Home » Felsefe » 19.yy Felsefesi

19.yy Felsefesi

19.yy Felsefesinin Genel Özellikleri

Kant’ın 1804 yılındaki ölümü, Aydınlanmanın sonuna işaret eder. 19. yüzyılla birlikte, yeni felsefi problemler ve yeni felsefe kavrayışları ortaya çıkar. Nitekim bu yüzyıl, felsefede, şimdiye kadar görülmemiş bir çeşitliliğin yaşandığı bir çağ olarak kendini gösterir. Rönesans’ta insan entelektüel olarak matematiğin ve doğa biliminin yükselişi olgusuyla karşı karşıya kalmıştı; işte bu olgunun felsefeye bir şekilde dayattığı görevler, felsefenin 17. ve 18. yüzyıllarda doğrultusunu büyük ölçüde belirlemişti. 17. yüzyıldan itibaren ama özellikle de Aydınlanmayla birlikte, dikkatler doğayı büyük bir başarıyla fethetmiş olan zihnin yapı ve karakteri üzerine yöneldi; önce rasyonalistler, sonra da ampiristler, Kant’a gelinceye kadar olan süreç boyunca, zihnin fethi konusunda üstünlük iddiasıyla ortaya çıktılar. Kant’ın sentezi, zihnin fethi konusunda nihai ve en yüksek noktayı oluşturmaktaydı.

19. yüzyılda felsefece fethedilecek veya keşfedilecek yeni alanlar ortaya çıktı. Bunlardan birincisi zihin ya da bilincin tarihsel boyutuydu. Bu tür bir düşünce tarzını başlatan filozof ise, Hegel oldu. Nitekim Hegel’den başlayarak bilincin ya da aklın kendisi, tarih içinde gelişen, bireysel ve sosyal hayatın farklılaşan koşullarından her daim etkilenen bir şey olarak anlaşıldı. Bu, elbette Descartes’ın veya Kant’ın sabit ve evrensel bir güç olarak aklından ziyade, tarihsel olarak evrim geçiren, geçerlilik standartları hayatın değişen talep ve standartlarına bağlı olarak değişime uğrayan tarihsel akıldı. Fakat 19. yüzyıl, esas akıldışının keşfiyle karakterize olur. Buna göre, 18. yüzyıl tam bir akıl çağıydı, bu yüzden Aydınlanmanın bütün filozofları mutlak bir iyimserlik içinde oldular. Oysa 19. yüzyılın kimi filozofları gerçekliğin sanıldığı gibi rasyonel olmadığını, kör bir iradenin gerçekliğe nüfuz ettiğini öne sürdüler. Daha önceki çağlardan pek çok yönden farklılık gösteren 19. Yüzyıl felsefesi, bir yandan da ideolojilerin, ayrı ve güçlü karşıtlıklarda bir araya gelen zıt felsefelerin çağı oldu. Nitekim aynı yüzyılda idealizme karşı pragmatizm, irrasyonalizme karşı pozitivizm ve liberalizme karşı Marksizm boy verdi. Bunun da hiç kuşku yok ki en büyük nedeni, bu felsefeleri besleyip teşvik eden sosyal ve politik koşullarda yaşanan olağanüstü büyük değişimdi. Buna göre yüzyılın hemen başları 18. yüzyılın aklına karşı duygu lehine bir tepkiyi ifade eden Romantik harekete tanık olur. Köyden kente göçü hızlandıran, toplum içinde daha önce bir eşi daha görülmemiş bir sefalete yol açarken, farklı toplum felsefelerini adeta zorunlulukla gündeme getiren Endüstri Devrimi yüzyılın ortalarına doğru giderek olgunlaşmıştı. 1848 yılında Paris’te yaşanan büyük devrim, Avrupalının bilincine ilk kez olarak “burjuva” ve “proletarya” kavramlarını soktu.

Biyoloji biliminde ise Darwin’in evrim kuramıyla birlikte, 19. yüzyıl bu kez büyük bir entelektüel devrime tanık oldu. 19. yüzyıla önce Alman idealizmi damgasını vurdu; yüzyılın ortalarında ise, sadece bilimin kendisiyle yöntemlerine dönük bir ilginin değil, fakat ayrı ayrı hem liberal hem de radikal sosyal teorilerin doğuşu belirleyici bir karakter kazandı. Yüzyılın sonları ise, idealizmin ikinci büyük dalgasının, metafiziğe en fazla karşı çıkmış olan yerde, yani İngiltere’de ortaya çıkışını yaşadı. Yüzyılın sonları sadece Amerika’da pragmatizmin değil, Avrupa’da sözgelimi Kirkegaard, Nietzsche ve Schopenhauer’ın akıldışını öne çıkaran felsefelerini de gördü. Büyük ölçüde doğa bilimlerinden ilham alan, aklın kendisini en iyi ve en gerçek bir biçimde bilim alanında gösterdiğine inanan Aydınlanma, metafiziğe kuşkuyla bakarken, bilgiye birtakım sınırlamalar getirmişti. O, rasyonaliteyi çoğunluk bilimsel rasyonaliteyle özdeşleştirdiği, bilimsel yöntemin sınırlarını aşan yöntemlere şüpheyle baktığı için aklın nihai gerçekliğe nüfuz edebilme yeteneğine sahip olmadığını öne sürdü; Aydınlanma, en azından böyle bir yeteneğe kuşkuyla baktı. 18. yüzyılın en fazla öne çıkan, en ağırlıklı filozofları olarak Hume ve Kant birbirlerine bu bakımdan çok benzemekteydi.

19. yüzyılın başlarında bu durum tamamen değişirken, felsefenin metafiziksel ruhunu yeniden ve belki hiç olmadığı kadar güçlü bir şekilde canlandırdı. Alman idealizminin felsefeye kazandırdığı bu yeni dönüşüm kısmen romantizmin etkisinin, fakat çok daha önemlisi felsefenin bu kez dinle kurduğu ittifakın bir sonucuydu. Fichte, Schelling ve Hegel gibi Alman idealistlerinin ya bizzat teoloji eğitimi almış ya da babaları Protestan papazları olan filozoflar olmaları bir rastlantı değildi. 19. Yüzyılın felsefesine yarı dinsel ve bütünüyle adanmış karakterini kazandıran şey, buydu. Alman idealizminde felsefenin din ile kurmuş olduğu bu ittifakın sonucu, doğal olarak felsefi ilginin Kant’ın, bilimi temellendirirken metafiziğin imkânsızlığını gösterdiği Saf Aklın Eleştirisi’nden moral benliğin doğasını açıklarken, ödev etiğini ortaya koyduğu Pratik Aklın Eleştirisi’ne kayması oldu. Gerçekten de Alman idealistleri tarafından geliştirilen, mutlak ya da nesnel idealizm üç ana öncüle dayanıyordu.
(1) Felsefenin ilk ve en temel verisi beşeri, benlik ve onun özbilincidir.
(2) Dünya bir bütün olarak tinsel bir yapıdadır; onun bir tür kozmik benlik olarak anlaşılması gerekir.
(3) Gerek benlikte ve gerekse dünyada, gerçekten önem arz eden yegâne şey, iradi ve ahlaki öğedir.


Gerçekten de Fichte, kişinin Kant’ın bilimi temel alan birinci eleştirisiyle ikinci eleştirinin ahlak felsefesi arasında bir seçim yapması gerektiğini söylemekteydi. Onun önerdiği seçim, elbette dogmatik ve ilkel bulduğu bilimsel dünya görüşünün benimsenmesi değildi. Moral bakış açısına yerleşmenin çok daha iyi bir seçim olduğunu öne süren Fichte, seçtiği felsefenin insanın ne tür biri olduğuna bağlı bulunduğunu iddia etti. Nitekim Kant’ın birinci eleştirisinden ödünç aldığı bir kavramla, bizim dünyayı üzerinde değerlerimizi ve erdemlerimizi sergilediğimiz bir sahne olarak “kurduğumuzu” veya “inşa ettiğimizi” söyledi. Dünya, Kant’ın da söylediği gibi, kategorilerimizin eseriydi; ama bu kategoriler,bilgiyle ilgili kategoriler olmaktan ziyade, eylem ve özgürlüğümüzle ilgili olan kategorilerdi. O, bizim dünyayı, içinde kendimizi göstermek ve ispatlamak için kurduğumuzu veya inşa ettiğimizi söylemekteydi.

Fichte’nin Kant yorumunu en çok beğenenlerin başında Schelling geliyordu. Fichte’nin felsefesine hayran olan ama ondaki eksikleri de görmemezlik edemeyen Schelling bu yüzden, Kant’ın “kurma” veya tesis etme düşüncesini daha da ileri bir noktaya götürdü. O da tıpkı Fichte gibi bizim dünyayı fiilen tesis ettiğimizi söylemekteydi. Fakat biz bunu bireyler olarak yapmıyorduk. Dünyayı tesis eden veya yaratan, birlikli bir “irade” veya “tin” olarak hepimizdik. Schelling, işte bu birlikli yaratıcıya “Tanrı” adını verdi. Hegel bu düşünce çizgisini, aynı yüzyılda, yine Kant’tan ve Kantçı “kuruluş” düşüncesinden yola çıkarak, Fichte ve Schelling’den daha ileri bir noktaya taşıdı. Kant’ın problemini aklın insanın deneyim ve bilgideki rolüne ilişkin eleştirel bir inceleme olarak değerlendiren Hegel’in kendisi için de felsefenin işlevi, aklın doğadaki, deneyimdeki, kısacası gerçeklikteki rolünü keşfetmekti. Fakat Kant’ın aklın zihnin dünyaya dayattığı veya yüklediği form olduğunu söylediği yerde, Hegel onun dünyanın kurucusu olduğunu, zihnin onu dünyaya yüklemekten ziyade, dünyada keşfettiğini öne sürdü. Bu yüzden de “akılsal olanın gerçek olduğunu”, “hakikatin bütünde bulunduğunu” iddia ederken, mantık ile gerçeklik, özne ile nesne ve düşünceyle varlık arasında, daha önce neredeyse bütün filozoflar tarafından yapılmış olan ayrımları bulanıklaştırdı. Böyle bir bulanıklık ve kuşatılmışlık halini yaratan şey ise, pek çoklarına göre, gerçekliğin tinsel ya da manevi olduğu teziydi.

Alman idealizminin Fichteci temellerinden yola çıkan Hegel, seleflerinde olmayan bir önemli sonuca erişirken, “somut, evrensel bir gerçeklik olarak Mutlak ya da Bütün’ün, statik bir şey olmayıp, gelişmeye tabi olduğunu” söyledi. O, diyalektik süreç olarak nitelediği bu gelişme ya da evrim süreciyle, önce aklın kendisinin ezeli-ebedi değil de tarihsel olduğunu söyleme imkânı buldu ve ikinci olarak da bu sayede, toplumların tarih içinde değişen koşullarına yeni bir anlam yükledi. Böylelikle de felsefenin görevleri arasına kültürel bir boyut sokma imkânı buldu. Sözünü ettiğimiz Alman idealist filozofları, sanki Rönesans’ta modern bilimi inşa etmeye başlayan büyük bilim adamları, mekanizmi dört başı mamur bir doğa felsefesi olarak öne sürmüş modern filozoflar ve bilim ideolojisini başlattıkları uzun ilerleme yürüyüşünün bayrağı yapan Aydınlanma filozofları hiç yaşamamış gibi yazıp çizdiler. Felsefenin Almanya’da uykuya yatmış olan bu ampirik ve bilimsel geleneği, 19. yüzyılın ortalarında, İngiltere ve Fransa’da fazlasıyla canlıydı. Sözgelimi Fransa’da Auguste Comte pozitif felsefesini Bacon’dan, İngiliz ampirisizminden ve nihayet Aydınlanmanın ilerleme düşüncesinden etkilenmiş olarak öne sürdü. Söz konusu pozitivizm ile o, bilimin kabul gören yöntemleri tarafından üretilmemiş bilgiye geçerlilik yüklenmesini kabul etmeyen oldukça dar bir bilim felsefesini anlamaktaydı. Comte, meşhur üç hal yasıyla felsefede veya bilim felsefesinde, 20. yüzyıla da aynen yansıyacak olan, din ve metafizik karşıtı eğilimin en önemli ismi olarak ortaya çıktı.

Aynı eğilim ya da ruhun İngiltere’deki temsilcisi ise faydacılar olmuştur; başka bir deyişle Jeremy Bentham, ama özellikle de John Stuart Mill, İngilizlere özgü ampirik bakış açısını olabilecek en açık şekilde ifade ederken, pozitivist ruhun Hume’dan yaklaşık bir yüzyıl sonra en güçlü tecessümü olup çıkmıştır. Gerçekten de metafiziğe olan güvensizliği, bilgideki a priori unsura karşı çıkışı ve her tür sezgiciliğe reddiyeyi temsil eden Mill, bilimsel metodolojiye katkıları ve daha önce Hume tarafından ortaya konan doğabilimlerinin yöntemlerinin moral ve sosyal fenomenlere başarıyla uygulanabileceği iddiasıyla tanınır. Söz konusu pozitivist duruşa ek olarak, onun esas büyük katkısının etik ve politik teori alanında olduğu kabul edilir. Gerçekten de politik liberalizmin 19. yüzyıldaki en büyük havarisi olan Mill, sosyal teorinin bir yüzyıl önce Locke tarafından temsil edilmiş olan liberal kanadının yeni yüzyıldaki en kusursuz temsilcisidir. Onun politika felsefesi veya sosyal teorisi, Sanayi Devrimi’nin yarattığı olumsuzluklarla mücadele etme yönünde demokratik yollarla hayata geçirilebilecek ciddi bir çözüm denemesi olarak anlaşılabilir.

Mill’in liberal fikirlerinin, 19. yüzyılda radikal soldaki muadili Karl Marx olmak durumundadır. Çünkü Sanayi Devrimi’nin yarattığı yeni problematik koşullarda Mill’in çözüme burjuvadan ve demokratik yollarla gittiği yerde, Marx proletarya ve devrim yoluyla hayata geçirilecek bir çözümün peşinden gider. Gerçekten de bütün bir tarihi sömüren azınlıklarla geri kalan nüfus, yani burjuvayla proleterler arasındaki çatışmanın tarihi olarak gören Marx, işçileri iktidarı ele geçirme ve demokratik olarak yönetilen adil bir sosyalist toplumun tesisi doğrultusunda bilinçlendirecek bir komünist partinin savunuculuğunu yapmıştır. Aslında onun sosyal teorisi ve ihtilalci duruşunun felsefesinin gölgede kalmasına yol açtığı söylenebilir. Buna rağmen, onun kısmen Hegel ve kısmen de Feuerbach’tan çıkan fikirleri iki ana tez altında toplanabilir:
(1) Toplum sosyal değişmeyi başlatan karşıt güçlerin bir diyalektiğini ifade eder.
(2) Düşünceler ve felsefi teoriler, dış koşullardan bağımsız olacak şekilde tamamen rasyonel olmayıp, içinde doğdukları sosyal düzenin doğasını yansıtırlar.

Gerek Alman idealistleri, gerek Comte pozitivizmi, gerekse toplum felsefesinin Mill ve Marx ile temsil edilen liberal ve radikal kanatları, 19. yüzyıl felsefesinin rasyonel kısmına karşılık gelir. Yüzyılın bir de okul ya da sistemlerden ziyade, bireysel filozoflar tarafından temsil edilen irrasyonel kısmı vardır. Daha yüzyılın başından itibaren görünür hale gelen bu irrasyonel unsur, aslında Aydınlanma ve dolayısıyla rasyonalizme karşı bir tepkiydi. Gerçekten de Hegel, metafiziğe olan derin bağlılığına rağmen, akılsallığa veya beşeri rasyonaliteye beslediği güvenle Aydınlanma geleneğini en azından bir yönüyle sürdüren biri oldu. Oysa Kierkegaard, Hegel’in rasyonalizmini alaya aldı; soyut olan yerine somut olana müracaat eder veya nesnel hakikat yerine öznel hakikati öne çıkarırken, Hegel’i yerden yere vurdu. Hegelci akılcılığı akademik felsefenin, hayattan kopuk, varoluşa yabancı, nesnel ve soyut teorileştirmenin kusursuz örneği olarak değerlendirirken, öznel varoluşa döndü; insanın hayatta sonsuz ve soyut araştırmalara değil de sağlam kararlara, bütün bir varoluşuyla gireceği angajmanlara ihtiyaç duyduğunu ileri sürdü.

Aynı şekilde Schopenhauer da gerçekliğin rasyonel olduğunu öne süren Hegel’e karşı, onun esas itibariyle akıldışı olduğunu ileri sürdü. Gerçekten de o, görünüşlerin gerisinde ayrı bir gerçeklik olduğunu, bu gerçekliğin kendisini çok çeşitli içgüdülerde, cinsel arzuda, farklı hayvani davranışlarda gösteren evrensel bir iradeye karşılık geldiğini iddia etti. 19. yüzyılın birbirlerinden önemli ölçüde bağımsız irrasyonalistlerinden üçüncüsü ise, elbette Nietzsche’ydi. Schopenhauer’in kendisi gibi Nietzsche de akli olmayan bir insan doğası anlayışını öne çıkartırken, yine Schopenhauer’le birlikte akıl veya zihnin esas itibariyle içgüdünün, hayatın ve iktidarın hizmetinde olan bir aracıdan başka bir şey olmadığını ve insan için yanılsamanın en az hakikat kadar gerekli olduğunu ileri sürdü.

Alman İdealizmi Nedir ? Özellikleri Nelerdir ?


Image

On dokuzuncu yüzyılın başlarında felsefeye egemen olan ilk büyük akım, Alman idealizmi oldu. Fichte, Schelling ve Hegel tarafından temsil edilen Alman idealizmi doğrudan doğruya Kant’tan çıkmaktaydı. Felsefesinde inanç öğesine de yer veren Kant’a göre, koşulsuz buyruğa veya ahlak yasasına duyulan inanç, bizi agnostisizmden, materyalizm ve determinizmden kurtarır. Hatta Kant bu noktada kalmayıp, bizim nihai gerçekliği bilebilmemizi sağlayan şeyin, ahlak yasasına beslediğimiz inanç olduğunu savunur. Gerçekten de onun gözünde ahlak yasası olmasaydı eğer, özgürlük ve ideal düzen hakkında hiçbir bilgimiz olmayacaktı. Kant, ahlak yasasının, ahlaki hakikatlerin insanı özgür kıldığını söylemişti. Kant’ın felsefesinin bu yönü, felsefede ondan sonra başlayan yeni bir dönemin en büyük yol göstericisi olmuştur. Gerçekten de kafayla yürek arasındaki karşıtlığa Kant’ın getirdiği bu çözüm ve söz konusu çözümün ifade ettiği idealist bakış açısı, ondan sonraki Alman felsefesinde alabildiğine popüler haline gelirken, Fichte, Schelling ve Hegel gibi filozofların en önemli çıkış noktasını oluşturmuştur.

Söz konusu idealist filozoflar, felsefi düşünümleri veya spekülasyonlarına çıkış noktası olarak akılla anlaşılabilir dünyayı, ahlak yasasının kendisine işaret ettiği özgürlüğü alırlar. Hakikaten var olan, gerçek olan dünya ideal ya da duyular üstü dünyadır, aklın ya da tinin dünyasıdır. Alman idealistleri, ikinci olarak felsefenin problemlerini çözme sürecinde, kendi kendisini belirleyen manevi faaliyeti temel ilke olarak kabul ederler. Onlar, bilgiyi ve deneyimi olduğu kadar, doğayı ve tarihi de söz konusu tinsel faaliyet yoluyla açıklarlar. Alman idealistlerine göre ideal ilke, teorik akıl ile pratik aklı birleştirip kategorileri düzenleyerek bilgimize birlik kazandırır; ama çok daha önemlisi o esas, kendini belirleme veya tanıma yoluyla mekanizm ile teoloji arasındaki karşıtlığın üstesinden gelme imkânı sağlar. Gerçekliği şu halde ancak ve ancak kendi kendisini belirleyen aklın ışığında, organik ve evrimsel bir süreç olarak yorumladığımız takdirde anlayabileceğimizi öne süren Alman idealizmine göre felsefe, bu yüzden her şeyi açıklayabilmeye muktedir olan mutlak bir bilim olmak durumundadır. Olgulara ilişkin ampirik bilgi gerçek bilgi değildir; doğayı ve tarihi konu alan ampirik bilimler de bilim olamaz. Bilmek gerçekliğin aktif, canlı, sentetik ve tinsel akışını bilmekse eğer, kendisini mekânsal-zamansal ve nedensel diziler içindeki fenomenlerle sınırlayan bir yöntem ve bilgi, gerçek anlamda bilgi olamaz. Fichte, Schelling ve Hegel işte bu konuda da tam bir uyuşma içindedir. Onlar gerçekliği bir evrim süreci olarak değerlendirirler. Farklılık gösterdikleri tek nokta, bir evrim süreci olarak yorumladıkları bu gerçekliğin bilgisine ulaşmak için önerdikleri yöntemdir.

Alman İdealizminin Tarih Tasarımı ve Akıl Anlayışı


Alman İdealizmi olarak bilinen ve 19. yüzyılda ortaya çıkan düşünce sistemi akıl,ilerleme, gelişme gibi kimi kavramlara vurgu yaparak bu kavramları, tarihsel oluşu açıklamak için kullanır. Böylece Alman İdealizmi düşünürleri olarak Fichte,Schelling ve Hegel, tarihi ilerleme ve akıl kavramlarıyla ilişki içinde düşünmüşler ve tarihsel oluşu açıklamak için metafizik sistemler kurmuşlardır.
Tarihin “metafizik açıklaması” ile kastedilen, tarihsel oluş ve değişmenin, tarihin her türlü deviniminin tek bir ilke ya da az sayıda ilke ile açıklanmasıdır.


Tarih yüzyılı olarak da adlandırılan 19. yüzyılda yeni bir ilerleme anlayışı ortaya çıkar. 19. yüzyılda ‘ilerleme’ kavramının içeriğinde değişme olur. Aydınlanma döneminin terime verdiği anlamla 19. yüzyıl filozoşarının terime verdiği anlam aynı değildir. Bununla birlikte önceki bölümde de gösterilmeye çalışıldığı gibi 18.yüzyılın Alman düşünürlerinden Kant ve Herder Tarih Felsefesi’nin olanağının tarihin sonuna bir erek koyulmasında olabileceğini göstermekle 19. yüzyılın erekçi tarih tasarımlarını belirlemişlerdir. Bu bağlamda ‘ilerleme’ teriminin anlamındaki kopma aslında 18. yüzyılda başlamıştır da denilebilir. 
İlerleme terimi özellikle 19.yüzyılda belirli bir hedefe, bir ereğe doğru yaklaşma anlamında ele alınmıştır. Bu anlamıyla ilerlemeden genel olana doğru ya da mutlak olana doğru yükselme anlaşılır

Genel bir kavram olarak ‘ilerleme’nin 19. yüzyılda belirginleşmesi çeşitli aşamalardan sonra olanaklı olmuştur. 18. yüzyılın somut dayanağı olan tek tek ilerlemeler genel olan bir ilerlemeye yerini bırakmıştır. Böylece ilerlemenin öznesi evrenselleştirilmiştir ve ilerleme artık sanat, bilim, teknik gibi sınırlı alanlara ilişkin olmaktan çıkmıştır.Alman İdealizmi’nin bütün çabası ilerlemeye duyulan inancı akıl temeline oturtmak ve ilerlemenin ilkesini, yasasını ortaya koymaktır. Bu ilkelerin kendisi de mutlak olmalıdır. Alman İdealizmi’nde mutlak olan ile kastedilen koşullardan bağımsız olarak kendi başına varolan ve varolanların varlığının kendisine bağlı olduğu şey anlamına gelir. Bu anlamda tarihte ortaya çıkan her şey mutlak olanın bir görünüşüdür.


Başka bir deyişle Alman idealist düşüncesi aklın kavramlarını nesnel ve kendi başına gerçekliği olan öğeler olarak ele almış ve bununla da bütün doğal ve tarihsel gerçekliği akla bağımlı kılmışlardır. Alman idealist düşüncesinde gerçekliği akıldan türetmekte ya da gerçekliği akla indirgemek çabası görülür. Bu anlayış tarihi açıklamak söz konusu olduğunda da geçerlidir.Alman İdealizmi’nin akıl tasarımında akıl mutlak bir sistem olarak ele alınır, öyle ki bu sistemde her bir kavram ve önerme bir diğerinden mantıksal olarak türetilmelidir. Kavramların mantıksal türetimi olarak ussal bir sistem insan aklının her türlü kavrayışında bulunur ve aynı zamanda gerçeklikte de bulunur. Böylece akıl gerçekliğin temeline konulur ya da gerçeklik bir bütün olarak akla indirgenir. 
Alman İdealizmi aklı mutlaklaştırarak değişmenin ve devinimin belirleyici ilkesi kılmıştır ama aklın kendisi de mantıksal bir devinim içindedir. Öyle ki her akıl kavramının başka bir akıl kavramından mantıksal türetilişi söz konusudur. Bu da kavramların devinimi demektir.

Bu bağlamda Alman İdealizmi’nin kavramdaki bu diyalektik ilerlemeyi ya da mantıksal türetilebilirliği, gerçekliği akla indirgeyen anlayışları temelinde gerçekliğe taşıdıkları görülür. Kavramdaki bu devinim bir ilerleme olarak gerçekliğe taşınır.Gerçeklik ise ya doğa gerçekliğidir ya da tarih gerçekliğidir. Bir doğa gerçekliği olarak ele alındıkta doğal varlık alanında bu kavramsal devinim doğal süreç olarak tarihsel varlık alanında ise ilerleme olarak ortaya çıkar. Hem doğal varlık alanında hem de tarihsel varlık alanında işleyen süreç erekli bir süreç olarak tasarımlanır.

Dolayısıyla Alman İdealist düşüncesinde doğa da tarih de belirli bir ereğe doğru devinen süreçler olarak tasarlanır. Bu erek de akıl sisteminin en başına konulan kavramın kendisidir.Böylece akıl hem doğayı hem de tarihi, başka bir ifadeyle varolan gerçekliğin bütününü açıklayan ilke hâline gelir. Gelişmenin ilkesi de bir akıl ilkesi olarak yada bir mantık ilkesi olarak ‘diyalektik’tir. Kavramlar birbirlerinden mantıksal, diyalektik olarak türetilebildiklerinden, bütün bir gerçekliğin devinimi ve oluşu da diyalektik olarak açıklanabilir.Böylece Alman İdealizmi tarihi diyalektik olarak gelişen bir süreç olarak tasarlamıştır. Yani tarihte her bir dönem bir önceki dönemden diyalektik olarak ve zorunlulukla çıkmaktadır. Tarihin çağları arasında mantıksal bir türeyiş, bir zorunluluk vardır. Bu zorunluluk da temelini aklın kendisinde bulur.
 

Friedrich Hegel Kimdir ? Felsefesi Yaşamı ve Yapıtları


Image

Kant sonrası Alman idealizminin doruk noktası ve en büyük ismi olan Hegel, Almanya’nın Stuttgart kentinde doğdu. Babası bir devlet memuruydu. Stuttgart’taki okul yıllarında parlak bir öğrenci izlenimi bırakmamıştır. 1778’de Tübingen Üniversitesinde ilahiyat eğitimine başladı. Eğitimini tamamladıktan sonra Bern ve Frankfurt kentlerinde altı yıl süreyle aile öğretmenliği yaptı. Bu dönemde büyük çalışmasıyla fazla ilişkisi olmayan bazı yazılar yayımladı. O sıralarda Alman idealizmi Fichte ve Schelling’in kişiliklerinde iki etkili temsilci bulmuş, Alman entelektüel dünyası en parlak dönemine girmişti. Örneğin Hegel’in doğduğu yıl Beethoven’ın da doğum yılıdır. şair ve bilim adamı Goethe, romantik şairler Novalis, Schelegel Kardeşler ve romantiklerin en büyüğü Hölderlin bu dönemde yaşamışlardır. O dönemde Jena kenti romantizmin merkezi hâline gelmiştir. 

1801 yılnda Hegel, Jena Üniversitesinde önemli bir konumda bulunan Fichte’nin desteğiyle bu üniversiteye öğretim üyesi olarak atandı. Burada ilk yayımlanan kitabı, Fichte ve Schelling’in Felsefi Sistemleri Arasındaki Ayrım başlığını taşımaktadır. O sırada Schelling de Jena Üniversitesinde görev yapmaktaydı ve Hegel ile aralarında içtenlikli bir arkadaşlık oluştu. Şair Hölderlin’i de aralarına alarak felsefe sorunları üzerine canlı ve üretken tartışmalar yaptılar. Hegel, sözü edilen bu ilk yapıtında Fichte’nin ben ve ben olmayanın mutlaktaki özdeşliği düşüncesini kabul etmemekte ve Schelling’in bu konudaki düşüncelerini daha uygun bulmaktaydı. Aslında bu yapıtta Schelling’in görüşlerini savunma amacı içindeydi. Bu sırada Schelling ile Eleştirel Felsefe Dergisi’nin yayın işini de üstlenmişlerdi. 

Hegel 1807’de en büyük ve etkili yapıtı Tinin Fenomenolojisi’ni (Phenomeno logie des Geistes) yayımladı. Böylece Fichte ve Schelling’in yanında Alman idealizmi sürecindeki bağımsız ve kendine özgü yerini almış oldu. Bu arada başlayan Jena Savaşı nedeniyle üniversite kapatılınca (1807) Hegel, geçim sıkıntılarını karşılaya bilmek için Nürnberg’de bir lisenin müdürlüğünü kabul etti. 1812 yılında yine büyük bir çalışması olan  Mantık Bilimi’ni ( Wissenschaft der Logik ) yayımladı. Aslında bu yapıt 1816’ya dek bölümler hâlinde yayımlanmıştır. Bu sırada pek çok üniversiteden öneri almasına karşın lise müdürlüğü görevini 1816’ya dek sürdürmüş ve o yıl Heidelberg üniversitesinde göreve başlamıştır. Bu üniversitede çalıştığı bir yıl içinde Özet Olarak Felsefi Bilimler Ansiklopedisi’ni yayımlamıştır (1818). Bu yapıtta felsefi sisteminin üç ana bölümünü oluşturan Mantık Bilimi, Doğa Felsefesi ve Tin Felsefesi başlıklı bölümleri özetlemiştir. Estetik üzerine derslerini de ilkin Heidelberg’de vermiştir. Aynı yıl Berlin Üniversitesine geçmiş, ölüm tarihine kadar kaldığı bu üniversitede yoğun biçimde çalışmaya ve yazmaya devam etmiştir. 1821’de  Ana Çizgileriyle Hukuk Felsefesi, 1827 ve 1830’da  Ansiklopedi’nin yeni düzenlemeleri yayımlanmıştır. Verdiği derslerin metinleri, belli ölçüde öğrencilerinin karşılaştırmalı notlarına dayalı olarak ölümünden sonra yayımlanmıştır. Bu şekilde yayımlanan yapıtları arasında Tarih Felsefesi, Din Felsefesi, Sanat Felsefesi ve Felsefe Tarihi yer alır. 1831 yılında baş gösteren kolera salgınında altmış bir yaşında yaşamdan ayrılmıştır. 

Hegel Berlin Üniversitesinde çalıştığı sürece sadece Berlin’de değil, tüm Almanya’da en büyük filozof ve belki resmî filozof olarak anılmaya başlanmıştı. Jena’da ki yıllarında Schelling’in bir bakıma asistanı durumunda görünen Hegel, 1820’li yıllarda Kant’ın izinde geliştirilen Alman idealizminin doruk temsilcisi olarak başka hiçbir felsefeciye söz hakkı tanımaz bir büyüklüğe ulaşmıştır. Hiç kuşkusuz bu ünü hak ediyordu. Konuşma yeteneği Schelling’den iyi değildi ama ussal düşünmedeki tutarlılığı ve tüm bilgi alanlarını diyalektiğin alanı içinde ele alabilme yeteneği haklı olarak hayranlık topluyordu. Yapıtlarını verirken genelde evren ve insanlık tarihinin akışına ve anlamına yönelik derin bir öngörüden esinlendiği söylenebilir,ona göre felsefe söz konusu olduğunda, gizemli mistik sezgilere ve duygulara başvurmak kesinlikle onaylanacak bir yol değildir. Felsefede biçim ve içeriğin birliğine inanıyordu, felsefe ancak kavramsal dokusu açık, net ve bağlantılı bir sistem bütünlüğü içinde var olabilirdi. Gerçeklik, ancak ussal olanın yeniden kuruluşu içinde anlaşılabilirdi. Ona göre, bir kısım felsefecinin yaptığı gibi kestirme yoldan giderek gizemli iç görülerle gerçekliğin yakalandığını ilan etmek içi boş bir imgeden başka bir şey değildir.

Helvetius Kimdir ? Yaşamı ve Felsefesi


Image

Helvetius (1715-1771)  Anlık Üzerine (1758) adlı temel yapıtında, Condillac’ın tüm ruhsal olguların dönüşmüş duyumlar olduklarını gösterme girişimini sürdürmüştür.Bu yapıtın uyandırdığı tepkiler yüzünden kraliyet hizmetinde önemli bir göreve gelebilecek iken getirilmemiştir. İngiltere ve Berlin’e yaptığı yolculuklar dışında kendi ortamında sakin yaşam geçirmiştir. Ölümünden sonra, İnsan Üzerine (Del’homme de se facultés et de son éducation) adlı yapıtı 1772’de yayımlanmıştır.

Helvetius, tıpkı Condillac gibi insan zihninin tüm yetilerini duyum ve duyu algısına indirgeme yolunu tutar. İnsanın duyu düzeyini aşan bağımsız yetileri olduğu inancı ona göre bir yanılgıdır. Örneğin yargılama gücünün aklın işi olduğuna inanılır. Oysa ona göre yargıda bulunmak, bireysel düşünceler arasındaki benzerlikleri ve benzemezlikleri algılamaktan başka bir şey değildir. Söz gelimi, eğer sarının maviden ayrı olduğu yargısında bulunuyorsak bunun nedeni ‘sarı’ dediğimiz rengin gözlerimizi ‘mavi’ dediğimiz rengin etkileyişinden daha farklı bir yolda etkilediğini algılamaktır. Yargıda bulunmak şu halde salt bir algılamaktır. Şu halde Helvetius’a göre insanın fiziksel ve zihinsel tüm edimleri doğa yasaları tarafından yönetilmektedir. Bu çerçeve içinde ahlaksal eylemlerimiz de yer alır; ahlaksal eylemlerimiz de doğal yasaların zorunlu bir ürünü olarak gerçekleşir. Helvetius etik alanda da indirgemeci bir yol tutarak tüm ahlaksal eylemlerimizi, kişinin ben sevgisine indirger. Tüm insanların kendilerini sevdiklerini ve mutlu olmayı istediklerini ve eğer kendileri için her türlü hazzı üretmek için yeteri kadar güç sahibi olsalardı, hazlarını ya da mutluluklarını sonul noktaya dek gerçekleştirmekten geri durmayacaklarını belirtir. Bu durumda güç istemi gibi olgular ikincil düzeyde kalmaktadır. Sadece temel haz sevgisinin dönüşüme uğramış biçimleridir. fiu halde bedensel duyarlık temelde insanın biricik fiziksel ya da anlıksal ve etik biricik devindiricisidir. Cömertlik ve iyilikseverlik gibi erdemler de insanın ben sevgisine yani haz sevgisine indirgenebilir. Söz gelimi iyiliksever birisi insanların mutsuzluk ve acılarını kendisinde acı veren duygulara yol açtığı için gidermeye çalışmaktadır.

Bu indirgemeci ruhsal durum hiç kuşkusuz etik yönden yararcı bir kuramla uyuşum içinde olacaktır. Ona göre değişik toplumlardaki farklı ahlak görüşleri iyi ve erdem gibi kavramların insanlarca farklı anlamlandırılmalarına yol açmakta, bu da insanlar arasında sonu gelmez tartışmalara neden olmaktadır. Bu nedenle ahlak üzerine tartışmalara girişmeden önce, etik terimlerin ne anlama geldikleri belirlenmeli ve insanlar bu anlamlar üzerinde uzlaşmalıdır. O zaman belki bu alandaki tartışmalar da ortadan kalkacaktır. Bu alandaki inancı düşünce özgürlüğü kabul edilirse insanlığın sağduyusu bu sorunu çözerek etik terimlerin asıl anlamları için ortak bir anlatım bulacaktır. Ama yine de kendisi bu alanda şunu önerir: ‘Erdem’ sözcüğü kamuya yararlı ve genel çıkar ile uyumlu türden eylemlere verilmelidir. Buna göre kişinin öz çıkarı temel ve evrensel davranış güdüsü olmasına karşın, kamu çıkarı ya da yararı evrensel ahlak ilkesidir. Ona göre ortak yarara ruhbilimsel açıdan hizmet etmek olanaklıdır. Örneğin eğer bir çocuğa kendisini sefil ve düşkünlerin yerine koyması öğretilirse acı duyguları yaşayacak ve ben sevgisi sefilliği gidermek için bir istek uyandıracaktır. Zamanın akışı içinde iyiliksever dürtü ve davranışlar yönünde bir alışkanlık kazanmış olacaktır. Böylece en temelde ben sevgisi yatıyor olsa da iyilikseverlik de ruhbilimsel olarak olanaklıdır.
Helvetius bu bakış açısıyla olumlu davranış alışkanlıkları oluşturmada eğitimin önemini vurgulama yoluna gider: Yararcı ahlak kuramının başlıca temsilcilerinden olmasına karşın eğitimin gücü üzerinde diretmeyi sürdürür: “Eğitim her şeyi yapabilir ve bizi biz yapan eğitimdir.” Ama iyi bir eğitim sisteminin kurulmasının önünde ciddi engeller vardır. İlk olarak din adamları sınıfı ve ikinci olarak, hükûmetlerin çoğunun yetersiz olmaları olgusu yer alır. Din adamları sınıfının gücü kırılıncaya ve iyi bir hükûmet ile iyi bir hukuk sistemi kuruluncaya dek eğitim sistemi istenilen düzeye gelmeyecektir. Ahlakın en temel ilkesi, “kamu iyiliği en yüksek yasadır,” biçiminde dile getirilebilir. 

Helvetius bu düşüncelerin ışığında politik despotizme de eleştiriler yöneltir. Monarşik despotizmin hem dehayı yaratıcılığı hem de erdemi öldürdüğünü belirtir. Yine bu sistemde ulusal gelir aşırı ölçüde eşitsiz bir biçimde dağılmaktadır. Ancak özgür bir ülkede ulusal gelir aşamalı bir biçimde daha eşitlikçi olarak dağıtılabilir. Bazı eleştirmenler Helvetius’un Voltaire’e göre çok daha önde duran bir politik reformcu olduğunu öne sürerler. Çünkü despotizmin devrilmesine ve halkın kurtuluşuna ve gelişimine ondan çok daha fazla ilgi duyuyordu. Helvetius bildirilmiş dine ve din adamları sınıfına karşı eleştirilerinde de çok kararlı bir duruş sergilemiştir. Doğal dinden ya da deizmden başka hiçbir düşünceye yer vermeye yanaşmaz. Üstelik bu dinin içeriğini sadece ahlakla ilişkili olarak düşünür. Ona göre Tanrı’nın iyi istenci yeryüzündeki tüm insanların mutlu olmaları ve tüm hazlardan eşit düzeyde pay almaları yolunda olabilir ancak, gerçek ilkeler üzerine kurulan ahlak biricik doğal dindir. Görüldüğü gibi Helvetius tüm aydınlanmacı idelerin inançlı bir sözcüsü olarak dikkati çekmekte ve bu nedenle döneminin tipik bir temsilcisi olma niteliğini hak etmektedir.

Arthur Schopenhauer Kimdir ? Felsefesi ve Eserleri


Arthur Schopenhauer (1788-1860) Almanya’nın Danzig kentinde doğdu. Babası asil bir aileden gelen başarılı bir iş adamı ve Voltaire hayranı idi. Danzig 1793 yılında Prusya orduları tarafından kuşatılınca ailesi Hamburg kentine göç etmek zorunda kaldı. Annesi bir yazardı. Bu nedenle yazın dünyasından pek çok ünlü kişi ile tanışıklık kurma olanağı buldu. Bunlar arasında Goethe’nin adını anmaya değer. Bununla birlikte annesi ile olan ilişkileri çekişmeli ve sert bir çizgide olmuş, giderek birbirlerine az çok yabancılaşmışlardır. Schopenhauer’ın erken eğitimi Fransa, İngiltere, İsviçre, Avusturya gibi ülkelerde sürekli bir seyahat süreci içinde gerçekleşmiştir. Buna karşın bu erken dönem eğitimi oldukça üst düzeyde olmuştur. Sonunda Göttingen Üniversitesine tıp eğitimi almak üzere girdi. Fizik, kimya ve botanik konularında dersler gördü. Burada ilk kez Platon ve Kant felsefeleri ile tanıştı. Bu düşünürlerin, görüşleri üzerinde güçlü ve kalıcı bir etkisi oldu ve tüm ilgisini kararlı bir biçimde felsefeye yöneltti. 1811 yılında Göttingen’den ayrılıp o zamanlar Almanya’da felsefenin başlıca merkezi olan Berlin Üniversitesine girdi. Burada iki yıl Fichte ve Schleiermacher’in derslerine devam etti. Bu derslerde aradığını bulamayıp büyük düş kırıklığına uğradı. Bu arada başlayan savaş nedeniyle üniversite kapatılınca kendi köşesine çekilerek doktora tezi üzerinde çalışmalarını sürdürdü ve 1813 yılında Yeterli Neden İlkesinin Dörtlü Kökü Üzerine başlıklı çalışmasını yayımlayarak Jena Üniversitesinden doktora derecesini aldı. Bundan sonraki eseri başyapıtı olan İstenç ve Tasarım Olarak Dünya oldu. Bu yapıtı 1814 ve 1818 yılları arasında sakin bir yaşam geçirdiği Dresden’de yazmış, 1819 yılında yayımlamıştır. Bundan önce Goethe’nin yüreklendirmesiyle Görme ve Renkler Üzerine başlıklı bir yapıt daha yayınlamıştır. Ancak sözü edilen yapıtları başlangıçta pek ilgi görmemiş, satışları da iyi gitmemiştir. Schopenhauer ancak ölümüne yakın yıllarda gerçek anlamda tanınmaya başlamış ve hak ettiği üne kavuşmuştur.

Sözü edilen önemli yapıtlarını yayımladığı yıllarda ününün ve etkisinin doruğunda bulunan Hegel’in gölgesinde kalan Schopenhauer, gerçek bir Hegel karşıtı ve hatta düşmanıydı. Hegel’in gerçek ve uygun bir Kant mirasçısı olduğu biçimindeki kamusal görüşü onaylamayı yadsımaktaydı. Hegel’e karşı olan hoşnutsuzluğu o denli büyüktü ki “Kant ile benim aramda bulunan periyotta üniversitelerde şarlatanlık dışında felsefe diye bir şey bulunmamaktadır.” diyecek kadar ileri gidebilmiştir.

“Hegel’in felsefi çalışmalarının tümünden, Hume’un her bir sayfasından öğrendiklerimizden fazla öğreneceğimiz bir şey yoktur.” biçimindeki eleştirisi çarpıcıdır. Ancak Schopenhauer’ın eleştiri okları sadece Hegel’e yöneltilmemişti; biraz yukarıda sözünü ettiğimiz gibi Fichte, Schleiermacher ve Schelling gibi tüm idealist filozof kuşağından derin bir hoşnutsuzluk duymakta idi. Aslında derinlikli ve tam bir açıklıkla gelişmiş olan entelektüel yeteneğinin farkında idi ve biraz da yadırgatıcı egoizmi bundan kaynaklanıyordu denebilir.

1831 yılında kolera salgını baş gösterince Berlin’den ayrılarak Frankfurt’a yerleşmiş ve orada çalışmalarını sürdürmüştür. Bu çalışmalar çoğunlukla İstenç ve Düşünce Olarak Dünya’daki temel fikirleri pekiştirmek ya da daha ileri düzeyde geliştirmek amacına yönelikti. Bunlar arasında örneğin, Dünyadaki İstenç Üzerine (1836) başlıklı yapıtının sözü edilebilir. 1838’de, özgür istencin bilinçlilik kanıtından tanıtlanıp tanıtlanamayacağına ilişkin bir çalışma ile Norveç’teki bilimsel bir topluluk tarafından verilen bir ödülü kazandı. Bu ve bir başka makalesi Etiğin İki Temel Sorunu adı altında 1841 yılında yayımlandı. Bunların dışında Kadınlar Üzerine, Din Üzerine, Etik Üzerine, Estetik Üzerine, Dünyadan Acı Çekme Üzerine ve Varoluşun Boş Oluşu Üzerine, adlarında yapıtları vardır. Özellikle son kitabı ona gerçek ün ve popülerliği sağlamıştır.

Schopenhauer’in felsefi düşüncelerinin kaynakları öncelikle ailesel ilişkilerinde, yoğunlaştırılmış öğreniminde ve bunlarla aynı ölçüde kendine özgü kişiliğinde bulunur. Erken bir döneminde öğretmenlerinden birisi felsefe çalışmalarını Platon ve Kant üzerinde yoğunlaştırması gerektiğini söylemiştir. Gerçekten bu iki büyük düşünürün etkisi büyük yapıtında açıkça ortadadır. Bunlara ek olarak Schopenhauer bir başka etkili kaynak olarak klasik Hindistan kültüründen Upanishad’ları keşfetmiştir. Uzakdoğu felsefesinin bu kolu, Schopenhauer’ın “Tüm her şey bu mu?” “Yaşam bu mu?” sorularının yanıtlanması bakımından, görünümün deneyimlenmesinden başka bir şey olmadığı konusunda çıkarımladığı ussal ya da felsefi sonuçları kişilik özelliklerine bağlı sonuçlarla birleştirmesi bakımından yüreklendirici olmuştur. Schopenhauer’ın bu sorulara verdiği yanıt kötümser (pessimistik) bir “evet” olmuştur: Schopenhauer’ın pessimizmi büyük ölçüde kişilik sorunuydu ama kendi kişiliğinden gelen delilik düşüncesinin nesnel bir bilgisi üzerine yapılaştırdığı kişisel yargısına dayalı kötümserliği ile öte yandan kötü kişilerin kötü niyetini anlatan pessimizm arasına ayrım çizgisi koymak istemiştir. O kendi kötümserliğini, “beklenmedik günahkarlıklara baş kaldıran ve sadece daha iyi bir kişilik yapısından çıkan asil bir hoşnutsuzluk duygusu” olarak niteledi ve kendisininki gibi bir kötümserliğin tikel bireylere yönelmediğini ama tümünü de ilgilendirdiğini ve her bir bireyin bu konuya salt bir örnek olabileceğini ekledi.

Schopenhauer’ın metafizik sistemi, metafizik sorunları ilgilendiren bilinen anlamındaki bir metafizik sistem olmaktan çok, yaşam ve gerçeklik üzerine kötümser bir bakışın metafiziksel bir haklı çıkarılışını açımlamak esasına dayanır. Onun dünyanın içeriklerinin doğasını anlayış tarzı, dünyadaki istencin işlevinin ve dünya ile ilişkisi içinde kavramın (tasarımın) konumunun bir betimlenişinden başka bir şey değildir. Bu betimleme Schopenhauer’i, kaçınılmaz bir sonuç olarak, kötümserliğin aklı başında bir kişinin insan varoluşuna ilişkin olarak seçebileceği tek bakış açısı olduğu noktasına götürdü.

Karl Marx Kimdir? Marksizm Nedir?


Karl Heinrich Marx (1818-1883) Hegel’in geniş kapsamlı idealist evren siteminin diyalektik ögesini alıkoyarak maddeci temellerde yepyeni ve kuşatıcı bir evren sistemi geliştirdi. Hegel’in baş üzerinde durduğunu öne sürerek onu ayakları üzerine oturtmanın gerçeklikle bağdaşan, doğal bir girişim olacağını düşünüyordu. Bu nedenle Hegelci sistemin idealist ögesini tümüyle bir tarafa bırakarak diyalektik yöntemi maddeci temeller üzerinde uygulama yoluna gitti. Çünkü maddenin gelişim sürecinin diyalektik yasalara uygun olarak işlediğine bir biçimde inanmıştı. Marx’ın en ünlü teorileri aslında ekonomi politik alanına ilişkindir. Bu teoriler onu ayrıca büyük bir toplumbilim kuramcısı yapmıştır. Bu incelemenin sınırları içinde Marx’ın tüm alanlara ilişkin kuramlarını açımlamak olanaklı değildir. Biz burada sadece felsefeyi doğrudan ilgilendiren görüşleri üzerinde açımlama yapma yoluna gideceğiz. Bu arada Marxist öğretiyi hemen hemen birlikte kotardıkları kader arkadaşı Engels’e de bağlam içinde yer verilecektir.

Karl Marx, Almanya’da Trier’ de doğdu. Yahudi bir avukatın en büyük oğludur. Babası 1816’da Luther’e hayranlığından dolayı Protestan oldu, Marx 1824’te vaftiz edildi. Babasının dinsel kanıları genelde pek derin olmadığı için, Kantçı ussalcılık ve politik liberalizm gelenekleri içinde yetiştirilmiştir. Trier’deki okul eğitiminden sonra, Bonn Üniversitesinde hukuk okumaya başladı, bir yıl sonra hukuk eğitiminden vazgeçerek, Berlin Üniversitesinde geçip felsefe eğitime başladı. 1841’de Jena Üniversitesinden doktora derecesi aldı. Tez başlığı: Demokritos ve Epiküros’un Doğa Felsefeleri Arasındaki Ayrım Üzerine’dir. Bundan sonra Marx, bir süre Doktorklub adlı bir grubun üyeliğini yaptıktan sonra, 1842 de Reinische Zeitung’un yayıma hazırlanmasına katkıda bulunmaya başladı. Bu görev, somut politik, toplumsal ve ekonomik sorunlar alanında hızla gelişmesine yol açtı. Bu alandaki çalışmaları onu felsefenin kuramsal olmaktan daha çok uygulamalı bir etkinlik olması gerektiği noktasına getirdi. Bunun sonucu olarak, felsefecinin görevinin sadece dünyayı anlamak olduğu biçimindeki Hegelci anlayıştan daha şimdiden uzaklaşmış görünüyordu. Tersine dünyayı anlamak artı k yeterli değildi, onu yine felsefe yoluyla değiştirmek gerekiyordu. Yine edimsel durum üzerine düşünceleri Marx’ı, Hegel’in devlet kuramına yönelik eleştirel bir tutum almaya yöneltti.

1841-1843 arasındaki bu dönemde, Hegel’in devlet kavramına karşı bir eleştiriyi Kritik des Hegelschen Staatsrechts başlığı altında yayımlamıştır. Hegel’e göre nesnel tinin diyalektik gelişiminde aile ve yurttaş toplumu sadece birer evre iken devlet, nesnel tinin en yüksek anlatımıdır ve bu nedenle “özne” dir. Aile ve toplum da onun yüklemleridir. Oysa Marx’a göre bu, doğal akışı bozmaktan başka bir şey değildir. Çünkü asıl özne olan aile ve yurttaş toplumudur. Bunlar insan toplumundaki temel olgusallıklardır. Oysa devlet soyut bir tümel, insan yaşamından ayrı ve onun üstünde duran yönetsel ve bürokratik bir kurumdur. Marx’a göre, Hegel tarafından kavrandığı biçimiyle insan devlette kendi gerçek doğasına yabancılaşmaktadır. Çünkü ‘İnsanın gerçek yaşamı devlette var oluyor.’ biçiminde düşünülmektedir, oysa Devlet bireysel insanların ve çıkarlarının karşısında ve üstünde durur, bu nedenle kamusal ve özel çıkarlar arasında bir çelişki söz konusudur. 1843 başlarında Reinische Zeitung’un yayın yaşamına yetkililer tarafından son verilince yeni bir yayımcılık girişimi amacıyla Paris’e gitti. Burada pek çok önemli kişi ile tanışmasının yanı sıra en önemlisi 1844 yılında Engels ile karşılaşmasıdır. Bilindiği gibi bu iki arkadaş diyalektik matertyalist öğretinin neredeyse aralarında ayrım gözetmeden birlikte temsilcileridir. Marx’a öğretilerini geliştirmekte madden manen yardımcı olan Friedrich Engels (1820-1895) ise zengin bir sanayicinin oğluydu. 1841 yılında askerlik görevi için Berlin’de bulunduğu sırada önce Bruno Bauer çevresi aracılığıyla idealizmi benimsedi ama çok geçmeden Feuerbach’ın yazıları aracılığıyla idealizmden maddecili ğe doğru evrildi. 1842’de babasının firması adına Manchester’a gitti. Burada toplumcu düşünürlerin görüşleriyle ilgilendi. Çeşitli alanlara ilişkin bazı önemli makaleler yayınladı. Marx ve Engels, 1844’te karşılaşmalarından sonra 1845’te Kutsal Aile’yi birlikte yazdılar. Kitap Bruno Bauer ve yandaşlarının idealizmine yöneltilmişti. Düşünce ve bilinç üzerine Bauer ve yandaşları tarafından yapılan idealist vurguyla karşıtlık içinde, Marx ve Engels, Devlet, yasa, din ve ahlak biçimlerinin sınıf savaşının evreleri tarafından belirlenmiş olduğunu savunmaktaydılar.

1845 yılında Marx Fransa’dan sınırdışı edilerek Brüksel’e gitti. Orada Feuerbach’a karşı, “Felsefecilerin dünyayı yalnızca değişik yollardan anlamaya çalıştıkları, oysa gerçek gereksinimin onu değiştirmek olduğu ünlü bildirimiyle sonlanan on bir tezini hazırladı.” Engels’in de kendisine katılımıyla 1932’ye dek yayımlanmadan kalan Alman İdeolojisi’ni yazdılar. Bu yapıtın önemi, materyalist tarih anlayışını özetlemesinden ileri gelir. Temel tarihsel olgusallık, doğadaki etkinliği içindeki toplumsal insandır. Bilinci belirleyen insandır, tersi değil. Tarihteki temel etmen maddi ve ekonomik üretim sürecidir. “Bütün tarihsel süreç diyalektik olarak proleter devrimine ve komünizmin gelişine doğru ilerlemektedir. Saltık tinin kendinin bilgisine ya da böyle başka bir felsefi yanılsamaya değil”. 1847’de Marx, Proudhon’un Sefaletin Felsefesi’ne yanıt olarak Felsefenin Sefaleti’ni Fransızca olarak yayımladı. Burada da burjuva ekonomisinin söz gelimi mülkiyet gibi değişmez kabul edilen kategorilerini eleştirmekteydi. Marx, yine 1847’de kominist Liga’ya katıldı. Engels ile birlikte hareketin temel ilkelerini ve amaçlarını özetleyen bir bildiri yazmakla görevlendirildiler. Bu şekilde ünlü Komünist Manifesto ortaya çıktı.

Marx  çeşitli nedenlerle bir kez daha Paris’e gitmek zorunda kaldı ama 1849’da Fransa’dan ikinci kez sınır dışı edilerek yaşamının geri kalanını geçireceği Londra’ya gitti. Burada arkadaşı Engels’den yardım alarak yaşamını sürdürdü.1859’da, Berlin’de Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’yı yayımladı. Bu da Manifesto gibi maddeci tarih anlayışının bildirimi nedeniyle önemlidir. Marx’ın ünlü çalışması Kapital’in ilk cildi 1867’de Hamburg’da çıktı. Ancak öteki ciltleri yayıma hazırlamayı tamamlayamadan 1883 yılında yaşamdan ayrıldı. İkinci ve üçüncü ciltler Engels tarafından sırasıyla 1885 ve 1894 yıllarında yayımlandı. Daha başka el yazmaları bölümler hâlinde K. Kautsky tarafından 19051910 yılları arasında yayımlandı. Bu yapıtta Marx, kapitalist sistemin uzlaşmaz bir sınıf karşıtlığını zorunlu olarak içerdiğini savunmaktadır. Engels 1878’de o zamanlar etkili bir Alman toplumcusu olan Eugen Dühring’e karşı yazmış olduğu makalelerden kimilerini Anti Dühring başlığı altında bir kitap olarak yayımladı, bölümlerden biri Marx tarafından yazılmış olan bir yazıdır. Engels, bu arada Doğanın Diyalektiği üzerine çalışıyordu. Ancak bu yapıt çeşitli nedenlerle 1925 yılında Moskova’da çıkana dek yayımlanamadı. Engels’in başka yapı tları arasında, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni önemli bir yer tutar. Bu çalışmada devletin kökenini ve sınıf ayrılıklarını özel mülkiyet kavramından türetme yolunu tutmuştur. Yine bir dizi makalesi 1888 yılında Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu başlığı altında yayımlanmıştır. Engels 1895’de yaşamdan ayrıldı. Engels ve Marx, diyalektik materyalizm öğretisini, teoride ve pratikte birlikte kotardıkları için kimi zaman ikisinin adını birlikte belirterek kimi zaman da isimlerini ayrı ayrı ifade ederek bir anlatım tarzı tuturmak doğaldır. Zaten birçok başka yapıt da bu yöntemi uygulamak zorunda kalmıştır.

Jeremy Bentham Kimdir? Yaşamı ve Felsefesi


Image

On dokuzuncu yüzyıl Kıta Avrupasında, Marx ve Engels’in maddeciliği bir yana, genelde Kant sonrası idealist felsefeler düşün dünyasını ele geçirmiş durumdaydılar. Bu alanda Hegel’in etkisi geniş yayılımlı olmuştu, ölümünden sonra da sağ ve  sol Hegelciler mirası devralarak etkinliklerini sürdürdüler. Buna karşılık ada Avrupasında David Hume’un kuşkucu empirizmine Thomas Reid ve izleyicilerinin oluşturduğu İskoç Okulu güçlü bir muhalefet gerçekleştirmesine karşın Hume’un etkisi  güçlü biçimde devam ediyordu. Henüz Hume yaşarken dünyaya gelmiş olan Jeremy Bentham (1748-1832) Hume’un  deneyciliğini yararcı ilkeleri ön plana çıkararak canlı bir biçimde sürdürmeyi sağladı. Kendisini izleyen James Mill ve oğlu John Stuart Mill bu yaklaşımı iyice  güçlendirerek daha çok yararcılık (ütilitarianism) adı altında on dokuzuncu yüzyıl İngiliz felsefesinin akışını belirlemiş oldular. Bentham yazılarının bir bölümünün on sekizinci yüzyılın son otuz yılı içinde yayımlanması nedeniyle Hume felsefesi  ile on dokuzuncu yüzyıl İngiliz empirizmi arasında bir süreklilik sağlamış oldu.  Bentham’ın önemi bir bakıma bu yönünden de gelir. Ayrıca Hume felsefesinin bazı öğelerine bağlılığı da sürdürmüştür. Örneğin Hume’un uyguladığı indirgemeci  çözümleme yöntemi, yani karmaşık yapılı bütünün parçalarına, yalın ya da ilkel  öğelerine indirgenmesi Bentham tarafından sürdürülmüştür.  

“Bu iki insandan gerçekten de çok daha büyük felsefeci olanı Hume’du. Ama  Bentham’ın kendi buluşu olmayan belli düşünceleri yakalama, onları geliştirme ve  toplumsal reform için bir silah ya da araç kalıbına dökme yeteneği vardı. Dar bir anlamda Benthamizm ve genelde yararcılık, geleneğin ağırlığına karşı ve şimdi sıklıkla Kodomanlar (Establishment) olarak adlandırılan şeyin kazanılmış çıkarlarına karşı orta sınıftaki liberal ve köktenci öğelerin tutumunu açıklıyordu”. Marx’ın ünlü öne sürümü ile ifade edersek Hume birincil olarak dünyayı anlamakla ilgilenirken Bentham, birincil olarak onu değiştirmekle ilgileniyordu. Şu hâlde, düşünürlüğünün yanı sıra aynı zamanda bir reformist ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Gerçekte, Bentham ve Mill’in ahlak ve politika felsefeleri,  bir yüzyıldan uzun bir süre için İngiliz politik eylemini ve düşüncesini etkilemiştir. İngiliz anayasasının ve hukuk sisteminin modern ve seküler yapılaşmasında bu  düşünürlerin ütilitarianist bakış açılarının payı büyüktür. Jeremy Bentham 15 Şubat 1748 yılında Londra’da doğdu. Sıra dışı ussal kapasitelerinin işaretlerini çok küçük yaşlarda göstermeye başlamıştı. Henüz dört yaşında iken Latin gramerini öğrenmişti. Sekiz yaşında Westminster okuluna gitti.  On iki yaşında Oxford Üniversitesinde Queen College’a yazıldı. 1763 yılında üniversite eğitimini tamamladı. Baro kariyerine hazırlık olarak Lincolns Inn’e girdi, Ancak  hukuk üzerine verilen bazı konferansları derin bir ilgiyle dinledikten sonra konuşmacıların açıklarını da yakalayarak, kendisini bu konularda kuramsal araştırmalar  yapmaya yönlendirdi. Özellikle yasa ve kurum kavramlarını yararlılık ögesi açısından incelemeye başladı. 1766’da doktora derecesi aldı. Bentham’ın ilk yapıtı 1776’da Hükumet Üzerine Bir Fragman adı ile yayımlandı. Bu yapıtta Blackstone’un bir konferansta ele aldığı ve Bentham’ın bazı çelişkiler yakaladığı Doğal Haklar Kuramına ilişkin eleştirel bir inceleme söz konusudur.  Bentham’ın en önemli çalışması 1789 yılında çıkan Ahlak ve Yasama İlkelerine Giriş  ( Introduction to the Principles of Morals and Legislation) başlığını taşır.

1789’da  Politik Taktikler Üzerine Makale’yi, 1791’de Anarchical Fallacies adlı yazıyı yazmasına karşılık bunlar ancak Dumont tarafından 1816 da yayımlanabildi. 1791’de  Bentham, Panopticon denilen örnek bir tutukevi şeması yayımladı.1802’de Dumont Traittés de législation de M. Jérémie Bentham başlıklı bir yapıt  yayımladı. Yapıtta Bentham’ın daha önce Fransızca yayımladığı yazılar ve bir de  Dumont tarafından felsefecinin düşünceleri konusunda hazırlanan bir inceleme  yazısı bulunuyordu. Bu çalışma özellikle kendi ülkesi dışında Bentham’ın ününün  birden bire artmasını sağladı. Ardından kendi ülkesinde de giderek iyice tanınır hâle geldi. Özellikle 1808 yılından başlayarak James Mill onun izleyicisi öğretilerinin  yayıcısı oldu. Bunun sonucu olarak James Mill 1812 de kimi yazılarının bir uyarlaması  olarak Kanıt Gerekçesi görüşüne Giriş başlıklı bir yapıt yayımladı. Daha sonra  James’ Mill’ın çalışmasını da içeren Yargı Kanıtının Gerekçesi beş cilt halinde  J.S. Mill tarafından 1827 de yayımlandı. Parlamento Reformu Üzerine Sorular ve  Yanıtlar 1817 de çıktı. Aynı yıl Kamunun Bilgilendirilmesi üzerine Yazılar çıktı.1819 da Açıklamalarla Köktenci Reform Tasarısı başlıklı bir yazısı, 1823’te de Bir Anayasa Düzenlemesinin Kılavuz İlkeleri başlıklı çalışması yayımlandı. Bu yapıtın tüm ciltleri toplu olarak ölümünden sonra 1841 de yayımlanmıştır.

Eğitim Üzerine  (Chrestomathia) 1816’da çıkmıştır. Eylem Tarzları Tablosu, 1817’de James Mill tarafından düzenlenerek yayımlanmıştır. Görev Ahlakı ya da Ahlak bilimi ise ölümünden sonra 1834’te yayımlanmıştır. Burada sözü edilmeyen daha başka yapıtları da vardır. Yazılarının tam ve eleştirel yayımı henüz gerçekleşmemiştir. Bentham, 6 Haziran 1832’de yaşamdan ayrıldı. Bentham hazcılık temeli üzerinde bir etik öğreti geliştirmiştir. İlkçağda Epiküros  tarafından öne sürülen, 18. yüzyılda Fransada Helvetius, İngiltere’de Hartley ve Tucker tarafından ele alınan bu yaklaşıma Bentham, yeni ve unutulmayacak bir  anlatım kazandırmıştır: Bentham, Ahlak ve Yasama İlkelerine Giriş adlı temel yapıtına şu klasikleşmiş sözleriyle başlar: “Doğa insanlığı iki üstün efendinin denetimi  altına yerleştirdi.” 

John Stuart Mill Kimdir? Hayatı ve Kitapları


Image

John Stuart Mill (1806-1873) Londra’da doğdu. Üç yaşından 14 yaşına dek babası tarafından sıkı bir eğitim programı uygulanarak yetiştirildi. Otobiyografisinde belirttiğine göre, üç yaşında Yunanca öğrenmeye başlamış, on iki yaşına geldiğinde Yunan ve Latin dillerini yazın, tarih ve matematik konularında inceleme yapabilecek düzeyde öğrenmiş bulunuyordu. Aynı dönemde, ekonomi politik üzerine de yetkin bir eğitim aldığını belirtmektedir. Bu arada Adam Smith ve Ricardo’yu da incelemekten geri durmamış. 1820 yılında Fransa’ya giderek Fransız dilini ve yazınını inceledi. Bu arada pek çok liberal düşünür ve ekonomistle ilişki kurdu. Ayrıca Monpellier’de kimya, zooloji, mantık ve yüksek matematik derslerini izledi. 1821yılında Mill İngiltere’ye döndü ve John Austin (1790-1859) ile birlikte Roma hukukunu incelediler. Bunun yanı sıra Bentham felsefesi ile yakından ilgilenmeye başlamıştı. John Austin ve kardeşi Charles’ın aracılığıyla yararcı çevrelerle tanıştı. 1822 de kendisi de bir yararcı çevre kurdu. Üç yıl boyunca bu çevrede yararcı etkinliğini sürdürdü. 1823’te Mill babasının aracılığıyla East India Company’de bir büro memurluğuna yerleştirildi. Burada uzun yıllar çalıştıktan sonra 1856’da iyi bir ücret ile büronun başına geçti. Ne babasını ne de kendisi hiçbir zaman için üniversitelerde görev almış değiller.

Mill’in ilk önemli yazı denemeleri 1824 yılında Westminster Review kurulduktan sonra bu dergiye gönderdiği yazıları ile yaptığı katkılardır. 1825’te Bentham’ın beş ciltlik Rationale of Evidence (Kanıt Gerekçesi) adlı önemli yapıtını düzeltmeyi üstlendi, bu çalışması bir yıl sürdükten sonra, yapıt 1826 yılında yayımlandı. Bu arada bir zihin yorgunluğu hisseden Mill bir süre dinlenmeye çekildi. Bu sırada belki de konu değiştirmenin kendisine iyi geleceğini düşündüğü için Coleridge ve Carlyle gibi şairlerin yapıtlarıyla ilgilendi ve Bentham’ın “Tüm şiir yanılsamalı sunumdur.” deyişinden etkilenmiş biri olarak neredeyse şiiri doğrulayıcı bir noktaya geldiğini Otobiyografisinde itiraf etmiştir. Ama yine de hiçbir zaman için yararcılığın dışında kalan herhangi bir tarafta yer almadı. 183031’de Politik Ekonominin Kimi Çözülmemiş Soruları Üzerine Denemeler’i yazdı. Ancak sayıca beş olan bu denemeler 1844 yılına dek yayımlanamamıştır. 1843 yılında Ünlü Mantık Sistemi adlı yapıtı yayımlandı. Bu yapıtı yazarken ünlü pozitivist Augusta Comte’la yazışma olanağı bulmuştur. Çünkü Comte’un Pozitivist Felsefe Üzerine Dersler adlı temel yapı tının ilk ciltlerinden yararlanmıştır. 1848’de Politik Ekonominin İlkeleri’ni yayımladı. 1859’da Özgürlük Üzerine, 1861’de Temsili Hükumet Üzerine İrdelemeler’ini, 1863’te Yararcılık (Utilitarianism) başlıklı çalışmasını yayımladı. Sir William Hamilton’un Felsefesinin Bir İncelemesi başlıklı çalışması ve Auguste Comte ve Pozitivism başlıklı bir inceleme 1865 yılında yayımlandılar. 1868’de England and Ireland adlı bir yapıt yayınladı. Yapıt İrlanda dışında ilgi görmedi. Çünkü İngiliz Hükumetinin İrlanda politikasını kınayan bir çalışma idi. Mill 8 Mayıs 1873 yılında Avignon’da ölmüştür. Savlar ve Tartışmalar adlı yapıtı 1859-1875 yılları arasına çıkmıştır. Din Üzerine Üç Deneme başlıklı yazısı ve Otobiyografi’si 1874’te ölümünden yayınlanmıştır.