Home » Yazarlar » Behçet Alıcıoğlu » YAŞ(L)ANMIŞ YOL HİKAYELERİ Bölüm 2 -Behçet Alıcıoğlu

YAŞ(L)ANMIŞ YOL HİKAYELERİ Bölüm 2 -Behçet Alıcıoğlu

YAŞ(L)ANMIŞ YOL HİKAYELERİ

BÖLÜM 2

YOLDAŞLA YOLLARDA

bir-yol-hikayesi

Sessizlik..Kuş cıvıltıları..Toprak ve çam kokusunun birbirine karışmış olan müthiş kokusu.. Rengarenk çiçekler.. Dünyanın en zararsız topluluğu..Tepeden tırnağa huzur.. Ölmeden önce kalınması gereken yerlerin en başında gelen mekan. Kapısında “  Her Canlı Ölümü Tadacaktır” yazısının bulunduğu tapulu evimiz.

Makbule Kemgöz’ün cenaze merasimindeyiz. Sağ baştan sırayla Bedi Çıkarçıkmaz, Murtaza Sazbaşı, Doğan Güneş, Serkis Yeres, Kamuran Yevmiye, çayçımız Şeker Raci ve sanat evinin diğer üyeleri..

Siyah takım elbiseleri beyaz gömlekleriyle penguen milli takımı gibi mezar başında sıralanmışlardı. Görüntüyü tek bozan şey Doğan Güneş’in bonibon desenli papyonuydu.

Bedi Çıkarçıkmaz Doğan Güneş’in kulağına doğru  eğilerek;

“ Bu papyon mezarlık havasına hiç yakışmamış”

“ Kefen dışında ne giyersen giy bu havaya yakışmaz zaten.”

“ Tövbe tövbe”

“ Kıskandıysan senin cenazende takmam”

İmam efendi “Yasin suresi”’ni okuyup diğer duaları yaptıktan sonra Doğan Güneş dışındakiler mezar başından dağılmıştı. Doğan Güneş elinde tuttuğu kılıftan Makbule Kemgöz’ün flütünü çıkartarak mezar taşının yanından toprağa gömdü.

“ Artık yeni komşularına ilahi dinletisi yaparsın” diyerek mezar başından ayrıldı. Yavaş adımlarla bugün olmasa bile bir gün mutlaka geleceği evini dolaşmaya başladı. Kendisine kimlerin komşu olacağını merak ediyordu. Bazı taşlarda isim yazmasına rağmen bazılarında özellikle vurgular yapılmıştı. Hakim, Avukat, Emniyet Müdürü, 15. Dönem Milletvekili, Ünlü İş Adamı, Kurmay Albay, Milli Futbolcu .. Bu nasıl bir benlikti ki  ünvan hastalığı mezar taşlarına bile bulaşmıştı. Belki de elde etmek için her şeyi göze aldıkları ünvanlarının toprağın altında bir işe yaradığını düşünüyorlardı. Bu komik ve daha kötüsü çaresiz bir ruh halinin mezar taşlarına yansımasıydı.

Doğan Güneş arabasına binip eve doğru yola çıktı. Yolda gördüğü her şeyi dikkatlice inceliyordu. İnsanlar aracının üzerine geliyor gibiydi. Simitçi, dilenci, öğrenci, trafik polisi, vitrinler, bağıranlar, kavga edenler, sarılanlar, okuyanlar, işportacılar, cafeler.. Şehir içinde kaybolduğu bir labirente dönmüştü.  Yorgun bedeni bu şehri kaldıramıyordu. Makbule Kemgöz’ün ölümü de kaçma düşüncesine tuz biber olmuştu. Kalabalıkların içinden kurtularak nihayet evine ulaşmıştı. Yoldaşı garaja bırakarak eve geçti.

Kapıdan girer girmez torunu annesinin pembe gömleğini boynuna bağlamış elleri yumruk şeklinde  “Süper Girl”  diye bağırarak  Doğan Güneş’in üzerine zıpladı. Doğan Güneş kucağına aldığı torununu uçurarak pencere kenarında ki koltuğa getirdi. Saçını tarayıp öptükten sonra bahçeye oynamaya gönderdi. Koltukta yaşlı vücudunu biraz dinlendirdikten sonra mutfağa geçti. Gelini mutfakta biber ve patlıcanların karınlarını deşerek yemek yapıyordu.

“ Biber ve patlıcan katliamı mı yapıyorsun gelin?”

“ Yaşlı biber ve patlıcanların göğüslerini deşerek kalplerini çıkartıyorum baba”

Muhterem Güneş sözünü bitirdikten sonra bıçağı patlıcana öyle bir saplamıştı ki Doğan Güneş yerinden zıplayarak tekrar yerine oturdu. Gelinin  görüntülü vermiş olduğu mesajı alarak tekrar salona geçti. Pencere kenarında ki sürahiden bir bardak su alıp önünde ki sehpaya koydu. Bir iki yudum içtikten sonra vitrinde eşine ait olan siyah beyaz fotoğrafla konuşmaya başladı.

“ Güldü’m, gülücüğüm, sevgili tosbağım. Sana demiştim sen düşersen hepimiz düşeriz diye. Anne kaplumbağa düşerse üzerinde ki herkes düşer diye. Ben  bir karar aşamasındayım. Buralara sığamıyorum artık. Hani şu dünya tatlısı Parlak’ım olmasa daha çabuk karar verirdim. Senin de iznin olursa bir yolculuğa çıkmak istiyorum”

Doğan Güneş eşinin tatlı ve tombiş çehresine dalıp gittiği sırada torunu Parlak Güneş elinde bornoz ipiyle yanı başında bitmişti.

“ Dede, dede”

“ Buyur kuzucuğum”

“ Haydi atçılık oynayalım”

Doğan Güneş yere eğilip emeklemeye başladı. Torunu elinde ki bornoz ipini bonibon desenli papyonun üzerine taktıktan sonra dedesinin üzerine bindi. Doğan Güneş dört beş metre emekledikten sonra, titreyen dizleri grev kararı alarak daha fazla gidemeyeceğini duyurdu.

Parlak Güneş ipi çekerek dedesinin emeklemesini istese de Doğan Güneş’te değil emeklemek ayağa kalkacak hal bile kalmamıştı.

Doğan Güneş akşam yemeğini yedikten sonra odasına çekildi. Yatağa uzandı. Kafasında ki soru bir türlü rahat vermiyordu. Evi terk edip uzaklaşmalı mıydı yoksa çokta kendisini rahatsız etmeyen bu ortamda ölümü mü beklemeliydi? Azrail’in ne zaman kontratak yapıp gol atacağını bilmiyordu.  Yatağından kalkarak aynanın karşısına geçti. Gelinin çekmesinden “ödünç aldığı” kırışık giderici kremi yüzüne sürdükten sonra kendi kendine konuşmaya başladı;

“ Bu güce sahipsin Doğan. Biraz cesaretli ol”

Derin bir nefes alarak kremin kuruması için pencereyi açtı. Kemanını çantasından çıkardıktan sonra pencere önünde ki tabureye oturarak çalmaya başladı. Pencere karşısında ki ağacın dallarında duran kedi, gecenin karanlığında parlayan gözleriyle Doğan Güneş’e baktıktan sonra irkilerek kendini ağaçtan aşağı attı. Kedinin tüyleri kirpinin okları gibi olmuştu. Arkasına bakmadan kaçmaya başladı.  Doğan Güneş çalmayı bırakarak aynaya baktı. Kendini görünce kediyle aynı refleksi verdi. Eli kemanlı bembeyaz bir surat kendisini izliyordu. Orkestra yöneten Dracula gibiydi. Kimseye görünmeden lavaboya gitti. Yüzünü gelininin dünya para vererek özel marketlerden aldığı renkli makyaj pamuğuyla silerek temziledi. Parmak uçlarında yürüyerek torununun odasına girdi. Üzerini örtüp , öptükten sonra yine parmak uçlarına basarak odadan çıktı. Evlat sermayesinin en büyük zenginliği torundu.

Doğan Güneş odasına gidip yatağa uzandı. Kemikleri vücuduna pres yapıyordu. Tekrardan kalktı. Yoldaşın yanına gitmeliydi. Sessizce evden çıkıp garaja girdi. Yoldaş uyuyan prens gibi tüm asaletiyle karşısındaydı. Yanına giderek kaportasını okşadı. Tekerleklerini, yağını ve suyunu kontrol ettikten sonra araca binerek direksiyonundan tuttu. İçi içine sığmıyordu. Ruhsatına bir daha göz attı. Yaşlı kalbi uzun zamandır ilk kez bu kadar hızlı çarpmaya başlamıştı. Bulunduğu ortamdan uzaklaşacak olmanın heyecanı ve korkusu tüm vücudunu kaplamıştı. Öyle kolay olmuyordu insanın alışkanlıklarından kurtulması. Yoldaş’ın ön farlarına eğilerek konuşmaya başladı,

“ Yoldaş. Belki de son kez seninle uzun bir yolculuğa çıkacağızKendine gel , bizi yolda bırakma”

Doğan Güneş kafasını kaldırdığında karşısında oğlu İlber Güneş’i gördü.

Oğlunun konuşmasına fırsat vermeden odasına gitti. Beyaz üzerine yeşil çizgili pijamalarını giyerek yatağa uzandı. Mozart figürlü yorganını boynuna kadar çekti. Gözlerini tavana dikmiş nereye gidebileceğini düşünüyordu. Aradan on beş dakika geçtikten sonra oğlu odaya girdi. Doğan Güneş gözlerini hemen kapayarak uyuma taklidi yapmıştı. İlber Güneş bir iki defa ” Baba” diye seslenip Doğan Güneş’in yanına geldi. Doğan Güneş’in horlama sesi akordu bozuk borazan gibi çıkıyordu.

İlber Güneş babasının yanına eğilerek elini babasının saçlarına koyup geriye doğru taradı

” İkimizde biliyoruz uyumadığını Dodi. ”

Doğan Güneş’e “Dodi” ismini sadece rahmetli eşi söylerdi.

Oğlu titrek sesle konuşmaya devam etti,

” Biliyorum kararından dönmeyeceksin. Ama nereden çıktı bu gitme fikri? Ben seni hiç kırmak istemedim, incitmekte istemedim. Neden gitmek istediğini de bilmiyorum. Off be baba nereden çıkardın kurbanın olayım..”

Oğlu biraz daha eğilerek babasının alnından öpüp “Seni seviyorum” diyerek odadan ayrıldı.

Doğan Güneş anne karnında ki cenin gibi iki büklüm olup ellerini dizlerinin arasına alarak uyumaya çalıştı. Artık gideceği yerin kararını da vermişti.

***

 

Sabah erken saatte Parlak Güneş dedesinin odasına gelerek yorganın Mozart figürlü tarafına kısa bir uçuş gerçekleştirdi.

” Paatt” tam Mozart’ın yüzüne düşmüştü. Gece sabaha kadar uyuyamayan Doğan Güneş titreyerek yataktan sıçradı, torununu biraz gıdıkladıktan sonra sehpada duran diş bardağını alarak yataktan kalktı.

” Iyyy dede iğrençsin, dişlerini yanın da mı taşıyorsun?”

Doğan Güneş dudaklarını biraz daha içeri çekerek cevapladı;

” Imm ımm şimdi kaçmazsan bu dişsiz dede seni ham yapacak ama”

Torunu önden kendisi arkadan odadan çıktı. Lavaboya gidip elini yüzünü yıkadıktan sonra dişlerini takarak mutfağa geçti. Oğlu ve gelini kahvaltı masasında dumanı üzerinde çaylarını yudumluyorlardı. Oğlu kendince konuyu kapatmış açmak dahi istemiyor gibiydi, babasının gideceğine inanmıyordu. Gelini çaydan bir yudum daha alarak konuşmaya başladı,

” Aşkım ne zaman çıkalım”

” Aşkım sen hazırlanana kadar hayvanlar evrimsel sürecini tamamlıyor”

“Ne demek şimdi bu, ben geç mi hazırlanıyorum”

” Geç senin için bir zaman dilimi değil hayatım. Sen hazırlanana kadar mevsim değişiyor Akdeniz oluyor”

” Abartma istersen”

” Ben mi abartıyorum. En son dışarıya çıkacağımız zaman ayakkabılığın yanında ki aynada otuzbeş dakika  kendimi seyrettim”

” Ben seni on yıldır seyrediyorum hayatım, benim canım sıkılmıyor da senin mi sıkılıyor”

” Ne demek şimdi bu, çok komik çok…”

Doğan Güneş konuşmalarının arasına bıçak gibi girdi,

” Bu güzel sohbetinizi bölmek istemem ama ben yarın sabah erkenden gidiyorum”

Muhterem Parlak tartışmanın da etkisiyle laubali şekilde konuşmaya devam etti,

” Nereye gideceksiniz sayın babacığım”

Doğan Güneş tüm ciddiyetini üzerine takınarak cevap verdi,

” Akdeniz’e Muhterem Parlak”

Muhterem Parlak bu sesi tanıyordu. Susarak başını öne eğdi.

Sessizlik masaya sis gibi çökmüştü. Muhterem Parlak şaşkın bir halde ” Nereye gideceksiniz babacığım, biz den mi rahatsız oldunuz?”

“Yok kızım yaşlandım artık ölmeden önce gitmek, görmek istediğim yerler var. “

 

***

Doğan Güneş evden çıktıktan  sonra heyecanla şehrin sokaklarına daldı. Işıklı, renkli ve insanı kendisine çeken mağazaların içinde alışveriş yaparak akşamı etti. Yorgun argın eve gelip kimseyle konuşmadan odasına geçti. Heyecan içinde alışverişte yaptığı eşyaları kırmızı ahşap bavuluna yerleştirdi. Bayramda bayramlık alınmış çocuk sevinciyle yatağına yattı.Doğan Güneş için güneş bir türlü doğmayı bilmiyordu. Sağa sola dönmekten vücudu daha da kırışmıştı. Yola çıkmadan önce ütülenebilecek bir vücuda sahip olamamak ne kadar kötüydü. Göz kapağının büyük zaferiyle gözü kapanmış olsa da çok geçmeden tekrar  uyanmıştı. Yataktan kalkarak usulca lavaboya gitti. Lavabodan sonra torununun yanına gelerek koklayıp öptü. Salona geçerek eşinin çerçeveli fotoğrafını aldı. Evini son bir kez daha gezerek eşyalarını alıp Yoldaş’a bindi. Garajdan çıkıp evine son bir kez daha bakmak için durdu. Oğlu ile gelini sokak kapısına çıkmış el sallıyorlardı. Arabayı tekrar çalıştırarak uzaklaştı. Dikiz aynasından çocuklarına baktı.  Doğan Güneş içinde garip bir heyecan büyütüyordu. Yetmiş yıllık yaşamında ilk kez istediği bir şeyi yapmanın sevincini yaşıyordu. Kafesten kaçan kuş aptallığıyla konacağı yeri bilmeden uçmaya devam edecekti. Tarih 23 Mart saat 05:30’ u gösteriyordu. Doğan Güneş arabanın radyosunu ayarlayarak meçhul yolculuğuna yol almaya başladı.

“Günaydın. Radyo Yo’ dasınız. Yol yola çıkmadan evvel ve yola çıkmayanlar için uzundur diyoruz ve size güzel bir yol müziğiyle eşlik ediyoruz;

Miquel Gil – Desesperado”

Haydi bakalım Yoldaş ilk hedefimiz Akdeniz..İleri..