Home » Yazarlar » Alev Alatlı » Bize Yön Veren Metinler Cilt 2 Bölüm1

Bize Yön Veren Metinler Cilt 2 Bölüm1

BÜYÜK SELÇUKLU’DAN MOĞOL İSTİLASINA

İslam’ın doğuşu ve ardından Müslümanların Medine’ye hicretinden itibaren, bir asırdan kısa sürede İslam, Kuzey Afrika ve İber yarımadasından merkez Asya ve İndus nehrine kadar yayıldı. Ele geçirilen topraklarda pek çok millet, din ve dil yaşıyordu. Bu süre içinde İslam siyasetinin kategorileri, İslam’ın yayılışı ve yabancı üyelerin İslam toplumuna katılımıyla orantılı olarak gelişti. İslam’ın ilk on yılında Kur’ân, Müslümanlar dışında kalan bilhassa Arapları, daha sonra İslam toplumunda müsamaha edilen ve korunan Zimmîler diye adlandırılacak ehl-i kitâb, yani Hıristiyanlar ve Yahudiler ile putperestler olmak üzere ikiye ayırmıştır. Ehl-i kitâb İslam’a dostluk kabiliyeti bakımından kendi içinde öncelikle Hıristiyanlar ve sonra Yahudiler olmak üzere derecelendirilmiştir. Sınıflama Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler arasında belirli tanıdık kavramlar ve uzlaşımlara müracaat etmektedir. Fakat daha önemlisi bu sınıflama, İslam siyasi sistemine dahil edilecek bireylerin yasal durumunu vurgulamaktadır. Başlangıçta ehl-i kitâb deyimi, sadece Hıristiyanları ve Yahudileri kapsarken, Hz. Muhammed’in ölümünden önce Zerdüştleri, daha sonra gelişen yeni sosyal ve siyasi şartların etkisiyle Budacıları da kapsamıştır. Örneğin Emevi generali Muhammed b. Kâsım (695–715), Pakistan’ın Sind eyaletini fethedince şöyle demiştir: “Buda tapınakları, Hıristiyanların kiliseleri, Yahudilerin sinagogları ve Mecusilerin ateş tapınakları gibidir.”

614/615 yılında Sasanilere yenilen Bizans hakkındaki Rûm suresi ayetleri (Kur’ân 30: 2–3), Bizans’ın birkaç yıl içinde onları yenilgiye uğratacağı haberini vermişti. Bu haberin gerçekleşmesi, şüphesiz Bizans’ta korkuyla karışık bir saygı uyandırmıştı. Nitekim Rûm ayetlerinin bu haberi vermesinden on üç yıl sonra Hz. Muhammed’in Bizans imparatoruna gönderdiği mektup, aynı saygıyla karşılanmıştı. Hiç şüphe yok ki İslam-Bizans ilişkileri, çok hassas dengeler üzerinde, bizzat Kur’ân ve Hz. Muhammed tarafından kurulmuştu. Karşılıklı çatışmalar ve toprak kayıpları sürüyordu, ama öte taraftan gizli bir anlaşma varmışçasına uzlaşı da vardı. Hassas dengeler üzerindeki bu uzlaşı, Emevîlerle birlikte İslam’ın gücünün Bizans tarafından kullanılması noktasına evrildi. Böylece Helenlerin MÖ 6. yüzyıldan beri bir türlü yenişemediği Pers ruhu, tamamen ortadan kaldırılabilirdi. Pers ruhuysa bu manevrayı gördü ve karşılığını da vermekte gecikmedi. Bizans geleneğinden yetişen Emevî siyasetçi ve bürokratların elinde gerçekleştirilen Kerbelâ faciası (10 Kasım 680), Bizans politikasını Mezopotamya’ya perçinleyerek, İslam’ın sırtını doğuya ebediyen çeviren bir çividen başka bir şey değildir.

Abbâsîlerin parçalanmaya başlamasıyla birlikte İslam kültüründe pek çok yabancı görüş, gerek İslami kimlikle gerekse özgün kimlikleriyle akımlar halinde yayılmaya başlamıştı ve durum, basitçe Abbasîlerin siyasi otorite kaybı olmaktan tamamen çıkmıştı. Bu dönemde Selçuklu Türkleri, dağılan İslam dünyasını yeniden birleştirme görevini üstlendiler. Batıda Murâbıtlar, doğuda Abbâsîler ve Büyük Selçuklular olmak üzere İslam dünyasını temsil eden belli başlı güçler ile düşünürlerin hepsi de bu kargaşadan kurtulup birliği sağlama peşindeydi. Büyük Selçukluların hedeflediği siyasi birlik, doktrin birliği olmaksızın gerçekleştirilemezdi. Hatta denilebilir ki, Hz. Muhammed’in zamanı hariç, İslam tarihinde o zamana değin siyasi birlik, doktrin birliğini asla bu kadar gerektirmemişti. Bu misyonunun gerçekleştirilmesinde en büyük rolü hiç şüphesiz Büyük Selçuklu Devleti veziri Nizâmülmülk oynamıştır. Sultan Melikşah’ın emriyle Nizâmülmülk 456/1064te başlamak üzere Bağdat, Belh, Nisabur, Herat, Isfahan, Basra, Merv, Taberistan ve Musul’da, tarihte kendi adıyla anılan medreseler inşa ettirdi ve bu okullarda zamanın en seçkin bilginlerini görevlendirdi. Her ne kadar Nizâmülmülk doğmadan önce Subuktekin tarafından Nisabur’da Beyhakiyye ve Sa’diyye medreseleri kurulmuşsa da Nizâmiye Medreseleri, gerek bilgi birikimini özgürce ele alması ve geliştirmesi, gerekse teşkilatlanma özellikleri bakımından modern üniversitenin abartısız tarihteki ilk örneğidir. Nizâmiye Medreselerinin müderris (profesör) kadroları, alanlarında uzman olan ve bazıları yedi lisan bilen, zamanın en seçkin araştırmacılarından oluşuyordu. Nizâmiye Medresesi profesörlerinden el-Cuveynî ve öğrencisi el-Gazzâlî gibi bazılarının projelendirmeye çalıştığı ve hem Büyük Selçuklu Devletinin hem Abbâsîlerin hem de Endülüslü Murâbıtların paylaştığı ortak ideal şuydu: Endülüs’ten Çin’e kadar farklı ırklar, kültürler, dini ve felsefi görüşlere sahip kitleler, tek bir paydada nasıl buluşturabilir?

I.BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ VE MALAZGİRT

Persler vasıtasıyla İslam’la tanışan Türkler, bu tanışma yönteminden dolayı bir şekilde Pers şemsiyesi altında siyasi varlık gösteriyordu. Bunun en somut belirtilerinden birisi de Türklerin, Emevîlerin hedefinde olmalarıydı. Onların inandıkları İslam’ın içinde ehl-i beyt ağırlığı vardı. Ancak Türklerin bölgede olup bitenlerden ve buradaki hassas dengelerden zerre kadar haberlerinin olmadığı apaçıktır. İngiliz oryantalist Stanley Lane-Poole’un (1854–1931) kısmen önyargılı ve hatalı, ama kısmen de isabetli sözleriyle özetlersek:

“[Selçuklu Türkerinin] ortaya çıktığı zamanda, [Abbasi] imparatorluğu ortadan kalkmıştı. (…) Yoğun bir tedaviye ihtiyaç vardı ve bu, Türklerin yayılmasında bulundu. Şehir hayatı tarafından bozulmamış ve dinle ilgisiz bir şekilde medenileşmiş bu kaba konargöçerler, acımasız ruhlarının bütün sıcaklığıyla İslam’a sarıldılar. Onlar, ölmekte olan bir devleti kurtarmaya geldiler ve onu yeniden canlandırdılar. Onlar İran, Mezopotamya, Suriye ve Anadolu’ya bölgeyi imha ederek ve orada varolan bütün yönetimleri yok ederek, büyük kitleler halinde yayıldılar. Sonuç olarak onlar, Batı Afganistan önlerinden Akdeniz’e kadar Müslüman Asya’yı tek bir yönetim altında bir kez daha birleştirdiler.”

A. MALAZGİRT SAVAŞI’NDAN HAÇLI SAVAŞLARINA

Malazgirt meydan muharebesi Türk, İslam ve dünya tarihi açısından bir dönüm noktası teşkil eder. Türk tarihindeki yaygın inanışa göre Malazgirt zaferi, Anadolu’yu Türk yurdu haline getirmiştir. Ancak pek çok tarihçiye göre bu savaş, Haçlı saldırıları ve Moğol istilasına başlangıç teşkil eden, zamanlama açısından hatalı bir hamledir. Türk tarihçiliği, 11. yüzyılın sonlarına doğru meydana gelen siyasi gelişmeleri ağırlıklı bir şekilde Büyük Selçuklu ve Malazgirt ekseninde değerlendirirler; ancak aynı dönemde İber yarımadasında Murâbıtların benzer bir rol oynadığını hatırlatmak gerekir.

1. Hükümdarlara Öğütler: Yusuf Has Hâcib

Türk bilgesi ve devlet adamı Yusuf Has Hâcib’in kaleme alarak, 462/1070 yılında Karahanlı devleti hakanı Tabgaç Buğra Kara Han’a ithaf ettiği manzum bir eser olan Kutadgu Bilig, İslami Türk edebiyatının elimize ulaşan ilk eseri sayılmaktadır. Karahanlılar döneminde yaşamış olan Yusuf Has Hâcib’in Türk dilinin, edebiyatının ve kültür tarihinin en önemli kaynaklarından biri olan Kutadgu Bilig adlı eseri insana her iki dünyada saadete ermek için takip edilecek yolu göstermek amacıyla kaleme alınmış olup sadece makam sahiplerine ahlak dersi veren bir öğüt kitabı değil, insan hayatının anlamını tahlil ederek onun toplum ve devlet hayatındaki görevlerini belirleyen bir hayat felsefesi sistemidir. Kutadgu Bilig’in yazıldığı kültür muhiti son derece canlı ve renklidir. Bu muhiti, İslam inanç sistemi içerisinde yoğrulmuş İran ve Arap kültürleri ile onların beraberinde taşıyageldikleri etkiler oluşturmaktadır. İran ve Arap edebiyatı ile hikemiyatının güçlü tesirleri bulunmakla birlikte Has Hâcib eserinde, Türk dili ve kültürünün özelliklerini yansıtmıştır. Veciz dili, edebi tarzı ve fikri zenginliğinden dolayı Çinliler, Araplar ve İranlılar arasında şöhret kazandığı belirtilen Kutadgu Bilig’in sonradan yazılan mukaddimesinde, her memlekette eserin çeşitli adlarla anıldığı söylenmektedir. Kutadgu Bilig’de devlet adalete, adalet ise akla ve bilgeliğe dayanmaktadır. Akıl ve bilgeliğe dayanan bu kavram zincirlemesi, Orhun yazılarında belirtilen, hükümdar ve beğlerin bilge olması gerekliliğinin tasdiki mahiyetindedir.

Her işe Tanrıdan tevfik dile; bil ki, sana ancak Tanrı yardım edebilir.

İyi veya kötü, ne gelirse, ona râzı ol; kazaya boyun eğ, ağzını bozma.

Eğer her iki dünya beyliğini istiyorsan, en iyisi budur, sen şu beş işe yaklaşma.

Harama karışma, zulüm etme, insan kanı dökme, düşmanlık besleme ve kin gütme.

Şarâp içme, fesattan uzak dur, ondan kaç; bunlar dâima mülke ve saltanata halel veren şeylerdir.

Eğer devamlı ve ebedî beylik istiyorsan, adaletten ayrılma ve halk üzerinden zulmü kaldır.

Ey hükümdar, sen bugün halkın başında bulunuyorsun; halkı gözet, aklın başında ve uyanık ol.

Hükümdarların omuzlarına ağır yük yüklenmiştir; ey iyi huylu insan, ihmalkâr olma, tedbirli davran.

Vücût arzusuna tâbi olan insan nefsinin esiridir; onun esiri olma, olursan da kendini kurtarmağa bak.

Geçirdiğin hayat rüzgâr ve tipi gibi geçti; kalan hayatın daha ne kadar saltanat temin eder.

Kalan ömrünü artık boşuna geçirme; kendini günah ve kusurlardan temizle.

Bil ki, dünya sana vefâ edecek değildir; bu geçici dünyadan sana lâzım olan azığı al.

Takvâ sahibi ne der, dinle; dünyada takvâ sahibi insanlar muvaffak olurlar.

Bu dünya bir konaktır, sen kendini kervan say; bir kervan konakta ne kadar kalabilir.

Dünya bir saraydır, bir kazanç yeridir; buradan oraya götürebileceğin ne varsa, götür.

Sen buradan göç edeceksin, göç yükünü önceden gönder; ancak lüzûmlu olanları al, lüzumsuzları bırak.

İşte ben gidiyorum, bana bak ve ibret al; burada kendin için iyi bir ad bırakmağa gayret et.

Ölmek üzere bulunan, ihtizar hâlinde öğüt ve nasihat vererek ölen insan ne der, dinle.

Ölmekte olan insan yaşayanlara nasihat eder, sen onu dinle ve gönlüne yerleştir.

O der ki: — Ey diri, sen gafil olma, uyan; ben gaflet ettim, şimdi yıllarca peşimanlık içinde yatacağım.

Ey hükümdar, bu saltanatın uzun sürmesini istersen, şu bir kaç işi yap, şu bir kaç şeyi de bırak.

Adaletle iş gör, buna gayret et; hiç bir zaman zulüm etme; Tanrıya kulluk et ve onun kapısına yüz sür.

İkincisi — gâfil olma, dikkatli ol, uyanık dur; sana başkasının yüzünden, ansızın, bir suç isnat edilmesin.

Heves ve öfke ânında hiç bir iş yapma; her iki hâlde de dişini sık, sabret.

Bu bir kaç şeye dikkat edersen, memleket gözetilmiş olur; saltanat uzun sürer ve sana sulh ve sükûn te’min eder.

Bütün iyilere hürmet göster ve onları yükselt; kötülere yüz verme, onları kapına dahi yanaştırma.

Kötü teâmül kurma, iyi kanun koy; ömrün iyi geçer ve saadet sana yâr olur.

Ey hükümdar, meşhur âlim ne der, dinle; bu sözden sen kendine hisse çıkar.

Ey kanun yapan, iyi kanun koy; kötü kanun yapan kimse, daha hayatta iken, ölmüş demektir.

Ey hakîm devlet adamı, kötü teamül koyma; kötü kanunlarla dünyaya hüküm edilmez.

Bir kimse kendi zamanında kötü teamül vaz’ederse, kendisinden sonra kötü bir nâm bırakmış demektir.

Bir kimse iyi kanun vaz’edip bıraktı mı, adının ayakta durmasını sağlamış demektir.

Ey hükümdar, dikkat et, kendini şaşırma; aslını unutma, bunu dâimâ hâtırında tut ve düşün.

Ey iktidar sahibi kötü hareketleri benimseme; kötü hareket seni her iki dünyada inletir.

İktidara geldin ve halka yakın oldun; dikkat et, sonra bu ömür ersûsla geçer.

Bu dünya geçicidir, sen onu şimdiden geçti bil; ölüm muhakkak gelecektir, sen onu karşına artık geldi bil.

Benim hâlime bak, benden öğüt ve nasihat al; yarın peşiman olma, sen bugün henüz dirisin.

İnsan ölünce, ondan bir miras kalır; ey bilgin, benim sana mirasım da işte budur.

Ey hükümdar, benim en çok sevdiğim insan sendin; faydalı mirasımı sana bırakıyorum.

İnsan için faydalı miras sözdür; miras olarak kalan sözü tutmanın yüz türlü faydası vardır.

İşte şimdi sözün doğrusunu yazıp, bıraktım; beni hatırla ve bu sözlerimi unutma.

Ne kadar çok yaşarsan-yaşa ve ne kadar hayatta kalırsan-kal, dikkat edersen, en son karşılaşacağın şey ölümdür.

Şüphesiz, bir gün nihâyet ölüm gelecektir ve bütün canlıların canını alacaktır.

Dâvetçinin gelmesine hazırlanmak ve uzun yol yürümek için, hazırlık yapmak gerektir.

Ölümden kurtulmak için bir çâre yoktur; bunu bil; ölüme hazırlan ve ancak bunun için lâzım olanları al.

Akılı eren ve ölümü, ölmeden önce, anlamış olan insan ne der, dinle.

Ölümün sırası nöbetle gelir; ölüme her an kendini hazır bulundur.

Gümüş kuşak bağlayarak,—“İşte ben!”— diyenin kuşağı, ölüm tutunca, kopar.

Ey hükümdar, işte ben senin hakkını ödedim; bana gösterdiğin yakınlığın karşılığını yerine getirdim.

Bütün iyilikler için Tanrı sana tevfik ihsan etsin; yiyecek ve giyecek hususunda da bu iyiliklerin sana hayrı dokunsun.

Ömrünü sıhhatle geçir, çok seneler yaşa; saltanatın sevinç ve huzur içinde geçsin.

Bu sözlerim sana karşı içten bir bağlılığın nişânesidir; ey güzel yüzlüm, sağ ve esen kal.

Ey devletli hükümdar, işte ben gidiyorum; oğlum, bu ciğer-pârem, burada kalıyor.

Onu yalvararak, Tanrıya emânet ettim; o isterse, yanar âteş içinde de olsa, onu korur.

Senden dileğim şudur: ona nezâret et, kendinden uzaklaştırma; yoksa, o yabanî bir diken gibi olur.

Tanrı her şeye bir sebep yaratır; iyi ve kötü, her şeyi o nasîb eder.

Çocukların iyi veya kötü olmalarına anne ve babaları sebep olur.

İşte onun babası olan ben bugün ölüyorum; oğlum küçük yaşta yetim ve öksüz kalıyor.

Eğer bu hizmetkârın sende bir hakkı varsa, sebep ol ve onu iyi yola şevket.

Gözden uzak bulundurma, ona fazilet ve bilgi öğret; bilgi ve fazilet ile memlekette mevki sahibi olsun.

Tavır ve hareketi mâkul, muntazam ve iyi ahlâklı, hizmete lâyık ve meziyet sâhibi olsun.

Yusuf Has Hacib 1998. Kutadgu Bilig, Tercüme: Reşit Rahmeti Arat, Ankara: Türk Tarih Kurumu, s. 112–114.

2. Sultan Alp Arslan’ın Malazgirt Savaşı Öncesi Orduya Hitaben Yaptığı Konuşma

Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Muhammed Alp Arslan (1029–1072), Türklerin Anadolu’yu vatan edinmesini sağlayan Malazgirt savaşının galibidir. Sultan Alp Arslan ve Malazgirt, hiç şüphesiz hem Türk tarihi hem de İslam tarihi açısından bir dönüm noktası olmuştur.

Biz ne kadar az olursak olalım, onlar (Bizanslılar) ne kadar çok olurlarsa olsunlar, bütün Müslümanların minberlerde bizim için duâ ettikleri şu saatte kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer olur, gayeme ulaşırım; ya da şehid olarak Cennet’e giderim. Sizlerden beni takib etmeyi tercih edenler takib etsin. Ayrılmayı tercih edenler gitsinler. Burada emreden sultan ve emredilen asker yoktur. Zira, bugün ben de ancak sizlerden biriyim, sizlerle birlikte savaşan gaziyim. Beni takib edenler ve canlarını Yüce Allah’a adayanlardan şehid olanlar Cennet’e, sağ kalanlar ise ganimete kavuşacaklardır. Ayrılanları ahirette ateş; dünyada da alçaklık beklemektedir.

Köymen, Mehmet Altay 1992. Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi III: Alp Arslan ve Zamanı, Ankara: Türk Tarih Kurumu, s. 31.

4. Abbâsî Halifesi Kâim-Biemrillâh’ın Malazgirt Savaşı Öncesi Minberlerde Okunmasını İstediği Duâ

Bizans İmparatoru Romanos Diogenes ile Büyük Selçuklu Sultanı Alp Arslan arasında 26 Ağustos 1071’de vukû bulan bu savaş Selçuklular’ın zaferiyle sonuçlanmış ve Anadolu kapılarını Türk-İslâm dünyasına açmıştır. Savaşın öneminin bilincinde olan Abbâsî Halifesi Kâim-Biemrillah İslâm dünyasında savaştan önce minberlerde okunmak üzere bir hutbe metni hazırlamış ve İslâm ordusunun zaferi için duâ edilmesini istemiştir. İslâm tarihi açısından önem taşıyan bu hutbe ve duâ şöyledir:

“Allah’ım! İslâm sancağını yükselt ve ona yardım et! Başını ezmek ve kökünü kazımak suretiyle müşrikliği münhezim et. Sana itaatte canlarını feda edip, sana tâbi olmak hususunda kanlarını akıtan senin yolunun mücahitlerini kuvvetlendirerek, yurtlarını güvenlik ve zaferle dolduran yardımlarından mahrum etme. Müminlerin emirinin burhanı olan Sultan Alp Arslan’ın senden dilediği yardımı esirgeme ki, o bu sayede hükmünü yürütsün, şanını yaysın ve zamanın güçlükleri karşısında kolayca yerinde tutunabilsin. Senin dinini şerefli ve yüce tutabilmesi için onu lütufkâr ve her zaman devamlı tesir icra eden desteğinden mahrum etme. Onun kâfirlerin karşısındaki bu günü yarınına da yetsin. Ordusunu meleklerinle destekle. Niyet ve azmini hayır ve başarıyla sonuçlandır. Çünkü o Senin ulu rızan için rahatını terk etti. Malı ve canıyla Senin emirlerine uymak amacıyla Senin yoluna düştü. Çünkü Sen (Kur’ân-ı Kerimi’nde): “Ey iman edenler, can yakıcı bir azaptan kurtaracak kazançlı bir yolu size göstereyim mi? Allah’a ve Peygamberine inanıyorsanız, Onun yolunda can ve malınızla savaşırsınız” buyuruyorsun. Senin sözün gerçektir. Ya Rabbi! O nasıl senin çağrına uyup Şeriatının korunmasında gevşeklik göstermeden emrine uymuş ve düşmanlarına bizzat karşı koyarak, dinine hizmet için geceyi gündüze katmışsa, sen de ona zafer nasib eyle. Dileklerinde ona yardımcı ol, kaza ve kaderini onun için iyi tecelli ettir. Onu öyle bir koruyucu ile kuşat ki, düşmanların her türlü kinlerini defetsin ve lütfunla bu koruyucu onu en sağlam ellerle muhafaza etsin. Yapmak istediği her işi ona kolay kıl. Tâ ki, onun düşmana karşı olan kutsal hareketi, zaferden ışık alsın ve müşrik toplulukların, hak yollarını göremeyip sapıklıkta gözleri yumulsun.

Ey Müslümanlar! Doğru bir niyet, dürüst bir azim ve Allah’tan korkan temiz kalplerle ve ihlâs bahçesinden nasibini almış bir inançla onun için Allah’a yalvarıp yakarınız. Çünkü eksiklerden münezzeh olan Yüce Allah kitabında şöyle buyuruyor: “Ey Muhammed, onlara de ki: Dualarınız olmasa, Rabbim size niçin değer versin”. Onun güçlü, kuvvetli olarak düşmanlarını mahvetmesi, sancağını yükseltip zaferlerin en son derecesine eriştirmesi ve gayesine nail olması hususunda Allah’a dua ve niyazda bulununuz. Ya Rabbi! Onun bütün güçlüklerini kolaylaştır ve küfre onun önünde boyun eğdir”

Köymen, Mehmet Altay 1992. Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi III: Alp Arslan ve Zamanı, Ankara: Türk Tarih Kurumu, s. 30–31.

5. Ermeni Tarihçiliği Gözüyle Büyük Selçuklu ve Malazgirt: Odessalı Matthew

Gregoryan papazı Odessalı Matthew’nun Tarih’i (Chronicle), 10. ve 11. yüzyıllarda özellikle Büyük Selçuklu tarihinin, Malazgirt savaşının ve Haçlı savaşlarının Hıristiyan bakış açısıyla yapılmış en güzel tasvirlerini ortaya koymuştur. Batılı tarihçiler, 19. yüzyıldan beri bu esere sıkça atıfta bulunmuşlardır. Fransızca ve İngilizcenin yanı sıra eser, tamamen Dulaurier’nin Fransızca çevirisi esas alınarak Türkçeye de Andreasyan tarafından Vekâye Nâmesi [952-1136] ve Papaz Grigor’un Zeyli [1136-1162] başlığıyla çevrilmiş ve yayımlanmıştır (Ankara, 1962).

53. Aynı yıl [1069–1070] imparator [Romanus IV] Diogenes Rumların bütün imparatorluğundan, Roma’nın bütün hududları içerisinden ve bütün Doğu topraklarından, büyük bir ordu meydana getirdi. Bu muazzam kuvvetle ilerledi ve Müslümanların topraklarına doğru harekete geçti. (…)

54. Aynı yıl, Alparslan’ın ailesinden [Ermeni kaynaklarında geçtiği adıyla] Ktrich adlı genç bir emir, bu sultana karşı gizlice isyan başlatmak ve Konstantinopolis’e Bizans imparatoruna gitmek istedi. Manuel Comnenus öncülüğündeki Bizans birlikleri Constantinopolis’ten yola çıktığında, bu adam [Ktrich], pek çok birliğin başında Sebastia’ya vardı ve orada karşı karşıya geldiler. İki ordu Sebastia yakınlarında karşılaştı, Rumlar püskürtülüp kaçtılar. İzleyen gün Türkler, yeniden Rumlara karşı savaşa döndüler ve bu sefer Manuel Comnenus öncülüğündeki Bizans birliklerini esir alarak, onları geri çekilmeye zorladılar. Öte yandan Rum birlikleri, toz fırtınasından dolayı kör olmuşlardı; bu yüzden Makriti denilen kayalık bir stepe geldiler, oradan balıklama atladılar ve hepsi imha oldu. Birkaç gün sonra Ermeni kralı ve prensleri, Ermeni lordları da dahil olmak üzere, genç emirle barış ve ittifak anlaşması imzaladılar. Sonra Ktrich, esir tuttuğu –üç bin kadar– Manuel Comnenus birliklerini beraberinde Konstantinopolis’e Bizans imparatoruna gizlice götürdü. İmparator onu büyük bir saygıyla görkemli bir şekilde karşıladı, çünkü emir pek hayırsever biriydi.

55. Ermeni tarihinin 519. yılında [1070–1071] gökte bir kuyruklu yıldız görüldü. Pek çok kişinin dediği gibi, o yıldız görüldüğünde, geçmişte ve gelecekte çok kan aktığında aynı alamet görülmüştür. Bir kez daha o yıldız, geceleyin görüldü; sanki bütün yıldızlar yeryüzüne düşmüş gibiydi. Bütün milletler ve insanlar, bu ölümcül ve korkutucu alametten dolayı korkuya kapılmışlar, şoka girmiş titriyorlardı; zira böylesine

[büyük bir]

alamet, daha önce ne görülmüş ne de duyulmuştu. Bu alametle, Kurtarıcının şu sözünün tamamen gerçekleştiğine inanıldı: ’Ahir zamanda güneşte, ayda ve yıldızlarda korkunç karışıklık işaretleri olacaktır’; bu kutsal İncillerde yazılıdır. Böylece bu alamet, zalim Türkler tarafından ülkemizin ikinci imhasının ve nihai yıkımının başlangıcıydı. Çünkü günahlarımız artmış ve yayılmıştı; zira “herkes günaha batmış ve Tanrı’nın şerefinden uzaklaşmıştı” ve “erdemli hiç kimse kalmamıştı, tek bir kişi bile.” (…)

Matthew of Edessa 1993. Armenia and the Crusades Tenth to Twelfth Centuries: The Chronicle of Matthew of Edessa, çev. Ara Edmond Dostourian, sunuş. Krikor H. Maksoudian, Armenian Heritage Series, Lanham – New York – Londra: University Press of America, s. 128–130.

Çeviren: Sadık Türker

6. Büyük Selçuklu Sultanı Sencer’in Bizans İmparatoruna Mektubu

7. İmâm Gazzâlî’nin Sultan Sencer’e Mektubu

B. İSLAM’DA CİHAD, GAZA, ŞEHİTLİK VE GAZİLİK

Cihad çok geniş anlamlar içeren bir kavram olup İslâmiyet’i tebliğ amacıyla yapılan her çeşit mücadeleyi ve bu uğurda düşmanla savaşmayı da içeren bir terimdir. Bu bağlamda insanın kendi nefsiyle mücadelesi de cihad, hatta en büyük cihad (cihâd-ı ekber) olarak değerlendirilmiştir. Gaza ise İslamiyet’i yaymak (i’lâ-yi kelimetullah) amacıyla gerçekleştirilen savaşlar için kullanılan bir terimdir. İlk devir İslâm kaynaklarında Hz. Peygamber’in bizzat sevk ve idare ettiği savaşlar için “gazve”, bir sahabinin kumandasında gerçekleştirilen seferlere ise “seriyye” adı verilir. Genellikle kabul edilen görüşe göre Hz. Peygamber’in gazvelerinin sayısı yirmi yedidir. Cihadın, gazanın, gazve ve seriyyelerin amacı, küfür ve batılın zulmünü ortadan kaldırmak, İslamiyet’in yayılmasına engel teşkil eden unsurların tahakkümüne son vermek, yeryüzünde hakkı yüceltmek, fitne ateşini söndürmek, insanları maddi ve manevi baskılardan kurtarmak ve Müslüman olmak isteyenlere bu imkânı sağlamaktır. Allah’ın rızasını kazanmak amacı dışında yapılan savaşlar cihad sayılmaz. İstila, sömürü ve tecavüz için yapılan savaşları İslâmiyet asla doğru bulmaz.

1. İslam’da Cihad ve Gaza Anlayışı

Cihadla ilgili âyet ve hadisler İslâm tarihi boyunca gerçekleştirilmiş olan fetihlere yön vermiş ve İslâmiyet çok kısa bir süre içerisinde örneği görülmemiş bir hızla yayılmıştır. Hz. Peygamber Müslümanlara düşmanla gereksiz yere savaşmayı değil, şartlar oluşup da savaş kaçınılmaz hale gelince sabredip direnmeyi tavsiye etmiştir. Hayber Gazvesi’ne çıkarken ashabına ganimet için değil, sadece Allah rızası için savaşacakların ordusuna katılabileceklerini söylemiştir. Düşmanların çocuk ve kadınlarının, yaşlı, hasta ve din adamlarının öldürülmesini, hayvanların ve mahsullerin yağmalanmasını, ağaçlara zarar verilmesini, öldürülen düşman askerlerinin organlarının kesilmesini yasaklamıştır. Esirlere iyi muamele edilmesini ve yapılan antlaşmalara uyulmasını emretti. Hz. Peygamber döneminde yapılan Gazve ve Seriyyeler dünya harp tarihinin bilinen en az kan dökülen savaşlarıdır. Cihadla ilgili âyet ve hadislerden bir kısmı şöyledir:

Ayetler

“Sizinle savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın. Sakın aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırıya kaçanları sevmez” (Kur’ân 2: 190).

“Fitne tamamen yok edilinceye ve din yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vaz geçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur” (Kur’ân 2: 193).

“Hoşunuza gitmese de savaş size farz kılındı. Umulur ki, bir şey hoşunuza gitmese de o sizin için daha hayırlı ve yine umulur ki, hoşunuza giden bir şey de sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz” (Kur’ân 2: 216).

“İman edip (gerektiğinde) Allah yolunda hicret ve cihad edenler var ya, işte bunlar Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur” (Kur’ân 2: 218).

“Siz insanların iyiliği için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülüğü önlemeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız. Ehl-i Kitap da inansaydı elbette bu kendileri için çok iyi olurdu. (Gerçi) içlerinden iman edenler varsa da çoğu doğru yoldan çıkmışlardır” (Kur’ân 3: 110).

“Allah, sizin içinizden cihad edenlerle sabır gösterenleri ortaya çıkarmadan, kolayca cennete gireceğinizi mi sandınız” (Kur’ân 3: 142).

“Bir kısım insanlar mü’minlere “Düşmanlarınız size karşı asker topladılar. Onlardan korkun” dediklerinde bu onların imanlarını bir kat daha artırdı ve “Allah bize yeter. O ne güzel vekildir” dediler” (Kur’ân 3: 173).

“Ey iman edenler! Sabredin! Düşman karşısında sebat gösterin! Cihad için daima hazırlıklı ve uyanık bulunun! Ve Allah’a karşı gelmekten sakının ki felâh bulup başarıya eresiniz” (Kur’ân 3: 200).

“Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size Müslüman olduğunu söyleyene dünya hayatının geçici menfaatlerine göz dikerek ’Sen mü’min değilsin’ demeyin. Çünkü Allah’ın nezdinde sayısız ganimetler vardır. Önceden siz de böyle iken Allah size lütfetti. O halde iyi anlayıp dinleyin. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Özür sahibi olmaksızın cihaddan geri kalan müminlerle, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden müminler elbette bir olmaz. Allah malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından cihada gitmeyenlerden üstün kılmıştır. Gerçi Allah hepsine de güzellik, yani cenneti vâd etmiştir, ama cihad edenleri, savaşa katılmayanlardan daha çok büyük bir mükâfatla üstün kılmıştır” (Kur’ân 4: 94–95).

“Ey müminler! Sizler gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak hep birlikte seferber olunuz. Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz. Eğer bilirseniz, sizin için daha hayırlıdır” (Kur’ân 9: 41).

“Mü’minlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir gurup dinî ilimlerde geniş bilgi edinmeleri ve seferden dönenleri aydınlatmaya çalışmaları daha uygun olur. Böylece belki onlar da kötülüğe karşı kendilerini daha iyi korumuş olacaklardır” (Kur’ân 9: 122).

“İçlerinden zulmedenler hariç Ehl-i Kitapla ancak en güzel yolla mücadele edin ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilahımız da sizin ilahınız da birdir. Biz ona teslim olmuşuzdur” (Kur’ân 29: 46).

“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Resûlüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz bu sizin için çok hayırlıdır. İşte bu takdirde o, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altından ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Hoşunuza gidecek başka bir şey daha var. Allah’ın yardımı ve yakın bir fetih. Mü’minleri bunlarla müjdele” (Kur’ân 61: 10-13).

Hadisler

Resûlullah sallallallahu aleyhi ve sellem’e:

— Hangi amel daha faziletlidir? diye soruldu.

— “Allah’a ve Resûlüne inanmak” buyurdu.

— Sonra hangisi? denildi.

— “Allah yolunda cihad etmek” karşılığını verdi.

— Bundan sonra hangisi? denilince:

— “Allah katında makbul olan hac” buyurdular.

Buhârî, Îmân 18;

Müslim, Îmân 135.

İbni Mes’ûd radıyallahu anh şöyle dedi:

— Yâ Resûlallah! Hangi amel Allah’a daha sevimlidir? dedim,

— “Vaktinde kılınan namaz” buyurdu.

— Sonra hangisidir? diye sordum,

— “Ana babaya iyilik etmek” diye cevap verdi.

— Ondan sonra hangisidir? dedim,

— “Allah yolunda cihad etmek” buyurdular.

Buhârî 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-VIII, İstanbul, “Cihâd” 1.

Müslim 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-V, İstanbul, “Îmân”, 137–139.

“Allah yolunda yapılan bir sabah ve akşam yürüyüşü, hiç şüphesiz dünyadan ve dünya varlıklarından daha hayırlıdır.”

Buhârî 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-VIII, İstanbul, “Cihâd”, 5.

Müslim 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-V, İstanbul, “İmâre”, 112–115.

Bir adam Hz. Peygamber’ e gelerek:

— İnsanların hangisi daha üstündür? diye sordu. Peygamberimiz:

— “Allah yolunda canıyla ve malıyla cihad eden kimse” buyurdu. Adam:

— Sonra kimdir? diye sordu. Efendimiz:

— “Bir vadiye çekilip Allah’a ibadet eden ve insanları şerrinden uzak tutan kimse” buyurdular.

Buhârî 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-VIII, İstanbul, “Cihâd”, 2. Müslim 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-V, İstanbul, “İmâre”, 122–123.

“Allah yolunda bir gün hudut nöbeti tutmak, dünyadan ve dünya üzerindeki şeylerden daha hayırlıdır. Sizden birinizin kamçısının cennetteki yeri, dünyadan ve dünya üzerindeki şeylerden daha hayırlıdır. Kulun Allah Teâlâ’nın yolunda akşamleyin veya sabah erken vakitteki yürüyüşü de dünyadan ve dünya üzerindeki şeylerden daha hayırlıdır.”

Buhârî 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-VIII, İstanbul, “Cihâd”, 6, 73; “Bed’ü’l-halk”, 8. Müslim 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-V, İstanbul, “İmâre”, 113–114.

“Bir gün ve bir gece hudut nöbeti tutmak, gündüzü oruçlu gecesi ibadetli geçirilen bir aydan daha hayırlıdır. Şayet kişi bu nöbet esnasında vazife başında iken ölürse, yapmakta olduğu işin ecri ve sevabı kıyamete kadar devam eder, şehid olarak rızkı da devam eder ve kabirdeki sorgu meleklerinden güven içinde olur.”

Müslim 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-V, İstanbul, “İmâre”, 163.

“Allah Teâlâ kendi yolunda cihada çıkan kimseye, ’onu sadece benim yolumda cihad, bana îman, benim resullerimi tasdîk yola çıkarmıştır’, buyurarak kefil olur. Allah, o kimseyi şehid olursa cennete koymaya, gazi olursa manevî ecre ve dünyalık ganimete kavuşmuş olarak evine döndürmeye kefil olmuştur. Muhammed’in canını kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda açılan bir yara, kıyamet gününde açıldığı gündeki şekliyle gelir: Rengi kan rengi, kokusu misk kokusudur. Muhammed’in canını kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, eğer Müslümanlara zor gelmeseydi, Allah yolunda cihada çıkan hiçbir seriyyenin arkasında asla oturup kalmazdım. Fakat maddî güç bulamıyorum ki onları sevk edeyim, onlar da bu gücü bulamıyorlar. Benden ayrılıp geride kalmak ise onlara zor geliyor. Muhammed’in canını elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda cihad edip öldürülmeyi, sonra cihad edip yine öldürülmeyi, sonra tekrar cihad edip tekrar öldürülmeyi çok arzu ederdim.”

Buhârî 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-VIII, İstanbul, “Cihâd”, 7.

Müslim 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-V, İstanbul, “İmâre”, 103.

Resûl-i Ekrem Efendimiz’e:

— Yâ Resûlallah! Allah yolunda cihada denk hangi iş vardır? denildi.

— “Ona denk bir iş bulamazsınız” buyurdu. İki veya üç defa aynı soruyu tekrarladılar; Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de her defasında “Ona denk bir iş bulamazsınız” cevabını tekrarladı. Daha sonra şöyle buyurdu:

“Allah yolunda cihad eden kimsenin benzeri, gündüzleri oruç tutan, geceleri namaz kılan, Allah’ın âyetlerine hakkıyla itâat eden ve Allah yolunda cihad eden kimse, cepheden dönünceye kadar, namaza ve oruca hiç bir şekilde ara vermeyen kimsenin benzeridir.”

Buhârî 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-VIII, İstanbul, “Cihâd”, 1.

Müslim 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-V, İstanbul, “İmâre”, 110.

Çeviren: Abdülkerim Özaydın – Casım Avcı

2. Hz. Ömer’in Ebû Ubeyd b. Mesûd es-Sekafî’ye Cihad Tavsiyeleri

Hz Ömer Irak fetihleri için tayin ettiği kumandanlardan Ebu Ubyd b. Mes’ud es-Sekafi’ye şu tavsiyelerde bulunmuştur.

“Resulullah’ın ashabının sözlerini dinle ve onlarla istişare et. Bir konu iyice açıklığa kavuşuncaya kadar karar vermede acele etme. Çünkü, söz konusu olan savaştır. Savaşta ancak teenni ile hareket eden ve fırsatları değerlendiren kazanır.”

3. Şehitlik ve Gazilik

Allah yolunda öldürülen Müslümanlara şehit denir. İslâm’a şehitlik en yüce mertebelerin başında yer alır. Gazi ise din uğrunda savaşan mücahit demektir. Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyette şehitliğin ve gaziliğin önemine ve Allah katındaki değerine dikkat çekilir.

Ayetler

“Allah yolunda öldürülenlere “ölü” demeyiniz. Zira onlar diridirler. Fakat siz farkında değilsiniz” (Kur’ân 2: 154).

“Ey iman edenler! Sizler, inkâr edenler ve yeryüzünde sefere çıkan veya savaşan kardeşleri hakkında ’Eğer bizim yanımızda kalsalardı ölmezler, öldürülmezlerdi’ diyenler gibi olmayın. Allah bu kanaati onların kalplerine onulmaz bir hasret yarası olarak koydu. Can veren de Allah’tır. Alan da. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilir” (Kur’ân 3: 156).

“Sakın Allah yolunda öldürülenlerin ölü olduklarını sanma. Onlar diridir ve Rableri katında rızıklara mazhar olmaktadırlar” (Kur’ân 3: 169). “Kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse işte onlar Allah’ın kendilerine lütufta bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kimselerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır” (Kur’ân 4: 69).

“O halde dünya hayatını âhiret karşılığında satanlar Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükafat vereceğiz” (Kur’ân 4: 74).

“De ki: Siz bizim için iki iyi şeyden birini (şehitlik veya gazilik) değil de illa kötü bir şey olmasını mı bekliyorsunuz? Fakat bilin ki, sizin kadar biz de Allah’ın kendi katından veya bizim vasıtamızla size bir azap vermesini bekliyoruz. Haydi bekleyin. Biz de sizinle birlikte beklemekteyiz” (Kur’ân 9: 52).

“Allah mü’minlerden mallarını ve canlarını kendilerine verilecek cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar. Öldürür ve ölürler. Bu Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da Allah’ın güvence altına aldığı gerçek bir vaadıdır. Verdiği sözü Allah’tan daha iyi tutan var mıdır? O halde onunla yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte bu gerçekten büyük bir kazançtır” (Kur’ân 9: 111).

“Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların amellerini asla zayi etmez. Allah onları muratlarına erdirecek, gönüllerini şâd edecek ve onları kendilerine tanıtmış olduğu cennete koyacaktır” (Kur’ân 47: 4-6).

Hadisler

Ümmü Hârise b. Sürâka diye bilinen Ümmü Rübeyyi’ bint Berâ, Nebî sallallahu aleyhi ve selleme geldi ve:

— Yâ Resûlallah! Bana oğlum Hârise’den haber verir misiniz? –Hârise Bedir Savaşı’nda şehit düşmüştü–. Eğer cennette ise sabredeceğim; böyle değilse onun için gözyaşı dökeceğim, dedi. Peygamber Efendimiz:

— “Ey Ümmü Hârise! Şüphesiz cennetin içinde cennetler vardır; senin oğlun bunların en yücesi olan Firdevs cennetindedir” buyurdu.

Buhârî 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-VIII, İstanbul, “Cihâd”, 14.

Câbir İbni Abdullah radıyallahu anhümâ şöyle dedi:

Babamın müsle yapılmış cesedi getirilip Nebî sallallahu aleyhi ve sellemin önüne konuldu. Yüzünü açmak üzere gittim, fakat oradaki topluluk bana engel oldu. Bunun üzerine Nebî sallallahu aleyhi ve sellem:

“Melekler ara vermeksizin onu kanatlarıyla gölgelendiriyorlar” buyurdu.

Buhârî 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-VIII, İstanbul, “Cihâd”, 20.

Müslim 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-V, İstanbul, “Fezâilü’s-sahâbe”, 129-130..

“Allah Taâlâ’dan bütün kalbiyle şehitlik dileyen bir kimse, yatağında ölse bile, Allah ona şehitlik mertebesine ulaştırır.”

Müslim 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-V, İstanbul, “İmâre”, 157.

“Sizden biriniz karıncanın ısırmasından ne kadar acı duyarsa, şehit olan kimse de ölümden ancak o kadar acı duyar.”

Tirmizî 1413/1992. es-Sünen, I-V, İstanbul, “Fezâilü’l-cihâd”, 26.

Enes radıyallahu anh şöyle dedi:

Amcam Enes b. Nadr radıyallahu anh Bedir Savaşı’na katılmamıştı. Bu ona çok ağır geldi. Bu sebeple:

— Yâ Resûlallah! Müşriklerle yaptığın ilk savaşta bulunamadım. Eğer Allah Taâlâ müşriklerle yapılacak bir savaşta beni bulundurursa, neler yapacağımı muhakkak Allah görür, dedi.

Uhud Savaşı’nda Müslüman safları dağılınca, Enes b. Nadr –arkadaşlarını kastederek– “Rabbim, bunların yaptıklarından dolayı özür beyan ederim” dedi. –Müşrikleri kestederek de– “Bunların yaptıklarından da uzak olduğumu arzederim” deyip ilerledi. Derken Sa’d b. Muâz ile karşılaştı ve:

— Ey Sa’d b. Muâz! İşte cennet. Nadr’ın Rabbine yemin ederim ki, Uhud’un yakınlarından ben onun kokusunu alıyorum, dedi. Sa’d (bu olayı anlatırken):

— Ben onun yaptığını yapmaya güç yetiremedim, yâ Resûlallah! dedi. Hadisin ravisi Enes, amcasıyla ilgili olayı şöyle anlatır:

Amcamı şehit edilmiş olarak bulduk. Vücudunda seksenden fazla kılıç darbesi, mızrak yarası ve ok izi vardı. Müşrikler ona müsle yapmış, uzuvlarını kesmişlerdi. Bu sebeple onu hiç kimse tanıyamadı. Sadece kız kardeşi parmak uçlarından tanıyabildi.

Enes, biz şu âyetin amcam ve onun gibiler hakkında inmiş olduğu görüşündeyiz, dedi:

“Mü’minler içinde öyle yiğit erkekler vardır ki, Allah’a verdikleri sözlerinde durdular. Onlardan kimi ahdini yerine getirdi (çarpışıp şehit düştü), kimi de sırasını bekliyor. Bunlar sözlerini asla değiştirmemişlerdir” (Ahzâb sûresi 33/23).

Buhârî 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-VIII, İstanbul, “Cihâd” 12.

Müslim 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-V, İstanbul, “İmâre”, 148.

Tepeden tırnağa silâhlı bir adam Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e geldi ve:

— Yâ Resûlallah! Sizinle birlikte önce savaşa mı katılayım, yoksa Müslüman mı olayım? dedi. Resûl-i Ekrem:

— “Önce Müslüman ol, sonra savaş” buyurdu. Bunun üzerine adam Müslüman oldu, sonra savaştı ve neticede şehit oldu. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

— “Az çalıştı, çok kazandı” buyurdu.

Buhârî 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-VIII, İstanbul, “Cihâd” 13.

Müslim 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-V, İstanbul, “İmâre”, 144.

“Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa bile dünyaya geri dönmeyi arzu etmez. Sadece şehit, gördüğü aşırı itibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehit olmayı ister.”

Buhârî 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-VIII, İstanbul, “Cihâd” 21.

Müslim 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-V, İstanbul, “İmâre”, 109.

“Şehidin kul borcu dışındaki bütün günahlarını Allah bağışlar.”

Müslim 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-V, İstanbul, “İmâre”, 119.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ashâb arasında ayağa kalktı ve “Allah yolunda cihad ve Allah’a iman etmek amellerin en faziletlisidir” diye hatırlattı. Bunun üzerine bir adam ayağa kalkıp:

— Yâ Resûlallah! Şayet Allah yolunda öldürülürsem, bu benim günahlarıma kefâret olur mu? diye sordu. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona:

— “Evet, şayet sen sabrederek, ecrini de sadece Allah’tan bekleyerek, cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına kefâret olur” buyurdu. Sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

— “Nasıl demiştin?”diye sordu. Adam:

— Şayet ben Allah yolunda öldürülürsem günahlarıma kefâret olur mu? diye sözünü tekrarladı. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona:

— “Evet, şayet sen sabrederek, ecrini sadece Allah’tan bekleyerek, cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına kefâret olur. Ancak borçların bunun dışındadır. Bunu bana Cibrîl söyledi” buyurdu.

Müslim 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-V, İstanbul, “İmâre”, 117.

Çeviren: Abdülkerim Özaydın – Casım Avcı

C.DEVLET TOPLUM İLİŞKİSİ

1. Yönetici, Halk, Din ve Devlet İlişkileri: el-Mâverdî

Tam adı Ebü’l-Hasen Alî b. Muhammed b. Habîb el-Basrî el-Mâverdî (ö. 450/1058)’dir. Fıkıh, siyaset ve ahlak üzerine yazdığı eserler ve bu alandaki görüşleriyle tanınan Şâfiî fakihidir. Fıkıh, fıkıh usûlü, tefsir, hadis ilimlerinde müderrislik yapmasının ve kadılıkla iştigalinin yanında, Kâim Biemrillâh tarafından Büveyhî emirleri Ebû Kâlîcâr, Celâlüddevle ve Selçuklu Sultânı Tuğrul Bey’e gönderilen diplomatik amaçlı heyetlerde görev aldı. el-Hâvi’l-kebîr isimli fıkhın tüm konularını ihtiva eden Şâfiî fakihi el-Müzenî (ö. 264/878)’nin el-Muhtasar’ına şerh niteliğinde ve Şâfiî mezhebi esas alınarak yazdığı eserinden başka çok sayıda ahlak, siyasetle alakalı çok sayıda eseri bulunmaktadır. Bu eserlerinden bir kaçı şöyledir. Halife Kâdir Billah’ın dört mezhebe göre özet bir fıkıh kitabı hazırlanmasını talep etmesi üzerine el-İknâ’yı, Kur’ân’dan gerekli gördüğü yerleri tefsir ettiği Tefsîrü’l-Kur’ân’ı kaleme almıştır. İslâm anayasa, idare, maliye devletler hukuku kapsamına giren konuları ele aldığı el-Ahkâmü’s-Sultâniyye, vezirlikle alakalı kaleme aldığı Kavânînü’l-vizâre ve siyâsetü’l-mülk (Edebü’l-vezîr), devletin (sultanın) mahiyetiyle ilgili kaleme aldığı Teshîlü’n-nazar ve tacîlü’z-zafer, Nasihâtü’l-mülûk, ahlâka dâir Edebü’d-dünyâ ve’ddîn, eserlerinden önemlileridir.

4.Hükümdarın Gerekliliği : Nizamülmülk

Bil ki, Yüce Allah her asırda ve çağda “halk” arasından birini seçer, onu padişahlara layık ve medhe değer hünerlerle süsler insanlar onun adaleti içinde yaşasınlar, emin olsunlar, daima devletinin bekasını istesinler diye, dünya işlerini ve Allah’ın kullarının huzur içinde yaşamasını ona tevdi eder, fesad, karışıklık ve fitne kapısını ona kapattırır; onun hey bet ve haşmetini Allah’ın kullarının gönüllerinde ve gözlerinde yerleştirir.

Eğer –Allah korusun– bendegandan bir isyan, şeriatı hafife alma veya yüce Allah’a itaatte ve fermanlarına karşı kusur olursa, (o), onları (isyan edenleri) tedip etmek ve yaptıklarının cezasını vermek ister. –Yüce Allah bize o günleri göstermesin ve böyle bir talihsizlikten uzak tutsun–. Elbette, o isyanın uğursuzluğuyla Yüce Allah’ın hışmı ve yerin dibine batırışı bu adamlara ulaşır; onlar arasından padişahlık kalkar; muhtelif kılıçlar –kınlardan– çekilir; haksız yere kanlar dökülür; o günahkârı (başkaları) bütün fitneler ve kan dökmeler ortasında helak edinceye, cihan onlardan temizleninceye kadar kim daha güçlü ise, her istediğini yapar. Bu günahkârların uğursuzluğundan dolayı, günahsızların çoğu helak olur. Bunun misali şöyledir: Sazlığa ateş düşünce kuru da, yaş da olsa hepsini güzelce yakar ve kuru ile yan yana bulunması dolayısıyla bunun da yanında birçoğu yanar.

Sonra Allah’ın takdiri ile bendelerden birine saadet ve devlet “hasıl” olur. Yüce Allah ona çapına göre bir ikbal ihsan eder, akıl ve bilgi verir ki, o bu akıl ve bilgi ile astlarının her birini kendi rütbesinde tutar, her birini gücü ölçüsünde rütbe ve makama yükseltir. Hizmetkârları ve layık olan kimseleri insanlar arasından seçer ve onlardan her birine mertebe ve makam verir; din ve dünya işlerinin yerine getirilmesinde onlara itimat eder. İtaat yolunu tutan ve kendi işleri ile meşgul olan reâyâyı sıkıntılardan arınmış tutar; öyle ki, onun adaleti sayesinde onlar rahatlık içinde hayat sürerler.

Keza, eğer hizmetkârlardan ve memurlardan bir kimseden yakışıksızlık ve yağma vuku bulursa, eğer (o) kimse, azarlama ve nasihat ile yola gelir gaflet uykusundan uyanırsa, onu o işinde tutması, eğer uyanmazsa, (makamında) hiç tutmasın, onu layık olan başka bir kimse ile değiştirsin. Reâyâdan nimet hakkını tanımayanları, emniyet içinde olmanın ve rahatlığın (içinde yaşama) kadrini bilmeyen, kalplerinde hıyanet düşünen ve inat eden, kendi rütbelerinin dışına ayak basan kimselere günahları ölçüsünde hitap etsinler; kendilerini cürümlerinin miktarı kadar cezalandırsınlar; yine af eteğini onların günahları üzerine örtsünler; bu işten vazgeçsinler.

Kanallar açmak, belli başlı ırmaklara yataklar kazmak, büyük sulardan geçiş için köprüler yapmak, köyleri ve tarım alanlarını mamur kılmak, surlar inşa etmek, yeni şehirler kurmak gibi cihanın imarı ile ilgili şeyler yapsın; güzel oturulacak yerler vücuda getirsin; ana yollar üzerine ribâtlar, ilim talipleri için medreseler yapılmasını emretsin; ta ki, adı daima kalsın; bu işlerin sevabı öteki dünyada onu bulsun, reâyâ daima (hayır) dualar etsin.

Bu zamanın geçmiş zamanların tarihinin bir devamı olması, daha önce (gelip-geçmiş) hükümdarların yaptıklarının eseri olması, Allah’ın kullarına, onlardan önce, başkalarının sahip olmadıkları bir mutluluk vermesi Yüce Allah’ın takdiri olduğu için, babadan babaya ta büyük Efrâsiyâb’a kadar çıkan iki büyük soydan gelen (o) Âlemin Efendisi, Şehinşâh-ı âzam (Melikşah)ı -ki padişahlık ve liderlik onun hanedanında idi- cihan padişahlarının mahrum bulunduğu kerametler ve büyüklüklerle süsledi; sonra da iyi huylulukla güzel yüz, mertlik, yiğitlik, binicilik, ilim, türlü silahları kullanmak, hünerlere sahip olmak, Allah’ın kullarına şefkat ve merhamet (göstermek), vaadlerinde durmak, dürüst din, iyi itikat, Yüce Allah’a itaat (edenleri) sevmek, akşam namazı (kılmak), ziyaret, oruç faziletlerini yerine getirmek, din âlimlerine hürmet etmek, ilim ve hikmet ehlini kazanmak, sadakalar vermek, yoksullara iyilik etmek, maiyete ve hizmetkârlara iyi muamele etmek, zalimlerin zulmünü raiyyetten kaldırmak gibi hükümdarların muhtaç oldukları şeyleri ihsan etti. Sözün kısası, Yüce Allah layık olduğu kadar ve iyi itikadı ölçüsünde ona devlet ve memleket verdi; bütün cihanı fethettirdi; heybet ve siyaseti bütün iklimlere ulaştı; öyle ki, dünyada herkes onun vergi ödeyicisi (haraç-guzâr) dir, (ancak) onlar gösterdikleri yakınlıkla onun kılıcından emin olurlar.

Halifelerden bazıları zamanında mülk geniş ve yaygın ise de, hiçbir zaman gönülleri Hâricilerin isyanları ile meşgul olmaktan hâli değildi. Bu mübarek zamanda -Yüce Allah’a hamdolsun- bütün dünyada gönlünde muhalefet düşünen veya başını itaat çemberinden çıkaran kimse yoktur, Yüce Allah, bu devleti kıyamete kadar devam ettirsin: Kötü gözü bu memleketin mükemmelliğinden uzak tutsun; öyle ki, kullar efendimizin adalet ve siyasetinde yaşasınlar ve hayır dua ile meşgul olsunlar.

Nizâmülmülk 1999. Siyâsetnâme, çev. Mehmet Altay Köymen, Ankara: Türk Tarih Kurumu, s. 6–8.

7.Divan-ı Mezalim : Nizamülmülk

Divan-ı Mezâlim, Hz. Muhammed’den beri fiilen uygulanan bir adalet mekanizmasının daha sonra İslam devletlerinde Yüksek Yargı halinde kurumlaşmasıdır. Divan-ı Mezâlim’in başkanı hükümdardır.

Padişah için haftada iki gün Mezalim’e oturmaktan, haklıyı haksızdan ayırmaktan, adalet dağıtmaktan, raiyet’in sözünü, vasıtasız, kendi kulağı ile işitmekten başka çare yoktur. Onların daha mühim olan birkaç dilekçeyi arzetmeleri, (hükümdar)ın da (dilekçelerin) her biri hakkında bir yazılı emir (misal) vermesi gerekir. Zira, cihan hâkiminin zulme uğrayanlar ve adalet isteyenleri haftada iki gün huzuruna davet ettiği ve sözlerini dinlediği haberi memlekette yayılınca, bütün zalimler korkarlar; ellerini çekerler (kısa tutarlar), (hiç) kimse cezalandırılma korkusu ile zulüm ve yağmaya cesaret etmez.

Nizâmülmülk 1999. Siyâsetnâme, çev. Mehmet Altay Köymen, Ankara: Türk Tarih Kurumu, s. 10.

D.KOZMOLOJİ VE ONTOLOJİ

3. Alem Kendiliğinden ve rastgele Var Olmuş Değildir : el Kindi

E.MOĞOL İSTİLASI

İslam tarihindeki en büyük yıkım, hiç şüphesiz 1206’da Çin’den başlayarak, Polonya’ya kadar uzanan ve 1324’e kadar süren Moğol istilasıdır. Moğol istilasının, kendilerinin seçkin bir millet olarak dünya devleti kurma hayalinde olmaları, İslam dünyasının göz kamaştıran zenginliği ve İslam dünyasındaki karışıklıkların yol açtığı tarih kitaplarında görmeye alışkın olduğumuz bilgilerdir. Doğu Akdeniz’deki siyasi dengelerden haberi olmayan yeni oluşumlardan birisi olarak özellikle Harezmşahların, Moğol istilasında etkili bir sebep olduğu düşünülmüştür. Ne var ki kaynakların pek çoğunda Moğolların istiladan uzun yüzyıllar önce Avrupalı soylularla akrabalık ilişkisi kurmaya başladıklarından, bir kısmının da olsa Hıristiyanlığı kabul ettiğinden ve bütün bunların Cengiz Han zamanında bir Moğol-Frank ittifakına dönüştüğünden bahsedilmez. Bu kadar önemli bir bilginin gözden kaçması şaşırtıcıdır.

Müslüman düşmanlarla karşılaştıktan kısa bir süre sonra, Avrupalılar arasında Doğu’dan Hıristiyan bir müttefikin, bir kahramanın yardıma geleceğine dair söylentiler ve beklentiler vardı. Avrupa’daki bu inanç, elbette bir ayin duası olarak kalmamış, üzerinde çoktan çalışılmaya başlanmıştı. Bu çalışmaların sonucunda pek çok Moğol kabilesi, 7. yüzyıldan beri Nesturi Hıristiyanlığını kabul etmişti. Temuçin zamanındaki yirmi kabileden dokuzu Hıristiyan’dı. Cengiz Han zamanına varıncaya kadar, Hıristiyan prenseslerle evlenen Moğol hanları ve etrafındaki pek çok yetkili Hıristiyan’dı. Bu din ve akrabalık ilişkileri sonucunda bir Moğol-Frank ittifakı (Franco-Mongol alliance), Haçlı savaşları başladığında çoktan sağlanmıştı. Hıristiyanlar arasında yaygınlaşan bu kahraman beklentisi, 12. yüzyılda Presbyter Johannes’in kaleminden çıkan bir mektupla, Doğu’daki düşmanlarla savaşan ve Hıristiyanları tek çatı altında toplayan hayali bir Hıristiyan krallığı efsanesine dönüşmüştü. Efsanedeki kral David, II. Frederick’in haçlı ordusuna birlikleriyle destek vererek İslam’ı ortadan kaldıran Cengiz Han’dan (1165–1227) başkası değildi. Bu efsane Avrupa’da 17. yüzyıla kadar yaşadı. Raymundus Lullus’a (1232–1315) göre Moğollar, tamamen Hıristiyanlaştırılabilirse kaybedilen kutsal topraklar yeniden ele geçirilebilirdi. Her ne kadar 12. yüzyıl boyunca Moğolların ve Haçlıların açtığı güvenlik koridoru, Avrupalı misyoner, tüccar ve diplomatlarına görmek istedikleri yerleri keşfetme fırsatı vermişse de, Timur’un yönetimindeki Moğol imparatorluğunun hızla Müslümanlaşması, Lullus’un işaret ettiği bu tarihi fırsatı ortadan kaldırmıştır. Bununla birlikte Moğollar Hıristiyanlarla dindaş, Moğol hanları Avrupalılarla akrabaydılar. 1258de İslam’ın kalbi Abbasi imparatorluğunu yıkan Moğol istilası, Ermeni vakanüvis Kantzaglı Kirakos’un belirttiği gibi 515 yıl boyunca bölgede kan döküp kötülük saçan Müslümanlara uygulanan bir Hıristiyan intikamıydı.