misin ki Onlar Âcur (Pişmiş tuğla), İbresîm (İbrişim) ve Feyruzec (Firuze) gibi kelimelerin başına lâm-ı ta’rîf getirerek munsarif yapıyorlar. Mesela ed-Dîbâc (kabartma kumaş), es-sehrîz (bir çeşit hurma) ve el-Âcur diyorlar. Arap dilinin kök yapısına benzeyen nekreler ise munsariflik ve gayr-ı munsariflik konusunda Arapça kelimeler gibi kabul ediliyor.

İbn Cinnî, el-Hâsâ’is, (thk. Muhammed Ali en-Neccâr), Kâhire: Dâru’l-Kutubi’l-Mısriyye, I, s. 357.

Çeviren: Ali Benli

Dilin Kökeni: İbn Sîde

Tam adı Ebü’l-Hasen Ali b. İsmâîl el-Mürsî (ö. 458/1066)’dir. Hicrî 398’de (m. 1008) Endülüs’ün doğusundaki Mürsiye (Murcia) şehrinde doğdu. Dedelerinden Sîde’ye nisbetle İbn Sîde olarak tanınır. Babası gibi âmâ olduğundan Darîr lakabı ile de anılan İbn Sîde öğrenimine babasının yanında başladı. Çok zeki ve kuvvetli bir hafızaya sahip olan İbn Sîde, altı yaşında Kur’ân-ı Kerîm’i ezberledi. Daha sonra Ebû’l Alâ Sâid b. Hasan el-Bağdâdî, Ebû Ömer Ahmed b. Muhammed et-Talemenkî, Ebû Osman Saîd b. Muhammed ve Ebû Bekir ez-Zübeydî gibi âlimlerden ders aldı. Birçok lügat ve gramer kitabını ezberledi. Kendisini özellikle de lügat alanında geliştirdi. Mürsiye’den Dâniye (Denia) şehrine taşındı ve Emir Ebü’l-Ceyş Mücâhid el-Âmirî’den yakın ilgi gördü. 25 Rebiulâhir Pazar günü 458’de (1066) bu şehirde vefat etti. İbn Sîde’nin en başta gelen öğrencileri Ebû Abdullah Muhammed b. Halesa eş-Şezûnî, Ebû Bekir Muhammed b. Ali b. Halef, Ebû Ca’fer Ahmed b. Ali el-Mürsî ve Ebû Ömer Ahmed b. Muhammed et-Temîmî gibi âlimlerdir. İbn Sîde’nin el-Muhkem ve’l-muhîtü’l-a’zam isimli on iki ciltlik sözlüğüyle, konulara göre tertip edilmiş el-Muhassas adlı sözlüğü bu alanın en önemli eserlerindendir. Aşağıda, pek çok dilbilimci tarafından tartışılan dilin kökeni hakkında İbn Sîde’nin görüşlerine yer verilmiştir.

Âlimler, dilin bir uzlaşma sonucu mu, yoksa Allah tarafından ilham edilmiş bir olgu mu olduğu konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bu, iyice araştırılması gereken bir konudur. Konuyu inceleyenlerin çoğuna göre dilin kökeni, ne vahiy ne de tevkiftir, o sadece bir anlaşma ve uzlaşmadır. Ancak Ebû Ali el-Hasan b. Ahmed b. Abdülğafur b. Süleyman el-Fârisî en-Nahvî şöyle demiştir:

“O, Allah tarafındandır.” Yüce Allah’ın “Âdem’e isimlerin hepsini öğretti.”(Bakara sûresi 2: 31) âyetini de buna delil olarak sunmuştur. Bu, kesin bir delil değildir. Çünkü âyet, “Âdem’e dil üzerinde uzlaşma gücü verdi” şeklinde de yorumlanabilir. Hiç şüphesiz bu mânâ Allah katındandır. Bu, karşı çıkılamayacak bir ihtimal olunca böyle bir istidlâl çürümüştür.

Ayrıca o, âyeti şöyle de tefsir etmiştir: Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini, Arapça, Farsça, Süryânice, İbrânîce, Rumca vb. bütün dillerde öğretmiştir. Âdem ve çocukları bunlarla konuşuyorlardı. Sonra çocukları, her biri, bu dillerden birini alarak dünyaya dağıldı. Zamanla bu dil onlara hâkim oldu ve uzak oldukları için diğer diller kaybolup gitti. Eğer bu yönde sahih bir rivâyet gelmişse bunu inanarak karşılamak ve kabul etmek gerekir.

Eğer şöyle denirse:

“Dilde isimler, fiiller ve harfler vardır. Sadece isimlerin öğretilip geri kalan ikisinin hariç tutulması doğru değildir. Bu sebeple niçin sadece isimler söylendi?”

Şöyle denmiştir:

“Sadece bu söylendi, çünkü isimler kelimenin üç çeşidi içerisinde en kuvvetli olandır. Bilmez misin ki anlamlı her cümlede bir isim bulunması gerekir. Müstakil bir cümle fiil ve harfin herhangi birisi olmadan da gelebilir. İsimlerdeki, kuvvet ve öncelik hakkı açık olduğuna göre, sadece isim ve yine peşinden gelen bir isimle de cümlede yetinilebilir…”

Dilin kökeninin vahiy olmadığını söyleyenler, onun mutlaka bir uzlaşma olması gerektiği görüşüne gitmişlerdir. Çünkü iki, üç ya da daha fazla sayıda bilge, birtakım bilinen nesneleri açıklamak isterler. Her biri için bir alâmet ve bir lafız koyarlar. Lafzı zikredildiğinde nesnesi bilinmektedir. Bu şekilde o nesne, diğerlerinden ayrılır ve onun göz önüne getirilmesine gerek kalmaz. Bu yol, nesnenin halini açıklamada, onu göz önüne getirme durumuna göre, maksadı daha kolay bir şekilde ifade eder. Hatta çoğu kere, ölü gibi, getirilip yaklaştırılması mümkün olmayan nesneleri zikretmeye ihtiyaç duyarız. Yine bir yerde iki zıddın bir arada bulunması da lafızları zikredilerek ifade edilir. Sanki insanlar Âdemoğullarından birisine gelmişler ve onu göstererek ’insan’ demişler, ne zaman bu lafız duyulsa maksadın, varlık cinsinin bu türü olduğu anlaşılır. İnsanın bir parçasını isimlendirecekleri zaman da o parçayı göstererek ’göz’, ’burun’, ’ağız’ demişlerdir. İnsanın bütününü oluşturan diğer parçalarında da durum aynıdır. Bütün bu parçalardan hangisinin lafzı duyulsa maksat anlaşılır ve artık bu, belirtilecek şeyin ayırt edici özelliği, resmi yapılacak şeyin resmi, tarif edilecek şeyin de tarifi olur. Nesnelerin bu şekilde açıklanması tabiî olsa da aslında bu, tabiî olmanın ötesinde bir uzlaşmadır.

İbn Sîde 1417/1996. el-Muhassas, nşr. Halil İbrahim Ceffâl, Beyrut: Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî, I, s. 34; IV, s. 58, 62.

Çeviren: Ali Bulut

2.Kelime Bilgisi ve Lugat

Kelimebilgisi (es-sarf) ve lügat, Arap dilbiliminin temel disiplinlerindendir. Kelimebilgisi ve lügatin gelişiminde, hem Arapçanın değişik lehçelerinin bulunması hem de Arapçada yabancı kelimelerin bulunması rol oynamıştır. Lügat bilginleri, Arapların kullandığı kelimeleri ortaya çıkarmak ve anlamlarını tespit etmek için halkın konuştuğu dildeki kelimeleri araştırmak için “Bâdiyetü’l-Arab”a, yani çöle gitmişlerdir. Bunun nedeni, yabancı dillerin etkisi altına aldığı medeni veya denize yakın yerlerden en uzakta olan bedevilerin Arapçasının daha saf olduğu inancıdır. Kelimebilgisi ve lügat üzerine günümüze ulaşan en eski eser Halîl b. Ahmed’e aittir. O, Kitâbu’l-Ayn’da derlediği kelimelerin morfolojik yapısını incelemiş ve Arapça kök kelimelerin bugüne geldiği şekliyle üç, dört, beş ve altı harfli guruplar oluşturduğunu tespit ederken, eserindeki kelimelerin düzenlemesini fonolojik bir yöntemle yapmıştır.

Kelimebilgisine Giriş: Halîl b. Ahmed

Tam adı Ebû Abdurrahmân el-Halîl b. Ahmed b. Amr b. Temîm el-Ferâhîdî (ö. 175/791)’dir. 100/718 yılında Umman’da doğdu. Hayatı Basra’da geçti. Gramer, kelime bilgisi ve aruz ilimlerini sisteme kavuşturan, günümüze ulaşan ilk sözlüğü telif eden ünlü dil ve edebiyat âlimidir. Ayrıca o, vezin ve kâfiye gibi nazımla ilgili terimlerin çoğunu tesbit ve tarif etmiştir. Halîl’in Arap dilbilimine en büyük katkısı. kelimebilgisini (morphology) matematik kombinasyon fikri üzerine kurması olmuştur. Cahız’a göre Halîl, Hint düşüncesinden etkilenmiştir. Halîl aynı zamanda kriptolojiye (şifrebilimi) ilişkin ilk fikirleri geliştirmiştir. Kur’ân-ı Kerîm üzerine yaptığı çalışmalar da çok önemlidir. Çünkü o, ed-Düelî’nin Kur’ân’a koyduğu yuvarlak noktalardan ibaret ilk harekeler yerine yatık elif, vâv ve uzaltılmış yâ harflerinin küçük şekillerinden bugünkü fetha, zamme ve kesrayı bulmuş, tenvin, hemze, şedde, revm ve işmam gibi imlâ işaretleri için de ilk defa olarak yine küçük ve kısaltılmış harfleri kullanmıştır. En önemli hocaları Îsâ b. Ömer es-Sekafî, Ebû Amr b. el-Alâ ve Ahfeş el-Ekber’dir. En önemli talebeleri, el-Kitâb müellifi Sîbeveyhi, Müerric es-Sedûsî, Nadr b. Şümeyl, Ahfeş el-Evsat ve Asmaî’dir. Kelimeleri gırtlaktan çıkış yerlerine göre ele aldığı sözlüğüne ayn harfiyle başlamış, bu sebeple de Kitâbü’l-’ayn adını vermiştir. Aşağıda Halîl’in kelimebilgisine ilişkin bu eserinin önsözü sunulmuştur.

Rahman ve rahîm olan Allah’ın adıyla.

Allah’a hamd ile başlıyor, bizi doğruya iletmesini istiyor, sadece O’na tevekkül ediyoruz. O bize yeter, O ne güzel vekildir.

Bu, Halîl bin Ahmed el-Basrî (ra)’nin eseridir. Bu eser elif, be, te, se gibi harfler ve onların birleşmesinden meydana gelen kelimeleri inceler, Arap kelâmı ve lafızları da bunlardan oluşur. Arapların şiirlerinde, atasözlerinde ve hitaplarında kullanmış olduğu her şeyi istisnasız ele alacaktır. O, eserine elif, be, te, se sırasıyla başlamamıştır. Çünkü elif illetli bir harftir. Elif’le başlayamayınca ikinci harf olan be ile başlamayı da hoş görmemiştir. Çünkü böyle bir şeye gerekçe sunmak ve iyice araştırmak gerekir. O, konuyu düşünmüş, bütün harflere bakmış [ve lafızların tamamının boğazdan çıktığını görmüştür]. Bu nedenle boğazın en derininden çıkan harfle başlamayı uygun görmüştür. O, ağzını elifle açıyor sonra da ’eb, et, eḫ, e’, eğ…’ örneklerinde olduğu gibi harfi ortaya çıkarıyor. Sonuçta ayın harfinin boğazın en derininden çıkan harf olduğunu görüyor. Bu nedenle kitabına bu harfle başlıyor, sonra mahreci ona yakın harflerle devam ediyor. Bu şekilde boğazın en derininden en üste doğru gidiyor ve sonunda da mim ile bitiriyor.

Sana bir kelime sorulduğunda ve onun yerini öğrenmek istediğinde kelimenin harflerine bak.

Halil, elif, be, te, ṯe harflerini ele almış ve bunları boğazdaki çıkış yerlerine göre şu sıraya koymuştur:

Ayn, ḥâ, he, ḫa, gayn – qaf, kef – cim, şin, ḍâd – ṣâd, sîn, ze – ṭı, dal, te – ẓı, ṯe, ẕel – rı, lâm, nun – fe, be, mim – vav, elif, ya – hemze.

Ebû Muâz Abdullah bin Âiz, “Bu kitaptaki her şeyi el-Leys bin el-Muzaffer bin Nasr bin Seyyâr bana Halil’den rivayet etti” diye söylemiştir.

Leys “Halil şöyle dedi” demiştir:

Arapça kelimeler “İkili, üçlü, dörtlü ve beşli” olmak üzere dört gruba ayrılır. İkililer “qad, lem, hel ve lev” vb. edatlardan oluşur. Üçlüler “ḍarabe, ḫarace ve deḫale” gibi üç harfli fiillerle, “ ’Umer, cemel ve şecer” gibi üç harfli isimlerden oluşur. Dörtlüler “deḥrace, hemlece ve qarṭase” gibi fiillerle “’abqar, ’aqrab, cündüb” vb. gibi dört harfli isimlerden oluşur. Beşliler ise “isḥankeke, iqşe’arra, isḥanfera ve isbekerra” gibi fiillerle, “sefercel, hemercel, şemerdel, kenehbel, qara’bel, ’aqanqal ve qaba’ṯer” gibi beş harfli isimlerden oluşur. “İsḥankeke, iqşe’arra, isḥanfera ve isbekerra” fiillerindeki elifler aslî harf değildir. Bu elifler, fiil vb. kelimelere aslî harfleri telaffuzu için dile bir dayanak ve araç olarak eklenirler. Çünkü dil, sâkin bir harfle kelimenin telaffuzuna başlayamaz ve vasıl elifine ihtiyaç duyar. Bu sebeple “deḥrace, hemlece ve qarṭase” gibi fiillerde bir araç olarak elife ihtiyaç duyulmamıştır. İnşâallah bunları iyi kavrarsın. Şunu iyi bil: “İqşe’arra ve isbekerra” fiillerindeki râ harfleri birbirine idgâm edilmiş iki râ’dır ve şedde de idgâm alâmetidir. Halil şöyle demiştir: Araplarda aslî harfleri beşi geçen ne bir isim ne de bir fiil vardır. Beş harfi geçen bir fiil veya isim görürsen bil ki onda kelimenin aslından olmayan zâid bir harf vardır. Meselâ “qara’belâne” kelimesinin aslı “qara’bel”, “ ’ankebût” kelimesinin de aslı “ ’ankeb” lafzıdır.

Halil şöyle demiştir:

Bir isim, “Sa’d, ’Umer” vb. kelimelerde olduğu gibi en az üç harften oluşur. Başlangıç harfi, ortada gelen harf ve kelimenin bittiği harf.

Halîl b. Ahmed, Kitâbü’l-Ayn, nşr. Mehdî el-Mahzûmî – İbrâhim es-Sâmerrâî, Dâru ve mektebetü’l-hilâl, yy., ts., I, 47-49.

Çeviren: Ali Bulut

Lugate Giriş: İbn Düreyd

Ebû Bekr Muhammed b. el-Hasen b. Düreyd el-Ezdî el-Basrî (ö. 321/933) Arap dili âlimi, edip ve şair. 223/838 yılında Basra’da doğdu. Düreyd dedesinin adıdır. Ezd kabilesinden olduğu için Ezdî nisbesiyle de anılır. İbn Düreyd tahsilini Basra’da yaptı. Daha sonra Ummân’a gitti ve burada 12 sene kaldı. Sonra Bağdat’a döndü, oradan da Fars bölgesine gitti. Mîkâlîlerin Fars hâkimiyeti döneminde divan başkâtibi olarak çalıştı. el-Maksûre isimli kasîdesiyle bu aileyi methetti. Daha sonra Bağdat’a gitti. Halife Muktedir- Billâh kendisine aylık 50 dinar maaş bağladı. Ebû Hatim es-Sicistânî, Riyâşî, Sa’leb gibi birçok âlimden ders aldı. Kendisinden ise Sîrâfî, Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, Ebû Ali el-Kâlî, Ebû Ali el-Fârisî, İbnü’s-Serrâc, İbn Hâleveyh, Rummânî, Zeccâcî, Merzübânî, Mütenebbî gibi âlim ve edipler ders aldılar. Rivâyete göre, İbn Düreyd, el-Cemhere adlı sözlüğünü yetmiş yaşını geçmişken ezberden yazdırmıştır. Alfabetik olarak yazılmış ilk sözlük olan ve sadece güncel kelimelere yer veren eser, İbn Abbâd tarafından Cevheretü’l-Cemhere adıyla ihtisar edilmiştir.

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.

Sadece O’ndan yardım dileriz. O’nun salavat ve selamı Efendimiz Muhammed’in ve ailesinin üzerine olsun.

Allah’a hamd olsun. O, ezelden hikmet sahibi olan, her şeyden haberdar olan, başlangıcı olmayan kadim ve evvel, sonu olmayan dâim ve bâkîdir. İradesiyle mahlûkâtı yaratmış ve yine iradesiyle hareket ettirmektedir. Bu konuda ne bir yardımcıya ihtiyaç duymakta, ne de işleri yönetecek birinin arkadaşlığına ihtiyaç duymaktadır. Bu konuda ne bir yorgunluğa düşmekte ne de bundan dolayı kendisine gevşeklik gelmektedir. Sanatında asla bir düzensizlik, yaratmasında da kesinlikle herhangi bir çelişki yoktur. Bilâkis bütün bunları mükemmel bir şekilde ve değiştirilemez bir emirle yapmıştır. O’nun hikmeti bütün akılların ötesindedir. O’nun kudreti, keskin zekâların dahi idrak edemeyeceği şekilde latiftir. Nimetlerinden dolayı O’na hamd ederim. Daha fazla hamd etmeyi nasip eden O’dur. O’ndan doğruya iletmesini, hatadan korumasını ve hikmeti nasip etmesini niyaz ederim. Acizlikten, sıkılmaktan, kendini beğenmekten ve şımarıklıktan O’na sığınırım. O’ndan rahmetinin müjdecisi ve cezâsının uyarıcısı Muhammed’e rahmet etmesini diliyorum.

Ben bu asırda yaşayanların, edebiyattan uzak, onu öğrenme konusunda gevşek, bilmediklerine düşman olduklarını ve kendilerine öğretilecek şeyin kıymetini bilmediklerini gördüm. Bana göre Allah’ın, kuluna bağışlamış olduğu en değerli şeyler, anlayış gücü, kendine sahip olma kuvveti ve hevâsına hâkim olmayı sağlayan akıldır. Zamanımızdaki yaşlı insanlara gaflet hâkim olmuştur. Çünkü cehâlet onları sürükleyip götürmekte ve kendilerine verilen emâneti zayi etmektedirler. Bu kimseler, kendileri için gerekli olan şeyleri araştırmayı ihmal etmekte, yalnızca yaşadıkları ânı düşünmektedirler. Kabiliyetli ve gayretli gençler de hevâ ve arzularının etkisinde kalmakta, hayır yollarından uzaklaşmaktadırlar. Bütün bu sebeplerle, ben de ilmin değerini bildiğim için, kendimi ilmi yayma görevine adadım. Çünkü bu, benim için ebedî bir övgü demektir. Bana doğruyu gösterecek âkil insanlarla yakınlık kurdum. Gaflet içindeki cahillerden uzak durdum. İlmin kıymetini bildiğim için onu, layık olmayanlara ve onun kıymetini bilmeyenlere öğretmekten sakındım. Son olarak Ebû’l-Abbâs İsmail b. Abdullah b. Muhammed b. Mîkâl –Allah onu muvaffak eylesin– ile bir arada bulundum. O parlak bir yıldız, başarılı bir önder, büyük bir hikmet sahibi, sağlam bir âlimdir. Hikmet ehline saygı duyar, ilim ehlini kendine yaklaştırır, edebi yerinde araştırarak bulur. Mal-mülk heveslileri ondan bir şey ummaz, gençlik ateşi onu endişelendirmez. Gizlediğim şeyi korumak için onun sebebiyle elimden geleni yaptım, sakladığım şeyi açığa çıkardım, cimrisi olduğum şeyde cömert oldum, pintisi olduğum şeyi açığa çıkardım. Onun yanında ilme bir geçit olduğunu ve ilim ehlinin de bir ayrıcalık kazandığını gördüm. Değerli olan şey, en korunaklı yerde saklanır. Ekinler de en bereketli topraklara emânet edilir.

Neticede hiç tereddüt etmeden Cemheratü’l-luğa isimli eserime başladım. İlk önce noktalı harfleri ele aldım. Çünkü bunlar bütün Arap kelamının aslıdır. Kelimelerin yapısı ve birleşmesi hep bunlar etrafında döner. Birbirine yakın ve birbirinden farklı kelimeler, yaygın ve nâdir olanları bunlarla bilinir. Bu kitabı yazarken âlimlerimizi küçümsemedim, geçmişlerimizi yaralayıcı bir söz söylemedim. Böyle bir şeyi nasıl yapabilirim ki? Biz ancak onları örnek alırız ve onların yoluna tabi oluruz ve onların attıkları temel üzerine binamızı kurarız. Ebû Abdurrahman el-Halil b. Ahmed el-Ferâhîdî –Allah ondan razı olsun– Kitâbü’l-’ayn’ı telif etmiştir. Bu eser, onun başarısını yakalamak isteyenleri yormuş, onun zirvesine çıkmak isteyenleri sıkıntıya sokmuştur. İnsaflı kimse onun üstünlüğünü itiraf eder, inatçı olansa itiraf etmiş gibi görünür. Ondan sonra gelen herkes, ister kabul etsin ister etmesin, onun yolundan gider. Fakat o, -Allah rahmet eylesin– eserini hem kendi çevik bir kavrayış ve keskin zekâsına, hem de o devirde yaşayanların kuvvetli zihinlerine uygun bir şekilde telif etmiştir. Noksanlık insanlarda yaygın, acizlik de hepsinde bulunmakla birlikte, biz ufuk çizgilerindeki parlak yıldızlar gibi bazı üstünlükleri bulunan bu kitabı yazdık. Zorlukları kolaylaştırdık, tümsekleri düzleştirdik. Önce noktalı harfleri yazmaya başladık, çünkü bu harfler gönüllerde daha kalıcı, kulaklarda daha etkilidir. Ayrıca bunları ilim ehli kimseler bildiği gibi halk da bilir. Bunları öğrenenler şaşkınlığa düşmeden maksadı daha iyi anlarlar…

Bil ki harflerin mahreçleri birbirine yakın olduğunda telaffuzu dile ağır gelir…

Bil ki dilde aynı cinsten üç harf tek bir kelimede, telaffuz güçlüğünden dolayı, neredeyse hiç bulunmaz. Bunların da en zoru boğaz harfleridir. Ancak iki harf bir kelime bir arada gelmiştir. Eḫ, uḥud, ehl, ’ahd, neḫ gibi…

Bil ki Araplar tarafından en çok kullanılan harfler vâv, yâ ve hemzedir. Dile ağır geldiği için en az kullanılan harf ẓâ, sonra sırasıyla ẕel, ṯe, şîn, qâf, ḫâ, ’ayn, gayn, nûn, lâm, râ, bâ, mîm harfleridir…

İbn Düreyd, Cemheratü’l-luğa, nşr. Remzî Münîr Baalbekî, Dâru’l-ilm li’l-melâyîn, I, s. 39– 40, 46, 50.

Çeviren: Ali Bulut

Önsöz: el-Cevherî

Tam adı Ebû Nasr İsmâîl b. Hammâd el-Cevherî el-Fârâbî (ö. 400/1009’dan önce)’dir. Fârâb’da doğdu. Aslen Türk’tür. Kıymetli taş yapımı veya ticaretiyle uğraşan kimse mânâsına gelen Cevherî nisbesiyle anılmasının sebebi bilinmemektedir. Tahsiline Fârâb’da Dîvânü’l-edeb adlı sözlüğün yazarı olan dayısı İshak b. İbrahim el-Fârâbî’den (ö. 350/961) ders alarak başladı. Daha sonra Bağdat’a gitti ve orada Sîrâfî ile Ebû Ali el-Fârisî gibi âlimlerden ders aldı. Hem kendisini geliştirmek, hem de dil malzemesi toplamak amacıyla birçok Arap kabilesine seyahat etti. Bu seyahatlerden sonra bir süre Damgân’da ders verdikten sonra Nîşâbur’a gitti. Burada hem talebe yetiştirdi, hem de Kur’ân-ı Kerîm yazmakla meşgul oldu. İyi bir hattattı. esSıhâh adlı sözlüğünü de burada telif etti. En önemli talebeleri, Ebû Sehl Muhammed b. Ali b. Muhammed el-Herevî. İsmail b. Muhammed b. Abdûs ed-Dehhân ve Ebû İshak İbrahim b. Sâlih el-Verrâk gibi âlimlerdir. es-Sıhâh Tâcü’l-luğa ve Sıhâhu’l-Arabiyye ismiyle basılan sözlüğü, hem kelimeleri son harf esasına göre tertip etmesi, hem de sadece sahih kelimelere yer vermesi bakımından önemli bir eserdir. es-Sıhâh üzerine ihtisar, şerh, tekmile ve tenkit türünden birçok çalışma yapılmıştır. Mehmed Efendi Vânî Vankulu (1000/1592) Lügat-i Vankulu Tercüme-i Sıhah-ı Cevherî adıyla Türkçeye tercüme edilmiştir.

Allah’a hamd, verdiklerine şükür, Muhammed (sav) ve âline de salât olsun. Ben, bu dilde sahih ve güvenilir kelimeleri kitabıma aldım. Allah, bu dilin konumunu şereflendirmiş, din ve dünya ilimlerini onu bilmeye bağlamıştır. Benden önce hiç kimse böyle bir tertibi kullanmamış, böyle bir düzenleme yapmamıştır. 28 bâbdan oluşan eserin her bir bâbı da yine 28 fasıldır. Bunda da alfabenin harf sayısı ve sırası esas alınmıştır. Bu bilgileri Irak’ta rivâyet yoluyla topladım, dirâyet yoluyla da iyice sağlamlaştırdım. Arab-ı âribe ile yaşadıkları çöllerde bizzat görüşerek onlardan dil malzemesi aldım. Bu konuda hiçbir nasihati ihmal etmedim ve var gücümle çalıştım. Allah, hem bizi hem de sizi bununla faydalandırsın.

Ebû Nasr İsmâîl b. Hammâd el-Cevherî el-Fârâbî 1407/1987. es-Sıhâh Tâcü’-luğa ve Sıhâhu’l-Arabiyye, nşr. Ahmed Abdulgafûr Attâr, Beyrut: Dâru’l-ilm li’l-melâyîn, I, s. 33.

Çeviren: Ali Bulut

Lugate Giriş: İbn Fâris

Tam adı Ebü’l-Hüseyn Ahmed b. Fâris b. Zekeriyyâ b. Muhammed er-Râzî el-Kazvînî el-Hemedânî el-Mâlikî (ö. 395/1004)’dir. Hicrî 306/918 veya 308 yılında Kazvin’de doğdu. Daha sonra Hemedân’a yerleşti. Uzun bir süre burada kaldıktan sonra Rey valisi Fahrüddevle’nin oğlu Mecdüddevle’yi okutmak üzere bu şehre gitti ve geri kalan ömrünü burada geçirdi. Râzî nisbesi burada kalmasından dolayı verildi. Rivâyete göre, Rey’e yerleşince İmâm Mâlik gibi büyük bir âlimin mezhebine bağlı kimsenin olmadığını görünce, Şâfî mezhebinden Mâlikî’ye geçti. Kazvin, Hemedân, Zencan ve Bağdat gibi şehirlerde, başta babası Fâris b. Zekeriyyâ olmak üzere birçok âlimden dil, edebiyat, tefsir, fıkıh ve hadis vb. ilimleri tahsil etti. Özellikle de lügat alanında kendisini geliştirdi. Nahiv ilminde Kûfe Dil Mektebi’ne tabiydi. En önemli öğrencileri Makâmât sahibi Bedîüzzaman el-Hemedânî ile Büveyhî veziri ve meşhur kâtib Sâhib İbn Abbâd’dır. İbn Fâris’in Mu’cemü mekâyîsi’l-luğa ve sadece sahih kelimelere yer verdiği Mucmelü’l-luğa isimli iki sözlüğüyle, es-Sâhibî fî fıkhi’l-luğa isimli eserleri alanın en önemli kaynaklarındandır. İbn Fâris, ’Fıkhü’l-luğa’ terimini ilk kullanan âlimdir.

(Rahmân ve rahîm olan Allah’ın adıyla. Sadece O’ndan yardım dilerim. Allah’a dâimî nimetlerinin ve verdiği ihsanların gerektirdiği şekilde hamd, O’nun nimet ve rahmetleri de Nebiyy-i Muhtârı Muhammed’e ve O’nun takvâ sahibi âlinin üzerine olsun.)

Ebû’l-Hasen Ahmed b. Fâris (ra) şöyle demiştir:

Şüphesiz ben Halil b. Ahmed’in yazmış olduğu Kitâbü’l-Ayn adlı sözlüğü gördüm. Baktım ki hem lafızları çetin, hem de kelimenin bâblarını bulmak güç. Yine o dönemdeki insanların alışık olduğu, onlara zor gelmeyen lafızlarla neyi kastettiğini anlamak da gerçekten güç. Sonra Ebû Bekr İbn Düreyd’in telif ettiği Kitâbü’l-Cemhera adlı sözlüğe baktım. O, Halil’in derlediklerine tam olarak yer vermiş ve üzerine de bazı şeyler eklemiştir. Ayrıca lafızları çoğaltma yoluna gitmiş, bunu yaparken de kendi gücünü de göstermek istemiştir. Bunun yanında kitabını inceleyenlere, ilk âlimlerin ele almadığı lafızlara yer verme konusunda da, başarılı olduğunu göstermek istemiştir. Tâbi kabul etmemiz gerekiyor ki, bu konuda ilk başarı, geçmiş âlimlere aittir. Çünkü sonrakiler binalarını öncekilerin attığı temel üzerine koyarak inşâ ederler.

Şimdi. Allah insanlar içinden sana, üstünlük nasib eylesin. Senin hayırdaki gayretini yüceltesin. Bu konuda niyetini sağlam kılsın. Sen bana, edebiyata olan merakını ve Arap kelamını öğrenmeye olan arzunu söyledin. Bu sahadaki temel eserleri araştırınca, bunlara ulaşmanın zor, konularının çok ve yollarının dağınık olduğunu görmek seni ürküttü. Bu durumun seni muradından alıkoymasından korktun.

Benden, zorlukları ortadan kaldıracak, güçlükleri kolaylaştıracak bir kitap telif etmemi istedin. Ben de bu kitabımı anlamı kolay, faydaları çok ve seni aradığın şeye ulaştıracak şekilde kısa sözlerle telif ettim. Buna Mücmelü’l-luğa ismini verdim. Çünkü ben burada Arap kelâmını özetledim, kısa olması için çok fazla şâhid ve misale yer vermedim. Eserin özelliği hacminin küçük, tertibinin güzel olmasıdır. Burada en zor kelimelere dahi kolay ulaşılır ve düşünerek okuyan kimse hatadan emin olur. Çünkü ben bu eseri alfabetik sıraya göre tertip ettim. İlk harfi elif olan her kelimeyi elif kitabına, ilk harfi be olan her kelimeyi de be kitabına koydum. Bu şekilde bütün harfleri tamamladım. Bir kelimeyi aradığında ilk harfine bakarsın ve onu, o harfin bulunduğu bölümde ararsın. Sonra da onun hâşiyede ele alınıp akabinde de açıklandığını görürsün.

İbn Fâris 1406/1986. Mücmelü’l-luğa, nşr. Züheyr Abdülmuhsin Sultan, Beyrut: Müessesetü’r-risâle, I, s. 75–76.

Çeviren: Ali Bulut

Kelime ve Kelam (Söz) Üzerine: el-Esterabâdî

Radıyyüddin el-Esterabâdî (ö.688/1289) Taberistan’ın Esterâbâd şehri halkından olup Necef’e yerleşmiştir. İbnu’l-Hâcib’in el-Kâfiye ve eş-Şâfiye adlı kitaplarına yazdığı şerhlerle ün kazanmıştır. Zekâsı, olgunluğu, fazileti ve dînî ilimlerdeki titizliği ile tanınmıştır. Esterabâdî, el-Kâfiye ve eş-Şâfiye üzerine yazdığı şerhlerinde nahiv meselelerini tafsilatlı olarak ele almış, nahiv ilminin metodolojik konularına değinmiş, hükümlerin illetlerini açıklamaya özen göstermiştir. Her bir mesele üzerinde titizle durup farklı görüşleri tartışmış ve kendisi de tercihlerde bulunmuştur.

Kelime ve Kısımları

Müellifin ismi, fiilden ve harften önce zikretmesi sadece iki isimden anlamlı bir söz oluşabilmesinden dolayıdır. Mesela “Zeydun Kâimun”(Zeyd ayaktadır), iki isimden oluşmuş bir cümledir. Kelimelerin bilgisinden kastedilen kelam ve irab vd. yönlerden kendisine ârız olan durumlardır.

Ardından fiili harften önce zikretti. İki isimden anlamlı bir cümle oluştuğu gibi iki fiilden anlamlı bir cümle oluşmasa dahi, fiil “Darabe Zeydun” (Zeyd vurdu) örneğinde olduğu üzere cümlenin parçalarından biri olabilir. Ancak harf böyle değildir. Bir harf ve başka bir kelimeden cümle oluşmaz.

Eğer dersen ki tarife göre kelimenin bu üç unsurun toplamı olması gerekir. Çünkü ’ve’ bağlacı toplama için kullanılır. “Hel zehebe Zeydun” (Zeyd gitti mi?) yahut “Murra bi Zeydin” (Zeyd’e uğranıldı) (üç çeşidi yani isim, fiil ve harfi de içerdiğinden) kelime sayılmalıdır.

Bunun cevabı şöyledir: Bu söylediğin bir şeyin parçalarına bölünmesi halinde doğrudur. Mesela “Senkcebîn hillun ve aselun” (Senkcebin sirke ve baldır) cümlesi böyledir. “Canlılar: insan, at, inek vd.leridir” şeklindeki bir cümle de böyledir. Biz burada tikel ile tümelin altına gireni ve tümelin kendisine “insan canlıdır” gibi haber olmasının mümkün oluşunu kastediyoruz…

Kelam (Söz)

Kelam, isnad ile iki isim içeren şeydir. Bu da ancak iki isim veya bir fiil ve bir isimle olur.

Kelimenin tanımını, kelâmın tanımından önce zikretmesi kelimenin kelâmın bir parçası olması ve bütünün anlaşılması parçanın anlaşılmasına bağlı olmasındandır. Halbuki nahiv ilminde önemli gaye sözde kelimelerin bir araya gelmesinden doğan irab değişimlerini bilmektir.

İki kelime içermesi ile terkibin iki kelimeden oluşmasını kastetmektedir. Yani terkib ile oluşan cümle her iki parçasına da tazammun yoluyla delalet eder.

Kelamın iki parçası “Zeydun kâimun”(Zeyd ayaktadır) veya “Kâme Zeydun” (Zeyd kalktı) cümlesinde olduğu gibi açıkça telaffuz edilmiş olabilir. Yahut “Hel kâme Zeydun” (Zeyd kalktı mı?) sorusunun cevabında ’evet’ denilmesi gibi ikisi de takdir edilmiş olabilir. Yahut da cümlenin sadece bir kısmı zikredilir, diğeri takdir edilir…

Radıyyuddîn el-Esterâbâdî, Şerhu’l-Kâfiye, s. 4–5.

Çeviren: Ali Benli

3.Meani, Beyan ve Belagat

Dilin iletişimde başarıyla kullanılması sözcüklerin durum ve cümle bağlamında, cümlelerinse olgu bağlamında ele alınmasını gerektirdiğinden, Arap dilbilimi içerisinde sözün duruma uygunluğunu, sözdeki niyeti etkileyen değişimleri ve dilbilgisiyle düzgünlüğü sağlanan sözün etkileyici kullanımını konu alan çeşitli disiplinler meydana gelmiştir.

Beyân: el-Câhız

Ebû Osman Amr b. Bahr el-Câhız el-Kinânî (ö. 255/869), Arap edebiyatının en önemli düz yazı ustalarındandır. Gençliği, dönemin ilim ve kültür merkezi Basra’da geçti. Halil b. Ahmed, Sîbeveyh, Ahfeş, Asmaî gibi birçok dil ve edebiyat âliminden dersler aldı. Basra’daki ilmî meclislere devam ederken, Mirbed’de kurulan panayırlarda da bedevî Arapların hatip ve şairlerini dinledi. Mutezile mezhebini benimseyen önemli bir kelamcı olmakla birlikte asıl şöhreti, nesirdeki mahareti ve edebiyatçılığındadır. Kendisinden önce İbnü’l-Mukaffa, Sehl b. Hârun gibi önemli nesir ustaları gelmişse de nesre mükemmel şeklini veren kişinin Câhız olduğu kabul edilir. Üslubunun dikkat çekici özelliği konuyu yeterince açık ve sade bir dille anlatması, konuyu işlerken değişik konulara da girmesi, sonra ustaca tekrar sadede gelmesidir. Câhız’ın edebiyat alanında en önemli eseri el-Beyân ve’t-Tebyîn’dir. Câhız bu eserinde Arapların şiir ve hitabetteki kabiliyetlerini ortaya koymuş, Arap belâgat ve fonetik ilimlerinin esasını vermeye çalışmıştır. Aşağıda sunacağımız gösterge türlerinden bahsettiği pasajda ortaya koyduğu fikirler, günümüz anlambiliminin kimi konularıyla paralellik arz etmektedir:

Beyan, anlamın maskesini açan, gönlü örten perdeyi kaldıran her şeyi kapsayan isimdir. Beyan hangi şekilde, göstereni de hangi cinsten olursa olsun, dinleyen kişiyi (dinlediğinin] hakikatine ulaştırır, onun sonucuna yöneltir. Çünkü işin odak noktası, söyleyenin ve dinleyenin yaptıkları şeyin gayesi anlamak ve anlatmaktır. Anlatma işi ne ile yapılırsa ve anlam açıklanırsa o şey bu yerde beyan olur.

Sonra bil ki –Allah seni korusun– anlamların hükmü (durumu), lafızların hükmünden farklıdır. Çünkü anlamalar sonsuza doğru yayılır ve sonsuza doğru uzanır. Anlamların isimleri (sözcükler) ise sınırlı, sayılı, kapsanabilir ve mahduttur.

Söz olsun veya olmasın anlamların göstergelerinin tümü beş sınıftır. Ne daha az ne daha fazladır. İlki sözdür, sonra işaret (jest ve mimik), sonra (el ile) sayma, sonra yazı, sonra duruş diye isimlendirilen haldir (lisan-ı hal). Hal diğer sınıfların yerine geçebilen bir göstergedir ve onlardan geri kalmaz. Bu beş göstergenin birbirlerinden farklı şekli ve özelliği vardır. Cümlede var olan anlamların (bizzat) kendileri, açıklama esnasında hakikatleri, cinsleri, miktarları, özel veya genel olmaları, sevinç ve üzüntü verme dereceleri, faydasız, boş, değersiz, atılacak olup olmadıkları bu şekil ve özelliklerle senin için açığa çıkar…

Mantığın kurucusu, “İnsanın tarifi: açık bir şekilde konuşan canlıdır” demiştir.

“Mürüvvetin (kişilik sahibi olmanın) hayatı doğruluk, ruhun hayatı iffet, hilmin (ağır başlılık) hayatı ilim, ilmin hayatı ise beyandır” denmiştir…

Sözün gösterge olmasından bahsettik. İşaret ise (mesela) iki kişi birbirinden uzaklaşırken el, baş, göz, kaş ve omuzla, elbise veya kılıçla olur. Kılıcı ve kırbacı kaldıran kişi tehditte bulunmuş olabilir. Bu şekilde azarlayıcı ve (yaptığı işaret de) tehdit ve uyarı olur. İşaret ve söz ortaktır, birbirlerine ne güzel yardımcı ve ne güzel tercümandır.

İşaret sözün yerine çokça geçer ve yazıya ihtiyaç bırakmaz. Çeşitli dereceleri ve gösterimleriyle birlikte işaretin bilinen bir şekli ve belirli bir özelliği vardır. İnsanların birbirlerinden sakladıkları, yanlarında oturan veya oturmayan kişilerden gizledikleri şeyleri anlamada göz ucu, kaşlar ve diğer organlarla yapılan işaretler büyük bir desteği ve anlık yardımı vardır. İşaret olmasa idi insanlar çok özel anlamları birbirlerine anlatamazlar ve bu anlamları asla bilemezlerdi…

Yazıya gelince Yüce Allah, kitabında yazının faziletini ve kitabın faydalarıyla (insanı) nimetlendirdiğini peygamberine (sav) şöyle söyleyerek dile getirmiştir: “Oku! O, en keremli olan Rabbindir. Kalem ile öğretendir. İnsana bilmediğini öğretti” (Kur’ân 96: 3-5). Gönderdiği peygamberine indirdiği kitabında yazıya şöyle yemin etmiştir: “Nûn, yemin olsun kaleme ve yazdıklarına” (Kur’ân 68: 1).

Bu yüzden “Kalem ikiden birisidir” demişlerdir, tıpkı “Ehl-i ıyalin az olması, iki zenginlikten birisidir” dedikleri gibi. Şöyle söylemişlerdir: “Kalem tesir açısından daha kalıcı, dil ise saçmalamaya, düşüncesiz ifadeye daha yatkındır”.

Abdurrahman bin Keysan şöyle demiştir: “Kitabı (yazıyı) düzeltmek amacıyla zihni harekete geçirmek için kalemi kullanmak, sözü düzeltmek için dili kullanmaktan daha uygundur”.

Şöyle demişlerdir: “Dil yakında bulunan muhatapla sınırlıdır. Kalem ise hem muhatap, hem de üçüncü şahıs içindir. Geçip gidenler için olduğu gibi hali hazırdaki kişiler içindir”.

Kitap her yerde her zaman okunur. Dil ise dinleyeni aşmaz başkasına geçmez.

Saymaya gelince, o sözsüz ve yazısız hesap yapmadır. Değerine ve büyük faydasına delil ise şu ayetlerdir: “O, karanlığı yarıp sabahı çıkarandır. Geceyi dinlenme zamanı, güneşi ve ayı da ince birer hesap ölçüsü kıldı. Bütün bunlar mutlak güç sahibinin, hakkıyla bilenin takdiridir (ölçüp biçmesidir)” (En’am suresi, 6: 96). “Rahmân Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti. Güneş ve ay bir hesaba göre hareket etmektedir” (Rahman suresi, 55: 1-5).

“O, güneşi bir ışık (kaynağı), ayı da (geceleyin) bir aydınlık (kaynağı) kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller takdir edendir. Allah bunları (boş yere değil) ancak gerçek ile (hikmeti gereğince) yaratmıştır” (Yunus suresi, 10: 5).

“Biz geceyi ve gündüzü (kudretimizi gösteren) iki alâmet yaptık. Rabbinizden lütuf isteyesiniz, yılların sayısını ve hesabını bilesiniz diye gece alametini giderip gündüz alametini aydınlatıcı kıldık. İşte biz her şeyi açıkça anlattık” (İsra suresi, 17: 12).

Hesap çok anlamlar ve büyük faydalar içerir. İnsanlar dünyadaki hesabın anlamı bilmeselerdi ahiretteki hesap hakkında Yüce Allah’ın söylediklerini anlamazlardı. Sözün yokluğu, yazının bozukluğu ve hesabı bilmemek, nimetlerin çoğunun fesada uğramasına, bütün faydaların kaybedilmesine ve Yüce Allah’ın bizim için destek, fayda ve düzen olarak yarattığı şeylerin bozulmasına sebep olur.

Duruş ise sözsüz konuşan (lisan-ı) haldir. Elsiz işaret eden haldir. Yerin ve göğün varlıklarında, susan, konuşan, cansız, yurdunda oturan, yolcu olan, fazla ve eksik her şeyde bu durum açık bir şekilde vardır. Cansız, ölüdeki gösterge, konuşan canlıdaki gösterge gibidir. Susan, gösterge açısından konuşmaktadır. Dilsiz varlık burhan (delil) bakımından açıkça konuşan gibidir. Bu yüzden öncekiler şöyle demişlerdir: “Yeryüzüne sor, nehirlerini kim açtı, ağaçlarını kim dikti, meyvelerini kim topladı? Sana konuşarak cevap vermezlerse bile ibret olarak cevap verirler”…

Hatiplerden biri İskender öldükten sonra yatağının başında durarak şöyle demiştir: “İskender dün bugünkünden daha çok konuşan biriydi. Bugün ise düne göre bize daha çok öğüt veren biridir”.

Câhız 1976. el-Beyân ve’t-tebyîn, Dâru’l-Fikr li’l-cemi, I, s. 55–59.

Çeviren: Yılmaz Özdemir

Beyân İlmi: Abdülkâhir el-Cürcânî

Tam adı Ebû Bekr Abdülkâhir b. Abdurrahmân b. Muhammed el-Cürcânî (ö. 471/1078–79)’dir. Hayatı Cürcân’da geçti. Ebû’l-Hüseyin Muhammed b. Hasan el-Fârisî ve Kadı Ebû’l-Hasan Ali b. Abdülazîz el-Cürcânî gibi âlimlerden ders aldı. Arapça dilbilgisinin bütün inceliklerine vakıf olması sebebiyle kendisine “İmâmü’n-nühât” (Dilbilgisi âlimlerinin önderi), belâgat ilmindeki üstünlüğünden dolayı da “Şeyhu’l-belaga” (Belâgatin zirvesi) ünvanı verildi. Ona göre Kur’ân’ın gerçek anlamda i’cazı, sahip olduğu fesâhat ve belagâttan kaynaklanmakta, yani Kur’ân nazmında bulunmaktadır. Bu yöndeki görüşlerini Meânî ilmine ağırlık verdiği Delâilü’l-i’câz’ında, Beyân ilmi ve şiirle ilgili konuları ise Esrâru’l-belâga isimli eserinde ele aldı. Bu iki eseri daha sonraki belâgat çalışmalarına yön verdi. Delâilü’l-i’câz Türkçeye, Esrâru’l-belâğa da Almanca ve Farsçaya tercüme edilmiştir.

Beyân ilminden, daha köklü, dallı budaklı, meyvesi daha tatlı, suyu daha içimli, ürünü daha bol ve ışığı daha parlak bir ilim göremezsin. Şayet bu ilim olmasaydı, güzel elbiseler dokuyan, zînet eşyaları işleyen, inciler dizen, büyüler üfleyen, petekli bal ikram eden, harika çiçekler gösteren, olgun ve lezzetli hurmaları önüne getiren bir dil bulamazdın.

Beyân ilmi, diğer ilimleri ele alıp, onlara önem vermese ve onların portresini çizmeseydi, bu ilimler, üstü örtülü ve gizli kalacak, bunların şeklini tasavvur dahi edemeyecektin. Neticede bunlar, hilâlin, ayın son gecesinde kaybolduğu gibi kaybolup gidecekti.

Beyân ilmine yapılan haksızlık ve yanlışlar:

Bütün bunlara rağmen, beyân ilminin başına gelen zulüm ve haksızlıklara, başka hiçbir ilim dalının maruz kalmadığını görürsün. İnsanlar, beyân ilminin hakikati konusunda yanıldıkları gibi, onun mânâsı hususunda da yanılmışlardır. Bu konuda, bozuk düşüncelere ve kötü zanlara kapıldılar; büyük bir cehâlet ve apaçık bir hataya düştüler.

Bunların çoğuna göre, beyân ilminin mânâsı, gözle ve kafayla işaret ya da birkaç çizgi çekip elle işaret etmekten öteye geçmez. Bu kimseler şöyle derler:

“Beyân ilmi, bilgi verip soru sormak ya da emredip yasaklamaktan başka bir şey değildir. Zaten bunlarda kullanılan lafızlar da bellidir. Arapça olsun Farsça olsun herhangi bir dilin kelimelerini ve bunların mânâlarını bilen, bunları harf ve sesleriyle telaffuz edebilen herkes, beyân ilmine sahip demektir. Böyle birisi artık beyân ilminde tam bir malzemeye sahip olmuş, daha da ilerisi olmayan bir noktaya gelmiş, amacına ulaşmıştır. Bundan daha ötesi yoktur.”

Bu kimselere göre fesâhat, belâgat ve sözdeki güzelliğin mânâsı sadece, sözü uzatmak, yüksek sesle ve akıcı bir şekilde konuşmak, bütün harfleri tam telaffuz etmek, takılıp kekelememek ve herkesin anlayamayacağı eski kelimeler kullanmaktır.

Bunlar konu hakkında biraz daha düşündüklerinde şöyle derler:

“Fesâhat ve belâgat, kişinin konuşurken dilbilgisi yanlışı yapmamasıdır. Yani bir kelimeyi mansûb (a veya e sesiyle) yerine merfû (u sesiyle) telaffuz etmesi, ya da asıl anlamının veya Araplardan nakledilen anlamın dışında kullanmasıdır.”

Sözün özü, bu kimselere göre, kişinin fesâhat ve belâğatındaki noksanlık, kelime dağarcığındaki noksanlıktan kaynaklanmaktadır.

Oysa bunlar, işin içinde, öğrenilmesi gereken birtakım incelik ve sırlar, kaynağını akıldan alan güzellikler ve özel mânâlar olduğunu düşünmezler. Bu güzelliklere de ancak araştırıp inceleyen ve dille arasındaki perdeleri kaldıran kimse ulaşabilir. Sözdeki zerâfatin ve üstün olmasının sebebi de hep bu güzelliklerdir. Bu şekilde söz söylemedeki amaç genişleyip gider, sözün seviyesi yükselir, amacı yücelir ve sonuçta iş i’câz sınırına kadar dayanır ve artık beşer gücünün dışına çıkar.

Cürcânî 1413/1992. Kitâbü Delâili’l-i’câz, nşr. Mahmûd Muhammed Şâkir, Cidde: Dâru’l-Medenî, I, s. 5–7.

Çeviren: Ali Bulut

Meânî ve Beyân İlimleri: es-Sekkâkî

Tam adı Ebû Ya’kûb Sirâceddîn Yûsuf b. Ebî Bekr Muhammed b. Ali el-Hârizmî es-Sekkâkî el-Hanefî (ö. 626/1229)’dir. Türk asıllı olup 555/1160’de Hârizm’de doğdu. İlim tahsilinden önce metal oyma ve işleme işi yaptığı için ’Sekkâkî’ adıyla anıldı. Rivâyete göre otuz yaşlarında iken, yaptığı kilidi çok hafif bir hokkayı hediye etmek üzere Harezmşah Sultanı Alâaddîn Tekiş’in huzuruna çıktı. Burada âlimlere çok fazla itibar edildiğini görünce ilimle meşgul olmaya karar verdi. Mahmûd b. Sâid el-Hârisî ve Sedîd b. Muhammed el-Hayyâtî el-Hârizmî gibi âlimlerden ilim tahsil etti. Arap dili ve belâgatı, aruz, şiir, kelâm, mantık, fıkıh vb. ilim dallarında kendisini yetiştirdi. Muhtâr b. Mahmûd ez-Zâhidî başta olmak üzere birçok talebe yetiştirdi. Cengiz Han’ın oğlu Çağatay Han’ın sarayında onun nedimi olarak çalıştı. Sekkâkî, Miftâhu’l-ulûm isimli eserinin Arap belâgatını ele alan üçüncü bölümüyle, bu ilmin dönüm noktası oldu, bu ilme sistem olarak nihâî şeklini verdi. Bu bölüm üzerine Hatîb el-Kazvînî’nin yazdığı Telhîsü’l-Miftâh adlı eser başta olmak üzere, şerh, hâşiye ve ihtisâr türünden birçok çalışma yapıldı. Avusturyalı şarkiyatçı Gustav Edmound von Grunebaum’a göre sosyolojinin öncüsü İbn Haldûn değil, ondan yaklaşık iki asır önce yaşamış olan Sekkâkî’dir. Ona göre sosyolojinin temellerini oluşturan özgün düşünceleri, Miftâhu’l-ulûm adlı eserinin Meâni İlmi bölümünde yer almaktadır.

Bil ki Meânî ilminin konusu, ifade edilen sözde, cümle yapılarına ait meziyetlerle güzellik vb. yönlerinin incelenmesidir. Bundan maksat, kişinin yer ve zamana uygun söz söyleyerek, bilinçli bir şekilde hatadan korunmasıdır. Sözdeki cümle yapılarından maksadım, sözleri ayırma ve tanıma üstünlüğüne sahip kimselerin söyleyebileceği yapılardır. Bunlar da beliğ kimselerin sözleridir. Yoksa bunların dışında olup da hayvan sesleri mertebesine doğru inen kimselerin sözleri değildir. Sözdeki meziyetlerden maksadım, beliğ biri tarafından söylendiği için duyulduğunda hemen anlaşılan ifadelerdir. Yoksa rastgele bir sözü kastetmiyorum. Anlayıştan maksadım da selîm fıtrat sahibi kimsenin anlayışıdır…

Beyân ilmi ise tek bir mânâyı değişik yollarla ifade edebilme bilgisidir. Sözün maksada tam olarak uygun olması için, mânâya delâletinin açık olması ve buna bağlı olarak da hatadan uzak olması gerekir. Hikmet sahibi ve yüce olan Allah’ın kelamından maksadın tam olarak ne olduğunu bilmek isteyen kimse bu iki ilme çok büyük ihtiyaç duyarlar. Tefsirle meşgul olup da bu iki ilimde yaya olan kimselere yazık, hem de çok yazık…

Sekkâkî 1407/1987. Miftâhu’l-ulûm, nşr. Naîm Zerzûr, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, s. 161-162.

Çeviren: Ali Bulut

Sözün Belâgati: Hatîb el-Kazvînî

Tam adı Ebü’l-Meâlî Celâleddîn el-Hatîb Muhammed b. Abdirrahmân b. Ömer b. Ahmed el-Kazvînî eş-Şâfiî (ö. 739/1338)’dir. 22 Şaban 666’da (7 Mayıs 1268) Musul’da doğdu. Aslen Kazvinlidir. Arapçanın yanında Türkçe ve Farsçayı da iyi bilirdi. Uzun yıllar Şam Emeviyye Camii’nde hatiplik yaptığı için “Hatîb” ve “Hatîbü Dımaşk” ünvanıyla anıldı. Kazvînî, ilk tahsilini babasının yanında yaptı. Moğol istilâsı sebebiyle babası Tokat’a yerleşince tahsiline burada devam etti. Babasının vefatı üzerine ağabeyi İmâdüddin ile birlikte h. 689’da (1290) Şam’a göç etti ve tahsiline burada devam etti. Müderrisliğin yanında Şam ve Mısır başkadılığı da yapan Kazvînî Şam’da vefat etti. En önemli öğrencileri Selâhaddin es-Safedî, Bahâeddin İbn Akil ve Bahâeddin es-Sübkî gibi âlimlerdir. Kazvînî, Sekkâkî’nin Miftâhu’l-ulûm adlı eserinin belâgatla ilgili üçüncü bölümünü kısaltarak Telhîsü’l-Miftâh isimli eserini yazdı. Peşinden de el-Îzâh isimli eseriyle kendi çalışmasını şerh etti. Onun bu eserleriyle, özellikle de anadili Arapça olmayanlar için belâgat ilminin tahsili kolaylaşmış oldu. Osmanlı medreselerinde de yüzyıllarca ders kitabı olarak okutulan bu iki eser, daha sonraki belâgat çalışmalarına yön vermiş, bunlar üzerine şerh, haşiye, ta’lik, ihtisar ve nazma çekme türünden birçok eser telif edilmiştir. Telhîsü’l-Miftâh Türkçeye de tercüme edilmiştir.

Sözün belâgati, onun, açık olmakla birlikte yer ve zamana da uygun olmasıdır. Sözün söylendiği yer ve zaman değiştiğinde, buna uygun olarak söz de değişir. Sözde, yerine göre belirli yerine göre belirsiz isim, yerine göre genel yerine göre de sınırlı ifadeler kullanılır. Yine duruma göre kelimeler birbirinin önüne geçirilir. Yerine göre bir kelime, bazen sözde yer alırken bazen de çıkarılır. Aynı şekilde duruma göre tahsisli, duruma göre de genel bir ifade kullanılır. Yine peş peşe gelen cümleler duruma göre ya bir bağlaçla birbirine bağlanır ya da bağlanmaz. Aynı şekilde yerine göre söz ya uzun ya da kısa tutulur. Yine zeki kimseye söylenen sözle, anlayışı zayıf birisine söylenen söz birbirinden farklıdır. Bunun gibi her sözün söyleneceği yerler bellidir. Sözün güzelliği ve kabul derecesi, yer ve zamana uygun olup olmamasına göre ya yükselir ya da düşer. Burada ölçü yer ve zamandır, yani sözün yer ve zamana uygunluğudur. Büyük âlim Abdülkâhir (el-Cürcânî) buna nazım ismini verir.

Nazım, sözün dilbilgisi kurallarına uygun olarak gelmesi ve maksadı da tam olarak ifade etmesidir. Belâgat de mânâyı oluşturan lafızlara ait bir özelliktir. Çoğu zaman buna fesâhat de denir. Abdülkâhir (el-Cürcânî) de, Delâilü’l-İ’câz isimli eserinde, fesâhatin lafza değil de mânâya ait bir özellik olduğunu çokça tekrarlar. O, eserinin bir yerinde şöyle der: Fesâhat, belâgat ve bunlara bağlı diğer unsurların tamamı, lafzın kendisine değil, mânâya ait özelliklerdir. O, Delâilü’l-İ’câz’ın bir çok yerinde sözün güzelliğinin mânâ da değil, lafızda olduğunu açıkça ifade etmiştir. Bunun aksini savunan bir kimsenin görüşünü de şöyle zikretmiştir:

“Bu kişiye göre, bir şiir yazmak isteyen kimse önce mânâyı düşünür. Şiir, ancak bundan sonra, hikmet ya da edebî bir yön içerir, ya da sıra dışı bir benzetme ve az rastlanır bir mânâ ihtivâ eder. Ancak durum, bunun tam tersinedir. Çünkü gerçeklere ve elde edilen sonuçlara baktığımızda, belâgat ilminde uzmanlaşmış ve bu ilmin gayesini iyi anlamış kimseler, bu görüşü kabul etmezler.” Sonra Câhiz’dan şu sözü aktarır:

“Anlamlar yollara atılmış taşlara benzer. Arap olan da olmayan da, şehirli de köylü de onu anlar. Mahâret, vezni tutturmakta, lafızları seçmekte, bunlardaki telaffuz kolaylığında, doğallığında, güzelliğinde ve dizilişinin sağlamlığındadır.”

Sonra (Cürcânî) şöyle demiştir:

“Bilindiği gibi, bir söz inşa etmek; resim yapmaya veya (altın vb. bir madeni) işlemeye benzer. Mânâyı ifade etmek ise yüzük veya bilezik yapmak için altın ve gümüşün kalıba dökülerek işlenmesine benzer. Yüzüğün döküm ve işçiliğinin kaliteli olup olmadığını öğrenmek için sadece hammaddesi olan gümüşüne bakılması yanlıştır. Aynen bunun gibi, bir sözün üstünlük ve meziyetini öğrenmek için de yalnızca anlamına bakmak yanlıştır. Bir yüzüğü diğerinden üstün tutarken sadece, “bunun gümüşü daha kaliteli” diyerek değerlendirme yaptığımızda onları yüzük olmak açısından karşılaştırmış olmayız. Tıpkı bunun gibi, bir beyti sadece anlamına bakarak diğerinden daha üstün tuttuğumuzda da onları, şiir veya söz olmak açısından karşılaştırmış olmayız.”

Yani açıktır ki söz, sadece mânâsındaki güzellik dikkate alınarak herhangi bir değer kazanmaz. Şüphesiz fesâhat de sözün güzel niteliklerindendir ve sadece mânâda aranmaz.

Kazvînî 1419/1998. el-Îzâh fî Ulûmi’l-Belâga, nşr. Behîc Gazâvî, Beyrut: Dâru İhyâi’l-Ulûm, s. 13–14.

Çeviren: Ali Bulut

Yazarlık Üzerine: Ziyâuddin İbnu’l-Esîr

Ebû’l-Feth Ziyauddin İbnu’l-Esîr (ö. 637/1239) Cizre’de 558 /1163’de doğdu. İlk tahsilini burada gördü. Ardından Musul’a göç etti ve tahsiline orada devam etti. Dil ilimlerinde derinleşti. Salahaddin Eyyûbî’nin hizmetine girdi. Divan kitabetinde bulundu ve sanatlı nesrin gelişmesinde katkı sağladı. Ayrıca dil ve edebiyata dair eserleriyle bu ilimlere dair özgün fikirler ortaya koydu. En ünlü eseri belagat ve edebiyat sahasına dair kaleme aldığı el-Meselu’s-sâir’dir.

Bil ki, şiir veya düz yazı formunda söz kompoze etme sanatı pek çok araca gereksinim duyar. Denilmiştir ki: Yazar olacak kişinin her ilimle ilgili olması gerekir. O kadar ki, şöyle denir: her ilmin erbabı kendisini bu ilme nispet ederek “falan gramercidir”, “falan fakihtir”, “falan kelam âlimidir” derler de, kimse kendisini kâtipliğe nispet edemez, yani “falan kâtiptir” denmez. Bunun sebebi, onun her fenne girmek zorunda olmasıdır. Bütün bunların dayanağı ise tabiattır. Eğer kişide yazar olacak tabiat yoksa buna yardımcı olacak aletlere sahip olması da işe yaramaz. Bu durum demir ısıtılan ocakta gizli olan ateşe ve onunla ısıtılan demire benzer. Eğer ocakta ateş yoksa onun demire hiçbir faydası olur mu? İlimleri öğrenme konusunda garip tabiatlı insanlara dair pek çok haber duymaktayız. Hatta söylendiğine göre kavranması zor ve karmaşık konularda maharet sahibi birisi varmış, bu kişi çok kolay meseleler karşısında apışıp kalır ve onları halledemezmiş. Bundan daha ilginci, şiir konusunda yetenekli bir insanın övgüyü becerip yergiyi becerememesi veya tam aksi yani yergiyi becerip övgü içerikli şiirler yazamamasıdır. Yahut kutlamalara dair yazıp mersiye yazamaması yahut tam aksinin gerçekleşmesidir. Nesir yazarlarının durumu da böyledir. Makâmât sahibi olan ve bu sanatın dönemindeki en büyük temsilcisi olan Harîrî, Bağdat’a geldiğinde onun Makâmât’ına bakılmış ve “bu zat hilâfet divanında inşâ kâtibi olabilir. Güzel bir etki bırakır” denilerek bir mektup yazması istenilmişti de kalakalmıştı. Dili ne uzun ne kısa bir şey diyememişti. Birisi onun hakkında şöyle bir beyit okumuştu:

“Fürs-i Rabîa’dan bir hocamız var, hevesinden sakallarını yoluyor.

Allah onu memleketi Meşan’da konuşturdu, ama Bağdat’ta dilini bağladı.”

Bu kendisine şaşılan durumdur. Bu konu bana sorulduğunda şöyle demiştim “şaşılacak bir şey değil, çünkü makamelerin hepsi kurtuluşla biten bir hikâyeden yola çıkarlar, yazışmalar ise sahili olmayan bir deniz gibidir. Anlamlar yaşanan olaylarla birlikte sürekli değişmektedir…”

Ziyauddin İbnu’l-Esîr, el-Meselu’s-sâir fî edebi’l-kâtibi ve’ş-şâir, (nşr. Ahmed el-Hûfî, Bedevî Tabbâne), Kahire: Daru Nahdati Mısr li’t-tab’i ve’n-neşr, s. 37–38.

Çeviren: Ali Bulut

Yazarlığın Kuralları: İbn Kuteybe

Ebû Muhammed Abdullah bin Müslim bin Kuteybe (ö. 276/889), dil, edebiyat, Kur’ân ilimleri, hadis ve tarih alanlarındaki eserleriyle meşhur bir âlimdir. Kufe veya Basra’da doğduğu, kültürlü bir aile çevresinde yetiştiği rivayet edilmektedir. Câhız, Ebû Hâtim es-Sicistânî, İbn Sellâm gibi döneminin seçkin âlimlerinden dersler aldı. Hayatının önemli kısmını Bağdat’ta geçirdi. İslâmî ilimlerin tümünde engin bilgi sahibi olmakla birlikte en çok edebiyatla ilgilendi. Geniş kültür birikimiyle de devlet adamlarının dikkatini çekti. İbn Kuteybe Cahiliye döneminde oluşan ve İslam’la birlikte büyük bir ivme kazanan edebiyat eleştirisinin ilerlemesinde büyük katkısı oldu. Edebiyat alanındaki en önemli eseri Edebü’l-kâtib’dir. Devlet hizmetinde görev alan kâtipler için telif edilmiş olan bu eser, dil, yazı sanatı ve imlâ esaslarıyla ilgili bilgileri ihtiva etmektedir. Aşağıdaki bu eserin mukaddimesinden bir pasaj sunulacaktır. İbn Kuteybe, kâtiplere muhataplarının makam ve mevkilerine göre nasıl bir hitap üslubu sergilemeleri gerektiğine dair bazı bilgiler vermektedir.

… Yazılarındaki sözleri yazan ile kendisine yazılan kişinin makamına göre ayarlamasını güzel buluruz. Makamı düşük insanlar için yüksek sözler veya makamı yüksek insanlar için düşük sözler kullanılmamalıdır. Kâtiplerin bu hususa riayet etmeyi bıraktıklarını gördüm. Bu noktada üslupları karıştırıyorlar. “Falan konuda görüşünü (söyle)” diye yazılacak kişiyle “Falan konuda görüşünüzü açıklarsanız” diye yazılacak kişi arasında fark gözetmiyorlar. “Görüşünü (söyle)” ifadesi denk ve eşit durumdaki kişilere yazılır. Başkanlara ve âlimlere yazılmaz. Çünkü bu ifadede emir anlamı vardır. Bu yüzden (görüşünü) ismin “–i” haliyle yazılmıştır. ( Aynı şekilde ) “Ben şunu yaptım” diye yazılacak kişiyle “Biz şunu yaptık” diye yazılacak kişi arasında fark gözetmiyorlar. ’Biz’ ifadesini ancak âmir veya yasak koyucu makamında olan bir kişi tarafından yazılır. Çünkü hükümdarların ve âlimlerin ifadelerindendir. Yüce Allah “Muhakkak ki biz Kur’ân’ı indirdik” (Hicr suresi 9) ve “Muhakkak ki biz her şeyi bir ölçüyle yarattık” (Kamer suresi 49) diye buyurmuştur. Muhataplara (Biz) öznesi ile başlanarak cevap verilmiştir. Yüce (Allah), ölmek üzere olan kişinin şöyle dediğini hikâye etmiştir: “Rabbim, beni geri gönderiniz, umulur ki salih amel işlerim” (Müminun suresi 99–100). “Rabbim beni geri gönder” dememiştir. Kâtip yazısına “Allah sana ikram etsin ve ömrünü uzun etsin” diye başlayıp da mektubun ortalarında yazıyı yazdığı kişinin suçlarını sayar ve “Allah sana lanet etsin, rezil rüsva etsin” derse (uygun olmaz). Allah nasıl hem ikram hem de lanet eder??!! Bu iki ifade, bir mektupta nasıl bir arada olur? Ebrevîz sözün duruma uygun ayarlanması konusunda kâtibine şöyle demiştir: “Söz şu dört şeyden ibarettir: Bir şeyi istemen, bir şey hakkında sorman, bir şeyi emretmen ve bir şey hakkında haber vermendir. Bunlar sözlerin ana direkleridir. Beşincisini arayacak olursan yoktur. Dördüncüsü eksikse tamam olmaz. Bir şey istersen nazik ve yumuşak ifade kullan. Sorduğun zaman açık seçik sor. Emrettiğin zaman sağlam, güçlü emret. Haber verdiğin zaman (açıklamalarını) sağlam yap. Yine ona şöyle demiştir: “Söylemek istediğin pek çok şeyi kısa ifadelerle bir araya getir”. Bununla îcazı (az sözle çık şey ifade etmek) kastetmiştir. Ancak bu her yerde güzel olmaz. Her yazıda tercih edilmez. Bilakis her bir duruma uygun (söylenmesi gereken) bir söz (üslup) vardır. Îcâz bütün durumlarda güzel olsaydı Yüce Allah Kur’ân’da sadece o üslubu kullanırdı. Fakat Allah böyle yapmamıştır; bazen vurgu yapmak için (sözü) uzatmış, bazen îcaz için kısaltmış, bazen de anlaşılır kılmak için (sözü)tekrar etmiştir. Savaşa veya kabileler arasında kan diyeti verilmesine veya barışa teşvik edecek kişinin sözü kısaltıp, ihtisar etmesi uygun değildir. Aynı şekilde bir fethe ya barış için halka (bir bildiri) yazacak kişinin sözünü kısa tutması hoş olmaz. Bir kâtip bir bölgenin ahalisini itaate ve isyan etmemeleri için çağrıda bulunurken Yezîd bin Velid’in Mervân’a yazdığı gibi yazması etkili olmaz. Kendisine biat etmesi konusunda yavaş davrandığı haberi geldiği zaman Yezîd bin Velîd, Mervân’a şöyle yazmıştı: “İmdi ben senin bir adım ileri bir adım geri attığını görüyorum. Hangisini istersen onu yap vesselam”. Tabii bu mektup Mervân’a hiç şekilde tesir etmemişti. Doğru olan sözünü uzatması, birkaç kere tekrar etmesi, yine sözünün başına dönmesi, sakındırması ve uyarması idi…

İbn Kuteybe thz. Edebü’l-kâtib, Edisyon kritik: Muhammed ed-Dânî, Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, s. 18–20.

Çeviren: Yılmaz Özdemir

Me’âni’l-Kur’ân’dan Örnekler: el-Ferrâ

Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ (ö.207/822) Kûfe’de 144/761-62’de doğdu. İlköğrenimini burada gördü. Basra’ya giderek orada Halîl b. Ahmed ve Yunus b. Habîb gibi dil âlimlerinden dersler aldı. Ardından Bağdat’a gitti ve orada dönemin en yetkin âlimlerinden Kisâî’nin önde gelen öğrencilerinden oldu. Kisâî’nin vefatından (189/805) sonra onun yerine geçti ve böylece hocalık hayatı başlamış oldu. Halife Me’mûn’un çocuklarının da hocalıklarını yaptı. Abbasî sarayında kendisine yer buldu. Ferrâ, hocası Kisâî ile birlikte Arap gramerinde teşekkül eden ikinci ekolün yani Kûfe dil ekolünün kurucularından sayılmaktadır. Arap dilinin kaidelerinin tespitinde Ferrâ’nın büyük hizmeti olmuştur. Özellikle dil ilimleriyle ilgili eserleriyle tanınan Ferrâ’nın en önemli eseri Me’âni’l-Kur’ân’ıdır. O, bu eserinde âyetlerdeki dil özelliklerinden hareketle Arapçanın gramer kurallarını tespit etmeye çalışmıştır.

Fussilet Sûresi’nden:

(Min beyninâ ve beynike hicâb) (Kur’ân 41: 5)

Der ki: Seninle aramızda dinimiz konusunda bir ayrılık ve farklılık vardır. Öyleyse sen bizim helâk olmamız için çalış, biz senin helâk olman için çalışmaktayız. Denilir ki: Dininden bildiğin şeylerle amel et, biz dinimizle amel ederiz. (Lâ yü’tûne’z-zekâte) (Kur’ân 41: 7)

Zekâtın buradaki anlamı şudur: Kureyş hacılara yemek ve su verirdi. Hz. Muhammed’e (sav) iman edenleri bunlardan mahrum bıraktılar. Bu âyet-i kerîme onlar hakkında nâzil oldu. Nitekim bu ifadeden sonra “onların âhireti inkâr etmeleri bundan daha büyük bir günahtır” buyurulmuştur.

(Ve kaddera fîhâ akvâtehâ) (Kur’ân 41: 10)

Abdullah’ın kıraatinde: “kasemse” fiili ile “onda azıkları taksim etmiştir” anlamındadır. “Dünyada yaşamaları ve ticaret yapmaları için insanlara azıklar vermiştir” anlamı kastedilmiştir.

(Kâletâ Eteynâ tâ’iîn) (Kur’ân 32: 11)

(Fiilde) gökler ve yerleri ikil olarak kabul etmiştir. Başka bir âyette de buna benzer bir şekilde (Ve mâ halakne’s-semâe ve mâ beynehumâ) [Göğü, yeri ve o ikisi arasındakileri yarattık…] (Kur’ân 21: 16) buyrulmuştur. (beynehunne) demek caiz olduğu halde böyle denilmemiştir.

(İz câethümü’r-rusülü min beyni eydîhim ve min halfihim) (Kur’ân 32: 14)

Peygamberler, onların atalarına, onlardan önce ve sonra gelen kişilere gelmişlerdir. Ayrıca (hüm) zamiri peygamberlere gönderilerek ’peygamber ardına peygamber’ anlamında olduğu da söylenmiştir.

el-Ferrâ’, Yahyâ b. Ziyâd 1983. Meânî’l-Kur’ân, Alemu’l-kütüb, thk. Ahmed Yusuf Necati, Muhammed Ali en-Neccar, Beyrut, III, s. 13.

Çeviren: Ali Benli

Bilge ve Âlimlerin Yaptıkları Belâğat Tariflerinin Yorumlanması: el-Askerî

Tam adı Ebû Hilâl el-Hasen b. Abdullâh b. Sehl el-Askerî (ö. 400/ 1009’dan sonra)’dir. Ahvaz’a bağlı Askerimükrem beldesinde doğdu ve burada yetişti. İlim tahsili için İsfahan, Bağdat ve Basra’ya seyâhat etti. En önemli hocası kendi memleketinden olan Ebû Ahmed el-Askerî’dir. Hocası ile karışmaması için “edîb” ünvanıyla anılmıştır. Geçimini temin etmek için ticaretle uğraşmıştır. Ticarî amaçlarla yaptığı seyahatleri dahi değerlendirmiş, gittiği yerlerdeki âlimlerden istifade etmiştir. Arap dili, edebiyat ve şiir tenkidi alanlarında bol eser telif etmiştir. Onun en önemli eserleri, nazım ve nesir kurallarını, toplu bir şekilde ilk defa ele alan Kitâbü’s-sınâateyn, eş anlamlı kelimeler arasındaki mânâ farklarını ele alan el-Furûku’l-lugaviyye ile câhiliye Araplarının kullandığı ve Hz. Peygamber (sav)’in hadislerinde yer alan atasözlerini derleyip açıkladığı Cemheratü’l-emsâl adlı kitaplarıdır.

Belâgatin aslı söylediğim gibidir. Kitabın faydasının tam olması için bu konuda âlimlerden gelen görüşleri zikredip yorumlayacağım.

İshak b. Hassân şöyle demiştir: Hiç kimse belâgati İbnü’l-Mukaffa’ kadar izah edememiştir. O şöyle demiştir: Belâgat birçok mânâsı olan bir kelimedir. Bazen susmakta bazen de dinlemekte belâgat olur. Yine bir şiir, seçili bir ifade veya bir hitâbede belâgat olur. Yerine göre mektuplar da belâgat sayılabilir. Bunların hepsinin yanında bir işâretle mânâyı ifade belâgate daha uygundur. Kısacası belâgat îcâzdır.

“Bazen susmakta belâgat olur” sözünde sükût, mecâz olarak belâgat sayılır. Bu da sözün etkili olmadığı veya delil getirmenin fayda vermediği durumlardadır. Böyle haller, sözü anlamayan câhil, cevap vermekten çekinmeyen âdî kimse, kafasına göre hüküm veren ve takvâya sarılıp da yaptığı zulümden vazgeçmeyen kaba bir zâlim gibi kimselere karşı söylenir. Sözün hayırdan uzak veya kötülüğe sebep olması durumunda sükût evlâdır. Bu konuda şair Ebû’l-Atâhiye şöyle demiştir:

“Her sözün bir cevabı olmaz.

Çünkü hoşlanılmayan şeyin cevabı sükûttur.”

Muâviye (ra) İbn Evs’e şöyle demiştir: “Bana bir sohbet arkadaşı bul.” O da şöyle der: “Ben varken başka bir arkadaşa mı ihtiyaç duyuyorsunuz?” Şöyle der: “Bazen seninle rahatlarım bazen de onunla. Bazı durumlarda susman konuşmandan daha isabetli olur.” Bu söz başka bir şekilde şöyle de ifâde edilir: Her susan aslında konuşur. Yani bir mânâ ifâde eder. Çünkü her şeyde sanat belirtileri açıktır, verdiği öğütler de meydandadır. (Fazl b. Îsâ) er-Rekâşî şöyle demiştir:

Sor yeryüzüne ırmaklarını kim yardı, ağaçlarını kim dikti, meyvelerini kim topladı? Eğer sana konuşarak cevap veremezse bil ki susarak cevap vermektedir.

İskender ölünce bazı Yunanlılar onun başında durup şöyle dediler:

Bu şahıs epey zaman bize sözüyle nasihat etti. Bugün ise sükûtuyla daha çok nasihat ediyor. Ebû’l-Atâhiye bu sözü şu şekilde nazma dökmüştür:

“Senin hayatında benim için nice nasihatler vardı

Bugünse hayatta olduğundan daha çok nasihat ediyorsun.”

Bu sözlerin hepsinden daha güzel ve daha açık olanı ise Allah azze vecelle’nin şu sözüdür: “O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlayamazsınız.” (Kur’ân 17: 44).Yine şu sözüdür: “Göklerde ve yerde bulunan her canlı… Allah’a secde eder.”(Kur’ân 16: 49). Bunların mânâsı şudur: Hepsi sanatlarıyla Allah’ın (varlığını) göstermektedir. Bunlar – her ne kadar secde etmeseler ve bunu dile getiremeseler dahi – sanki secde eder gibidirler. Yine şu söz de bunu göstermektedir: “Göklerde ve yerde bulunanlar da onların gölgeleri de sabah akşam ister istemez sadece Allah’a secde ederler.”(Kur’ân 13: 15). Yine şu söz de: “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlayamazsınız.” (Kur’ân 17: 44) Yani her ne kadar akıl yoluyla anlasanız da duyma yoluyla anlayamazsınız.

Bazı Hintliler de şöyle demişlerdir: Belâgatin başı delil getirmek, sözü tam yerinde söylemektir. Delil getirdikten sonra açıkça ifade etmekte sıkıntı varsa kinâye yoluna gitmektir. Bu durumda kinâyeli anlam daha kısa bir yoldur.

el-Askerî 1406/1986. Kitâbü’s-sınâateyn, nşr. Ali Muhammed el-Becâvî – Muhammed Ebû’lFazl İbrahim, Beyrut: el-Mektebetü’l-asriyye, s. 14–15.

Çeviren: Ali Bulut

4.Şiir

Hem duygu ve düşünceleri ifade etmenin bir yolu olarak, hem de siyasi bir araç olarak şiir, İslam öncesinde olduğundan daha güçlü bir şekilde gelişmiş, şiir teorisi hem özgün hem de yabancı kaynaklı düşüncelerle geliştirilmiştir.

Şiirde Övgü ve Yergi: Kudâme b. Cafer

Hıristiyan asıllı olan Kudâme b. Cafer (ö.337/948), Bağdat’ta 260 /874 yılı civarında doğdu. Abbasi Halifesi el-Müktefî billâh devrinde (902–908) Müslüman oldu. Kâtiplik görevinde bulundu ve kitâbetle ilgili eserler verdi. Ediplik ve şairlik yönü de vardı. Devlet dairelerinde uzun yıllar süren tecrübesini Kitâbu’l-Harâc adlı eserine yansıttı. Eserlerinden anlaşıldığı kadarıyla tarih, coğrafya, edebiyat, mantık, felsefe gibi alanlarda bilgi sahibi bir âlim olan Kudame b. Cafer, Grek, Fars ve Hint kültürlerine de vakıftı. Burada içerisinden bir parçasını tercüme edeceğimiz Nakdu’ş-şiir adlı eserinde şiir eleştirisi ve belagat ilminin çeşitli konularını yeni bir düzen içerisinde telif etti. Eseriyle belagat çalışmaları üzerinde etkili oldu. Aristoteles mantık ve felsefesinin Arap belagatine yansımasına katkıda bulundu. Aşağıda tercümesini vereceğimiz metinde methiyelerde zikredilen faziletler akıl, cesaret, adalet ve iffet olarak dört esas olarak belirlemektedir ki bunlar da Eflatun’un zikrettiği dört temel erdemdir.

… şâirin insanları nasıl methedeceğine dair şunları söyleriz:

İnsanların diğer canlılarla ortak oldukları özellikleri değil de insan olmaları sebebiyle kazandıkları güzel vasıfları, akıl sahibi kimselerin de ittifakıyla “akıl, cesaret, adalet ve iffet”ten ibarettir. İnsanları övmek isteyen bu dört vasıfla bunu yaparsa doğru yapmış olur. Bunun dışındaki özellikleriyle onları öven ise hatalıdır. Şairin bir kişiyi överken yukarıda saydığımız dört özellikten sadece birisini alarak onun üzerinde durması mümkündür. Mesela şair övdüğü kişiyi adaletin tezahürlerinden olan cömertlik vasfıyla över, bu konuda mübalağalı sözler söyler. Yahut yardım severlik özelliğini ön plana çıkarır. Bunların ikisini birden de övgü konusu yapabilir. Bu durumda da şair hatalı sayılmaz. Çünkü insanı üstün özelliklerinin bazılarıyla övmüştür. Ancak bütün övgü mânâlarını kullanmamış olur. Öyleyse bu kurala göre doğru yolda olan şairler insanları işte bu dört özellikle övenlerdir, başkaları değil. En üst sınıra ulaşan kişi ise bu bütün bu özellikleri şiirinde dile getirendir. Zuheyr b. Ebî Sülmâ’nın şu beyitleri ne güzel bir örnektir:

Şarap, güvenilir bir insanın malını tüketmez; ama o malını ve mülkünü iyilik yolunda tüketir.

Burada şair övdüğü şahsı, dünya lezzetlerine meyil vermeyip, malını onlara harcamamasına işaretle iffet sıfatıyla; mal ve mülkünü insanlara harcamasına değinerek ise adalet sıfatıyla nitelemiştir. Ardından şöyle devam etmiştir:

Ona geldiğinde, onun yüzünün güldüğünü görürsün; sanki iyilik yapan sen, yardım isteyen ise o imiş.

Şair burada övdüğü kişinin yaptığı iyiliği başa kakmaması, yardım ettiği insanlara karşı güler yüzlü olmasına işaretle cömertlik vasfını daha da güçlendiriyor. Sonra şöyle devam ediyor:

Savaşlarda zillete düşmemek ve mücadele ettiği düşmanlara karşı dayanmakta kale gibi sağlam olan ondan başka bir kişi var mıdır?

Şair bu beyitte ise övdüğü kişiyi cesaret yönünden nitelemektedir. Züheyr, işte bu beyitlerinde övgünün temelini teşkil eden ve insanın temel hasletleri olan dört özelliği usta bir şekilde kullanmıştır…

İbn Kudâme, Nakdu’ş-Şiir, thk. Muhammed Abdulmunim Hafâcî, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, s. 96–98.

Çeviren: Ali Benli

Şiir Sanatı: İbn Tabâtabâ

Ebû’l-Hasan İbn Tabâtabâ (ö.322/934), Isfahan’da doğdu. Bu şehirde yetişen İbn Tabâtabâ, hayatı boyunca oradan ayrılmamıştır. Keskin bir zekâya, şiir, dil ve edebiyat yeteneğine sahipti. Edebiyat alanındaki en önemli eserlerinden biri, şiir eleştirisi sahasındaki İyâru’ş-şi’r adlı kitabıdır. Bu kitabında şiir eleştirisi alanında orijinal görüşler getirmiş, şiiri insana benzeterek onun da insanlar gibi farklı özelliklere sahip olduğunu belirlemiştir. Şiir konusunda zevk-i selimi en önemli kıstas olarak almış ve şiir tenkidi konusunda dikkat edilecek hususların vezin, mânâ, lafız ve bağlama uygunluk olduğunu ifade etmiştir. Kısacası İbn Tabâtabâ’nın edebiyat eleştirisi konusundaki görüşleri halen canlılığını koruyan ve istifade edilmesi gereken fikirlerdir.

Şair bir kaside bina etmek istediği zaman, hakkında şiir yazacağı konuyu zihninde nesir olarak özetler ve ona uygun düşen lafızları ve münasip kâfiyeleri ve sözün akıcı olacağı bir vezin seçer. Murad ettiği manaya uygun bir beyit bulduğu zaman onu yazar. Şiirle ve diğer söz sanatlarıyla uygun düşmesi için kafiyeler konusunda imal-i fikr eder. Her beyti kendi içinde nazmına uygun bir şekilde kurar. Kendisinden önceki beyitle aykırılığına bakmaz. Anlatmak istedikleri tüm mânâları bitirdiği zaman ve beyitlerin sayısı artınca onların arasına toparlayıcı kabilden beyitler yerleştirir. Sonra tabiatı ve düşüncesine göre şiir üzerinde durmaya devam eder. Şiiri olabildiğince tenkit süzgecinden geçirir, eksiklerini giderir, hoş olmayan her bir lafzı güzel olanlarıyla değiştirir. Eğer kafiyeye daha uygun bir mânâ gelirse, ilk mânâyı bununla değiştirir ve uygun bir kafiye arar. Böylece kumaş dokuyan, işini ince ince işleyen bir dokumacı gibi olur veya boyalarını nakşının en güzel bölümlerine koyan bir nakkaş gibi her boyayı güzelliğini daha da artıracak kadar fazlalaştırır. Yahut çok değerli ve enfes taşları dizen bir usta gibi kolyesinin diziminde hiçbir kusur olmaması için elinden geleni yapar. Şair de şiirini fasih bedevi sözleri üzerine bina etmişse ona şehirlilerin sözlerini katmaz. Garip lafızlar kullanmışsa onlara benzer kelimeler kullanmaya devam eder. Kolay lafızlar seçmişse zor ve anlaşılmaz sözleri terk eder. Sözün mertebelerini ve sanatların vasıflarına vakıf olur. Benzetme ve ifadelerinde doğruluğa dayanır. Her hitapta ve vasıfta işin özünü yapar. Krallara layık oldukları sözlerle hitap eder ve onların mertebelerini aşağıda görmekten ve halkla karıştırmaktan kaçınır. Halkı da kral derecesine çıkarmaz. Her mânâya uygun, her tabakaya münasip bir dil kullanır. Böylece nazmından ve sözlerinden istifade yönü daha fazla olmuş olur.

Şair, risale yazarlarının belagat ve yazı üsluplarını takip eder. Çünkü şiirin de risaleler gibi fasılları vardır. Dolayısıyla şair sözünü söz sanatlarıyla çok latif bir şekilde bağlamalıdır…

İbn Tabâtabâ el-Alevî, İyaru’ş-şi’r, (nşr. Abbas Abdüllatif), Beyrut: Daru’l-kütübi’l-ilmiyye, s. 11–12.

Çeviren: Ali Benli

Kasîde-i Hamriyye: İbnü’l-Fârız

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

Kasîde-i Bürde: Busîrî

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

5.Arap Edebiyatından Şeçmeler

İslam sonrası klasik Arap edebiyatı, her ne kadar çağdaş dönemde Arap milliyetçiliği fikrini oluşturmak ve geliştirmek amacıyla kullanılıyorsa da, Müslümanların İslam’a gösterdikleri teveccühün bir sonucu olarak çoğunlukla da Arap olmayanlarca gelişmiştir. Klasik edebiyat yazınını oluşturan metinler hutbe, mersiye ve kasidelerden Sanskritçe, Farsça, Grekçe ve Süryanice gibi lisanlardan Arapçaya yapılan muhtelif çevirilere kadar geniş bir sahada oluşmuştur.

Hz. Muhammed’in Vefatı Üzerine Halası Safiyye’nin Söylediği Mersiye

Hz. Muhammed’in dedesi Abdülmuttalib’in kızlarından. Hz. Muhammed’in annesinin vefatından sonra ömrü boyunca onun yanında yer aldı. Hz. Muhammed “Ey Abdülmuttalib’in kızı Safiyye! Kendini ateşten kurtar, zira ben Allah’tan size gelecek zarara engel olamam” dediğinde “Getirdiğin başım gözüm üstüne ey kardeşimin oğlu” diyerek ona ilk inananlardandır. Hicretin 20. yılında (640) 73 yaşında Medine’de vefat etti.

Gönlüm perişan oldu. Her şeyini soyguncuya kaptırmış kimse gibiyim. Üzüntü ve kederden uykularım kaçtı. Keşki ben de ecel şerbetini içseydim. Resûlullah akşama erişti derken kaderde yazılı ölüm onu buldu. Ehl-i Beyt de keder ve elemden bitab ve harâb olmuştu. Resûlullah’ın odaları yapayalnızdı. Artık orada sevgilimiz yoktu. Öylesine üzüldüm ki, ciğerim dağlandı. Ey Allah’ın elçisi sen bizim umudumuzdun. Bize hep iyilik ettin; bizi hiç üzmedin. Sen bize acıyan ve iyi davranan yegâne nebimizdin. Artık senin arkandan herkes ağlasın. And olsun ki, onun ölümüne değil, ondan sonra başımıza gelecek felaketlere ağlıyorum. Sevdiğim insanı kaybettiğim için yüreğim dağlanıyor. Ey Fâtıma! Muhammed’in rabbi ona rahmet eylesin. Yetim kalan Hasan ağlıyor ve yaslı bir şekilde dedesine sesleniyor. “Anam, babam, canım ve bütün mal ve mülküm sana feda olsun yâ Resûlallah! Sen risâlet görevini hakkıyla tebliğ ettin. Dini apaçık ve sağlam bir şekilde bırakarak aramızdan ayrıldın. Eğer Allah seni aramızda bıraksaydı elbette çok bahtiyar olurduk. Fakat Allah’ın emri mutlaka yerini bulacaktı. Allah’ın selâmı senin üzerine olsun ve senden razı olarak Adn cennetine koysun.”

İbn Hacer el-Heysemi 1967. Mecma’uz-Zevâid, Beyrut, IX, 38- 39.

Çeviren: Abdülkerim Özaydın – Casim Avcı

Hutbe: Hz. Ali

Şerîf er-Radî (ö. 406/1015) tarafından derlenen ve Hz. Ali’ye nispet edilen çeşitli metinlerden oluşan Nehcu’l-belâğa, hutbeler, mektuplar ve vecizeler olmak üzere üç kısımdan oluşmaktadır. Bu eserdeki metinlerin Hz. Ali’ye aidiyeti konusunda tartışmalar olsa da, bunlar gerek içerik gerekse üslup açısından Arap dili ve edebiyatının çok değerli parçaları sayılmaktadır. Söz konusu eser üzerinde şerh ve haşiyelerden oluşan geniş bir literatür doğmuş ve Türkçe de dâhil pek çok dile tercüme edilmiştir.

Sizi dünya konusunda uyarıyorum. Çünkü orası ayakların sürçtüğü bir menzildir. Güven ve nimet yurdu değildir. Gururu ile süslenmiş, ziyneti ile aldanmıştır. Rabbine boyun eğmiş bir yerdir. Helali haram, hayrı şer, hayatı ölüm, tatlısı acıyla karışmıştır. Allah onu sevdiklerine has kılmamış, düşmanlarını da ondan mahrum etmemiştir. Hayrı az, şerri çoktur. Dünyanın azığı tükenir, mülkü sahibinin elinden çalınır. Onu mamur eder gibi görünse de aslında harap eder. Binalar gibi yıkılan bir evin, azıklar gibi tükenen bir ömrün, yollar gibi biten bir zamanın ne hayrı vardır! Allah’ın farz kıldığı şeyleri kendinize istek ve arzu haline getirin. Sizden istediği şeyleri hakkıyla ifa etmeyi ondan dileyin. Ölüme çağırılmadan önce onun davetine kulak verin. Dünyada zahid olanların yüzleri gülse bile kalpleri ağlar. Sevinçli görünseler de hüzünleri artar. Rızık olarak kendilerine verilenlerle başkaları tarafından onlara gıpta ile bakılsa da nefislerine olan öfkeleri güçlenir. Sizin kalplerinizden ecelin zikri kaybolup gitmiş, yalan ümitler etrafınızı kuşatmış. Dünya, ahiretten daha fazla size sahip olmuş. Nimeti tez gelen bu hayat, geç gelen baki hayattan sizi alıkoymuş. Siz Allah’ın dini üzere kardeş olduğunuz halde kalplerin kiri, gönüllerin isi aranızı açmış. Birbirinize dayanmıyor, samimi davranmıyorsunuz. Birbiriniz için fedakârlık yapmıyor, sevip sevilmiyorsunuz. Elde ettiğiniz azıcık dünya azığıyla ne var da seviniyor, mahrum kalacağınız pek çok ahiret nimetine neden üzülmüyorsunuz. Bu hal yüzlerinizden ve dünyadan mahrum kaldığınız azıcık bir nimet karşısında gösterdiğiniz sabırsızlıkta kendini ele veriyor. Sanki dünya devamlı kalacağınız yer, sanki onun mal ve mülkü sizde hep kalacak. Sizden birini kardeşinin ayıptan sizi korkutan şey ancak onun gibi bir ayıpla karşılamasından korkmasıdır. Siz gelmesi uzak olan ahiret nimetini terk etme, onun yeri acil olan dünya nimetini sevme konusunda anlaşmışsınız. Dininiz ağızdan çıkan bir lafa dönmüş ve işini bitirip efendisinin rızasını almış bir kişinin yaptığına benzemiştir.

Şerîf er-Radî, Nehcu’l-Belaga, (nşr. Muhammed Abduh), Beyrut: Dâru’l-Marife, s. 221–223.

Çeviren: Ali Benli

Simurg ile Süleyman’ın Hikâyesi: Tânûhî

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

Hazreti Ali’nin Vecizeleri: Şerif Razî

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

el-Kâmil’den Örnekler: el-Müberred

Ebû’l-Abbâs Muhammed b. Yezîd el-Müberred (ö.286/899) Basra’da 210/826 yılında doğdu. İlk tahsilini orada tamamladı. Ebû Ömer el-Cermî, Ebû Hâtim es-Sicistânî ve Mâzinî gibi âlimlerden dil dersi aldı. Bağdat’ta ders okuttuğu dönemde ünü oldukça yayıldı. Kitâbu Sîbeveyhi’yi okutup müşküllerini çözmekte döneminde tek otorite sayılmaktaydı. Pek çok öğrenci yetiştirdi. Basra dil ekolünün, dönemindeki en önemli temsilcisi oldu. Arap grameri ve edebiyatıyla ilgili orijinal görüşleri ortaya koymuş ve eserler telif etmiştir. Onun çoğu dil ve edebiyata dair olan eserlerinin en önemlileri bir dil ve edebiyat ansiklopedisi sayılabilecek el-Kâmil fi’l-luga ve’l-edeb ve gramere dair el-Muktedab adlı eserleridir.

Bir adam İbrahim Edhem’e “bana öğüt ver” demişti. Ona şöyle dedi: “Allah’ı kendine dost edin ve insanları bir tarafa bırak”.

Said b. el-Müseyyeb şöyle dedi: Ravza-i Mutahhara’da kabirle minber arasında oturmuş düşünüyordum. “Allah’ım senden güzel amel, temiz rızık ve doğru bir hayat istiyorum” diye dua eden bir ses duydum. Baktım ama kimseyi göremedim. Bu söylenenlere hayatım boyunca bağlı kaldım ve hayırdan başka bir şey bulmadım.

Asmaî şöyle demiştir: Ebû’l-Mücîb’in dualarından birisi de şöyle idi: Allah’ım en hayırlı amelimi ecelime yakın olanlardan eyle.

O duasında şöyle derdi: Allah’ım, bizi nefsimize bırakma, yoksa aciz kalırız. Bizi insanlara bırakma yoksa kayboluruz.

el-Müberred, Ebû’l-Abbâs, el-Kâmil fi’l-lugati ve’l-edeb, (thk. Muhammed Ahmed ed-Dâlî), Müessestu’r-Risâle I, s. 453.

Acem eşrafından bir adama ölüm döşeğindeyken “Neyin var?” diye sormuşlar. Şöyle cevap vermiş: Acayip bir düşünce ve uzun bir hasret! “Bunun sebebi nedir?” diye sormuşlar, o da şöyle demiş: Uzun ve çetin bir yolu azıksız kat edecek, dost bulunmayan ıssız bir kabre yerleşecek, âdil bir hâkimin huzuruna mazeretsiz varacak olan bir adam hakkında ne dersin!

Asrımızdan bir şair, Mahmud el-Verrâk demiş ki:

“Hangi özrü, hangi mazereti dile getirir

Benim bilmediğim işi bilen kişiler

Özrün yüzü açık olmayınca

Onu ağza almamak, ondan daha iyidir.”

Bir adam Selm b. Kuteybe’den kendisi hakkında ulaşan bir konuya dair özür dilemişti. Ona şöyle dedi: Be hey adam! Zaten kurtulduğun bir işten iyice sıyrılmak istemen seni kurtulamayacağın başka bir sıkıntıya sürüklemesin sakın!

Halid b. Safvan’a sormuşlar: Hangi arkadaşların sana daha yakındır? Şöyle cevap vermiş: Kusurumu örten, hatamı bağışlayan ve özrümü kabul eden.

Abdullah b. Cafer b. Ebû Talib meclisine gelen bir arkadaşını aramıştı. Daha sonra bu arkadaşı onun yanına gelince ona “Bu kadar zamandır nerelerdesin?” diye sordu. Arkadaşı “Bir dostumla Medîne dışındaki panayırlardan birine gitmiştik” diye cevap verdi. Ona dedi ki: “Eğer mutlaka birisiyle arkadaşlık edeceksen, dostluğu seni süsleyen, düştüğün zaman seni koruyan, ihtiyaç anında seni kollayan, bir açığını görünce kapatan, bir iyiliğini görünce kıymet bilen, vaat ettiği zaman yerine getiren, çok ısrarla sürekli istesen de reddetmeyen, istediğin zaman veren, kendisinden uzaklaşsan da sana gelen biri olsun” dedi.

el-Müberred, Ebû’l-Abbâs. el-Kâmil fi’l-lugati ve’l-edeb, (thk. Muhammed Ahmed ed-Dâlî), Müessestu’r-Risâle II, s. 696–697.

Çeviren: Ali Benli

Abid ile Gelincik: Kelile ve Dimne: Beydebâ

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

Atasözü: el-Meydânî

Tam adı Ebü’l-Fazl Ahmed b. Muhammed b. Ahmed b. İbrahim el-Meydânî enNîsâbûrî (ö. 518/1124)’dir. Nîsâbur’un Meydân-ı Ziyâd mahallesinde doğduğu için Meydânî nisbesiyle anıldı. Tahsilini Nîsâbur’da yaptı. Başta meşhur müfessir Ebû’l-Hasen el-Vâhidî olmak üzere birçok âlimden tefsir, hadis, fıkıh, lügat, nahiv dersleri aldı. Kendisini özellikle de lügat ve atasözleri alanlarında geliştirdi. Meydânî’nin en başta gelen talebeleri oğlu Sâid b. el-Meydânî, Ebû Cafer Ahmed b. Ali el-Beyhakî gibi âlimlerdir. Nîsâbur’da 25 Ramazan Çarşamba günü 518/1124 senesinde vefat etti. Mecmau’l-emsâl adlı eseri, 6000’den fazla Arap atasözünü ihtiva eder. Alfabetik bir tasnifin yapıldığı eserde, atasözlerinin ortaya çıkışı, kullanılışı ve mânâsıyla ilgili bilgilere yer verilmiştir. Bu alandaki en güzel ve kapsamlı çalışmalardan birisi olan eserin 29. bölümünde eyyâmü’l-Arab20 başlığı altında Arapların yaptığı savaşlar zikredilmiştir. 30. ve son bölümde ise Hz. Peygamber (sav)’in hadis-i şeriflerinden, hulefâyı râşidin, bazı sahâbiler, Emevî halifesi Ömer b. Abdülaziz ve Hasan el-Basrî’nin sözlerinden seçmeler yapılmıştır. Eser üzerine bir ihtisar yazılmış, bir Osmanlı müellifi tarafından Nazmü ḍurûbi’l-emsâl li’l-Meydânî adıyla nazma da çekilmiştir. Ayrıca eser, Türkçe ve Lâtinceye de tercüme edilmiştir.

Müberrid şöyle demiştir: Meṯel (atasözü) kelimesi ’miṯâl’ lafzından türemiştir. Bu, yaygın söz mânâsına gelmektedir. Atasözlerinde iki durum birbirine benzetilir. Yani atasözlerinde asıl olan benzetmedir. “Meṯüle beyne yedeyhi” ifadesi “huzurunda ayakta durdu” anlamındadır. Yani bu kimsenin durumu, ayakta duranın durumuna benzemiştir. “Fülânü emṯelü min fülân” sözü “Bu, ondan daha üstündür” anlamına gelmektedir. Miṯâl lafzı, kısas yapılan kimsenin durumu kısası alınan kimsenin durumuna benzediği için, kısas mânâsına da gelmektedir. Atasözünün aslı, benzetme yapılacak şey için bir simge olmasıdır.

Ka’b b. Züheyr’in şu beytinde olduğu gibi:

Urkûb’un verdiği sözler onunki için atasözü olmuştur.

Çünkü onun verdiği sözler sadece yalandır.

Urkûb’un sözleri tutulmayan bütün sözler için artık bir simge haline gelmiştir.

İbnü’s-Sikkît şöyle demiştir:

Meṯel, lafız itibariyle söylendiği şeyden farklı, ancak mânâ itibariyle ona uyan sözdür. Bir şeyi açıklamak için kullanılan ’miṯâl’ lafzına benzetilmiştir.

Başka âlimler ise şöyle demişlerdir:

Zihinlerde doğruluğu kabul edilen hikmetli sözler de atasözü olarak isimlendirilmiştir. Çünkü bunlar da zihinlerde bir şeyler canlandırmaktadır. Mesel lafzı ayakta durmak mânâsına gelen ’müṯûl’ lafzından türetilmiştir.

İbrahim en-Nazzâm şöyle demiştir:

Atasözünün diğer sözlerde bulunmayan dört özelliği vardır. Bunlar şöyledir:

1. Lafzının kısa olması

2. Mânânın zihne tam oturması

3. Benzetmenin güzel olması.

4. Kinâyenin kusursuz olması.

Bunlar da zaten belâgatın zirvesidir.

İbnü’l-Mukaffa’ ise şöyle demiştir:

Bir durum atasözüyle ifade edildiğinde, telaffuzu net olur, kulağa hoş gelir ve sözün bütün mânâlarını da kapsamış olur. Ben de şöyle derim:

… Meṯel lafzı, bir şeyin başka bir şeye benzetilmesini ifade eder. Düşmana verilen cezayı ifade eden ’nekel’ lafzı gibi. ’Miṯl’ (benzer) lafzı ’meṯel’ lafzının yerine konulamazken, tam tersine ’meṯel’ lafzı ’miṯl’ lafzının yerine konulabilir. İkisi arasında, daha önce geçtiği gibi, bir fark vardır. Atasözü, söylendiği konu için artık bir isim haline gelmiş, hangi sıfat için kullanılmışsa onu ifade etmiştir. Yani “Meṯelüke ve meṯelü fülânin” demek “Senin ve onun sıfatı” demektir. Şu âyet-i kerîmede olduğu gibi: “Meṯelü’l-cenneti’l-letî vu’ide’l-mütteqûn” “Takvâ sahiplerine vâd edilen cennetin sıfatı şöyledir” (Ra’d sûresi 13/35). Kelime, sıfat anlamıyla bütünleştiği için şöyle bir ifade kullanılabilir: “Cealtü Zeyden meselen ve’l-kavme emsâlen” “Zeyd’i ve insanları örnek olarak kabul ettim.” Şu âyet-i kerîme de buna benzer: “… kavim ne kötü bir örnektir” (A’râf sûresi 7/177). Bir görüşe göre kavmin bizzat kendisi örnek olarak kabul edilmiştir. En doğrusunu Allah bilir.

Meydânî 1961. “Mecmeu’l-emsâl”, Beyrut: Menşûrâtü Dâri Mektebeti’l-Hayât, I, s. 13–14.

Çeviren: Ali Bulut

Kör Makamesi: Bedîuzzamân el-Hemedânî

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.